diff --git "a/Buyuk.islam.ilmihali-Omer.Nasuhi (1).txt" "b/Buyuk.islam.ilmihali-Omer.Nasuhi (1).txt" new file mode 100644--- /dev/null +++ "b/Buyuk.islam.ilmihali-Omer.Nasuhi (1).txt" @@ -0,0 +1,19408 @@ + Büyük İSLÂM İLMİHALİ + + ‫بســـم اهلل الرمحن الرحيم‬ + İtikada, İbadetlere, Kerahiyet ve İstihsana, Ahlaka, Siyer-i + Enbiya’ya ait olmak üzere on kitaptan müteşekkildir. +Müellifi: Fatih Dersiâmlarından Emekli Diyanet İşleri Reisi ÖMER + NASÛHİ BİLMEN + selam.org + selam@selam.org +İÇİNDEKİLER +Önsöz +Takdim + 1. Bölüm: İtikat +1-Gerçek Dinin Esasları Ve Başlıca Dinler +2-Gerçek Bir Dinin Vasıfları Ve Yararları +3-İslâm Dininin Genelliği Ve Mutlu Sonuçları +4-İmân Ve İslâmın Niteliği +5-İmân İle İslâmın Şartları +6-Yüce Allah’a Ve O’nun Sıfatlarına İman +7-Peygamberlere İman +8-Peygamberlere Olan İhtiyaç +9-Semavî Kitaplara İman +10-Semavî Kitaplara Olan İhtiyaç +11-Kur’an’ın Nasıl Bir İlâhi Kitab Olduğu +12-Kur’an’ı Kerim’in Taşıdığı Gerçekler +13-Meleklere İman +14-Meleklerin Varlığındaki Hikmet +15-Ahirete İman +16-Kıyametin Oluşu Ve Başlangıç Alâmetleri +17-Ahirete Ait Olaylar +18-Ahiretin Varlığındaki Hikmet +19-Kaza Ve Kadere İman +20-Kaza Ve Kadere İman Sorumluluğa Engel Değildir +21-İmanda Ehl-i Sünnet İmamları +2. Bölüm: Taharet + 1-Başlangıç: Müctehidlerimiz + 2-Müslümanlıkta ibadetler, taharetler + 3-Bir Kısım Dinî Deyimler + 4-Suların Kısımları + 5-Mutlak Suların Nevileri Ve Hükümleri + 6-Mukayyed Suların Hükümleri + 7-Su artıkları Hakkında Hükümler + 8-Kuyular Üzerindeki Hükümler + 9-Din Yönünden Temiz Sayılan Şeyler + 10-Din Yönünden Temiz Sayılmayan Şeyler + 11-Temiz Olmayan Şeylerin Hükümleri + 12-Temizleme Yolları + 13-Özürlü Kimselere Ait Bazı Meseleler + 14-Özrün Hükmü + 15-Kadınlara Ait Haller + 16-Hayızla İlgili Meseleler + 17-Nifas Haline Ait Meseleler + 18-Hayız Ve Nifas Hallerine Ait Hükümler + 19-İstihaze Haline Ait Meseleler + 20-Abdestin Mahiyeti + 21-Abdestin Farzları + 22-Abdestin Sünnetleri + 23-Abdestin Edebleri + 24-Abdestin Duaları + 25-Vasıf Bakımından Abdestin Nevileri + 26-Abdestin Sıhhatine Engel Olmayan Şeyler + 27-Mestler Üzerine Mesh Verilmesi + 28-Meshin Cevazındaki Şartlar + 29-Mesh Müddeti + 30-Sargı Üzerine Mesh + 31-Meshi Bozan Şeyler + 32-Abdesti Bozan Şeyler + 33-Abdesti Bozmayan Şeyler + 34-Gusül Ve Guslü Gerektiren Haller + 35-Guslün Farzları + 36-Guslün Sünnetleri + 37-Guslün Vasıfları + 38-Gusül Etmesi Farz Olanlara Haram Veya Mekruh Olan Şeyler + 39-Teyemmümün Niteliği Ve Farzları + 40-Teyemmümün Sünnet Üzere Yapılması + 41-Teyemmümün Şartları + 42-Teyemmümü Mübah Kılan Veya Kılmayan Bazı Haller + 43-Teyemmümü Bozan Haller + 3. Bölüm: Namaz + 1-Namazın Önemi Ve Fazîleti + 2-Namazla İlgili Bazı Deyimler + 3-Namazların Nevileri Ve Rekâtları + 4-Namazların Farzları, Şartları, Rükünleri + 5-Hadesten Ve Necasetten Taharet + 6-Setr-i Avret (Ayıp Yerleri Örtmek + 7-Kıbleye Yönelmek + 8-Namaz Vakitleri + 9-Namazlara Ait Niyetler + 10-İftitah Tekbiri + 11-Namazlarda Kıyam (Ayakta Durmak) + 12-Namazlarda Kıraet + 13-Namazlarda Rükû + 14-Namazlarda Secde + 15-Namazlarda Son Oturuş + 16-Tadil-i Erkâna Riayet + 17-Namazdan Kendi İhtiyarı İle Çıkmak + 18-Namazın Vacibleri + 19-Namazların Sünnetleri + 20-Namazların Edebleri + 21-Ezan Ve İkamet + 22-İmamlık Ve Cemaat + 23-Kadınların Aynı Hizada Durmaları + 24-Namazlar Nasıl Kılınır? + 25-Vitir Namazına Dair Bazı Meseleler +26-Namazların Cemaatle Kılınma Şekli +27-Cuma Namazı +28-Cumanın Vücubunun Şartları +29-Cumanın Edasının Şartları +30-Cuma Namazına Müteallik Bazı Mes’eleler +31-Bayram Ve Bayram Namazları +32-Teravih Namazı +33-Hastaların Namazları +34-Seferin Anlamı Ve Müddedi +35-Seferin Hükümleri +36-Yolculuğun Sona Erip Ermemesi +37-Eda İle Kazanın Farkları Ve Kaza Namazları +38-Müdrik Hakkında Meseleler + 39-Lâyık Hakkında Meseleler +40-Mesbuk Hakkındaki Meseleler +41-Sehiv +42-Tilâvet Secdesi İle İlgili Meseleler +43-Şükür Secdesi +44-Korku Namazına Ait Bilgi +45-Nafile Namazlar +46-Mekruh Vakitler +47-Namazlarda Mekruh Olan Ve Olmayan Okuyuşlar +48-Zelletü’l-Kari’ye +49-Kuran-ı Kerim’iÖğrenip Okumak Ve Dinlemek Görevleri +50-Namazların Mekruhları +51-Namazı Bozan Ve Bozmayan Şeyler +52-İskat-ı Salât (Namaz Borcunu Düşürme) Meselesi +53-Mescidlere Ait Hükümler +54-Cenaze İle İlgili Vacıplar Ve Görevler +55-Cenazelerin Yıkanması +56-Cenazelerin Kefenlenmesi +57-Cenaze Namazları +58-Cenazelerin Kabirlerine Konulması +59-Kabir Ve Makbereler +60-Şehidler Ve Onlara Ait Hükümler + 4. Bölüm: Oruç + 1-Orucun Mahiyeti + 2-Orucun Nevileri + 3-Oruçların Farz Ve Vacib Olmasındaki Sebebler + 4-Orucun Meşru Olmasındaki Hikmet + 5-Oruçlu İçin Müstahab Olan Şeyler + 6-Orucun Şartları + 7-Orucun Vakti + 8-Ramazan Hilâli İle Diğer Hilâllerin Sübutu + 9-Oruçlara Ait Niyetler + 10-Oruçlu İçin Mekruh Olan Ve Olmayan Şeyler + 11-Orucu Bozan Ve Bozmayan Şeyler + 12-Kaza Edilmesi Gereken Ve Gerekmeyen Oruçlar + 13-Keffareti Gerektirmeyen Oruçlar + 14-Oruç Tutmamayı Mübah Kılan Özürler + 15-Keffaretin Mahiyeti Ve Nevileri + 16-Yeminin Mahiyeti Ve Yemin Sayılıp Sayılmayan Şeyler + 17-Kasem Suretiyle Olan Yeminin Nevileri Ve Hükümleri + 18-Yemine Dair Çeşitli Meseleler + 19-Nezrin Mahiyeti Ve Nevileri + 20-Nezrin Şartları + 21-Belirli Ve Belirsiz, Mutlak Ve Muallâk Adaklar + 22-İtikâfın Mahiyeti, Nevileri VE Teşriî Hikmeti + 23-İtikâfın Şartları + 24-İtikâfın Edebleri + 25-İtikâfa Dair Bazı Meseleler + 26-İtikâfı Bozan Ve Bozmayan Şeyler + 5. Bölüm: Zekat + 1-Zekatın Mahiyeti + 2-Zekatın Teşriî Hikmeti + 3-Zekatın Farz Olmasının Şartları + 4-Zekatın Sıhhatinin Şartı + 5-Zekata Bağlı Olan Mallar + 6-Zekata Bağlı Olmayan Mallar + 7-Ehli Hayvanlara Ait Zekatlar + 8-Ticaret Mallarının Zekatı + 9-Altın İle Gümüşün Zekatı + 10-Kâğıt Paralarla Banknotların Zekatı + 11-İstenen Borç Paraların Zekatı + 12-Arazi Ürünlerinin Zekatı + 13-Madenlerin Ve Definelerin Zekatı + 14-Zekatı Ödeme Yolları + 15-Zekatın Verileceği Yerler + 16-Kimlere Zekat Verilir, Kimlere Verilmez? + 17-Fitre Sadakası + 6. Bölüm: Hac + 1-Hac İle Umrenin Mahiyetleri + 2-Haccın Nevileri + 3-Haccın Rükünleri + 4-Tavafın Mahiyeti Ve Nevileri + 5-Haccın Farz Olmasının Şartları + 6-Haccın Yapılmasını Gerektiren Şartlar + 7-Haccın Sıhhatinin Şartları + 8-Mikat İle İlgili Bilgiler + 9-Haccın Farziyetinin Sebebi Ve Edasının Fevrî Olup Olmadığı + 10-Haccın Farziyetindeki Şer’i Hikmetler +11-Haccın Vacipleri +12-Haccın Sünnetleri +13-Haccın Edebleri +14-Farz Hac Üzerinde Uygulama +15-Umrenin Yapılış Şekli +16-Temettü Haccının Yapılış Şekli +17-Kıran Hac Nasıl Yapılır? +18-Hedy’in Mahiyeti Ve Hükümleri +19-Hac Ve Umre İle İlgili Yasaklar +20-Hac İle Umrenin Yasaklarına Dair Çeşitli Meseleler +21-Bedel (Vekâlet) Yolu İle Hac +22-Hac Konusunda Niyabet, Vasiyet VE Adakla İlgili Bazı Meseleler +23-İhsarla İlgili Meseleler +24-Resûlullah Efendimizin Kabrini Ziyaret + 7. Bölüm: Kurban Ve Av + 1-Kurbanın Mahiyeti, Vücubu Ve Şer’i Hikmeti + 2-Kurbanın Cinsi Ve Kusurlu Olup Olmaması + 3-Kurbanın Kesilme Vakti + 4-Kurbanın Eti Ve Derisi Üzerinde Yapılacak Şeyler + 5-Akîka Kurbanı + 6-Zebh, Zebiha Ve Tezkiyenin Mahiyetleri + 7-Etleri Yenen Ve Yenmeyen Hayvanlar + 8-Kimlerin Boğazlayacağı Hayvanın Eti Yenir Ya Da Yenmez? + 9-Meytenin Mahiyeti Ve Hükmü + 10-Avın Mahiyeti Ve Caiz Oluşu + 11-Nelerle Av Yapılır? + 12-Av Hayvanında Aranılan Şartlar + 13-Avla İlgili Çeşitli Meseleler + 8. Bölüm: Kerahet Ve İstihsan + 1-Bazı Dinî Deyimler + 2-Her Müslüman İçin Öğretme Ve Öğrenmenin Gerekliliği + 3-İslâm’da Va’zin Ve Öğüt Vermenin Önemi + 4-Mukaddesata Hürmet Ve Saygı + 5-Din Ve Muamelâtta Sözleri Kabul Edilecek Ve Edilmeyecekler + 6-İslâm’da Aile Ve Akrabalık İlişkileri + 7-İslâm’da Kazancın (Kesbin) Önemi + 8-Çeşitli Kazanç Yollarının Üstünlük Dereceleri + 9-Alış-Verişin Çeşitleri Ve Kâr (Kazanç) Mikdarı + 10-İhtikâret Mahiyeti Ve Hükümleri + 11-Ribanın Mahiyeti Ve Nevileri + 12-İstikraz (Ödünç) Alma Meseleleri +13-İslâm’da Yapılması Yasak Şeyler +14-Yenip İçilmesi Helâl Olan Ve Olmayan Şeyler +15-Yeyip İçme Mikdarları Ve Bunların Edebleri +16-Giyilmesi Ve Kullanılması Gerekli Ve Caiz Olmayan Şeyler +17-Lukataların (Buluntu Malların) Mahiyeti Ve Hükümleri +18-İslâm’da Eğlence Ve Yarışmaların Hükmü +19-İslâm’da İnsanların Hayat Ve Organ Dokunulmazlığı +20-Hayvanlara Yumuşak Davranmanın Gereği +21-İslâm’da Maddî Ve Manevî Temizlik + 9. Bölüm: İslâm Ahlâkı + 1-Ahlâkın Mahiyeti, Nevileri Ve Ahlâk İlminin Kısımları + 2-Ahlâkın Önemi Ve Arındırmaya Elverişli Olması + 3-Görevlerin Mahiyetleri (esasları) ve nevileri + 4-İlâhî Görevler + 5-Şahsa Ait Görevler + 6-Ailevi Görevler + 7-İçtimaî (Toplumsal) Görevler + 8-İslâm’da Muaşeret (Güzel Geçinme) Âdâbı + 9-Güzel Ve Çirkin Huylar + 10. Bölüm: Siyer-i Enbiya + Peygamberlere Ait Siyerin Anlamı, yararları Ve Kaynakları + 1-Adem Aleyhisselâm + 2-İdris Aleyhisselâm + 3-Nuh Aleyhisselâm + 4-Hud Aleyhisselâm + 5-Salih Aleyhisselâm + 6-İbrahim Aleyhisselâm + 7-Lût Aleyhisselâm + 8-İsmail Aleyhisselâm + 9-İshak Aleyhisselâm + 10-Yakub Aleyhisselâm + 11-Yusuf Aleyhisselâm + 12-Eyyub Aleyhisselâm + 13-Şuayb Aleyhisselâm + 14-Musa Aleyhisselâm + 15-Harun Aleyhisselâm + 16-Davud Aleyhisselâm + 17-Süleyman Aleyhisselâm + 18-İlyas Aleyhisselâm + 19-Elyasa’ Aleyhisselâm + 20-Zülkifl Aleyhisselâm + 21-Yunus Aleyhisselâm + 22-Zekeriyya Aleyhisselâm + 23-Yahya Aleyhisselâm + 24-İsa Aleyhisselâm + 25-Hazret-i Muhammed Mustafa + 26-Peygamberimizin Mübarek Nesebleri + 27-Hazret-i Peygamberin Çocukluğu Ve İlk Evlenmeleri + 28-Peygamber Efendimizin Allah’ın Vahyine Ve Elçiliğine Kavuşması + 29-İslâm’ın Çıkışında Arabistan’ın Dinî Ve İçtimaî Durumu + 30-İslâmiyet’i İlk Kabul Edenler + 31-İlk Müslümanların Çektikleri Eziyetler, Habeşistan’a Hicretleri Ve Çember İçinde Kalmaları + 32-Ebû Talib İle Hz. Hadice’nin Vefatları + 33-Peygamberimizin Kabileleri Dine Daveti Ve Akabe Bey’atı + 34-Ay’ın Bölünmesi Ve Miraç Mucizeleri + 35-İslâmiyet’in Medine’de Yayılması Ve Müslümanların Oraya Hicreti + 36-Peygamberimizin Medine’ye Hicretleri Ve Oradaki Bazı Çalışmaları +37-Peygamberimizin Cihada Menuziyeti Ve Başlıca Düşmanları +38-Müslümanların İlk Sancaktarı Ve İlk Seriyyesi +39-Birinci Ve İkinci Bedir Savaşları +40-Beni Kaynuka Ve Uhud Savaşları +41-Beni Nadir, Hendek Ve Beni Kurayza Savaşları +42-Hudeybiye Andlaşması Ve Hayber Savaşı +43-Hazret-i Peygamberin Hükümdarları İslâm Dinine Davet Etmesi +44-Umretü’l-kaza Ve Mu’te Savaşı +45-Mekke’nin Fethi +46-Huneyn Savaşı İle Evtas Olayı +47-Tebük Savaşı +48-Veda Haccı +49-Peygamber Efendimizin Ahirete Göç Etmeleri +Ek: Peygamberimizde Görülen Olgunluk Ve Güzellikler +Bu Eserin Başlıca Kaynakları + Önsöz +Müslümanların her konuda bilgi sahibi olmaları bir görevdir. Din konusunda bilgi +ise, İlmihal (herkesin durumuna göre gerekli olan bilgiler) adını alarak en önemli +yeri tutar. Her müslümanın bağlı bulunduğu İslam dini konusunda yeterli bilgi +sahibi olması bir borçtur. Edindiği bilgilerle de üzerine düşen dinî görevleri +yerine getirmiş olacaktır. + Aslında bütün insanlığın manevî ruhu yerinde olan dinden, din bilgisinden hiç +kimse uzak kalamaz. Öteden beri ister ilkel olsun, ister medenî toplumlar, hiç +biri bir dine bağlı kalmaktan dışarı çıkamamıştır. + İnsanların gerçek mutlulukları ve saadetleri ilahî bir din yolu ile ortaya çıkar. +Sağduyulu kimselerin ruhları ve vicdanları, böyle bir din ile huzursuzluktan +kurtulur, yatışır. İnsanlığın yaratılışındaki yüksek amaç, ancak böyle ilahî bir +dine sarılmakla gerçekleşir. + Öyle ise, uyanık bir ruha, temiz bir vicdana sahib olan insan böyle gerçek bir +dinden nasıl uzak kalabilir: Kendi benliğini, geleceğini ve mutluluğunu korumak +isteyen bir insan, böyle yüce bir dinin inançlara, temizliğe, ibadete, helal ve +harama, ahlaka dair kutsal hükümlerinden muhtaç bulunduklarını öğrenip +uygulamak duygusundan nasıl habersiz kalabilir? + O mübarek dinin yaşamasına, yükselmesine, yayılmasına, medeniyet saçan +şanlı tarihine ait bazı bilgileri öğrenmek isteğinden, insan nasıl gafil bulunabilir? + Hiç şüphe yok ki, benliklerini kaybetmeyen uyanık kişi ve cemiyetler bu +ihtiyacı ruhlarında duymuşlardır. Dinî eserleri aramayı, onları bulup okumayı +gerekli görmüşlerdir. + İnsanların, yaratılışlanndaki meyilleri ve ruhî ihtiyaçları sebebiyle her asırda +din bilginleri tarafından sayısız dinî eserler yazılmıştır. Ancak her devrin ve +muhitin durumuna ve kabiliyetine göre bu gibi eserlerde bir yenilik göstermek, +mana ve ruhları değişmeyecek şekilde dini meseleleri imkan dahilinde herkesin +anlayabileceği bir ifadeyle yazmak, bunların birtakım hikmet ve faydalarını sade +bir dille ortaya koymak da çok gereklidir. + İslam dininin kapsadığı hükümler esas bakımından dört kısma ayrılır: + 1- İtikada air hükümler, + 2- İbadetlere ve amellere ait hükümler, + 3- Helal-haram olan şeylere, mubah ve mekruhlara ait hükümler, + 4- Ahlaka ait hükümler. + Bu dört kısım hükümler üzerinde çok geniş ve değerli kitablar yazıldığı gibi, +özet halinde kolay anlaşılır kitablar da fazlasıyla yazılmıştır. Gerçek şu ki, bu +dört kısmın her biri üzerinde ayrı ayrı birer kitab yazılmış; fakat bu dört kısmı +bir araya toplayan kitaplar azınlıkta kalmıştır. + Biz aslında ayrıntılı eserlerden uzak kalamayız. Ancak böyle geniş kapsamlı +eserleri okuyup onlardan gerekli meseleleri seçip ayırmaya herkesin güce +yetmez. Görevleri ve zamanları buna elverişli olmaz. Çok kısa eserler de ihtiyacı +karşılamaya yeterli olmaz, maksadı karşılayamaz. Üstelik bu eserlerin ifadesi +ağır olursa, istenilen bilgileri elde etmek çok güçleşir. + Çeşitli görev ve hizmetlere ayrılmış olan din kardeşlerimizin dini ihtiyaçlarını +yeterince karşılayabilecek bir "İlmihal" kitabı yazılmasını çok kimseler benden +isteyerek bana başvurmuşlardı. Bunun üzerme kutsal dinimizin İtikat'a, +temizliğe, ibadete, kerahiyet (hoş olmayan) ve istihsana (güzel olan şeylere), +ahlaka dair hükümleri üzerinde ve bir kısım büyük peygamberlerin hayatları ile +İslam dininin tarihçesine ait on kitabdan ibaret oldukça büyük bir "İlmihal" +kitabı yazmayı bir görev saydım. Yüce Allah'dan yardımlar dileyerek bu görevi +yerine getirmeye başladım. En güvenilir, en kıymetli din kitablarımıza +başvurdum. İbadetler kısmını daha uzunca hazırlamaya çalıştım. İkram ve feyzi +bol olan Yüce Allah'ın yardım ve ihsanı ile meydana gelen bu esere "Büyük İslam +İlmihali" adını verdim. + Eğer bu eserim, din kardeşlerimin faydalanmalarına hizmet ederek hayırlı + dualarını kazanmaya vesile olursa, kendimi bahtiyar sayarım. Bütün yazı ve +çalışmaları ile yalnız Hak Teala Hazretleri'nin nzasını kazanmak isteyen aciz bir +yazar için bundan büyük bir mükafat olmaz. Başarı Yüce Allah'dandır... + + Fatih Dersiamlarından + Erzurumlu Ömer Nasuhî Bilmen + + +Takdim +Merhum hocamız Ömer Nasuhî Bilmen Hazretlerinin, Diyanet İşleri Başkanlığı +görevinden emekli olmadan önce, İstanbul Müftülüğü zamanında altı yıl kadar +maiyetlerinde çalıştım. İlim ve faziletini, ahlak üstünlüğünü yakından tanımak +şerefine kavuştuğumdan dolayı Yüce Allah'a hamd ederim. + Yazmış olduğu eserler, yıllardır okuyucuların ellerinden düşmediği gibi ilim ve +faziletinin yüksekliğinden dolayı Müslümanlar arasında onu tanımayan yok +gibidir. Bıraktığı her eser, sünnet ehli inancına dayalı, güvenilir, çok değerli bir +kitaptır. Yıllardır basılmakta ve basılmaları devam etmektedir. Bir hadis-i şerifde +buyuruluğuna göre "Öldükten sonra câri (sevabı sürekli akıp gelen) sadakadan +biri de, kendisinden faydalanılan bir ilimdir." Bu bakımdan merhum hocamız +geride bıraktığı birçok eseriyle bu büyük manevî mükafata kavuşmuş +bulunmaktadır. Yüce Allah bizlere de, rızasına uygun bu gibi hizmetler nasib +buyursun. + Muhterem Hocamızın yetiştiği devirdeki dil, daha çok Osmanlıca deyimlerin +çokluğu bakımından değer kazanıyordu. Bunun tesiri altında kalınarak +eserlerindeki ifade, bu günkü neslin anlayabileceği şekilde kolaylık arz +etmediğinden "Büyük İslam İlmihali" adlı eserinin elden geldiği kadar, aslında +hiçbir değişiklik yapmaksızın, sadeleştirilmesi, Bilmen Basım ve Yayınevi +yetkilileri tarafından benden istendi. + Böyle bir çalışmayı kabul etmek, benim için bir şeref olduğu kadar +okuyuculara da bir kolaylık sağlaması bakımından yerine getirilmesi gereken bir +görevdi. + Elimden geldiği kadar metne ve manaya sadık kalarak sadeleştirip bugünkü +nesiller tarafından kolayca anlaşılabilecek bir dile çevirmeye çalıştım. + Vacip Teâlâ Hazretlerinden devamlı olarak Müslümanlara manevî yarar ve +okuyanlara kolaylıklar sağlamasını diler, kusurlarımın bağışlanmasını niyaz +ederim. + + A. Fikri YAVUZ + 1. Bölüm: İtikat +Gerçek Dinin Esasları ve Başlıca Dinler + 1- Gerçek din, Yüce Allah'ın bir kanunudur ve birtakım sağlam hükümlerin kutsal bir +mecmuasıdır. Allah bunu, peygamberleri aracılığı ile insanlara ikram ve ihsan, buyurmuştur. Bu +kanun, insanları hayırlı olan şeye götürür. İnsanlar, bu Allah kanununun buyruklarına kendi güzel +irade ve arzuları ile uydukça, doğru yol üzerinde bulunur ve hidayete ermiş olurlar. Hem dünyada, +hem de ahirette mutluluğa ve selamete kavuşurlar. + 2- Dinler başlıca üç kısma ayrılır. + Birincisi: Hak dinlerdir. Bunlar yukardaki tarife uygun olanlardır. Yüce Allah tarafından konulup +peygamberler aracılığı ile insanlara bildirilen dinlerdir. Bunlara "İlahî ve Semavî" dinler de denir. + Semavî dinlerin hepsi esas bakımından birdirler. Yalnız bazı ibadetler ve hukuk kuralları +bakımından aralarında ayrılık olmuştur. + Hazret-i Adem'den Hazret-i İsa'ya kadar gelen bütün mübarek peygamberlerin insanlara +bildirmiş oldukları dinler, iman esaslarında bir olup yalnız bir Allah'a iman etmeye dayalı iken, +bunlar sonradan bozulmuş ve asılları kaybolmuştur. Yüce Allah en son ve en büyük Peygamberi +olan Hazret-i Muhammed'i Sallallahu aleyhi ve Sellem'i bütün insanlara Peygamber olarak +göndermiştir. Onun aracılığı ile de hak dinlerin en sonu ve en mükemmeli, olan İslam dinini +kullarına Allahü Teala ihsan etmiştir. İşte bugün yeryüzünde hak din olarak kıyamete kadar +yaşayacak olan yalnız bu İslam dinidir. + İkincisi: Asılları değişmiş ve bozulmuş olan dinlerdir. Bunlar, yukarıda söylendiği gibi asılları +bakımından birer gerçek din iken sonradan bozulmuş, İlahî niteliklerini kaybetmiş olan dinlerdir. + Üçüncüsü: Batıl dinlerdir. Bunlar asılları bakımından da gerçek din ile ilgisi bulunmayan dinlerdir. +Bunlar birtakım milletler tarafından ortaya konmuş olan uydurma inançlardır. Bunlarda akla ve +mantığa uygun olan bazı hükümler bulunsa bile konuluşları itibariyle İlahî olmak şerefinden yoksun +olup hiç bir bakımdan din kutsallığını taşımazlar. Ateşe, yıldızlara ve putlara tapan milletlerin dini +bu türdendir. + + +Gerçek Bir Dinin Vasıfları ve Yararları + 3- Gerçek bir dinin belirgin vasıfları, kendini diğer dinlerden seçkin kılan özel nitelikleri pek +çoktur. Özetle diyebiliriz ki, gerçek din insanlara yalnız bir Allah'ın varlığını bildirir, yalnız bir Allah'a +ibadet edilmesini emreder, bütün kainatın Allah'dan başka yaratıcısı bulunmadığını haber verir. +Bütün peygamberlere ve bütün semavî kitablara ayırım yapmaksızın inanılmasını ister. Sonsuz olan +bir ahiret hayatının varlığını anlatır. İnsanları bir düzen içinde birleştirir ve aralarında bir kardeşlik +meydana getirir. İnsanların yaratılışında eşitlik bulunduğunu gösterir. Allah katında üstünlüğün +takva ve güzel ahlakla olduğunu öğütler. Her yönü ile akla ve hikmete uygun bulunur, insanların +kurtuluşuna ve mutluluğuna vesile olur. + İşte bütün bu niteliklere sahib olan din, bugün yeryüzünde var olan ve kıyamete kadar devam +edecek olan yalnız İslam dinidir. + 4- Hak dinin yararlarına gelince:Bu yararlar çoktur ve pek önemlidir. Böyle bir din sayesinde +insanların kazanacakları yararları ve mutlu halleri anlatmaya hiç bir kalem yeterli değildir. Şu +kadarını bildirelim ki, insan hak bir din sayesinde ne için yaratıldığını öğrenir, kendisini yaratıp +büyüten, sayısız nimetlere eriştiren mukaddes kutsal mabudunu tanır. Allah'ın seçkin kulları olan +Peygamberlerin varlığına inanır ve onların güzel huyları ile hayatını aydınlatmaya çalışır. Böylece +insanlığa yaraşır bir yaşayışla yaşar ve ölünce de sonsuz bir mutluluğa kavuşur. + Şunu da arz edelim ki, gerçek bir din, insana güç verir, onu hayata hazırlar, onu en düşünceli ve +en üzüntülü günlerinde teselli eder. Böylece insanın gelecekteki hayatını korumuş olur. + Düşününce şu gerçeği anlarız: İnsan bu dünya hayatında yaratıklardan bir yaratıktır. İnsan bu +alemdeki yaratıkların yanında bir zerre mikdarıdır. Birçok ihtiyaçlar içinde çırpınmaktadır. Mevcut +alemin bir takım kuvvetleri karşısında pek aciz bir durumdadır. Sonra da, daha açılmadan solan +çiçekler gibi bütün varlığını kaybederek ölüp gitmektedir. O halde insanlık bu ölümlü hayattan +ibaret olsa, insanlar kadar durumlarına acınacak bir yaratık olamazdı. + O halde bu maddî ve ölümlü hayat bakımından insanın yaşantısı tam bir huzur ve bahtiyarlık +içinde olamaz. Fakat diğer bir yönden insan çok bahtiyar ve pek mutludur. Çünkü gerçek dine +sarıldıkça, insan kalben huzur içinde olur. Sonsuz bir mutluluğa erişme hazırlığındadır. Bu geçici +hayatın sona ermesi, kendisini hiç bir tasaya düşürmez. Böyle bir insan, ebedî bir varlığın kendisini +rahmeti ile koruyacağından emindir. Hiç bir zaman kaybolmayacak olan bir hayata kavuşmakla +mutlu olacağına inanmıştır. + İşte bütün bunlar, gerçek bir dinin insanlık alemine kazandıracağı yararların bir kısmıdır. + İnsan, ancak böyle bir din sayesinde hayatını kanaat üzere düzenler, büyük yaratıcısına seve +seve ibadette bulunur, hakları gözetir, ebedî olan cennet mükafatına kavuşma isteği ile dindaşlarına +ve bütün insanların hidayete ermelerine hizmet etmek ister. Böylece cemiyetin çok kıymetli bir +organı olur. + Sonuç: İnsanlığa bu yüksek ruhu veren, bu güzel yaşayış şeklini öğreten, gerçek dinden başkası +olamaz. + + +İslam Dininin Genelliği ve Mutlu Sonuçları + 5- İslam dini, hak dinlerin en sonu ve en olgunudur. Bu kutsal din, yalnız bir millete ve +bir zamana özgü değildir. Bütün insanlara kıyamete kadar gerekli olan Allah'ın tabii +dinidir. İnsanların yaratılışlarına ve yaşayışlarına tamamiyle uygundur. Bu yüce din, bir +kurtuluş ve selamete eriş yoludur, bu mutluluk kaynağıdır. Allahû Teala'nın razı olduğu +dindir. Cenab-ı Hak buyurmuştur: + "Allah katında din İslam'dır." (Al-i İmran: 19) + 6- İslamiyetin ortaya çıkışından önce, bütün yeryüzü din bakımından cehalet karanlığı +içinde kalmıştır. Hak dinler, sönmüş, İlahî ilim ve irfan güneşi batmış, ufukları karanlıklar +kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları uğrunda çalışıyor, çırpınıyor ve çarpışıyordu. +Birbirlerini esir ediyorlardı. Arab yarımadasının halkı ise, büsbütün cehalet içinde kalmıştı. +İnsanlar kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Bu davranışları onları +utandırmıyordu. Kız çocuklarını canlı olarak toprağa gömüyorlardı. Bundan da hiç bir +üzüntü duymuyorlardı. Bayağılık içinde başka milletlerin hakimiyeti altında yaşıyorlardı ve +bundan da bir tasaları yoktu. Netice olarak güzel inançtan, iyi ahlakdan, yararlı işlerden +ve yüce duygulardan hiçbir eser kalmamıştı. + Fakat İslam güneşi doğmaya başlayınca, yeryüzünün birçok yerleri hemen +aydınlanmaya başladı. İnsanlık alemi hakdan, adaletten, eşitlikten ve kardeşlikten +haberdar oldu. Putlara tapan, insanların ayaklarına kapanan başlar, yalnız +noksanlıklardan beri olan bir Allah'a secde etmeye başladı. Ruhlar yükseldi, diller Yüce +Allah'ı anmakla bezendi. Gözler, büyük yaratıcımızın güzel eserlerini seyretmekten +meydana gelen uyanıklık nurları içinde kaldı. + Sonuç olarak; İslam dini sayesinde gerçek bir medeniyet, sağduyulu insaniyet, yararlı +bir ilerleme ve çok mutlu bir devrim oldu. İnsanlık alemi bu mukaddes dine sarıldıkça +şüphesiz daima yükselecektir. + + +İman ve İslamın Niteliği + 7- İman, lügat manası bakımından, bir şeye inanmak ve bir şeyi doğrulamak demektir. +"Bu iş böyledir, şöyledir" diye hüküm vermektir. + Din teriminde ise, Yüce Allah'ın dinini kalb ile kabul edip Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve +sellem'in bildirdiği şeyleri kesin olarak kalb ile doğrulamaktır. + İmanın aslı bu olmakla beraber bir engel hal bulunmadığı takdirde kalb ile kabul edilip +inanılan bu hükümleri dil ile söylemek ve şahadette bulunmak lazımdır. Çünkü inanılması +gereken şeyleri kalb ile benimseyip kabul eden kimse, bunları dili ile söylemezse, onun +iman durumu insanlar tarafından bilinmez, onun müslüman olduğuna hükmedilmez. + Kalb ile doğrulamak, dil ile söyleyip ikrar etmekle meydana gelen imanla beraber +namaz kılmak ve oruç tutmak gibi ameller de gereklidir. Çünkü biz, bu görevleri +yapmakla sorumluyuz. Bu görevleri yapmak imana kuvvet verir, imanın kalbdeki nurunu +çoğaltır. İnsanı azabdan kurtarır. Yüce Allah'ın ihsan ve ikramlarına kavuşturur. + 8- "İslam" sözüne gelince; Lügat manası bakımından İslam, teslim olmak, boyun +eğmek ve itaat etmektir. Din teriminde ise, Yüce Allah'a ve O'nun peygamberine itaat +etmek, Peygamber Efendimiz'in din adına bildirmiş olduğu şeyleri kalb ile kabul edip dil +ile söylemek ve onları güzel görmektir. İslam aynı zamanda din manasına gelir. + 9- Gerçek din ile İslam arasında esasta bir fark yoktur. Her gerçek din İslamdır. Her +İslam da gerçek bir dindir; Buna müslümanlık da denir. + Allah Teala'nın dinine sadece "din" denildiği gibi, millet şeriat, İslam ve İslam dini de +denir. Bununla beraber "İslam" sözü, bazen güzel ameller manasında, bazen da İman + manasında kullanılır. Şeriat sözü de, ibadetler ve insanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan +hükümlerin tümünde kullanılır. + + +İman ile İslamın Şartları + 10- İslam dininde Yüce Allah'a, meleklere, Allah'ın kitablarına, peygamberlere, ahiret +gününe, kaza ve kadere iman etmek esastır. Bunları bilip kabullenmek imanın temel +şartıdır. Onun için imanın şartları altıdır, denilir. Bu şartlar müslümanlıkta kesinlikle +mevcut esaslardır. Bunlara, inanılması zorunlu din ilkeleri denir. Bunlara inanmak +mecburiyeti vardır. Bunları doğrulamadıkça iman gerçekleşemez. Bunlardan herhangi +birini inkar etmek -Allah korusun- insanı hemen dinden çıkarır. + Biz bu imanımızı; "Amentü billahi..." sözlerini okumakla daima açıklıyor ve isbat +ediyoruz. Bu sözleri okuyan şöyle demiş oluyor: + "Ben Yüce Allah'a, O'nun meleklerine, O'nun kitablarına, O'nun peygamberlerine, +ahiret gününe, kaderin (iyi ve kötü her şeyin yaratılışı) Allah'dan olduğuna inandım. +Öldükten sonra dirilip mahşerde (hesab yerinde) toplanmak hakdır ve gerçektir. Şahidlik +ederim ki, Allah'dan başka ilah yoktur ve yine şahidlik ederim ki, Hazreti Muhammed +(sallallahu aleyhi ve sellem) O'nun kulu ve peygamberidir." + 11- İslamın şartları ise, beştir. Peygamber Efendimiz'in bir hadislerinin manası şudur: +"İslam dini beş şey üzerine kurulmuştur: Şahadet sözünü getirmek (Eşhedü en lâ İlahe +İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah, demek), namaz kılmak, zekat vermek, +ramazan ayı oruç tutmak ve hac etmek." + İşte bu beş şey İslam'ın şartıdır. Bu şartları gözetip onları yerine getiren insan, İslam +şerefine ermiş, Müslüman rütbesini kazanmış olur. + "Eşhedü en lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abdühu ve +Resûlühu = Allah'dan başka ilah olmadığına şahidlik ederim. Yine Muhammed'in (a.s.) +Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahidlik ederim." sözlerine "Kelime-i Şehadet" denir. "La +İlâhe İllallah, Muhammed'ün Resûlüllah" sözüne de "Kelime-i Tevhid" denir. Biz bu +mübarek kelimeleri daima okuruz. + + +Yüce Allah'a ve O'nun Sıfatlarına İman + 12- Yukarda yazılı olduğu üzere imanın temelini teşkil eden altı şart vardır. Bunlardan +birincisi Yüce Allah'a iman etmektir. Şöyle ki: "Allah Tealâ (Yüce Allah) diye ismini +andığımız şanı büyük olan Yaratıcı vardır. Eşi ve benzeri olmayan o varlık bütün kemal +sıfatları ile vasıflanmıştır. Bütün noksanlıklardan beri (münezzeh) dir. Bütün âlemleri +yoktan var eden O'dur. O'nun kudret ve büyüklüğüne denk hiçbir şey yoktur. Bizleri ve +bizim gördüklerimizle görmediğimiz sayısız âlemleri yaratan, yetiştirip besleyen ancak +O'dur. + Yüce Allah'ın "Rahman, Rahim, Halık, Rezzak, Hakîm, Rabb, Mübdî, Azîz, Gaffar, +Tevvab, Hak" gibi daha birçok mübarek isimleri ve büyük sıfatları vardır. Özellikle Vücud +(Varlık) sıfatı vardır. Bundan başka mübarek sıfatları iki kısma ayrılır. Bir kısmı Selbi +Sıfatlar'dır ki, Kıdem, Beka, Havadise Muhalefet (hiç bir yaratığa benzer olmamak), +Kıyam Bizatihi (varlığı kendiliğinden oluş), Vahdaniyet (ortağı olmamak) sıfatlarından +ibaret olmak üzere beştir. + Diğer kısmı da Sübut Sıfatları dır ki, bunlar Hayat, İlim, İrade, Kudret, Semi, +Basar, Kelâm, Tekvîn sıfatları olmak üzere sekizdir. Bu sıfatların hepsine birden "Kemal +Sıfatları" denir. + İşte biz, böyle kemal sıfatları ile vasıflı bulunan şanı yüce bir Allah'a ve O'nun bu +büyük sıfatlarına iman ederiz. Bu büyük sıfatlarla ilgili biraz bilgi vereceğiz. + 13- Vücud: Allah Tealâ'nın varlığı demektir. Allah Teala'nın varlığı hakdır ve en büyük +varlık O'na mahsustur. O'nun varlığı, yarattığı şeyler bakımından yaratıkların hepsinden +daha açık ve zahirdir. Çünkü Yüce Allah olmasaydı, hiç bir şey olmazdı. Gerek bizim +varlığımız ve gerekse herhangi bir şeyin varlığı Yüce Allah'ın varlığına birer şahiddir. + Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. + Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka +bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa +gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde +yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda +gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur. + İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi +Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe edilemez. + 14- Yüce Allah'ın varlığını isbat için Kelam (Akaid) ilminde felsefe kitablarında pek çok +delil yazılıdır. Bunlardan bir kısmını "Muvazzah İlm-i Kelam Dersleri" adındaki eserimizde +açıklamış bulunuyoruz. Şimdi burada: + "Şübhe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün +değişmesinde akıl sahibleri için (Allah'ın varlığını, kudret ve azametini +gösteren) büyük işaretler vardır." (Ali İmran: 190) ayetini okuyup yüksek anlamını +düşünmek yeterlidir. + Bu ayet-i kerîme güzelce düşünülürse, Yüce Allah'ın varlığına, kuvvet ve kudretinin +büyüklüğüne dair sayısız deliller önümüze çıkar. Bizim bu eserimiz onları açıklamaya +yeterli değildir. Ancak astronomi, kozmoğrafya, biyoloji, kimya, ruhiyat (psikoloji) ve +anatomi gibi ilimlerin verdiği bilgileri göz önüne getirenler, bu ayet-i kerîmenin işaret +ettiği delillere pek güzel akıl erdirebilirler. Her sağduyu sahibi insan düşündükçe, Yüce +Allah'ın varlığını kabule mecbur olur. + İşte yukarda Türkçe anlamını verdiğimiz ayet-i kerîme, bu gerçekleri haber veriyor ve +bizi uyarıyor. Bundan sonra gelen: + "Akıl ve anlayış sahibleri o kimselerdir ki, ayakta iken, otururken, yanları +üzere yatarken (her hallerinde) Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı +üzerinde düşünürler (ve derler): Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. +(Boşuna bir şey yaratmaktan) sen münezzehsin. Bizi ateş azabından koru." +anlamındaki ayet-i kerime, gerçek anlayış ve akıl sahibi kimler olduğunu bize bildiriyor. + Bütün bu ayetler, İslam dininde aklın ve düşüncenin ne kadar büyük önem taşıdığını +da bize göstermiş oluyor. Bir hadisi şerifde de: + "Düşünce gibi bir ibadet yoktur." buyurulmuştur. + Gerçekten İslam dininde aklın ve düşüncenin büyük yeri vardır. İslam dini tamamen +akla ve hikmete uygundur. Muhakeme ve eleştirme, onun hak ölçülerini değiştiremez. +İslamiyet düşünen insanların dinidir. + İşte akıllı insanlar o kimselerdir ki, gökleri, arzı, gece ve gündüzleri, göklerde +parıldayan ve her biri güneşten binlerce defa daha büyük yıldızların ihtişamını düşünürler, +yeryüzündeki sayısız canlı ve cansız yaratıkları göz önüne alırlar. Hoş gündüzlerin, sakin +gecelerin ne kadar sağlam bir düzen ve ölçü içinde yaratılış kanununa uyarak birbirini +kovalayıp durduklarını düşünürler. İbret bakışları ile yapılan böyle düşünceler sonunda, +bu aleme bu düzen ve ölçüyü vermiş olan Yüce Allah'ın kudret ve azametini insanlar +isteyerek ve teslimiyetle kabule mecbur olurlar. + Hatta böyle büyük varlıkları değil, bir zerreden küçük olduğu halde büyük bir duygu ile +hayat ve görevini sürdürmeye çalışan bir mikrobu, yine bir zerreden küçük olduğu halde +başlıbaşına bir kuvvet hazinesi olan bir atomcuğu düşünmek bile, gerçek akıl sahibi bir +insan için Allah'ın yüce kudret ve hikmetini tasdik etmeye yeterlidir. + Büyük bir nizam ve intizam içinde yaratılan bütün bu güzel ve acaib varlıklar rasgele +mi olmuştur? Bunlar bilgi ve hikmetten yoksun olan yahut hayal edilen bir tabiatın eseri +midir? Asla böyle yanlış bir hükme hiçbir akıl sahibi varamaz. + 15- Yine tekrar ederek diyoruz ki, Yüce Allah'ın varlığını ve büyüklüğünü anlamak ve +kabul etmek için, bundan önceki maddede anlamını yazdığımız ayet-i kerîmeyi güzelce +düşünmek yeterlidir. Bunun içindir ki, Peygamber efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur: +"Yazıklar olsun o kimseye ki, bu ayeti okumuş da üzerinde düşünmemiştir." + 16- Kadim: Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan +meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah +ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O'ndan önce yokluk geçmemiştir. O'nun +varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, +milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah'ın ezeliliği yanında bir saniyelik +bir hayata sahib sayılmaz. + Allah Kadîmdir, sonradan var olan şey Allah olamaz. Yüce Allah'dan başka ne varsa +bunların hepsi hâdistir (sonradan olmuşlardır.) Bunlar Allah'ın kudreti ile yaratılmışlardır. +Artık şübhe yoktur ki, yaratılanlar yaratana mahsus Kadîm sıfatını taşıyamazlar. Onun +ezelî varlığı ile beraber hiçbir şey yoktur, alemler sonradan yaratılmıştır. + 17- Beka: Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana "Fânî", sonu olmayana da +"Bâki" denir. + Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. +O'nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, +Allah'ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah'ın kudreti ile yok olurlar, yine var +olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî'dir, değişiklikten ve +yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile +yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O'nun kudretinin birer +eseridir. Onun için Yüce Allah'ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey +yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah'ın varlığı kalıcı ve süreklidir. + 18- Havadise Muhalefet: Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce +Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile +vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, +hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır. + Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, +başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, +her hal ve şekilleri ile asla Allah'a benzemezler. Hiç birinde İlah ve Mabud olma +sıfatlarından en küçük biri bile bulunmaz. Hiç yaratılan, yokluğa mahkum olan aciz şeyler, +yok olmaktan beri bulunan yaratıcı Yüce Allah'a benzeyebilir mi? Hiç sonradan meydana +gelmiş bir nesne Kadîm olan hikmet sahibi Allah'a ortak olabilir mi? Böyle sapık bir +düşünceye kapılanlar, kendi ölümlü varlıklarını İlah olmaya yükselterek Allah'ın yüce +varlığını da, kendi değersiz varlıkları derecesine düşürmeye varacak kadar küstahlıkta +bulunuyorlar. + İnsanların ve diğer yaratıkların birçok ihtiyaçları vardır. Bunlar mekana, zamana, yeyip +içmeye, gezip dolaşmaya, doğmaya, doğurmaya ve benzeri hallere muhtaçtırlar. Allah +ise, bütün bunlardan beridir. O'nun Arş ve Kürsî'si, yedi kat sema denilen daha nice +alemleri vardır. Fakat o, bunlardan hiç birine muhtaç değildir. Bunlar yok iken O, yine +vardı. + Başkasına muhtaç olan ve yaratıkların ölüml�� vasıfları ile vasıflanan bir insan İlah +olamaz. Yüce dinimiz bu gibi yanlış düşüncelerden ve inançlardan kesin surette bizleri +yasaklamıştır. (Allah'ın benzeri hiç bir şey yoktur; O, her söyleneni işitendir, her yapılanı +görendir.) + 19- Kıyam Bizatihi: Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu +sıfat da Yüce Allah'a mahsustur. Öyle ki, Hak Teala'nin ezelî ve ebedî olan varlığı kendi +zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. +Bunun için Allahü Teala'ya Vacibü'l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. +O'nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah'ı var eden bir varlık +olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için "Allah'ı kim yarattı?" diye +sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç +değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey... Bu gerçek +kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. +Allah'dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok +olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar. + Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah'ı var eden bir varlık düşünülemez ve O'ndan başka +bir yaratıcı varlık da olamaz. "Allah'dan başka bir yaratıcı olur mu?" + 20- Vahdaniyet: Birlik, yalnız başına olmak, benzeri olmamak; çoğalmaktan, +parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. +Bu sıfatları taşıyana "Vahid" denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve +cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce +Allah'a mahsustur. Onun için denir ki, Yüce Allah zatında, ulûhiyetinde, mabudiyetinde ve +diğer bütün sıfatlannda birdir. Ortaktan, eşi ve benzeri bulunmaktan beridir. Kendisinde +artmak, eksilmek, cüzlere ayrılmak, başka şeylerle birleşmek gibi haller asla bulunmaz. + Allahü Teala her yönü ile birdir. Nasıl düşünülürse düşünülsün, sağduyulu bir insan, + anlayış ve hikmet sahibi bir kimse Allah'tan başka bir İlah bulunduğuna inanamaz. +Başkasının İlah ve Mabud olma imkanına yer veremez. İki ve daha çok ilahın +bulunamayacağı kesin delillerle sabit bulunmaktadır. Şu gördüğümüz kainatın varlığı, +onun devamı ve intizamı hep Allahü Teala'nın birliğine şahiddir. + Yüce Allah ulûhiyetinde, zatında ve mabudiyyetinde bir olduğu gibi, yaratıcı olmasında +da birdir. Yaratılmaya ve yok edilmeye mahkum olan ve böylece mümkün adını alan her +şeyi yaratan ve yok eden ancak Allah'dır. O'ndan başka yaratıcı yoktur. İşte mümkünatı +yaratıp yaşatmaya ve yok etmeye gücü yetmeyen bir zat ise Allah olamaz. Bunun için +ikinci bir İlah'ın varlığına asla imkan yoktur. Çünkü iki İlah düşünüldüğü takdirde, +bunlardan biri kendi başına mümkünatı yaratmaya kadir ise, diğeri fazladan olmuş olmaz +mı? Fazladan olan yahut aciz bulunan bir zat ise nasıl Allah olabilir? Bu bakımdan akıl +sahibi hiç kimse, Allahü Teala'nın zat ve sıfatlarında eşit ve benzeri bulunmadığından, bir +olduğundan şüphe etmez. Birden çok yaratıcıların ve mabudların varlığına inanan milletler +ise, akla ve hikmete aykırı bir inancın esiri olmuştur. Böylece gerçeği anlama bakımından +büyük bir cehalet içinde kalmışlardır. + 21- Hayat: Dirilik demektir. Allah kendi şanına mahsus bir hayat sıfatı ile +vasıflanmıştır. Allah'ın ilim, irade ve kudret sıfatları ile vasıflanmasının bir gereği olarak +hayat sıfatı da vardır. Hayatı olmayan bir şey, bilmekten, dilemekten ve yapabilmek +gücünden yoksun olur. Bu ise, yaratıcı için büyük bir noksandır. + Bu sıfatlardan mahrum olan bir varlık, kendi kendine hiç bir şey yaratamaz. Hele bilgi, +düşünce, dileme ve güç sahibi olan varlıkları yaratmaya asla kabiliyetli bulunamaz. Çünkü +hiçbir eser, yaratıcısında bulunmayan bu gibi vasıfları taşıyamaz. Onun için doğa adı +verilip gerçekte ilim, irade ve kudretle nitelenmeyen ve varlığı nesnelere bağlı olarak +düşünülüp, onun dışında varlığı bulunmayan şuursuz bir varlık asla bir yaratıcı sıfatını +taşıyamaz. Özellikle böyle bir varlık, akıl, irade ve kudret sahibi milyarlarca yaratığın +mucidi hiçbir şekilde olamaz. + Sonuç şudur ki, kainatın yaratıcısı olan Allah, Hayat sıfatı ile vasıflanmıştır. Hayyü'l- +Kayyûm'dur. (Hem kendisi diri hem de her şeyi dirilten ve ayakta tutandır.) + 22- İlim: Bilmek, idrak etmek sıfatıdır. Allahü Teala ilim sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun +ilmi, yaratıkların ilmi gibi basit ve sınırlı değildir, bütün kainatı çevreler. Allah her şeyi +bilir. Onun bilgisinden hiçbir zerre hariçte kalmaz. Hiçbir varlık da düşünce ve hareketini +Yüce Allah'dan saklayamaz. Zira her şeyi bilmeyen, her hareket ve düşünceden haberi +olmayan bir varlık Allah olamaz, bu kadar güzel ve acaib nesneleri meydana getiremez, +bu kadar yaratığı idare edemez. + Allah'ın böyle her şeyi bildiğini güzelce düşünüp doğrulayan bir insan, elbette daima +uyanık bulunur, her söz ve hareketini bir edeb üzere düzenler. Fena sözler söylemez, +fena işler düşünmez, başkasına sarkıntılık etmez, hiç bir kimsenin görüp bilmeyeceği bir +yerde bile Allah'ın buyruklarına aykırı bir iş yapmaz. Çünkü her yaptığını bilen Yüce +Allah'ın varlığına imanı vardır. + 23- İrade: Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile +vasıflanmıştır. O'nun iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine +göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey +vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak +Allah'ın dilemesiyle var olur ve yine O'nun dilemesiyle yok olur. + Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin +milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış +olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, +meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi +ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir. + İşte bütün bunlar, Allah'ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah +hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi +yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah'ın +şanına uygun olmaz. + "Allah dilediğini hemen yapar." (Hûd: 107) + 24- Kudret: Güç ve kuvvet manasında bir sıfattır. Ezelî ve ebedî kemal üzere bir +kudret Allahü Teala'ya mahsustur. Allahü Teala her mümkün varlık üzerinde dilediğini +yapmaya kadirdir. Onları yaratmaya ve yok etmeye güçlüdür. O'nun kudretine nihayet + yoktur. Bu büyük kainat, O'nun kudretine çok açık ve kuvvetli bir şahiddir. + Yüce Allah dilerse bir anda binlerce alemi yoktan var eder ve dilerse onları bir anda +yok eder. Çünkü dilediğini bir anda yerine getiremeyen, istediğini yapamayan bir varlık +kainatın İlah'ı olamaz. + Yüce Allah'ın bu büyük kudretini iyi düşünen bir mü'min, O'nun büyüklüğü önünde +eğilir, O'nun kudretinden titrer, O'nun kutsal emirlerini yerine getirir ve yasaklarından +sakınır. + "Allah her şeye kadirdir." + 25- Semi': İşitme kuvvetidir. Allah, Semi' (işitme) sıfatı ile vasıflanmıştır. O'nun +işitmesi, yaratıkların işitmesi gibi noksan ve hudutlu değildir. Yüce Allah her şeyi vasıtasız +olarak işitir, ancak vasıtalardan ve vasıtalar vasıtasiyle işiten de O'ndan başkası değildir. +O, gizli ve aşikar söylenenlerin hepsini işitir, hiçbir şey O'nun işitme sıfatının dışında +kalamaz. Kullarının dualarını ve zikirlerini, gizli-aşikar dilek ve yalvarışlarını işitip kabul +eder ve onları mükafatlandırır. Yüce Allah'ın böyle her şeyi işittiğine iman eden uyanık bir +insan, daima güzel konuşur, her zaman Allah'ı anar, O'nu yüceltir. Her sözünü ve işini +Allah'ın rızasına uygun yapar. + 26- Basar: Görme kuvveti demektir. Yüce Allah kendi şanına uygun bir halde Basar +(görme) sıfatı ile vasıflanmıştır. Allah alet ve vasıta olmaksızın her şeyi görür. Fakat alet +ve vasıta ile görenlerin gördüklerini de görür. Her gözden gören O'dur. Bazı şeyleri +görmesi, diğer şeyleri görmesine engel olmaz ve O'nun görmesinden hiç bir şey gizli +kalmaz. En karanlık gecelerde, karıncaların ve daha küçük yaratıkların kımıldamalarını, +hareketlerini görür ve bilir. Şübhe yok ki, görememek ve bilememek büyük bir +noksanlıktır. Böyle noksanlıklara sahib olan kör kuvvetler, İlah ve yaratıcı olamazlar. Yüce +Allah ise böyle bütün noksanlıklardan beridir ve bütün kemal sıfatları ile vasıflanmıştır. + Kalbi iman dolu bir insan, Yüce Allah'ın kendisini görüp gözetmekte olduğunu bilir ve +üzerinde düşünür. Böylece durumunu düzeltir, edebe aykırı hiçbir harekette bulunmaz, +melekler gibi temiz bir hayat içinde yaşamaya çalışır durur. + "Biliniz ki, Allah bütün yaptıklarınızı görür." (Bakara: 233) + 27- Kelam: Bir manayı belirten, bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah Kelam +sıfatı ile de vasıflanmıştır. O'nun kelamı (sözü) harf ve sesden beri ve kadîmdir +(başlangıcı yoktur.) + Yüce Allah, kendi kadîm kelamını, dilediği zaman şanına uygun bir şekilde meleklerine +işittirir, bildirir ve anlatır. + Allahü Teala'nın peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması da bu +kelam sıfatının bir tecellisidir. Semavî kitablar hep bu Kelam sıfatı ile meydana gelmiştir. +"Kelâm-ı Kadîm" dediğimiz Kur'an-ı Kerîm de bu sıfatlarla Peygamberimize inmiş ve +asırlardan beri hidayet rehberliği yapmıştır. + 28- Tekvîn: Var etmek, yaratmak manasınadır. Bu da Allah'ın bir sıfatıdır. Yüce Allah +bu tekvin sıfatı ile dilediği herhangi bir şeyi yoktan var eder veya var iken yok eder. + Yüce Allah'ın bu alemleri yaratıp yok etmesi, kullarını yaratıp yaşatması, onları +beslemesi sonra da öldürüp başka bir aleme onları götürmesi, hep bu tekvîn sıfatının +tecellisi ile olur. + "Allah bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona "ol" der, o da oluverir." (Yasin: 82) + 29- Yüce Allah'ımızın kutsal sıfatlarına ait verdiğimiz bilgiye bir özet yaparak deriz ki: +Yüce Allah'ın varlığı ve birliği büyüklüğü ve kudreti, ezelî ve ebedî oluşu ve diğer yüce +sıfatları apaçıktır. Bunları inkar etmeye, düşünüp de doğrulamamaya imkan yoktur. + Bir düşünelim: Bu kainatta hiç bir şeyin kendiliğinden var ve yok olamayacağını +kendiliğinden kımıldanamayacağını ilim ve fen haber vermiyor mu? Biz ise, milyonlarca +alemin, milyonlarca parlak yıldızların varlığını, bunların hareket ve sükun hallerini görüp +biliyoruz. Artık bunları var eden ezelî ve ebedî eşsiz bir Allah'ın varlığından nasıl şübhe +edilebilir? + Yine biliyoruz ki, bilgisi olmayan, kudret ve iradesi bulunmayan bir şeyin, bir gaye ve +hikmete yönelik birtakım güzel ve üstün eserleri var etmesi mümkün değildir. Oysa ki biz +bu alemde her neye bakacak olsak, onun bir gayeye, bir hikmet ve düzene bağlı +bulunduğunu görürüz. En büyük varlıktan en küçük varlığa varıncaya kadar bakılırsa, +bunların öyle gelişi güzel bir raslantı eseri olmadığı görülüyor, bunların boşuna +yaratılmadığı anlaşılıyor. Bu varlıkların her birinde üstün bir sanat ve letafet eseri, bir + irade ve ihtiyar alameti görülmüş oluyor. + Artık bu kadar yararlı olan bu güzel eserlerin, ilim, kudret ve hikmet sahibi olan ezelî +bir yaratıcıya muhtaç olmadığını kim söyleyebilir? + Şimdi biz, bütün bu dış alemdeki varlıklardan bakışlarımızı çevirip kendi nefsimize ve +duygularımıza bakalım. Vücudumuzun her parçası ve hücresi, vicdanlarımızın bütün +duygu ve kavramları, şanı çok yüce olan büyük bir Allah'ın, yaşatıp rızık veren bir +yaratıcının varlığına daima şahidlik edip durmuyor mu?.. + O halde şübhe yok ki, kendi varlığını ve sorumluluğunu yitirmedikçe, hiç kimse, Allah'a +iman inancından, bir yaratıcının var olduğu düşüncesinden asla yoksun olamaz. + "Gökten ve yerden size rızık veren Allah'dan başka bir yaratıcı var mı?" + + + + +Peygamberlere İman + + 30- Bütün Peygamberlere iman etmek müslümanlıkta esastır. Lügat manası +bakımından peygamber, haber veren kimse demektir. Dini teriminde ise, Allah Tealâ'nın +kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği seçkin insanların her birine "Peygamber" +denir. Bu zatlar Yüce Allah'ın birer elçisi demektir. Bunların Allah'ın Peygamberleri +oldukları, kişiliklerindeki yüksek vasıflardan ve Allah tarafından kendilerine verilen +mucizelerden sabit olmuştur. + 31- Mucize; Başkalarının meydana getiremeyeceği olağanüstü şeylerdir. Bir +peygamberin gerçek peygamber olduğunu doğrulamak için Yüce Allah o işi Peygamberinin +eliyle ortaya çıkarır. + 32- Keramet; Bir kısım olağanüstü işlerdir. Yüce Allah'ın kudretiyle veli kulları +tarafından meydana getirilir. Bu kerametler de, o velinin bağlı bulunduğu Peygamber için +bir mucize sayılır. Çünkü o Peygamber gerçek Peygamber olmasaydı, kendisine bağlı +olanlardan böyle kerametler ortaya çıkamazdı. + 33- Meunet-İstidraç; Peygamberlik davasına kalkışmayan ve Peygamberin sünneti +üzere yürümeyen bazı bayağı kimselerden meydana çıkan ve olağanüstü bir halde +görülen birtakım olaylardır ki, o şahsın büyüklüğünü göstermez ve hiç bir zaman keramet +ve mucize derecesine varamaz. + Fakat yalan yere peygamberlik davasına kalkışan kimselerin elinden ne mucize, ne +keramet ve ne de başka olağanüstü işler çıkar. Böyle yalancı kimselerin mucize veya +harika diye meydana koyacakları şeyler, bir gözbağcılıktır veya bazi ilmî kurallara +dayanan bir san'at eseridir. Bunların asıl maksadları hemen meydana çıkar. Onların +yaptıklarından daha güzelini başkaları da yapabilir. + Yalan yere peygamberlik davasında bulunanların nasıl bir sonuçla karşılaştıkları, +yalanlarının nasıl meydana çıktığı tarihlerde bellidir. + 34- Peygamberlere Nebî de denir. Resûl de denir. Bununla beraber yeni bir kitab ve +şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata Resûl, başka bir Peygamberin şeriatına bağlı +olarak gelen Peygambere de Nebî denmiştir. Buna Resûl veya Mürsel denmez. Nebî +isminin çoğulu Enbiya'dır. Resûl'ün çoğulu Rusül'dür. Mürsel'in çoğulu da Mürselîn'dir. + 35- Yüce Allah'ın ilk Peygamberi Hazret-i Âdem aleyhisselâm'dır. Son ve en büyük +Peygamberi de, bizim sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm'dır. Son +Peygamber olduğu için Peygamber Efendimize Hatemu'l-Enbiya (Peygamberlerin +sonuncusu) denmiştir. Bu iki Peygamber arasında, sayılarını ancak Allah'ın bildiği çok +Peygamber bulunmuştur. Kur'an'da bu Peygamberlerden sadece şu yirmi beş +Peygamberin adı geçer: + Âdem , İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, +Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyase, Zülkifl, Yunus, +Zekerriya, Yahya, İsa, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem). Bunlardan başka +Kur'an-ı Kerimde adları geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn isimli üç zat daha vardır + ki, bunların Peygamber veya velî oldukları ihtilaflıdır. Bunların da pek büyük kimseler +olduğuna şüphe yoktur. Bu saygıdeğer peygamberlere ait bilgi, kitabımızın onuncu +bölümünde verilecektir. + 36- Peygamberler her türlü güzel sıfatlara sahibdirler. Onlardan her birinin varlığı bir +olgunluk ve üstünlük örneğidir. Özellikle onlarda doğruluk, emanet, seziş ve anlayış, +günahlardan korunmuş olma ve şeriatı tebliğ etme vasıfları vardır. Şöyle ki: + 1- Peygamberler sadıktırlar; her hususta doğru sözlüdürler. Kendilerinden asla yalan +çıkmaz. + 2- Peygamberler emindirler. Gerek peygamberlik konusunda, gerek diğer konularda +her türlü güvene sahibdirler. Kendilerinde asla hainlik bulunmaz. + 3- Peygamberler son derece yüksek bir anlayışa, tam akla ve kuvvetli bir görüşe, +üstün bir zekaya sahib bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygu ve kavramlardan +yoksunluk düşünülemez. + 4- Peygamberler masumdurlar. Onlar gizli ve aşikâr her türlü günahlardan, küçük +düşürücü bayağı işlerden tamamen beridirler, iffet ve ismet sahibidirler. + 5- Peygamberler tebliğ sıfatına sahibdirler. Emrolundukları şeriat hükümlerini, olduğu +gibi ümmetlerine bildirirler. Şeriat hükümlerinden herhangi birini saklamış veya unutmuş +olmaları asla düşünülemez. Böyle bir şey peygamberlik şanına yakışmaz. Böyle bir tutum, +peygamber olarak gönderildikleri hikmete ve Allah'ın iradesine uygun düşmez. + Sonuç: Bütün peygamberler şu yazdığımız beş sıfatı tamamen kendilerinde +bulundurmuşlardır. Çünkü bu büyük huylara sahib olmayan kimseler, insanları aydınlatıp +onlara öncü olamazlar. İşte bütün peygamberlerin böyle tanıyıp doğrulamak imanımızın +sıhhatı için şarttır. + 37- Peygamberlerin insanları yola getirmek ve onların kötü hallerini düzeltmek için +Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş oldukları güzelce düşünülünce, onlara iman +etmenin gereği ve önemi kendiliğinden anlaşılmış olur. + Gerçek şu ki, peygamberlere iman etmek, onların yüksek huy ve vasıflarını bilip +doğrulamak, onlara son derece saygılı olmak bizim için kesin bir görevdir. + Peygambelere iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah'a iman etmemiş sayılır. Çünkü Yüce +Allah'a, O'nun razı olacağı bir şekilde iman etmenin yolunu insanlara bildiren ancak +peygamberlerdir. Kendi değersiz akıllarını öncü edinmek isteyenler, gerçeğe ve Allah'ın +rızasına ulaşamazlar, sapıklık içinde kalırlar. Yüce Allah'ın, peygamberlere iman edilmesi +yolundaki emirlerine de aykırı hareket etmiş olurlar. Bu bakımdan hidayetten yoksun +kalırlar. Öyle ki, peygamberlerden yalnız birine iman etmemek, tümünü inkar etmek +gibidir. Böyle bir inanç, insanı imansız yapar. Hele Allah Tealâ'nın en büyük peygamberi +ve peygamberlerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) +yaşadığı tarih gün gibi meydandadır, insanlar alemi tarafından bilinmektedir. Artık bugün +hiç bir millet, din konusundaki bilgisizliğinden ötürü özürlü sayılamaz. Bugün her millete +düşen en önemli görev, bu büyük Peygamberin dinini kabul etmektir. Onun gösterdiği +doğru yola koyulmak ve kurtuluşa ermektir. Bu görev tam manası ile yerine getirilirse, +insanlık alemi o zaman dünya felaketlerinden ve ahiret azabından kurtulur. Gerçek +medeniyete ve ahiretin sonu olmayan mutluluğuna ermiş olur. + + +Peygamberlere Olan İhtiyaç + 38- Bilindiği gibi, Yüce Allah, kendisinin kutsal varlığını ve birliğini bilmeleri, kendisine +ibadet ve itaatta bulunmaları için insanları yaratmıştır. İnsanları diğer birçok yaratıklar +arasında akıl ve düşünce ile seçkin kılmıştır. Onun için bir insan aklını güzel kullandığı +takdirde, kendisini yaratıp da ona düşünüp anlama gücünü veren bir yaratıcının varlığını +sezer. Kendisinin ve çevresindeki varlıkların öyle rasgele kendiliklerinden var +olmadıklarını anlar. Böylece kendisinde İlahî bir düşünce doğar ve büyük bir kudret sahibi +yaratıcının var olduğu inancına ulaşır. + Fakat o Yüce yaratıcıyı hiç kimse şanına uygun bir şekilde bilemez. O'nun +peygamberine uymayan kimse, Allah'ın razı olmadığı ibadetlerin hangileri olduğunu +kestiremez, yaratılış hikmetinin ne olduğunu anlayamaz, insanlar arasındaki ilişki ve +karşılıklı hakların nelerden ibaret bulunduğunu ve görevlerin ne olduğunu gereği üzere + belirleyemez. Nihayet yaratılış gayesinin dışında yürür de bundan haberi olmaz. Cehalet +içinde bulunduğunun farkına varamaz. Böylece ebedî mutluluktan yoksun kaldığını +anlayamaz. + Peygamberlerin varlığından haberi bulunmayan veya peygamberlerin yoluna +inanmayıp gerçekleri bozarak değiştiren nice milletler sapıtmışlar, insanlığa yakışmayan +hallere düşmüşlerdir. Aralarında her türlü vahşet hareketleri türemiş, insanlara, ağaçlara +ve taşlara tapınıp durmuşlardır. + İşte insanları bu gibi çirkin hallerden kurtarmak, onlara din ile dünya görevlerini +öğretmek ve böylece hem dünya, hem de ahiret mutluluğuna ermelerini sağlamak için +Allah'ın elçileri olan peygamberlere ihtiyaç vardır. + Onun için Yüce Allah kendi ihsan ve ikramı ile insanlara peygamberler göndermiştir. +Böylece insanlara karşı "İlahî hüccet" tamam olmuştur. Artık hiç kimse, "Ben görevimi +bilmiyordum; onun için sana ibadet edemedim." diye özür beyan edemeyecektir. Çünkü +Yüce Allah insanlara görev bildiren peygamberleri göndermiştir. Bunlar Allah'ın hüccet ve +delilleridir. + 39- Daha önce söylediğimiz gibi, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu, bizim +peygamberimiz Hazret-i Muhammed'dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hazret-i +Muhammed, yeryüzündeki bütün milletlere gönderilmiş bir peygamberdir. Peygamberliği +kıyamete kadar devam edecektir; en son peygamberdir. Onun yaymış olduğu din, bütün +insanlara aittir. Onun getirdiği İslam dini, bütün insanlığın dinidir, yaratılış gayesine en +uygun olan bir dindir. Her zaman için ihtiyaçlara cevab verecek olan hikmet dolu ebedî bir +dindir. O mübarek peygamberin getirdiği kitab (Kur'an) tümü ile hiç bir değişikliğe +uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş olacaktır. + Sonuç: Beşeriyet öteden beri peygamberlere muhtaç bulunmuştur. Peygamberlere +uymaksızın hak yolu bulacağını ve Hakka ereceğini savunan bir gafile soralım: Eğer +peygamberlerin varlığından habersiz bir bölgede yetişmiş bulunsaydı, kendisinde Allah'ın +varlığı ve O'na karşı görevleriyle ilgili fikirler gerçek şekli ile bulunabilecek miydi? Din ve +dünya işlerine ait görevleri belirleyebilecek miydi? Kendi vicdanında yüksek duygulara +karşı bir çekicilik bulabilecek miydi? + Zavallı İnsan! Kendi ruhunda sönük bir şekilde parıldamaya başlayan bazı yüksek +fikirlerin kendisine nereden geldiğini hiç düşünmemektedir. En kolay işlerde ve tenlerde +bile bir hocaya, ustaya ve yol göstericiye insan muhtaç olur da, en önemli olan din +konusunda gerçekleri öğrenmek için bir öğreticiye, bir yol göstericiye nasıl muhtaç +olmaz? Doğrusu, sağduyulu hiç bir düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkar edemez. + "Hiç bir ümmet yoktur ki, onlar içinden bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş +olmasın." (Fatır: 24) + + +Semavi Kitablara İman + + 40- Yüce Allah, insanlara yine insanlardan Peygamberler göndermiştir. Bu +peygamberlerden bir kısmına da kendi emirlerini ve yasaklarını, kendisine ibadet +şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir. + Bu kitaplardan bir kısmına "Suhuf" denir. Bunlar birkaç sayfalık kitablardır. Kitablardan +dördü de büyük kitaplardır. İnişleri şöyledir: + On sahife Hazret-i Âdem'e, elli sahife Hazret-i Şit'e, otuz sahife Hazret-i İdris'e, on +sahife Hazret-i İbrahim'e verilmiştir diye rivayet edilir. + Büyük kitaplara gelince: Tarih sırasına göre bunlardan birincisi Hazret-i Mûsa'ya +verilen Tevrat'tır. İkincisi Hazret-i Davud'a verilen Zebûr'dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa'ya +verilen İncil'dir. Dördüncüsü de, bizim Peygamberimize (sav.) verilen Kur'an'dır. + Yüce Allah bu kitabları vahy yolu ile göndermiştir. Ya Cibril-i Emin adındaki bir melek +aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir şekille ilham etmiştir. Bu kitablara "İlahi Kitablar" +denildiği gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı "Semavi Kitablar" ve Cibril-i Emin aracılığı +ile indirilmiş olduklarından da "Münzel Kitablar" denir. + 41- Yüce Allah'ın bütün kitablarına iman etmek her mü'min için farzdır. Biz bugün +diğer milletlerin ellerinde bulunup da semavi oldukları söylenen kitablara değil de, + Allah'ın aslen Peygamberlerine göndermiş olduğu kitabların tümüne iman ederiz. Çünkü +Kur'an'dan başka olan kitablar değişikliğe uğramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in hiç bir sözü +zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir; çünkü Allah onu +değişiklikten koruyacağını yine Kur'an'da bildirmiştir. + Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar ve hak yolu göstermişlerdir. +Onun için hepsine iman etmek zorundayız. Bu kitablardan herhangi birini inkar etmek +hepsini inkar demektir. Gerçek mü'min o kimsedir ki, Yüce Allah'ın bütün kitablarına +inanır. Yüce Allah'ın en son kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e sarılır ve onun hükümlerini +gözetmeye çalışır. + 42- Bugün Kur'an-ı Kerim'den başka diğer Semavi kitablar tüm olarak yeryüzünde +mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve birçok milletler tarihe karışmış olduğundan +kitabların bir çoğu tamamen kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere uğrayarak İlahî +vasıflarını kaybetmişlerdir. + Bugün elde bulunan Tevrat, Zebûr ve İncil nüshalarından hiç biri, Yüce Allah'ın +Mûsa'ya, Davut'a ve İsa'ya indirmiş olduğu kitabların aynı değildir. Ancak Kur'an-ı Kerim +asliyyetini olduğu gibi korumaktadır, bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır. + 43- Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamber +Efendimiz (sav) tarafından ezberlenmiş olduğu gibi, ashabın birçokları tarafından da +ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i Peygamberin (sav) ahirete göçmesinden sonra Hazret- +i Ebu Bekir, bütün ashab-ı kiram huzurunda Kur'an'ın birer nüshasını yazdırarak onu +değişiklikten korumuştu. Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında da bu asıl kitabdan +yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmişti. Bunların her +birine "Mushaf-ı Şerif" adı verilmiştir. Daha sonra bütün Mushaflar bu asıllara göre aynen +yazılagelmiştir. + Her asırda yüzbinlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'i baştan sona +ezberleyen binlerce hafız yetişmiştir. Bu özellik diğer semavi kitablar arasında yalnız +Kur'an-ı Kerim'e nasip olmuştur. Bu da bir hikmet gereğidir. Çünkü diğer Semavi Kitablar +belli bir kavme ve belirli bir zamana ait olarak Peygamberlere indirilmişlerdi. Kur'an-ı +Kerim ise, bütün insanlık alemine ve bütün asırlara mahsus olarak Peygamberimize +indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması bir hikmet gereği olmuştur. + 44- Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti bile değişikliğe uğramayarak aslı üzere kalması, öyle bir +gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler (şarkiyat ilimleri ile uğraşanlar) bile insaf +göstererek doğrulamaktadır. Bunun aksini iddia edenler, müslümanlık aleyhine +propaganda yapan siyasi maksadlı ve körü körüne batıla saplanmış kimselerdir. Bugün +Kur'an-ı Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında Türkçe, +Farsça, Hindçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince'ye tercüme +edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerinde de tercümeleri vardır. + Sonuç olarak, bugün Kur'an-ı Kerim'in İlahi ifadeleri bütün beşeriyetin kulaklarına +çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik, bir selamet ve mutluluk üzere toplanmaya +çağırmaktadır. + "Kur'an bütün alemler için bir uyarıcı, bir zikirdir." (Kalem: 52) + + +Semavi Kitablara Olan İhtiyaç + 45- Varlıkları ile insanlık alemine şeref vermiş olan Peygamberler, çok önemli olan +elçilik ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından +talimat verilmiş olması gerekir. İşte bu talimat, Peygamberlere Semavi kitablarla +verilmiştir. + Semavi kitablar, Yüce Allah'ın insanlar üzerinde uygulanacak birer kutsal kanunudur. +Allah, insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar yolu ile bildirmiştir. Peygamberlerin +dünyadaki hayatları geçicidir. Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin +devamı, ancak bu kitablar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitablar olmasaydı, +insanlar yaratılışlarındaki hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacakları ahiret +nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı. Yaşayışlarını düzene sokacak İlahi +prensiplerden mahrum kalırlardı. Özellikle kutsal ayetleri okumak, onlara ibadet etmek, +onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği anlayıp tehlikeli görüşlerden kurtulmak şerefinden + ve mutluluğundan uzak kalmış olurlardı. + İşte Semavi kitablara, taşıdıkları bu yüksek gaye ve hikmetlerden dolayı insanlık +aleminin pek ziyade ihtiyacı olmuştur. Bu ihtiyacı karşılamak için de, bu kutsal kitablar +insanlara ihsan buyurulmuştur. + + + + +Kur'an'ın Nasıl Bir İlâhi Kitab Olduğu + + 46- Kur'an-ı Kerîm, yukarda da söylediğimiz gibi, Yüce Allah'ın yeryüzüne şeref veren +en kutsal kitabıdır. Bu öyle bir kitabdır ki, insanlar ancak onun gösterdiği yolda +yürüdükleri takdirde mutluluğa kavuşurlar ve Allah'ın rızasına ererler. İnsanlar arasında +her türlü iyi duygular ilerleyip yükselmeye başlar, kardeşlik ve beraberlik meydana gelir. + Kur'an-ı Kerîm'in hem manası ve hem de lafızları Allah'dandır. Yüce Allah'ın vahyi +iledir. Vahy Cibril-i Emin aracılığı ile peygamberimize olmuştur. Onun için Yüce Kur'an'ın +manası ile amel edilir. Kur'an müslümanların değişmez kanunudur. Lafızları da bir ibadet +olmak üzere okunur, onunla sevab kazanılır. Bu lafızlar sayesinde Kur'an'ın manası +anlaşılır, ruhlara tesir eder ve onunla Allah'ın rızası kazanılır. + 47- Kur'an-ı Kerîm hiç bir kitaba benzemez. Onun manasını hiç kimse değiştiremez, +lafzının yerine başka bir söz konamaz ve hiç bir tercüme de Kur'an hükmünü alamaz. + Kur'an-ı Kerîm ebedî kalacak bir mucizedir. Bunun edebî inceliklerine, güzel ifadesine +ve taşıdığı manalara bir nihayet yoktur. Bütün insanlar ve cinler bir araya toplansa, en +kısa bir sûresinin bile benzerini yapamazlar. Bu bakımdan da Kur'an-ı Kerîm asırlardan +beri bütün aleme meydan okumaktadır. Edebî sanat ve kabiliyetlerine güvenen nice +kimseler, onun kısa bir sûresinin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Buna güçleri +yetmediğini de kabullenmişlerdir. Bu durum da Kur'an'ın Allah'ın bir mucizesi olduğuna en +sağlam ve değişmez bir delildir. + 48- Kur'an-ı Kerîm'in ruhlar üzerindeki tesirine gelince, buna da bir nihayet yoktur. +Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerini güzelce anlayarak okuyan ve dinleyen temiz kalbli insan, +kendinden geçer. dimağında pek çok yüksek duygular uyanır ve ruhu maneviyat alemine +yükselir. O manevî duygunun tesirinden de gözlerinden yaş dökülmeye başlar. + Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş ışınlarının kurumuş olan +bitkileri canlandırması gibi, Kur'an-ı Kerîm'in ifadeleri de anlayışlı kalbler üzerinde çok +daha büyük tesirler yapar. Gönüllere yeni bir hayat ve ferahlık verir. Böylece insanı hem +dünyasından, hem de ahiretinden haberdar eder, sonsuz bir varlığa ve mutluluğa +kavuşturur. + "Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet indiriyoruz." (İsra: 82) + + + + +Kur'an-ı Kerimin Taşıdığı Gerçekler + + 49- Kur'an'ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı hikmet ve gerçekler +pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere, muamelata, ahlaka, Allah'ın Yüce +kudretini gösteren üstün san'at eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. +Bunları şu şekilde özetleyebiliriz: + 1) Kur'an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü, hikmetlerini +ve kudsiyetini bildirir. Öyle ki, felsefi görüşlere sahib olanların parlak sözleri onun yanında + pek sönük kalır. + 2) Kur'an-ı Kerim, insanları ilim ve irfana, ibretle bakıp düşünmeye çağırır. Gaflet +içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara, Yüce Allah'ın hikmet ve kudretini +gösteren büyük eserlerine bakmalarını öğütler. + 3) Kur'an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir +kısmı ile ilgili bilgi verir. Yüksek görevlerini nasıl başardıkları ve bu görevler uğrunda ne +kadar zorluklara katlandıklarını bildirir. Bütün insanların son Peygambere uymalarını +emreder. + 4) Kur'an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en büyük ibret sahnelerini ve +tarihi olayları bildirir. İnsanları bunlardan ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp +isyan eden günahkar kavimlerin çok korkunç akıbetlerini haber verir. + 5) Kur'an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha sahib olmalarını ve Hak'dan gafil +bulunmamalarını emreder. Nefislerin arzularına uyarak din ve faziletten yoksun +kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan +ve ahiret nimetlerinden mahrum kalmanın büyük bir felaket olacağını bildirir. + 6) Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını ve daima hakkı +savunmalarını öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü +korunma vasıtalarını hazırlamak için çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş +meydanlarına atılmalarını, din ve namuslarını, yurdlarını, maddi ve manevi varlıklarını +hem canları hem de malları ile korumalarını emreder. + 7) Kur'an-ı Kerim, medeni ve sosyal hayatın bir düzen ve huzur içinde yürümesi için +gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların birtakım hak ve görevleri korumalarını ve +gözetmelerini ister. + 8) Kur'an-ı Kerim, hem şahıslara, hem de cemiyetlere, selamet içinde kalmaları için +adaleti, doğruluğu, alçak gönüllü olmayı, sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, +edeb gözetmeyi, eşitliği ve bu gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, +hainlik etmekten, büyüklenmekten, cimrilikten, intikam duygularından, katı yürekli +olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alıkor. Yapılması, yenip +içilmesi helal veya haram olan şeyleri bildirir. + 9) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bu alem için koymuş olduğu tabiî kanunları hiç +kimsenin değişteremeyeceğini anlatır. Herkesin bu kanunlara göre davranışlarını +ayarlamaları gereğine işaret eder. İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka birşey +elde edemeyeceklerini hatırlatır. İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder. + 10) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın: "Yapınız - Yapmayınız" diye emirlerini ve yasaklarını +benimseyip gereğince hareket eden mü'minler için verilecek dünya ve ahiret nimetlerini +ve elde edecekleri başarıları müjdeler. İman etmeyenlere de hazırlanmış bulunan kötü +akıbetleri, Cehennemin azab şekillerini hatırlatır. Kur'an-ı Kerim, bütün bu açıklamaları ile +insanları, yaratılışlarındaki yüksek gayeden haberdar ederek ona iletmek ister. + Sonuç: Kur'an'ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice hikmet ve gerçekleri içinde +toplamıştır. İnsanlık alemi ne kadar yükselirse yükselsin, hiç bir zaman Kur'an'ın yüksek +talimatı dışında kalamaz. Kur'an'ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı davranışlar +ise, aslında yükselme değil, bir alçalmadır. + + + + +Meleklere İman + + 50- Melekler ruh gibi lâtif ve nuranî varlıklar olup asıl vasıfları Allah tarafından bilinen +ve büyük sahib olan Allah'ın kullarıdır. Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. +Bir kısmı da yer ve göklerde pek çok görevlerle meşgul olurlar. + Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğup doğurmaktan beridirler. Değişik +şekillere girmeye kaabiliyetleri vardır. Yüce Allah'ın emirlerine asla isyan etmezler. +Görevlerini emredildikleri şekilde aynen yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde yaşayıp + manevi bir zevk ile vakit geçirirler. + 51- Müminler meleklerin varlığına iman etmekle yükümlüdürler. Onların varlığı aslında +mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları ise, bütün Peygamberler ve onlara verilen +Kitablar tarafından bildirilmiştir. Artık melekleri inkar, bütün peygamberleri ve kitabları +inkat etmek sayılacağından onları inkar asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, öteden beri +meleklerin varlığına bütün milletler iman edegelmiştir. Onun için meleklere iman etmek, +bizim dinimizde de şarttır. + 52- Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve bütün semavî kitablar haber +vermişlerdir. Bu alemde bizim bildiğimiz ve nice bilmediğimiz gizli-aşikar yaratıklar vardır. +Bugün varlıkları keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler mevcuttur. Hatta +akıl ve şuura sahip olup gözle görülmeyen "Cin" adlı yaratıklar vardır. Onların varlığını +peygamberler ve kitablar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi bir kısmı mü'min, bir kısmı +kafirdir. + Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahib varlıkların yalnız insanlardan olduğunu +söylemek, koca kainatın yaratıcısı olan Yüce Allah'ın kudret ve büyüklüğünü +düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden ve duygularımızla +anlaşılmadığından dolayı o inkar edilemez. Nitekim kendi ruhumuzu ve vicdanımızı +görmediğimiz halde bunları inkar edemiyoruz. + Bu kainatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça yerinde sayılan yeryüzünde cins ve +şekilleri anlatılamayacak kadar canlı varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz ve +bilmediğimiz alemlerde bizim yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve şuurlu yaratıkların +bulunmadığı nasıl söylenebilir? + + + + +Meleklerin Varlığındaki Hikmet + + 53- Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamıyla ancak Yüce Allah bilir. Biz şunu +söyleyebiliriz: Yüce Allah, kudret ve hikmetine son olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız +alemler yaratmıştır. Yüce Allah kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, +insanları ve cinleri yarattığı gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da alemde birtakım +görevlerle görevlendirmiştir. Böylece kainatın düzenini sağlamıştır. Bu sayede Yüce +Allah'ın her varlık üzerinde büyük kudreti görülüyor, her şey O'nun varlığına şahid +bulunuyor, insan kendi varlığının daima üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında +bulunduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşıyor. + 54- Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil adında dört melek vardır. Bunlar meleklerin en +büyükleridir. Bunların yanında birçok melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) +aleyhisselam, Yüce Allah'ın kitablarını peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir. +Mikâil aleyhisselam, yeryüzündeki rüzgar, yağmur, ekin ve benzeri olayların meydana +gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselam, insanların ölme (ecel) vakitleri +gelince ruhlarını almak için görevlidir. İsrafil aleyhisselam da, kıyamet gününün +kopmasına ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. +Kimbilir bunların daha nice görevleri vardır!... + Ayrıca Hafeze ve Kiramen Katibin denilen melekler vardır. Bunlardan her insanın +yanında iki melek bulunur. Biri insanın güzel işlerini, diğeri de yaptığı kötü işleri yazar. Bu +şekilde insanın amel defterini meydana getirirler. + İşte her şeyi muhakkak bir hikmete bağlı olarak yaratmış olan Yüce Allah, melekleri +de, bu gibi görevleri yapmak ve kendi adaletini tanıtmak, kudret ve hakimiyetini +göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır. + "Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır." (Hicr: 86) + Ahirete İman + + 55- Ahiret, bu dünyadan sonraki nihayetsiz (sonsuz) alemdir. Yüce Allah, içinde +yaşadığımız bu dünyayı ve üzerinde olan bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. +Bir gün gelecek, bu dünyadan ve üzerinde bulunanlardan hiç bir eser kalmayacaktır. +Allah'ın takdir ettiği gün gelince, insanlarla beraber bütün canlı ve cansız varlıklar yok +olacaktır. Bütün dağlar-taşlar, yerler-gökler parçalanacaklardır. Böylece bu alem +bambaşka bir alem olacaktır. Bu, kıyamettir. Bundan sonra yine Yüce Allah'ın takdir ettiği +zaman gelince, bütün insanlar yeniden dirileceklerdir. İnsanların hepsi "Mahşer" denilen +çok geniş ve düz bir sahada toplanmış olacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna +"Umumi Haşr" denilir. Bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez ve tükenmez, +sonu gelmez bir halde devam edecek olan aleme, ahiret alemi denir. Buna inanmak da, +müslümanlıkta bir esastır. + 56- Kıyametin kopması ve ahiretin meydana gelmesi, Kur'an'ın ayetleriyle, +Peygamberin hadisleriyle ve ümmetin birliği ile sabittir. Diğer bütün peygamberler de +kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmişlerdir. Onun için ahirete iman etmek büyük bir +görevdir ve her din için önemli bir inançtır. + Kudretine nihayet bulunmayan Yüce Allah için, gelecekte ahiret hayatını meydana +getirmek pek kolay şeydir. Alemleri yoktan var eden, hele insanları birçok güç ve +meziyetlerle yaratıp kendilerine hayat veren büyük Yaratıcımız için, bütün bu alemleri yok +ettikten sonra tekrar yaratmak zor birşey midir? Bir şeyi önce var eden, sonra tekrar onu +var edemez mi? Bunları tekrar var edemeyen yaratıcı olur mu? Hayır, Yüce Allah öyle bir +büyük yaratıcıdır ki, nice alemleri de yaratmaya kadirdir. Bir kere astronomi ilmine +bakalım: Ucu bucağı olmayan bir boşlukta dolaşıp duran ve zaman zaman parlayıp sönen +yüz binlerce nur ve ışık alemini bu ihtişamları ile yaratmış olan Allah, ahiret alemini de +yaratmaya kadirdir. + 57- Allah'a hamdolsun ki, biz müslümanlar, ahiret gününe, ahiretin sonsuz hayatına, +Cennet ve Cehennem'in daha önceden yaratılmış olduğuna inanıyoruz. İşte bu iman bizi +kurtuluşa götürür, ruhumuzu yükseltir ve bizi mutluluğa kavuşturur. Bu imandan yoksun +olmak, insanı şaşırtıp sapıklığa düşürür, hertürlü fenalığa sürükler ve hem dünyada ve +hem de ahirette yüzü kara eder. + + + + +Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri + + 58- Ahiret alemi başlamadan önce, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün insanların +ve bütün alemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını "Sûr'a birinci +üfürüş" olayı meydana getirecektir. + Şöyleki: Melek İsrafil (a.s) "Sûr"denilen ve niteliği ve Yüce Allah tarafından bilinen bir +ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, +herşey altüst olacaktır. + 59- Bildiğimiz yer sarsıntıları, su basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların +düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi bir takım olaylar yüzünden yeryüzünde ne korkunç ve +ne büyük felaketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah'ın büyük +kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, +bizce bilinmeyen çok korkunç bir ses ve gürültü ile (Sûr'a üfürülmenin dehşeti) ile +olacaktır. Kimbilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler +buna eşlik edecektir. Bütün âlemlerdeki düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah'ın eseridir. O'nun + kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde +kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arasındaki bağlantılardan hiç bir +eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkan kalmaz. + İşte bu umumi (genel) kıyamettir. Bunun kopacağı zamanı ancak Yüce Allah bilir. + 60- Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alametleri) denen +bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber +efendimiz bildirmiştir. Başlıcaları şunlardır; + 1) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, +zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması... Bunlara küçük +alâmetler denir. + 2) Müminleri nezleye tutulmuş ve kafirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın +çıkması. + 3) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup +gitmesi... + 4) Ye'cüc ve Me'cüc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa +çalışması... + 5) Hazret-i İsa'nın gökten inerek bir müddet Peygamberimizin şeriatı ile amel etmesi... + 6) "Dabbetü-l Arz" adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler +söylemesi... + 7) Yemen tarafından korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması... + 8) Doğu ile batıda ve Arab yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması... + 9) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması... + Bu alametlere de, Büyük Alametler denir. + Bütün bu olaylar Yüce Allah'ın kudretine göre, hiç bir zaman imkansız sayılamaz. +İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin +nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen +hangi insan imkansızı görebilir? + Bundan önce varlıklarına imkan verilmeyen nice büyük icatlar zaman zaman ortaya +çıkmıyor mu? İnsanların zeka ve çalışmaları sayesinde böyle bir takım büyük ve güzel +şeyler meydana geldiği halde, yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana +gelebileceğini düşünelim. + "Bütün bunları yaratmak Allah'a güç değildir." (İbrahim:20) + + + + +Ahirete Ait Olaylar + + 61- Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah'ın emriyle sura ikinci üfürüş olacaktır. +Bunun üzerine bütün insanlar dirilerek yerlerinden kalkacaklar ve mahşer (toplantı) +meydanında bir araya gelmiş olacaklardır. + Bir insanın bedeni yüz binlerce parçaya ayrılsa, her tarafa savrulup saçılsa ve çürüyüp +kaybolsa, yine bunlar Yüce Allah'ın ilminden ve kudretinden dışta kalmazlar. Yüce Allah +dilediği zaman bunları kudreti ile bir araya toplayıp diriltir, dilediği sonuca kavuşturur. +İnsanların böyle yeniden hayat bulmalarına Haşr-i Ecsad (Bedenlerin toplanması) denilir. +Bu olay, ruhların bedenlerine yeniden girmesiyle meydana gelecektir. + 62- Bilindiği gibi, ruhlar Allah'ın birer emridir. Onların gerçek halleri insanlar tarafından +bilinmez. İnsanlar ölünce, onların ruhları geçici bir zaman için başka bir aleme gider. +Orada dünyada yapmış olduğu işlere göre ya rahat yaşar yahut azab görür. O aleme +Berzah Âlemi denir. Bu, dünya ile ahiretten başka olan bir alemdir. Hayatla ölüm arasında +uyku hali ne ise, ölümle ahiret hayatı arasında olan Berzah alemi de onun benzeridir. +Bunun gerçek halini ancak Yüce Allah bilir. + İşte ruhlar, ebedî bir şekilde ölümden ve yok olmaktan kurtulmuş oldukları için, ahiret +hayatı başlayınca her ruh, Allah'ın kudreti ile meydana gelecek olan kendi bedenine + döner. Onunla birleşerek beraberce Mahşer'e gider. Bu esas bakımından cisimle ruhun bir +araya gelmesinden başka bir şey değildir. + 62- Mahşer'de her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir. Dünyada yaptığı +işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki amelleri tartıya konacaktır. +Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer büyük kimselerin şefaatına kavuşucaktır. +Her insan "Sırat" denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. İnsanların bir kısmı Sırat'ı +geçerek Cennet'e girecek, bir kısmı da bundan geçemeyip Cehennem'e düşecektir. Şöyle +ki: + 1) Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün yaratıkların Allah tarafından +hesaba çekilmesidir. Mahşer'de büyük bir adalet mahkemesi kurulacak ve herkesden +dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre hakkında karar verilecektir. + Daha önce de insan öldüğü zaman kabrinde "Münker ve Nekir" denilen iki melek +tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? +Dinin nedir? Kıblen neresidir? Buna Kabir sorgusu denir. + 2) Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada iyi ve kötü her işlediği şeyin +yazılı olduğu defterdir. Melekler tarafından yazılmış olan bu defter, ahirette sahibine +verilecek ve ona: "Al, kitabını oku!" denilecek ve böylece hiç bir şey gizli kalmayacaktır. + 3) Mizan, Mahşer'de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri tartmaya mahsus bir +adalet ölçüsüdür ki, bununla amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur. + 4) Sırat, Cehennem'in üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor olan bir +köprüdür. Bunun üzerinden Allah'ın iyi kulları çok kolaylıkla geçer. Öyle ki, bir kısmı +şimşek çakar gibi aniden geçer ve Cennet'e girer. Kafirler ile müminlerden bağışlanmamış +kimseler geçemeyip Cehennem'e dü��eceklerdir. Kafirler ebedî olarak orada kalacaklar, +müminler ise cezalarını doldurduktan sonra Cennet'e gireceklerdir. + 5) Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddî ve manevî nimetleri içinde toplayan, hiç +bir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan sekiz bölümlü bir mükafat alemidir. +Bulunduğu yeri ancak Allah bilir. + 6) Cehennem, bütün kafirlerle bazı günahkar müminler için yaratılmış olan yedi aşağı +tabakaya bölünmüş bir azab kaynağıdır. Burada kafirler ebedî olarak kalacaklar ve azab +çekeceklerdir. Günahkar müminler ise, bir müddet azab çektikten sonra bağışlanarak +Cennet'e konulacaklardır. Cehennem'in bulunduğu yeri de ancak Yüce Allah bilir. + 7) Kevser Havuzu, Mahşer günü Yüce Allah tarafından peygamberimize ikram +buyurulacak olan gayet büyük bir havuzdur. Bunun çok tatlı ve berrak suyundan +müminler içecekler. Mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir. + 8) Şefaat, ahiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları ve bazı itaatli müminlerin +de yüksek derecelere ermeleri için peygamberimizin ve diğer bazı büyük zatların Yüce +Allah'dan dilek ve yalvarışta bulunmalarıdır. + Ahirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an önce yapılması için en büyük +şefaatta bulunacak kimse, Hazreti Peygamber Efendimizdir. Onun bu şefaatına Şefaat-ı +Uzma (En büyük Şefaat) denir. Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek +makama da Makam-ı Mahmud (Övülen Makam) denir. + Bütün bu saydığımız şeylerin aslını ve özünü ayrıntıları ile bilmek ancak Yüce Allah'a +mahsusdur. Ahiretle ilgili bütün bu olayların var olduğunu kabullenmek, Yüce Allah'ın +kudret ve azametini düşünüp sezebilenler için asla uzak ve imkansız görülemez. Yüce +Allah'a hamd olsun ki, biz bunların hepsine inanmış ve iman etmiş bulunuyoruz. + "Allah her şeye gücü yetendir." (Kehf: 45) + + + + +Ahiretin Varlığındaki Hikmet + + 64- Bilindiği gibi, Yüce Allah'ın varlığı ezelîdir, ebedîdir. O'nun kudreti de sonsuzdur. +Her işinde de nice hikmetler vardır. O'nun yaratıcılık sıfatı her zaman varlığını + gösterecektir. O'nun yarattığı ve yaratacağı varlıkların bir kısmı devam edecektir. Kimbilir +içinde yaşadığımız bu alemi ne kadar asırlar önce yaratmıştır! Sonra da bu alemde +birtakım ibadet ve görevlerle yükümlü olmak üzere insanları seçkin bir sınıf olarak +meydana getirmiştir. + Bütün bu insanlar ve diğer nice yaratılmış varlıklar boşuna mı yaratılmıştır? Geçici bir +zaman için yaşayıp da sonra tamamen yok olsunlar diye mi, bu kadar mükemmel suretle +meydana getirilmişlerdir? + Hayır, böyle bir iddiaya insanın vicdanı isyan eder. Her zerrede görülen hikmet buna +karşı çıkar. + 65- Şübhe yok ki, insanlar bu dünyaya bir imtihan için getirilmiştir. Bu alemde yapmış +olduktan iyi ve kötü amellerinin sonuçlarına ve karşılıklarına başka bir alemde ebedî +olarak kavuşmak için yaratılmışlardır. Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını yeter +derecede görmemektedir. Nice saygı değer iyi insanlar sefil bir halde yaşarlar. Nice sapık +ve azgın kimseler de, rahatlık içinde yaşayarak kötü yürüyüşlerinin cezasını dünyada +görmezler. + Bu bakımdan Yüce Allah'ın adaletinin tam manasıyla gerçekleşeceği bir alem lazımdır +ki, herkes yaptığı işlerin karşılığını orada bulsun. Böylece Yüce Allah'ın yaratıcılık sıfatı +kendisini daima göstersin. + 66- Şunu da düşünmelidir: Bu dünyada insanlar ve diğer sorumlu yaratıklar iki kısma +ayrılmıştır: Bir kısmı üzerine düşen görevleri yerine getirmekte ve Allah'ın varlığına +değişmez bir inançla sarılmış bulunmaktadır. Bu değişmez ve devamlı inanç sahiblerinin +mükafatları da ahiret hayatında ebedî olacaktır. + Diğer bir kısmı ise, görevlerini kötüye kullandıklarından Yaratıcısını unutmuşlar ve +nefislerine uyarak gittikleri sapık yolun doğruluğuna devamlı bir inançla bağlanmışlardır. +Milyarlarca sene yaşayacak olsalar dahi, kendi inanç ve inkarlarını terketmemek +kararında bulunurlar. Onun için bunların cezası da, kendi inançları gibi ebedî olacaktır. +Ahirette sonu gelmeyen bir azaba düşeceklerdir. + Şunu da ilave edelim ki, Yüce Allah katında güzel iman o kadar makbul ve büyük bir +şeydir ki, onun karşılığı, Allah'ın bir ihsanı olarak sonsuz bir mükafattır. Allah'ı inkar edip +batıla tapınmak da, o kadar büyük bir cinayettir ki bunun karşılığı da, sonsuz bir azabdan +başka bir şey değildir. + "İyi insanlar Naîm'de (Nimet Veren'de), günahkar kimseler de +Cehennemdedirler." (İnfitar: 13-14) + + + + +Kaza ve Kadere İman + + 67- Bilindiği gibi, Yüce Allah'dan başka yaratıcı yoktur. Bu kainatta meydana gelen her +şey, muhakkak Yüce Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olur. Onun i��in herhangi +bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Cenab-ı Hakk'ın ezelde dilemiş olmasına +"Kader" denir. Yüce Allah'ın böyle dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı gelince +meydana getirmesine de "Kaza" denir. + Örnek: Herhangi bir insanın falan günde meydana gelmesini Yüce Allah'ın ezelde +dilemiş olması bir kaderdir. O insanın takdir edilmiş günde yaratılması da bir kazadır. +Bununla beraber kaza sözü, takdir ve hüküm manasına da gelir. + 68- Kaza ve kadere iman da, müslümanlarca bir esastır. Bunlara inanmak, Yüce +Allah'a iman esaslarından sayılır. Allah'ın varlığını ve birliğini bilen, O'nun kainata tek +hakim olduğuna inanan bir insan için kazaya ve kadere iman etmemek mümkün olmaz. +Hangi mümkün şey vardır ki, Yüce Allah takdir ettiği takdirde meydana gelmesin? Hangi +şey de vardır ki, Yüce Allah dilemediği halde o meydana gelebilsin? + Onun için biz Allah'ın kaza ve kaderine inanırız, kaza ve kadere razı oluruz. Bu bizim +bir iman borcumuzdur. Fakat kendi irademizin ve kendi kazancımızın neticesi olmak + üzere, Yüce Allah'ın yarattığı bazı işler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına aykırı olması +bakımından, bizim bunlara razı olmamamız gereklidir. Bunlara rıza göstermek caiz olmaz +ve bunlara Makzî (Kulun dilemesi üzerine Allah tarafından gerçekleşmesine hüküm +verilmiş işler) denir. + Örnek: Bir insan bir günah işlemek ister, irade ve gücünü o günah tarafına yöneltir. +Yüce Allah da dilerse, bu günahı o insanın arzusuna göre yaratır. İşte bu günah, Yüce +Allah'ın rızasına aykırı olduğu için, ona razı olamayız. Bunun içindir ki, kazaya rıza +göstermek, Makzî'ye rızayı gerektirmez. + 69- Kaza ve kadere imanın faydasına gelince: Şübhe yok ki, insan bu iman sayesinde +Allah'ın yaratıcılığını kudret ve hakimiyetini tanımış olur. Böylece ruhu güç kazanmış olur, +ahlak duyguları yükselir, hayata büyük bir güçle atılır ve başarıdan başarıya ulaşır. Çünkü +Yüce Allah'ın kaza ve kaderine razı olan bir kimse, hiç bir şeyden yılmaz, sebeblere +sarılmayı da, kaza ve kaderin gereği bilir. Bir işte başarısızlığa uğrayacak olsa, "bunda +kim bilir, Allah'ın ne gibi gizli hikmetleri vardır" diye düşünür. Allah'ın kazasına razı olur +ve ümitsizliğe düşmez, azminde gevşeklik olmaz, heyecana kapılmaz, huzur içinde üzüntü +çekmeyen bir kalb ile hayat alanındaki çalışmasını sürdürür. + "Kim Allah'a güvenirse Allah ona yeter" (Talak: 3) + + + + +Kaza ve Kadere İman Sorumluluğa Engel Değildir + + 70- Kaza ve kader, insanların iradelerine, kudretlerine ve çalışıp kazandıkları şeylerden +sorumlu olmalarına engel ve aykırı değildir. + Şöyle ki: Yüce Allah insanlara bir güç ve irade (ihtiyar) vermiştir. Bir insan kendi +gücünü ve iradesini bir işe harcarsa, buna Kesb (Kazanç) denir. Yüce Allah da dilerse, o +işi insanın isteğine göre yaratır. Bu da bir kaza, bir yaratıştır. Onun için insanın bu +kazancı, kendi cüz'i irade ve isteği ile olduğundan, o işin değerine göre sorumlu olması +gerekir. Yoksa: "Ne yapayım, kader böyle imiş!" diyerek kendisini sorumluluktan +kurtaramaz. + Bununla beraber bir insan bir işi yapacağı zaman, kaderin ne olduğunu bilemez, kendi +düşünce ve arzusuna göre hareket eder. İşin nasıl sonuçlanacağını önceden bilmediği bir +kadere işini dayayarak kendisini işin sorumluluğundan beri görmeye hakkı yoktur. + 71- Bir insanın kendisini her türlü kudretten ve iradeden yoksun görmesi bir Cebr +(Zorakilik) inancıdır ki, bu doğru değildir. Bizim işlerimizden bir kısmı, arzu ve irademize +bağlıdır. Mesela: Ellerimiz bazan bir hastalık sebebiyle titrer, bazan da bunları kendimiz +titretiriz. Şimdi bu iki titreme arasında fark yok mudur? Elbette vardır; birinci titreyiş +cebrîdir (ihtiyarımızla değildir). İkinci titreyiş ise ihtiyarımızla, kendi istek ve +irademizledir. + Cebri savunanlar, çok kere bu iddialarını kendileri bozarlar. Mesela; Onlardan birine bir +kimse bir tokat vursa, hemen kızarlar ve karşılık vermeye kalkışırlar. Oysa kendi +iddialarına göre, o kimseyi suçlu görmemek gerekirdi. Çünkü onun bir tokat vurması, +onların inançlarına göre bir kader gereğidir. Tokat vuran bu işi yapmaya mecburdu. Onun +için sorumlu olmaktan beridir. + Bir de cebir iddiasına kalkışanların, kendi inanışlarına göre, yaptıkları iyi işlerden dolayı +Yüce Allah'dan bir mükafat beklememeleri gerekir. Çünkü o işler de bir kader neticesidir, +onlara göre kulun bu işlerde bir tesiri yoktur, yaratan Allah'dır. Kötü işlerinin +sorumluluğunu kabul etmedikleri halde, iyi işlerinden nasıl mükafat bekleyebilirler? + Aksine olarak insanın her işi yapmakta tamamen kudret ve iradeye sahip olduğuna, +her şeyi başardığına inanmak da "Kaderiye" mezhebine sapmaktır. Bu da doğru değildir. +Bu durumda insan kendisini bir nevi yaratıcı sanmış ve Allah'a has olan bir sıfatı takınma +cesaretini göstermiş olur. + Sonuç: İnsan kasibdir (iradesi ile işi kazanır). Yüce Allah da işi yaratır. Bu dünya bir + imtihan alemidir. Yüce Allah hikmeti gereği olarak insanlara güç ve kudret vermiştir. Bu +sebeble de kulu sorumlu ve yükümlü tutmuştur. İnsan yaratıcısının bu ihsanını hayırlı +işlere harcarsa hayır (mükafat) görür. Kötülüğe harcarsa azaba düşer. + Bunun için insanların görevleri kendi hayatlarını kurtarıp parlak bir hayata kavuşmak +için hem dünyaya, hem de ahirite ait işlerini güzelce yapmaya çalışmaktır. Yoksa: "Kaza +ve Kader ne ise, o meydana gelir" deyip bu çalışmayı terk etmek asla caiz olamaz. İslam +dini tembelliğe ve gevşekliğe cevaz vermez. + "İnsana ancak çalıştığı vardır." (Necm: 39) + + + + +İman'da Ehl-i Sünnet İmamları + + 72- Kendilerine Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamberin ve onun eshabının yolunda bulunanlar) ve +Fırka-i Naciye (selamete kavuşanlar) adı verilen müslümanlann inançları, şu yukardan beri +yazdığımız gibidir. + Bilindiği üzere, peygamber efendimiz ile görüşüp ona iman edenlere "Ashab-ı Kiram ve Ashab-ı +Güzin" denir. Ashabı görüp de onlardan feyiz alan müslümanlara "Tabiîn" adı verilmiş-tir. + Ashab-ı güzin ile Tabiîne "Selef-i Salihin" denir. Bunlar ehl-i sünnetin öncüleridir. Bunlar +peygamberimizin yolunu gereği üzere izlemişler ve İslamiyeti her tarafa yaymışlardır. İslam birliğini +ve topluluğunu kuvvetlendirmişlerdir. Din adına uydurmalardan uzak kalmışlardır. + 73- Ehl-i Sünnet'in İtikat (inanç ve iman) ile ilgili konularda yetkili büyük alimleri ve imamları +vardır. Bunlardan her biri, Selef-i Salihin dediğimiz Ashab ve Tabiîn'in yolunda yürümüşlerdir. İslam +aleminde yüz gösteren değişik görüşlere, felsefî nazariyelere karşı gerçeği savunmaya +çalışmışlardır. İslam inancının ne kadar saf ve ne kadar doğru olduğunu genişlemesine incelemiş ve +çeşitli delillerle isbatlamışlardır. + İşte bu büyük mücahid alimlerden biri İmam Matüridî, diğeri de İmam Eş'ari'dir. + 74- İmam Ebû Mansur Muhammed Matüridî, hicretin (280) yılında doğmuş ve (333) yılında +Semerkand'da vefat etmiştir. Memleketi olan Matürid Buhara ilçelerinden biridir. Kendisi Hanefî +mezhebinde idi. Çok kıymetli tefsiri ve başka eserleri vardır. Bizim itikatta (inançta) imamımızdır. +Hanefî mezhebinde bulunan müslümanlann büyük çoğunluğu inanç ve itikatta bu Ebü Mansur +Matüridî'ye bağlıdır. + 75- İmam Ebu'l-Hasan Aliyyü'l-Eş'arî, hicretin (260) yılında Basra'da doğmuş, (324) yılında +Bağdad'da vefat etmiştir. Büyük dedesi Ashab-ı Güzin'den Ebû Musa El-Eş'arî'dir. + Ebu'l-Hasan El-Eş'arî Şafiî mezhebine bağlı idi. Ehl-i Sünnet itikatına pek çok hizmet etmiştir. +Çok değerli eserleri vardır. Malikîlerle Şafiîlerin hemen hepsi, Hanefîlerin bir kısmı ile Hanbelî +mezhebinde olan Müslümanların bazı ileri gelenleri itikat konularında Ebu'l-Hasan El-Eş'arî'ye +uyarlar. + 76- İmam Matüridî ile İmam Eş'arî arasında esas bakımından ayrılık yoktur. Her ikisi de Ashab +ve Tabiîn'in yolunda gitmişlerdir. İkisi de hak üzeredir. Ancak ikinci derecede bulunan bazı +konularda ayrı görüşleri vardır. Fakat bunların başlıcaları da, görünüşteki ifade değişikliğinden +başka birşey değildir. + Bugün müslümanların büyük çoğunluğu itikat bakımından ya İmam Matüridî'ye veya İmam +Eş'arî'ye bağlı bulunmaktadır. + Yüce Allah hepsinden razı olsun, amîn... + "Akıbet takva sahipleri içindir." (Kasas: 83) + 2. Bölüm: Taharet +Başlangıç: Müctehidlerimiz +Dünyanın her tarafına yayılmış olan milyonlarca müslüman, İslam tarihinin ilk +asırlarından zamanımıza kadar ibadet ve hukuk meseleleri hususunda dört +büyük müctehidden birine bağlana gelmişlerdir. Bu dört müctehid şu zatlardır: + 1- İmam-ı Azam Ebu Hanife: Adı Numan'dır. Babasının adı da Sabit'dir. Hicretin +80. yılında Kûfe'de doğmuş ve 150 tarihinde Bağdad'da vefat etmiştir. Allah'ın +rahmeti üzerine olsun... + Sabit, İmam Hazret-i Ali'nin hizmetinde bulunmuş ve kendi nesli için onun +duasını almıştır. + İmam-ı Azam'ın annesi, babası Sabit öldükten sonra, İmam Caferi Sadık ile +evlenmişti. İmam-ı Azam bu muhterem zatın yanında yetişmişti. Ashab-ı +Kiram'dan birkaç zatı görmüş olmak şerefini kazanmıştır. + İmam-ı Azam'a uyanlardan her birine Hanefî veya Hanefiyyü'l Mezheb denir. +Biz Türkler ve diğer ırklara bağlı olan birçok müslümanlar bu büyük müctehidin +mezhebine uymuş bulunmaktayız. Onun için amel bakımından imamımız, İmam- +ı Azam'dır. + İmam Ebu Hanife Hazretleri bütün Ehl-i Sünnet tarafından saygı duyulan dört +büyük müctehidin birincisidir. İmam-ı Azam denilince yalnız bu hatıra gelir. +İlmi, zekası, zühd ve takvası çok yüksekti. İçtihadındaki yükseklik, +mezhebindeki kolaylık ve mükemmellik bütün müslümanlar tarafından +benimsenmiştir. + İmam-ı Azam'ın yetiştirdiği alimler arasında güçlü müctehidler vardır; fakat +hepsi de esas bakımından hocalarına uymuş, hepsi de Hanefî mezhebinin fıkıh +alimlerinden sayılmışlardır. Bunların en ünlüleri İmam Ebû Yusuf, İmam +Muhammed ve İmam Züfer'dir. + İmam Ebû Yusuf'un adı Yakub İbni İbrahim El-Ensarî'dir. Dedesi Sa'd ashab-ı +Kiram'dandır. Hicretin 113 yılında Kûfe'de doğmuştur. 182 veya 192 tarihinde +Bağdad'da vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti üzerine olsun... Harunürreşid'in +Kadılar Kadısı (Kadı'l-Kudat'ı) olarak görev yapmıştı. + İmam Muhammed, Hasan Şeybanî'nin oğludur. Babası Şamlıdır. Hicretin 135. +yılında Vasıt'da doğmuş olup Kûfe'de yetişmiştir. 189 tarihinde Rey şehrinde +vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti üzerine olsun... Din ilimleri üzerinde doksan +dokuz kitab yazdığı rivayet ediliyor. El-Mebsut, El-Ziyadat, El-Camiu's-Sağır, El- +Siyeru'l-Kebir, El-Siyeru'l-Sağir adlı kitablar bunlardan bazılarıdır. Bu +kitablardaki meselelere "Zahirü'r-Rivaye" denir. Kitablara da "Zahirü'r-Rivaye +Kitabları" denir. + Hanifî mezhebinde en geçerli rivayetler de bunlardır. İmam Muhammed, +İmam Malik'den ders okumuştur. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e +İmameyn (İki imam) denir. + İmam Züfer İsfahan'da ve Basra'da valilik etmiş olan Hüzeyl adında bir zatın +oğludur. İmam-ı Azam'ın Züfer'e verdiği değer büyüktü. Hicretin 110 yılında +doğmuş ve 158 tarihinde Basra'da vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti üzerine +olsun... + İlmihalimizin ibadetlere dair kapsadığı meseleler bütünüyle İmam-ı Azam'ın +mezhebine göre yazılmıştır. Bununla beraber bazı önemli meselelerde diğer +müctehidlerin mezheblerine de işaret edilmiştir. + Hanefî mezhebinin ihtilaflı meselelerinde önce İmam-ı Azam'ın sonra İmam +Ebû Yusuf'un, sonra İmam Muhammed'in, sonra İmam Züfer'in görüşü ile işlem +yapılır. Bu bir esastır. Bunlardan yalnız bazı meseleler ayrı tutulur ki, sırası +gelince açıklanacaktır. + 2- İmam Malik İbni Enes: Hicretin 93. yılında Medine-i Münevvere'de doğmuş ve + 179 tarihinde Medine'de vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. İmam +Malik, müslümanların haklı olarak kendileriyle övündükleri dört büyük +müctehidin ikincisidir. Çok yüksek bir ilme, üstün bir zekaya, büyük bir zühd ve +takvaya sahib idi. Mezhebi önceleri Endülüs'e, bütün Mağrib'e (Fas'a) yayılmıştı. +Bugün de Fas, Sudan, Trablusgarb, Cezayir ve Yemen taraflarında benimsenmiş +bulunmaktadır. + 3- İmam Muhammed İbni İdris El-Şafiî: Hicretin 150. yılında Askalan'da veya Şam +beldelerinden Gazze'de doğmuş, 240 tarihinde Mısır'da vefat etmiştir. Allah'ın +rahmeti üzerine olsun... + İmam Şafiî soyca Kureyş kabilesindendir. Büyük dedesi Şafiî gençliğinde +Resül-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize kavuşma şerefine +ermişti. Onun babası Sabit de, Bedir Savaşı'nda İslamiyeti kabul etmişti. +Saygıdeğer bir sahabî idi. + İmam Şafiî, dört büyük müctehidin üçüncüsüdür. Büyük bir alimdir. Çok +büyük bir tefsir ve hadis alimidir. Tıb ilminde şiir ve edebiyatta da ehliyeti vardı. +Mezhebi doğu ve batı yönlerine yayılmıştır. + 4- İmam Ahmed İbni Muhammed İbni Hanbelî: Şeyban kabilesidendir. Aslen +Mervez'lidir. Hicretin 164 yılında Bağdad'da doğmuş ve 241 tarihinde yine +Bağdad'da vefat etmiştir. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. + İmam Ahmed de pek büyük bir alimdir ve dört büyük müctehidin +dördüncüsüdür. Hadîs ilminde üstün bir yetkiye sahibdi. Ezberinde bir milyon +hadisi şerif bulunduğu rivayet edilir. "Müsned" adındaki kitabında otuz bin hadis +vardır. Büyük alim Kuhistanî'nin sözüne göre, hadislerin sayısı elli bin yedi +yüzdür. Zühd ve takvası, yüksek ahlakı her türlü övgünün üstünde idi. Mezhebi, +Necd ülkesine ve İslam aleminin diğer bazı yerlerine yayılmıştır. + Bu yetkili dört büyük imamın mezhebleri, kitab, sünnet, ümmetin icmai ve +fukahanın kıyası üzerine kurulmuştur. + Kitab'dan maksad Kur'an-ı Kerîm'dir. Sünnet'den maksad, Peygamberimizin +mübarek sözleri, yaptığı veya yapıldığını görüp de yasaklamadığı işlerdir. +Peygamber Efendimizin evvelce yasaklamadığı bir şeyi görüp de ona karşı +susmaları, o şeyin meşru olduğunu gösterir. + Ümmet'in icmaından maksad, bir asırda bulunan bütün müctehidlerin bir +olayın şer'î hükmü hakkında birleşmeleridir. Peygamber Efendimiz: "Ümmetim +(sapıklık) üzerinde toplanmaz," buyurmuştur. Bir hadis-i şerifte de: "Müslümanların +güzel gördüğü bir şey, Allah yanında da güzeldir," buyurulmuştur. Onun için +müslümanların din varlıklarını temsil eden bütün müctehidlerin bir mesele +üzerinde aynı görüş ve fikirde bulunmaları, o meselede şer'an geçerli bir delil, +bir hüccettir. + Kıyas-ı Fukahaya gelince: Bundan maksad da, bir olayın kitab, sünnet veya +icma-i ümmet ile sabit olan hükmünü, aynı illet ve sebebe, aynı hikmete +bağlayarak o olayın tam benzerinde de göstermekten ibarettir. Bu ikinci olay +üzerinde varılan hüküm de güzel düşünülünce, anlaşılır ki, yine hüküm, kitab, +sünnet ve icma-i ümmet ile sabit olmuştur. Müctehid yaptığı kıyas ile bu hükmü +yeniden meydana çıkarmış oluyor. + Kıyas-ı Fukaha, bir ictihad meselesidir. Bunun meşru ve makbul olması +şeriatça sabittir. + "Ey akıl ve düşünce sahibleri! İbret alınız" (Haşr: 2) mealindeki Kur'an emri buna +delildir. Resûl-i Ekrem Efendimiz ümmetinin fıkıh alimleri için böyle bir içtihadı +caiz görmüş ve övmüşlerdir. + Bir örnek gösterebiliriz: Peygamberimiz ashab-ı kiramdan Muaz İbni Cebel'i +(radıyallahu anh) kadı tayin etmişti. Peygamberimiz ona: "Ey Muaz, ne ile +hükmedeceksin?" diye sorunca: + - Kitab ile hükmedeceğim, onda bulamazsam sünnet ile hükmedeceğim, onda +bulamazsam ictihadımla hükmedeceğim cevabını vermişti. + Peygamber Efendimiz de bu cevap üzerine: "Yüce Allah'a hamd olsun ki, +peygamberinin görevlendirdiği elçisini, peygamberinin razı olduğu şeye +kavuşturmuştur," buyurarak memnuniyetini açıklamıştı. + Bu bakımdan yetkili alimlerin kıyas yolu ile ictihad yapmaları da şeriatça pek +güzel bulunmaktadır. + Kitab, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha'ya Edille-i Erbaa, Usul-i Erbaa +(dört delil, dört esas) denir. Bütün müctehidler tüm olarak bu dört delili kabul +etmişler ve bütün şer'î hükümleri bu dört delilden birine veya bir kaçına +dayamışlardır. Artık bu delillerin hepsini kabul etmek de bir vecibedir. Bu +deliller, insanların hak ve vazifelerini bildiren İslam hukukunun gelişmesini +sağlayan birer yüksek feyiz ve hikmet kaynağıdır. Müslümanların dinî hayatı, bu +feyizli hikmet ve ihtiyaç kaynağından asla uzak kalamaz. + Yukarda adlarını yazdığımız dört büyük İmam, müslümanlar için Allah'ın bir +rahmetidir. Bunlar dört delilden dinî hükümleri çıkarmışlar ve müslümanlara +izleyecekleri yolu göstermişlerdir. Artık bunlardan herhangi birinin mezhebine +uyan kimse, hak bir mezhebe bağlanmış, peygamberimizin yolunda bulunmuş +demektir. + Bu saygıdeğer büyük müctehidlerin hepsi de dinî meselelerin esasında +birleşmişlerdir. Bu bakımdan aralarında ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede +bulunan bir kısım meseleler üzerinde ayrılık göstermişlerdir. Fakat güzelce +incelenirse görülür ki, bunların çoğu görünüşte olan bir ayrılıktan başka birşey +değildir. Çünkü bu meselelerin bir çoğunda bu büyük zatlardan biri "Azimet- +Takva" yolunu, diğeri de bir "Ruhsat-Müsaade" yolunu seçmiştir. Böylece +mü'minlerin önüne geniş bir rahmet sahası açılmıştır. İşte: "Ümmetim arasında +bulunan görüş ayrılıkları bir rahmettir", hadis-i şerifi ile buna işaret buyurulmuştur. + Düşünelim: Müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara ait ne +kadar çok mesele vardır. Bunların hükümlerini Kur'an'dan, Sünnet'ten ve +Ümmetin icmaından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay bir +şey değildir. Bu çok büyük bir ilim ve dirayet işidir. İşte bu büyük müctehidler +yalnız Allah rızası için, müslümanlara gerekli olan bütün meseleleri açıkça +bildirmişlerdir. Her asırda milyonlarca müslümana ışık tutmuşlardır. Artık bu +büyük zatların müslümanlık alemine ne büyük hizmetlerde bulunduklarından, ne +kadar teşekküre hak kazandıklarından kim şübhe edebilir?!.. + Bu kıymetli alimler, büyük bir ihlas ve ciddiyetle ve çok güzel bir niyetle +ictihad alanında çalıştıkları içindir ki, doğruyu buldukları meselelerden dolayı +ikişer kat, hata ettikleri meselelerden dolayı da birer kat sevab kazanmışlardır. + Şunu da ekleyelim ki, bu dört müctehide ait dört mezhebden her birinin +bağlıları, kendi mezheblerinin daha doğru, daha isabetli, sünnet ve maslahata +daha uygun ve daha elverişli olduğuna inanır. Aksi halde o mezhebi +seçmelerinin bir manası kalmaz. Bununla beraber diğer mezheblerin kıymetini +azaltmak da akıllarından geçmez. Bu dört mezhebin dördüne de saygı duyarlar. +Bu saygı Ehl-i Sünnet'in bir alametidir. + Bilindiği gibi, İslam hukukuna ait ilme "Fıkıh" denir. Fıkıh, lügat anlamında bir +şeyi olduğu şekilde tam olarak bilmek ve anlamak demektir. İbadetlere, +muamelelere ve cezalara dair dinî hükümleri bildiren ilme de "Fıkıh İlmi" adı +verilmiştir. Yazdığımız "İlmihal" bu fıkıh ilminin bir bölümüdür. + Dinî hükümleri ayrıntılı delillerden, yukarda yazdığımız dört delilden anlayıp +çıkarmaya yetkisi olan İslam alimlerinden her birine "Fakih", çoğuluna da +"Fukaha" denir. Müctehidler ise, fukahanın en yüksek tabakasını teşkil ederler. + Dinî hükümleri göstermek ve açıklamak yetkisi, bu ehliyetli Fukaha'ya aittir. +Ezberlerinde binlerce hadis-i şerîf, binlerce ilmî mesele bulunan nice insaflı +alimler, dinî hükümleri belirlemek hususunda sözü Fukaha'ya bırakmış, bu çok +ince ve zor görevi yerine getirmek için kendilerinde yetki görmemişlerdir. + Gerçek şu: Mübarek isimleri ile sayfalarımızı süslediğimiz dört büyük +imamdan ve muhterem müctehidden her birine uyan zatlar arasında öyle derin +ve geniş muhtelif ilimlere sahib kudretli alimler vardır ki, her biri üstün ilim ve +irfana sahib iken, ictihad yapmaya cesaret göstermemiş, bu imamdan birine +uymayı şeref kabul etmiştir. + Artık dar bilgili kimselerin kendilerinde böyle bir yetki görmeye nasıl hakları +olabilir? + Kabul etmeliyiz ki, dinî meselelerle ilgili olayların hükümlerini öteden beri +herkes tarafından kabul edilen bu büyük müctehidlerden öğrenmek zorundayız. +İctihad gücünde olmayan kimselerin dinî konular üzerinde, müctehidlerin +mezhebine aykırı olarak, kendi anlayışlarına göre hüküm vermeleri, kendi +düşüncelerine göre cevab vermeleri, Allah katında çok büyük bir sorumluluğa +sebeb olur. Bu şekilde bir kimse vereceği cevabda doğru olsa bile, bilmeksizin +cevab vermiş olacağından yine sorumluluktan kurtulamaz. Bu konuda bir hadis-i +şerîfin meali şöyle: "Sizin ateşe atılmaya en cesaretliniz, fetvaya (dinî meselelere) +cevab vermeye en çok cesaret göstereninizdir." + Bir düşünelim: Bir kimse tababet, matematik veya astronomi ilmine dair +bilgisi olmadığı halde, bunlar üzerinde söz söylemeye ve yazı yazmaya cesaret +edemez. Cesaret edecek olursa, büyük hatalara düşmüş ve kendini çok küçük +düşürmüş olur. Artık bu ilimlerden çok daha önemli ve geniş olan, üstelik +sorumluluğu büyük olan dinî ilimler üzerinde yeterince bilgisi olmayanların söz +söylemeye ve cevab vermeye cesaret göstermeleri nasıl doğru olabilir? Böyle bir +cesaret, büyük sorumlulukları gerektirmez mi? Bunun benzeri, insanların +yapmış oldukları kanun maddelerini bilmeyen kimselerin bu maddeler +konusunda gelişi güzel söz söylemeleri, bunların nelerden ibaret olduğunu ve +nasıl uygulanacağını açıklamaya kalkışmaları asla doğru görülmez. O halde +Allah kanunu olan yüce dinin yüksek hükümleri hakkında yeterli bilgi sahibi +olmayanların söz söyleyip cevab vermeye kalkışmaları nasıl doğru olabilir? +İnsan bunun manevî sorumluluğunu düşünüp titremelidir. Maddî çıkarlar, hiç bir +zaman manevî sorumlulukları karşılayamaz. + Eğer din konusunda herkes, müslümanlar tarafından kabul edilen muhterem +bir müctehide uymaz da kendi düşüncesine göre söz söyleyecek olursa, hak +dinin yüce aslını kaybetmiş ve büyük bir sapıklık içine düşmüş olur. Nitekim +böyle karanlık bir durum, geçmiş ümmetlerden bir çoğunun başına gelmiştir. Bu +sebebden dolayı, müslümanlar böyle bir sapıklığa düşmemek için, öteden beri +bu dört büyük müctehidden birine uymuşlar ve onu yol gösterici kabul +etmişlerdir. Bu sayede de manevî sorumluluktan kurtulmak çaresini elde +etmişlerdir. + Sonuç: Bu dört müctehidin büyüklüğü üzerinde ve onların mezheblerinin hak +olduğunda müslümanlar çoğunluğunun birliği vardır. Bu dört mezhebden +başkasına uyulmaması konusunda da yine bütün müslümanların sanki bir birlik +anlaşmaları olmuştur. Çünkü bu dört mezhebi kuran dört müctehidden her biri, +Hazret-i Peygamberimizin devrine çok yakın bir zamanda yetişmiş, büyük bir +ilim ve güzel amellerle vasıflanmışlardı. Üstün bir zekaya sahib olan, eserleri +zamanımıza kadar ulaşan ve bütün müslümanların takdirini kazanan kimseler +olmuşlardır. Böylece müslümanlar arasında fazla ayrılık kapısı kapanmış, tam +yetki sahibi olmayanların içtihada kalkışmalarına meydan kalmamıştır. + Ara sıra meydana çıkacak bazı mesele ve olayların hükümlerini belirlemek için +bu dört müctehidden birinin uygulamış olduğu esasa ve benimsemiş olduğu +usule başvurmak yeterlidir. Bunlara uyarak din ilimlerinde yetki ve faziletleri +kabullenilmiş olan kimseler tarafından, bu gibi mesele ve olayların hükümleri +çözümlenip belirlenebilir. + Bu saygıdeğer dört müctehide, Eimme-i Erbaa (Dört İmam) denir. İmam-ı +Azam'dan başka üçüne de, Eimme-i Selâse (Üç İmam) denir. Yüce Allah +hepsinden razı olsun. Amîn... + + + + +Müslümanlıkta İbadetler, Taharetler + 1- İslam dini, Yüce Allah'a ibadetten, itaat ve teslimiyetten ibaret en kutsal bir dindir. +Bu kutsal din, Yüce Allah'ı bilmek, ona ibadet ve itaatta bulunmak için insanların +yaratılmış olduklarını bildirmektedir. + Büyük İslam dini, insanları yükseltir, insanları melekler gibi temiz bir hayata +kavuşturur, insanların ruhlarını manevî duygularla aydınlatır. Bütün kainatın yüce +yaratıcısına kulluk ve ibadet görevinde bulunmalarını emreder. + İkramı bol olan ezeli yaratıcımızın manevî huzurunda kabul edilmek, insan için ne +büyük bir nimet, ne büyük bir şereftir. İşte ibadet ve itaat, insana bu nimet ve şerefi +kazandırır. + Uyanık bir ruhun ferahlığı, sağlam düşünceli bir insanın kalben huzuru, gerçek bir +neş'eye ve bir mutluluğa kavuşması, ancak Yüce Allah'a ibadet sayesinde elde edilir. + İbadet ve itaat zevkinden yoksun olanlar, kendi yaratılışlarındaki hikmetten habersiz +olan zavallılardır. + Yüce Allah'a kulluk ve ibadette bulunmayanlar, borçlu oldukları şükür görevini terk +etmiş, sonsuz ahiret hayatlarını tehlikeye düşürmüş mutsuz kimselerdir. + Hiç şübhe yok ki, insanların mutluluk ve selameti, gerçek varlığı, Yüce Allah'a güzel +niyet ve samimi bir kalb ile ibadet ve itaat etmekle kazanılmış olur. ibadetlerin bir kısmı +da temizliğe ve paklığa bağlıdır. + 2- Müslümanlık, temizliğe büyük bir önem vermiştir. Taharet, maddî ve manevî +kirlerden arınmak demektir. Bir kısım ibadetlerin şartı, başlangıcı, anahtarıdır. Temizlik +bulunmadıkça bu ibadetler yerine getirilemez. Temizlik bulunmadıkça insan Yüce Allah'ın +manevî huzuruna giremez. Nitekim bir hadis-i şerîfte: +"Temizlik imandandır" buyurulmuştur. + Diğer bir hadis-i şerifde de: "Namazın anahtarı temizliktir" buyurulmuştur. + Aynı zamanda temizlik sağlık için yararlıdır. Rızkın çoğalmasına sebeb olur. Nitekim bir +hadis-i şerifde: "Temizliğe devam et ki, rızkına genişlik verilsin" buyurulmuştur. + Sonuç: Ehliyet ve yetki sahibi olan her insan birtakım ibadetlerle, temizliklerle din +bakımından görevlidir. Bazı şeyleri yapmakla ve bazı şeyleri yapmamakla sorumlu +tutulmuştur. Bunlara dair ilmihalimizde yeterince bilgi verilecektir. Ancak din kitablarında, +yazışmalarda ve konuşmalarda çokça tekrarlanan bazı deyimler vardır ki, önce bunlann +anlamlarını bilmek gerekir. Bunun için önce bunların lügat ve terim manalarını yazacağız. + + + + +Bir Kısım Dinî Deyimler + + 3- İbadet: Lûgatta kullukta bulunmak demektir. Şeriat teriminde "İyi niyete bağlı +olarak yapılmasında sevab bulunan her iştir." Yüce Allah'a saygı ve itaat için yapılır. +Namaz kılmak, oruç tutmak gibi... + 4- Taat: Emri benimseyip yerine getirmek demektir. Buna itaat de denir. Şeriatta itaat +ise, yapılmasından dolayı sevab kazanılan herhangi bir iştir; gerek niyet bulunsun, gerek +bulunmasın. Kur'an-ı Kerîm'i okumak gibi... + 5- Kurbet: Yakınlık demektir. Şeriatta ise, Yüce Allah'a manevî olarak yakınlığa sebeb +olan herhangi güzel bir iştir. Sadakalar ve nafile kılınan namazlar gibi... + 6- Niyet: Kasıd manasındadır ki, kalbin bir şeyi yapmaya yönelmesi demektir. Şeriatta +ise, yapılan bir görevle Yüce Allah'a ibadette bulunmayı ve O'na manevî bakımdan +yaklaşmayı kasdetmektir. + Bir işin ibadet olabilmesi için böyle bir niyete ihtiyaç vardır. Örnek: Biz namazlarımızı, +yalnız Yüce Allah'ın emrine uymak için, O'nun nzasını kazanmak için kılarız. İşte bu, +namaz hakkında bir niyettir. Yoksa başkalarına göstermek veya vücut sağlığı için namaz +şeklinde yapılacak olan hareketler, Allah rızasını taşımadığı için, ibadet sayılmaz. Allah +rızası niyetine bağlı bulunan temizlik gibi bir abdest de, bir ibadettir. + 7- Teklif: Bir kimseye zorluk veren bir şeyi emretmek ve ona yüklemek demektir. + Şeriatta ise: İslam dininin ehliyet ve yetkiye sahib olan insanlara birtakım şeyler +yapmalarını ve birtakım şeyleri yapmamalarını emredip yüklemesidir. Bunlarla din +yönünden görevlenmiş olan bir insana da Mükellef (Yükümlü) denir. Çoğulu +"Mükellefin"dir. + İnsanlar yetki ve kudretleri nisbetinde mükellef (yükümlü) olurlar. Aklı bulunan ve +bûluğ çağına ermiş olan kimsenin ehliyeti tam olacağından yükümlülüğü de öylece tam +olur. + 8- Akıl: Ruhun bir kuvvetidir ki, insan onunla bilgi sahibi olur. İyi ile kötüyü ayırır ve +eşyanın gerçek hallerini onunla anlar. + Diğer bir tarife göre akıl ruhsal bir nurdur ki, insana gideceği yolu aydınlatır, insana +hak ve gerçeği bildirir. Bu ruhsal kuvvete sahib olana akıllı kimse denir. Bundan yoksun +olana da Mecnun (deli) denir. + 9- Büluğ: Belli bir çağa yetişmek ve belli birtakım vasıflara sahib olmak demektir. Belli +bir yaşta bulunan ve belli vasıflara sahib olan kimseye "Baliğ ve Baliğa" denir. Şöyle ki: +Uykuda gördüğü bir rüyadan dolayı üzerine gusletmek gereken (ihtilam olan) bir erkek +baliğdir. Evlendiği takdirde çocuk yapabilecek genç bir erkek de baliğdir. + Baliğ veya baliğa olma yaşının başlangıcı, erkek çocuklar için tam on iki, kız çocuklar +için de tam dokuz yaştır. Bu yaşların sonu da her ikisinde tam on beş yaştır. + Böyle on beş yaşını bitirmiş olduğu halde, kendisine ihtilam ve gebelik gibi buluğ eseri +belirmeyen kimse, hükmen baliğ sayılır. + 10- Hüküm: Karar, bir şeyin sonucu olma, bir sonucu gerektirme, etki, emretme +manalarında kullanılır. Din deyiminde ise, bir şeyin üzerine düşen eser demektir. +Yükümlülerin (mükelleflerin) işleri ile ilgili olan dine ait hükümlerden her birine "Şer'î +hüküm, çoğuluna da Ahkam-ı Şer'iye (Şer'î hükümler) denilir. + Örnek: Zekat farzdır, hırsızlık haramdır, denilmesi birer Şer'î hükümdür. + 11- Ef'al-i Mükellefin (Yükümlülerin İşleri): Mükellef insanların yaptıkları işlerdir ki, +farz, vacib, sünnet, müstahab, helal, mubah, mekruh, haram, sahih, fasid, batıl gibi +kısımlara ayrılır. + 12- Farz: Yapılması din yönünden kesin şekilde gerekli olan herhangi bir görevdir. +Farz, kat'î ve zannî diye ikiye ayrıldığı gibi, farz-ı ayın ve farz-ı kifaye olarak da kısımlara +ayrılır. + 13- Farz-ı Kat'î (Kesin farz): Kesin olarak şer'î bir delil ya Kur'an'ın açık bir ayeti +yahut peygamberimizin sağlam bir hadisi ile yapılması emredilen ve istenen görevdir. +Namaz ve zekat gibi... + 14- Farz-ı Zannî: Müctehidlerce kesin sayılan delile yakın bir derecede kuvvetli +görülen ve böylece zannî bir delil ile sabit olan görevdir. Amel bakımından kesin farz +kuvvetinde bulunur. Buna Farz-ı Amelî (amel bakımından farz) da denir. Aynı zamanda +böyle bir farza, delilinin zannî olmasından dolayı "Vacib" adı da verilir. Buna göre farz-ı +amelî, farz kısımlarının zayıfı, vacib kısımlarının da kuvvetlisi bulunmuş olur. Nitekim +abdest almakta başa mutlak olarak meshetmek kesin bir farzdır. Fakat başın dörtte biri +kadarını meshetmek ise, amelî bir farzdır. + 15- Farz-ı Ayn: Yükümlü (mükellef) olan herkesin yapmak zorunda olduğu farzdır. +Beş vakitte kılınan namazlar gibi... + 16- Farz-ı Kifaye: Yükümlülerden bazılarının yapmaları ile diğerlerinden düşen +ibadetlerdir. Cenaze namazı gibi... + Farzların yapılmasında büyük sevablar vardır. Özürsüz olarak yapılmamaları da, +Allah'ın azabını gerektirir. Kifaye olan farzı, müslümanların bir kısmı yapmadığı takdirde, +bundan haberi olan ve bunu yapmaya gücü yeten bütün müslümanlar Allah katında +sorumlu olup günah işlemiş bulunurlar. + Kesin olan farzı inkar etmek küfür olur. Amelî olan bir farzı inkar bid'attır, günahı +gerektirir. Bütün bunlar farzların hükmüdür. Farzın çoğulu feraizdir. + 17- Vacib: Dinimizde yapılması kesinlik derecesinde bir delil ile sabit olmayan ve yine +kuvvetli bir delil ile sabit görülen şeydir. Vitir ve bayram namazları gibi... + Vaciblerin yapılmasında sevab vardır. Terk edilmeleri de azabı gerektirir. Vacibin inkar +edilmesi bid'attır ve günahtır. Bunlar, vaciblerin hükmüdür. "Vecibe" sözü, bazen farz +yerinde ve bazan da vacib yerinde kullanılır. Çoğulu "Vecaib"dir. + 18- Sünnet: Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin farz olmayarak + yaptığı işlerdir. Müekked sünnet ve gayr-i müekked sünnet kısımlarına ayrılır. Sünnet-i +şerifin bir manası da kitabın başlangıç bölümünde geçmişti. Sünnetin çoğulu "Sünen"dir. + 19- Sünnet-i Müekkede (Müekket, kuvvetli sünnet): Peygamber Efendimizin devam +edip de pek az yapmadıkları ibadetlerdir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri +gibi... + İslam dininde önemle benimsenen ezan, ikamet ve cemaate devam gibi sünnetlere +"Sünen-i Hüda" denir. Bunlar da birer müekked sünnettir. + 20- Gayr-i Müekked Sünnet: Peygamber Efendimizin ibadet maksadı ile bazan +yapmış oldukları şeylerdir. Yatsı ve ikindi namazlannın ilk sünnetleri gibi... + Peygamber Efendimizin yiyip içmeleri, giyinip kuşanmaları, oturup kalkmaları gibi, +kendi öz hallerine ait işlere de, "Sünen-i Zevaid" adı verilmiştir. Bunlar da birer gayr-i +müekked sünnet demektir. + Müekked sünnetlerle "Sünnet-i Hüda" adı verilen sünnetlerin yapılmasında sevab +vardır. Kasden terk edilmelerinde azab yoksa da, ayıplama vardır. Gayr-i müekked ile +"Zevaid" sünnetlerin yapılması çok güzeldir. Sevgili peygamberimize uymanın bir nişanı +olduğundan, bunları yapmak sevaba ve Peygamberimizin şefaatına kavuşmaya bir yoldur. +Bunların yapılmaması azarlanmayı gerektirmez. İşte bunlar sünnetlerin hükümleridir. + Ashab-ı Kiram'ın hal ve tutumlarına, onların izledikleri zühd ve takva yollarına da, biz +Hanefîlerce sünnet denir. + 21- Müstahab: Lügat manası, sevilmiş şey demektir. Din deyiminde, Peygamber +Efendimizin bazen yaptıkları ve bazen da terk ettikleri ibadettir. Kuşluk namazı gibi. Bu +bir nevi müekked olmayan sünnettir. + Peygamber Efendimiz, müstahab denilen bazı şeyleri sevmiş ve benimsemiştir. İlk +devrin değerli müminleri de bunları seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını din +kardeşlerine öğütlemişlerdir. + Müstahab olan şeylere; "mendub, fazilet, nafile, tatavvu', edeb" adı da verilir. Şöyle +ki: Müstahab olan şeye, sevabı çok olup yapılması istendiğinden ötürü mendub ve fazilet +denilir. Farz ve vacib üzerine ilave olarak yapıldığı için de ona "Nafile" denilir. Kesin bir +emre dayanmaksızın sadece bir sevab isteği ile yapıldığı için ona "Tatavvu" adı verilir. +Güzel ve övgüye değer bir iş olduğu için de ona "Edeb" denmiştir. Bunun çoğulu +"Adab"dır. Edeb üzerinde bilgi için bu eserin ahlak bölümüne müracaat edilsin. + Müstahab olan şeyin yapılmasında sevab vardır. Terk edilmesinde azarlama ve +ayıplama olmadığı gibi, tenzih yolu ile de kerahet yoktur. Bunlar da, müstahabların +hükümleridir. + Şafiî ve Hanbeli Mezheblerinin fıkıh alimlerine göre sünnetler, müstahablar ve +mendublar birdir. Herhangi bir sünnete müstahab yahut mendub da denir. + 22- Helal: Dinde caiz görülen herhangi bir şeydir. Yapılmasından ve kullanılmasından +dolayı ayıplama gerekmez. Helalin her çeşit lekeden arınmış olan saf ve tertemiz kısmına +"Tîb ve Tayyib" denir. + 23- Mubah: Yapılması ve yapılmaması dinde caiz görülen şeydir. Ne yapılmasında, ne +de yapılmamasında günah vardır. Helal olan bir yemeği yahut meyveyi yiyip yememek +gibi... + 24- Mekruh: Lügatta sevilmeyen ve hoş görülmeyen şey demektir. Din deyiminde, +yasaklığı sabit olmakla beraber, ona aykırı olarak da bir delil veya işaret görülen şeydir. +Yapılması doğru olmayıp yapılmaması iyi olan bir iştir. + 25- Kerahet: Bir şeyi fena görmek, ona razı olmamak demektir. Kerahet iki kısma +ayrılır: Kerahat-i Tahrimiyye ki, harama yakın olan mekruhtur. Kerahat-i Tenzihiyye ki, +helala yakın olan kerahettir. Bu tarif İmam-ı Azam ve İmam Ebû Yusuf'a göredir. İmam +Muhammed'e göre, tahrimen mekruh olan bir şey, haramdan sayılır. Haram gibi ahiret +azabını gerektirir. Tenzihen mekruh olan bir şey ise, ittifakla helala yakındır. Böyle bir +kerahetin yapılması azabı gerektirmez. Ancak yapılmaması sevab kazandırır. + Fıkıh kitablarında bir kayda bağlanmaksızın mutlak olarak "Kerahet" sözü anılınca, +bundan genellikle tahrimen kerahet kasdedilir. İleride görülecektir. + 26- Haram: Bir şeyin yapılması, kullanılması, yiyilip içilmesinin İslam dininde kesin bir +delille yasaklanmış olmasıdır. Bu da "Haram liaynihi ve Haram ligayrihi" kısımlarına +ayrılır. + 27- Liaynihi Haram: Aslı itibariyle herkes için haram olan şeydir. Şarab, akan kan ve + lâşe gibi... + 28- Ligayrihi Haram: Aslında helal olup başkasının hakkından dolayı haram olan +şeydir. Şeriat çerçevesinde sahibinin izni olmadıkça o şeyden başkaları faydalanamaz. +Başkasına ait kıymetli bir malı veya yemeği izinsiz almak gibi... + Haram olan şeylere "Muharremat" denir. Haramın yapılmamasından sevab kazanılır. +Yapılması ise azabı gerektirir. Haram olduğu ittifakla kesin şekilde sabit olan bir şeyi helal +saymak, insanı imandan çıkarır. + 29- Sahih: Rükün ve şartlarını toplayan herhangi bir ibadet veya işlemdir. Farz ve +vaciblerini gözeterek kılınan bir namazın sahih olması gibi... + 30- Caiz: Dince yapılması yasak sayılmayan şey demektir. Bazan sahih yerinde, bazan +da mubah yerinde kullanılır. Bazı işlemler dünya ahkamı bakımından sahih olduğu halde, +ahiret ahkamı bakımından caiz olmaz. Cuma namazını kılmakla yükümlü olan bir +kimsenin cuma ezanı okunurken yaptığı alışveriş muamelesi gibi. Böyle bir muamele +sahihtir ve geçerlidir. Fakat manevî sorumluluğu gerektirdiği için caiz değildir. + 31- Fasid: Kendi başına sahih ve meşru iken, gayri meşru bir şeye yakınlığı sebebiyle +meşru olmaktan çıkan şeydir. İbadet konusunda fasid ile batıl aynı hükümdedir. + Meşru olan bir işi bozan, hükümsüz kılan şeye de "Müfsid" denir. Kasden yapılması +azaba sebeb ise de, yanılarak yapılması azabı gerektirmez. Namaz içinde gülmek gibi. +Gülmek, aslında sahih olan namazı bozar. + 32- Batıl: Rükünlerini veya şartlarını büsbütün veya kısmen kendisinde toplamayan +herhangi bir ibadet ve muameledir. Bir özür bulunmaksızın abdestsiz kılınan namaz gibi. + 33- Taharet: Lügat manası temizlik ve nezafet demektir. Din deyiminde taharet, pislik +ve necasetten arınmış olmak veya hades (abdestsizlik) denilen şer'î bir engelin kalkması +halidir. Temiz olan şeye tahir, temizleyici şeye de "Tahûr veya Mutahhir" denir. +Temizleme işine de, "Tathir" denir. + Taharetler, Kübra (büyük) ve Suğra (küçük) diye ikiye ayrılır. + 34- Taharet-i Suğra (Küçük Temizlik): Abdestsizlik denilen hali gidermek için yapılan +temizliktir, Abdest almak gibi. + 35- Taheret-i Kübra (Büyük Temizlik): Cünüblük ile hayız ve nifas denilen hallerden +çıkmak için yapılan yıkanmadır ki, ağıza ve burna su vermek şartı ile bütün vücud yıkanır. +Buna "gusül, iğtisal, boy abdesti" de denilir. + 36- Hades: Bazı ibadetlerin yapılmasına şer'an engel olan ve hükmen necaset sayılan +bir haldir. Hades-i asgar (küçük hades) ve hades-i ekber (büyük hades) kısımlarına +ayrılır. + 37- Hades-i asgar (küçük hades): Yalnız abdest (taharet-i suğra) ile giderilen haldir. +İdrar yapmak, vücudun herhangi bir yerinden kan çıkmak sebebiyle gelen abdestsizlik +hali gibi... + 38- Hades-i ekber (büyük hades): Ağız ve burun dahil bütün vücudun yıkanması +(büyük temizlik) ile giderilen taharetsizlik halidir Bu hal da cünüblükten, hayız ve nifas +denilen hallerden meydana gelir. Bunların ayrıntılı olarak açıklamaları ileride gelecektir. + 39- Hades: Maddeten temiz ve pak olmayan herhangi bir şeydir. Buna "necis, gerçek +necaset, pislik" de denir. Şöyle ki: Aslen veya geçici olarak temiz bulunmayan bir şeye +necis ve necaset denir. Bunun çoğulu "Encas"dır. Örnek: Sidik aslen necis olduğu gibi, +bulaştığı bir elbise de necis, pis ve murdardır. + Aslen murdar olan şeye "Neces" de denir. + Hakîkî necasetler, namazda bağışlanan mikdarlarına göre, "Necaset-i hafîfe" ve +"Necaset-i galiza, mugallaze" kısımlarına ayrıldığı gibi, akıcı olup olmamaları bakımından +da, "mayi" ve "camid" kısımlarına ve görülüp görülmemeleri bakımından da "necaset-i +mer'iyye" ve "necaset-i gayr-i mer'iyye" kısımlarına ayrılır. + 40- Necaset-i Hafife: Pis olduğu konusunda şer'î delil olmakla beraber aksine bir +görüş de bulunan şeydir. Bu tür necasetler bir delile göre murdar görülmekte ise de, +diğer bir delile göre murdar sayılmazlar. Eti yenen hayvanların sidikleri gibi... + 41- Necaset-i Galize: Pisliği hakkında şer'î bir delil olup aksine başka bir delil +bulunmayan şeydir. İnsan ve hayvan tersleri gibi... + 42- Necaset-i Mer'iyye: Yoğunluğu olan veya kuruduktan sonra görülebilen herhangi +pis bir maddedir. Akan kanlar gibi... + 43- Necaset-i Gayr-i Mer'iyye: Donup kalmayan veya bulaştığı yerde kuruduktan + sonra görülmeyen herhangi pis bir maddedir. Sidik gibi. + Sonuç: Gerek hakikaten, gerekse hükmen temiz sayılmayan şeyler, bazı ibadetlerin +yapılmasına engeldir. Bunları belli bir usul ile temizlemek gerekir. Temizlik için en çok +kullanılan şey sudur. Bunun için hangi şeylerin temiz olup olmadığını ve temiz +olmayanların nasıl temizleneceğinı bilmek her müslüman için şarttır. Bu konular üzerinde +din ölçüleri bakımından bilgi verilecektir. + + + + +Suların Kısımları + + 44- Sular Şer'an iki kısımdır: Biri, mutlak sulardır ki, su denilince bu tür su anlaşılır. +Bunlar yaratılışlarındaki vasıf üzerinde duran sulardır. Yağmur suyu, kar suyu, deniz +suyu, kuyu suyu, göze ve pınar suları gibi... Bunların her birine "Mutlak Su" denir. + Diğer kısım sulara "Mukayyed Sular" denir. Yabancı bir maddenin mutlak sulara +karışması ile asıl vasıflarından çıkan ve özel bir isim alan sulardır. Gül suları, çiçek suları, +üzüm, asma ve et suları gibi... Bunların her birine "Mukayyed Su" denir. + 45- Mukayyed sular, aslî ve gayr-i aslî diye iki kısma ayrılırlar. Aslen mukayyed +olanlar: Kavun, karpuz, asma, gül suları ve benzerleridir. Gayr-i aslî olan mukayyed +sular, aslında mutlak su iken yabancı bir maddenin karışması ile meydana gelen sulardır. +Bir su içine yaprakların düşmesi, o yaprakların çürüyerek suyun incelik ve akıcılığını, renk +ve kokusunu değiştirmesiyle bozulan sulardır. + 46- İçinde nohut ve mercimek gibi temiz bir şeyin pişmesiyle incelik ve akılcılığını +kaybeden bir su da mukayyed su sayılır. Yine üç vasıfdan (renk, tad ve kokudan) birini +veya ikisini değiştirecek şekilde mutlak suya mukayyedin karışması ile su mukayyed olur. +Şöyle ki: Bir mutlak suya, süt gibi renk ve taddan ibaret iki vasfı olan bir içecek madde +yahut karpuz suyu gibi yalnız bir tad vasfı bulunan bir sıvı karışıp kendisinde bu +vasıflardan yalnız biri meydana çıksa veya sirke gibi üç vasıflı (tad, renk koku) bir sıvı +karışıp da bu vasıflardan ikisi mutlak suda belirse, artık o su, mukayyed olur. + 47- Mutlak olan su yosun tutarak veya bekleyerek renk ve kokusu değişirse, yahut +içine tadını değiştirmeyecek miktarda sabun, zaferan, toprak ve yaprak gibi temiz ve katı +şeyler düşerse yahut içinde mısır ve nohut gibi şeyler ıslatılmış olursa mutlak su olmaktan +çıkmaz. Bu durumda incelik ve akıcılığını değiştirmemek şartı ile üç vasfı bozulmuş olsa +bile, mutlak hükmünden çıkmaz. Ancak suyun tabiatı olan incelik ve akıcılık halinin +değişmesiyle mukayyed olur. + + + + +Mutlak Suların Nevileri ve Hükümleri + + 48- Mutlak sular, tahir ve mutahhir (temiz ve temizleyici) olup olmamaları bakımından +beş kısımdır: + 1) Temiz ve temizleyici olan ve kerahetten beri bulunan sulardır. Üç vasfı (rengi, tadı, +kokusu) bozulmamış ve kendisinde keraheti gerektiren bir şey bulunmamış olan herhangi +mutlak bir su bu kısma girer. Bu su, hem içilir, hem yemeklerde kullanılır, hem de onunla +her türlü temizlik yapılabilir. + 2) Temiz ve temizleyici olmakla beraber mekruh olan sulardır. Ev kedisi gibi evcil bir +hayvanın yahut çaylak ve doğan gibi yırtıcı bir kuşun yahut evlerden eksik olmayan fare +gibi hayvanların içlerinden içmiş oldukları sular bu kısımdandır. Başka bir su varken böyle +suları içmek, yemekte ve temizlikte kullanmak tenzihen mekruhtur. + 3) Temiz olduğu halde temizleyici olmayan sular: Bunlar bir hadesi (hükmî necaset + olan abdestsizliği) gidermek için insanın bedeninde ibadet maksadı ile kullanılan sulardır. +Böyle abdest ve gusül için kullanılmış olan sulara Mâ-i Müstamel (kullanılmış su) denir. + Örnek: Abdesti olmayan bir müslümanın bütün abdest azalarında veya bir kısmında +kullanıp biriktirdiği, yahut cünüb bir müstümanın bütün bedeninde kullanmış olduğu su, +bu kısımdandır. + Abdesti olan bir müslümanın abdest almış olduğu yerden başka bir yerde sevab niyeti +ile abdest alması yahut bir ibadet yaptıktan sonra aynı yerde tekrar abdest alması +suretiyle toplanan sular da böyledir. + Yine yemeklerden önce ve sonra, Peygamberimizin sünnetine uymak maksadı ile el +yıkamakta kullanılmış olan sular da böyledir. + İşte bu şekilde kullanılmış sular her ne kadar temiz iseler ve maddi pislikleri +giderirlerse de, (abdestsizlik gibi) hükmen necasetleri gideremezler. Bu sularla abdest +alınmaz ve gusledilmez. + Kullanılmış böyle suların temiz olup temizleyici olmamaları İmam Muhammed'e +göredir. Fetva da buna göredir. Fakat İmamı Azam ve İmam Ebu Yusuf'a göre, bu sular +temiz değildir, pis sayılırlar. + (İmam Malik ve İmam Şafiî'den nakledilen bir görüşe göre, bu kullanılmış sular hem +temiz, hem de temizleyicidir. Ancak ikinci defa kullanılmaları mekruhtur.) + 4) Bunlar temiz olmayan sulardır. İçine pislik düştüğü kesin olarak bilinen yahut fazla +bir zanla bilinen az mikdardaki sulardır. Böyle sular pis hükmündedir. Ancak büyük su +hükmünde olan kuyu ve havuz gibi sulara pislik düşünce, o suyun üç vasfından birini +(tad, renk veya kokusunu) değiştirirse o zaman bu büyük su da pis olur. Aksi halde +büyük sulara necaset düşmekle, vasıflarından birini kaybetmedikçe pis olmazlar. Akar +halde olan sular da böyledir. Böylece büyük sularla akar halde olan sular aynı hükmü +taşımış oluyorlar. + Durgun olup akar halde bulunmayan suların kare şeklinde bulunmaları halinde yüz +ölçümünün yüz arşını bulması ile ve daire halinde olanların çevresi otuz altı arşını bulması +ile bunlar büyük su sayılırlar. Bu ölçüden az olanlar da küçük su hükmündedir. + Akar halde olan sulara gelince, bunlar az olsun, çok olsun büyük sular (büyük +havuzlar) hükmündedir. Böyle bir akar su içine düşen bir pislikle suyun üç vasfından biri +değişip bozulmadıkça, bu su temizdir ve temizleyicidir. Bunların derinliğine bakılmaz. +Avuç ile alınan sudan dolayı, suyun dibinin açılmaması, büyük su olmak bakımından +yeterlidir. Bir suyun da akıcı sayılabilmesi için, en az bir saman çöpünü götürmesi +lazımdır. + 5) Şüpheli (Meşkûk) Sular: Bunlar, merkeblerin ve katırların artığı olan sulardır. Böyle +bir su temiz ise de, abdestsizliği (hades denilen hükmî necaseti) gidermeğe yeterli olup +olmadığı şüphelidir. İlerde bu konuda bilgi verilecektir. + 49- Bir kimsenin abdesti varken, sadece serinlemek için yahut başkasına abdest +alınışını öğretmek için abdest aldığı su, hem temizdir, hem de temizleyicidir. + Yine bir kimse abdest aldıktan sonra aynı mecliste daha abdesti bozulmadan ve o +abdestle bir ibadet yapmadan tekrar abdest alırsa, biriken su temizdir, temizleyicidir. +İçinde temiz bir kabın veya temiz bir çamaşırın yıkandığı su da böyledir. Çünkü bu sularla +ne maddî ne de hükmî bir temizlik yapılmıştı. Ancak böyle kullanılmış sulardan insan +tiksinir; sağlık bakımından da zararlı olmaları düşünülür. Zaruret olmadıkça bu gibi sular +içilmez, yemeklerde kullanılmaz. Bunlarla abdest ve boy abdesti alınmaz. + 50- Bir mutlak (tabiî) suya kullanılmış (müstamel) su karıştığı zaman bakılır: Eğer asıl +temiz su, karışan (müstamel) sudan iki kat fazla ise, onunla hükmî necaset (abdestsizlik) +giderilebilir. Durum aksine olursa, karıştırılan müstamel (kulanılmış) su asıl temiz sudan +iki kat fazla olursa, onunla abdestsizlik (hades) +giderilemez, gusül yapılamaz. Her iki suyun mikdan eşit olduğu zaman, ihtiyat olarak +hüküm yine böyledir. + + + + +Mukayyed Suların Hükümleri + 51- Yukarıda işaret edildiği üzere, mutlak sularda dıştan bir tesir bulunmayınca bunlar +içilir, yemeklerde ve bütün temizlik çeşitlerinde kullanılır, abdest veya gusül alınır. Gerek +hakîkî, gerek hükmî kirler giderilir. Mukayyed sular ise böyle değildir. Bunlarla abdest ve +boy abdesti alınmaz. Bunlarla hades denilen hükmî necaset (abdestsizlik) giderilemez. +Çünkü bu gibi temizlikler için dinimiz mutlak (tabiî) suları kullanmayı emretmiştir. +Bununla beraber mukayyed suların bazıları içilebilir, yemeklerde kullanılabilir. Yine +mukayyed sulardan yağlı ve kaygan olmayan ve sıkılmakla akıp gidenlerle hakikî +necasetler (pislikler) giderilebilir. + 52- Mutlak sular, içlerine düşecek bazı şeylerden dolayı temizliklerini yitireceği gibi, +mukayyed sular da yitirir. Bu halde her iki su da, ne hakikî ve ne de hükmî pislikleri +gidermekte kullanılabilir. Bunlarla ilgili olarak bilgi verilecektir. + + + + +Su Artıkları Hakkında Hükümler + + 53- Az ve durgun olan su artıkları şu kısımlara ayrılır: + 1) Hem temiz, hem de temizleyici olan ve kerahet taşımayan artıklar: Bunlar, ağızları +temiz olan bütün insanların, deve sığır ve koyun gibi, eti yenen evcil hayvanların, atların +ve attan veya inekten doğmuş katırların, eti yenen vahşi hayvanların, eti yenen kuşların +artıklarıdır. Bu cins hayvanların su artıkları içilir ve bu artıklarla temizlik yapılabilir. +Ağızları temiz olmayanların artıkları da temiz değildir. Şarap içen veya ağız dolusu kusan +kimselerin şarap içmelerinin veya kusmalarının hemen arkasından içtikleri suyun artığı +gibi. + 2) Kullanılmaları mekruh olan artıklar: Bunlar, kedilerin, tavukların ve atmaca, şahin, +doğan, çaylak, katal gibi yırtıcı kuşların ve pislik yemekten çekinmeyen koyun, sığır, keçi +gibi hayvanların artıklarıdır. + Başka temiz su varken bunların içilmesi ve temizlikte kullanılması tenzihen mekruhtur. +Fakat başka su bulunmayınca, bunlar içilebilir ve bunlarla temizlik yapılabilir. Bu gibi sular +varken teyemmüm yapılması caiz değildir. + 3) Kullanılmaları şüpheli olan artıklardır. Bunlar, yabanî olmayan merkeblerin ve +bunlardan doğmuş katırların artıklarıdır. Başka temiz su bulunmayınca hem abdest alınır, +hem de ihtiyat olarak teyemmüm yapılır. + Şüpheli (meşkûk) bir su ile, şüpheli olmayan bir su birbirine karışacak olsa, tartıca ağır +gelene itibar edilir. Bu iki su eşit olunca, yine ihtiyat olarak teyemmüm de edilir. + 4) Necis (pis) sayılan artıklardır. Bunlar, köpek, kurt, aslan, kaplan, domuz ve benzeri +hayvanların ve vahşi kedilerin artıklarıdır. Bunlar temizlikte kullanılamaz ve zaruret +olmadıkça da bunlar içilemez. + 54- Terler ve salyalar, ağızdan akan sular hüküm bakımından artıklar gibidir. Bu +bakımdan artığı temiz olanın, ter ve salyası da temizdir. Artığı mekruh veya şüpheli +(meşkûk) olanın, ter ve salyası da mekruh veya meşkûk (şüpheli) olur. + Artıkları temiz olmayan hayvanların terleri ve salyaları da temiz değildir. + 55- Bir arada bulunan kaplardan çoğunda temiz su ve az bir kısımda pis su bulunsa, +araştırma yapmak gerekir. Kapların hangilerinin temiz olduğu zan üstünlüğü ile tayin +edilir. Ondan sonra da, tayin edilen sulardan içilir, abdest ve gusül temizliği yapılır. Çünkü +hüküm kuvvetli olan hale göredir. Fakat temiz olmayan kaplar temizlerden daha çok veya +temizlere eşit olsa, yemekte ve içmekte kullanılmak için araştırma yapılabilir; ancak +abdest ve gusül için araştırma yapmak gerekmez. Bu sular döküldükten veya hayvanların +ihtiyacı için birbirlerine kanştırıldıktan sonra teyemmüm yapılır. + Kuyular Üzerindeki Hükümler + + 56- Kuyular, suları ne kadar çok olursa olsun, yüzeyleri yüz arşın (takriben altmış beş) +metrekareye ulaşmadıkça yahut daima akıp giden bir su yolu üzerinde bulunmadıkça +küçük sular (küçük havuzlar) hükmündedirier. Bu esasa göre, içlerine düşecek şeylerden +dolayı haklarında aşağıdaki hükümler uygulanır. + 57- Üzerlerinde pislik bulunmadığı bilinen insan veya eti yenen koyun ve deve benzeri +hayvanların içlerine düşüp de diri olarak çıkmış oldukları kuyuların suyu pis olmaz. + Yine katırın ve merkebin, atmaca, şahin, çaylak gibi yırtıcı kuşların, köpek, kurt, +kaplan benzeri canavarların içine düşüp de diri olarak çıktıkları kuyuların da suyu pis +olmaz; ancak ağızlarının salyasının düştükleri suya bulaşmaması lazım. Bulaştığı takdirde +su, salyanın hükmüne bağlıdır. Hayvanın salyası temiz ise, artığı gibi su da temizdir (*). +Salyası pis ise, su da pis olur. Bu durum daha önce bildirilmişti. + 58- Bir kuyunun içine fare, serçe veya bunlardan birinin büyüklüğünde başka bir +hayvan düşüp ölse, o hayvan henüz şişmemişse, bu hayvan kuyudan çıkarıldıktan sonra +yirmi kova su kuyudan çekilip dökülür. Bu miktar suyun çıkarılması vacibdir. Bu mikdar +su çıkarılmadıkça kuyunun suyu temiz olmaz. Böyle bir kuyudan otuz kova çıkarılması +müstahab olur. + 59- Bir kuyunun içine kedi, tavuk, güvercin veya bunlardan biri büyüklüğünde başka +bir hayvan düşüp ölse de, henüz şişmeden çıkarılsa, o kuyudan kırk kova su çekilir ki, bu +mikdar su çıkarmak vacibdir. Elli veya altmış kova su çıkarılması müstahab olur. + 60- Bir kuyunun suyuna, bir damla dahi olsa, kan, şarab, sidik gibi akıcı bir pislik +karışsa, o su pis olur. Yine bir kuyunun içine domuz düşse yahut koyun, keçi ve bunlar +büyüklüğünde bir hayvan düşüp öldükten sonra şişmiş olsa, yahut serçe ve fare +büyüklüğünde küçük bir hayvan düşüp ölerek dağılsa veya tüyleri dökülse, o kuyunun +dibinde bir kova su kalmayacak şekilde suyunun tümünü çıkarmak icab eder. Ancak +kuyunun suyu çok olup devamlı olarak kaynamakta ise, iki yüz kova su çekmek yeterlidir; +bu vacibdir. Üç yüz kova çıkarılması müstahabdır. Daha sağlamı, kuyunun içindeki su +mikdarının kaç kova olduğu hesaplanarak o mikdar suyun çıkarılmasıdır. Bazı alimlere +göre fetva, bu şekilde işlem yapmaktır. + 61- Bir kedi köpekten korkarak yahut bir fare kediden veya bir koyun kurttan korkarak +kaçıp da ölmeyecek şekilde kuyuya düşse, kuyunun bütün suyu pis sayılır. Çünkü bu +hallerde hayvanların işemiş olmaları ihtimali kuvvetlidir. Fakat geçerli sayılan diğer bir +görüşe göre, bu halde kuyu pis olmuş sayılmaz. Zaruret bakımından bu hal +bağışlanmıştır. + 62- Tavuktan çıkan taze bir yumurtanın ve yeni doğmuş bir kuzunun içine düştüğü su +pis olmaz; ancak bunların üzerinde pislik bulunduğu bilinirse, su pis olur. + 63- Tercih edilen görüşe göre, bir kuyuya devenin, koyunun, keçinin, atın, katırın, +merkebin, sığırın ve mandanın tersleri düşmekle o kuyunun suyu pis olmaz. Bu terslerin +yaş yahut kuru, sağlam veya kırık olması arasında fark yoktur. Çünkü bunlardan +korunmak çok zordur. Hele kırlardaki kuyularda bunlardan korunmak daha güçtür. Ancak +kuyuya düşen bu pislik parçaları adet itibariyle çoğumsanıyorsa yahut her su çekilen +kovada en az bir ve iki parça görülürse, o zaman su temizliğini kaybetmiş olur. Bununla +beraber daha güvenilir bir görüşe göre zaruret esas alınır. Şöyle ki: Evlerdeki kuyuları bu +pisliklerden korumak güç olmadığı için, kuyuya düşmeleri halinde böyle kuyular pisleşir. +Fakat kırlardaki kuyuları korumak güç olduğundan bu pislikler o kuyuları temizlikten +çıkarmaz. + 64- Kaz, tavuk, ördek gibi hayvanların tersleri suyu bozar. Onun için içine düştükleri +kuyunun bütün suyunu boşaltmak gerekir. Çünkü bunların pislikleri galiz (ağır) +necasettir. + 65- Güvercin ve serçe gibi eti yenen kuşların tersleri, kuyularda ve kaplarda olan suları +bozmaz. Eti yenmeyen kuşların tersleri de suyu bozmaz. (İmam Şafiî'ye göre bunların +tersleri suyu bozar.) + 66- İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, yırtıcı kuşların tersleri +kuyuların suyunu bozmaz; çünkü bunlardan kuyuları korumak güçtür. Mikdarları çok + olmadıkça elbiseyi pis yapmazlar. Suyun vasıflarını bozmadıkça; çok olan suları da +temizlikten çıkarmazlar. Fakat kaplardaki sular bozulmuş olur; çünkü bu kabları korumak +mümkündür. + 67- Bir kuyuda lâşeden (ölü hayvan kalıntısından) başka bir pislik görülse, pislik +görüldüğü andan itibaren o kuyunun suyu pis sayılır. Artık o sudan abdest alınmaz, başka +temizlik işinde de kullanılmaz. Su kuyusunda fare veya kedi ölüsü gibi bir lâşe görüldüğü +zaman, eğer düşüş zamanı biliniyorsa, o vakitten itibaren kuyunun suyu pis sayılır. Fakat +lâşenin kuyuya düştüğü zaman bilinmez de, kuyudaki ölü hayvan şişmiş, dağılmış veya +tüyleri dökülmüşse, o kuyu üç gün ve üç geceden itibaren pislenmiş sayılır. Eğer kuyuda +bulunan ölü hayvan şişmemiş, dağılmamış veya tüyleri dökülmemiş ise, bir gün ve bir +geceden itibaren ihtiyaten o kuyu pis kabul edilir. Bu esasa göre o müddetler içinde +alınan abdestler ve gusüller sahih olmamış demektir. Bunlarla kılınmış olan namazların +kazası lazım gelir. Aynı zamanda bu sularla yıkanmış olan pis elbiselerin tekrar +yıkanmaları gerekir. Fakat o sularla pis olmayan çamaşırlar yıkanmışsa, onları tekrar +yıkamak gerekmez. Bütün bunlar, "kesinlikle bilinen şey, şübhe ile gerçekliğini +kaybetmez" kuralına dayanmaktadır. + Bu mesele İmamı Azam'a göredir. İmameyn'e (Ebû Yusuf ve Muhammed'e) göre eğer +inceleme sonunda kuyuda bulunan ölü hayvanın ne zaman kuyuya düştüğü +anlaşılamazsa, görüldüğü andan itibaren kuyunun pis olduğu kabul edilir. Ondan önce +kılınan namazlar kaza edilmez ve yıkanan çamaşırlar tekrar yıkanmaz. O ölü hayvan +dışardan bir rüzgarla yahut başka bir sebeble kuyuya henüz düşmüş olabilir. Meydana +gelen bir olayın en yakın zamana nisbet edilmesi esastır. + 68- Pislenmiş bir kuyunun içinde bulunan sular kuruyup çekildikten sonra, tekrar suyu +gelmeye başlasa, kuyu temizlenmiş sayılır; çünkü bu şekilde çekilip kaybolan pislik geri +gelmez. + 69- Kuyuların suyunu boşaltmada kullanılacak kovalar, orta büyüklükteki kovalardır. +Bazı alimlere göre, yaklaşık olarak 5 kg. (1400 dirhem) su alacak büyüklükte olmalıdır. +Bu kovaların tam ağızlarına kadar dolması gerekmez. Suyu pislenen kuyudan tayin edilen +mikdar su çekilince, kuyunun geri kalan suyu da, çamurları ve taşları da, kova ile kovanın +ipi de, kovayı çekenin elleri de temizlenmiş olur. Çünkü bunların temizliği, kuyunun +temizliğine bağlıdır. Bir kuyudan çekilmesi icab eden suyu bir günde çekmek şart değildir, +ayrı günlerde çekilerek gereken mikdar tamamlanabilir. + 70- Akıcı kanı bulunmayan balık, çekirge, kurbağa, sinek, küçük yılan, akreb, su +köpeği ve su hınzırı gibi hayvanların suda yahut başka bir sıvı içinde ölmesi ile o su pis +olmaz. Böyle bir su ile abdest alınabilir. + 71- Az su hükmünde olan bir su içine, az dahi olsa pislik düşmekle o su pis olur. Fakat +bir oluktan akmakta olan su, bir ölü hayvan leşine (karada yaşayan ve kanı olan bir +hayvan ölüsüne) veya başka bir pisliğe dokunup geçerse hemen pis olur mu? Bu konuda +duruma bakılır. Şöyle ki: Suyun tamamı veya çoğu o pisliğin üzerine uğrarsa, su +pislenmiş olur. Ancak üzerine suyun uğradığı pislik tamamen dağılarak eseri görülmez bir +hale gelmiş olursa,o zaman su pislenmiş olmaz, temiz sayılır. + Yine suyun az bir kısmı böyle bir pisliğe uğrasa, yine su temizliğini kaybetmiş olmaz. +Ancak suyun dokunduğu pislikten suda bir iz kalmış olursa, temizlikten çıkar. + 72- Pisliğin üç vasfından biri (renk, koku ve tad) kuyunun suyuna geçmeyecek şekilde, +kuyu ile tuvalet arasında mesafe bulunsa, o kuyunun suyu pis sayılmaz (**). Fakat pisliğin +üç vasfından biri suya geçmiş olursa, kuyu pis olur. Tuvaletle kuyu arasında bulunan +mesafe uzak bile olsa, yine bu durumda kuyunun suyu pis sayılır. + +(*) Bütün bu bahisde sözü geçen temizlikten din bakımından ibadetlerin yapılmasına engel olan hades ve +habesin giderilmesinin kasdedildiğini, yoksa tıbbî ve fennî temizlik kasdedilmediğini önemle kaydetmek +gerekir. +(**) 57. paragrafın dipnotuna bakınız. (Yukarıdaki * dipnottur.) + Din Yönünden Temiz Sayılan Şeyler + + 73- Aslen bütün yeryüzü, bütün madenler, bütün sular, bütün otlar, ağaçlar, çiçekler +ve meyvalar, domuzdan başka hayvanların üzerlerinde pislik olmamak şartı ile +bedenlerinin dışı temizdir. Bunların dokunması ile elbiseler pislenmiş olmaz. Domuzun +sadece kılları, zaruret dolayısıyle badana yapmak ve ayakkabı dikmek için kullanılabilir. +Bunlarla yapılan badana ve dikilen ayakkakbı pis sayılmaz. + Yine bir su kovası, domuz kılları ile yapılmış olan bir fırça ile boyanmış olur da, boya +kuruyarak suda boyadan bir iz kalmazsa, yine kova temiz sayılır; onunla kuyudan su +çıkarılabilir. O kıllardan az bir mikdar suya düşse de, su bozulmuş olmaz. Bu hüküm +İmam Muhammed'e göredir. Tercih edilen de bu görüştür. İmam Ebû Yusuf'a göre, bu +kıllar içine düştüğü suyu bozar. Çünkü bu kılların kullanılışı bir zaruret sebebiyle caiz +görülmüştür. Bunların su içine düşmeleri zaruret dışında kalır. Bu kılların fırça olarak +kullanılmaları da hoş görülmemektedir. Bunların yerine kullanılacak başka bir şey +bulunduğu zaman, kullanılmamaları şübhesiz ki daha iyidir. + Şunu da belirtelim ki, bir şeyin temiz sayılması, onun yenip içilmesinin helal olmasını +gerektirmez. Nice zehirli sular ve nice sarhoşluk veren otlar vardır ki, bunlar temiz +oldukları halde yenip içilmeleri haram bulunmaktadır. + (Malikî'lere göre, köpek ile domuz dahil, her canlı hayvanın bedeni temizdir.) + 74- Domuzdan başka olarak boğazlanıp kanları akıtılan bütün hayvanların deri, ciğer, +yürek, dalak ve damarları ile etleri arasında kalıp akmayan kanları temizdir. Bu +boğazlamanın din usulüne göre yapılmış olması görüşü daha kuvvetlidir. Bit, pire ve tahta +kurusu kanları da böylece pis değildir. + 75- Su içinde yaşayan hayvanlardan suda ölen balıklar ve diğer hayvanlar temizdir. +Bununla beraber bu deniz hayvanlarından bir kısmının yenmesi haramdır. Sekizinci kitaba +bakılsın. + 76- Domuzdan başka olan hayvanların, boynuz, tırnak, kemik, kıl ve tüyleri gibi +içlerine kan girmeyen organları ve tabaklanan derileri hayvanların ölümleriyle pis olmaz. +Sahih olan görüşe g��re, sinirleri temiz değildir. Çünkü bunlarda acı duyacak kadar bir +canlılık bulunmuştur. + 77- Misk kedisi temizdir, yenmesi de helaldir. Miskin göbeği de temizdir. Zibad denilen +yağ da temizdir. + 78- Henüz ot yememiş süt kuzularının kursakları temizdir. Bunlar ister boğazlansın, +ister boğazlanmasınlar, bunlardan peynir mayası yapılabilir. + 79- Tavuğun ölümünden sonra çıkan yumurta temizdir, yenebilir. Ölmüş bir koyunun +memesinden çıkan süt de temizdir. Bu süt İmamı Azam'a göre içilebilir, iki İmama (Ebû +Yusuf ve Muhammed'e) göre süt temiz ise de memenin pis olmasından dolayı içilmez. + 80- Kokmuş et, ekşimiş yemek, acılaşmış yağ, kokup kurtlanmış et veya peynir bu +durumda temizliğini kaybetmiş olmaz. Fakat bunların zararlı olmaları itibariyle yenmeleri +uygun olmaz. + 81- Ev kedilerinin sidiği, dokunduğu kapları ve içine düştüğü suyu pisleştirir. Bir +zaruret olduğu için elbiselere dokunması ile elbise pis sayılmaz. + Yine farelerin de sidiği suları temizlikten çıkarır. Ancak yenecek ve içilecek şeylere az +mikdarda dokunan fare sidikleri ve tersleri, yiyecek ve içeceklerde tadları belirmeyince +bağışlanmıştır. Çünkü bunlardan korunmak zordur. Diğer bir görüşe göre, hem kedinin +hem de farenin sidikleri suları da bozar, elbiseleri de bozar. Bunun için ihtiyat yolunu +seçmelidir. + 82- İğne ucu yahut iğne deliği kadar küçük olan sidik serpintileri bir bedene yahut bir +yere veya elbiseye sıçrarsa o yerler pis sayılmaz. Fakat böylece suya sıçrayan olursa, bu +bağışlanmaz; durgun ve az olan suyu pisletir. Çünkü bu gibi sıçrantılardan suyu korumak +kolaydır. + 83- Akar veya durgun bir halde olan suya pisliğin düşmesinden dolayı sıçrayan +damlalar temizdir. Ancak damlalarda pislik izi olursa, o zaman pis sayılırlar. + 84- Heladan, ahırdan ve hamamdan çıkan buharların oluşturduğu su damlaları temiz +sayılır. Fakat pis sayılan bir şeyden sıkılarak çıkarılan sıvılar temiz değildir. + 85- Caddelerin gerek sert ve gerek yumuşak olan çamurları, pislikten arı olmasa da +temiz sayılır. Elbiseye sıçrayan böyle çamurun tümünün pis olduğu belli değilse, bu elbise +ile namaz kılmak sahihdir. + 86- Bir cenazenin üzerinde pislik yoksa, onun yıkanması halinde meydana gelen +yıkantı temizdir, namaza engel olmaz. Fakat ölü üzerinde pislik varsa, o halde yıkantısı da +pistir; ancak yıkama işi ile uğraşılırken sıçrantılardan korunmak güç olduğu için bunlar +bağışlanmıştır. + 87- Necaset yıkantısı da pistir. Temizlenmesi üç kez yıkamakla olan şeylerin dördüncü +kez yıkantısı temiz olur. + 88- Pis yerler üzerinden esip gelen bir rüzgarın dokunduğu elbise ve kumaşlar pis +olmaz. Ancak elbise veya kumaşlarda pislik eseri görülürse o zaman pislenmiş sayılırlar. + 89- Ancak sıkılmak suretiyle damlayabilecek kadar ıslak olan bir bohçaya temiz +elbiseler sarılır da, bu elbiselerde pislik eseri görülmezse, elbiseler temiz sayılır. + Yine kurumuş halde bulunan pis bir yer üzerine serilen çamaşırda pislik eseri +bulunmazsa, o çamaşırın ıslaklığı pis yer üzerinde görülse bile pislenmiş olmaz. + 90- Bir kimse pis bir yatak veya pis bir yer üzerine yatıp uyumuş olsa, adam pislenmiş +sayılmaz. Ancak terinden veya ayağındaki bir yaşlıktan dolayı pisliğin eseri elbisesinde +veya bedeninde görülürse, bu pisliklerin yıkanması gerekir. + 91- Keçi ve koyun benzeri hayvanların memesine yapışmış olan pisliklerin sağılan süt +içine düşmesiyle süt pis olur. Fakat süt sağılırken sütün içine kuru olarak düşen bir iki +parça pislik henüz dağılmadan hemen çıkarılıp atılırsa ve sütte de bir iz bırakmazsa, o süt +temizdir. Bu mikdar bağışlanmıştır; çünkü bundan korunmak güçtür. + + + + +Din Yönünden Temiz Sayılmayan Şeyler + + 92- Maddeleri bakımından dinde temiz sayılmayan şeyler, namaza engel olan +mikdarları bakımından iki kısma ayrılır: Ağır pislik ve Hafif pislik. + Ağır pislikler şunlardır: + 1) İnsanların sidikleri, tersleri, menileri, idrardan sonra gelen vedîleri (kalın akıntı) ve +şehevî bir istekten sonra gelen mezîleri, ağız dolusu kusuntuları, organlardan çıkıp akan +kanları ve bedenlerinden kesilip düşen et ve deri parçaları... + Kadınlara ait adet ve lohusalık kanları ile, devamlı bir şekilde gelen istihaze kanları da +bu ağır necasetler kısmına girer. + (Şafiî ve Hanbelîlere göre menî temizdir.) + 2) Eti yenmeyen hayvanların sidikleri, ağızlarından gelen salyaları, akan kanları ve +kuşlardan başka bütün hayvanların tersleri... + Yarasanın sidiğinden ve tersinden sakınmak mümkün görülmediği için temiz sayılır. + 3) Eti yenen hayvanlardan tavuk, kaz ve ördeklerin tersleri... + 4) Lâşeler (ölü hayvanlar): Karada yaşayan ve boğazlanmaksızın ölen yahut din +kurallarına uyulmaksızın kesilen kanlı hayvanlar ve bunların tabaklanmamış derileri... İşte +bu gibi hayvanlara Meyte (lâşe) denilir. Kaz ve ördek ölüleri de böyledir. + (Malikîlere göre, ölü hayvanın eti pis olduğu gibi, derisi, kemiği, sinirleri de temiz +değildir. Kılları ve yünleri ise temizdir. Şafiîlere göre ise, ölü hayvanın tüylerine ve +kıllarına, tımaklarına varıncaya kadar bütün cüzleri pistir. Çünkü bu cüzlerin hepsine +canlılığın geçişi vardır.) + 5) Şarab ittifakla ve diğer sarhoşluk veren içkiler çoğunluk görüşü ile pistir. Çünkü +bunların hepsi akla ve sağlığa zararlıdır. Hepsi dince yasak şeylerdir. Bunlardan kaçınmak +dince istenmektedir. Bunlara yasağın konması ve bunlardan nefret edilmesi de bu +hikmete bağlıdır. Hele ibadetlerde temizliğe ve paklığa riayet edilip ihtiyatlı davranmak en +önemli işlerdendir. İbadetlerin tam bir temizlik içinde Allah'ın emrine uyularak yapılması +farzdır. + (Şafiî Mezhebine göre de, sarhoşluk veren bütün içkiler, az olsun veya çok olsun temiz + değildir.) + Hafif Olan Pislikler + 1) Atların ve eti yenen koyun, geyik gibi ehlî hayvanların ve yabanî hayvanların +sidikleri hafif pisliktir. Bu hayvanların tersleri İmam Azam'a göre ağır pisliktir. İmam Ebû +Yusuf ile İmam Muhammed'e göre ise hafif pisliktir. Fetva, bu iki imama göredir. +Katırlarla merkeblerin tersleri hakkında da ihtilaf vardır. + 2) Etleri yenmeyen hayvanlardan atmaca, çaylak ve kartal gibi havada pisleyen +kuşların tersleri... + 3) Her hayvanın karaciğerine bağlı olan öd kesesi ve işkembesi, tersinin hükmüne +bağlıdır. Koyunun tersi hafif olduğu gibi, onun öd kesesi ve işkembesi de hafif pisliktir. + + + + +Temiz Olmayan Şeylerin Hükümleri + + 93- Temiz olmayan şeyler: Gerek ağır olsun, gerek hafif olsun, maddî şeyleri kirletmek +hususunda eşittirler. Bu yönden pislikler ağır ve hafif kısımlarına ayrılmaz. Ancak +namazın sahih olmasına engel olmak veya olmamak bakımından bu iki kısım esas +alınarak aşağıdaki hükümler uygulanır. + 94- Ağır necaset sayılan bir şeyin: Katı ise üç gramdan, sıvı ise el ayasından daha +geniş olan miktarı, giderilmesi mümkün olunca, namazın sıhhatine engel olur. Bu anılan +ve ondan daha az olan miktarlar ise az necasettir, namazın sıhhatine engel olmaz; +bağışlanmış sayılır. + Buna göre namaz kılanın elbisesinde veya ayaklarını basıp namaz kıldığı yerde, +yaklaşık olarak üç gramdan çok katı olan ağır pislik bulunursa, onun namazı sahih olmaz. +Secde ettiği yere gelince, bu hususda İmam Azam'dan iki rivayet vardır. İmam +Muhammed'e göre, burada aynı mikdar necaset sebebiyle namaz sahih olmaz. Fakat +İmam Ebû Yusuf'a göre sahih olur. + 95- Hafif pisliğe gelince: Bunların bulaştığı beden organlarının ve elbiselerin dörtte +birinden azı namaza engel olmaz. Bu az mikdar sayıldığı için bağışlanmıştır. Bu +mikdardan fazla olan pislikleri gidermek mümkün olduğu zaman, namazın sıhhatına engel +olurlar. + Yine: Bir meste bulaşan böyle hafif bir pislik, mestin topuklardan aşağı olan kısmının +dörtte birinden az ise, bağışlanır; fazla ise bağışlanmayıp namaza engel olur. + İmam Ebû Yusuf'a göre, enine ve boyuna yalnız bir karış mikdarı bulaşması +bağışlanmıştır. Bedenin ve elbisenin bundan fazlasına bulaşması namaza engel olur. +Bununla beraber imkan olunca, bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin, pislik çok az +bile olsa, temizlenmesi bir fazilettir. Bir pisliğin az bir mikdarı ile namaz kılınması sahih +ise de keraheti vardır. Bunu gidermeden namaz kılmamalıdır. + + + + +Temizleme Yolları + + 96- Pis olan eşyayı temizlemek için, cinslerine göre değişik yollar vardır. Temizleme +yolunun başlıcası su ile yıkamak ve kaynatmak usulüdür. + Diğerleri, silmek, kazımak, ovalamak ve yakmak suretiyle temizlemedir. Bunları +sırasıyla anlatıyoruz: + 1) Su İle Yıkayarak Temizleme + Hades (Hükmen necaset) denilen abdestsizlik, cünüblük ile hayız ve nifas halleri, her +çeşit temiz mutlak sularla giderilir. Bu sulardan bulunmayınca abdestsizlik gibi, hades + halleri teyemmümle giderilir, ileride açıklanacaktır. + Hubus (hakikî necaset) denilen pislikler de temiz olan mutlak ve mukayyed sularla +temizlenir. + Örnek: Maddî bir pislik, yağmur, dere ve deniz sularıyla giderilebildiği gibi, çiçek suları +ile, meyve ve sebzelerden çıkan sularla ve içinde nohut veya mercimek gibi şeyler +ıslatılmış sularla da giderilebilir. Fakat temiz olmayan sularla, yağlı ve yapışkan sıvılarla, +akıcılık ve incelik vasfını kaybeden sularla pislikler giderilmez. + Görünür halde olan pislikler, izleri (renk, koku ve maddeleri) giderilinceye kadar su ile +yıkamakla temiz olurlar. Bir defa yıkamakla tamamen pislik giderilmiş olursa, sahih olan +görüşe göre, bir daha yıkanması gerekmez. Eğer pisliğin rengi, bulaştığı yerden +kaybolmayacak halde ise, o eşya, kendisinden bembeyaz su akıncaya kadar yıkanır. Pis +boya ile boyanmış elbise ve kaplar gibi... + Görülemeyen bir pisliğin bulaşmış olduğu eşya, bir kap içine konarak üç kez yıkanır ve +her defasında sıkılmakla temiz olur. Sıkmak, yıkayıcının kuvvetine göre olur. Son +sıkmada, hiç su damlamayacak şekilde sıkmak gerekir. Böylece hem yıkanan şey; hem +yıkayıcının eli, hem de kullanılan kap temizlenmiş olur. Başka başka kaplarda pis eşya +yıkanmış olursa, birinci kap üç kez, ikinci kap iki kez ve üçüncü kap da bir kez +yıkanmakla temizlenmiş olur. + Köpeğin yaladığı bir kap da, üç kez yıkanmakla temizlenir. Bununla beraber pis şeyin +koku ve tadı kalmamalıdır. Ancak kokusunun giderilmesi mümkün olmazsa, o zaman +koku eserinin bulunması bağışlanır. + Pis olan bir şeyi su ile yıkamak hususunda akar su, durgun su ile kap içinde yıkamak +veya kap içinde yıkamamak bakımından bir fark yoktur. Yeter ki su berrak bir duruma +gelsin. Bu yıkamada sıcak su veya sabun gibi temizleyici maddelerin kullanılması şart +değildir, güçlük olmadığı zaman bunların kullanılması tercih edilir. + Keçe ve benzeri, sıkılmaları mümkün olmayan pis eşyalar kap içinde üç defa yıkanır ve +her yıkayışta pis eşyanın suyu süzülür ve damlaları kesilinceye kadar bırakılmış olursa, +temizlenmiş sayılır. Fazla kurutulması gerekmez. Böyle bir eşya akarsu içine bırakılırsa +veya üzerine sular dökülerek yıkanırsa, onda pislik izi kalmayınca temiz olur. Ayrıca sıkılıp +kurutulmasına ve tekrar tekrar suya sokulmasına gerek yoktur. + Pis olan bir kına ile boyanan bir organ üç kez yıkanmakla temiz olur. Kınanın organ +üzerinde kalan rengi bir zarar vermez. Bir organa değen kan ve benzeri bir maddeyi üç +kez yalayıp tükürmekle izi giderilmiş olursa, hem organ ve hem de yalayanın ağzı temiz +olur. + Topraktan yapılarak ateşte pişirilen kaplar pisleşince, her defasında damlaları +kesilinceye kadar suyu sıktırılmak şartı ile üç kez yıkanır. Bir görüşe göre, bu gibi kapların +yenisi ateş alevine tutulmakla temizlenir. + Tahtadan yahut topraktan yapılmış yeni kaplar pisleşince, üç kez yıkanır ve her +defasında kurutulur. Pisliğin rengi ve kokusu tamamen gidince bu eşya temiz olur. Çünkü +bu eşyaların o pisliği emmiş olmaları düşünülebilir. + İçine murdar bir şey düşmüş olan zeytinyağı ve benzeri bir yiyecek, bir kap içinde +üzerine üç defa su döküldükten sonra çalkalanır ve her defasında suyu süzülerek yiyecek +madde alınırsa, temizlenmiş olur. + Temiz olmayan bir su içinde kalarak şişen buğday ve arpa gibi şeyler üç defa temiz +suda ıslatılır ve her defasında kurutulup suyu çekildikten sonra temizlenmiş olur. + Görülmeyen bir pislik, bedenin veya çamaşırın hangi tarafına dokunmuş olduğu +bilinmez yahut unutulmuş olursa, o bedenin veya çamaşırın bir tarafı yıkanınca, sahih +olan görüşe göre, her tarafı temizlenmiş sayılır. Fakat bedenin veya çamaşırın tümünü +yıkamak daha uygun düşer. + Üzerinde necaset veya meni bulan kimse, bunun ne zaman bulaştığını bilemezse, +necaset için son abdest bozduğu, meni için de, son uyku uyuduğu zamandan itibaren +kılmış olduğu namazları tekrar kılar. + Bir çeşmenin su boruları pislenmiş olsa, içinde akacak temiz su ile borularda necasetin +izi kalmadığı anlaşıldığı anda temizlenmiş olur. + 2) Suda Kaynatma ile Temizleme + İçine pis bir şey karışan ve yüzeyi 65 metre kareden küçük olan süt, pekmez ve bal +gibi sıvı şeyler, asıl mikdarlarına düşünceye kadar temiz su ile kaynatılır. Üçüncü ameliye + yapılmakla bunlar temizlenmiş olur. Çünkü böyle yapmakla temiz olmayan şeyin aslında +bir değişiklik meydana gelir. + Usulüne göre boğazlandıktan sonra, henüz bağırsakları çıkarılmadan, tüylerini yolmak +için kaynar suya atılmış olan tavuk ve benzeri hayvan pislenmiş olur; artık temizlenmez. +Çünkü pis suyu içine çekmiş olur. Onun için böyle bir hayvan kesildikten sonra, +üzerindeki akar kanını, hem de içini çıkardıktan ve yıkadıktan sonra kaynar suya +atmalıdır. İşkembe de yıkanıp temizlenmeden önce kaynar suya atılırsa bir daha temiz +olmaz. Fakat henüz kaynar hale gelmemiş suya atılıp çıkarılırsa, temiz su ile yıkanarak +temizlenmiş olur. Kaynar suyu içine daha çekmeden hemen sudan çıkarılırsa yine yalnız +yıkamakla temiz olur. + 3) Ateşe Sokmak Yolu İle Temizleme + Pis su verilen bir bıçağın hem içi, hem de dışı pis olur. Bu durumda onun dışı +yıkanmakla veya temiz bir bezle silinmekle temizlenir. Artık o bıçakla karpuz ve et gibi +yiyecekler kesilip yenebilir. Fakat bu halde bıçağın sadece dışı temiz olduğundan üzerinde +onu taşıyanın namazı sahih olmaz; çünkü iç kısmı pistir. İç kısmının temizlenmesi için +ateşin içine konur ve üç kez veya bir kez ona temiz su verilir. + Pis çamurdan yapılan testi ve çanak gibi şeyler, ateşte pişip onlarda pislik eseri +kalmayınca temizlenmiş olur. +Boğazlanmış bir hayvanın kellesi üzerinde veya herhangi bir maden parçası üzerinde +bulunan kanlar, ateşe sokulup kaybolmakla o şeyler temizlenmiş olur. + İçlerine yaş pislik dokunmuş olan fırınlar ve tandırlar, içlerinde yanan ateşle +temizlenmiş olurlar. Artık onlarda ekmek pişirilebilir. + 4) Silmek Yolu ile Temizleme + Bıçak, cam, abanos, cilalı tahta, düz mermer ve tepsi gibi şeyler, kuru veya yaş pislikle +kirlenirlerse, yaş bir bezle veya süngerle veya toprakla veya yaprak benzeri birşeyle +silinirler de, pisliğin izi kalmadığına kanaat getirilirse, bunlar temizlenmiş olur. Buna göre +kana bulaşmış sonra da temiz bir bezle veya toprakla tamamen silinmiş olan bıçağın veya +kılıcın taşınması ile namaz bozulmaz. + 5) Kazımak ve Ovalamak Yolu İle Temizleme + Pisliği emmeyecek bir halde olan mest ve ayakkabı benzeri şeylere, hayvan tersi gibi +görünür bir necaset dokununca, su ile temizlenebilir. Ayrıca bıçak ve benzeri şeylerle +kazımakla ve yere sürüp ovalamakla da temizlenir. Fakat sidik gibi görünmeyen necaseti +ancak yıkamakla temizlemek mümkündür. Elbiseye ve bedene dokunan pisliği de kazımak +veya toprağa sürmek yeterli değildir, bunu yıkamak gerekir. + İnsanların kurumuş olan menileri ovalamakla temizlenebilir. + Dokunmuş olduğu elbise astarlı olsa da, yine ovalamak yeterlidir. Fakat yaş halde olan +meniyi mutlaka su ile yıkamak gerekir. Bununla beraber elbiseye dokunup kurumuş olan +bir meni, ovalanmakla temizlendikten sonra, o elbise ile namaz kılınabilirse de, o yer +sonra ıslanmış olsa, sahih kabul edilen görüşe göre pislik hali geri döner; onu tekrar +kurutup ovalamak veya yıkamak gerekir. + Pislenen bir çukur veya kuyu, artık pisliğin bulaşmadığı inancına varılıncaya kadar +çevresinden kazınmakla temiz olur. + 6) Kurumak ve Toprak Sermekle Temizleme + Yeryüzü ve yeryüzünde temelli olan herhangi bir şey pislenince kuruyarak temizlenir. +Şöyle ki: Pis olan bir yer parçası, güneş, rüzgar ve ateşle kuruyup üzerindeki pisliğin izi +kalmazsa, temizlenmiş olur. Böyle bir yer üzerinde namaz kılınabilir, fakat bu toprakla +teyemmüm yapılamaz. Çünkü böyle bir toprak temiz ise de temizleyici değildir. + Yerde sabit bulunan ot, ağaç, döşenmiş taş, tuğla ve kiremit benzeri şeyler de bunlara +dokunan pisliğin izi kalmamak üzere kurumakla temizlenmiş olur. Fakat yerde sabit +olmayıp koparılmış veya çıkarılmış bulunan otlar, ağaçlar, taşlar, tuğlalar, kerpiçler ve +benzeri şeyler, kendilerinde pislik eseri kalmadığı inancına varıncaya kadar su ile +yıkanmakla temizlenirler; kurumakla temiz sayılmazlar. Ancak cilalı olmayan sert ve katı +olan taşlar, yerden ayrılmış olsalar bile, kurumakla temizlenirler; değirmen taşları gibi. +Çünkü bunlar pisliği içlerine çektiğinden yeryüzü hükmündedirler. + Pis olan bir yer parçası, pisliğin izi kalmayıncaya kadar üzerine su akıtılmakla veya +pisliğin kokusu kalmayacak derecede üzerine temiz toprak sermekle temizlenir. + 7) Suyun Akması veya Kaybolması Yolu ile Temizleme + İçine pislik düşmüş olan küçük bir su, bir havuz ve su dolu bir hamam kurnası, bir +taraftan veya üstündeki musluktan temiz su gelip akıp gitmekle, pisliğin eseri kalmamışsa +temiz olur. Bu bir akar su hükmünde olur. Fakat gelen suyun havuz altından akıp gitmesi +yeterli değildir. + Pis olan bir kuyunun suyu çekilip kaybolunca o kuyu temizlenmiş olur. Bundan sonra +gelen suyu pis olmaz. Çünkü giden pislik artık geri dönmez. + 8) Hal Değişme (İstihale) Yolu ile Temizleme + Pis olan bir madde temiz olan bir madde haline dönüşürse temiz olur. Örnek: Bir +merkeb veya bir domuz, diri veya ölü olarak tuzlaya düşüp de tuz haline gelse temiz +sayılır. + Yine bir yığın gübre toprak kesilse, tezek yanıp kül olsa, şarab sirkeye dönse, misk +ahusunun kanı miske dönse bunlar temizlenmiş olurlar. Pis bir toprak altüst edilmekle, +pis bir zeytinyağı sabun haline getirilmekle temizlenmiş olur. + Bir şıra veya şarab, içine herhangi bir pislik düşüp dağıldıktan sonra sirke yapılmakla +temizlenmiş olmaz. Bunların içine fare düşmeside aynıdır. + Yine pis olan bir süt peynir yapılmakla veya pis bir buğday öğütülmekle veya unundan +ekmek yapmakla, pis bir susamdan yağ çıkarılmakla temiz olmaz. Çünkü bunlarda hal +değişikliği yoktur. + 9) Bazı Davranışlar Yolu İle Temizleme + Harmanda döğülen buğday ve arpa gibi yiyeceklerin bilinmeyen bir mikdarı hayvanın +kaşanmas�� ile pislendikten sonra, o pis mikdarına eşit veya daha ziyade ondan çıkarılsa, +geri kalan temiz sayılır. Çünkü bunun bütününde temizlik asıldır ve muhakkakdır. Temiz +olmayan mikdarın hangi kısımda kaldığı da şübhelidir, bilinmemektedir. Asıl olan temizlik, +şübhe ile kaybolmaz. Böyle bir buğday ve benzeri şeyler bölüşülmekle veya kısmen +yıkanmaklada temizlenmiş olur. + Yarısından azı veya bilinmeyen bir mikdarı pis olan bir pamuk yığını hallaç tarafından +tamamen atılınca temizlenmiş olur; fakat çoğunluğu pis ise temizlenmez. + 10) Boğazlama ve Tabaklama Yolu ile Temizleme + Domuzdan başka herhangi bir hayvanın derisi, meşru şekilde boğazlanmakla temiz +olur. Böyle bir hayvan derisi üzerine namaz kılınabilir. Etine gelince: Eğer eti yenen +hayvanlardan ise, eti de temiz olur. Fakat eti yenmeyen hayvanlardan ise, sahih olan +görüşe göre, eti temiz olmaz. Böyle bir etten 3 gr. kadar bir kimsenin üzerinde bulunsa, +onun namazı sahih olmaz. Boğazlanmasıyla eti temiz sayılsa bile, yenmesi caiz olmaz. +Çünkü her temiz olan şeyin yenmesi gerekmez. + Domuzdan başka her hayvanın derisi tabaklanmakla da temiz olur. İki çeşit tabak +yapılır: Biri hakikî tabaktır ki, şap, mazı, tuz ve benzeri kimyasal maddelerle yapılır. Bu +uygulama ile deriler ve postekiler koku ve rutubetten kurtulur. Diğer çeşit tabak da, +hükmen tabakdır ki, deri ve postekilere toprak serpmekle, güneşe, havaya ve rüzgara +karşı bırakmakla yapılır. İşte bu iki çeşit tabaklama usulünden biri ile işlem gören bir deri +temizlenmiş olur. Böyle bir deri üzerinde namaz kılınır, böyle bir deriden yapılmış olan bir +elbiseyi giyenin namazı da sahih olur. + Tabak yapılmakla postekilerde olan pis yaşlık kaybolur. Domuz derisi ise, bütün +eczaları ile pis olduğu için tabaklanmakla temizlenmez. + İnsan derisi, hürmet ve kerametinden dolayı tabaklanmaz. Tabaklanmakla temizlense +de, asla kullanılamaz. + Yabancı ülkelerde pis maddelerle tabaklandıkları bilinen deriler, üç defa yıkandıktan +sonra ancak onlarla namaz kılınabilir. Şübheyi gidermek için, durumları kesinlikle +bilinmeyen böyle derileri yıkamak bir ihtiyattır. + 11) İstinca (büyük abdest temizliği) ve İstibra (küçük abdest temizliği) Yolu ile +Temizleme + Kan, meni, sidik ve gaita gibi pisliklerin çıkmış oldukları yerleri temizlemek gerekir ki, +buna "İstinca" denir. Bu temizleme, avret yerlerini yabancılara göstermeksizin su ile, +yoksa küçük taşlarla yapılır. Önce taşlarla, sonra su ile yapılması daha uygundur. Fakat +kemik, kireç, kömür, tezek, bez, pamuk ve kağıt gibi şeylerle istinca mekruhtur. + Su ile istincanın sağlık yönünden yararları çoktur. Bu konuda tıb kitablarında önemli +bilgiler vardır. + İstinca yerini taşarak namazın sıhhatini engelleyecek kadar fazla olan pislikleri + yıkamak farzdır. + Erkekler idrar yaptıktan sonra, sidik sızıntısının kesilmesini beklemeleri gerekir ki, +buna "İstibra" denir. İstibra usulü her insanın bünyesine göre değişiktir. Bekleyerek, +biraz yürüyerek, ayakları hareket ettirerek ve öksürerek yapılır. İdrarın kesildiğine kanaat +hasıl olunca, istinca (su ile yıkama) yapılır. Çünkü idrar yaşlığın bulunması, idrarın +damlaması gibi abdestin sıhhatine engeldir. + İstinca'da temizliğe fazla dikkat edip idrar ve benzeri pislik eseri bırakmamaya +"İstinka" denir. İstinca'dan sonra ayağa kalkmadan temiz bir bez parçası ile veya sol el +ile kurulanmalıdır. Böylece temizlik için kullanılan suyun kalıntılarını gidermeye +çalışmalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İdrardan çok korununuz; çünkü +kabrin bütün azabı ondandır." + Bunun için idrardan son derece sakınmalı ve temizliğe dikkat etmelidir. Kadınlara +"İstibra" gerekmez. Onların bir müddet beklemeleri yeterlidir. Ondan sonra istinca edip +abdest alabilirler. + İstinca ile istibranın bazı edebleri vardır. Onlar da şunlardır: Helaya girerken +"Allah'ım! Pislikten ve pis olmaktan sana sığınırım" diye dua edilir. Helaya sol +ayakla girilir ve heladan sağ ayakla çıkılır. Helada kıbleye yönelik oturmamalı, arkayı da +kıbleye çevirmemelidir. Bunları yapmak mekruhtur. Rüzgara karşı, bir özür yokken +ayakta, karınca ve benzeri böceklerin yuvalarına, abdest ve gusül alınacak sulara işemek +mekruhtur. + Yol üzerine, mescit civarına, mezarlığa, durgun ve akarsulara, ırmak kenarlarına, ağaç +altlarına abdest bozmak da mekruhtur. İnsanların görebileceği bir yerde istibra yapılması +da edebe aykırıdır. + Helada iken konuşmamalı, din ve dünya işleri düşünülmemelidir. Avret yerine ve çıkan +pisliklere bakmamalıdır. İdrarın içine tükürülmemelidir. Oruçlu olmayan kimse istinca +ederken ayaklarını birbirinden uzak tutmaya çalışmalı ve gevşek oturmalıdır. Temizlenme +bakımından daha iyi olduğu için böyle yapmak mendubdur. + + + + +Özürlü Kimselere Ait Bazı Meseleler + + 97- Abdesti bozup da devam eden illete Özür denilir. Çoğulu A'zar gelir. Erkek olan +özür sahibine "Ma'zur" kadma da "Ma'zure" denir. + Örnek: Zaman zaman kısa fasılalarla burun kanaması, herhangi bir organdan kan çıkıp +devamlı akması, bir ağrıdan dolayı gözün irinle sulanması, meme ve kulak gibi +organlardan irin ve benzeri bir suyun akıp durması, mesaneden gayri ihtiyarı idrar çıkıp +zaman zaman devam etmesi, kendini tutamayacak şekilde ishalin bulunması veya yel +çıkması birer özürdür. Bu haller kimde bulunursa o mazur veya mazure sayılır. + 98- Bir illetin özür sayılabilmesi için bir müddet kısalığı bulunması şarttır. Şöyle ki: Bir +özür, önce abdest alınıp namaz kılınacak kadar bir zaman kesilmemek üzere tam bir +namaz vakti devam etmelidir. Sonra da her namaz vaktinde hiç olmazsa bir kez daha o +illet meydana çıkıp durmalıdır ki, bu illet sahibi özürlü sayılsın. + Mesela: Bir kimsenin burnu, bir gün öğle vaktinin başından sonuna kadar, bir abdest +ile bir namaza müsait olmamak üzere kanayıp da bu durum, sonra gelen her namaz +vaktinde bir kez olsun meydana gelecek olursa, o kimse özürlü (mazur) olmuş olur. Fakat +böyle bir özür, tam bir namaz vakti içinde bir kez olsun meydana çıkmazsa, artık özür +kesilmiştir, sahibi de özürlü olmaktan çıkmıştır. + + + + +Özrün Hükmü + 99- Özürlü olan kimse, her namaz vakti abdest alır. O vakit içinde aldığı abdestle - +abdesti bozacak bir başka şey olmadıkça- dilediği kadar farz ve nafile namaz kılabilir. +Kazaya kalmış namazları kılabilir. Vitir namazı ile bayram ve cenaze namazlarını da +kılabilir. Ancak illet devam etmelidir. + Misal: Özürlü bir kimse, sabah namazı için tam vaktinde abdest alsa, bu abdest, sabah +namazı vaktinin çıkmasına kadar devam eder. Bu vaktin çıkması (güneşin doğması) ile +son bulur. Artık vakti çıktıktan sonra o abdest ile başka namaz kılınamaz. Ancak +muvakkat bir zaman için özrü kesildikten sonra abdest almışsa ve henüz özrü de +belirmemişse, başka bozacak bir halde olmamışsa, vaktin çıkması ile abdesti bozulmuş +olmaz. + Fakat özürlü kimse, güneşin doğmasından sonra abdest almış olursa, onun abdesti +öğle vakti çıkıncaya kadar devam eder, dilediği namazları kılar. Yeter ki, kendisinden +abdesti bozan başka bir hal çıkmasın. + Sonuç: Özürlü olanların abdestleri, namaz vaktinin girmesi ile bozulmaz; vaktin +çıkması ile bozulur. Bu hüküm İmamı Azam'a göredir. Sahih olan da budur. + İmam Ebû Yusuf'a göre: Özürlünün abdesti, hem namaz vaktinin girmesiyle, hem de +çıkmasıyla bozulur. Bu bakımdan güneş doğduktan sonra özürlünün aldığı abdest, öğle +vaktinin girmesi ile bozulur. İmam Züfer'e göre ise, özürlünün abdesti, yalnız namaz +vaktinin girmesi ile bozulur; çıkması ile bozulmaz. Bu bakımdan, özürlünün sabah namazı +için aldığı abdest, güneşin doğup vaktin çıkması ile bozulmaz. Ancak öğle vaktinin girmesi +ile bozulur. + (İmam Şafiî'ye göre, özürlünün her namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Bunun +abdesti, kıldığı namazın sona ermesi ile bozulur.) + 100- Bir özürlünün özrü kesilmişken, abdesti bozan başka bir halden dolayı abdest +aldıktan sonra özrü yine meydana çıkarsa, abdesti bozulmuş olur, yeniden abdest alması +gerekir. Çünkü önceki abdesti, bu özür sebebi ile değildi. + Fakat özrü kesilmediği halde, vakit içinde özründen veya başka bir abdestsizlik +halinden dolayı abdest alır da, o vakit içinde özrü meydana çıkarsa, onun abdesti +bozulmaz. Çünkü onun aldığı bu abdest, hem özrü için, hem de diğer abdestsizlik hali için +alınmış sayılır. + 101- Özürlü bir adam, oturmak, secde yerine işaretle namaz kılmak, özrün çıkış +yolunu rahatça tıkayabilmek gibi yollarla özrün ortaya çıkmasına engel olabilirse, artık +özürlü sayılmaz. Bunun için, abdest aldıktan sonra özrü meydana çıksa o abdest ile +namaz kılamaz. + 102- Özürlü kimsenin özründen dolayı çamaşırına bulaşan pislikler, özrü devam ettikçe +namazının sıhhatına engel olmaz. Namaza engel olan ölçü mikdarını taşmış olsalar bile, +namaza engel sayılmazlar. Fakat bu pislikler tekrar çamaşırına dokunmayacaklarsa onları +yıkamak gerekir. + Görülüyor ki, mübarek İslam dini, bir kolaylık dinidir. Özürlüler için her yönden kolaylık +gösterilmiştir. Artık dinin yüklediği görevleri yerine getirme bakımından hiç kimse bir özür +ileri süremez. + + + + +Kadınlara Ait Haller + + 103- Kadınlara ait hayız, nifas ve istihaze halleri vardır. Şöyle ki: Hayız; Bir kadının +döl yatağı denilen rahminden bir hastalık veya çocuk doğurma sebebi olmaksızın belirli +günler içinde gelen kandır. Buna Adet hali de denir. Bu şekilde gelen bir kana Hayız kanı +denir. Bu kan sebebiyle belli bir zaman meydana gelen şer'î engele de "Hayız" denir. +Böyle adet gören bir kadına da "Hâiz" denir. + Nifas; Çocuğun doğumu arkasından kadınlardan gelen yahut çocuğun çoğu meydana +çıktıktan sonra gelen kandır. Bu haldeki kadına Nüfesa denir ki lohusa demektir. + İstihaza; Rahimden değil de, bir damardan gelip tenasül organı yolu ile akan kokusuz +bir kandır. Bu durumda olan kadına da Müstehaze denir. + + + + +Hayızla İlgili Meseleler + + 104- Kadınlar adet hallerine çok dikkat etmelidirler. Çünkü bu haller, onların birçok din +görevleri ile ilgilidir. Bu konu ile ilgili başlıca meseleler şunlardır: + 105- Kadınlar en az dokuz yaşlarında buluğ çağına erer ve adet görmeye başlarlar. Elli +veya elli beş yaşlarında da "Sinn-i İyas" denilen adet görmeme devresine girerler. Bu +yaştan daha önce adetten kesilen kadınlar da vardır. + (Malikîlere göre, henüz dokuz yaşına girmemiş bir kızdan gelen bir illet kanıdır, hayız +değildir. Dokuz ile on iki yaş arasında bulunan bir kızdan gelen kan, uzman kimselere +gösterilir. Kesinlikle hayız kanı olduğunu söyler veya şübhe içinde kalırlarsa, hayız +görmüş sayılır. Hayız kanı olmadığını kesinlikle kararlaştırırlarsa, bir illet kanı sayılır, +hayız hükmüne girmez. On üç yaşını geçmiş bir kadından elli yaşına kadar gelen kan, +mutlaka hayızdır. Elli yaşını geçmiş bir kadından yetmiş yaşına kadar gelen kan da +uzmanlara gösterilir ve ona göre hüküm verilir. Yetmiş yaşından itibaren gelen kan ise, +kesinlikle istihaze (bir illet kanı) dir. + Şafiîlere göre, adetlerin kesilmesi için belli bir zaman yoktur. Hayat boyu hayız kanı +devam edebilir. Bu hususta bölgelerin iklimi etkili olur. Çünkü adet müddeti, bölgelerin +sıcak ve soğuk olmasına göre değişir. Ancak çoğunluk olarak altmış iki yaşında iken +kesilir. + (Hanbelîlere göre, iyas (adetten kesilme) zamanı elli yıldır. Bundan sonra gelen kan +kuvvetli de olsa, istihaze (illet) kanıdır, hayız kanı değildir.) + 106- Adet müddetinin en azı üç gündür (yetmiş iki saattir). En çoğu da on gün, (iki +yüz kırk saat)... Bu iki zaman arasında görülecek kanlar, adet kanı sayılır. Bu zaman +içinde devamlı olarak kanın gelmesi gerekmez, ara sıra kesilebilir. Örnek: Bir kadın üç +gün kan gördükten sonra iki gün kanı kesilse ve arkasından üç gün daha devam etse, bu +sekiz günün hepsi adet gününü teşkil etmiş olur. + (Malikî mezhebine göre, ibadetler için adetin en azı diye bir müddet yoktur. Çok az bir +zaman içinde görülen kanla adet hali gerçekleşir. Fakat ölüm ve boşanma iddetleri ile +istibralar bakımından adetin en az müddeti bir gün veya bir günün bir mikdarıdır. Adetin +en çok müddeti ise, gebe olmayan yeni adet görmeye başlamış kadın (Mübtedie) +hakkında on beş gün takdir edilir.) + 107- İki adet arasındaki temizlik haline Tuhr (Temizlik) hali denir. Bunun müddeti on +beş günden az olamaz. Fakat bundan çok olabilir. Tuhr hali aylarca ve senelerce devam +edebilir. Böyle temizlik hali devam eden kadına Münteddetü't-Tuhr (Temizliği devamlı) +denir. + (Malikîlerle Hanbelîlere göre, bu hayız arasında kanın kesildiği günlere Temizlik günleri +(Yevmü'n-Neka) denir. Hayız olan kadın, bu günlerde temiz sayılır. Diğer adet halinde +olmayan kadınların temiz halinde sayılır, onlar gibi ibadet eder. Tuhr'un en az müddeti +sekiz veya on veya on yedi gündür. Hanbelîlere göre ise, on üç gündür.) + 108- Bazı kadınların adet günleri, sayılan belli günlerdir. Örnek: Her ay beş veya yedi +veya dokuz gün adet görürler. Böyle bir kadına "Mu'tade" denir. Bir adet, bir kez +meydana geldiği üzre kararlaşmış olabilir. Şöyle ki: Henüz adet görmeye başlayan bir kız, +ilk kez sekiz gün kan görse, sonra yirmi iki gün temiz olsa, bu şekilde adeti kararlaşmış +olur. Ondan sonra devamlı olarak kendisinden bir hastalık sebebiyle kan gelecek olsa, +onun hem adet günleri, hem de temizlik günleri her ay o şekilde hesab edilir. + 109- Bazı kadınlarda adet günleri değişik olur. Şöyle ki: Bir ay beş gün diğer ay altı +gün adet görebilirler. Bu durumda ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Böyle bir kadın, altıncı +gün oldu mu yıkanır, namazlarını kılar ve eğer ramazansa orucunu tutar; çünkü bu altıncı +gündeki kanın illet (istihaze) kanı olması muhtemeldir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça, + cinsî münasebette bulunamaz, boşanmışsa iddeti dolmuş sayılmaz. Çünkü bu altıncı +günün kanı, hayız kanı olmak ihtimali vardır. + 110- Bir adetin değişmiş olması için, ona aykırı iki adet hali görülmelidir. Örnek: Her +ay beş gün adet gören bir kadın, sonra iki kez dört gün veya iki kez alt��gün kan görse, +onun adeti beş günden dört güne veya altı güne geçmiş olur. + Sonuç: Adet, bir defa ile yerleşir, iki defa ile değişebilir. Bununla beraber İmam Ebû +Yusuf'a göre, adet bir defa ile değişmiş sayılabilir. Buna yeni adetin eskisini bozup onun +yerini alması anlamında "Fesh-î adet" de denilmektedir. + 111- Belli günler devam eden bir adete aykırı olupda on günden fazla devam etmeyen +kanlar, adet kanı sayılır. Bu halde adet değişmiş olur. Örnek: Her ay yedi gün kan gören +bir kadın, sonra on gün kan görse, hepsi hayız kanı sayılır. Bu halde adeti yedi günden on +güne geçmiş olur. Fakat belli günlerden sonra gelen kan, belli günlerle toplandığı zaman +on günden fazla olursa, yedi günden ziyade olan kanlar hayız kanı sayılmaz, İstihaze +(illet) kanı olur. Şöyle ki: Böyle yedi gün kan gören bir kadın sonradan on bir veya on iki +gün kan görmeye başlarsa, bunun adet edinilmiş yedi günlüğü hayız kanı olur. Sonraki +dört veya beş günü istihaze (illet) kanı olur. + Yine: Her ay başından itibaren beş gün adet görmekte olduğu farz edilen bir kadın, bu +adeti üzere kan gördüğü gibi, bundan iki gün veya üç gün veya beş gün önce de kan +görmüş olsa, bunların hepsi adet sayılır; çünkü adet sayısı on günü geçmemiştir. Fakat +kan görme günlerinin tümü bu şekilde on günden fazla olursa, yalnız adeti olan o beş +günde gördüğü kan hayız kanı sayılır, adet edindiği günlerden fazla olan bütün kanlar +istihaze (illet) kanı sayılır. + 112- Adet görmekte olan bir kadından bir hastalık sebebi ile devamlı olarak kan +gelecek olsa, onun hayız ve temizlik hallerindeki belli günlerine göre hüküm verilir. +Örnek: Her ay başından itibaren on gün kan gören bir kadın, ondan sonra yirmi gün veya +altı aydan noksan olmak üzere şu kadar ay ve gün temizlik üzere olsa, onun adeti böyle +kararlaşmış olur. Sonra böyle bir kadından devamlı olarak kan gelse, yine eski şekli üzere +her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya şu kadar ay ile günü de temizlik hali +sayılır. Fakat temizlik müddeti tam altı ay veya daha ziyade bulunmuş olursa, temizlik +müddeti altı aydan bir saat noksan kabul edilir ki, bu müddet, gebelik halinin en az +zamanıdır. + Yine: Yeni hayız görmeye başlayan bir kızın adeti kararlaşmaksızın kanı akıp devam +etse, her aydan on günü adetine sayılmış olur. Diğer yirmi günü de temizlik müddeti +kabul edilir. + 113- Bir hastalık veya önemsememe neticesi adet günlerini unutmuş olan bir kadına +"Mütehayyire" denir. Böyle bir kadının gördüğü akıntı kesilmeyecek olsa, onun adeti +hakkında kuvvetli olan görüşü ile işlem yapar. Kuvveti fazla olan bir görüşe sahib değilse, +ihtiyat olan yolu benimser. Boşanmış ise, iddeti için on gün, temizlik müddeti de altı +aydan bir saat noksan olmak üzere takdir edilir. Diğer bir görüşe göre: Temizlik müddeti +iki ay kabul edilir. Bunun namaz ve oruçları üzerinde ayrıntılı bilgi vardır. Bu konu ile ilgili +geniş bilgi, İmam Sarahsî'nin "Mebsûd" isimli kitabında vardır. + 114- Adet görme çağına gelen bir kız, ilk kez görmeye başladığı kandan dolayı hemen +namazını bırakır ve oruçlu ise, orucunu kaza etmek üzere sonraya bırakır. Evli ise, cinsi +ilişkide bulunmaz. Böyle bir kıza "Mübtedie" denir. Bu kan üç günden az bir zaman içinde +kesilirse, hayız kanı olmadığı anlaşılır. O zaman bırakıp kılmadığı namazları kaza etmesi +gerekir. İmam Azam'dan nakledilen bir görüşe göre, ilk başlayan bu kan üç gün devam +edip de hayız kanı olduğu bilinmedikçe, namazı terk etmez ve orucuna da devam eder. + 115- Hayız müddeti içinde gelen kan tamamiyle kesilmedikçe, adet son bulmuş olmaz. +Bu kan, siyah, kırmızı, yeşilimtrak veya sarı olabileceği gibi bulanık ve toprak rengi de +olabilir. Adetini tamamlamış olan bir kadından gelecek akıntı bembeyaz bir renkte +bulunur. + 116- Bir kadının görmekte olduğu adetini, kocasına karşı inkar etmesi veya gerçeğe +aykırı olarak adet gördüğünü söylemesi helal değildir. + Adet görmekte olduğunu söyleyen bir kadın, iffetli ve saliha bir kadın ise, sözü kabul +olunur; değilse kabul olunmaz. Ancak doğru söylediğine inandırıcı bir hal olursa, kabul +edilir. Mesela, söylediği söz, adetinin başlangıç zamanına rasgelmişse, o halde dediği +kabul olunur. + Nifas Haline Ait Meseleler + + 117- Nifas: Lohusalık halidir ki, en az müddeti yoktur. Çocuk doğuran kadın hiç kan +görmeyebilir veya bir gün de görebilir. Nifas halinde en çok kan görme müddeti ise, kırk +gündür. Bundan sonra gelen kan, nifas kanı değildir. Bununla beraber bazı kadınlar çocuk +doğurduktan sonra, on beş, yirmi veya yirmi beş gün kan görürler. Ondan sonra +temizlenmiş olurlar. Bu bakımdan onların nifas müddeti, kanların kesildiği g��nler kadar +olur. Kan kesilince yıkanır ve namaz kılar, oruçlarını tutarlar. + (İmam Malik'e göre, nifasın en çok müddeti yetmiş gün ve İmam Şafiî'ye göre, altmış +gündür. Çok kere kırk gün olur.) + 118- El ve ayak gibi organları belirmiş olan bir çocuğun düşmesi ile nifas hali meydana +gelir ve çoğunlukla kan on veya onbeş gün devam eder. Fakat organları belirmeyen bir +düşükten dolayı nifas hali olmaz. Bunun düşmesi ile görülen kan üç gün devam eder. +Önce de, en az on beş gün temizlik hali devam etmiş ise, bu kan hayız kanı sayılır. +Değilse istihaze (illet) kanı olur. + 119- Hayız, nifas ve istihaze halleri, kanın dışarıya çıkması ile bilinir. Onun için çocuk +doğuran bir kadından kan çıkmamış olsa, iki imama göre (İmam Ebû Yusuf ve İmam +Muhammed) nüfesa sayılmaz. Bu itibarla gusl etmesi gerekmez ve oruçlu ise orucu +bozulmaz; yalnız abdest alması gerekir. Fakat İmam Azam'a göre, ihtiyat olarak +gusletmesi lazımdır. + 120- Nifas müddeti olan (kırk gün) içinde görülen temizlik de, nifastan sayılır. Örnek: +On gün kan gelip beş gün kesildikten sonra tekrar on gün kan gelecek olsa, bu yirmi beş +günün hepsi nifas müddeti sayılır. + (Malikîlere göre, iki kan arasındaki temizlik müddeti yarım ay devam ederse, temizlik +hali sayılır. Sonra gelen kan da hayız kanı olur. Temiz günler yarım aydan az devam +ederse, bütün günler nifas sayılır. + Şafiîlere göre de, bu temizlik günleri en az on beş gün devam ederse, temizlik hali +sayılır. Bu temizlik günlerinden önceki hal, nifas hali ve sonraki görülen kan da hayız olur. +Fakat bu temizlik on beş günden az devam ederse, hepsi nifas hali sayılır. + Hanbelîlere göre bu temizlik günleri mutlak surette temizlik hali sayılır. Diğer temiz +halde bulunan kadınlara gerekli olan ibadetler, nifas görmekte olan kadına da bu temizlik +günlerinde vacib olur.) + 121- Bir kadın ikiz çocuk doğursa, nifas müddeti birinci çocuğun doğumundan itibaren +başlar, o günden sayılır. + (İmam Malik'e göre, ikiz doğan çocuklar arasında altmış günden az bir müddet geçmiş +ise, nifas müddeti birinci çocuğun doğum gününden başlar. Aralarında bundan daha çok +bir müddet geçmiş ise, her çocuktan dolayı bir nifas müddeti başlar. + Şafiîlere göre nifas müddeti ikinci çocuğun doğmasından başlar. Birinci çocuğun +doğmasından sonra gelen kan, eğer adet zamanına rastlamışsa, hayız kanı sayılır. +Rastgelmemiş ise, istihaze kanı olmuş olur.) + + + + +Hayız ve Nifas Hallerine Ait Hükümler + + 122- Adet gören veya lohusa olan müslüman kadınlara ait bazı özel hükümler vardır. +Şöyle ki: Bu haller içinde bulunan bir kadın namaz kılamaz, şükür secdesi bile yapamaz. +Oruç tutamaz. Kur'an-ı Kerîm 'den bir ayet dahi okuyamaz; ancak dua ayetlerini dua + niyeti ile okuyabilir. Kur'an-ı Kerîm'e veya Kur'an ayetlerinin yazılı bulunduğu levhalara +ve paralara, tam ayet olmasa bile, dokunamaz, tutamaz. Sahih kabul edilen görüşe göre, +Kur'an tercümesi hakkında da hüküm böyledir, onu da ele alamaz. Mescidlere (camilere) +giremez. Kabe'yi tavaf edemez, kocası ile cinsî ilişki kuramaz. Kocası böyle bir hanımın +göbeği altından diz kapakları altına kadar olan yerlerinden aralarında bir engel olmaksızın +faydalanamaz. Şehvetin olup olmaması fark etmez. Bunu yapmak haramdır. Aralarında +bir engel (bir elbise) varsa, cinsî ilişkiden başka faydalanma yapabilir. + 123- Adet gören veya lohusa (nifas) olan bir kadın, bu hallere ait günler içinde terk +edeceği farz namazları kaza etmez. Namazlar her gün tekrarlandığı için dinde bir kolaylık +olmuştur. Fakat o hallerde terk edeceği ramazan oruçlarını sonradan kaza eder. + 124- Farz veya nafile oruç tutmakta olan bir kadın, bu hal üzere iken hayız görse veya +lohusa olsa, bozmak zorunda kaldığı o orucunu sonra kaza eder. + Yine: Nafile bir namaza başlamışken kendisinden böyle bir hal meydana çıksa, o +başlamış olduğu namazı sonradan kaza eder. Fakat farz namaza başlamış ise onu kaza +etmez. Çünkü o namazın kendisine farz olmadığı meydana çıkmıştır. + 125- Bir kadın temiz olarak yatıp da uyandığı zaman, hayız görmeye başladığını +anlarsa, uyandığı andan itibaren adet görmeye başlamış sayılır. Aksine olarak hayızlı bir +kadın, yatıp da uyandığı zaman temizlenmiş olduğunu anlarsa, ihtiyat olarak, yattığı +zamandan itibaren temizlenmiş sayılır. Onun için bu iki esasa göre de, eğer yatsı +namazını kılmadan önce yatmış ve uykuda iken bu namaz vakti geçmiş bulunursa, bu +namazı kaza etmesi gerekir. + 126- Adet gören veya lohusa olan bir kadın, dua ayetlerini dua niyeti ile okuyabilir. +Yüce Allah'ı zikir ve tesbih edebilir. Bu hallerde bulunan kadının pişireceği yemekler ve +içeceği suların artıkları mekruh değildir. Böyle bir kadını, cinsî ilişki olmaksızın kocasının +yatağa alması caizdir. + 127- Bir kadının adeti henüz bitmeden kanın kesilmesine ve yıkanmasına itibar +olunmaz. Bu bakımdan adeti tamamen bitmedikçe, kendisi ile cinsel ilişki kurulmaz. +Çünkü adet müddeti içinde kanın gelmeye başlaması mümkündür. Fakat böyle kanın +kesilmesi üzerine kadın yıkanmış olunca, ihtiyat olarak namazlarını kılar ve oruçlarını +tutar. + 128- Hayız ve nifas için belli olan en çok müddetler geçince, cinsel ilişki hemen helal +olur. Fakat bu müddetten önce kandan kesilmeleri ile cinsel ikişki hemen helal olmaz. Bu +durumda kadın ya yıkanmış olmalıdır, ya da üzerinden bir namaz vakti geçmelidir. Yahut +da, bir özür sebebiyle teyemmüm edip onunla, nafile dahi olsa, bir namaz kılmış olmalıdır +ki, cinsel ilişki helal olsun. + 129- Hayız ve nifas konusunda, bir müslümanın gayrimüslim olan zevcesi ile cinsel +ilişkisi, sahih olan görüşe göre, aynen müslüman olan zevcesi hükmündedir. Diğer bir +görüşe göre, müslüman olmayan bir zevcenin adeti her ne zaman tamam olursa, +kocasının ona yaklaşması helal olur. Yıkanmasını veya üzerinden bir namaz vakti +geçmesini beklemeğe gerek yoktur. + 130- Bir kimse, henüz adetini tamamlamamış olan zevcesine yaklaşırsa günahkar olur. +Onun için tevbe ve istiğfarda bulunması gerekir. Bununla beraber fakir müslümanlara bir +veya yarım altın sadaka vermelidir. Bu bir altın beş gram ağırlığında olan bir altın paradır. + 131- Adet ve nifas halleri kadınlar için bazı konularda özür sayılmaktadır. Onun için +namazın farziyeti onlardan düşüyor, oruçları da sonraya kalıyor. Bununla beraber bu +durumda olan bir kadın, kan olarak çıkardığı sıvıdan dolayı tam bir temizlik halinde +değildir. Yüce Allah'ın huzurunda durup namaz kılmak ve Kur'an ayetlerini okumak veya +Kur'an'ı tutmak için tam bir temizlik hali içinde bulunmak lazımdır. Onun için böyle bir +kadının namaz kılması, oruç tutması, Kur'an okuması veya Kur'an'a yapışması caiz olmaz. + Diğer bir yönden de, böyle bir kadın hastadır, dinlenmeye muhtaçtır. İfraz ettiği +(çıkardığı) madde de kerih kokuludur; bundan yaratılış gereği hoşlanılmaz. Onun için bu +durumda cinsel ilişkinin caiz olması hikmete uygun düşmez. + Bir de, bu geçici müddet içinde ortaya çıkan yasaklık sebebiyle insan nefsine hakim +duruma gelir, nefsinde sükûnet meydana gelir, kuvvet israfından kurtulur, böylece daha +fazla kuvvet ve sıhhat kazanır. + Netice olarak deriz ki: Dinin tayin ettiği hükümlerde bizim bilmediğimiz daha nice + hikmetler ve yararlar var!.. Bize düşen görev bu hükümlere uymaktır. (194. meseleye +bakılsın.) + + + + +İstihaze Haline Ait Meseleler + + 132- Bir kadından üç günden az ve on günden fazla gelen kan, hayız kanı değildir. +Buna istihaze kanı denir. Gebelik halinde olan bir kadından gelen kan da hayız kanı +değildir; o da istihazedir. + (İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre, gebe olan kadınlar da adet görebilirler. Doğumdan +önce gelen kan hayız sayılır. Bununla beraber Şafiî'lere göre, çocuk tamamen doğduktan +sonra gelen kan nifastır. Bundan önce gelen kan ve çocukla beraber gelen kan nifas +değildir. Bu kan, kadın hayızlı bulunmuş ise, adet kanıdır. Hayızlı bulunmamış ise, illet +kanıdır. + Hanbelî'lere göre, doğumla beraber çıkan kan ve doğumdan iki veya üç gün önce +doğum sancısının belirtisi olarak gelen kan nifas sayılır.) + 133- İstihaze adı verilen kan, diğer organlardan gelen kan gibidir. Böyle bir kanın +gelmesi ile yalnız abdest bozulur. Devamlı gelirse, özürlü hükmüne geçer ve özür +sahiblerine ait olan hükümler bu gibilerde uygulanır. Böyle müstahaze sayılan bir +kadından namaz sorumluluğu düşmez. Orucunu kazaya bırakamaz. Onunla cinsel ilişki +kurmak haram olmaz. + 134- Henüz dokuz yaşına girmemiş kızlardan gelen kan, istihazedir. Bu yaştaki +çocuklardan kan gelmesi nadirdir. Nadir için ise hüküm yoktur. + 135- İyas (Aadetten kesilme) yaşı denen çağa girip adetten kesilmiş ve iyasına +hükmedilmiş bir kadından daha sonra gelen kan istihaze kanıdır. Mesela yetmiş yaşına +girmiş bir kadından daha sonra kan gelecek olsa bu istihaze kanı sayılır. Diğer bir görüşe +göre, bu kadın eskiden olduğu gibi akar kan görürse, adeti geri dönmüş olur. Fakat az bir +yaşlık görmesi adet sayılmaz. + + + + +Abdestin Mahiyeti + + 136- Abdest belli organları usulüne göre yıkamaktan ve meshetmekten ibaret bir +temizliktir, bir ibadet ve itaattir. Abdeste, güzel oluşundan ve temizliğe yardımcı +olmasından dolayı "Vuzu" adı verilmiştir. Abdestin manevî birçok faydaları ve sevabları +olduğu gibi, maddî olarak da pek çok yararları vardır. Vakit vakit abdest alan bir +müslüman temizliğe riayet etmiş, temizliği alışkanlık haline getirerek kendisini, birçok +hastalıklara sebebiyet verecek kirli hallerden korumuş olur. + "Abdest üzerine abdest, nur üzerine nurdur." buyurulmuştur. Bir hadîs-i şerifde şu +anlamdadır: "Her kim emrolunduğu gibi abdest alır ve emrolunduğu şekilde +namaz kılarsa, geçmiş günahları bağışlanır." + 137- Namaz gibi bir kısım din görevlerini yerine getirmek için abdest almaya gerek +vardır. Bu görevlerden her birinin yapılması, abdestin bir sebebidir. Abdestsiz bir kimse +namaz kılamaz, tavaf edemez, bir mahfaza içinde olmaksızın Kur'an'ı tutamaz, Kur'an'ın +tam bir ayetinin veya bir kısmının yazılı bulunduğu bir levhaya el süremez. Bunları +yapmak haramdır. Fakat Kur'an-ı Kerimi ezber olarak veya karşıdan mushaf'a bakarak +abdestsiz okuyabilir. Aklı olan ve büluğ çağına eren ve suyu kullanmaya gücü yeten her +müslüman, gerektiği zaman abdest almakla yükümlüdür. + Abdestin Farzları + + 138- Abdestin farzları dörttür: Yüzü bir kez su ile yıkamak, iki eli dirseklerle beraber +bir kez yıkamak, her iki ayağı topuklarla beraber bir kez yıkamak ve başın dörtte birini +ıslak bir elle ve kullanılmadık temiz bir su yaşlığı ile bir kez silmek (meshetmek) tir. Şöyle +ki: + Yüz denilen organ, iki kulak memesi, arasındaki yer ile alnın saz biten yerinden çene +altına kadar olan kısımdır. Kulaklarla sakal arasında bulunan kılsız kısımlar da yüzden +sayılır. İşte yüz denilen bütün bu kısmı su ile bir kez yıkamak farzdır. + Sakal sık olunca, onun üstünü yıkamak yeterlidir, altındaki deriyi yıkamak gerekmez. +Fakat sakal seyrek olunca, altındaki deri kısımları da yıkamak gerekir. + Dirseklere gelince, bunlara "Mirfak" denir. Elleri dirseklerle beraber yıkamak farz ise +de, dirseklerden daha yukarısını yıkamak zorunluluğu yoktur. Ayakların iki taraflarında +bulunan ve "Topuk" denilen şişkin kısımları da yıkamak gerekir. Fakat bunların yukarısını +yıkamak gerekmez. + Başa meshe gelince: alınla arkaya doğru başın ön kısmına meshedilmesi daha +faziletlidir. Meshedilen yer iki kulağın üstüdür. Bu kısımdaki saçların üzerine +meshedilmesi yeterlidir. Fakat bu kısımdan aşağıya sarkan saçların üzerine meshedilmesi, +başın üstünde topak olsalar dahi, yeterli olmaz. + (Malikî ve Hanbelîlere göre, başın tamamını meshetmek vacibtir. Şafiîlere göre en az +bir parmak mesih yeterlidir.) + + + + +Abdestin Sünnetleri + + 139- Abdestin başlıca sünnetleri şunlardır: + 1) Abdeste başlarken önce temiz olan elleri bileklere kadar yıkamak. Temiz olmayan +elleri önce yıkamak ise farzdır. Böylece diğer organlar kirlenmiş olmaz. + 2) Abdeste "Eüzü Besmele" ile başlamak. Abdest arasında okunacak Besmele ile bu +sünnet yerine getirilmiş olmaz. + (Hanbelîlere göre, abdestin başlangıcında Besmele okumak vacibdir; kasden terk +edilirse, abdest batıl olur. Yanılarak veya bilmeyerek terk edilmesi abdesti geçersiz +kılmaz.) + 3) Niyet etmek: Abdesti, namaz kılmaya veya abdestsizliği gidermeye veya Yüce +Allah'ın emrini yerine getirmeye niyet ederek almak. + Niyet kalb ile olur, dil ile "Niyet ettim Allah rızası için abdest almaya" denilmesi güzel +görülmüştür. Niyetin vakti, elleri veya yüzü yıkamaya başlama zamanıdır. + (Malikîlerle Şafiîlere göre, abdestin başında niyet etmek farzdır. Hanbelîlere göre de, +niyet abdestin sıhhatının şartıdır.) + 4) Mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşak (buruna su çekmek). Şöyle ki: Elleri +yıkadıktan sonra önce üç kez ağıza dolusunca su alınır ki, buna "Mazmaza" denir. Sonra +üç kez de burnun yumuşağına kadar gidecek şekilde buruna su verilir ve sümkürülür. +Buna da "İstinşak" denir. Her su verişte su yenilenir. Bunları yapmakla hem ağzın, hem +de burnun içi yıkanmış ve kullanılacak suyun tadı ve kokusu anlaşılmış olur. + 5) Mazmaza ve istinşakı aşırı derecede yapmak. Şöyle ki: Mazmazada su, boğaza +kadar iner. İstinşakta su, burnun katı yerine kadar çıkarılır. Fakat oruçlu olanlar mazmaza +ve istinşakı böyle aşırı yapmazlar. + 6) Misvak kullanmak. Şöyle ki: Misvak, arak denilen ağacın dalından yapılan ve dişleri +temizlemek için kullanılan bir fırçadır. Böyle lifleri olan diğer ağaç dallarından da + yapılabilir. Misvak, parmak kalınlığında ve bir karış boyunda olmalıdır. Sağ ele alınır ve +serçe parmağının üstünden geçirilir, baş parmak ve işaret parmağı ile tutularak ıslak olan +ağzın sağ tarafından enine olarak dişler fırçalanır. Bunun kullanılması oruca zarar +vermez. + Misvakın pek çok yararları ve sevabı vardır. Dişleri temizler, ağız kokusunu giderir, +sağlığa yararlı olur. Bir hadis-i şerifte: "Misvak, ağzı temizleyici ve Rabbin rızasını +kazandırıcıdır," buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifde de: "Eğer ümmetime güçlük +vermeyecek olsayd��m, her abdest için misvak kullanmalarını onlara +emrederdim," buyurulmuştur. + Misvak bulunmaz veya kullanıldığında dişleri kanatırsa, onun yerine parmak +kullanılabilir. Şöyle ki: Baş parmak ağzın sağ tarafına, şehadet parmağı da sol tarafına +salınarak üst ve alt dişler ovalanır. Misvak kullanmak yalnız namazlara özgü değildir, +kullanılması her zaman iyidir; çünkü temizliğe yardımcıdır. Kıl fırçalarla yapılan diş +temizlemelerine de üstünlüğü vardır. + Kadınlar oruçlu olmadıkları zaman çiğnedikleri sakız misvak yerine geçer. + 7) Sıra gözetmek: Abdest alırken önce yüz, sonra kollar yıkanır. Bundan sonra başa +meshedilir ve arkasından da ayaklar yıkanır. Ayaklarda mest varsa, mestlerin üzeri +meshedilir. Bu şekilde sıra gözetilmezse, yine abdest sahih olur, ancak sünnete uyulmuş +olmaz. + (Şafiî ve Hanbelîlere göre, abdest alırken bu sıraya uymak farzdır.) + 8) Abdesle sağ tarafdan başlamak: Sağ kol, sol koldan önce ve sağ ayak, sol ayakdan +önce yıkanır. Sağ taraf daha şerefli olduğu için böyle yapılır. + 9) Abdest organlarını üçer kez yıkamak. Bunlardan biri farz, diğer ikisi sünnettir. Üçten +fazla veya üçten az yıkamak sünnete aykırıdır. Şüphe sebebiyle veya su azlığı dolayısıyla +bu sayılar azaltılıp çoğaltılabilir. + 10) Elleri ve ayakları yıkamaya başlarken parmak uçlarından başlanır. + 11) Eller ve ayaklar yıkanırken parmakların arasını yoklayıp yıkamak (hilallamak): El +parmakları birbirine sokularak, ayak parmakları da el parmaklarından biri ile yapılır. Sol +elin serçe parmağı ile sağ ayağın altından ve serçe parmağın arasından hilallamaya +başlayarak sıra ile sol ayağın serçe parmağında sona erdirilmesi iyidir. Parmakları akar +suya koymak da hilallama yerine geçer. + 12) Abdest suyunu, bıyıkların ve kaşların altlarına ve yüzün çevresinden sarkmış +bulunan fazla kıllara eriştirmek. + 13) Sakalın çeneden aşağıya uzamış kısmını meshetmek ve sık olan sakalı bir avuç su +ile alt tarafından el parmakları ile hilallamak. Bu, iki İmama göredir, İmamı Azam'a göre +müstahabdır. + 14) Başın tamamını bir su ile meshetmek. Buna "Kaplama Mesih" denir. Sünnet üzere +kaplama mesih şöyle yapılır: Her iki el tamamen ıslatılır. Sonra bu iki elin baş parmakları +ile işaret parmaklarından sonra gelen üç parmak birbirine bitiştirilir. Bu ellerin ayaları +yukarı kaldırılıp o bitişik parmaklar uç uca gelmek üzere birbirine yaklaştırılır. + Böylece bitişik halde olan iki elin parmakları başın ön tarafından enseye kadar çekilir. +Sonra ellerin ayaları başın iki tarafına yapıştırılarak ense tarafından başın önüne kadar +çekilir. Böylece bütün başın meshi bitmiş olur. Sonra başa değdirilmeyen baş parmakların +içi ile kulakların dışları ve şehadet parmakları ile de kulakların içleri meshedilir. +Parmakların arkaları ile de boyun meshedilir. Bununla beraber başın her tarafı istenildiği +bir şekilde meshedilebilir. + (Şafiîlere göre, meshi üç kez tekrarlamak sünnettir.) + 15) Kulakları meshetmek. Bu mesih bir su ile yapılabileceği gibi yukarıda bildirildiği +şekilde de yapılabilir. Serçe parmaklarını kulak deliklerine sokarak kımıldatmalıdır. + (Hanbelîlere göre, kulakları ve içlerini meshetmek farzdır; çünkü bunlar da baş kısmına +dahildir.) + 16) Boynu meshetmek: Başı ve kulakları meshettikten sonra, iki elin arkaları ile ve +üçer parmakla, yeni bir suya gerek kalmaksızın boyun meshedilir. Boğazı meshetmek +bid'attır. + 17) Abdest organlarını, üzerlerine dökülen su ile iyice ovmak. + 18) Abdest organlarını, arada kesinti yapmadan yıkamak. Bir organ henüz kurumadan +diğerini yıkamaya geçmek. Buna "Vila" denir. Havanın sıcaklığı sebebiyle yıkanan organın + hemen kuruması vilaya engel değildir. + Bazı alimlere göre vila: Abdest alırken araya başka bir iş sokmamaktır. + (Malikîlerle Hanbelîlere göre, abdest organları yıkanırken hemen birbiri ardından +yıkanmaları ve araya başka bir iş sokulmaması farzdır.) + + + + +Abdestin Edebleri + + 140- Abdestin birçok edebleri vardır. Başlıcaları şunlardır: + 1) Henüz vakit girmemişken abdest alıp namaza hazır bulunmak. Ancak özür sahibleri +abdestlerini vakit girdikten sonra alırlar. + 2) Kıbleye yönelerek abdesti almak. + 3) Abdest sularının elbiseye sıçramaması için, yüksek bir yerde durmak. + 4) Abdest için başkasından yardım istememek. Ancak bir özür sebebi ile başkasından +yardım istemelidir. Başkasının kendi arzusu ile abdest suyunu hazırlaması veya abdest +alana su dökmesi edebe aykırı olmaz. + 5) Abdest alma sırasında zaruret olmadıkça dünya lakırdısı yapmamak. + 6) Abdestin başından sonuna kadar niyeti unutmayıp kalbde tutmak ve her organı +abdest niyeti ile yıkarken Besmele çekmek ve dua etmek. Salat ve selam getirmek. + 7) Elleri yıkarken dar olmayan yüzükleri oynatmak. Eğer yüzük dar ise, muhakkak +suretle yüzükleri oynatıp altına su geçmesini sağlamak gerekir. + 8) Abdest alırken ağıza ve buruna sağ el ile su vermek ve sol el ile sümkürmek. + 9) Yüzü yıkarken göz pınarlarını yoklamak, abdest suyunu dirseklerin ve topukların +yukarlarına eriştirmek. + 10) Abdest için yeterinden fazla su harcamamak. Organlardan su damlamayacak kadar +da kısıntı yapmamak. Deniz kenarında bulunulsa bile, gereksiz su harcamak kerahet olur. + 11) Abdest suyu güneşte ısıtılmış olmamalıdır. + 12) Abdest için toprak ibrik kullanmak ve bunu sol tarafta bulundurmak. Kullanırken +de, ağzından değil, kulpundun tutmak ve ibriği kendine özel yapmamak. Destiyi boş +bırakmayıp diğer bir abdest için dolu bulundurmak. + 13) Abdest tamamlanınca kıbleye karşı şehadet kelimelerini okumak. Bir hadis-i şerifin +anlamı şöyle: "Sizden biriniz abdest alırda, abdestini noksansız tamamlar ve sonra: +"Şahidlik ederim ki, Yüce Allah'dan başka ibadet edilecek varlık yoktur; Hazret-i +Muhammed de 0'nun kulu ve Resulüdür; derse ona cennetin sekiz kapısı açılır. +Artık dilediği kapıdan cennete girer." +14) Artan abdest suyundan ayakta kıbleye karşı biraz içip: "Ya Rabbî! Beni, her günah +işledikçe tevbe eden ve günahdan kaçınıp tertemiz bulunan iyi kullarından et." +diye dua etmek. + Şöyle de dua edilebilir. + "Allah'ım! Senin şifanla beni şifalandır, senin ilacınla beni tedavi et. Beni +korkudan, hastalıklardan ve ağrılardan koru." + 15) Abdestin sonunda bir veya birkaç defa "Kadir" suresini okumak. + 16) Abdest aldıktan sonra, eğer kerahet vakti değilse, iki rekat namaz kılmak. Bu +saydıklarımız, din ve sağlık yönünden çok yararlı oldukları için abdestin edebleri +olmuşlardır. Abdestin sünnet ve edeblerine aykırı olan şeyler ya tahrimen, ya da tenzihen +mekruhtur. + + + + +Abdestin Duaları + 141- Abdeste ait önceki alimlerden zamanımıza kadar gelmiş dualar vardır. Her abdest +uzvu yıkanırken onunla ilgili uygun bir dua okunur. Bunlar okunmasa da, yine abdest +tamam olur; fakat okunmaları iyidir. Şöyle ki: + 1) Abdest alacak kimse, abdeste başlarken "Eûzü ve Besmele" çektikten sonra: +َ‫م‬ + ‫َج حلِ حلاَّ ِحلَحل ُِل ْدَحلا‬ َ َ + ‫اْ جعَِ ُِم ُالسحلحلاال َحل ْل جعَ حلِو حلً حلِ حلاَّ ِ حل ااَحل ِلَ حل‬ + "Yüce Allah'a hamd olsun ki, suyu temizleyici ve İslam'ı nur yapmıştır," der. + 2) Ağzına su alırken: + َ َِ‫و ِحلال َم‬ +‫ِِل ُاس ِحل ُل ْللا‬ ‫حلًاُالاج احلكََي حلا‬ + ُ ‫ب حلِ ُع َا‬ + "Allah'ım! Peygamberinin Kevser Havuzundan bana öyle bir kâse içir ki, +ondan sonra asla susamayayım," der. + 3) Burnuna su verirken: + +‫ب محل حلُة َََُِْ حلِْ َِرحلَتحلا ِحل ُل ْللا‬ ‫حلوًَِحلااَ حلا‬ + ‫ب احلَِ َِل حلا‬ + "Allah'ım! Beni nimetlerinin ve cennetlerinin güzel kokularından mahrum +etme," der. + 4) Yüzünü yıkarken: + + ‫عجُ ُّحل ُك حلَا َحل ُعحلاال حلو ًُ َلِكَِْعَحلاج ْحلَي ُا‬ +‫َ ِحل ُل ْللا‬ ‫عجُ حلوُّحل ُو حلعتا ْو ًْ ا‬ + ‫ْو ًْ ا‬ + "Allah'ım! Bazı yüzlerin aklanacağı ve bazı yüzlerin kararacağı günde benim +yüzümü ak yap," der. + 5) Sağ kolunu yıkarken: + +‫ِب حلواكجَحل َوِْاج ُل ْل الاِحل‬ + َ َِ‫االك‬ + َ ََ َ ََ + ُ ِ‫ِحل ُاِِِابَحلاَِْكَحلِلِ حلِع حل‬ + "Allah'ım! Kitabımı sağ elime ver ve benim hesabımı kolay yap," der. + 6) Sol kolunu yıkarken: + َ ََِِ ُِّْ‫اكج وَِحلَاَ محل‬ +‫ِابَحلاَِْكَ َا حلِلاَ حلِعمحلََ ُاس ِحل ُل ْللا‬ َََ َ + ُ ‫حل دَداِجًحل ُل َْ حلَعمحل ْةحلاالُكِِب حلو حلا حل‬ + "Allah'ım! Kitabımı soldan ve arka tarafımdan verme ve beni zor bir hesaba +çekme," der. + 7) Başını meshederken: + + ‫َِ ُىحلََ حلا�� +‫ب ِحل ُل ْللا‬ َ َ َ َ َ ‫ْ ْحلًاَُّ حلا‬ + ‫ب حلاُحلِلِل ُاس حلوِحلاُنُاا حلَ ياِ حل‬ ‫حلحل‬ + "Allah'ım! Beni rahmetinin içine koy, üzerime de bereketlerinden indir," der. + 8) Kulaklarını meshederken: + َ ًَُِِِ ‫َس‬ َ ‫عس ُِ حلمعحلاا َوَ َِلِ حلا‬ +‫ِِل حلاس ِحل ُل ْللا‬ ‫عس ِلَ حلا ُ حل‬ْ ‫ِحل ُِ حلوِحلاحْ َحلحل َلكَِْ حلا ُ حل ُ حل‬ + "Allah'ım! Beni, hak sözü işitip de onun en güzeline uyanlardan yap," der. + 9) Boynunu meshederken: +‫ِِل ُاس ُِاََ ُاْ ْل الِحل اُل‬ + َ ََ‫ِ ِالَاَ َنحلك‬ + ‫حل حل‬ + "Allah'ım! Bedenimi cehennem ateşinden azad et," der. + 10) Ayaklarını yıkarken: + + ‫َّحلْ َا‬ + ‫ِد ْحلكَي ُا‬ َ ََ +‫َ ِحل ُل ْللا‬ ‫ُِمحلنُ حلد ْاِال َ اح ُّحل َنلاا َحل ُعحلاال نحل حلد حلَِل حلُِحلِا ي‬ + "Allah'ım! Bir takım ayakların kayacağı günde, ayaklarımı Sırat Köprüsü +üzerinde sabit kıl," der. + + + + +Vasıf Bakımından Abdestin Nevileri + 142- Abdestler, vasıfları ve gerekli olmaları bakımından üç kısma ayrılır. + 1) Farz olan abdestler: Bunlar, müslümanların namaz kılmak, tilavet secdesi yapmak +veya Kur'an-ı Kerimi elleriyle tutmak için alacakları abdestlerdir. + 2) Vacip olan abdestler: Kabe'yi sadece tavaf etmek için alınan abdestlerdir. + 3) Mendub olan abdestler: Bunlar sırf temiz bir hal üzere bulunmak, ezbere Kur'an +okumak, ezan okumak, kamet getirmek, din ilimlerini okuyup okutmak, din kitablarını +tutmak, cenazeyi yıkamak ve ardından yürümek veya öfkeyi sindirip yok etmek için +alınan abdestlerdir. Herhangi bir hata arkasından alınan abdestler de bu kısımdandır. Bu +gibi maksadlarla alınan abdest ile namaz kılınabilir, Kur'an ele alınabilir. + + + + +Abdestin Sıhhatine Engel Olmayan Şeyler + + 143- Dudaklar adet üzere yumulduğu zaman, görülmeyen kısımlarını yıkamak abdest +için gerekli değildir. Bunların kuru kalması abdeste zarar vermez; çünkü bunlar ağız +kısmındandır. + 144- İyileşip de henüz kabuğundan ayrılmamış olan bir çıbanın içini yıkamak +gerekmez. + 145- Şehir ve köy halkının tımaklarmda olan kirler ve vücudlarındaki kirler, pire ve +sinek tersleri, abdestin sıhhatına engel olmaz. + 146- Boyacıların tımaklarında kalan boyalar, zaruret gereği tırnakların üzerinde ince bir +tabaka teşkil eden ve altlarına su işlemesine engel olan boyalar, abdeste manidir. Abdest +organlarına yapışan hamur, mum, çapak, balık pulu gibi şeyler de böyledir. + 147- Abdest organlarından birinin bir zarurete dayanarak yıkanamaması veya +meshedilememesi, abdestin sıhhatına engel olmaz. Örnek: Bir yarayı veya ayakta +bulunan bir yanık yerini yıkamak eğer sahibine zarar verirse bunlar meshedilebilir, mesh +de zarar verirse terk edilir. + Yine, bir yaranın üzerinde bulunan ilaç, yara yerini taşmış olursa, bu taşan kısım +yıkanır; fakat yıkanması zarar verirse, mesh ile yetinilir. + 148- Abdest alırken veya abdestten sonra, bir abdest organının yıkanıp yıkanmamış +olmasında şübheye düşünürse bakılır: + Eğer şübheye düşen kimse, her zaman şübhelenmiyorsa, o organını (uzvunu) yıkar. +Fakat vesveseli bir kimse ise yıkamaz, onun şübhesine bakılmaz. + 149- Bir kimse abdest aldığını sağlam olarak bildiği halde, abdestini bozup bozmadığı +üzerinde şübheye düşse, o kimse abdestli sayılır. Kesin olarak bilinen bir şey şübhe ile +ortadan kalkmaz. Aksine abdestini bozmuş bulunduğunu kesinlikle bildiği halde, sonradan +abdest alıp almadığından şübhe eden kimse de abdestsiz sayılır. + 150- Abdest organlarından birini veya birkaçını yitirmiş olan kimse, mevcut bulunan +organlarını yıkar. Ayakları kesilmiş olan kimseden bunları yıkamak farziyeti düşer ve bu +durum abdestin sıhhatine engel olmaz. + + + + +Mestler Üzerine Mesh Verilmesi + + 151- Ayağa giyilen ve "Mest" adı verilen mest hükmündeki şeyler üzerine, abdest +alınırken meshedilmesi caizdir. Bu, İslam dininin gösterdiği bir kolaylıktır. Bu meshden +maksad, mestlerin üzerine ayakların uclarından başlayıp aşık kemiklerini aşmak üzeri +inciklere doğru ıslak olan el parmaklarını sürmektir. + 152- Ayaklara meshetmenin farz mikdarı, giyilen her iki mestin ön ve üst tarafından el +parmaklarının en küçüğü itibarı ile üç parmaklık yerin meshedilmesidir. Bu kadarlık bir +yerin meshedilmesi ile farz yerine getirilmiş olur. + (Malikîlere göre, mestlerin bütünü üzerine mesh yapılması gerekir. Bu mikdarın azına +mesh yeterli değildir. Hanbelîlere göre, mestlerin üstünün çoğuna meshedilmesi kafidir. +Şafiîlerde ise, mestlerin üstüne bir parmak kadar mesh yapılması yeterlidir.) + 153- Mestlerin altına mesh yapılmaz. Mestler üzerine mesh yapılırken ıslak olan el +parmaklarının açık olması, meshin el parmakları ile yapılması, ayak parmaklarının +ucundan başlayarak yukarıya doğru yapılması, sünnete uygun olan meshdir. Yoksa, +mestin üzerine su dökmek, mesti sünger gibi bir şeyle ıslatmak, enine olarak mestin +üzerine meshetmek veya meshe mestin goncundan başlamak yeter. Ancak böyle yapmak +sünnete aykırıdır. + 154- Ayakları topukları ile beraber örten çizmeler, potinler, kendileri ile üç mil kadar +yürünebilecek kuvvetli ve kalın çoraplar, konçlu aba terlikler de mest hükmündedir. +Bunların üzerine de mesh yapılabilir. + + + + +Meshin Cevazındaki Şartlar + + 155- Bir meshin caiz olabilmesi için yedi şart gereklidir: + 1) Mestler, abdest için ayaklar yıkandıktan sonra giyilmelidir. Bir özürden dolayı ayağa +veya ayağın sargısına meshedilmesi de yıkama hükmündedir. Onun için böyle bir +meshden sonra giyilen mestler üzerine mesh yapılabilir. + 2) Mestler, topuklar dahil, ayakların her tarafını örtmüş olmalıdır. Topuklardan kısa +olan mestler ve benzeri ayakkabılar üzerine mesh yapılmaz. + 3) Ayağa giyilen mestler üzerine en az üç mil yol yürüyebilmelidir. Bir mil dinimizde +dört bin arşındır. Bir arşın da yirmi dört parmaktır. + 4) Giyilen mestlerin topuklarından aşağı kısımlarında, ayağın küçük parmağı ölçüsü ile, +üç parmak delik, sökük ve yırtık bulunmamalıdır. Şu kadar var ki, böyle bir noksan, ayak +parmaklarının uclarına rastlarsa, mikdara değil, sayıya bakılır: Üç parmak görünmedikçe, +yırtık zarar vermez. Yine mestlerde üç parmak kadar sökük bulunduğu halde, mestlerin +sağlamlığından dolayı yürürken bu sökük açılıp parmaklar gözükmezse, yine meshe engel +olmaz. Bir mestte bulunan ayrı ayrı yırtıklar toplanır; fakat iki mestteki yırtıklar +toplanmaz. Bunun için bir mestte iki ve diğer mestte bir veya iki parmak mikdarı yırtık +bulunursa mesh yapmaya engel olmaz. + (Malikîlere göre, bir ayağın en az üçte biri görülecek kadar bir mestte yırtık yoksa +meshi bozmaz. Şafiî ve Hanbelî mezheblerine göre, ayakta yıkanması farz olan mikdar, +mestlerdeki bir yırtıktan görülecek olsa, mesh bozulmuş olur. O yıkanması farz olan +mikdar, çorap veya başka bir şeyle örtülmüş olsa bile hüküm değişmez.) + 5) Mestler, bağsız olarak ayakta durabilecek kadar kalın olmalıdır. + 6) Mestler, dışarıdan aldıkları suyu hemen içine çekerek ayağa ulaştıracak bir halde +olmamalıdır. + 7) Her ayağın ön tarafından en az küçük el parmağı kadar bir yer mevcut +bulunmalıdır. + Bu itibarla, bir veya iki ayağının ön tarafı bulunmayan kimse mestlerine mesh +yapamaz. Ökçe taraflarının bulunması yeterli değildir. Çünkü bir ayağı yıkamakla diğerine +mesh bir arada toplanamaz. Fakat bir ayağı tamamen mevcut bulunmayan kimse, diğer +ayağına giydiği mest üzerine mesh yapabilir. Çünkü mesh ile yıkama bir arada +toplanmamıştır. + Mesh Müddeti + + 156- Meshin müddeti, ikamet halinde olan (yolcu hükmünde bulunmayan) kimse için +birgün bir gece, yani yirmi dört saattir. En az on sekiz saat (üç günlük) bir mesafeye +gitmek üzere yola çıkan bir misafir (yolcu) için ise, üç gün (yetmiş iki saat) geçerlidir. Bu +müddetin başlangıcı, mestler giyildikten sonra ilk abdestin bozulma zamanından +itibarendir. Örnek verilirse, bir kimse abdestini tamamladıktan sonra o taharet üzerine +mestlerini giyse de, beş saat sonra ondan abdesti bozucu bir hal meydana gelse, bu +beşinci saatten itibaren meshin müddeti mukim için yirmi dört saat ve misafir için yetmiş +iki saat devam eder. Mestleri giyiş zamanına bakılmaz. + 157- İkamet halinde iken yolculuğa çıkan kimse, misafirin müddeti üzere hareket eder, +o zamanı doldurur. Aksine olarak misafir olan kimse, bir gün ve bir gece (yirmi dört saat) +meshettikten sonra mukim olsa, mesh müddeti bitmiş olur. Artık ayaklarını yıkaması +gerekir. + 158- Mestlerine mesh yaparak abdestli bulunan kimse, mestlerini ayaklarından +çıkannca, yalnız ayaklarını yıkaması gerekir, abdestini tamamen tazelemesi gerekmez. +Ayaklarını yıkamak suretiyle abdest alıp mestlerini giymiş olan bir kimse, daha bu abdesti +bozulmadan herhangi bir sebeble mestlerini ayaklarından çıkarsa, abdesti bozulmuş +olmayacağı için ayaklarını tekrar yıkaması gerekmez. + (Malikîlere göre, mest için bir zaman yoktur. Guslü gerektiren bir durum olmadıkça, +mestler üzerine daima mesh yapılabilir. Ancak cuma namazını kılacak kimseler için, her +cuma günü mestlerini çıkarıp ayaklarını yıkamaları mendubdur. Şafiî ve Hanbelîlere göre, +mubah (haram işleme niyeti bulunmayan) bir seferdeki yolcu için mesh müddeti üç gün, +üç gece (yetmiş iki saat)'dir. Günah işlemek için yola çıkıldığı takdirde bu müddet yirmi +dört saattir. + + + + +Sargı Üzerine Mesh + + 159- Kırılan veya yarası bulunan bir uzvu (organı) yıkamak zarar verince, kırık +üzerindeki tahtaya veya yara üzerindeki sargıya, hem abdest ve hem de gusül için bir kez +meshedilir. Bu mesh de zarar verirse, terk edilir. + 160- Elde, tırnakta ve diğer uzuvlarda bulunan herhangi bir yara üzerine konulmuş +sakız, pamuk gibi şeylerin veya ilaçların üzerine de zaruret halinde bir kere mesh yapılır. +Bunlara sıcak su zarar vermiyorsa, mesh yeterli olmaz, yıkamak gerekir. Yapılacak +meshin bütün sargıyı kaplaması gerekmez; çoğunluğunu meshetmek kafi gelir. + 161- Sargıyı çözmek zarar veriyorsa, özürlü yerin etrafını sargı altından yıkamak +gerekmez. Bunlardan açık bulunan yerleri meshetmek yeterlidir. + 162- Böyle bir sargı üzerine yapılan mesh için belli bir müddet yoktur. Özür devam +ettiği müddetçe sargı üzerine mesh yapılır. Bu sargının taharet hali üzere (abdestli +olarak) sarılmış olması da şart değildir. + 163- Bir sargı üzerine mesh yapıldıktan sonra sargı değiştirilirse, tekrar mesh +gerekmez. Yine bir sargıya mesh yapıldıktan sonra, onun üzerine başka bir sargı daha +sarılmış olsa, yeniden bir mesh daha yapılmaz. Henüz özür kalkmadan sargı açılsa, mesh +bozulmuş olmaz. + 164- Bir özürden dolayı iki ayaktan biri üzerine mesh yapılınca, diğerini yıkamak +gerekir. Çünkü bu mesh de yıkamak hükmündedir. + 165- Özür tamamen kalkınca, mesh bozulmuş olur, artık sargı üzerine mesh yapılmaz. +Yerinin yıkanması gerekir. + Meshi Bozan Şeyler + + 166- Abdesti bozan her şey meshi de bozar. Onun için müddet henüz bitmemiş ise, +yeniden alınacak abdestte mestlere veya sargılara da yeniden mesh verilir. Aşağıda yazılı +hallerden dolayı da mesh bozulur: + 1) Üzerine meshedilmiş olan mestin ayaktan çıkması veya çıkarılması. Bu durumda +eğer abdest mevcut ise, yalnız ayakları yıkamak kafidir. Yeniden tam bir abdest almak +gerekmez. Bir mestin goncuna kadar, ayağın çok kısmımın çıkmış olması da, tamamen +çıkması hükmündedir. + 2) Mesh müddetinin sona ermesi. Bu halde henüz abdest devam ediyorsa, yalnız +ayakları yıkamak yeterlidir. Yeniden tam bir abdest almaya gerek yoktur. Bununla +beraber mesh müddeti son bulsa bile ayakları çıkarıp yıkamanın soğuktan donmaya +sebebiyet vereceğinden korkulursa, yine meshe devam edilir. + + + + +Abdesti Bozan Şeyler + + 167- Aşağıdaki hallerin her biri abdesti bozar: + 1) Önden ve arkadan kan, irin, meni, sidik, gaita (necaset) gibi bir pisliğin veya +herhangi bir sıvının çıkması, abdest ve gusulde yıkanması farz olan yere kadar taşmasa +bile, abdesti bozar. + 2) Arka taraftan yel çıkması. + 3) Ağızdan ve burundan, ön ile arkadan başka herhangi bir organdan sıvı halinde kan +çıkması. Şöyle ki: Akıcı bir halde ağızdan çıkan kan, tükürükten fazla veya ona eşit ise, +abdesti bozar, değilse, bozmaz. Bu renginden anlaşılır. Diğer yerlerden çıkan kan ise, +çıkış yerinden yanlarına taşınca abdesti bozar. İğne ucu gibi çıkıp da yerinde kalan kan +damlası abdeste engel olmaz. El veya parmak ile silinmesi de zarar vermez. Yaradan +çıkan irin ve sarı sular da hüküm bakımından aynıdır. + Vücuttaki kabarcıklardan çıkan saf su da, sahih görüşe göre, kan hükmündedir. Diğer +bir görüşe göre böyle bir suyun çıkması abdesti bozmaz. Bu görüşe uyuldugu takdirde, +çiçek ve uyuz hastalıklarına tutulmuş olanlar için bir kolaylık vardır. Zaruret halinde bu +görüşle amel etmekte bir sakınca olmadığı, İmam Hulüvanî'den nakledilmiştir. + (Şafiîlere göre, önden ve arkadan başka diğer herhangi bir yerden gelen kan, irin ve +sarı su sebebiyle abdest bozulmaz.) + 4) Ağız doluşu kusmak. Şöyle ki: Kolaylıkla yutulmayacak kadar ağızdan yemek, su ve +safra gibi şeylerin gelmesi abdesti bozar. Bu maddeler bir mecliste azar azar gelip de bir +ağız dolusu miktarına ulaşmış olsalar yine hüküm aynıdır. Abdest bozulur. Bu, İmam Ebû +Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre, kusuntu başka başka meclislerde gelse bile, +sebeb aynı olduğu takdirde yine abdest bozulmuş olur. + 5) Az veya çok bir zaman bayılmak, çıldırmak, yürürken irade dışında sallanacak +şekilde sarhoş olmak. Bu sarhoşluk bir zorlama sonucu olsa, yine hüküm değişmez. + 6) Rükûlu ve secdeli bir namazda iken mükellef bir insanın kasden veya sehven +(yanılarak) uyku halinde olmaksızın, yanındakiler işitecek kadar kahkaha ile gülmesi, hem +abdestini, hem de namazını bozar. Çocuğun veya uyuyanın kahkaha ile gülmeleri, sadece +namazı bozar, abdesti bozmaz. + 7) Çocuk doğurmak. Çocuğun doğması ile kan görülmese bile abdest yine bozulur. + 8) Erkeğin hanımı ile aşırı derecede oynaşması da abdesti bozar. Kendilerinden bir sıvı +çıksın veya çıkmasın hüküm aynıdır. Fakat İmam Muhammed'e göre, bu durumda mezî +gibi bir yaşlık çıkmadıkça abdest bozulmuş olmaz. + 9) Erkeğin tenasül organına kaybolacak şekilde tıkanmış olan bir pamuğun, üzerinde +ıslaklık olmasa bile, sonradan dışarıya çıkmış olması veya çıkarılması abdesti bozar. Yine +bu organa tıkanmış olan ve bir kısmı dışarda kalan pamuğa sidiğin sirayet etmiş olması +da abdesti bozar. İç kısımdaki yaşlık abdeste zarar vermez. Ancak pamuk dışarıya çıkıp +düşerse, o zaman abdest bozulur. Çünkü az bir ıslaklık pamukla bulunmuş demektir. + 10) Kadının tenasül organı içine veya dışına tıkanan bez veya pamuğun yaş olarak +dışarıya çıkması veya çıkarılması abdesti bozar. Şöyle ki: Bu organın dış kısmına tıkanan +pamuğun iç tarafı ıslanmış olunca, abdest bozulmuş olur. Pamuğun dışına ıslaklığın +geçmesi şart değildir. Fakat bu organın iç kısmına tıkanan pamuğun dışarısına kadar +yaşlık gelmedikçe, abdest bozulmaz. + 11) Yan üstü yatarak, bağdaş kurarak, dirseklere dayanarak, ayakları yan taraftan +çıkarıp oturarak, namaz dışında secde haline geçerek uyumak abdesti bozar. Yine oturur +vaziyette uyurken yere düşmese bile, kıçı yerden kesilip yükselmiş olsa abdesti bozulur. + 12) Çıplak hayvan üzerinde yokuş çıkarken uyumak. Ancak düz yolda veya yokuştan +aşağıya doğru inerken hayvan üzerinde uyumak abdesti bozmaz. Palanlı ve eğerli hayvan +üzerinde, hangi şekilde olursa olsun uyumak zarar vermez. + 13) Teyemmüm etmiş olan bir kimsenin abdest alabileceği bir suyu görmesi ile abdesti +bozulmuş olur. + 14) Özür sahibi olanlar için namaz vaktinin çıkmış olması. (99. maddeye bakınız.) + + + + +Abdesti Bozmayan Şeyler + + 168- Aşağıdaki haller abdesti bozmaz: + 1) Bir hastalık olmaksızın gözden gelen yaş ve su veya ağlamak. + 2) Yara ve benzeri yarıklar içinde görülen ve dışarıya çıkmayan kan, irin ve sarı sular. + 3) Bir yaradan kopan deri parçası. + 4) Mayasıl ıslaklığı ve parmaklar arasındaki pişinti. + 5) Yarıdan az olmak şartı ile donmuş kanın tükrük veya sümüğe bulaşmış olması. + 6) Kulaktan, burundan veya yaradan kurt çıkması. Bu kurt temizdir, üzerindeki yaşlık +ise azdır, onda akıcılık kuvveti yoktur. + 7) Ağız dolusu olmayan kusuntu. + 8) Baştan inen veya içeriden yükselip çıkan balgam, ağız dolusu olsa bile, abdesti +bozmaz. Çünkü balgam yapışkan ve kaypak olduğundan pisliği içine çekmez. Üstündeki +yaşlığı ise azdır. Bu hüküm İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göredir, İmam Ebû +Yusuf'a göre, iç boşluğundan gelen ağız dolusu balgam abdesti bozar. + 9) Kokusu olsun veya olmasın, erkek ve kadının tenasül organından çıkan yel. + 10) Rutubetsiz ye kokusuz olarak arka taraftan çıkarılan şırınga. Bununla beraber +uygun düşen, ihtiyat olarak abdesti yenilemektir. + 11) Erkeğin tenasül organına damlatıldıktan sonra geri gelen yağ. Bu da İmamı Azam' +a göredir. + 12) Pıhtılaşmış bir halde kusulan kan parçası. + 13) Baştan buruna veya kulağa kadar akıp gelen, fakat gusülde yıkanması farz olan +yere taşmayan kan. + 14) Kullanılan misvak (ve fırça) üzerinde veya ısırılan sert meyvalar üzerinde görülen +ve akıcılığı bilinmeyen kan izleri. + 15) Pire, kene, sivri sinek, kara sinek gibi haşeratın karınları doluncaya kadar +emdikleri kan. + Sülüğün karnı doluncaya kadar kan emdikten sonra düşmesi halinde kendisinden kan +çıkarsa abdesti bozar. + 16) Saçların tıraş edilmesi, bıyıkların kırpılması, tırnakların kesilmesi. + 17) Kıçı tamamen yere yerleştirmek suretiyle oturarak uyumak. + 18) Namazda iken ayakta, oturarak, rükûda ve secdede uyumak. + 19) Namaz dışında, cenaze namazında ve tilavet secdesinde kahkaha ile gülmek. + (Şafiîlere göre, namaz içinde de kahkaha ile gülmek abdesti bozmaz.) + 20) Ne kendisinin, ne de başkasının duyamayacağı bir sesle gülümseme (tebessüm). +Bununla abdest bozulmayacağı gibi, namaz da bozulmaz. Fakat yalnız kendisinin +işitebileceği bir sesle gülmek, abdesti bozmasa da namazı bozar. + 21) Herhangi bir kimsenin bedenine veya tenasül organına el ile dokunmak. + (Malikîlere göre, mükellef olan bir kimse, buluğ çağına yakın bir kadının açık bulunan +bir uzvuna veya ince hafif bir şeyle örtülü bir yerine lezzet maksadı ile dokunsa abdesti +bozulur. Bir maksad olmaksızın duyulan bir lezzet de böyledir. Öyle ki, kadın mahrem +olsa bile, lezzetlenme duygusu olan bir dokunma ve yapışma ile abdest bozulur.) + (Şafiîlere göre, herhangi bir yabancı kadının hiç bir engel bulunmaksızın bir uzvuna +dokunmak abdesti bozar. Lezzet bulunmasa bile, hüküm yine böyledir. Bundan kadının +saçları, dişleri ve tırnakları müstesnadır. Bunlara dokunmak, bir lezzet olsa bile, abdesti +bozmaz. Yine Şafiîlere göre, bir erkek veya bir kadın, kendisinin veya başkasının oturağını +veya ön tenasül organını bir engel olmaksızın elinin içi ile tutsa, abdesti bozulur. Maliki ve +Hanbelîlere göre de böyledir. Ancak bunlara göre, bir kadının kendi tenasül organını +tutması abdestini bozmaz.) + Not: Bu gibi ihtilaflı meselelerde ihtiyata riayet edilmesi daha iyidir. Hanefî mezhebinde +olan bir kimse, kendi mezhebine göre abdesti bozmayıp başka mezhebe göre abdesti +bozan bir hal ile karşılaştığı zaman, ihtilaftan kurtulmak için abdest almalıdır. Böyle +hareket etmek, bilhassa imamlar için mendubdur. + + + + +Gusül ve Guslü Gerektiren Haller + + 169- Gasl, yıkamak demektir. Gusül ve iğtisal da, yıkanma anlamını taşır. Din +deyiminde gusül: Bütün bedenin yıkanmasıdır, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i +kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal cünüblüktür. Ayrıca +kadınların hayız ve nifas kanlarının sona ermesidir. Cünüblük hali ise, aşağıda +açıklanacağı üzere, şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir. + 170- Şehvetle yerinden ayrılan ve şehvetle dışarıya atılan bir meniden dolayı +gusletmek gerekir. Şehvetle yerinden aynlıp, şehvet kesildikten sonra dışarıya atılan +meniden dolayı da, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre, gusletmek gerekir. Fakat +İmam Ebu Yusuf'a göre gusül gerekmez. + Rüyada şehvetle ayrılan bir meninin, şehvet kesildikten sonra dışarıya akıtılmasını +sağlamak için tenasül organını tutmak ve sonra dışanya akıtmakta, misafir ve soğukta +bulunanlar için İmam Ebu Yusuf görüşünü seçmekte kolaylık vardır. Bu yönden bu +görüşün tercih edilmesini uygun görenler vardır. + 171- Bakmak ve dokunmak suretiyle şehvetle gelen meniden dolayı da gusletmek +gerekir. + 172- Cinsel ilişki halinde sünnet yerinin veya o kadar bir kısmın duhulü ile, buluğ +çağına ermiş erkek ve kadının gusletmeleri gerekir. Meninin gelip gelmemesine bakılmaz. +Bunlardan yalnız biri buluğ çağına ermiş ise sadece ona gusül gerekir, diğerine gerekmez. +Ancak buluğ çağına yaklaşmış bir devrede ise, yıkanmadan namaz kılmasına izin +verilmez. Namaza devam için taharette tedbirli olmak lazımdır. Bu ve buna benzer hangi +haller olursa olsun ihtiyat olan yol gusletmek suretiyle şüpheli hallerden sakınmaktır. + 173- Uykudan uyanan kimse, yatağında, çamaşırında veya bedeninde bir yaşlık +görünce bakılır: Eğer rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu hatırlıyorsa, gusletmesi gerekir. +Yaşlığın meni olup olmamasında şüpheye düşmesi bir önem taşımaz. Ancak ihtilam +olduğunu hatırlamadığı takdirde, yaşlığın mahiyetinin ne olduğu üzerinde durulmaz ve +gusül gerekmez. Çünkü akıntının şehvetle geldiği bilinmemektedir. Bu mesele İmam Ebû +Yusuf'a göredir, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre, gelen akıntının mezi olduğunu +anlıyorsa, gusl etmesi gerekmez. Fakat meni olduğunu biliyor veya şübheye kapılıyorsa, + gusletmesi gerekir. İhtiyata uygun olan da budur. Onun için fetva buna göredir. + 174- Yatağından uyanıp kalkan kimse, ihtilam olduğunu hatırladığı halde, tenasül +organında bir yaşlık görse gusletmesi gerekir. Ayakta veya oturduğu yerde uyuyan +kimse, uyanıp da bu organında bir yaşlık görse, bakılır: Eğer bu yaşlığın meni olduğuna +kanaati varsa veya uyumadan önce bu organı hareketsiz bir halde idi ise, gusletmesi +gerekir. Fakat böyle bir kanaati yoksa ve tenasül organı da önceden uyanık durumda idi +ise, gusletmesi gerekmez. Bulunan yaşlığın mezi olduğuna hükmedilir. Çünkü organın +uyanık olması, mezinin çıkmasına sebeb olur. + 175- Sarhoş veya bayılmış olan bir kimse uykusundan uyanıp da, kendisinde meni +bulacak olsa, gusletmesi gerekir. Mezi bulacak olsa yıkanması gerekmez. + 176- İdrarını yaparken, tenasül organı uyanık olduğu halde meni gelse, yıkanması +gerekir. Organ uyanık olmayınca; gusletmek gerekmez, çünkü uyanıklık şehvetin +bulunmasına delildir. + 177- Bir erkek veya bir kadın rüyada ihtilam olsa da, meni dışarıya çıkmış olmasa, +yıkanmak gerekmez. İmam Muhammed'e göre, böyle bir kadının ihtiyat olarak yıkanması +gerekir. Çünkü kadından çıkacak bir sıvının yine ona dönmesi ihtimali vardır. + 178- İhtilam olan veya cinsel ilişkide bulunan bir kimse, idrarını yapmadan veya çokça +yürümeden veya yatıp uyumadan yıkansa da, sonra kendisinden meninin arta kalan kısmı +çıkacak olsa, ikinci kez yıkanması gerekir. Fakat idrarını yaptıktan veya epeyce +yürüdükten veya uyuduktan sonra şehvetsiz olarak gelecek meni guslü gerektirmez. +Çünkü bu durumda o meni, yerinden, şehvet olmaksızın ayrılmış bulunur. Yine bir +kadından, yıkandıktan sonra, kocasının menisi çıkacak olsa, tekrar gusletmesi gerekmez. + 179- Bir yatakta yatıp uyuyan iki kimse, uyandıkları zaman ihtilam olduklarını +hatırlamayarak yatakta meni gibi bir yaşlık görseler veya kurumuş meni görüp de o +yatakta kendilerinden önce başka bir kimse yatmış olsa bu durumda meninin kime ait +olduğu bilinmese, her ikisinin de ihtiyaten yıkanması gerekir. + 180- Şehvet olmayıp da döğülmeden, ağır bir yük kaldırmadan ve yüksek bir yerden +düşmeden dolayı meni gelmesiyle gusül gerekmez. + (İmam Şafî'ye göre bu hallerde de gusül gerekir.) + 181- Yerinden şehvetle ayrılan bir meni, bedenin dışına veya dış hükmünde olan yere +çıkmadıkça gusül gerekmez. + 182- Bakire bir kızın bekaretini yok etmemek sureti ile yapılan bir ilişkide meni +gelmeyince gusül gerekmez; çünkü bekaret, sünnet yerine kadar duhule engel olmuş +demektir. + 183- Cünüblük, hayız veya nefselik (loğusalık) halinde iken, gayrimüslim bir kadın +veya gayrimüslim bir erkek ihtida etse, gusletmesi farz olur. Hayız veya nefseliği son +bulmuş olsa da, yıkanmamış bulunsa, yine gusül gerekir. Fakat yıkanmış bulunan veya +henüz cünüplük, hayız ve nefselik haline düşmemiş olan erkek veya kadın gayrimüslim +ihtida etse, yıkanması mendub olur. + + + + +Guslün Farzları + + 184- Guslün farzları, ağzı, burnu ve bütün vücudu birer kez yıkamak üzere üçtür. Bu +farzlar, aşağıda bildirileceği şekilde yapılır. + 185- Ağıza ve buruna bolca su alınmalı. Bu işe abdestle yapılan ağız ve buruna su +vermelerden daha çok özen gösterilmelidir. + 186- Vücut yıkanırken iğne ucu kadar bir yerin kuru kalmamasına dikkat edilecek, +kulaklar ve göbek oyuğu yıkanacak. Su saçların, sakalların, kaşlann ve bıyıkların, +aralarına ve altlarındaki deriye kadar geçecektir. Bunlar sık olsa bile, suyun ulaşması +sağlanacaktır. Bunların araları ve dipleri kuru kalırsa, gusül tamamlanmış olmaz. Ancak +kadınların başlarından aşağıya sarkmış olan saçlarının yıkanması şart değildir. Önemli +olan bunların diplerine suyun geçmesidir. Erkeklerde bir zorunluk bulunmadığı için, böyle + sarkmış olan saçlarının her tarafını yıkamak gerekir. + 187- Kapanmış olan küpe deliklerinin içini de yıkamalıdır. Öyle ki, bu deliklerin +ıslanmış olduğuna kanaat getirmelidir. Böyle bir kanaat yoksa, onları el ile ovarak +ıslamalıdır. İçlerine zorla su geçebilecek bir halde olan küpe deliklerini de, içlerine su +geçecek bir şekilde el ile ıslatıp yıkamalıdır. + 188- Tırnaklar arasında kalan kurumuş çamurların ve göz çapakları gibi şeylerin +altlarını da yıkamalıdır; bunu yapmak gereklidir. Fakat tırnaklar üzerindeki kirler, +topraklar, kınalar gusüle engel olmazlar. Çünkü bunlar suyun geçmesine engel değildirler. +Bu konuda köylü ile şehirli eşittir. Sahih olan görüş budur. + 189- Bir özür sebebiyle sünnet olamamış kimsenin, organında toplanmış olan derinin +içini de yıkaması lazımdır. Ancak açılmasında bir zorluk olursa, o zaman içi yıkanmaz. +Çünkü bu deri bedenin dışından sayılır. Buraya kadar gelen bir sidik ile abdest bozulur. + 190- Suyun geçmesini engelleyecek şekilde dişlerin arasında nohut büyüklüğündc sert +yemek parçası bulunmamalıdır. Vücudun hiç bir yerinde suyun geçmesini engelleyecek +balık pulu veya çiğnenip kurumuş ekmek parçası gibi bir şey de bulunmamalıdır. Çünkü +bunların altlarına su geçmeyince, gusül sahih olmaz. + 191- Birbirine bitişik olup da aralarında su geçirmeyecek bir halde bulunan parmakları +yıkarken, su ile aralarını ovmalıdır, içi boş olan göbeğin içini de yıkamalıdır. Üzerlerinde +pislik bulunmasa da, avret yerlerini su ile yıkayıp temizlemelidir. Bunların da kuru kalması +gusülün sıhhatine engel olur. + 192- Ayaklarda bulunan çatlaklar üzerine merhem koyulunca, eğer altlarını yıkamak +zarar vermeyecekse, altlarını yıkamak gerekir. Zarar verecekse üstleri yıkanır. Bu da +zarar veriyorsa, üzerlerini meshetmekle yetinilir. Mesih de zararlı ise, meshedilmez. + 193- Bir kimse guslettikten sonra ağzını veya burnunu yıkamadığını veya bedeninden +bir yerin kuru kaldığını anlarsa, yeniden gusletmesi gerekmez; yalnız o yerleri yıkaması +yeter. Bu arada farz bir namaz kılmışsa onu tekrar kılması gerekir. + 194- Gözlerin içini soğuk veya sıcak su ilc yıkamak güç ve zararlı olduğu için, ne +abdest alırken, ne de guslederken gözlerin içini yıkamak gerekmez. Körler için de +böyledir. Temiz olmayan bir sürme ile gözler sürmelenmiş olsa bile, bunu yıkamak +gerekmez. Gözlerin hafifçe kapatılması hem abdest için hem de gusül için bir engel teşkil +etmez. Yeter ki su, kirpiklere ve pınarlara ulaştırılmış olsun. + (Malikîlere göre. gözlerin ve ağız ile burnun içleri, bir de meydanda olmayan kulak +deliği bedenin dışından sayılmaz. Bu bakımdan bunları abdestte ve gusülde yıkamak farz +değildir; sünnettir. + Hanbelîlere göre, ağız ile burnun içleri yüzden sayılır. Onun için hem abdestte, hem de +gusülde yıkanmaları farzdır.) + Takma olan gözleri çıkarıp abdest ve gusülde altlarını yıkamaya gerek yoktur. Bu +yıkama zararlı olunca, zaten çıkarılmaları caiz olmaz. + + + + +Guslün Sünnetleri + + 195- Guslün başlıca sünnetleri şunlardır: + 1) Gusle niyet ederek, besmele çekerek ve misvak kullanarak başlamak. Bu niyet +guslün sıhhati için şart değildir. Sevabı vardır. Temizliğin bir ibadet sayılması için bir +sebebdir. + (Maliki ve Şafiî'lere göre, gusülde niyet farzdır. Hanbelîlere göre de, bu niyet guslün +sıhhatinin şartıdır. Durum böyle olunca, ihtilafdan kurtulmak için guslederken +abdestsizliği gidermeyi ve namaz gibi bir ibadetin yerine getirilmesini hatırlamalıdır.) + 2) Gusülde önce elleri, sonra oyluk yerlerini yıkamak. Eğer bedende meni gibi bir pislik +varsa onu gidermek. + 3) Gusülden önce, sünnet üzere abdest almak. Bir kap içinde veya toprak üzerinde +yıkanıldığı zaman ayakları yıkamayı sona bırakmalıdır. + 4) Abdest aldıktan sonra önce üç kez başa, sonra üç kez sağ omuza, sonra üç kez sol +omuza su dökmek. Her su döktükçe, beden iyice ıslansın diye, bedeni iyice oğuşturmak. +Bir kap içinde veya toprak üzerinde yıkanılıyorsa, çıkarken önce sağ ayağını, sonra sol +ayağını yıkamak. + (İmam Malik ve İmam Ebu Yusuf'dan bir rivayete göre, gusül yaparken bedeni +ovalamak farzdır.) + 5) Gusül yaparken fazla su harcamamak ve çok kısıntı da yapmamak. + 6) Kimsenin görmeyeceği bir yerde yıkanmak. Eğer erkekler erkekler arasında, +kadınlar da kadınlar arasında bulunurlar da yıkanmak için tenha bir yer bulamazlarsa, bir +köşeye çekilip avret mahallerini bir peştemal ile örterek yıkanırlar. Avret yerlerini +açmaları caiz olmaz. Erkeklerin veya kadınlarla erkeklerin arasında bulunan kadınların da +bunlar arasında yıkanmaları caiz değildir. Bu durumda teyemmüm ederek namazlarını +kılmaları uygundur. Çünkü hükmen su bulunmamış demektir. + Yine, gerek erkekler ve gerekse kadınlar kendi cinsleri arasında yıkanmak için bir +peştemal veya benzeri bir örtü bulamazlarsa ve böylece avret yerlerini açmak +mecburiyetinde kalırlarsa teyemmüm ile kılarlar. Sonra tenha bir yer veya bir peştemal +bulunca gusledip teyemmüm ile kılmış oldukları namazları iade ederler. Hamamlarda bu +örtünme işine çok dikkat etmelidir. + 7) Tenha bir yerde yıkanıldığı zaman, yine avret yerini açık bulundurmamak. Açık +bulundurulursa kıble yönüne dönmemek. + 8) Guslederken konuşmamak. + 9) Gusülden sonra elbeseyi giyerken çabukça örtünüvermek. + 10) Gusülden sonra bedeni bir havlu veya bir mendil ile silmek. + 11) Bir kimse bir akar suya veya bir havuza dalsa veya yağmur altında durup bütün +vücudu ıslansa, ağzına ve burnuna su vermek halinde, gusül farziyetini yerine getirmiş +olur. Bu durumda organlarını kımıldatır veya su içinde biraz beklerse, sünneti yerine +getirmiş sayılır. + 12) Yukarıda sıralanan sünnetlere uygun bulunmayan bir gusül, guslün edeblerine +uygun düşmemiş ve kerahetten de kurtulmamış olur. + Abdestte sayılan edebler, gusülde de aynen uyulması gereken edeblerdir. Ancak +guslederken kıbleye doğru durulmaz. Avret yerleri peştemal ile örtülü ise kıbleye +dönülebilir. + Abdestte mekruh olan şeyler, gusülde de mekruhtur. Bir de gusülde dua okumak +mekruhtur. Yine gusülde bir organdan su damlarken onu alıp diğer organı yere düşmeyen +bu su ile yıkamak caizdir; çünkü gusülde bütün beden bir organ sayılır. Abdestte bunu +yapmak caiz değildir. + + + + +Guslün Vasıfları + + 196- Yukarda geçen 169. maddede açıklandığı gibi, cünüblükten, hayız ve nifas +kanlarından kesilişinden dolayı gusletmek farzdır. Bu farzın dışında bazı hallerde +gusletmek sünnet veya müstahabdır. Bunların başlıcaları şunlardır: + 1) Cuma ve iki bayram namazları için gusletmek. + 2) Hac ve umrede ihrama girerken ve Arefe günü vakfe yapmak için yıkanmak +(gusletmek). + 3) Medine-i Münevvere ile Mekke-i Mükerreme'ye girmek için yıkanmak. + 4) Müzdelife ve Mina'da bulunmak için yıkanmak. + 5) Günahdan tevbe için yıkanmak. + 6) Güneş ve ay tutulması halleri ile yağmur duasında bulunmak için yıkanmak. + 7) Kan aldırmak ve ölü yıkamak için gusletmek müstahab olduğu gibi, baygınlıktan +sonra ayılan kimsenin yıkanması da müstahabdır. + 8) Yolculuktan dönenin ve yeni elbise giyecek kimsenin yıkanması. + 9) Berat ve Kadir gecelerine kavuşmaktan dolayı yıkanmak. + 10) İnsanların toplanacağı bir yerde bulunmak için yıkanmak. + 11) İstihaze (illet kanından) kurtulan kadının yıkanması. + 12) Cünüblüğünün hemen arkasından hayız (adet) görmeye başlayan bir kadın, +isterse, cünüblüğü için yıkanır, isterse yıkanmasını adetin sona ermesine bırakır. + 13) Her cinsel ilişki için yıkanmak. Zevcesi ile cinsel ilişkide bulunan kimse, henüz +yıkanmadan tekrar ilişkide bulunabilir. Fakat bu arada yıkanması veya abdest alması +mendubdur. + 14) Henüz namaz vakti gelmeden yıkanmak. Çünkü namaz vaktine kadar cünüb bir +kimsenin yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmaz; fakat daha önce yıkanmanın fazileti +vardır. + Sünnet ve müstahab olan gusüller, sadece hürmet ve temizlik için yapılır. Bu kısım +müstahab ve sünnet olan yıkanmalarda ağıza ve buruna su çekmek mecburiyeti yoktur. + + + + +Gusül Etmesi Farz Olanlara Haram veya Mekruh +Olan Şeyler + + 197- Üzerlerine gusül farz olanlara, gusletmeden önce haram olan şeyler şunlardır: + 1) Namaz kılmak. Bir ayet olsa bile, Kur'an niyeti ile Kur'an okumak. Hamd ve dua ile +ilgili ayetleri, dua ve zikir niyeti ile okumak caizdir. Cünüb veya adet halinde olan bir +kadının dua niyeti ile Fatiha Suresini okuması caizdir. + Yine bu durumda olan kimsenin çocuklara Kur'an ayetlerini kelime kelime öğretmesi de +caizdir. Şehadet kelimesini söylemek, tesbih ve tekbir getirmek yine caizdir. + 2) Kur'an-ı Kerime, bir veya yarım ayet olsa bile, el sürmek ve Mushaf-ı Şerif'i tutmak +haramdır. Ancak Kur'an'a yapıştırılmamış olan bir kılıf, bir mahfaza ve sandık içinde onu +taşımak ve onu dış taraftan tutmak caizdir. + 3) Kabe'yi tavaf etmek ve bir zorunluk olmadığı halde bir mescide girmek veya içinden +geçmek. Fakat zaruret hali olursa, geçilebilir. Bir kimsenin evinin kapısı, mescidin içine +doğru açılsa ve evine girip yıkanmak için mescit içinden geçmek zorunda kalsa, o kimse +mescit içinden geçerek evine girer ve yıkanır. Bu bir mecburiyet halidir. Mescit içinde +uyurken ihtilam olan kimse, dışarıya çıkmak için teyemmüm eder; fakat bu teyemmüm +ile Kur'an okuyamaz, namaz da kılamaz. + 4) Üzerinde ayeti kerime yazılı bulunan bir levhayı veya bir parayı el ile tutmak. + Üzerlerine gusül gerekli olanların yıkanmadan önce yapmaları Mekruh olan şeyler +şunlardır: + 1) Din kitablarından herhangi birini el ile tutup okumak. + 2) El ve ağzı yıkamadan yiyip içmek. + El ile tutmayıp yer üzerinde bulunan bir sayfaya veya bir levhaya Kur'an'dan yazı +yazmak. Bu da İmam Muhammed'e göre mekruhtur. + Cünüb ile hayız ve nifas halinde bulunanların Kur'an-ı Kerim'e bakmaları mekruh +değildir. Bu, el ile tutmak hükmünde değildir. + (İmam Malik'e göre, Cünüb olan kimse, Kur'an okuyamazsa da hayız halinde olan +kadın okuyabilir; çünkü cünüb olan kimse hemen yıkanabilir. Fakat adetli ise, adet +müddeti dolmadan yıkanamadığı için özürlü sayılır.) + + + + +Teyemmümün Niteliği ve Farzları + 198- Lûgatta teyemmümün anlamı, bir şeyi kasdetmek'tir. Din deyiminde ise; Su +bulunmadığı veya suyu kullanmaya güç yetmediği zaman, toprak cinsinden temiz bir +şeyle abdestsizliği gidermek için yapılan bir işlemdir. + Şöyle yapılır: Abdestsiz olan yahut gusletmesi gereken bir kimse, iki elini toprak +cinsinden temiz bir şeye bir kez vurup bununla yüzünü mesheder. Sonra yine iki elini +ikinci kez vurup bununla da dirseklerine kadar iki kolunu mesheder. Bu işlem, +abdestsizliği gidermek yahut namaz kılmak veya taharetsiz sahih olmayan bir ibadeti +yerine getirmek niyeti ile yapılır. İşte teyemmümün esası bundan ibarettir. O halde +teyemmümün farzları bir niyet ve iki mesihden ibarettir. + İmam Züfer'e göre, teyemmümde niyet farz değildir. + 199- Teyemmüm, bu ümmetin özelliklerindendir, ahir zaman ümmeti için bir +kolaylıktır. Yüce mabuduna ibadet edecek olan bir müslümanın alışmış olduğu temizlik +halinden yoksun olarak ibadet etmemesini sağlar. Bu konuda müslümanın duyduğu +ruhsal bir ihtiyacı giderir, insanı yaratılışının aslı olan toprağa döndürerek onda tevazu ve +yaratıcıya saygı duygularını canlandırır. + 200- Teyemmüm Hicretin beşinci yılanda meşru olmuştur. Peygamber efendimizin +Medine'ye hicretlerinin beşinci senesi Şaban ayının ilk günlerinde Peygamberimiz Huzaa +kabilesinin bir oymağı olan "Beni Mustalık" savaşında bin kişilik bir ordu ile susuz bir +yerde gecelemişlerdi. Sabah namazını kılmak için abdest alacak su bulamadılar. Sabahın +erken bir vaktinde şu anlamdaki ayet-i kerime nazil oldu: "Yolculuk halinde olur da su +bulamazsanız, temiz toprak ile teyemmüm ediniz." (Nisa: 43, Maide: 6) Böylece +teyemmümle namaz kılmalarına Yüce Allah'ın emri çıktı. Ashab-ı Kiram sevindiler ve +teyemmüm ederek sabah namazını kıldılar. + + + + +Teyemmümün Sünnet Üzere Yapılması + + 201- Sünnete uygun bir teyemmüm, aşağıdaki şekilde yapılır: + 1) Teyemmüme başlarken Besmele getirip namaz için tahareti niyet etmelidir. + (Hanbelîlere göre, Besmeleyi okumak vacibdir, bunu yapmayınca teyemmüm olmaz.) + 2) Parmaklar açık olduğu halde iki eli toprağa vurduktan sonra ileri sürüp geri +çekmelidir. + 3) Elleri kaldırınca, eğer fazla tozlanmışlarsa onları yan yana getirip birbirine hafifçe +vurmalı. Bu şekilde ellerdeki tozlar silkildikten sonra, bu ellerle bütün yüzü +meshetmelidir. + 4) İlk vuruşta yapıldığı gibi elleri yine temiz toprağa tekrar vurduktan sonra silkmeli ve +sol elin baş parmağını ayırarak diğer parmakların iç tarafları ile sağ elin parmak +uclarından başlayarak kolun dış tarafını dirseklere kadar çekip meshetmeli. Sonra yine +sağ elin iç tarafına dönerek sol elin baş parmağı ile serçe parmağını halka ederek baş +parmakla beraber elin ayası ile dirsekten bileğe kadar elin iç tarafını meshetmeli. Baş +parmağı daha ileriye yürüterek sağ elin baş parmağının üstünü de meshetmelidir. + 5) Sol ele sağ elin meshedilişi gibi, aynen sağ elle de sol eli meshetmelidir. + 6) Açıklandığı şekilde teyemmümde sıra gözetilerek önce yüzü, sonra kolları +meshetmeli ve bu işlemde kesinti yapmamalıdır. + + + + +Teyemmümün Şartları + 202- Teyemmümü mubah kılacak bir özür bulunmalıdır. Bu özür, gerçek olarak veya +hükmen suyu kullanmaya güç bulunmamaktır. Şöyle ki: Abdest alacak veya gusledecek +kimsenin bulunduğu yerden en az bir mil (dört bin adım) uzakta suyun bulunmasıdır. Bu +durumda su, gerçekten bulunmamış sayılır. Yahut su bulunur da, onunla yıkandığı +takdirde hastalanmaktan, hastalığının artmasından veya uzamasından tecrübesi neticesi +olarak korkarsa veya yetkili müslüman bir doktor su kullanmasını zararlı sayarsa, yine +teyemmüm edilir; çünkü hükmen su bulunmamış demektir. + (Malikîlere göre, yetkili müslüman bir doktor bulunmazsa, bu teyemmüm konusunda +müslüman olmayan yetkili bir doktorun sözü yeterlidir.) + Şu durumlarda da hükmen su bulunmamış sayılır: Cana, mala, şeref ve emanete ait +bir tehlikenin, yakında bulunan bir suyu kullanma halinde bulunması. Bulunan suyun +abdest veya gusle yetişmemesi. Bulunan su, abdest veya gusle harcandığı takdirde, +kendisinin veya arkadaşının veya beraberindeki hayvanın susuzluktan helak olacağını +kuvvetli bir ihtimal ile bilmesi. Kuyudan su çekebilmek için ip ve kova gibi aletlerin +bulunmaması. Bulunan su ancak pisliği gidermeye kafi gelip de bundan fazla su +bulunmaması. Mevcut olan su ile abdest alındığı veya +gusledildiği takdirde, bayram ve cenaze namazlarının tamamen kaçırılacağından +korkulması. Ancak bu namazların bir kısmına yetişilebileceği anlaşılınca veya cenazenin +velisi olur da, kendisini bekleyeceklerini bilince, teyemmüm etmek caiz olmaz. + Yine, sadece namazı kaçırmak korkusu ile, kazası mümkün olan (bedeli bulunan) +namazlar için teyemmüm etmek caiz olmaz. Cuma ve diğer vakit namazları gibi... Çünkü +bunlara yetişilemezse, cuma yerine öğle namazı kılınır. Vakit namazlarına yetişilemezse, +bunlar kaza edilir. + 203- Teyemmüm ederken niyet bulunmalıdır. Şöyle ki: Teyemmüm edecek kimse, elini +teyemmüm edecek toprağa korken veya eline dokunan toprak ile yüzünü meshe +başlarken, bu işi abdestsizlikten temizlenmek, namaz kılmak veya abdestsiz yapılması +caiz olmayan bir ibadette bulunmak maksadı ile yapmalıdır. Böyle bir niyet olmaksızın +alınan bir teyemmüm ile namaz kılınmaz. Sadece teyemmümü niyet etmek yeterli +değildir. Bu duruma göre, su bulamayan abdestsiz bir kimse, Kur'an'ı eline almak veya +bir mescide girmek niyeti ile teyemmüm etse, bu teyemmümle onun namaz kılması sahih +olmaz. Çünkü Kur'an'ı tutmak abdestsiz caiz değilse de, bunu yapmak bir ibadet değildir; +maksad ise Kur'an okumaktır. Abdestsiz olarak ezbere Kur'an okumak caizdir. Boy +abdesti almak durumunda olan bir kimse için mescide girmekte taharet şarttır. Fakat bu +da kasdolunan bir ibadet sayılmaz; onu için bu maksadla alınan teyemmüm ile namaz +kılınmaz. Abdestsiz bir kimse için ezber olarak Kur'an okumak bir ibadet ise de, bunun +yapılması taharete bağlı değildir. Taharetsiz (abdestsiz) yapılabilir. + Ezan okumak, ikamet yapmak, kabirleri ziyaret etmek, ölüyü gömmek, selama karşılık +vermek veya hayırlı bir iş yapmak niyeti ile yapılan teyemmümlerle de namaz kılanamaz. + 204- Teyemmüm, her yönden temiz olan toprak cinsinden bir şeyle yapılır. Şöyle ki: +Üzerlerinde pislik dokunmamış olan toprak, kum, çakıl, horasan, alçı gibi toprak cinsinden +olan şeylerle teyemmüm yapılır. Yine taş cinsinden olan mermer, kiremit, tuğla, yakut, +zümrüt, zebercet, tutya ve mercanla veya nemli olsun, yanık olsun toprakla veya çoğu +toprak karışımı olan maddelerle, kaya tuzu ile, çamurla sıvanmış duvarla da teyemmüm +edilebilir. Bunların üzerinde toz bulunması şart değildir. Fakat kurumadıkça çamurla +teyemmüm edilmez; bu imam Ebû Yusuf'a göredir, İmam Azam'a göre, vaktin +çıkmasından korkulur ve çamurun toprağı sudan ziyade olursa, çamur ile teyemmüm +edilir. + Odunların ve otların yanması ile meydana gelen küllerle, demir, altın, gümüş gibi +eriyip şekil değiştiren ve yumuşayan madenlerle, inci, cam, kumaş ve elbiselerle, hayvan +postekileri ile teyemmüm yapılmaz. Çünkü bunlar toprak cinsinden sayılmazlar. Ancak +bunların üzerinde belli bir şekilde toz bulunursa, o zaman üzerlerinde teyemmüm +edilebilir. + Bir de üzerlerindeki topraklardan dolayı, cevher halinde bulunan altın, gümüş, bakır +benzeri madenlerle teyemmüm edilebilir. + (İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre, teyemmüm yalnız toprakla yapılır, İmam +Malik'e göre, toprak ve kumla teyemmüm caiz olduğu gibi otlarla, ağaçlarla ve karla da + caiz olur. İmam Ahmed İbni Hanbel'e göre, teyemmüm yalnız yanmamış olan ve +başkasından gasbedilmemiş olan tozlu bir haldeki temiz bir toprakla yapılır. Kum ve diğer +şeylerle yapılmaz.) + 205- Tahareti engelleyen durum son bulmuş olmalıdır. Vücudun herhangi bir yerinden +çıkan kan daha kesilmeden abdest alınamayacağı gibi teyemmüm de yapılamaz. + 206- Meshe engel olan deri üzerindeki kurumuş hamur ve balık pulu gibi şeyler +giderilmiş olmalıdır. Aksi halde, mesih yüz ve kollar üzerinde bulunan engeller üzerine +yapılmış olur. + 207- Teyemmüm, iki elin iç taraflarını iki kez toprak cinsinden temiz bir şey üzerine +koymakla yapılmalıdır. Bununla beraber niyet eden kimseye başkası teyemmüm +ettirebilir. + 208- Teyemmüm iki elin veya bunların yerini tutacak olan bir şeyin tümü veya +çoğunluk kısmı ile yapılır. Bunun için iki parmakla teyemmüm caiz olmaz. Fakat bir el ile +yüz ve diğer bir elle de kol meshedilebilir. Bu halde, bir elle tekrar toprağa vurulup diğer +kol da meshedilir. + Eli çolak olup su kullanamayan kimse, yardımcısı yoksa, yüzünü ve kollarını yere +sürmek sureti ile teyemmüm eder. Elleri ve kolları kesilmiş olan kimse de, yalnız yüzünü +yere sürerek teyemmüm eder. Bu kimsenin yüzünde yara bulunsa, teyemmüm +etmeksizin namazı kılar. + 209- Yüz ile kollar tamamen meshedilmelidir. Yüz kısmı sayılan yerin her tarafı +meshedilir. Yüzük ve bilezik gibi şeyler de çıkartılır veya yerlerinden oynatılır. Diğer bir +görüşe göre, organların çoğunluğunu meshetmek yeterlidir. Dörtte bir kısmın +meshedilmemesi teyemmümün sıhhatine engel olmaz. + + + + +Teyemmümü Mubah Kılan ve Kılmayan Bazı +Haller + + 210- Henüz namaz vakti girmeden de teyemmüm edilebilir. Fakat namaz için +müstahab olan vakit geçmeden su bulabileceğini tahmin eden kimse için teyemmümü +geciktirmek mendubdur. + (Üç imama göre, bir namaz için vakti girmedikçe teyemmüm yapılmaz; çünkü +teyemmüm bir zaruret için taharet sayılmıştır. Özürlünün tahareti gibi, vakitten evvel +abdesti sahih olmaz.) + 211- Bir mil mesafeden daha yakında su bulunduğunu sanan kimse, suyun +bulunduğunu sandığı yöne doğru üç-dört yüz adım gider veya birini göndererek suyu +aratır. Ancak yolda düşman tehlikesi gibi bir korkusu olursa, bu aratma yapılmaz. + 212- Suyun varlığından bilgi verecek uygun bir kimse bulunduğu halde ondan +sormaksızın teyemmüm etmek caiz değildir. Bu durumda eğer teyemmüm ederek namaz +kılar da, sonra bir milden daha yakın bir yerde su bulunduğu kendisine haber verilirse, +kıldığı namazı iade eder. + 213- Su bulunacağı kendisine söz verilen kimse, kazaya kalmak korkusu olsa bile, +namazını geciktirir. Ancak suyu va'd edenin yanında veya bir mil mesafeden daha +yakınında su bulunmuş olmalıdır. + 214- Boy abdesti alması gereken bir kimse, yalnız organlarının bir kısmına veya +sadece abdestine yetecek kadar su bulsa, yine teyemmüm eder; o suyu harcaması +gerekmez. + 215- Yalnız içilmek için kırlarda sarnıçlar içinde hazırlanmış olup herkesin +yararlanmasına terk edilmiş bulunan sular teyemmüm etmeye engel olmaz. Ancak bu +sular çok olur da abdest ve gusül almaya izin verilmiş olduğu bilinirse, bu sular kullanılır, +teyemmüm edilmez. + 216- Hacıların hediye için taşıdıkları zemzem suyu, teyemmüm yapmaya engeldir. + Ancak zemzemin içine, en az bir misli kadar gül suyu karıştırılmış olursa, bu takdirde +zemzem mukayyed su hükmüne girer ve onunla abdest almak caiz olmadığı için +teyemmüm yapılır. + 217- Cünüblükten dolayı teyemmüm etmiş olan bir kimsenin abdesti bozulsa, cünüb +sayılmaz, abdestsiz olur. Bu kimse yalnız abdeste yetecek kadar su bulsa, bununla abdest +alır. Bu kadar su bulamazsa, tekrar namaz için teyemmüm eder. + 218- Abdest almak veya gusletmek için başkasının yanında bulunan suyu istemek +gerekir. Ancak suyun çok kıt olduğu bir yerde istenmeyebilir. + 219- Abdest alacak veya gusledecek bir kimsenin, ihtiyacından çok parası olduğu +zaman, değer kıymeti ile veya biraz fazlasıyla satılmakta olan suyu ihtiyacı için satın +alması gerekir. Fakat normal fiyatın iki misli ile satın almak gerekmez; çünkü bu aşırı bir +fiyattır. + 220- Suyu kullanmaktan aciz olup da parası bulunan kimse, normal bir ücretle abdest +verdirecek kimse bulursa, teyemmüm edemez. + 221- Başkasının yardımı ile abdest alabilecek olan bir kimsenin yardımcısı kendi kölesi, +kendi çocuğu veya kendi ücretli hizmetçisi ise, teyemmüm etmesi ittifakla caiz olmaz. +Böyle kendi başına abdest alamayacak derecede özürlü olan kimse, abdest için kendisine +yardım edebilecek başka bir adamı varsa, yine teyemmüm edemez. Zevcesinin bulunması +da, teyemmüm etmesine engeldir. Kabul edilen görüş budur. Fakat İmam Azam'dan bir +rivayete göre, bu durumda olan kimse teyemmüm edebilir. + Deniliyor ki, zevc ile zevce abdest verme konusunda birbirine yardım etmek zorunda +değillerdir. Bunun için, bunlardan biri diğerine yardımcı sayılmaz. Ancak birbirlerine +yardım görevinde bulunmaları bir iyilik olduğundan, yardımın yapılması güzel kabul +edilmiştir. Öyle ki, bunlardan biri diğerine yardım etmeyi üzerine alınca, makbul olan +görüşe göre, artık teyemmüm yolunu seçemez. + 222- Bir zindanda habsedilmiş olan kimse, temiz su veya toprak bulamayınca, İmam +Azam ile İmam Muhammed'e göre, namazını sonraya bırakır. İmam Ebû Yusuf'a göre, bir +şey okumaksızın namaz kılar gibi ayakta durur, rükû ve secde vaziyetlerini alır, kendisini +namaz kılan gibi gösterir. Sonra kurtulunca, kılamadığı namazları kaza eder. + 223- Abdest uzuvlarının (organlarının) yarısında veya çoğunda yara bulunan bir kimse +teyemmüm eder; fakat yarısından azı yaralı ise, sağlam yerlerini yıkar ve yaraların +üzerlerine mesheder, teyemmüm yapamaz. + Gusül için de, eğer vücudun yarısı veya daha çoğu yaralı ise teyemmüm edilir. +Vücudun yarısından azı yaralı ise sağlam yerler yıkanır ve yaraların üzerleri meshedilir. + 224- Bir abdest ile birçok farz ve nafile namaz kılınabildiği gibi, bir teyemmüm ile de +kılınabilir. + (İmam Şafiî'ye göre, bir teyemmüm ile yalnız bir farz namaz ve birçok nafile namaz +kılınır. Sahih olan bir görüşüne göre de, bir teyemmüm ile bir farz namaz ve bununla +beraber ayrıca cenaze namazları da kılınabilir. Ancak bir teyemmüm ile bir farz namazdan +başka bir farz namaz kılınamaz.) + Bu ihtilaftan kurtulmak için, her farz namazda yeniden teyemmüm etmek daha iyidir. + 225- Temiz bir toprak cinsinden çok kimseler teyemmüm edebilirler. Çünkü yeryüzü el +değdirilmesi ile kullanılmış sayılmaz. + + + + +Teyemmümü Bozan Haller + + 226- Abdesti bozan ve guslü gerektiren haller teyemmümü de bozar, hükümsüz kılar. +Teyemmümü mubah yapan özrün kalkması da, bu özürden dolayı yapılmış olan +teyemmümü bozar. Bu bakımdan su bulunmadığı için veya bir hastalık için yapılmış olan +bir teyemmüm, su bulununca veya hastalık kalkınca hemen bozulur. Su ile abdest +alınmadıkça veya cünüblük hali varsa, yıkanmadıkça namaz kılınamaz. + 227- Cünüblük sebebiyle yapılan teyemmüm, abdest yerine de geçer. Araya yeni bir + cünüblük veya abdestsizlik hali girmedikçe, suyu kullanmaya güç yetinceye kadar bu +teyemmüm ile birçok namaz kılınabilir. Aynı şekilde, su ile gusleden kimse, bu temizliği +devam ettikçe abdest almaya gerek olmaksızın dilediği namazları kılabilir. + 228- Bir özürden dolayı teyemmüm eden kimse, diğer bir özre tutulsa, birinci özrün +son bulması üzerine teyemmüm de son bulur, diğer özür için tekrar teyemmüm etmesi +gerekir. Örnek: Su bulunmadığı için teyemmüm eden kimse, henüz su bulamadan abdest +almaya engel teşkil edecek bir hastalığa yakalansa ve bu arada su bulacak olsa, önceki +teyemmümü bitmiş olur. Bu hastalıktan dolayı tekrar teyemmüm etmesi gerekir; çünkü +teyemmümün sebebi değişmiştir. + 229- Teyemmüm ile namaz kılmakta olan bir adam su görse, namazı bozulmuş olur. +Abdest alıp yeniden namaz kılması gerekir. Fakat namaz tamamlandıktan sonra suyun +bulunması, kılınan o namazın iade edilmesini gerektirmez. + 3. Bölüm: Namaz + +Namazın Önemi ve Fazileti + + 1- Bilindiği gibi Yüce Allah'ı tevhid (bir kabul etmek), Onun eşsiz varlığını bilip tasdik +etmek, farz olan en büyük bir görevdir. Bundan sonra farzların en büyüğü ve en önemlisi +namazdır. Namaz, imanın alametidir, kalbin nurudur, ruhun kuvvetidir, mü'minin +miracıdır. Mü'min bu namaz sayesinde Yüce Allah'ın manevî huzuruna yükselir. Yüce +Allah'a yalvararak manevî yakınlığa erer. Mü'min için ne yüksek bir şeref!.. + Bütün hak dinler, insanlara namaz kılmalarını emretmişlerdir. Bizim sevgili +Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz de, peygamber olarak +gönderilişlerinden itibaren namaz kılmakla yükümlü olmuştur. Ancak o zaman, güneşin +doğuşundan ve batışından sonra olmak üzere günde iki defa namaz kılınıyordu. Sonra +Miraç gecesinde beş vakit namaz farz olmuştur. Hazreti Peygamber'in miracı ise, sahih +kabul edilen rivayete göre, Medine'ye hicretlerinden on sekiz ay önce Receb ayının +yirmiyedinci gecesinde olmuştur. + 2- Kur'an-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde namaza dair birçok emirler ve öğütler vardır. +Bütün bunlar, İslam dininde namaza ne kadar büyük önem verildiğini gösterir. Bir ayet-i +kerîmenin anlamı şöyledir: + "Ey Resulüm! Sana vahy olunan Kur'an ayetlerini güzelce oku ve namazı +gereği üzere kıl. Gerçekten namaz, edeb ve namusa uygun olmayan şeylerden, +çirkin görülen işlerden alıkor. Her halde Yüce Allah'ı zikretmek, her ibadetten +daha büyüktür. Yüce Allah bütün yaptıklarınızı bilir." + Namaz ibadeti ise, en büyük zikirdir. + Diğer bir ayet-i kerîmenin anlamı şöyledir: + "Namazı gereği üzere yerine getiriniz, zekatı yeriniz. Nefisleriniz için hayır +olarak önceden ne gönderirseniz, onu Yüce Allah yanında (sevab olarak) +bulursunuz; asla kaybolmaz. Muhakkak ki, Allah yaptıklarınızı görür." + Bir hadîs-i şerîfde: + "Namaz dinin direğidir." buyurulmuştur. + Diğer bir hadîs-i şerîfin anlamı şöyle: "Namaz, kişinin kalbinde bir nurdur; artık +sizden içini aydınlatmak dileyen, kalbindeki nurunu artırmaya çalışsın." + İşte bütün bu mübarek ayetlerle hadîs-i şerifler, namazın Yüce Allah yanında ne kadar +büyük ve makbul bir ibadet olduğunu göstermeye yeterlidir. + 3- Gerçek şu ki, namaz çok mukaddes bir ibadettir. Namazın faziletlerine nihayet +yoktur. Namaz, aklı yerinde olan ve büluğ çağına ermiş bulunan her müslüman için belli +vakitlerde yapılması gereken şerefi yüksek farz bir görevdir. Bu önemli farzı yerine +getirenler, Yüce Allah'ın pek büyük ikram ve ihsanlarına kavuşacaklardır. Bunu kasden +terk edenler de, azabı çok şiddetli olan Allah'ın acıklı cezasını çekeceklerdir. + Müslümanlar, henüz yedi yaşına girmiş çocuklarını namaza alıştırmakla görevlidirler. +Bu çocuklara ana-babaları ve yetiştiricileri namaz kılmalarını öğretir ve yaptırırlar. On +yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocuğa velisi, üç tokattan ziyade olmamak üzere, +hafifçe el ile vurur. + 4- İnsan bir düşünmeli, her an Yüce Allah'ın sayısız nimet ve ihsanlarına +kavuşmaktadır. Öyle ikramı bol, merhameti geniş olan yaratıcımızın tükenmeyen +lütuflarına karşı teşekkürde bulunmak gerekmez mi? + İşte insan, namaz yolu ile şükür borcunu ödemeye, yaratıcısının lütuf ve nimetlerini +tatlı bir dil ile anarak kulluk görevini yerine getirmeye çalışmış olur. Bu bakımdan: +"Namaz, şükrün bütün çeşitlerini bir araya toplar." denilmiştir. + Bununla beraber namaz ruhu temizleyen, kalbi aydınlatan, imanı yüksek duygulardan + haberdar eden, insanı kötülüklerden alıkoyan, insanı hayırlara, düşünceye, tevazu ve +intizama götüren en güzel bir ibadettir. + İnsan namaz sayesinde nice günahlardan kurtulur ve Yüce Allah'ın nice ihsan ve +ikramlarına kavuşur. + Namaz, manevî hayattan başka maddî hayata da canlılık verir. İnsanın temizliğine, +sağlığına ve intizamla hareket etmesine sebeb olur. + 5- Sonuç: Namazın meşru kılınmasındaki hikmetler ve yararlar her türlü düşüncenin +üstündedir. Fakat bir müslüman namazını yalnız Yüce Allah'ın rızası için kılar, yalnız +yaratıcısına şükür ve saygı için kılar. Namazın insana yararı olmadığı düşünülse dahi, yine +bunu bir kul görevi bilerek sadece Allah'ın emrine uymak için yerine getirmeye çalışır. Bu +kutsal görevin yerini hiç bir şeyin tutamayacağını kesinlikle bilir. Namaza harcayacağı +dakikaları, hayatının en mutlu ve neş'eli zamanı olarak kabul eder. + Doğrusu, geçici hayatın son bulmayacak birçok kazançları ancak namaz sayesinde elde +edilir. Namaza ayrılan saatler, sonsuzluk aleminin tükenmez mutluluk günlerini hazırlamış +olur. + Bu çok mübarek ve pek feyizli ibadete gereği üzere devam edenlere müjdeler olsun!.. + + + + +Namazla İlgili Bazı Deyimler + + 6- Salât: Namaz demektir. Çoğulu "Salâvat"dır. Salât, sözlükte dua manasındadır. Din +deyiminde, bildiğimiz ibadetten, erkân ve zikirlerden ibarettir. Namaz kılana, "Müsalli" +denir. + Bir de "Salât", Peygamber efendimize şu şekilde yapılan dua manasına da gelir: +"Allahümme salli ve selim alâ seyyidina Muhammedin ve alâ ali seyyidina +Muhammed = Allah'��m! Efendimiz Muhammed'e ve onun ailesine selamet ve rahmet +ihsan buyur." Bu salat ve selamdan maksad, Peygamber efendimizin hem dünyada, hem +de ahirette her türlü ikrama kavuşmasını istemekten ve bu vesile ile kendisine olan +bağlılığımızı ve saygımızı göstermekten ibarettir. + 7- Tekbir: "Allahü Ekber" demektir. + 8- Kıyam: Ayakta durmaktır. + 9- Kıraat: Kur'an-ı Kerîm'den bir mikdar okumak demektir. + 10- Rükû: Sözlükte eğilmek demektir. Din deyiminde, namazdaki okuyuştan sonra +eğilerek baş ve sırtı düz bir şekle getirmektir. + 11- Kaveme: Rükû halinden doğrulup da bir defa "Sübhane Rabbiyel'azim" diyecek +kadar ayakta durmaktır. + 12- Secde: Namaz kılarken yere eğilerek yüzün bir kısmını, Yüce Allah'a saygı için +yere koymaktır. Arka arkaya yapılan iki secdeye "Secdeteyn" denir. "Sücûd" sözü de +secde etmek ve secdeler manasına gelir. + 13- Celse: İki secde arasında bir defa "Sübhane Rabbiyel'azim" diyecek kadar +oturmaktır. + 14- Ka'de: Namazda teşehhüd için, "Ettehiyyatü lillâhi"yi okumak için oturmaktır. +Bir namazda iki defa oturulursa, birinci oturuşta "Kade-i Ûlâ = İlk otururş", ikincisine de: +"Kade-i Ahire = son oturuş" denir. + 15- Rek'at: Namazın bölüklerinden her biri demektir. Şöyle ki: Bir namazda kıyam, +rükû ve iki secdenin toplamı bir rekattır. Bir namazda iki kıyam, iki rükû ve dört secde +bulunursa, o namaz iki rekatlı olur. Üç veya dört kıyam bulunursa, o namaz üç veya dört +rekatlı olur. + 16- Şef: Çift manasında olup namazların her iki rekâtına denir. Dört rekâtlı bir +namazın önceki iki rekatına "birinci şef" son iki rekatına da "ikinci şef" denir. Üç rekatlı bir +namazın üçüncü rekatı da, "ikinci şef" demektir. + Namazların Nevileri ve Rekâtları + + 17- Namazlar, farz, vacib, sünnet ve müstahab nevilerine ayrılır. Şöyle ki: Aklı yerinde +olan ve büluğ çağına eren her müslümanın günde beş defa belli vakitlerde belli rekâtlarla +kılacağı namazlar, birer farzı ayndır. Cuma namazı da bu kısımdandır. Vitir ve bayram +namazları birer vacibdir. Farz namazlardan önce veya sonra yahut hem önce, hem de +sonra kılınan bir kısım namazlar birer sünnettir. Teravih namazı da böyledir. Diğer +vakitlerde sadece Allah'ın rızası için kılınan ve nafile (tatavvu) denilen bir kısım namazlar +da, ya birer sünnet veya müstahabdır. Kuşluk namazı gibi. + Bütün bu namazların sahih olması için birtakım şartları ve rükünleri vardır. Bunların +yerine getirilmesi de birer farzdır. Bunlar namazların farzlarını teşkil eder. Bunlardan +başka, namazların birtakım vacibleri, sünnetleri ve edebleri de vardır. + Namazların bir takım mekruhları ve müfsidleri de vardır. Her namazın bunlardan beri +olması lazımdır. Bunun için her müslümanın bunları bilip ona göre din görevini yerine +getirmesi gerekir. + 18- Namazların rekâtlarına gelince: Sabah namazının iki rekât sünneti ve iki rekât farzı +vardır. + Öğle namazının dört rekât ilk sünneti, dört rekât farzı ve iki rekât son sünneti vardır. + İkindi namazının dört rekât önce kılınan sünneti ve dört rekât farzı vardır. + Akşam namazının üç rekât farzı ve sonra kılınan iki rekât sünneti vardır. + Yatsı namazının dört rekât ilk sünneti, dört rekât farzı ve iki rekât son sünneti vardır. + Cuma namazının dört rekât ilk sünneti, iki rekât farzı, dört rekât son sünneti, iki rekât +da "vaktin sünneti" adıyla diğer bir sünneti vardır. + Vitir namazı ise, üç rekâttan ibarettir. Bayram namazları ikişer rekâttır. + Teravih namazı yirmi rekâttır. Diğer nafile namazlar da, en az ikişer rekâttır. Bütün +bunlar sırası ile açıklanacaktır. + + + + +Namazların Farzları, Şartları, Rükünleri + + 19- Namazların farzları on ikidir. Bunlardan altısı, daha namaza başlamadan önce +yapılması gereken farzlardır ki, şunlardır: +1) Hadesten taharet, +2) Necasetten taharet, +3) Setr-i avret, +4) Kıbleye yönelmek, +5) Vakit, +6) Niyet. + Diğer altısı da, namazın başlangıcından itibaren bulunması gereken farzlardır ve +şunlardır: +1) İftitah (namaza girme) tekbiri, +2) Kıyam, +3) Kıraat, +4) Rükû, +5) Sücud, +6) Kaide-i ahire (son oturuş). + Bunlara da "Namazın rükünleri" denir. Bunlar namazın aslını ve temelini teşkil ederler. + 20- Yukarda sayılan on iki farzdan başka, namazda "Tadil-i Erkan"a riayet edilmesi, +İmam Ebû Yusuf ile üç İmama göre, farz olduğu gibi, namazlardan kendi iradesi ile + çıkmak da İmam Azam'a göre bir farzdır. Buna "Huruç bisun'ihi = Kendi isteği ile +çıkmak" denir. Bunlarla namazın rükünleri sekiz olmuş olur. Bunlar da sırası ile +açıklanacaktır. + + + + +Hadesten ve Necasetten Taharet + + 21- Namazdan önce hadesten ve necasetten taharet birer şarttır. Bunlar bulunmadıkça +namaz sahih olmaz. Hükmî necaset denilen hadesten, abdesti veya guslü gerektiren +hallerden temiz bulunmak gerektiği gibi, hakikî necaset denilip maddeten pis bulunan +şeylerden temiz bulunmak da gerekir. Öyle ki, namaz kılacak kimsenin bedeni ile elbisesi +ve namaz kılacağı yer temiz olacaktır. Bu iki şartla ilgili ikinci kitabın (93 ve 95.) +meselelerine bakılsın. + + + + +Setr-i Avret (Ayıp Yerleri Örtmek) + + 22- Namazda avret yerini örtmek bir şarttır. Şöyle ki: Namazda örtülmesi farz olan ve +başkalarının bakmaları caiz bulunmayan organlara "Avret yeri" denir. Erkeklerin avret +sayılan yerleri, göbekleri altından dizleri altına kadar olan yerdir. Diz kapakları da bu +avret sayılan yere girer. + Kadınlara gelince: Hür olan kadınların yüzleri ile ellerinden başka, bütün bedenleri +avrettir. Yüzleri ile elleri, namazda ve namaz dışında, fitne korkusu olmadıkça avret +değildir. Ayaklarının avret olup olmaması ihtilaflıdır. Sahih kabul edilen görüşe göre, +kadınların ayakları da avret değildir. Çünkü bunlarla yolda yürümek ihtiyacı vardır. Bu +bakımdan bunları örtmek, hele fakirler için, zordur. + Diğer bir görüşe göre, hür olan bir kadının namazı, ayağının dörtte biri açık bulunması +ile bozulur. Diğer bir görüşe göre de, namazda kadının ayakları avret sayılmazsa da, +namaz dışında avret yeri sayılır. Bu ihtilaftan kurtulmak için ayaklarını örtmeleri iyi olur. +Sahih olan görüşe göre, hür kadınların kolları, kulakları ve salıverilmiş saçları da avrettir. + 23- Cariyeler (köle olan kadınlar) için avret yeri, erkekler gibi, göbekleri altından +dizleri altına kadar olan kısımla karın ve sırtlarıdır. Hür kadınların şeref ve durumları +bakımından örtmek zorunda bulundukları organları daha çoktur. Köleler ise, hürriyet +şerefinden yoksun ve efendilerinin hizmeti ile meşgul oldukları için, bunlara daha fazla +genişlik gösterilmiştir. + 24- Avret sayılan yerlerden birinin tamamı veya dörtte biri kadarı açık bulunsa, namazı +bozar; fakat dörtte birinden noksanı açık bulunsa, bozmaz. İmam Ebû Yusuf'a göre, avret +sayılan bir uzvun en az yarısı açık bulunmadıkça namazı bozmaz. + Örnek: Namazda baldırın dörtte birinden noksanı açık bulunsa namaz bozulmaz. Yine +bazı alimlere göre, but ile diz kapağı bir uzuv sayılır. Yalnız diz kapağının açık bulunması +ile namaz bozulmaz; çünkü diz kapağı, bir organın dörtte birinden azdır. + 25- Bir uzvun namazı bozma bakımından avret olması, başkalarına göredir; sahibine +göre değildir. Başkaları tarafından görülemeyecek bir halde bulunması yeterlidir. Bunun +için bir kimse namaz kılarken geniş bulunan elbisenin yakasından avret yerini görecek +olsa, başkaları göremeyeceği için, namazı bozulmaz. Fakat başkaları görebilecek bir +durum olsa namaz bozulur. + 26- Bir kimse namaz kılarken, elinde olmayarak açılan bir avret yerini hemen +kapayacak olsa, namazı bozulmuş olmaz. Fakat kıyam veya rükû gibi bir rüknü yerine +getirecek kadar bir zaman örtmezse, sahih olan görüşe göre namaz bozulur. Namaz + içinde elbiseye sıçrayan bir pisliği hemen atmak veya bekletmekte de aynen bu hüküm +uygulanır. Fakat bu gibi namaza engel işler, insanın kendi iradesi ile yapılırsa, namaz +hemen bozulur. + Muhtelif avret yerlerinin birer parçası açılıp da bunların toplamı, en küçük avret +organının en az dörtte birine eşit olursa ve açıklık müddeti de bir rüknü yerine getirecek +bir zaman devam ederse, namaz bozulur; değilse bozulmaz. + 27- Bir kimsenin temiz elbisesi olup da, onu giymeye gücü bulunduğu halde onu +giymeyerek gece karanlığında çıplak olarak namaz kılmış olsa, ittifakla namazı caiz +olmaz. + 28- Derinin rengini gösterecek şekilde ince olan bir elbise ile avret yeri örtülmüş +sayılmaz. Bunun için böyle bir elbise ile namaz sahih olmaz. Elbisenin darlığından dolayı +avret yerinin belli olması, kötü bir hal ise de, namazın sıhhatine engel olmaz. + 29- Elbise bulacağını ümit eden çıplak bir kimse, vaktin çıkmasından korkmadıkça, +bekler. Temiz yer bulacağını ümit eden kimse de, böyle yapar. + 30- Avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse, oturarak ve ayaklarını kıbleye doğru +uzatarak imâ (işaret) ile namaz kılar. Onun için en iyi kılış şekli budur; çünkü bu +vaziyette örtünme haline daha çok bürünmüş olur. Avret yerinin bir kısmını örtecek bir +şey bulununca, onu kullanma vacib olur. Bu durumda önce avret-i galize denilen ön ve +arka taraflar örtülür. Sonra erkeklerde butlar, daha sonra dizler örtülür. Kadınlarda +butlardan sonra karınlar, sonra sırtlar ve dizler, daha sonra da geri kalan kısımlar örtülür. + Bütün bunlar, namazın her halde yerine getirilmesini ve dinde çok önemli bir farz +olduğunu göstermektedir. + + + + +Kıbleye Yönelmek + + 31- Namazda Kabe'ye doğru yönelmek de bir şarttır. Bilindiği gibi Kabe, Mekke +şehrindeki bir binadan ibaret değil, asıl olan bu binanın yeridir. Bu mübarek yerin göklere +doğru üst tarafı ve derinliklere doğru alt tarafı hep kıble yönüdür. Bunun için Kabe'nin +yanında veya içinde bulunanlar, Kabe'nin herhangi bir tarafına yönelerek namaz +kılabilirler. Cemaatle namaz kıldıkları zaman da, imam ile cemaatin bir tarafta bulunması +gerekmez. İmam Kabe'nin bir yönüne, cemaat da diğer yönlerine yönelerek namaz +kılabilirler. Yeter ki imamın bulunduğu tarafta duran cemaat, imamdan daha ileride +bulunmuş olmasın. Diğer yönlerdeki cemaatin, imamdan Kabe'ye daha yakın bulunmaları, +imama uymalanna engel olmaz. İmam ile yüz yüze gelmemeleri kafidir. + Kabe dışında uzakta bulunanların tam kıbleye yönelik olarak namaz kılmaları farz +değildir; Kabe tarafına yönelmeleri yeterlidir. Bu kadarı farzdır. + 32- Kabe yönü, pusula aleti ile tayin edilir. Mescidlerin ve camilerin mihrabları Kabe +yönünü gösterir. Öncekilerden kalma eski bir mihrab varsa, Kabe yönünü araştırmaya +gerek kalmaz; çünkü bu mihrablar usulüne uygun olarak yapılmıştır. + Doğu ülkelerinde bulunanların kıblesi, batı yönü olur. + 33- Namaz için kıbleye yönelince, "döndüm kıbleye" denilmesi gerekmez. Yeter ki +kıblenin Kabe olduğu bilinsin. Zayıf bir görüşe göre de, döndüm kıbleye denmesi gerekir. + 34- Bir kimse namazda iken bir özür bulunmaksızın göğsünü kıbleden çevirse, namazı +ittifakla bozulur. Sadece yüzünü çevirse, hemen kıbleye dönmesi gerekir; bununla namazı +bozulmaz. Fakat harama yakın bir kerahet işlemiş olur. + 35- Bir kimse hasta olup da kıble tarafına dönemediği ve kendisini kıble tarafına +çevirecek kimse bulunmadığı zaman gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar. Yine hasta +olmadığı halde, bir düşman veya bir yırtıcı hayvan korkusundan dolayı kıbleye +yönelemeyen kimse, gücü yettiği tarafa doğru namazını kılar; çünkü yükümlülük güce +göre olur. + 36- Yerin çamurundan dolayı hayvan üzerinde namaz kılan kimse, arkadaşlarından +ayrılmak korkusu bulunmayınca, hayvanını durdurup kıbleye dönerek namazını kılar. + Fakat yer çamurlu olmayıp da yalnız ıslanmış bulunsa, hayvan üzerinde farz namaz +kılınamaz, yere inilmesi gerekir. Ancak arkadaşlarından uzak kalmak gibi bir tehlike +bulunursa, hayvan üzerinde farz namazı kılabilir. + 37- Bir kimse, bir özür sebebiyle farz olan bir namazı yere inmeden hayvan üzerinde +kıldığı zaman, gücü yettiği tarafa yönelerek namaz kılabilir. Fakat kıbleye doğru +yürümekte olan bir hayvan üzerindeki insanın namazı, o hayvanın kıble yönünden bir +rükün yerine getirilecek kadar dönmesi ile bozulur. + 38- Kıble yönünü bilmeyen ve yanında soracak bir adam bulamayan kimse, araştırma +yapar. Bazı işaretlere, güneşe ve yıldızlara bakarak kıble yönünü araştırır da kanaat +getirdiği tarafa doğru namazını kılar. Namazını tamamladıktan sonra kıble yönünü +belirlemede hata ettiğini anlarsa, artık o namazı iade etmez. Fakat namaz içinde iken +kıble yönünü bilecek olsa, o tarafa dönerek namazını tamamlar; yeniden kılması +gerekmez. Kıble yönü üzerindeki şüphe, ister şehir içinde, ister kırda, ister karanlık +gecede ve gündüz vaktinde olsun, durum aynıdır. Böyle bir kimsenin kapıları çalıp kıbleyi +sorması gerekmez. + 39- Bir kimse kıble yönünden şüphelense ve yanında kıbleyi bilen bir adam olduğu +halde ondan sormayarak kendi araştırmasına göre bir tarafa yönelerek namaz kılsa, eğer +gerçekten isabet etmişse namazı sahih olur; fakat isabet etmemişse namazı sahih olmaz. +Gözleri görmeyenin durumu da böyledir. Kıble konusunda güvenilir bir kimsenin sözü, +insanın kendi kanaatine uymasa bile, onu tutmak gerekir. Çünkü haber verme, +araştırmadan daha kuvvetlidir. + 40- Kıble yönünden şüphe eden kimse, araştırma yapmaksızın bir tarafa doğru namaz +kılmaya başladıktan sonra namaz içinde kıbleye isabet ettiğini anlarsa, namazını iade +eder. Tam bir inançla kılacağı geri kalmış rekatları, şüphe ile kılmaya başladığı rekatlar +üzerine bina edemez; çünkü kuvvetli, zayıf üzerine bina edilmez. Fakat namazını +bitirdikten sonra isabetini anlarsa, namazı iade gerekmez; çünkü rekatların hepsi aynı bir +halde kılınmış olur. + İmam Ebû Yusuf a göre, her iki halde de iade gerekmez. + 41- Kıble yönünden şüpheye düşen kimse, araştırma yaptığı halde "kanaatına aykırı" +bir tarafa yönelerek namazını kılsa sahih olmaz. Bu durumda kıbleye isabet etmiş bile +olsa, namazını iade etmesi gerekir. + İmam Ebû Yusuf'a göre, kıbleye isabet etmişse, namazı iade etmek gerekmez. + 42- Kıble yönü üzerinde ihtilafa düşen kimseler, yalnız başına olarak namazlarını +kılarlar. İmama uydukları takdirde, imamın kanaatına aykın bulunanların namazı sahih +olmaz. + 43- Bir gemi içinde namaz kılan kimse gücü yetiyorsa kıbleye doğru kılar; istediği +tarafa doğru kılamaz. Gemi her döndükçe, onun da kıbleye doğru dönmesi gerekir. + 44- Bir kimse abdestsiz olduğunu sanarak kılmakta olduğu namazdan ayrıldıktan +sonra, mescitten çıkmamış olsa bile, abdestli olduğunu hatırlamış olsa, namazı bozulmuş +olur. Fakat bir kimse mescitte namaz kılarken kendisinde abdestsizlik hali olduğunu +sanarak kıbleden ayrılsa da, mescidden çıkmadan önce kendisinde abdestsizlik hali +olmadığını anlasa, İmam Azam'a göre namazı bozulmuş olmaz; mescidden çıktıktan +sonra anlarsa, ittifakla namazı bozulur, çünkü bir özür bulunmaksızın yerin değişmesi +namazı hükümsüz kılar. + 45- Nafile namazlara gelince: Bir kimse, nafile bir namazı şehir dışında, bir özür +olmaksızın hayvan üzerinde istediği yöne doğru kılabilir. İmam Ebû Yusuf'a göre, şehir +içinde de bu şekilde nafile namaz kerahetsiz kılınabilir. İmam Muhammed'e göre ise, şehir +dahilinde böyle nafile namaz kılmak kerahetle caizdir. + Şehir dışından maksad, sefer hükmünün başlamasıyla namazın iki rekat olarak +kılınabileceği yer demektir. (Misafir bölümüne bakılsın.) + 46- Bir kimse, kıbleden başka bir tarafa yönelik olarak, bir rekat namaz kılmış olan bir +körü, kıble yönüne çevirip de ona uyacak olsa, bakılır; Eğer kör, kıbleyi soracak bir kimse +bulunduğu halde sormadan namaza başlamış ise, ikisininde namazı sahih olmaz. Eğer +soracak adam yok ise, körün namazı sahih olur, ona uyan adamınki sahih olmaz. + Müslümanların, namazlarını kılarlarken en eski ve en mukaddes mabed olan Kabe'ye +yönelmeleri, aralarındaki birliği canlandırmak, düzeni sağlamak ve gönüllerini müşterek + bir ibadet duygusu ile ferahlandırmak, ibadet nuru ile aydınlatmak gibi hikmetlere +dayanmaktadır. + + + + +Namaz Vakitleri + + 47- Farz namazlarla bunların sünnetleri için, vitir namazı, teravih namazı, cuma ve +bayram namazları için vakit de bir şarttır. Şöyle ki: Farz namazlar, sabah, öğle, ikindi, +akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma namazı da öğle vakti içinde yerine getirilir. +Bu namazların vakitlerini bilmek farz olan bir görevdir. Vakti henüz girmeden kılınan bir +namaz geçerli değildir, vakti içinde yeniden kılınması gerekir. Vakti çıktıktan sonra +kılınacak bir farz namaz ise, eda değil, kaza edilmiş olur. Kaza ise, her yönü ile edanın +yerini tutmaz. Bir namazın özür olmaksızın kazaya bırakılması, Yüce Allah yanında büyük +sorumluluk gerektirir. Sünnet namazlarla, cuma ve bayram namazları, vakitleri çıkınca +kaza edilmezler. + 48- Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan +namazdır. İkinci fecir, sabaha karşı doğu tarafın ufkundan yayılmaya başlayan bir +aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah vakti gerçek olarak girmiş olur. Bunun için buna +"Fecr-i Sâdık" denir. Bunun karşılığı, birinci fecirdir ki, gökte iki tarafı karanlık dörtgen bir +çizgi şeklinde beliren bir beyazlıktır. Bu az sonra kaybolur. Arkasından bir karanlık gelir. +Bundan sonra ikinci fecir meydana gelir. Bu birinci fecre, sabahın gerçekten girdiğini +göstermediğinden ve yalancı bir aydınlık olduğundan, Fecr-i Kâzib (yalancı fecir) adı +verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Onun için bu vakitle ne yatsı vakti çıkmış, ne de +sabah vakti girmiş olur. Öyle ki, bu vakit içinde yiyip içmek de, oruç tutan kimseye haram +olmaz. + 49- Sabah namazını ortalık açılıp ağardığı zaman kılmak müstahabdır ve daha +faziletlidir. Buna "İsfar" denir. Şöyle ki: İkinci fecrin aydınlığı tam meydana çıkıp da +gecenin karanlığının açılacağı zamandır ki, atılan bir okun nereye düştüğünü atıcının +görebileceği bir vakte kadar sabah namazı geciktirilmelidir. Aynı zamanda, kılınan bir +sabah namazının fesadı halinde, o namazı güneş doğmadan önce sünneti ile kılabilecek +bir zaman da kalmalıdır. Yalnız kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunacak +hacılar, için, o günün sabah namazını hemen fecrin arkasından daha ortalık karanlık iken +kılmak daha faziletlidir. Buna "Tağlis" denilmektedir. Üç imama göre, her zaman tağlis +daha faziletlidir. + 50- Öğle namazının vakti, güneşin tam tepe noktasına geldikten sonra batıya doğru +meyletmesi ile başlar. Güneşin tam tepeden batıya meyletmesi anına "Fey-i Zeval" denir. +Bu halde bulunan gölgeden başka, her şeyin gölgesinin iki misline çıktığı zamana kadar +öğle vakti devam eder. Öğlenin bu son vaktine "asr-ı sani" derler. Bu, İmam Azam'a +göredir. İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed ile diğer üç imama göre, Fey-i zevalden +başka her şeyin gölgesi, kendisinin bir misline ulaşınca öğle namazının vakti çıkmış ve +ikindi namazının vakti girmiş olur. Bu zamana da "Asr-ı evvel" denir. Bu ihtilaftan +kurtulmak için, daha önce tarif edilen asr-ı saniye kadar geciktirmemelidir. İkindi +namazını da asr-ı sanide kılmalıdır. + Cuma namazının vakti, aynen öğle namazının vaktidir. (*) + 51- İkindi namazının vakti, yukarda açıklanan iki görüşe göre, öğle namazının vaktinin +çıkışından güneşin batışına kadar olan zamandır. Yazın öğle namazını biraz serinlik +çıkıncaya kadar geciktirmek, kışın da ilk vaktinde kılmak müstahabdır. İkindi namazını da +güneşin renginin henüz değişmeyeceği bir vakte kadar geciktirmek daima müstahabdır. +Güneşin bu değişmesinden maksad, güneşin gözleri kamaştırmayacak bir duruma +gelmesidir. + 52- Akşam namazının vakti, güneşin batmasından başlayıp şafağın kaybolmasına +kadar devam eden zamandır. + Şafak, İmam Azam'a göre, akşamleyin ufuktaki kızartıdan sonra meydana gelen + beyazlıktır. İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed ve diğer üç imama göre ve İmam +Azam'dan diğer bir rivayete göre şafak, ufukta meydana gelen kızartıdır. Bu kızartı +gidince akşam namazının vakti çıkmış olur. + Akşam namazını ilk vaktinde kılmak müstahabdır. Akşam namazının vakti dar +olduğundan onu geciktirmek uygun olmaz. Bu namazı kızartının kaybolmasına kadar +geciktirmemelidir. + 53- Yatsı namazının vakti, yukarda açıklanan iki görüşe göre, şafağın kaybolmasından +başlayıp ikinci fecrin doğuşuna kadar devam eder. Fecir doğunca yatsı vakti bitmiş olur. + Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstahabdır. Gecenin yarısına +kadar geciktirilmesi ise mubahtır. İkinci fecrin biraz öncesine kadar geciktirmek, bir özür +olmadıkça, mekruhtur. Çünkü bu durumda yatsı namazının kaçırılmasından korkulur. +İhtilaftan kurtulmak için de, ufuktaki beyazlık kaybolmadıkça yatsı namazını kılmamalıdır. +Bulutlu günlerde, sabah, öğle, akşam namazlarını biraz geciktirmeli, ikindi ve yatsı +namazlarını da biraz erken kılmalıdır ki, bu müstahabdır. + 54- Vitir namazının vakti, yatsı namazının vaktidir. Ancak vitir konusu ile ilgili bir +emirden dolayı vitir namazı yatsı namazından sonra kılınır. Vitir vaktinin bu şekilde oluşu +İmam Azam'a göredir. İki imama göre, vitrin vakti, yatsı namazı kılındıktan sonra başlar. +Bu ayrılık üzerine şöyle bir mesele ortaya çıkar: Bir kimse yatsı namazını kıldıktan sonra +elbisesini değiştirip başka bir elbise ile vitir namazını kılsa ve önceki elbisesinin temiz +olmadığı anlaşılsa, İmam Azam'a göre yalnız yatsı namazını yeniden kılmak gerekir. İki +imama göre ise, her iki namazı tekrar kılması gerekir; çünkü vitir namazı vaktinden evvel +kılınmış olur. + Bir insan uykudan uyanacağına güveni yoksa, uyumadan önce vitir namazını kılmalıdır. +Eğer uyanacağından emin ise, vitir namazını gecenin sonuna kadar geciktirmesi daha +faziletlidir. + 55- Teravih namazının vakti, sahih kabul edilen görüşe göre, yatsı namazından +sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Hem vitirden önce, hem de +vitirden sonra kılınabilir. Fakat yatsı namazı kılınmadan teravih namazı kılınmaz; kılınacak +olsa tekrarlanması gerekir. + 56- Bayram namazlarının vakti, sabahleyin güneş yükselip de kerahet vakti çıktıktan +itibaren başlar ve güneşin istiva (tam ortada bulunma) zamanına kadar sürer. + Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci günün istiva zamanına kadar +kılınamazsa, ikinci günün istiva zamanına kadar kılınır. Özür devam etse bile, artık +üçüncü gün kılınamaz. + Kurban bayramı namazı ise, bir özürden dolayı birinci gün kılınamazsa, ikinci gün +kılınır. İkinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa üçüncü gün istiva zamanına kadar +kılınır. Bir özür olmaksızın bu bayram namazlarını ikinci ve üçüncü güne bırakmak kötü +bir iş olur. Bu bayram namazlarını istiva anında ve istivadan sonra kılmak hiçbir surette +caiz değildir, kaza da edilmezler. + 57- Vaktin müsait olduğunu sanarak bir sünnet namaza başlamış olan kimse, iki rekat +kıldıktan sonra farzın kaçırılacağından korkarsa, başlamış olduğu namazı bırakmaz, iki +rekattan sonra teşehhüde oturup sonra selam verir. Üçüncü rekatta ise, dördüncü rekatı +da kılar, sonra selam verir. Çünkü böyle başlanmış olan bir namazın yerine getirilmesi +gerekir. + 58- Vakit, namazın şartı olduğu gibi, vücubunun da sebebidir. Bu bakımdan, bir yerde +namaz vakitlerinden biri veya ikisi bulunmasa, o vakitlere ait olan namazlar, o yer halkına +farz olmaz. Bazı bölgelerde yılın bir mevsiminde daha şafak kaybolmadan fecir doğarak +sabah vakti girmektedir. Bu gibi yerlerde yatsı namazı düşmüş olur; çünkü yatsının vakti +bulunmamıştır. Abdest organlarından birini veya ikisini kaybeden kimse için bu +organlarını yıkamak zorunluluğunun kalkması da bunun gibidir. Bu şekilde fetva +verilmiştir. Bununla beraber bazı fıkıh alimlerine göre, bu gibi yerlerde bulunan +müslümanlar da, beş vakit namaz kılmakla yükümlüdürler. Bulundukları yerde bu +namazlardan herhangi birinin vakti meydana gelmemiş olsa, o namazı kaza şeklinde +kılarlar veya beş vaktin bulunduğu kendilerine en yakın bir bölgenin vakitlerine göre, o +namaz için vakit belirleyerek namazı yerine getirmeye çalışırlar. Gerçek şu ki, vakit +namazın şartıdır, bir sebebi ve bir alametidir. Fakat namazın asıl sebebi, Allah'ın bir emri +oluşudur ve İlahî nizamın arka arkaya devam edip gitmesidir. Bu bakımdan bütün + müslümanlar, bu beş vakti kılmakla yükümlüdürler. Onun için bunları kılmaları gerekir. + İmam Şafiî'nin içtihadı da bu şekildedir. İhtiyata uygun olan da budur. + Uzun zaman güneşin batmadığı veya doğmadığı bölgelerde namaz vakitlerinin böyle +takdir edilip edilemeyeceği fıkrinde fıkıh alimlerinin ihtilafı vardır. Bu gibi bölgelerde +bulundukları kabul edilen müslümanların oruçları ve zekatları hususunda yine böyle bir +ölçü koymak uygun görülmektedir. + 59- Her gün beş vakit namaz kılmanın pek çok hikmetleri vardır. Biz burada yalnız şu +kadarını arzedelim: İnsan sabahleyin sanki yeni bir hayata kavuşmuş, karanlıktan +aydınlığa çıkmış olur. Yeni bir çalışma gayreti içine girmiş olur. İnsana bu hayat ve +çalışma gücünü veren ve insana başarı sağlayacak olan ancak Yüce Allah'dır. Bundan +dolayı insan, bu hayat nimetine şükretmek ve bunu bir hayırla sona erdirmek için +mübarek sabah namazını kılmakla yükümlü tutulmuştur. + İnsan sabahdan akşama kadar hayatın nimetlerinden yararlanıyor. Bu zaman içinde +devamlı olarak maddî bir çalışma gayreti gösteriyor. Bu bir başarı eseridir. İşte bu +başarıya şükretmek ve bu başarının ruhları duygusuzluk ve katılık içinde bırakmasına +engel olmak için de öğle ile ikindi namazları farz kılınmışlardır. Akşamın yaklaşması ile, +sona ermeye yüz tutan bir günlük yaşayışın ve çalışmanın, ruha zevk veren bir ibadetle +sona ermesi, bir mutluluk ve şükür nişanı ve bir kulluk görevi olacağından akşam namazı +kılınmaktadır. + İnsan daha sonra uyku alemine can atacaktır. Ölümün bir çeşidi olan bir bakımdan da +huzur ve istirahat devresi sayılan bu aleme varmadan önce bir günlük hayata kutsal bir +ibadetle son vermek, bir de, o ölüme benzer alemi İlahî bir zevk ve uyanıklıkla geçmek, +yaratıcımızın mağfiretine sığınmak iyi bir sonuç olacağından da yatsı namazı +kılınmaktadır. + Sonuç: Gerek insanın ve gerek çevresindeki bütün varlıkların hayatlarında, doğmak, +büyümek, duraklamak, yaşlanmak ve sonra da ölüp gitmek gibi değişik beş safha +meydana gelmektedir. Artık büyük bir nimet olan bu safhalara bir karşılık olmak ve +insanın maddî çalışmaları ile manevî çalışmaları arasında bir denge kurabilmek için, beş +vakitte kılınan namazlardan daha yüksek ve daha faziletli bir çare bulunamaz. Bizleri bu +kutsal ibadetle yükümlü olmak şerefine ulaştıran ikramı çok bol mabudumuza ne kadar +şükretsek yine azdır. + +(*)Bu vakitlerin güzelce anlaşılabilmesi için bazı deyimleri bilmek gerekir. Şöyle ki: Gündüz vaktine Arabça +"Nehar" denir. Nehar iki kısımdır. Biri Nehar-ı Şerî (Şer'î Gündüz)'dir ki, fecr-i sadıktan güneşin batışına +kadar devam eder. Diğeri de, Nehar-ı Örfî (Örfî Gündüz)'dir. Bu da güneşin doğuşundan batışına kadar olan +zamandır ve nehar-i şer'î'den kısadır. + Öğle vakti, güneşin zevalinin hemen arkasından başlar. Zeval ise, örfî gündüzün tam ortasına rastlar. Bir +örfî gündüz on saat kabul edilse, tam beşte zeval vakti olmuş olur ve görünüşe göre güneş yolun yarısını +almış sayılır. Artık her şeyin gölgesi doğudan batıya doğru düşmekte iken, bundan sonra batıdan doğuya +doğru düşmeye başlar. İşte güneşin tam bu yarı yola geldiği anda, her şeyin yere düşen gölgesine de, +"Fey-i Zeval" denir. Fey, aslında dönme manasınadır. Gölge, batıdan doğuya dönmeye başladığı için bu adı +almıştır. Şimdi tam bu zeval anında güneşe karşı dikilmiş olan bir metre uzunluğundaki bir şeyin gölgesini +yarım metre kabul ediniz. Bu bir fey'î zevaldir. Bundan sonra o şeyin gölgesini iki metre daha uzayıp +artarsa, yani gölgesi iki buçuk metre olursa, asr-i sani olmuştur. İmam Azam'a göre, öğle vakti çıkmış ve +ikindi vakti girmiştir. Fey-i zeval, bulunulan zaman ve yere göre uzayabilir ve kısalabilir, belirsiz de olabilir. + Şunu da ilave edelim ki, tam bu zeval anına rastlayan bir namaz caiz değildir. Bu bir kerahet vaktidir. +Fakat namazın caiz olmadığı bu kerahet zamanı, pek az bir vakte mi mahsustur; yoksa bundan biraz +öncesinden mi başlar? Burada iki görüş vardır: Bir görüşe göre, burada örfî gündüz esastır. Bu bakımdan +tam zeval vaktine "İstiva vakti" denir ki, güneş-gündüz yarısı dairesi üstünde, herkesin tam başı üstünde +bulunur veya o hizaya gelmiş gibi görülür. İşte kerahet vakti de bu andan ibaret olmuş olur. + Fakat diğer bir görüşe göre bu kerahet vaktinin belirlenmesinde esas olan şer'î gündüzdür. Şer'î +gündüzde istiva vakti, zeval vaktinden biraz önce meydana gelir. Buna göre kerahet zamanı da, bu istiva +vaktinden zeval vaktine kadar uzayan müddet olur. Örnek: Ocak ayının birinci günü, fecr-i sadıkın doğuşu +ezanî saatle 12.50 de olsa, güneşin batışı da 12'de olacağına göre, şer'î gündüz süresi 11 saat 10 dakika +olur. Bu günde güneşin doğuşu 2.35'de olacağından örfî gündüzün süresi 9 saat 25 dakika olur. Bu +durumda Şer'î gündüzün yarısı, yani istiva zamanı fecirden 5 saat 35 dakika sonra olup güneşin +doğuşundan 3 saat 50 dakika sonraya raslar. Bu bakımdan şer'î gündüzün yarısı zeval vaktinden 52 dakika +önce olmuş olur. işte bu 52 dakikalık süre bir kerahet zamanıdır. Harzem fıkıh alimlerinin görüşü böyledir. +Mekruh vakitler bölümüne bakılsın. + Namazlara Ait Niyetler + + 60- Namazlarda niyet de şarttır. Şöyle ki: Niyet aslen bir azimden ve kesin bir +iradeden ibarettir. Kalbin bir şeye karar vermesi ve bir işin ne için yapıldığını +düşünmeksizin bilmesi demektir. + Namazla ilgili niyet, Yüce Allah'ın rızası için ihlasla namazı kılmayı istemek ve hangi +namazın kılınacağını bilmektir. Yapılan işlerin önemleri ve sevabları niyetlere göredir. +İnsanın niyeti halis (sırf Allah rızası için) olmalıdır. İnsan yapacağı bir ibadeti şuurlu bir +halde yapmalıdır. Yapacağı işle, Allah rızası gibi, yüksek bir gaye gözetmeli ve gaflet +içinde bulunmamalıdır. + 61- Niyet kalbe aittir. Bununla beraber kalb ile niyet yapıldıktan sonra dil ile de +söylenmesi daha iyidir. Bir insan başlayacağı bir namaza, kalb ile niyet edip de dili ile bir +şey söylemese, o namazı caiz olur. Fakat kalb ile niyet etmekle beraber "şu vaktin farzını +veya sünnetini kılmaya niyet ettim" demesi, daha iyidir. Bu şekilde, hem kalb, hem de dil +ile niyet edilmesi, sahih olan görüşe göre müstahabdır. Kalbden niyet olmaksızın dil ile +yapılan niyet sahih değildir. + 62- Farz namazlarla bayram ve vitir namazlarından bunları yerine getirirken hangi +vakitler olduğunu belirlemek gerekir: "Bugünkü sabah namazına" veya "Bugünkü cuma +namazına, bugünkü vitir namazına, bugünkü bayram namazına" diye niyet edilir. Yalnız +farz namaza niyet etmek yeterli değildir. Böyle bir niyetle farz namazları tayin edilmiş +olmaz. Fakat hangi namaz olduğu belirlenmeksizin vakit içinde: "Bu vaktin farzını +kılmaya" diye niyet edilmesi kafi gelir. Rekatların sayısını anmaya gerek yoktur. Yalnız +cuma namazı böyle değildir; onu vaktin farzı niyeti ile kılmak olmaz; çünkü asıl vakit +öğlenindir, cumanın değildir. + 63- Nafile namazlara gelince: Bunlarda sadece namaza niyet etmek kafidir. Fakat şu +vaktin ilk sünnetine veya son sünnetine niyet ettim, diye de kılınırlar. Bu namazların +müekked veya gayri müekked olduklarını belirlemeye de gerek yoktur. Ancak teravih +namazı için: "Teravih namazını veya vaktin sünnetini kılmaya niyet ettim" demelidir, +ihtiyat olan budur. + 64- Cemaata yetişip de, imamın farzı mı, yoksa teravihi mi kıldığını bilmeyen kimse, +farza niyet ederek imama uyar. Eğer imam farzı kılıyordu ise, uyanın da farzı sahih olur. +Eğer imam teravih namazını kılıyordu ise, ona uyan o kimsenin namazı nafile yerine +geçer. Yatsı namazından önce teravih kılınamayacağı için, teravih yerine geçmez. + 65- Niyetin Tekbir alma zamanına yakın olması daha faziletlidir. Daha önce de niyet +edilebilir; yeter ki, niyet ile tekbir arasında namaza aykırı bir hal bulunmuş olmasın. + Örnek: Bir kimse abdest alırken herhangi bir namazı kılmaya niyet etse, sonra namaza +aykırı düşen yiyip içmek ve konuşmak gibi bir işte bulunmadan namaz yerine varıp +namaza başlasa sahih olur. Bu arada hatırına o niyet gelmese dahi yine namazı sahih +olur. Fakat tekbirden sonra yapılacak bir niyet ile namaz sahih olmaz. Tercih edilen görüş +budur. Diğer bir görüşe göre, tekbir aldıktan sonra, Sübhaneke ve Eüzü'den önce +yapılacak niyetle de namaz caiz olur. + (İmam Şafiî'ye göre, niyetin tekbire yakın yapılması şarttır.) + 66- Farz namaz yerine getirilirken kazayı niyet etmek, kaza namazı kılınırken farza +niyet etmek suretiyle namaz caiz olur. Örnek: Bir kimse öğle namazının vakti çıkmamıştır +inancı ile öğlenin farzını yerine getirmeye niyet etse ve namazı tamamladıktan sonra öğle +vaktinin çıkmış bulunduğunu anlasa, farza niyet ederek kılmış olduğu namaz kaza yerine +geçer. + 67- Bir kimse öğle gibi vakit içinde hem öğle, hem de ikindi namazına niyet etse, bu +niyet vakti girmiş olan namaz için geçerli olur. Vakti girmemiş olan namaz buna engel +olmaz. + 68- Bir kimse, bir vaktin farzına niyet ederek namaza başlayıp da sonra nafile +kılıyormuş gibi bir zanla namazı tamamlasa, bu namazı o farzdan sayılır. Çünkü namazın +sonuna kadar niyetin hatırlanması şart değildir. + 69- Bir kimse nafileye niyet ederek tekbir aldıktan sonra farza niyet ederek tekrar +tekbir alsa, farz namaza başlamış olur. Aksi de böyledir. + Yine bir kimse öğle namazının farzına niyet ederek bir rekat kıldıktan sonra, ikindi +namazının farzına veya bir nafile namaza niyet ederek tekrar tekbir alsa, öğle namazını +bozmuş olur ve ikinci niyete göre namaza başlamış sayılır. + 70- Cemaat halinde imama uyulduğu zaman da niyet edilmesi lâzımdır. "Bugünkü +öğğle namazının farzını kılmaya niyet ettim; uydum bu imama" denir. Bu şekilde bir niyet +yapılmazsa, imama uymak sahih olmaz. + 71- Bir kimse namaza tek başına başlamışken imama uymaya niyet ederek diliyle +tekrar tekbir alsa önceki namazını bozmuş ve imama uymuş olur. + 72- İmama uyan kimsenin kılacağı namazı belirtmeksizin yalnız: "İmama uydum" veya +"iktida ettim" diye niyet etmesi, üstün tutulan görüşe göre yeterli değildir. "İmamla +beraber namaz kılmaya niyet ettim" denilmesi de böyledir. + 73- Bir kimse imama uymaya niyet edip namaza başladığı halde imam henüz namaza +başlamamış bulunsa bu uyuş, sahih olmamış olur. Hatta "Allah" veya "Ekber" kelimesini +imam daha bitirmeden kendisi bitirse yine imama uymuş olmaz. Fakat ikinci kere olarak +tekbir alsa bununla imama uymuş olur. + 74- Cemaatin imama uymaya niyeti, imam "Allahü Ekber" deyip namaza +başlamasından sonra olmalıdır ki, bir namaz kılana uyulmuş olsun ve imamdan önce +tekbir alınmış olmak ihtimali kalmasın. Bu, İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'in +görüşüdür. İmam Azam'a göre, cemaatın tekbirleri imamın tekbirine yakın olmalıdır; +çünkü bunda ibadete acele etme fazileti vardır. O halde niyetin önce olması gerekir. +Bununla beraber imam, daha Fatiha suresini bitirmeden tekbir alıp imama uyan kimse, +iftitah (başlangıç) tekbirinin sevabına kavuşmuş olur. + 75- Kendisine uyulan imamın kim olduğunu bilmek gerekmez. Hasan olduğu sanılan +imamın, Bekir olduğu anlaşılsa, yapılan imama uyma niyetine bir engel teşkil etmez. +Ancak Hasan'a uydum diye tayinde bulunarak niyet edildiği halde, imamın başkası olduğu +anlaşılsa, iktida (imama uyma) sahih olmamış olur; çünkü bu kayda bağlanmış bir +niyettir. + 76- İmam olan şahsın, imamete niyet etmesi gerekmez. Ancak kadınların da kendisine +uymalarının sahih olabilmesi için imamete niyet etmesi gerekir. Bunun için bir imam: +"Ene imamun limen tebianî = Ben bana uyanlara imamım" diye niyet etse, kendisine +kadınlar da uyabilirler. İmamet bahsine bakılsın. + + + + +İftitah Tekbiri + + 77- Namaza: "Allahü Ekber" diyerek başlanır. Bu bir iftitah (başlangıç) tekbiridir. Buna +"Tahrime"de denir. İftitah tekbiri, ancak Yüce Allah'ın şanını yüceltecek olan O'na mahsus +bir ifade ile yapılır. Bununla namaza girilmiş ve dünya işleri ile ilgili kesilmiş olur. + Tahrime, Hanefîlere göre namazın aslen bir rüknü değil, bir şartıdır, namazdan +öncedir. Böyle olmakla beraber, namazın rükünlerine çok bitişik olduğu için bu da bir +rükün sayılmıştır. + Üç İmama göre, tahrime de aslen namazın bir rüknüdür. Bu ayrı görüşlerden birtakım +meseleler doğar. + 78- Namaza başlarken "Allahü Ekber" yerine "Allahü'l-Kebîr" veya "Allahü Kebîr" yahut +yalnız "Allah" denilmesi,de farz için yeterlidir. Bunlarda da Yüce Allah'ın şanını yükselten +mana vardır. Fakat şu ifadelerle namaza başlanmaz: "Allahümmeğfîr lî, Estağfirullah, +Eüzü Billah, Bismillâh." Çünkü bunlar birer dua sözleridir, yalnız tazimi ifade etmezler. + ‫ا َ ّلله ا َ ْك َب ْر‬ + 79- Bir elif ziyade ederek " = Allahü Ekbâr" denilmekle namaza başlanmış +olmaz. Namaz içinde böyle denmesi, sahih olan görüşe göre namazı bozar; çünkü mana +değişmiş olur. + ‫ا َ ّلله‬ + "Allah" ismi celilinin elifine med (uzatma) ilavesiyle " = Allah" denilmesi de, +şübheyi ifade edeceği için namazı bozar. Alimlerden Muhammed ibni Mükatil'e göre, eğer + namaz kılan kimse, med ile medsizliği (bir harfi çekip çekmeme halini) ayıramayacak bir +durumda ise, namazı bozulmaz. Fakat önceki söz esastır. Çünkü bu cehalet özür kabul +edilmez. + 80- "Allahü Ekber" yerinde Farsça'da kullanılan kâf harfi ile "Allahü Egber" denilse, +bununla namaza başlanmış olur. + 81- İmama uymak üzere ayakta alınan iftitah tekbirinin tamamı kıyam halinde +alınması şarttır. Bunun için rükû halinde bulunan bir imama uyan kimse, kıyam halinde +"Allahü Ekber" derken, "Ekber" sözünü rüküa vardıktan sonra diyecek olsa, imama +uyması sahih olmaz. + + + + +Namazlarda Kıyam +(Ayakta Durmak) + 82- Kıyam, farz ve vacib namazlarda bir rükûndür ve bir esastır. Bundan dolayı kıyama +gücü yeten kimsenin oturarak kılacağı farz veya vacib namaz caiz olmaz. rükûnler farz +olduğundan onlara riayet etmek gerekir. + 83- Bir hasta gerçek olarak veya hükmen ayakta durmaktan aciz kalsa, namazını +oturarak kılar. Bu şöyle olabilir: Ya hastalık gibi bir özürden dolayı gerçekten ayakta +duramıyor veya sıhhatli olduğu halde şiddetli ağrılar duyacağından veya bulunduğu +halden daha kötü bir hale düşeceğinden korktuğu için ayakta durmuyor. Her iki halde de +oturarak kılabilir. Gücü yetiyorsa rükû ve secdeleri yapar; çünkü zorluklar kolaylığı +kazandırır. Zaruretler de, kendi mikdarlarınca bir ölçüye bağlanır. + 84- Bir hasta, bir yere dayanmak suretiyle ayakta namaz kılmaya gücü yettiği sürece +oturarak farz namazları kılamaz. Yine bir süre ayakta dunnaya gücü yetiyorsa, o sürece +ayakta durur ve sonra oturarak namazı bitirir. Öyle ki, yalnız iftitah tekbirini ayakta +almaya gücü yeten kimse, bu tekbiri ayakta alır, sonra oturup namazını kılar; başka türlü +yapamaz. + 85- Bir hasta, ayakta durmaya gücü yettiği halde rükû ve secdeye veya yalnız secde +etmeye gücü yetmezse, namazını ayakta kılması gerekmez. Oturup imâ (İşaret) ile +namaz kılar, faziletli olan budur. Fakat İmam Züfer ile üç İmama göre, namazını ayakta +imâ ile kılması gerekir. İmâ'dan maksad, namazda başı aşağıya doğru eğerek rükû ve +secde için yapılan işarettir. Ancak secde için yapılan eğilme hareketi, rükû için yapılandan +daha aşağı olması gerekir. + 86- Ayakta namaz kıldığı takdirde Kur'an okumaktan aciz kalacak olan bir kimse, +namazını oturup kıraetle kılar. Ayakta bir mikdar okumaya gücü yeten kimse, gücü yettiği +kadar ayakta okur, geri kalan kısmı oturarak okur. + 87- Rükû ve secde ile namaz kıldığı takdirde yarasından kan akacak kimse namazını +ayakta veya oturarak imâ ile kılar. Ayakta namaz kıldığı takdirde idrarını tutamayacak +olan kimse de, namazını oturarak rükû ve secde ile kılar. + 88- Tek başına namaz kılınca kıyama gücü yettiği halde, cemaatla kıldığı zaman buna +gücü yetmeyen kimse, ayakta namaza başlar, sonra oturur. Gücü varsa rükû için yine +ayağa kalkar ve rükû eder; fakat namazı tekrar kılması gerekmez. + 89- Oturduğu halde de, rükû ve secde etmeye gücü yetmeyen kimse, başı ile ima +ederek rükû ve secdesini yapar. Secde için, rükûdan ziyade başını eğer. Üzerine secde +etmek için yastık gibi bir şey temin etmesi uygun değildir. Bununla beraber böyle bir şey +üzerine başını koyarak secde etmesi de caizdir. Bu durumda secde yerinin sertliğini +duyarsa, namazını rükû ve secde ile kılmış sayılır, duymazsa ima ile kılmış olur. + 90- Oturarak da namazını kılamayan kimse, arkası üzerine yatar ve ayaklarını kıble +yönüne doğru uzatır. Sonra rükû ve secde için ima ederek namazını kılar. Başı ile ima +edebilmesi için, omuzlarının altına uygun bir şey konur. Böyle bir hasta, yüzü kıbleye +yönelmiş olarak sağ yanı üzerine yatıp ima ile rükû ve secde yapsa, namazı yine caiz +olur. Fakat gücü varsa, arkası üzerine yatması daha faziletlidir. + 91- Oturarak namaz kılabilecek bir hasta, gücü varsa teşehhüdde oturulduğu gibi + oturur ve böylece namazını tamamlar. Buna gücü yoksa, kolayına geldiği şekilde oturur. + 92- Bir hasta başı ile ima etmeye gücü yetmese, namazını sonraya bırakır; kalbi ile, +kaş ve gözleri ile ima etmez. Bu hüküm İmam Azam'a göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, +bu durumda kalbi ile imada bulunmazsa da, göz ve kaşları ile ima eder. İmam Züfer ile +İmam Şafiî'ye göre, kalbi ile de imada bulunur. + Diğer bir rivayete göre, böyle bir hastanın acziyet hali bir gün ve bir geceden fazla +devam ederse, bu zamanla ilgili namazları büsbütün kendisinden düşer. Aklı başında olsa +da hüküm budur. + 93- Bir kimsenin baygınlığı bir gün ile bir geceden az devam ederse, bu arada geçen +namazlarını kaza eder. Fakat bundan çok devam ederse, namazları üzerinden düşer. Bu +azlık ve çokluk İmam Azam'a göre saat itibariyledir. İmam Muhammed'e göre ise, geçen +namazların vakitleri itibariyledir. Bunun için İmam Muhammed'e göre, geçmiş olan +namazlar beşten fazla ise düşerler; değilse düşmezler. Bu görüş daha sahih +görülmektedir. + Sonuç: Namaz, tam bir özür bulunmadıkça asla terk edilemez ve geciktirilemez. Aksi +halde Yüce Allah'ın azabı çok şiddetlidir, pek korkunçtur. O'nun büyük varlığına sığınırız. + 94- Bir özre dayanmaksızın farz namazlar hayvan üzerinde kılınmaz. Bu hükümde vitir +namazı ile cenaze namazı ve yerde okunmuş olan secde ayetinden dolayı yapılacak tilavet +secdesi ve kazası gereken herhangi bir namaz da aynıdır. + İmam Azam'dan bir rivayete göre, sabah namazının sünneti de bir özür bulunmadıkça +hayvan üzerinde kılınamaz. + 95- Yürümekte olan bir araba, yürür halde olan hayvan hükmündedir. Onun için bir +zaruret bulunmadıkça yürür halde olan araba üzerinde farz ve vacib namazlar kılınamaz. +Yerde duran araba ise, yer üzerindeki bir sedir ve bir taht gibidir, üzerinde herhangi bir +namaz kılınabilir. + 96- Yüzüp gitmekte olan bir gemi içinde, bir özür olmaksızın bütün namazlar +oturularak kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir. Bu, İmam Azam'a göredir. İki +imama göre, baş dönmesi gibi bir özür bulunmadıkça, yürüyen gemi içinde farz namazlar +oturularak kılınamaz. Çünkü kıyam (ayakta durmak), bir rükûndür, bir özür bulunmadıkça +terk edilemez. İmam Azam'a göre ise, gemide baş dönmesi galiptir; galip ise muhakkak +hükmündedir. + 97- Deniz kenarında veya ortasında bağlı bulunan bir gemi, eğer çalkalanmamakta ise +yer hükmündedir; içinde ayakta olarak namaz kılınabilir. Fakat çalkalanıp durmakta ise, +hayvan hükmünde olur; mümkünse içinden çıkıp dışarda namaz kılmak gerekir. + Hareket halinde bulunan bir uçak da yürümekte olan bir gemi gibidir; bunun da +yürümesi ve durması yolcunun elinde değildir. + 98- Yürümekte olan deve gibi bir hayvanın üzerindeki Mahmil'in iki gözü, hayvanın sırtı +hükmündedir. Fakat durmakta olan bir hayvanın üzerindeki Mahmil'in (içinde insan +oturan eğerin) iki gözü altına yere dayanmak için bir ağaç dikildiği takdirde, yer +üzerindeki sedir, tahta ve minderlik hükmünde olur. + 99- Hayvan üzerinde namaz kılan kimse, rükû ve secdeyi ima ile yapar; secde için +rükûdan biraz daha fazla eğilir. Hayvan üzerindeki eğer gibi herhangi bir eşya üzerine +başını koyarak secde edilmesi mekruhtur. + 100- Sünnet ve müstahab namazlar, bir özür bulunmaksızın oturularak da kılınabilir. +Fakat fazilet ayakta kılınmalarındadır. Bunda alimlerin ittifakı vardır. İmam Azam'a göre, +yalnız sabah namazının sünneti bundan müstesnadır; özürsüz oturularak kılınmaz. +Yukarda buna işaret edilmişti. Teravih namazını da özürsüz oturarak kılmak caiz ise de, +keraheti vardır. + 101- Bir kimsenin ayakta olarak başladığı nafile bir namazı, yorulacak olsa bir yere +dayanarak veya oturarak kılması caizdir. Böyle bir özür bulunmadıkça, bir yere +dayanılmasında veya oturulmasmda kerahet vardır. + 102- Bir kimse oturarak kılmaya başladığı nafile bir namazı, kalkıp ayakta +tamamlayabilir. Bunda ittifak vardır. + Namazlarda Kıraet + + 103- Namazda kıraet: Namaz kılanın kendisi işitebilecek derecede dili ile harfleri +belirterek Kur'an-ı Kerîm ayetlerinden bir mikdar okunması, namazın bir rüknü olarak +farzdır. Kendisi duyamayacak kadar bir sesle okuyuş kıraet değildir. Ancak imama uyan +kimse bu kıraetten müstesnadır, bu kimse Kur'an okumaz. İleride açıklanacaktır. + 104- Vitrin ve nafile namazların bütün rekatlarında, iki rekatlı farzların her iki +rekatında kıraet farzdır. Fakat dört rekatlı farz namazlarda üç rekatlı farz namazda, tayin +yapılmaksızın yalnız iki rekatlarında kıraet farzdır. Ancak kıraetin ilk iki rekatta yapılması +vacib görülmüştür. Bunun için ilk iki rekatta kıraatin kasden terk edilmesi mekruhtur. +Yanılarak terk edilmesi de sehiv (yanılma) secdesi yapılmasını gerektirir. Farzların diğer +rekatlarında Fatiha okunması, sahih kabul edilen görüşe göre vacibdir. Yanılarak +Fatiha'nin terk edilmesi de sehiv secdesini gerektirir. + Fakat diğer rivayetlere göre, farzların son üçüncü ve dördüncü rekatlarında kıraet caiz +olduğu gibi tesbihde bulunmak veya üç tesbih mikdarı susmak da caizdir. Ancak Kur'an +okumak daha faziletlidir. Fatiha okumak da sünnettir. + 105- Namazda kıraetin farz olan mikdarına gelince: İmam Azam'a göre bu farz olan +mikdar, kıraat farz olan her rekatta, ayet kısa dahi olsa, en az bir ayettir. Bu mikdar +Kur'an okundu mu, bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat iki İmama ve İmam Azam'dan +diğer bir rivayete göre, bu mikdar üç kısa ayet veya en az üç kısa ayet mikdarı olacak +kadar uzun bir ayettir. İhtiyata uygun olan da budur. + Bir harften veya bir kelimeden ibaret olan "Nun" ve "Müdhammetân" ayetlerinin +okunması, sahih olan görüşe göre, ittifakla yeterli olmaz. Çünkü bu mikdar kıraet +sayılmaz. + 106- Bir ayet-i kerîmeden başkasını okumaya gücü yetmeyen kimse, o ayet-i kerîmeyi +İmam Azam'a göre bir rekatta bir defa okur, üç kez okumaz. İki imama göre, üç kez +tekrarlar. Fakat üç ayet okumaya gücü yeten kimsenin bir ayeti üç kez tekrarlaması iki +İmama göre de caiz değildir. + 107- "Ayetü'l-Kürsî" gibi uzun bir ayetten bir kısmını bir rekatta, diğer kısmınıda diğer +rekatta okumak, sahih olan görüşe göre, yeterli olur; çünkü bunlar üçer kısa ayete denk +olmuş bulunur. + Yanlış okuyuşların hükümleri için "Zelletü'l-Kari" bahsine bakılsın. + + + + +Namazlarda Rükû + + 108- Namazlarda rükû da bir rükün olduğundan farzdır. Kıraetten sonra eğilerek rükûa +varılır. Baş ile sırt düz bir doğrultuda bulunur. Eller dizlere kadar uzatılıp dizler kavranır. +Ayakta namaz kılan kimsenin rükû için yalnız başını eğmesi kafi gelmez. Arkasını da +eğerek doğru bir çizgi gibi düz bir durum almış bulunur. Bu, tam bir rükûdur. Rükûa +giden kimse böyle bir vaziyet almaz da kıyama daha yakın bir şekilde eğilirse, onun +rükûu sahih olmaz. Fakat rükû vaziyetine daha yakın eğilmiş ise, rükûu sahih olur. + 109- Otururken namaz kılan kimse, rükûa vardığı zaman alnı dizlerine paralel olacak +derecede arkasını eğmelidir. + Rükûda bulunuyor gibi kanbur olan kimsenin rükûu başını biraz eğmekle olur. +Kanburluğu rükû sayılmaz. + 110- İmama rükû halinde yetişen kimse, ayakta tekbir alıp ondan sonra rükûa gider. +Bu tekbiri rükûa yakın vaziyette alırsa namazı bozulur, imama uymuş olmaz. + 111- İmam henüz rükûda iken yetişip de onu uyarak rükûa varan kimse, o rekatı +imamla kılmış sayılır. Fakat bir insan, imam rükûda iken tekbir alıp da, imam rükûdan +kalktıktan sonra rükûa gitse, o rekata yetişmiş sayılmaz, bir rekatı kaçırmış olur. Kaçırdığı + rekatı namaz sonunda imam selam verdikten sonra tek başına kılar. + 112- İmama uyan kimse, imamdan önce rükûa varıp daha imam rükûa gitmeden +başını kaldırırsa, bu rükû yeterli olmaz. Bunu imamın rükûu ile iade etmezse namazı +bozulmuş olur. + İmamdan önce rükû veya secdeden başını kaldıran kimse, imama aykırı davranışımxnı +gidermek için hemen rükû veya secdeye döner. + 113- İmama rükûda yetişen kimse iki tekbire muhtaç değildir. Ayakta "Allahü Ekber" +deyip hemen rükûa gider. Bu bir tekbir ile hem iftitah, hem de rükû tekbirini almış olur. +(İmamet bahsine bakılsın). + + + + +Namazlarda Secde + + 114- Secde de namazın bir rüknü olduğundan farzdır. Namaz kılan kimse, rükûdan +sonra secdeye varır. Rükûdan doğrulduktan sonra yere kapanarak iki dizi üzerinde +ellerine dayanarak alnını ve bumunu (yüzünü) iki eli arasında yere veya yere bitişik bir +şey üzerine koyar. Yüce Allah'a tazimde bulunur. Bu şekilde secde, her rekatta ikişer defa +arka arkaya yapılır. + 115- Namazda secde için alın yere koyulduğu halde burun yere konmasa, secde yine +caiz olur; fakat böyle bir secde özür bulunmayınca mekruhtur. Aksine olarak burun yere +konur da alın konmazsa, özür olmadığı takdirde imam Azam'a göre kerahetle caiz olur. +İki imama göre özürsüz böyle bir secde caiz olmaz. + 116- Bir özre dayanarak da olsa, yanak ve çene ile secde yapılmaz. Alın ve burunda +secde etmeye engel bir özür bulunursa, ima ile secde yapılır. + 117- Secdede elleri ve dizleri yere koymak her halde farz değildir, sünnettir. Fakat +İmam Züfer, İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre farzdır. + 118- İki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konmadıkça secde caiz değildir. Tercih +edilen görüş budur. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız üstünü yere +koymak kafi gelmez. + 119- Secde edilecek yer, ayakların konduğu yerden eğer yarım arşın (on iki parmak) +mikdarı yükseklikte olursa, secde caiz olur, daha fazla yüksek olursa caiz olmaz. + 120- Kalabalıktan veya başka bir özürden dolayı dizler üzerine secde caizdir. Yine +kalabalıktan dolayı aynı namazı kılanların birbiri arkasına secde etmeleri de caizdir. + 121- Bir kimse, başındaki sarığın büklümü üzerine veya elbisenin fazla kısmı üzerine +secde ettiği takdirde, eğer bunlar temiz bir şey üzerine konulmuş olur ve sarığın büklümü +de alna bitişik bulunursa secde caiz olur, değilse olmaz. Her halde yerin sertliğini duymak +da gerekir. Bu sertliğin duyulmasına engel olacak pamuk ve benzeri bir şey üzerine secde +edilemez. + 122- Atılmış yün ve pamuk, saman ve kar gibi bir şey üzerine secde edildiği takdirde, +eğer bunların boşlukları kaybolur da sertleşirlerse, üzerlerine secde caiz olur. Fakat +bunların içinde yüz kaybolup sertlikleri duyulmazsa ve yüz yere inip kararlaşmazsa secde +caiz olmaz. + 123- Çuval içinde bulunan buğday, arpa, pirinç ve darı gibi ürünler üzerine secde +yapılabilir. Fakat çuval içinde bulunmayan buğday ve arpa üzerine secde yapılabilirse de, +darı gibi kaypak şeyler üzerine secde yapılamaz. + 124- Ufak bir taş üzerine secde edilemez. Fakat alnın çoğu bu taş ile beraber yere +değecek olursa caiz olur. + 125- Bir özür olmasa dahi, yere serilmiş olan herhangi temiz bir şey üzerine secde +edilebilir. Yerin pis olması zarar vermez, o yerin pis kokusu veya pisliğin rengi gibi bir +eseri bulunmamak şartı ile... O kadar var ki, böyle bir şeyin yere serilmesi, ya sıcaktan, +ya soğuktan korunmak veya elbiseyi toz-topraktan korumak için olmalıdır. Yoksa yalnız +alnı topraktan korumak için olursa, kerahet işlenmiş olur. + (İmam Malik'e göre, kilim, keçe, posteki gibi, yer cinsinden olmayan bir şey üzerine + secde edilmesi mekruhtur.) + 126- Sıcaktan veya soğuktan korunmak gibi bir özürden dolayı, temiz yer üzerine +konulacak iki el üzerine secde edilebilir. + 127- Üzerinde namaz kılınacak bir sergi, eğer temiz bir elbise ise, yukarı tarafını +aşağıya getirip etekleri üzerine secde etmelidir. Çünkü böyle yapmak, tevazua daha +yakındır. + 128- Farz olan rükû ve secde rükünlerinin yerine getirilmiş olması için, rükû ve secde +denilebilecek kadar o vaziyetlerde durmak yeterlidir; muhakkak üçer kez tesbih okunacak +mikdar beklemek farz değildir. Fakat rükû ve secdede sünnet mikdarı en az üçer kere +tesbih okumaktır. Orta derecesi beş tesbih ve yüksek derecesi de yedişer tesbih +okumaktır. Yalnız başına namaz kılan daha çok tesbih yapabilir. Fakat imam olan kimse, +cemaatin rızası bulunmadıkça üçten fazla tesbihte bulunmamalıdır; çünkü cemaatı +usandırmak ve kaçırmak uygun değildir. + Rükû'da tesbih: "Sübhane Rabbiye'l-Azîm"dir. (1) + Secdedeki tesbih de: "Sübhane Rabbiye'l-Alâ"dır. (2) + 129- Her rekatta iki secde yapılır. Bunlardan biri kasden terk edilse namaz bozulur. +Yanılarak terk edilirse, namazdan sonra hatıra gelse bile, namaza aykırı bir iş +yapılmamışsa hatırlandığı anda secdeye varılır ve ondan sonra son oturuş iade edilir ve +sehiv secdesi yapılır. Sehiv secdesi bahsine bakılsın! + 130- Secde, namazın en büyük bir rüknüdür. Secde, Yüce Allah'a gösterilen tevazu ve +tazimatın en mükemmel alametidir. Bir hadîs-i şerîfde: "Kulun, Rabbına en yakın +olduğu hal, secdeye varmış olduğu haldir. Artık secdede duayı çokça yapınız" +buyurulmuştur. Çünkü secde hali, en ziyade küçülme ve teslimiyet hali olduğundan orada +duanın kabulü umulur. Secdesiz bir namaz, namaz değildir. Mabudumuzun manevî +huzurunda yerlere kapanarak saygısını arzetmek istemeyen bir insan, kulluk görevini terk +etmiş, Yüce Allah'ın rahmetine kavuşma şerefinden yoksun kalmış olur. + +(1) "Pek büyük olan Rabbim, her türlü noksanlıklardan beridir, münezzehtir." +(2) "Yüce kudret ve azamet sahibi olan rabbimi bütün noksanlıklardan tenzih ederim." + + + + +Namazlarda Son Oturuş + + 131- Namazların sonunda teşehhüd mikdarı oturmak da, namazın bir farzı ve bir +rüknüdür. Buna Ka'de-i Ahire (son oturuş) denir. İki rekatlı namazlarda olan tek oturuşa +da Ka'de-i Ahire denir. Sabah namazında olduğu gibi. Teşehhüd mikdarından maksad, +"Tahiyyat'ı" okuyacak kadar zamandır.(*) + 132- Bir kimse sabah namazının iki rekatını kıldıktan sonra ikinci rekat sonunda +oturmaksızın ayağa kalkıp üçüncü rekatın secdesini yapmış olsa, bu namaz farziyetini +yitirir ve nafîleye döner. Bu durumda bir rekat daha kılar ve sonunda oturarak selam +verir. + Yine, dört rekatlı bir farz namazın dördüncü rekatında ve akşam namazının üçüncü +rekatında oturmayıp da bir rekat daha kılınarak secdeye varılsa, bu namaz da nafileye +dönmüş olur. Bu halde kılınan namaz sabah namazı ise, dört rekattan sonra hemen selam +verilir. İkindi gibi dört rekatlı namaz ise, beşinci rekata bir rekat daha ilave edip ondan +sonra selam verilir. Sahih olan görüşe göre, bu durumda sehiv secdesi gerekmez. + Bu mesele, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre ise, +bu namaz esasen namaz olmaktan çıktığı için nafile de olmaz. + 133- Bir kimse namazın sonunda teşehhüd mikdarı oturduktan sonra namazdaki +tilavet secdesini hatırlayarak secdeye varsa, namazı bozulur. Çünkü bu halde son oturuş +bulunmamış sayılır. Fakat tilavet secdesinden sonra tekrar teşehhüd mikdarı oturursa, o +zaman son oturuş yapılmış demektir. + 134- Son oturuşun tamamını uyku içinde geçiren kimse, uyandıktan sonra tekrar bir +teşehhüd mikdarı oturmazsa namazı bozulur. Çünkü uyku içinde yapılan bir iş, iradeye +bağlı olmadığı için geçerli değildir. Bu işin bulunması ile bulunmaması eşittir. Namazda +uyku içinde yapılan kıyam, kıraat ve rükû gibi işler de böyledir, geçerli değildir. + +(*) Anlamı: "Bütün dualar ve övgüler (veya bütün mülkler), bedenî ve malî ibadetler Yüce Allah'a +mahsustur. Bunlara başkaları hak kazanamaz. Selam da, Yüce Allah'ın rahmet ve bereketleri de, ey şanlı +peygamber, sana aittir. Selam hem bizlere, hem de Yüce Allah'ın salih kullarına olsun. Şehadet ederim ki, +(kesinlikle bilirim ki) Yüce Allah'dan başka gerçek mabud yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hazret-i +Muhammed, Yüce Allah'ın kuludur ve peygamberidir." + + + + +Tadil-i Erkâna Riayet +(Rükünlerin Hakkını Vermek) + 135- Namazlarda tadil-i erkana riayet, İmam Ebû Yusuf'a göre, bir rükün olduğundan +farzdır. Bundan maksad, namazın kıyam, rükû ve secde gibi her rüknünü sükunetle +yerine getirmek ve bu rükünleri yaparken her uzuv yatışıp hareket halinden beri +bulunmaktır. Örnek: Rükûdan kıyama kalkarken vücud dimdik bir hale gelmeli ve sükunet +bulmalı, en az bir kere: "Sübhanellahi'l-Azîm" diyecek kadar ayakta durup ondan +sonra secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böylece bir tesbih mikdarı durmalıdır. + 136- Tadil-i Erkan, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre, vacibdir. Bu iki ayrı +görüşten birincisine göre, tadil-i erkan yapılmaksızın kılınan bir namazı yeniden kılmak +gerekir, ikinci görüşe göre ise, tadil-i erkanı terkden dolayı yalnız sehiv secdesi gerekir. +Fakat böyle bir namazı yeniden kılmak daha iyidir. Böylece insan ihtilaftan kurtulmuş +olur. Ayrıca kerahetle kılınan namazları da yeniden kılmak vacib görülmüştür. + 137- Namazdan manevî haz duyanlar, namazda tadil-i erkana riayet ederler, acele +etmekten sakınırlar. Acele etmeyi saygıya ve edebe aykırı görürler. + Hayatın en yararlı ve en kıymetli saatleri ibadetle geçen zamanlardır. Boş yere veya +kısa bir yarar uğrunda zamanlarını harcayan insanların namaz gibi yüksek bir ibadetten, +devamlı bir mutluluk yolundan ve İlahî huzurun zevkinden mahrum olmamak için +çalışmamaları pek garip ve acınacak bir hal değil midir? + + + + +Namazdan Kendi İhtiyarı İle Çıkmak + + 138- Namaz kılanın, kendi ihtiyarına bağlı olan bir işle namazdan çıkması da, İmam +Azam'a göre bir rükün olduğundan farzdır. Buna Huruç bisun'ihi (kendi ihtiyarı ile çıkmak) +denir. Fakat iki İmama (İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed'e) göre bu farz değildir. +Bu ayrılıktan aşağıdaki iki mesele doğmaktadır: + 139- Bir kimse namazın sonunda teşehhüd mikdarı oturduktan sonra kasden namaza +aykırı bir iş yapsa, gülse, konuşsa, yiyip içse ittifakla namazı tamam olur. Fakat namaz +kılanın ihtiyarına bağlı olmayarak bir abdestsizlik işi meydana gelse, bu durumda iki +İmama göre yine namaz tamam olmuş olur. İmam Azam'a göre ise, namaz tamam olmuş +sayılmaz; hemen abdest alıp kendi ihtiyarı ile namazdan çıkması gerekir; değilse namazı +batıl olur. + 140- Bir kimse son oturuşta teşehhüd mikdarı oturduktan sonra, henüz ihtiyarı ile +namazdan çıkmadan önce namaz vakti çıksa veya başka bir namaz vakti girse, iki İmama +göre onun namazı tamamdır. İmam Azam'a göre bozulmuş olur; çünkü bu namaza kendi +iradesi ile son vermiş değildir. + Namazın Vacibleri + + 141- Namazların farzları olduğu gibi, bir kısım vacibleri de vardır. Bu vacibleri yerine +getirmekle namazın farzları tamamlanıp noksanları giderilmiş olur. Şöyle ki: + 1) Namaza başlarken yalnız "Allah" ismi ile yetinmeyip büyüklüğü ifade eden "Ekber" +sözünü de ilave ederek "Allahü Ekber" demek vacibdir. + 2) Namazlarda "Fatiha" süresini okumak vacibdir. Üç İmama göre ise, bunu okumak +farzdır. + 3) Namazlarda farz olan Kur'an okuyuşunun ilk iki rekata bağlı kılınması vacibdir. + 4) İlk iki rekatın her birinde bir defa Fatiha suresi okunup tekrarlanmaması vacibdir. + 5) Fatiha suresini diğer okunacak sure ve ayetlerden önce okumak vacibdir. + 6) Fatiha suresine başka bir sure veya bir sure yerini tutacak kadar ayet ilavesi +vacibdir. Şöyle ki: Farz namazların önceki ilk iki rekatlarında Fatiha'dan sonra diğer bir +sure veya bir sureye denk bir mikdar ayet okunması vacib olduğu gibi, vitir namazı ile +nafile namazların her rekatında Fatiha ve Fatiha'dan sonra bir sure veya ona denk bir +ayet okunması da vacibdir. + (Fatihaya başka bir sure veya ayetin eklenmesi üç İmama göre sünnettir.) + 7) Yalnız başına namaz kılan kimse, sabah, akşam ve yatsı namazlarını dilerse aşikare +bir okuyuşla ve dilerse gizli bir okuyuşla kılar. Geceleyin kılacağı nafile namazlarda da +hüküm böyledir. Fakat öğle ile ikindi namazlarında ve gündüz kılacağı nafile namazlarda +gizli olarak okuması vacibdir. + 8) Cemaatla kılınan namazlardan sabah, cuma, bayram, teravih, vitir namazlarının her +rekatında; akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekatlarında aşikare Kur'an okumak, öğle +ile ikindi namazlarının bütün rekatlarında, akşam namazının üçüncü ve yatsının son iki +rekatlarında gizli olarak kıraat yapmak vacibdir. + 9) Vitir namazında kunut (dua) okumak ve kunut tekbiri almak vacibdir. Bu İmam +Azam'a göredir. İki imama (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre ise, bunlar +sünnettir. + 10) Kazaya kalan bir namaz, gündüzün cemaatla kılındığı takdirde, eğer sabah namazı +gibi aşikare kıraat yapılması gereken bir namaz ise, yine aşikare kıraet yapılır. Gizli kıraat +yapılması gereken bir namaz ise, gizli kıraet yapılır. Tek başına namaz kılan ise, aşikare +kıraet yapılması gereken bir namazı kaza ederken dilerse hem aşikare, hem de gizli +okuyabilir. Bir rivayete göre de, gündüz kaza edeceği herhangi bir namazda gizli okuması +vacibdir; gizli veya aşikare okuma serbestisi yoktur. + 11) Secde yaparken yalnız alınla yetinmeyip alınla beraber burnu da yere koymak +vacibdir. + 12) Üç ve dört rekatlı namazlarda birinci oturuş vacibdir. + 13) Namazların her oturuşunda teşehhüdde bulunmak (Tahiyyatı okumak) vacibdir. + 14) Namaz içinde okunan secde ayetinden dolayı tilavet secdesinde bulunmak +vacibdir. + 15) İki bayram namazının üçer ziyade tekbirleri vacibdir. Bu namazların birinci +rekatlarındaki rükû ve secde tekbirleri sünnettir. İkinci rekatlarının rükû tekbirleri ise, +vacib olan ziyade tekbirlere yakın olduğu için o da vacibdir. + 16) Namazların farzlarında sıraya riayet edilmesi, iki farz arasına, farz olmayan bir +şeyin girmesine meydan verilmemesi vacibdir. Farz olan kıyamdan (ayakta duruşdan) +sonra rükûa gidilmesi, rükûdan sonra da secdeye varılması gibi... + 17) Vaciblerin her birini de yerinde yapmak ve sonraya bırakmamak vacibdir. Kur'an +okuduktan sonra bir zaman bekleyip sehven düşünceye dalmak ve sonra rükûa varmak +gibi. + 18) Namazların sonunda selam vermek. Önce sağ tarafa, sonra sol tarafa yüz +çevirerek "Esselâm" demek vacibdir. "Esselâmu aleyküm ve Rahmetullah" (*) + denilmesinin vacib olduğu açık olarak belirtilmemiştir. + Bir görüşe göre, sol tarafa selam verilmesi sünnettir. Namazdan çıkılması ise, bütün +imamlara göre yalnız bir selam ile olur, bununla namaz biter. Bu selamı vermiş olana, +artık uyulmaz. Meşhur olan görüş budur. + +(*) Selamet ve Allah'ın rahmeti üzerinize olsun. + + + + +Namazların Sünnetleri + + 142- Namazların sünnetleri de vardır. Bu sünnetler, namazların vaciblerini tamamlar. +Onlardaki noksanlıkları giderir ve fazla sevab kazanmaya sebeb olur. Sünnetlere riayet +edip devam etmek Allah'ın peygamberine sevgi alametidir. Bununla beraber bu sünnetleri +terk etmek, namazın bozulmasını ve tekrar kılınmasını gerektirmez. Fakat +küçümsemeksizin kasden terk edilmesi bir hata ve bir mahrumiyettir. Fakat sünnetin hak +görülmemesi, boş ve hikmetten uzak sayılarak küçümsenmesi, -Allah korusun- küfürdür. +Çünkü Sünnet de şer'î hükümlerden ve esaslardan biridir. + Namazlardan önce veya namazların içinde başlıca sünnetler şunlardır: + 1) Beş vakit namaz için ve cuma namazı için ezan okumak ve ikamet etmek sünnettir. +Şöyle ki: Vaktinde cemaatle yerine getirilen her farz namaz için ezan ve ikamet sünnet +olduğu gibi, kazaya kalıp da cemaatle kılınacak farz namazlar için de sünnettir. Birçok +namaz cemaatle kaza edileceği zaman, bunlardan yalnız ilk kılınacak namaz için ezan +okunur. Sonra gerek bu namaz için ve gerek bunun arkasından kılınacak diğer kaza +namazları için birer ikametle yetinilir. + Kendi evlerinde yalnız başına namaz kılacak erkekler için ezan ve ikamet müstahabdır. +Gerek yolcular için, gerek cemaatle namaz kılacaklar için ezan ve ikameti terk etmek +mekruhtur. + Cuma günü şehirde bulundukları halde, özürlerinden dolayı cuma namazını +kılamayanlara, öğle namazını kılarlarken ezan ve ikamet gerekmez. Kadınlar için de ezan +ve ikamet sünnet değildir. Ezan ve ikamet bahsine bakılsın!.. + 2) İftitah (başlangıç) tekbirini alırken elleri yukarıya kaldırmak sünnettir. Şöyle ki: +Erkekler ellerini, baş parmaklar kulak yumuşaklarına değecek kadar, kadınlar da +parmaklarının ucları omuzlarına kavuşacak kadar ellerini göğüslerinin hizasına kaldırıp o +vaziyette: "Allahü Ekber" derler. Ellerin içleri kıbleye yönelik bulunmalıdır. Birbirine karşı +da bulunabilir. + (Üç İmama göre, erkekler de ellerini ancak omuzlarının hizasına kadar kaldırırlar.) + 3) Tekbir için eller kaldırılırken parmakların aralarının zorlamaksızın biraz açık +bulundurulması sünnettir. + 4) İmam olan kimsenin, tekbirleri ve rükûdan kıyama kalkarken "Semiallahu limen +hamideh" sözünü ve namazın sonunda her iki tarafa vereceği selamı ihtiyaç mikdarı +aşikâre yapması sünnet olduğu gibi, cemaatın da rükûdan kalkarken: "Allahumme +Rabbena ve lekelhamd" sözü ile tekbirleri ve selamı gizlice yapmaları sünnettir. + Yalnız başına namaz kılan rükûdan kalkarken bunların ikisini de söyler (*). + 5) İlk tekbirden sonra namazın başında gizlice "Sübhanekâllahümme" okunması, +bundan sonra Fatiha'dan ��nce yine gizlice "Eûzü Besmele" okunması ve diğer +rekatlarda da Fatiha'dan önce besmele çekilip Fatiha'ların sonunda amîn denilmesi +sünnettir. Burada imam ile cemaat ve yalnız başına kılanlar arasında bir fark yoktur. +Yalnız cemaat Fatiha'yı okumayacakları için "Eûzü Besmele" okumaları gerekmez. + "Amîn" sözünün manası, dualarımızı kabul et, demektir. + Her rekatta Fatiha'dan önce Besmele'yi okumak, sahih sayılan bir görüşe göre +vacibdir. Fatiha'dan sonra okunacak surelerin başlarında Besmele okunmaz. Yalnız İmam +Muhammed'e göre, sessizce kılınacak namazlarda bu surelerin başlarında da besmele + okunur. (**) + 6) Namazda erkeklerin, göbeklerinin altında tutmak üzere sağ ellerini sol elleri üzerine +koyup sağ ellerinin baş parmak ve serçe parmağı ile sol bileği kavramaları ve sağ elin +diğer üç parmağını sol kol üzerine uzatmaları sünnettir. Kadınların da sağ ellerini sol elleri +üzerine koyarak halka yapmaksızın göğüsleri üzerinde bulundurmaları sünnettir. + 7) Namaz aralarında kıyamdan rükûa ve secdelere giderken "Allahü Ekber" denilmesi, +rükûdan kıyama kalkarken "Semiallahü limen hamideh" denmesi, secdeden kalkıp yine +secdeye giderken "Allahü Ekber" denilmesi sünnettir. + 8) Rükû ve secde tesbihleri, rükû halinde en az üç kere: "Sübhane Rabbiye'l-azîm" +denilmesi, secde halinde de en az üç kere: "Sübhane Rabbiye'l-alâ" denilmesi +sünnettir. + 9) Rükû halinde, erkeklerin ellerinin parmakları açık olacak şekilde elleriyle dizlerini +tutmaları sünnettir. Kadınlar bu halde parmaklarını açık tutmazlar ve dizlerini +kavramazlar, ellerini dizleri üzerine koyarlar. + 10) Bir özür yoksa, kıyamda iki ayağın arasını dört parmak kadar açık bulundurmak +sünnettir. + 11) Ka'de (Tahiyyata oturuş) ve celse (secdeden doğrulup bekleme) hallerinde +erkeklerin sol ayaklarını döşeyerek üzerlerine oturmaları ve sağ ayaklarını güçleri +yettiğince kıbleye doğru dikmeleri, kadınların da sol ayaklarını sağ taraflarına yatık +bulundurarak yere oturmaları sünnettir. Bu oturuşa "Teverrük" denir. + 12) Rükûda erkeklerin inciklerini dik tutmaları, kadınların da dizlerini bükük +bulundurmaları sünnettir. Bu halde erkeklerin sırtları düz bulunur. Kadınların sırtları ise +yukarıya doğru meyilli olur. + 13) Secdeye varılırken önce dizleri, sonra elleri, sonra yüzü yere koymak ve secdeden +kalkarken de önce yüzü, sonra elleri dizlerin üzerine koyduktan sonra dizleri yerden +kaldırmak sünnettir. Buna güç yetmezse, el ile yere dayanarak kalkılabilir. + 14) Ka'delerde (Tahiyyatlara oturuşlarda) ve celselerde (secdeler arasındaki +bekleyişlerde) ellerin kıbleye yönelik olarak oyluklar üzerine konulup dizlerin tutulması +sünnettir. + 15) Ka'delerdeki Teşehhüdlerde "La İlâhe" denirken, sağ elin şehadet parmağı +kaldınhp "İllallah" denirken indirilmesi sünnettir. Bunu yaparken baş parmak ile orta +parmak halka edilip diğer iki parmak bükülmelidir. Birçok kimseler bu sünneti gereği +üzere yapamayacaklarından dolayı bunun terk edilmesini uygun görenler vardır. + 16) Farz namazların, vitir namazının ve müekked sünnetlerin son oturuşlarında, gayr-i +müekked sünnetlerle diğer nafilelerin her oturuşunda Tahiyyattan sonra Peygamber +Efendimize Salat ve Selam okumak sünnettir. (***) + 17) Bütün namazların son oturuşlarında Salat ve Selamdan sonra iki tarafa selam +vermeden önce dua edilmesi sünnettir. Bu dua, Kur'an-ı Kerîm'in mübarek dua +ayetlerinden biri ile yapılması veya bunlara benzer bulunmalıdır. Kullardan istenebilecek +şeyler hakkında olan: "Ya Rabbi! Bana şu kadar para ver", şeklinde namazda dua +edilmesi caiz görülmemektedir. Namazların sonunda adet edinilen dua: "Rabbenâ âtina +fi'd dünya haseneten ve fi'lahireti haseneten ve kınâ azâbe'n-nar" (****) + 18) Namazların sonunda selam verirken yüzün önce sağ tarafa, sonra sola çevrilmesi +sünnettir. + 19) Sütre edinilmesi sünnettir. Şöyle ki: Sahra ve benzeri açık yerlerde namaz kılan +kimse, önünden başkasının geçmesini umuyorsa sağ veya sol kaşının hizasına en az bir +arşın boyunda secde yerinin önüne kaim veya ince bir ağaç diker. Dikilemiyorsa, ağacı +boyunca uzatır veya önüne uzunlamasına böyle bir çizgi çizer. Enine yarım daire şeklinde +bir çizgi çizilmesi de caizdir. Direk ve sandalye gibi şeyler de sütre işini görürler. + Cemaatle kılınan namazlarda yalnız imamın önünde sütre bulunması kafidir. Namaz +kılanın önünden geçilmesi edebe aykırıdır. Günahı gerektirdiğinden bundan kaçınılması +lazımdır. Namaz kılan kimse, önünden geçmek isteyeni engellemek için "Sübhanellah" +diyebilir. Eli ile, gözü ile yahut başı ile hafifçe işaret edebilir. Sütrenin bulunması, namaz +kılanın dağınık düşüncelerini kaldırıp ibadet için bir araya toplamaya ve gönlünü bir +çerçeve içinde tutmaya yardımcı olur. + (*) Birinci sözün anlamı: "Yüce Allah kendisine hamd edenin hamdini işitti." İkincinin anlamı: "Ey +Rabbimiz! Hamd da sana mahsustur." +(**) Sübhaneke'den maksad: + "Sübhanekallahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve Tealâ ceddüke ve la ilahe gayrük", cümlesidir. + Anlamı: "Ey Allah'ım! Seni tesbih ve tenzih ederim, sana hamd ve övgüde bulunurum. Senin kutsal ismin +mübarektir. Senin azamet ve celalin pek yüksektir. Senden başka hak mabud yoktur." + "Eûzü" den maksad da: "Eûzü Billâhi mineşşeytanirracîm" demektir. Anlamı şudur: "Allah tarafından +kovulmuş olan Şeytan'ın kötülüğünden Yüce Allah'a sığınırım." Bu sığınmaya "Teavvüz" denir. +(***) Bu Salat ve Selâm şu şekilde okunur: + "Allahümme salli alâ seyyidina Muhammedin ve alâ ali seyyidina Muhammed. Kema salleyte alâ seyyidina İbrahime +ve alâ ali seyyidina İbrahime. İnneke hamîdün mecid. Ve barik alâ seyyidina Muhammedin ve alâ ali Muhammed. Kema +barekte alâ seyyidina İbrahime ve alâ ali seyyidina İbrahim. İnneke hamîdün mecîd." + Anlamı: "Ey Allah'ım! Efendimiz Muhammed' e ve efendimiz Muhammed'in ailesine rahmet et (onların +şerefini yücelt). Efendimiz İbrahime ve onun ailesine rahmet ettiği gibi. Şübhesiz bütün hamd ve övgü +sanadır, büyüklük ve yücelik sana mahsustur. Efendimiz Muhammed'e ve onun ailesine bereket ver. +Efendimiz İbrahime ve onun ailesine bereket verdiğin gibi. Şübhesiz bütün hamd ve övgü sanadır, +büyüklük ve yücelik sana mahsustur." +(****) "Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir güzellik, ahirette de bir güzellilk (iyilik ve mutluluk) ver ve bizi ateş +azabından koru", demektir. + + + + +Namazların Edebleri + + 143- Namazların bir kısım adabı vardır. Bunlar birer mendub demektir. Bunları terk +etmek yerilmeyi gerektirmez, bir günah sayılmaz. Fakat bunları yapmak daha faziletlidir, +daha çok sevab kazanmaya sebebdir. Şuurlu bir müslüman namazın ne kadar büyük bir +ibadet olduğunu bilir, namaz sayesinde merhameti geniş olan ezelî mabudunun manevî +huzurunda bulunduğunu anlar. O mukaddes mabudunun kendisini görüp bildiğini +düşünerek son derece edebe riayet eder. Görünüş haliyle tevazu belirten bir durum alır. +Mümkün olduğu kadar kalbinin iç duygularını dünyadan ve bayağı düşüncelerden +korumaya çalışır. Bunun içindir ki: + "Namaz ancak kalb huzuru iledir." denilmiştir. + Namazların Başlıca Edebleri Şunlardır: + 1) Namazda dışı ve içi ile bir sükunet, bir huzur ve Allah'a ibadet duygusu içinde +bulunmak. + 2) Üst elbiseyi açık bulundurmayıp düğmelemek ve erkekler için, yenleri varsa, ellerini +yenlerinden dışarıya çıkarmak. + 3) Kıyam halinde secde yerine, rükuda ayakların üzerine, secdede burnun iki yanına, +oturuşla kucağa, selamda sağ ve sol omuz başlarına bakmak. + 4) Yalnız başına namaz kılan, rüku ve secde tesbihlerini üçten ziyade yapmak. + 5) İkamet alınırken "Hayye alel-felâh = Haydin Kurtuluşa" denildiği zaman, imam ve +cemaat için ayağa kalkmak. İmam mihraba yakın bulunmazsa, her saf, aralarından imam +geçince ayağa kalkar. + 6) İmam için "Kad kameti's-salat = Namaz başladı" denildiği anda namaza başlamak, +imam, bu harekeli ile müezzinin sözünü doğrulamış olur. Bununla beraber ikamet +bitlikten sonra, namaza başlanmasında da bir sakınca yoktur. Hatta İmam Ebu Yusuf ile +üç İmama göre, uygun olan da budur. İkamet alınırken camiye giren kimse oturur. Sonra +cemaatle beraber ayağa kalkar. İkametin bitmesini ayakta beklemez. + 7) Namazda esneme halinde ağzı tutmak ve dudakları dişlerle olsun kapamak. +Mümkün olmazsa sağ el ile kapamak. Öksürüğü ve geğirmeyi mümkün olduğu kadar +gidermek. + Bütün bunlar güzel sayılan işlerdir. İbadet arasında yapılması gereken saygı +belirtilerindendir. + Ezan ve İkamet + + 144- Ezan, lûgatta bildirmek demektir. Şeriat deyiminde, farz namazlar için belli +vakitlerde bilindiği şekilde okunan mübarek sözlerden ibarettir. Ezan okuyana "Müezzin" +denir. + Farz namazlar için ezan okumak, bu namazların kılınacağını ilan edip bildirmek, kitab +ve sünnetle sabittir. Fakat müslümanlığın başlangıcında bildiğimiz şekilde ezan +okunmazdı. Bir müddet, namaz vakti gelince: "Essalâte, Essalâte = Namaza, namaza" +veya: "Essalâtü camiatün = Namaz toplayıcıdır," deniliyordu. Yani, namaz +müslümanların güzel bir toplum halinde yaşamalarına vasıtadır. Birtakım güzellikleri ve +şükür nevilerini kapsar diye çağırma yapılmıştı. Peygamber Efendimizin birinci hicret +yılında, Medine-i münevvere'de Hazret-i Peygamberin Mescidi inşa edilip tamamlanmıştı. +Ashab-ı kiram muntazam bir halde toplanarak cemaatla namaz kılmaya başlamışlardı. +İşte bu sırada Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) namaz vakitlerinin +insanlara duyurulması konusunda arkadaşları ile bu işi görüşmeye başladı. Sonunda +ashabdan bazı zatların aynı şekilde görmüş oldukları sadık rüyaya ve o rüyayı doğrulayan +bir vahye dayanarak bildiğimiz gibi ezan okunmaya başlanmıştır. Bu ezan erkekler için +vacib kuvvetinde bir müekked sünnettir. Müslümanlığın en büyük alametlerinden biridir. +Peygamberimizin Hicreti bahsine bakılsın!... + Ezan aracılığı ile halka hem namaz vakitleri, hem de namazların kılınacağı bildirilmiş +oluyor. Ayrıca namazın kurtuluşa ve mutluluğa sebeb olacağı da söylenmiş oluyor. +Bununla beraber, bütün cihana karşı İslam dininin en kutsal esasları ilan edilmiş +bulunuyor. + Doğrusu yeryüzünde namaz vakitleri değişik saatlere rastlamaktadır. Bu bakımdan hiç +bir saat yoktur ki, İslam mabedlerinin yüksek minarelerinden bütün insanlığa Yüce +Allah'ın varlığı, birliği, büyüklüğü, Peygamberimizin Risaleti, namazın kurtuluşa ve +mutluluğa sebeb olduğu, yüksek bir sesle ilan edilmiş olmasın. Ne şerefli bir hakka davet +görevi!.. + Ezan ve ikametle ilgili bazı hükümler vardır. Şöyle ki: + 1) Ezan şu mübarek kelimelerden ibarettir. + "Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber, Allahü Ekber... + Eşhedü en lâ ilâhe illallah, Eşhedü en lâ ilâhe illallah. + Eşhedü enne Muhammeden resûlullah, Eşhedü enne Muhammeden resûlullah. + Hayye ale's salâh, hayye ale's-salâh. + Hayye alel-felâh, hayye alel-felâh. + Allahü Ekber, Allahü Ekber. + Lâ ilâhe illallah" ... + Memleketimizde bir müddet ezan yerinde ezanın şu tercümesi okunmuştur: + "Tanrı uludur, Tanrı Uludur, Tanrı Uludur, Tanrı Uludur + Şübhesiz bilirim bildiririm Tanrıdan başka yoktur tapacak, Şübhesiz bilirim bildiririm +Tanrıdan başka yoktur tapacak. + Şübhesiz bilirim bildiririm Tanrının elçisidir Muhammed, Şübhesiz bilirim bildiririm +Tanrının elçisidir Muhammed. + Haydin namaza, haydin namaza. + Haydin felâha, haydin felâha. + Tanrı uludur, Tanrı uludur. + Tanrıdan başka yoktur tapacak." + Sabah ezanlarında: "Hayye alel-felâh"lardan sonra iki defa "Essalâtü hayrün +mine'n-nevm= Namaz uykudan hayırlıdır, diye okunur. + 2) Erkekler yalnız başına yahut cemaatle namaza durdukları zaman ikamet yapılır. +Ezan sözleri aynen okunur. Yalnız "Hayye alel-felâh"lardan sonra yine iki kere: "Kad +kametissalâh" denilir ki, namaz başladı demektir. + Bir de ezanda, her cümle arasında bir bekleme (sekte) yapılır, ikinci cümlelerde ses +biraz daha yükseltilir. Buna "Teressül, irtisal" denilir. İkamette ise duraklama yapılmaz. +Sürekli okunur ki, buna "Hedir" denir. + 3) Her farz namaz için bir ezan ve bir ikamet meşrudur; yalnız cuma namazında iki +ezan vardır. Bunun için bir camide ezan ve ikametle vakit namazı usule göre kılındıktan +sonra, tekrar cemaatle veya yalnız başına namaz kılacak olanların o vakit namazı için +ezan ve ikamet getirmelerine gerek yoktur. Vitir, bayram, teravih ve diğer nafile +namazlarda ikamet yoktur. + 4) Evde veya kırda kılınacak farz namazlar için hem ezan, hem de ikamet getirmek +daha faziletlidir. Yalnız ikametle de yetinilebilir. Fakat ezanla yetinmek mekruhtur. + 5) Bir namaz için daha vakti gelmeden ezan okumak caiz değildir. Böyle okunan bir +ezanı iade etmek gerekir. Çünkü bununla namaz vaktinin girmiş olduğu haber verilmiş +olmuyor. Ancak İmam Ebû Yusuf ile üç imama göre yalnız sabah namazı için vaktinden +önce ezan okumak caizdir. + 6) Ezan ile ikamet arasını biraz ayırmak uygundur. Şöyle ki: Akşam ezanından sonra +üç kısa ayet okunacak kadar bir ara verilmeli, sonra ikamet yapılmalıdır. Diğer vakitlerde +ise, farz namazların iki rekatinde on iki ayet okumak şartı ile namazın tamamlanması +kadar bir zaman bekleme yapılmalıdır. + 7) Ezan ve ikamet, vakit namazları için sünnet olduğu gibi, kaza namazları için de +sünnettir. Çünkü ezan ile ikamet, vakitlerin değil, namazların sünnetidirler. + 8) Bir kısım kaza namazları başka başka yerlerde kaza olarak kılınacakları zaman, her +biri için ezan ve ikamet gerekir. Fakat bir yerde kaza edilecekleri zaman her bir namaz +için ezan ve ikamet daha faziletli ise de, ilk kaza edilecek namaz için ezan ve ikamet +getirdikten sonra, diğer namazlar için yalnız ikamet yeterlidir. + 9) İkamet ile namaz arasında yemek-içmek veya yıkanmak gibi bir iş yapılsa, ikameti +tekrarlamak gerekir. Fakat ikamet getiren kimse, ikametten sonra sünnet kılsa veya +imam ikametten sonra hazır bulunsa, ikamet iade edilmez. + 10) Müezzin olan şahsın sünneti bilen ve takvası olan kimse olması müstahabdır. +Cahillerin ve fasıkların ezan okumaları mekruhtur. + 11) Sarhoşun, delinin, bûluğ çağına ermemiş çocuğun okuyacağı ezanı iade etmek +mendub veya vacibdir. Aklı yerinde olan bir çocuğun ezan okuması da, bir rivayete göre +mekruhtur. + 12) Ezanı oturarak okumak mekruhtur. Ancak kendisi için okuyacaksa keraheti olmaz. +Yolcudan başkası için, hayvan üzerinde ezan okumak da mekruhtur. + 13) Ezanda telhin (ezan kelimelerinin harflerini bozacak şekilde okumak) mekruhtur. + 14) Kadınların, bunakların, cünüb olanların ezan okumaları veya ikamet getirmeleri +mekruhtur. Bunların ikametleri değilse de, ezanları iade edilmelidir. Çünkü ezanın +tekrarlanması, cuma gününde olduğu gibi, meşrudur. Abdestsiz kimselerin de ikamette +bulunmaları mekruhtur. + 15) Müezzin cemaatin haline bakmalıdır. Cemaat bir namazın vaklinde kılınmasını +islediği takdirde, hemen ikamette bulunmalı, mahalle büyüğünün veya dengi kimselerin +gelmesini beklememelidir. Çünkü bunda riya, boyun eğme ve cemaata eziyet verme +vardır. + 16) Müezzin ezan ve ikamet getirirken ayakta olarak kıbleye yönelir. "Hayye ales- +salâh = Haydin namaza" derken sağ tarafa, "Hayya alel-felâh= Haydin felaha" derken +de sol tarafa döner. Minarede ise, duruma göre sağ taraftan sol tarafa doğru dolaşarak +ezanı bitirir. Ezanda sesin yükselmesine yardımcı olsun diye iki parmağının uçlarını iki +kulağına tıkar. + 17) Sesi yükseltmek ve güzelleştirmek gibi meşru bir özür olmaksızın ikamet +esnasında boğazı temizlemek (tenehnuh) mekruhtur. Ezan ve ikamet arasında müezzinin +konuşması da mekruhtur, öyle ki, bu arada kendisine verilecek olan bir selamı da +karşılamaz. + 18) Ezan okunurken, ezanı duyanların dinlemeleri ve konuşmayı kesmeleri gerekir. +Kur'an okuyan kimsenin de durup ezanı dinlemesi daha faziletlidir. Diğer bir görüşe göre, +camide veya kendi evinde Kur'an okumakta bulunan kimse okuyuşuna devam eder. Fakat +kendi mahalle mescidinde ezan okununca onu dinler. Bununla beraber ezan okunurken +onu duyanların konuşmalarında bir kerahet olduğu da söylenmektedir. + 19) Ezan ve ikameti işiten kimsenin, müezzinin söylediklerini aynen tekrarlaması +müstahabdır. Yalnız müezzin: "Hayye ales-salâh, Hayyealelfelâh" dediği zaman işiten +bunların yerine: "Lâ havle ve lâ kuvvete illa billah" (*) der. Sabah ezanında da + müezzin: "Essalatü hayrün minennevm" deyince, işiten kimse: "Sadakte ve berirte += Doğrusun, gerçeği söylemiş bulunuyorsun" der. + Ezanı işiten kimse cünüb dahi olsa, bu şekilde müezzine karşılıkta bulunur, çünkü bu +bir övgüdür. Fakat hayız ve nifas hallerinde olan kadınlar bu ezan çağrısına karşılık +vermezler; çünkü onlardan namaz sorumluluğu düştüğünden sözle karşılıkta bulunmak +sorumluluğu da düşmüştür. + 20) Ezanı işiten kimse, birinci defa "Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah" +denilince: "Sallallahu aleyke ya Resûlallah = Allah sana salât etsin, ey Allah'ın +Peygamberi!" der. İkinci defa müezzin tarafından: "Eşhedü enne Muhammeden +Resûlüllah" denilirken: "Karret aynî bike, ya Resûlallah = Gözüm seninle aydın +olsun, ey Allah'ın peygamberi!" der. Bunları söylerken de, baş parmaklarının uçlarını +öperek gözlerine sürer ki, bu müstahabdır. İkamette bu yapılmaz. + 21) Ezanı dinleyen bir müslüman, ezanın sonunda şu duayı yapar.(**) Çünkü bu duayı +yapan kimse şefaata hak kazanır ve Peygamber Efendimiz ona şefaat eder. + 22) Beş vakit namazlar için ezan okunduktan sonra, ayrıca cemaati namaza çağırma +maksadıyla "Vakti salâ" gibi bir ifade kullanılmasına "Tesvîb", tekrar bildirme denir. +Görülen ibadet gevşeklikleri için böyle bir uyarma yapılabilir. Böyle yapılmasını sonraki +alimler iyi görmüşlerdir. + Sonuç: Ezan-ı Muhammedi, müslümanlığın en büyük güzelliklerinden biridir. Müezzin +olan zat, bütün aleme karşı Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, Hazret-i Muhammed +Efendimizin hak peygamber olduğunu ilan eder. Bütün insanları kurtuluşa ve mutluluğa +çağırır. Bu bakımdan pek hayırlı bir insan demektir. Bunun için Peygamber Efendimiz +şöyle buyurmuştur: "Müezzin sesinin yetiştiği yerlere kadar insan, cin ve diğer hiç +bir şey yoktur ki, onu işitmiş olsun da, kıyamet gününde müezzin için güzel +şehadette bulunmasın." + Diğer bir hadis-i şerifin anlamı şöyle: "İnsanların kıyamette en uzun boylusu +müezzinlerdir." + Hazret-i Ömer (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: "Eğer üzerimde halifelik görevi +olmasaydı, müezzinlik yapardım." Bütün bunlar, müslümanlıkla hakka hizmetin, Allah +sözünü yüceltmenin, hayrı sevmenin ne kadar kıymetli ve şerefli olduğunu +göstermektedir. + +(*) "Günahlardan sakınıp dönmek ve itaata güçlü bulunmak, ancak Yüce Allah'ın koruması ve yardımı ile +olur." +(**) "Allahümme Rabbe hazihi'd-daveti't-tammeti vessalati'l-kaimeti âti Muhammedenil-vesilete ve'l-fazilete ve'd- +derecete'r-refiate veb'ashü makamen Mahmudenillezi veadtehu. İnneke lâ tuhliful, mîad." + Anlamı: "Allah'ım! Ey bu tam davetin (mübarek ezanın) ve kılınmak üzere bulunan namazın mukaddes +Rabbi! Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'e vesileyi, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et. Onu, kendisine +söz verdiğin "Makam-ı Mahmud'a" eriştir. Şübhesiz sen, sözünden caymazsın." + Vesile'nin cennette yüksek bir makam olduğu, faziletin de yine yüksek bir makam olduğu, Makam-ı +Mahmud'un ise, en büyük şefaat makamı olduğu ifade edilmektedir. Böyle bir duada bulunmak Resûl-ü +Ekreme muhabbetin ve ona sağlam bağlılığın bir nişanıdır. + + + + +İmamlık ve Cemaat + + 145- Aklı olan, bûluğ çağına eren, hür olan ve zorluk çekmeksizin topluca namaz +kılmaya gücü yeten müslüman erkeklerin toplanıp cemaatle cuma namazını kılmaları farz, +bayram namazlarını kılmaları vacibdir. Diğer farz namazları cemaatle kılmaları ise, +müekked sünnettir. + (Cuma namazından başka farz namazların cemaatle kılınması, Malikîlere ve bir kısım +Şafiîlere göre de bir müekked sünnettir, İmam Ahmet ibni Hanbel ile Ebu Sevre ve +Davudi Zahirî ile diğer bazı müctehidlere göre vacibdir. Bu halde bir şahsın tek başına +namaz kılması haramdır. İbni Rüşd, İbri Bişr ve bir kısım şafiîlere göre ise, beldelerde bir + farzı kifayedir, her mescidde cemaatle namaz kılınması sünnettir. Bir kimsenin özel olarak +yalnız başına cemaatle namaz kılması da mendubdur. Hanbeli fıkıh alimlerinin +açıklamalarına göre, esasen cemaatle namaz, ikamet ve sefer halinde vacib, hem de +sünnet yerine getirilmiş olur. Cemaatın farzı ayn olduğunu söyleyenler de vardır.) + 146- İslamda cemaatle namaz kılmaya büyük önem verilmiştir. Büyük sevaba ermek +için ve ihtilaftan kurtulmak için cemaatle namaz kılmaya devam etmelidir. Cemaat ne +kadar çok olursa, fazilet de o derece çoğalmış olur. Cemaatle namaz kılmanın sevabı, +yalnız başına namaz kılmanın sevabından yirmi yedi kat fazladır. + Cemaate devam, İslam nişanlarından ve iman alametlerindendir. Cemaatle kılınan +namaz ile müslümanların birliği ve birbirine bağlılığı gösterilmiş olur. Müslümanlar +arasında bir sevgi ve dayanışma duygusu uyanır, bilmeyenler bilenlerden faydalanır, iyi +kimselerin arkadaşlığı ile yapılan ibadetlerin ve duaların Allah yanında kabule yakın +olacağı daha ziyade umulur. + 147- Cemaatle kılınan namazda, kendisine uyulan zata "İmam" denir. Bu zatın bu +görevine de "İmamet" denir. İmama uymayan, bir kimsenin kendi namazını imamın +namazına bağlamasına "İktida, ittiba" adı verilir. Bu uyan kimseye de "Muktedi, müttabi, +memum" gibi adlar verilmiştir. Kendi başına namaz kılana da "Münferid" denir. + 148- İmametin başlıca şartları: İslâm, buluğ, akıl, erkek olmak, Kur'an okuyabilmek ve +özürden beri olmaktır. Bu şartlara sahib olmayanlar imam olamazlar. Bu konu aşağıdaki +meselelerden anlaşılacaktır. + 149- Cemaat arasında imamete en yararlı olan, sünneti en iyi bilen (fıkıh bilgisi olan) +kimsedir. Bunda eşit olsalar, okuyuşu daha güzel olandır. Bunda da eşit olsalar takvası +daha çok olandır (haramdan daha çok kaçınandır). Bu üç vasıfta eşit olsalar, yaşta büyük +olandır. Bunda da eşit olsalar, ahlakı daha güzel olandır (yumuşak huylu ve daha çok +haya sahibi olandır). Bu hususta da eşit olsalar, yüzce, sonra soyca, sonra sesçe, sonra +elbise bakımından temizlikçe güzel olandır. Bunların hepsinde eşitlik kabul edilecek +olursa, aralarında kur'a çekilir. Bütün bunlar imamlık görevine verilen önemin +büyüklüğünü gösterir. Bunun içindir ki bu görevi eskiden bulundukları yerlerde idareciler +üzerlerine alırdı. + Bununla beraber cemaat arasında ev sahibi veya o yerin görevli imamı bulunursa, +bunlar tercih olunurlar, aranan vasıfları toplamış olmasalar bile yine tercih edilirler. + Başkasının evinde imam olacak kimse, ev sahibinin izni ile imamlık yapar. Başkasının +evinde tek başına namaz kılacak olan kimse de, ev sahibinden izin istemelidir, faziletli +olan budur. + 150- Fasıkın (aşikare haram işleyenin) ve bid'at sahibi olanın (din işlerine dinde +olmayan şeyleri karıştıranın) imameti tahrimen mekruhtur. Çünkü fasık din işlerinde +saygılı bulunmaz, İmam Muhammed ile İmam Malike göre, bunlara uymak esasen caiz +değildir. + Bid'at sahibine "Mübtedi" denir ki, inancı sünnet ve cemaat ehlinin inancına aykırı olan +kimse demektir. Bid'at sahibine uymanın kerahetle caiz olması, inancı küfre varmadığı +takdirdedir. Eğer inancı küfrü gerektiriyorsa ona uymak bütün Hanefilerce de caiz olmaz. +Şefaati, kabir azabını ve hafaza meleklerini inkar etmek gibi... + 151- Kölelerin ve babası belli olmayanların imamlığı mekruhtur. Çünkü bunlarda +cehalet daha fazla olur. Bilgili oldukları takdirde imamlık yapabilirler. İki gözü kör olan da +imam olabilir. Fakat görür kimselerin imamlığı daha faziletlidir. Bununla beraber iki gözü +görmeyenin imamlığ��nda kerahet olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü bu kimse +özürlüdür, elbisesinin temizliğine fazla dikkat etmeyebilir. + 152- Erkeklerin kadınlara ve henüz bûluğ çağına ermemiş çocuklara uyup namaz +kılması caiz olmadığı gibi, aklı yerinde olanın bunağa, Kur'an okuyucusunun okuyamayan +(ümmî) kimseye, kıraati olmayanın dilsize, elbisesi temiz olanın elbisesi pis olana, avret +yerleri kapalı olanın açık bulunana, özrü olmayanın özürlüye, bir özürlünün özrü değişik +başka bir özürlüye uyması da caiz değildir. Ancak özürleri bir olanların birbirlerine +uymaları caizdir. + 153- Kadının kadına imamlığı kerahetle caizdir. Eğer kadınlar kendi aralarında +cemaatle namaz kılacak olurlarsa, İmam olacak kadın aralarında durur, onların önüne +geçmez. Bu öne geçme de mekruhtur. + 154- Abdestte ayaklarını yıkamış olan kimsenin ayaklarına mesih yapmış olan + kimseye, abdest alanın teyemmüm etmiş olana, ayakta namaz kılanın oturarak namaz +kılana, boyu dik ve doğru olanın rukü derecesinde kanbur olana uyması (iktidası) caizdir. +Son üç şekildeki uymanın cevazına İmam Muhammed muhaliftir. + 155- Farz namaz kılanın nafile namaz kılana veya başka bir farz kılana uyması caiz +değildir. Fakat nafile namaz kılanın farz namaz kılana uyması caizdir. Örnek: Öğlenin +farzını kılmış olan bir kimse, öğle namazını kıldırmakta olan imama uyacak olsa, bu ikinci +defa kılacağı namaz bir nafile olarak caizdir. + 156- Bir kimsenin, haklı olarak kendisinden hoşlanmayan bir cemaate namaz +kıldırması mekruhtur. Fakat hoşlanmayacak bir durum veya imamlığa daha ehliyetli bir +kimse yoksa, cemaatın hoşlanmasına bakılmaz. Çünkü bu halde cemaatın hoşlanmaması +yersizdir. + 157- Mezheb değişikliği iktidaya (uymaya) engel değildir. Yeter ki imam olan zat, +namazın şartlarına ve rükünlerine riayet etsin. Şöyle ki: Müslümanların fıkıh bakımından +mezhebleri değişik olsa da, esasta bir olduklarından birbirlerine uyabilirler. Bu hususta en +faziletli olan, her müslümanın kendi mezhebinde bulunan bir imama uymasıdır. Bu +olmayınca, diğer bir mezhebde bulunup da namazın farzlanna riayet eden herhangi bir +imama uyulması, yalnız başına namaz kılmaktan daha faziletlidir. Şu kadar var ki, bir +müslim kendi mezhebine göre namazı bozacak bir şeyin böyle bir imamda bulunduğunu +görüp bilirse, ona uyması sahih olmaz; bir Hanefinin, burnundan kan aktığı halde +abdestini yenilemeden imamlığa geçen bir Şafiîye uyması gibi... + (Malikî ve Hanbelî olanlara göre, namazın sıhhati için şart olan şeylerde yalnız imamın +mezhebine itibar olunur, uyanın (muktedinin) mezhebine bakılmaz. Onun için, bir Malikî +veya bir Hanbelî, başının tamamını meshetmemiş olan Şafiî veya Hanefî bir imama uysa +namazı sahih ulur. Çünkü böyle bir mesih, her ne kadar Malikî ve Hanbelî mezheblerinde +sahih değilse de, Hanefî ve Şafiî mezheblerinde sahihtir.) + 158- İmam olan zat, cemaata nefret verecek şeylerden sakınmalıdır. Bir imamın +kıraati veya tesbihleri cemaatı usandıracak derecede uzatması uygun değildir. Burada +sünnetin en az olan derecesi ile yetinmelidir. Çünkü bu uzatma cemaata usanç verir, bu +ise mekruhtur. Cemaatla kılınacak bir namazın sevabı ziyadedir. Bu sevabtan başkalarını +mahrum bırakmaya sebebiyet vermek uygun olmaz. Cemaatın uzatmaya razı olmaları +halinde kerahet olmaz. + Bununla beraber cemaatın rüku ve secde tesbihlerini ve teşehhüdü sünnet üzere +tamamlamalarına meydan vermeyecek bir şekilde imamın acele etmesi de mekruhtur. +Cemaatın yetişmesi için, imamın rüküu uzatması da mekruhtur. + 159- İmamın kendisine kolay gelen ayet ve süreleri okuması vacibdir. Henüz +kuvvetlice ezberlememiş olduğu ayetleri okumamalı, cemaatın yardımcı olmasına meydan +bırakmamalıdır. Şöyle ki: imam bir ayette yanılır ve hatırlayamazsa bakılır: Eğer sünnet +mikdarı veya namazın caiz olacağı kadar okumuş ise, hemen rüküa gitmelidir, yanıldığı +yeri düzeltmeyi cemaatten beklememelidir. Bu mikdar okumamış ise, başka bir ayete +geçmelidir. + 160- İmamın cemaatten en az bir arşın yüksekte veya alçak bir yerde durup namaz +kıldırması mekruhtur. Kendisi ile beraber cemaattan bazı kimseler bulunursa mekruh +olmaz. + 161- İmam ile muktedinin (imama uyanın) yerleri hükmen bir olmalıdır. Aralarında +yüksek boylu bir duvar olup imamın görülmesini veya sesinin iştilmesini engellese, o +imama uymak sahih olmaz. + Yine, imam ile muktedi arasında veya bir muktedi ile öndeki saf arasında uzaklık +bulunsa bakılır: Eğer namaz mescid dışında kılınıyorsa ve aradaki mesafe bir saf +bağlanacak mikdardan az ise, imama uymak sahih olur. Fakat mesafe bundan daha çok +ise uymak sahih olmaz. Amma namaz mescid içinde kılınmakta ise, aradaki uzaklık ne +olursa olsun imama uymaya engel olmaz. Bununla beraber bazı alimlere göre, Beytül- +makdis gibi pek geniş olan mescidlerde, saflar arasında bağlantı olmaksızın mescidin en +uzak bir yerinde durup imama uyulması caiz değildir. + 162- İmam hayvan üzerinde, imama uyan yaya bulunsa veya başka başka hayvanlara +veya gemilere binmiş olsalar, yer değişikliği olduğundan imama uymak sahih olmaz. + Yine, camide veya başka bir yerde imam ile muktedi arasında kayık geçecek +büyüklükle bir ırmak veya araba yürüyecek genişlikle saflardan boş bir yol bulunsa, + imama uymaya engel olur. + 163- Cemaata kavuşmak için koşa koşa yürümek mekruhtur, saygıya aykırıdır. Bu gibi +davranışlardan daima sakınmalıdır. + 164- Cemaatın birçok kişiden ibaret olması şart değildir. Bir kişi ile de cemaatin fazileti +elde edilir. İmama uyan kişinin bir kadın veya mümeyyiz bir çocuk olması yeterlidir. +Bunun için evde ailece cemaatla kılınan namaz da, yalnız başına kılınan namazdan kat kat +faziletlidir. Fakat bir özre dayanmaksızın evde cemaakla namaz kılıp camiye gitmemek +bid'at ve mekruh sayılmaktadır. Mescidlerde ve camilerde cemaatla kılınan namazların +fazileti daha çoktur. (146. maddeye bakılsın.) + 165- Namazda imama uyan bir kişi ise, imamın sağında durur, iki ve daha çok +kimseler olunca, imamın arkasında dururlar. Keraheti olmayan duruş bu şekildedir. +Cemaatın imamdan ilerde durması ise caiz değildir. Bu hususta secde yeri değil, ayakların +yeri esas alınır. Cemaatın topuklarının imamın ayak topuklarından ilerde olmaması +yeterlidir. + (İmam Malik'e göre, cemaatin imamdan önde durması mekruh ise de, namazın +cevazını engellemez.) + 166- Muktedi (imama uyan kimse), imama uymayı niyet etmeli ve kıldıkları farz namaz +aynı olmalıdır. Bunun için bir kimse imama uymayı niyet etmeksizin ona uysa veya +kendisi öğle namazını kılmak istediği halde imam ikindi namazını kıldırmakta bulunsa, bu +iktidası (imama uyması) caiz olmaz. + 167- İmamın sesi kafi gelmezse, cemaatten biri tarafından iftitah ve intikal tekbirleri +yüksek sesle alınır ve rüküdan kalkarken de "Rabbena ve lekel-hamd" denilir, yüksek +sesle yine selam verilir. Bu bir tebliğ, bir bildirimdir. Ancak tekbirler alınırken iftitah ve +intikal tekbirleri olarak alınmalıdır, yalnız bildirme için alınmamalıdır. Eğer ilk tekbir ile +namaza başlamaya niyet edilmez ise, bunu alan namaza başlamış olmaz. Diğerleri de +tesbih, tahmid ve intikal tekbirleri olarak alınmazsa, sevabdan mahrum olmayı gerektirir, +imamın sesi yettiği takdirde bu tebliğe gerek kalmayacağından, bu tebliğ işi mekruh olur. +Buna müezzin olanlar dikkat etmelidirler. + 168- İmam birinci selamı ikinci selamdan daha yüksek sesle alır ki, bu onun için bir +sünnettir. Çünkü yüksek sesle alınması cemaata bir bildiridir. Bu bildiriye ihtiyaç ise, daha +çok birinci selamda görülür. + 169- İmam selam verince, muktedi de teşehhüdü bitirmiş ise selam verir. Salat-Selam +ve duayı bitirmek için selam vermeyi geciktirmez. Teşehhüdü bitirmeden selam vermesi +de caizdir. + 170- İmam namazdan sonra iki tarafa selam verirken "Aleyküm" sözü ile Hafaza +meleklerini ve bütün cemaatı kasdeder. Cemaattan her biri de sağ tarafa selam verirken +o taraftaki meleklerle cemaatı ve imam eğer o tarafta veya kendi hizasında ise imamı da +kasdeder. Sol tarafa selam verirken de o taraftaki meleklerle cemaatı ve imam o tarafta +ise imamı kasdederek onlara selam vermiş olur. Yalnız başına namaz kılanlar da bu selam +ile yalnız Hafaza meleklerini kasdederler. + 171- Cemaat selamdan sonra: "Allahümme entesselâmü ve minkesselâm, +tebarekte ya zelcelâli vel-ikram" (*) cümlesi okununcaya kadar yerlerinde dururlar. +Sonra yerlerinden kalkıp sünneti veya duayı başka uygun bir yerde tamamlarlar. Bundan +ziyade yerlerinde durmaları kerahete girer. Farzdan sonra saffı bozmaları müstahabtır. +Bunu yapmakla sonradan gelenler namazın tamamlanmış olduğunu anlarlar. + 172- İmam selam verince bakılır: Eğer namaz tamamlanmışsa, imam serbesttir. +Dilerse sağ tarafına, dilerse sol tarafına döner. Böylece kıbleyi sağ veya sol tarafına alır +ve öylece oturur. Dilerse çıkıp işine gidebilir. Eğer karşısında namaz kılan yoksa, dilediği +takdirde cemaate doğru döner. Namaz kılanın yüzüne karşı dönüp durmaz; çünkü namaz +kılanın yüzüne karşı oturmak mekruhtur. Fakat namaz bitmiş olmayıp, kılınacak sünnet +bulunursa, imam "Allahümme entesselâmü ve minkesselâm" denilinceye kadar +yerinde durur, sonra kalkar ve sağa, sola, ileriye veya geriye çekilerek o sünnet namazı +kılar. Eğer kendisi başka bir şeyle uğraşmayacaksa, bu sünneti gidip evinde kılabilir. +Çünkü sünnetlerin evde kılınması daha faziletlidir. Ancak cemaat imam hakkında kötü bir +zan besleyecekleri düşüncesi varsa, sünnetleri eve gitmeden kılmalıdır. + 173- Yalnız başına namaz kılanlara gelince, bunlar farz namazları kıldıkları yerde +durabilirler ve sünnetleri de orada kılabilirler. Bununla beraber nafile namazları başka bir + tarafa çekilip kılmaları daha güzeldir. + 174- Cemaat, kıyam rükü, secde gibi yapılması gerekli rükünlerde, Sübhaneke ile +Tesbihat ve Tahiyyat gibi dua ve zikirlerde imama uyarak bunları yaparlar. Fakat sözle +yerine getirilmesi gereken kıraat rüknünde imama uymaz, imamın aşikare okuduğu +Kur'anı dinler ve susar. + Bu İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göredir. Bu iki zata göre, aşikare okunan +namazlarda cemaatın okuması tahrimen (harama yakın) mekruh olduğu gibi, gizli okunan +namazlarda da cemaatın okuması böylece mekruhtur. İmam cemaate öncülük +etmektedir. Bunun için imamın okuması, cemaatın da okuması demektir. Nitekim bir +hadis-i şerifte buyurulmuştur: + "Kimin imamı varsa, imamın okuyuşu o kimse için de okuyuştur" Fakat İmam +Muhammed, gizlice kıraat yapılan namazlarda cemaatın da kıraat yapmasını caiz +görmüştür. + (İmam Malik'e göre, gizlice Kur'an okunan namazlarda muktedi (imama uyan) da +gizlice okur; bu müstahsendir. İmam Ahmed'e göre, gizlice okunan namazlarda muktedi +de gizlice okur. Bundan başka imamın namazlarda aşikare okuyuşunu cemaatten +herhangi biri işitmezse, o da kıraatta bulunur, bu vacibdir. Fakat işitirse, okuması caiz +olmaz, imamı dinlemesi gerekir. İmam Şafîî'ye göre de, gizlice Kur'an okunan namazlarda +muktedi, Fatiha'dan başka ayetler de okur. Aşikare kıraat yapılan namazlarda ise, eğer +rek'atı kaçırmayacaksa, yalnız Fatihayı gizlice okur.) + 175- İmam namaza başlamak için tekbir alırken ellerini yukarı kaldırmasa, +Sübhaneke'yi okumasa, rükü ve secde tekbirlerini almasa ve bunlardaki tesbihleri +söylemese, "Semiallahu limen hamideh" demeyi, tahiyyatı ve selamı terk etse veya teşrik +tekbirini getirmese, cemaat bunları yapar. Bu dokuz şeyde cemaat imama uymaz. + İmam Muhammed'e göre imam, "Sübhaneke'yi terk edip Fatiha'yı okuduktan sonra +sûreye başlamış olsa, artık cemaat da "Sübhaneke"yi okumaz. + 176- İmam kunut duasını, bayram tekbirlerini, birinci oturuşu, tilavet secdesini, sehiv +secdesini terk etmiş olursa, cemaat da terkeder. İmam bir secde fazla yapsa veya +bayram tekbirlerini ashabı kiramdan rivayet edilen mikdardan ziyade alsa veya cenaze +namazında dörtten fazla tekbir getirse veya yanılarak beşinci rekata kalksa, cemaat bu +işlerde imama uymaz. İmam beşinci rekata kalktığı zaman bakılır: Eğer imam dördüncü +rekattan sonra oturuş (ka'de) yapmışsa, cemaat oturarak bekler, imam hemen dönüp +teşehhüdü iade etmeksizin selam verirse, cemaat da onunla beraber selam verir. Fakat +imam kalktığı beşinci rekat için secdeye varırsa, cemaat kendi başına selam verip +namazdan çıkar. Eğer imam dördüncü rekatın arkasından oturuş (ka'de) yapmamış ise, +cemaat yine bekler. Eğer imam hemen kıyamdan ka'deye dönüp ondan sonra selam +verirse, cemaat da onunla beraber selam verir. Fakat imam beşinci rekatı secde ile +bağlarsa, hepsinin namazı bozulmuş olur. Bu durumda cemaatın yalnız başına teşehhüdü +yapıp selam vermesi fayda vermez. + 177- Vitir namazında, cemaat daha Kunut duasını bitirmeden imam rüküa varsa, +cemaat da varır. Ancak Kunut duasından henüz hiç bir şey okumamış olsalar, imam ile +rüküda bulunmayı kaçırmayacak şekilde bir mikdar okurlar. + 178- İmam (vitirde) kunut duasını unutup rüküa gittiği halde, cemaat ona uymamakla +imam başını kaldırıp kunut duasını okuduktan sonra tekrar rüküa gitmekle cemaat da ona +uymuş olsalar cemaatın namazı bozulur. + 179- Cemaatla kılınan namazlarda safların düzgün olmasına, aralarında açıklık +bulunmamasına dikkat edilir. İmam olan zat da buna dikkat edip cemaatı uyarır. Safların +en faziletlisi birinci saftır. Sonra sırası ile arkaya doğru fazilet azalarak gider. İmama +yakın bulunmanın fazileti pek çoktur. + 180- Cemaatten birinin saf arkasında yalnız başına durup imama uyması mekruhtur. +Ancak saflar arasında duracak bir yer bulamazsa, o zaman kerahet olmaz. + 181- İmamı rüku halinde bulan kimse, imama uymak için ilk saflara gittiği takdirde +rekatı kaçıracağından korkarsa, son safa geçerek imama uyar, saflardan birine +katılmaksızın tek başına yalnızca bir yerde durup imama uymaz; rekat kaçırılacak olsa +bile... + 182- Namaz kılanın önünden geçmek mekruhtur. Ancak önünde bir perde, ağaç, direk +benzeri bir engel bulunursa mekruh olmaz. Bu kerahiyet, kırlarda, büyük mescidlerde + namaz kılanın secde edeceği yerden geçmek halindedir. Çünkü böyle büyük ve açık +yerlerde namaz kılanın önünden hiç geçilmemesinde güçlük vardır. Evlerde ve küçük +mescidlerde ise, namaz kılanın mutlak surette önünden geçmekle kerahet meydana +gelir. + İmamın karşısında bulunan s��tre (duvar gibi bir engel), cemaat için de yeterlidir. Daha +önce bu açıklanmıştı. + 183- Yüksek veya aşağı bir yerde namaz kılanın önünden geçildiği takdirde bakılır: +Eğer geçen kimse ile namaz kılanın bazı azaları arasında bir hizaya gelme ve karşılaşma +olursa, geçen kimse günah işlemiş olur; değilse olmaz. Bununla beraber hiç bir zaman +namaz bozulmaz. + Bir görüşe göre, geçenin aşağı yarısı, namaz kılanın yukarı yarısına gelecek şekilde +karşılaşma olsa yine kerahet olur; yerde namaz kılanın önünden ata binmiş bir kimsenin +geçmiş olması gibi... + 184- İmam abdestsiz olarak namaz kıldırdığını, cemaat dağıldıktan sonra anlamış +olursa, mümkün olduğu kadar bunu cemaate duyurması gerekir. Bir diğer görüşe göre +de, cemaata bildirmek gerekmez. + 185- Bir imamın taşradaki akrabasını görmek için, bir zaruret veya dinlenmek için yılda +bir hafta kadar imamlık hizmetini bırakması adete ve şeriata göre hakkıdır. + 186- Bir özür bulunmadıkça cemaata devam etmelidir. Devam edilmemesini mubah +kılacak özürler, teyemmümü mubah kılacak derecede olan hastalıklardır. Felce uğramak, +yürüyemeyecek kadar yaşlı olmak, kör olmak, haksız yere saldırıya uğramaktan +korkmak, şiddetli yağmur ve çamur bulunmak, soğuk ve karanlık hali olmak, hizmet +etmeye mecbur olduğu ve ayrıldığı zaman zarar göreceği bir hasta bulunmak, yolculuğa +çıkma hazırlığı ile uğraşmak gibi sebeblerdir. Din ilimleri ile uğraşıp kitab yazmak, fıkıh +öğrenip öğretmek de, bu özürlerden sayılır. Bununla beraber devamlı olarak, bu +meşguliyet yüzünden, cemaatı terk etmek doğru değildir. + Yalnız gevşeklik ve tenbellik yüzünden cemaatı terk edip duran kimse, cezaya hak +kazanır, şahidliği kabul edilmez. İmam bid'at ehlinden olduğu için cemaatı terk eden +kimse ise, cezaya hak kazanmaz. Cemaata devam etmek istediği halde, haklı bir özürden +dolayı muntazam bir şekilde devamdan mahrum kalan kimse de, niyetine göre cemaat +sevabına kavuşur. + +(*) "Allah'ım! Sen selamsın ve selam sendendir. (Bütün noksanlıklardan berisin. Dünya ve ahiret selameti de ancak +senin yardımınla olur. Sen mukaddessin), ey celal ve ikram sahibi olan (Rabbim! )..." + + + + +Kadınların Aynı Hizada Durmaları + + 187- Cemaat değişik insanlardan ibaret olunca, imamın arkasında önce erkekler, sonra +erkek çocuklar, sonra kadınlar saf bağlarlar. Bu sırayı erkeklerle erkek çocukların +gözetmesi sünnettir. Erkeklerle kadınların bu sırayı gözetmesi ise farzdır. + Bunun için bir kadın veya buluğ çağına yakın bir kız, bir erkeğin önünde veya tam +hizasında aynı namazı cemaatle kılacak olsa, erkeğin namazı bozulur. Buna: +"Muhazatü'n-Nisa = Kadınların erkeklerle bir hizada bulunması" denir. Böyle aynı +hizada bulunmakla namazın bozulması için on şart vardır: + 1) İmam olan zat, kadınlar için imamete niyet etmelidir; çünkü böyle bir niyet +bulunmazsa, kadınların imama uymaları sahih olmaz, imama uymamış sayıldıkları için de, +erkeklerle aynı hizada bulunmak söz konusu olmadığından erkeklerin namazını bozmuş +olmazlar. Yalnız cenaze namazında kadınlara imameti niyet etmek gerekli değildir. Bir de +bazı alimlere göre, cuma ve bayram namazlarında da, kadınlara imameti niyet etmek şart +değildir. + 2) Erkekten ilerde veya tam bitişiğinde namaz kılan kadın, ister mahrem olsun, ister +olmasın buluğ çağına ermiş veya buna yakın olmalıdır. Dokuz yaşındaki bir kız, ergenlik + çağına yakın olacağı için engel sayılır. Sekiz veya yedi yaşında bulunup semiz ve +gösterişli kız da aynı sayılır. + 3) Kadın veya kız namazın ne olduğunu bilmelidir. Namazın ne olduğunu bilmeyip +rasgele cemaata uyan bir deli kadının aynı hizada bulunması erkeğin namazını bozmaz. + 4) Bir hizada bulunma, kıyam veya rükü gibi bir rükün mikdarı devam etmelidir. Bu, +İmam Muhammed'e göredir, İmam Ebû Yusuf'a göre, böyle bir rükün tamamen yerine +getirilmelidir. Onun için hemen aynı hizada bulunmakla namaz bozulmaz. + 5) Bir hizada bulunuş, rükü ve secde ile kılınır bir namazda bulunmalıdır. Bu bakımdan +cenaze namazında ve tilavet secdesinde olacak muhazat bir engel teşkil etmez. + 6) Muhazat (aynı hizada bulunuş) olabilmesi için erkeğin yanında bulunan kadınla +başlangıç tekbirleri bakımından ortaklık olmalıdır. Kadın, ya hizasında bulunduğu erkeğin +iftitah tekbirine kendi iftitah tekbirini bağlayarak ona uymalı veya bu erkek ile beraber +tahrimelerini üçüncü bir şahsın tahrimesine bağlamış bulunmalıdırlar. Bu bakımdan aynı +namazı erkek ile kadın yan yana durarak tek başlarına kılsalar yahut yalnız biri imama +uyup diğeri tek başına kılacak olsa, namazları bozulmaz. + 7) Namaz, erkek ile kadın arasında, yerine getirilme bakımından müşterek olmalıdır. +Şöyle ki: Kadın, ya kendisi ile aynı hizada bulunduğu erkeğe veya her ikisi diğer bir +erkeğe uymuş olmalı ve aynı namazı beraber kılmış olmalıdırlar. + Buna göre erkek ile kadın, bir veya birkaç rekat kılındıktan sonra imama uyup da +imamın selamından sonra kalkarak kaçırılan rekatları kılarlarken aralarında muhazat +meydana gelse, bununla namaz bozulmaz; bu ikisine "Mesbuk" denir. Mesbuk ise kendi +başına kıldığı rekatlarda yalnız başına namaz kılan kimse sayılır. + 8) Erkek ile kadının yerleri bir olmalıdır. Buna göre, erkek veya kadından biri mescidin +zemininde, diğeri de en az bir adam boyu yükseklikte olan bir yerde durarak aynı hizada +bulunarak cemaatle namaz kılsalar, bu hal onların namazlarının sıhhatini bozmaz. + 9) Erkek ile kadının yönleri bir olmalıdır. Buna göre, Kabe'nin içerisinde her biri başka +bir yöne dönerek cemaatle namaz kılarlarken, aynı hizada bulunsalar, bu namazı bozmaz. + 10) Erkek ile kadın arasında,bir engel bulunmamalıdır. Aralarında direk gibi bir şey +veya bir insan sığacak kadar bir açıklık bulunursa, bu şekilde aynı hizada bulunmak +namazı bozmaz. + Sonuç: Bu on şan toplanınca muhazat (aynı hizada bulunmak), erkeklerin namazını +bozar. Şöyle ki: Aynı imama uyan kadınlar erkeklerin önünde bir saf tutsalar, bütün +erkeklerin namazı bozulur. Erkeklerin arasında üç kadın bulunsa, bunların hem sağ ve +hem sol yanlarındaki birer erkeğin ve arka taraflarındaki her safdan üç erkeğin namazı +bozulmuş olur. Erkekler arasındaki kadınlar iki kişi olursa, yanlarındaki birer erkek ile +yalnız bunların arkasında bulunan saftaki iki erkeğin namazı bozulur. Daha geride +olanların namazına bir şey olmaz. Aradaki kadın bir tane olunca, sağ ve sol yanındaki +birer erkek ile arka tarafındaki saftan bir erkeğin namazı bozulur, diğerlerinin namazı +bozulmaz. Namazları bozulan erkekler, diğer erkek ve kadınlar arasında birer engel +durumuna geçeceklerinden artık bu namaz bozuluşu diğerlerinin namazına geçmez. + Erkeklerin namazlarını böylece bozmaya sebeb olan ve onların huzurlarını kaçıran +kadınlar ise, şübhe yok ki bundan dolayı günah işlemiş ve Yüce Allah'ın azabına layık +bulunmuş olurlar. Onun için buna sebebiyet vermekten kaçınmalı, İslam terbiyesine +riayet etmelidir. Yalnız yaşlı kadınlar cemaatle devam edecek olurlarsa, mescidlerde +kendilerine ayrılan yerlerden ileri geçmemelidirler. Değilse bekledikleri sevab +kazanacakları günahı karşılayamaz. Zaten kadınların cemaata devam etmeleri aslında +kerahetten sayılmaktadır. Kadınların mescidleri, evlerinin içidir. Bir hadis-i şerifte: + "Kadınların namazlarının en faziletlisi, evlerinin içinde kıldıkları namazlardır." +buyurulmuştur. + Kadınların, namazları ile evlerini nurlandırmaları kendileri için çok büyük bir +şereftir. Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: + "Oturduğunuz yerleri namazla ve Kur'an okumakla nurlandırınız." + Namazlar Nasıl Kılınır? + + 188- Bilindiği gibi namazlar farz, vacib, sünnet ve müstahab kısımlarına ayrılmakta ve + ikişer, üçer, dörder rekatlı bulunmaktadır. Bu namazlar daha önce yazdığımız üzere + farzlarına, vaciblerine, sünnetlerine ve adabına riayet edilerek şöyle kılınır: + 1) Sabah Namazları + Sabah namazının iki rekat sünnetini kılmak için: "Niyet ettim bugünkü sabah + namazının sünnetini kılmaya", diye niyet edilir. Hemen eller yukarıya kaldırılıp + "Allahu Ekber" diye tekbir alınır. Ondan sonra eller bağlanır ve "Sübhaneke + allahümme ve bihamdike ve tebarekesmüke ve tealâ ceddüke ve la ilahe + gayrük" okunur. Arkasından "Eûzübillahimineşşeytani'r-racim + Bismillahirrahmanirrahim" diyerek eûzü besmele çekilip Fatiha suresi okunur sonra + "Amîn" denir ve bir mikdar daha Kur'an okunur (1). Arkasından "Allahu Ekber" deyip + rükûa varılır. Bu halde en az üç defa "Sübhane Rabbiye'l-Azîm" denir. Sonra + "Semiallahülimen hamideh" denilerek ayağa kalkılır. Ayakta "Allahümme rabbena + ve lekelhamd" denilir (2). Ondan sonra "Allahu Ekber" diyerek secdeye varılır. Secde + halinde de üç defa "Sübhane Rabbiyel'alâ" denir. Sonra "Allahu Ekber" denilerek + kalkılır ve dizler üzerine oturulur ve bir tesbih miktarı durulur. Yine "Allahu Ekber" + denilerek ikinci secdeye varılır. Bunda da üç defa "Sübhane Rabbiyel'alâ" denilir. + Bununla bir rekat bitmiş olur. + Bu ikinci secde arkasından "Allahu Ekber" denilerek ikinci rekata kalkılır. Tam ayakta + iken yalnız besmele çekilir. Fatiha suresi ve bir mikdar daha Kur'an okunur. Birinci +rekatta olduğu gibi, rükû ve secde yapılır. İkinci secdeden sonra oturulur ki, buna "Ka'de + = oturuş" denir. Burada "Ettehiyyatü lillâhî ve Allahümme Salli ve Barik, Rabbena + atina" diyerek dualar sonuna kadar okunur. Sonra "Esselâmü Aleyküm ve + Rahmetullah" diyerek sağ tarafa ve yine "Esselâmü Aleyküm ve Rahmetullah" + diyerek sol tarafa selam verilir. Böylece iki rekatlı namaz bitmiş olur (3). + Bütün bu tekbirler, tesbihler ve kıraatlar, yalnız namaz kılanın işitebileceği bir sesle + gizlice yapılır. + Namazda erkeklerle kadınların ellerini nasıl kaldıracakları, nasıl bağlayacakları, rükû ile + secdede ve ka'delerde nasıl vaziyet alacakları "Namazın sünnetleri ve edebleri" + bölümünde bildirilmiştir. + Sabah Namazının iki rekât Farzına gelince: Önce yalnız erkeklere mahsus olmak üzere + ikamet getirilir. Sonra "Bugünkü sabah namazının farzını kılmaya" diye niyet edilir. + Eller kaldırılarak "Allahu Ekber" diye namaza başlanıp eller bağlanır. Sabah namazının +sünnetinde bildirildiği gibi iki rekat kılınır ve tamamlanmış olur. Yalnız sabah namazlarının + farzlarında Fatiha'dan sonra biraz fazla Kur'an okunması sünnettir. Bu sünnetin en az + derecesi kırk ayettir. Bununla beraber üç kısa ayet de okunması caizdir. Vaktin +çıkmasından korkulduğu zaman az ayet okunur. Öyle ki, yalnız Fatiha ile veya birkaç ayet + ile yetinilir. + Yalnız başına bu sabah namazının farzını kılan kimse, tekbirleri ve "Semiallahu limen + hamideh" cümlesini, Fatiha'yı ve ekleyeceği ayetleri aşikare olarak okuyabilir. + 2) Öğle Namazları + Öğle namazının ilk dört rekat sünnetinin evvelki iki rekatı, tam sabah namazının iki +rekat sünneti gibi kılınır. Yalnız bunda niyet "Bugünkü öğle namazının ilk sünnetine" + diye yapılır. Bir de bunda ikinci rekattan sonraki oturuş, son oturuş değil, birinci oturuş + (ka'de) olduğundan bu oturuşta yalnız "Tahiyyat" okunur. Sonra "Allahu Ekber" deyip + ayağa kalkılır. Yalnız Besmele, Fatiha ve bir mikdar da Kur'an okunarak yukarda + bildirildiği şekilde, rükû ve secde yapılır. Ondan sonra dördüncü rekat için "Allahu + Ekber" denilerek ayağa kalkılır. Bunda da yalnız besmele ile Fatiha ve bir mikdar da + Kur'an okunarak yine bildirildiği gibi, rükû ve secdelere varılır. Sonra oturulur; bu oturuş +son ka'dedir. Bunda da Tahiyyat okunduktan sonra, Salli ve Barik, Rabbena atina duaları + tamamen okunup, yazdığımız şekilde, iki tarafa selam verilir. Böylece bu dört rekat + sünnet kılınmış olur. + Öğle Namazının Dört Rekat Farzına Gelince: Sünnetten sonra namaza aykırı bir iş + yapmadan ayağa kalkılır. İkamet getirilir. O günkü öğle namazının farzını kılmaya niyet + edilir. Eller yukarıya kaldırılarak "Allahu Ekber" diye tekbir alınır. İlk iki rekatı sabah + namazının iki rekat farzı gibi kılınır. Ancak bu iki rekattan sonraki oturuş, birinci ka'de + olduğundan bunda yalnız "Tahiyyat" okunur. Ondan sonra "Allahu Ekber" denilerek +üçüncü rekata kalkılır. Yalnız Besmele ile Fatiha okunur. Anlatıldığı gibi rükû ve secdelere + varılır. Sonra "Allahu Ekber" diyerek dördüncü rekata kalkılır. Besmele ile yalnız Fatiha + suresi okunarak rükû ve secdelere gidilir. Sonra oturulur. Bu oturuş son ka'dedir. Bunda + "Tahiyyat" okunduktan sonra "Salli ve Barik, Rabbenâ âtinâ" duaları okunur ve iki + tarafa selam verilir. Böylece öğlenin farzı bitmiş olur. + Öğlenin farzında okunacak ayetler, sabah namazında okunacak mikdardan daha az + olur. + Öğlenin Son İki Rekat Sünnetine Gelince: Bu da, "Bugünkü öğle namazının son + sünnetini kılmaya" diye niyet edilip tamamen sabah namazının sünneti gibi kılınır. Bu + son sünneti dört rekat kılmak müstahabdır. O zaman ya her iki rekatta bir selam verilir +veya dört rekatın sonunda selam verilir. Dört rekat sorumda selam verilince, ilk oturuşta + yalnız "Rabbena atina" duası okunmaz. Üçüncü rekat için tekbir alınarak ayağa kalkınca + yine "Sübhaneke" okunur. Sonra bu son iki rekat evvelki iki rekat gibi kılınır. + Yalnız başına namaz kılan kimse, öğle namazlarının hem sünnetlerinde, hem de + farzında kıraati, tekbirleri, tesbih ve tahmidleri gizlice yapar. + 3) İkindi Namazları + İkindi namazının dört rekat sünnetinin her iki rekatı, müstakil (iki rekatlı) namaz +gibidir. Onun için bu dört rekatın her iki rekatı (şef'î) tamamen sabah namazının iki rekat + sünneti gibi kılınır. + Şöyle ki: Önce o günkü ikindi namazının sünnetini kılmaya niyet edilir. Bu namazın ilk + iki rekatı bildirildiği gibi kılınınca oturulur. Bu oturuş, son oturuş demektir. Bunda + "Tahiyyat ve salavatlar" okunur. Yalnız "Rabbena atina" duası okunmaz. Sonra "Allahu + Ekber" diyerek üçüncü rekata kalkılır. Sübhaneke ve Eûzü Besmele'den sonra Fatiha ile + bir mikdar ayet okunarak rükûa ve secdelere varılır. Ondan sonra tekbir ile dördüncü + rekata kalkılarak yalnız Besmele ile Fatiha ve bir mikdar da Kur'an okunur. Sonra yine + rükû ve secdelere varılır. Ondan sonra oturulur. Bu son oturuş olduğu için bunda + "Tahiyyat ile Salavatlar" ve "Rabbenâ âtinâ" okunur ve iki tarafa selam verilir. + İkindi Namazının Farzına Gelince: Bu da tamamen öğle namazının farzı gibi kılınır. + Yalnız niyet değişir. O günkü ikindinin farz namazını kılmaya niyet edilir. + Tek başına namaz kılan kimse, ikinci namazının sünnetini de, farzını da öğle namazı + gibi gizli okuyarak kılar. + 4) Akşam Namazları + Akşam namazının üç rekat farzı, öğle ile ikindi namazlarının ilk üç rekat farzları gibi + kılınır. Şöyle ki: O günün akşam namazının farzını kılmaya niyet edilip namaza tekbir ile + başlanır. Yukarda açıklandığı üzere ilk iki rekatı kılınarak oturulur. Bu, birinci oturuştur. +Bunda yalnız "Tahiyyat" okunur. Ondan sonra üçüncü rekata kalkılarak yalnız besmele ile + Fatiha suresi okunur. Sonra "Allahu Ekber" denilerek rükû ve secdelere varılır. Ondan + sonra oturulur ki, bu da son oturuştur. Bunda "Tahiyyat ile Salavatlar" ve "Rabbenâ + âtinâ" okunur, iki tarafa selam verilir. + Akşam namazının farzında vaktin darlığından dolayı kısa sureler okunur. + Akşam Namazının Sünnetine Gelince: Bu da "Bu akşam namazının sünnetini + kılmaya" diye niyet edilip tam sabah namazının sünneti gibi kılınır. Bu sünneti altı rekat + olarak kılmak ise müstahabdır. Bu halde her iki rekatta bir selam vermeli ve aynı şekilde +her iki rekatı kılmalıdır. Bununla beraber dört rekatında bir selam verilip ikindi namazının + sünneti gibi de kılınabilir. Bu ziyade olan dört rekat namaza "Salât-ı Evvabîn" denir. + Bunun çok sevabı vardır. + Tek başına akşam namazının farzını kılan kimse, onu sabah namazının farzı gibi + aşikare de kılabilir. + 5) Yatsı Namazları + Yatsı namazının ilk dört rekat sünneti, tamamen ikindi namazının dört rekat sünneti +gibi kılınır. Dört rekat farzı da, tamamen öğle ve ikindi namazlarının farzları gibi kılınır. İki + rekat son sünnetine gelince, bu da tamamen sabah ve akşam namazlarının iki rekat + sünnetleri gibi kılınır. Yalnız niyetler değişir, yatsı namazının farzına ve sünnetine niyet + edilir. Yatsı namazının son sünneti de, dört rekat olarak kılınabilir. Bu halde tamamen ilk + dört rekat gibi kılınır. Bununla beraber iki rekatta bir selam vermek sureti ile de + kılınabilir. Bu takdirde her iki rekatın ka'desinde "Tahiyyat ile Salavatlar" ve "Rabbena + atina" duası okunur. Geceleyin kılınan nafile namazlarda daha faziletli olan, böyle iki + rekatta bir selam vermektir. + Tek başına namaz kılan kimse, yatsı namazının farzını sabah namazının farzı gibi + namaz surelerini sesli okuyarak da kılabilir. + 6) Vitir Namazı + Üç rekattan ibaret olan vitir namazı da şöyle kılınır: Önce o günün vitir namazını +kılmaya niyet edilir. "Allahu Ekber" denilerek namaza başlanır. Sübhaneke okunduktan + sonra "Eûzü Besmele" çekilerek Fatiha okunur. Arkasından bir mikdar daha Kur'an-ı + Kerîm okunur. Açıklandığı şekilde rükû ve secdelere gidilir. Sonra ikinci rekata kalkılır ve +yalnız besmele ile Fatiha suresi ve bir mikdar daha Kur'an-ı Kerîm okunarak yine rükû ve + secdelere varılır. Ondan sonra oturulur. Bu oturuş birinci ka'dedir. Bunda yalnız +"Tahiyyat" okunur. Ondan sonra "Allahu Ekber" denilerek üçüncü rekata kalkılır. Bunda + da yalnız Besmele ile Fatiha ve bir mikdar daha Kur'an-ı Kerîm okunarak daha ayakta + iken eller kaldırılıp "Allahu Ekber" diye tekbir alınır. Tekrar eller bağlanıp ayakta +"Kunut" duası okunur. Sonra "Allahu Ekber" diye rükû ve secdelere gidilir. Ondan sonra + oturulur. Bu da son oturuşdur. Bunda da bildiğimiz gibi "Tahiyyat ile Salavatlar" ve + "Rabbenâ âtinâ" duası okunarak iki tarafa selam verilir. + İmam Şafiî'ye göre, vitirde Kunut duasını okumak, ramazanın son yarısına mahsustur + ve rükûdan kalkınca, okunur. Şafiî'lere göre vitir namazının en azı bir rekat, en çoğu da + on bir rekâttır. + + (1) Bir mikdardan maksad, en az bir sure veya en az üç kısa ayet veya kısa ayete denk bir ayettir. + (2) Rükû ile secde arasındaki doğruluşa (kıyama) kavme denir ki, bu halde eller yanlara salıverilir. + (3) Bu kelimeler için 169., 179. ve 171. maddelere bakılsın. + + + + + Vitir Namazına Dair Bazı Meseleler + + 189- Vitir namazının bazı özellikleri vardır ki, bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz: + 1) Vitir namazı, yalnız Ramazan ayında cemaatla kılınır. İmam olan zat da üç rekatın + hepsinde tekbirleri, tesmi'leri ve kıraatı aşikare yapar. Kunut duası imam ve cemaat + tarafından gizlice okunur. Ramazan ayından başka günlerde ise, vitir namazını cemaatla + kılmak mekruhtur. + 2) Mesbuk olan kimse, imamla beraber Kunut duasını okur. Yetişememiş olduğu + rekatları kaza edince, artık Kunut duasını okumaz. Mesbuk için ileride bilgi verilecektir. + 3) Bir kimse vitir namazında şübhelenip üçüncü rekatta mı, yoksa ikinci rekatta mı + olduğunu kestiremezse, bulunduğu rekatta Kunut'u okur. Rükûdan ve secdelerden sonra +kalkar bir rekat daha kılar, tekrar Kunut'u okur. Rükû ve secdelerden sonra "Teşehhüd"de + bulunur. Selam ile namazını tamamlar. Eğer birinci rekatta iken böyle şübheye düşse, + üçüncü rekat olmak ihtimali olan her rekatta Kunut duasını okur. + 4) Vitirden başka namazlarda Kunut duası okunmaz. Yalnız bir musibet ve bela gibi + hallerde sabah namazının farzında Kunut okunabilir. + (İmam Malik ve İmam Şafii'ye göre, daima sabah namazlarının farzında rükûdan sonra + kavme halinde Kunut duası okunur. Bu Kunut, Malikî'lere göre müstahab, Şafiî'lere göre + sünnettir.) + 5) Sabah namazlarında Kunut duasını okuyan bir Malikî veya bir Şafiî'ye uyan bir + Hanefî sükut eder, Kunut'u okumaz. Eğer okumak isterse gizlice okur. + 6) Kunut duasını bilmeyen, yalnız "Rabbenâ âtinâ" ayet-i kerîmesini okuyabilir. Üç + defa "Allahümme'ğfîrli" de diyebilir. + Üç defa: "Ya Rabbî" demesi de caizdir. (*) + + + (*) Sünnet olan Kunut duası şudur: + "Allahümme inna neste'înüke ve nestağfirüke ve nestehdîke ve nü'minü bike ve netübû ileyke ve netevekkelü aleyke + ve nüsni aleykelhayre küllehü neşkürüke ve la nekfürüke ve nahleu ve netrükü men yefcürük. Allahümme iyyake +na'budü ve leke nusalli ve nescüdü ve ileyke nes'a nahfidü, nercû rahmeteke ve nahşa azabeke inne azabeke bilküffari + mülhık." + Anlamı: "Allah'ım! Biz senden bize yardım etmeni, bizi bağışlamanı, bize hidayet vermeni istiyoruz. Sana +iman ediyoruz, sana tevbe ediyoruz, sana güveniyoruz, seni bütün hayırla övüyoruz, sana tevbe ediyoruz, + sana şükrediyoruz, seni inkar etmiyoruz. Sana isyan edip duranları hal'ederiz ve terk ederiz (onlardan + ilişiğimizi keseriz). + Allah'ım! Biz ancak sana ibadet ederiz, senin rızan için namaz kılar ve secde ederiz. Senin rahmetine + kavuşmak için koşarız ve çalışırız. Senin rahmetini umarız ve azabından korkarız. Muhakkak ki senin + azabın kafirlere erişecektir." + + + + + Namazların Cemaatle Kılınma Şekli + + 190- Yukarda verdiğimiz bilgi, tek başına namaz kılanlar hakkındadır. Cemaatle namaz + kılanlar şu şekilde hareket ederler: + 1) Cemaatten her biri imama uymayı niyet eder. Kılacak olduğu namaz hangi vaktin + ise onu kasdederek: "Niyet ettim bugünkü falan vaktin farz namazını kılmaya, uydum şu +imama" şeklinde niyet eder. Sonra imam ellerini kaldırır, aşikare "Allahu Ekber" diyerek + namaza başlar. Ona uyanlar da ellerini kaldırarak gizlice "Allahu Ekber" deyip imamla + namaz kılmaya başlarlar. Beraberce namaz kılanların hepsi "Sübhaneke"yi okur, sonra + cemaat susar. İmam gizlece "Eûzü Besmele" okur. Sonra kıraata başlayarak namazı + kıldırır. + Şöyle ki: İmam sabah, akşam, yatsı namazlarının ilk ikişer rekatlarında ve vitir + namazının her üç rekatında Fatiha suresi ile buna ilave edeceği ayetleri aşikare olarak + okur, cemaate işittirir. Bütün tekbirleri, tesmi'leri ve selamları aşikare yapar. Akşam + namazının üçüncü ve yatsı namazının üçüncü ve dördüncü rekatlarında, öğle ve ikindi +namazının bütün rekatlarında kıraati gizli, tekbirleri, tesmi'leri ve selamları aşikare yapar. + 2) İmam sabah namazının ilk rekatında okuyacağı ayetleri, ikinci rekatta okuyacağı, + ayetlerden iki kat fazla yapmalıdır. Bu hem bir sünnettir, hem de cemaatın birinci rekata + yetişmesine bir sebebdir. + 3) İmama uyanlar tekbirleri gizlice alırlar. İmam rükûdan kalkarken aşikare olarak + "Semiallahu limen hamideh" ve gizlice "Rabbena ve lekelhamd" (*) deyince, cemaat + da gizlice yalnız: "Allahümme Rabbena ve lekelhamd" yahut sadece "Rabbena + lekelhamd" der. Sonra rükûda imamla beraber gizlice üç kere "Sübhane Rabbiye'l- + Azim" ve secdede de yine üç kere "Sübhane Rabbiye'l-alâ" derler. + 4) İmam ile cemaat birinci oturuşlarda Tahiyyatı, ikinci oturuşlarda ise, Tahiyyatı, + salavatları ve Rabbena âtinâ'yı gizlice okurlar. İmam önce sağ tarafa, sonra sol tarafa + aşikare olarak selam verince, cemaat da ona uyarak birlikte gizlice selam verir. + İmam aşikare okuduğu Fatiha'nın sonunda gizlice "Amin" diyeceği gibi, cemaat da + gizlice yine "Amin" der. + 5) İmam selam verdikten sonra, müezzin aşikare olarak: "Allahümme entesselâmu + ve minkesselâm. Tebarekte ya zelcelâli vel-ikram" der. Sünnet varsa onu kılar. + Sonra Peygamber efendimize salat-selam okunur. Ya müezzin sesli olarak veya imam ile + cemaattan her biri gizlice "Ayetü'l-Kürsî"yi okur. Otuz üçer kere "Sübhanallah, + Elhamdülillah, Allahu Ekber" derler. Bu tesbihlerin sayısı parmaklarla + hesablanabileceği gibi, tesbih taneleri ile de hesablanabilir. Önemli olan sayıları tam + yapmaktır. + 6) Yukarıdaki şekilde otuzüçer kere tesbih, tahmid ve tekbirden sonra, müezzin yüksek + sesle: "Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerike leh. Lehulmülkü ve lehulhamdü ve hüve ala + külli şey'in kadîr. Sübhane Rabbiyel aliyyil'alel-vehhab" der. (**) Bütün cemaat dua edip + ellerini yüzlerine sürerler. + Yalnız başlarına namaz kılanlar da bunları okurlar. Bütün bunlar namazların adab ve + müstahablarındandır. Bunlara riayet edenler büyük sevab kazanırlar. + 7) Yukardan beri saydığımız namazların vakitlerinde rükün ve rekatları ile kılınması, + Peygamber Efendimizden şübhe götürmeyen bir rivayetle sabit olmuş ve zamanımıza + kadar geçen yıllarda bütün ümmetin ittifakı ile kararlaşmıştır. Peygamber Efendimiz: + "Beni nasıl namaz kılar gördünüz ise, öylece namaz kılın" diye emretmiştir. + Onun için Peygamber Efendimizin kılmış olduğu namazlara aykırı bir namaz, İslam + dininde asla geçerli sayılmaz. + + (*) İmamı Azam'dan diğer bir rivayete göre, imam "Rabbena ve lekelhamd" demez. + (**) Anlamı: "Allah'tan başka hak mabud yoktur. O, birdir. O'nun ortağı yoktur. Mülkü O'nundur, hamd + O'na mahsustur. O her şeye kadirdir. Çok yüce ve çok bağışlayıcı olan Rabbim, bütün noksanlardan + münezzehtir. + + + + +Cuma Namazı + + 191- Cuma, müslümanlarca bir bayram günüdür. Bu mübarek günde müslümanlar +mabedlerde toplanırlar. Okunacak hutbeleri dinleyerek faydalanırlar. Hep birlikte cuma +namazını kılarlar. Sonra ya başka ibadetlerle uğraşır veya ziyaretlerde bulunur yahut +günlük işleri ile uğraşmaya koyulurlar. + Bir hadis-i şerifde buyuruluyor: + "Üzerine güneşin doğduğu en hayırlı gün, cuma günüdür. Adem aleyhisselam +O gün Cennet'e konulmuş, O gün Cennetten çıkarılmıştır. Kıyamet de o gün +kopacaktır." + Bütün bu olaylar, nice hayırları ve; hikmetleri toplamaktadır. + 192- Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hicretleri zamanında Medine'ye +yakın bulunan "Salim İbni Avf" yurdunda "Ranuna" denilen vadi içerisinde "Beni Salim +Mescidinde" ilk cuma hutbesini okumuş ve ilk cuma namazını kıldırmıştır. + 193- Cuma namazının vakti tam öğle namazının vaktidir. Cuma namazı için +minarelerde ezan okunur. Camilere gidince önce aynen öğle namazının sünneti gibi, dört +rekat cumanın ilk sünneti kılınır. Ondan sonra cami içinde bir ezan daha okunur. +Minberde cemaata karşı bir hutbe okunur. Bu hutbeden sonra ikamet alınarak cumanın iki +rekat farzı cemaatle aşikare okuyuşla kılınır. Bir farzdan sonra yine öğlenin ilk dört rekat +sünneti gibi, cumanın son dört rekat sünneti kılınır. Bundan sonra da "Zuhrü ahir" diye +dört rekat namaz kılınır ki, buna dair ileride bilgi verilecektir. Arkasından da "Vaktin +sünneti" niyeti ile aynen sabah namazının sünneti gibi iki rekat namaz daha kılınır. + 194- Cuma şartlarını kendilerinde toplayan kimseler için iki rekat cuma namazı "Farz-ı +ayın"dır. Cuma namazının diğer namazlardan başka olarak kendisine özgü on iki şartı +daha vardır. Bunların altısı vücubunun (farz olmasının), diğer altısı da edasının şartlarıdır. + + + + +Cumanın Vücubunun Şartları + + 195- Cumanın bir kimseye farz olabilmesi için, onda şu altı şartın bulunması şarttır: + 1) Erkek olmak: Bunun için cuma namazı erkeklere farzdır, kadınlara farz değildir. + 2) Hürriyet: Bu bakımdan cuma namazı kölelere farz değildir. Bir sözleşmeye bağlı +olarak kısmen hür olan (mükateb gibi) kölelere farzdır. + 3) İkamet: Dinî hüküm bakımından misafir (yolcu) sayılan kimselere cuma namazı farz +değildir. Sefer ve misafirlik bahsine bakılsın. + 4) Sıhhat: Hasta olduğundan cuma namazına çıktığı takdirde hastalığının artmasından +veya uzamasından korkan kimseye cuma namazı farz değildir. Yürümeye takati olmayan +çok yaşlı kimseler de bu hükümdedirler. Hasta bakıcısı da böyledir, eğer camiye gidince +hastanın zarar göreceğinden korkuyorsa, ona da cuma farz olmaz. + 5) Gözlerin sağlıklı olması: Onun için gözleri kör olanlara cuma namazı farz değildir. +Böyle körleri camiye götürüp getirecek kimseleri olsa da, İmamı Azam'a göre yine ona +cuma farz olmaz. Fakat iki imama göre, her iki gözü görmeyen kimseyi camiye götürüp +getirecek bir adam varsa, o zaman böyle körlere de cuma farz olur. + 6) Ayakların sağlıklı olması: Kötürüm veya ayakları kesilmiş olan kimselere cuma +namazı farz değildir. Kendilerini yüklenecek kimseleri bulunsa da hüküm aynıdır. + Düşman korkusu, şiddetli yağmur, fazla çamur ve benzeri engeller de, cuma namazına +gidilmemesini mubah kılan özürlerdendir. + Bununla beraber bu altı şartı taşımayan kimseye her ne kadar cuma namazı farz +değilse de, gidip cuma namazını kılacak olsa, vaktin farzını yerine getirmiş olur. +Kadınların veya âmâ ve benzeri özrü olan kimselerin cuma namazını kılmaları gibi. Artık +bunlar o günün öğle namazını ayrıca kılmakla yükümlü değillerdir. + + + + +Cumanın Edasının Şartları + + 196- Cumanın edası için şu altı şart vardır: + 1) Cuma namazını bulunulan yerdeki idarecinin veya onun göstereceği kimsenin +kıldırmasıdır. Şöyle ki: Cuma namazını en büyük idareci veya onun izni ile diğer bir şahıs +kıldırmalıdır. İdareci veya onun görevlendirdiği bir şahıs bulunmayan bir yerde, +müslüman cemaatın tayini ile içlerinden biri cuma namazını kıldırabilir. İslam +hükümlerinin uygulanmadığı (daru'l-harb gibi) yerlerde cuma namazı böyle kılınır. + 2) Hutbe okumaya izin, namaz kıldırmaya da izindir. Aksi de böyledir. Bu her iki görevi +yapmaya yetkili olan zat, bir özür olsun, olmasın, yerine başkasını tayin edebilir. +Başkasını tayin için kendisine yetki verilmemiş olsa da yine yapabilir. Fakat hatibin +huzurunda izin almaksızın başkasının hatiblik görevini yapması caiz değildir. + 3) Genel izindir. Belli bir yerde müslümanların toplanıp cuma namazını kılmaları için +idareci tarafından müsaade edilmiş olmalıdır. Bazı şahıslara özel bir şekilde tayin edilen +ve kapısı başkalarına kapatılan yerlerde cuma namazını kılmak caiz olmaz. Fakat mabedin +kapısı açık bırakılarak insanların girmesine izin verildiği takdirde, başkaları gelmemiş olsa +da, cuma namazları sahih olur. + 4) Vaktin devamıdır. Şöyle ki: Cuma namazını kılabilmek için öğle vakti devam etmek +üzere olmalıdır. Bu vakit çıktı mı, artık cuma namazını kılmak veya kaza etmek caiz +olmaz. O günün öğle namazı da kılınmamış ise, yalnız onu kaza etmek gerekir. + Daha cuma namazı kılınmakta iken vakit çıkacak olsa, yeniden öğle namazını kaza +olarak kılmak gerekir. + (İmam Malik'e göre, cuma namazı öğle vakti çıktıktan sonra da kılınabilir. İmam +Ahmed'den bir rivayete göre de, cuma namazı zeval vaktinden önce de kılınabilir.) + 5) Cemaat bulunmasıdır. Şöyle ki: Cuma namazı için cemaatın en az mikdarı, +imamdan başka üç kişidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, imamdan başka iki kişidir. + (İmam Malik'den bir rivayete göre otuz, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in mezheblerine +göre de kırk kişidir.) + Cemaatın aklı yerinde ve erkek olması ve en az bu üç kişinin birinci secdeye kadar +hazır bulunması da İmam-ı Azam'a göre şarttır. Buna göre yalnız kadınların veya +çocukların cemaatiyle veya birinci secdeden önce dağılıp da azınlıkta kalan cemaatle + cuma namazı kılınamaz. + Cemaatın huzuru, iki İmama göre tahrimeye kadar şarttır. İmam Züfer'e göre, hiç +olmazsa ka'dede teşehhüd mikdarı duruncaya kadar cemaatın hazır bulunması şarttır. +Cemaat bundan önce dağılacak olsa, geriye kalan bir veya iki kişinin öğle namazını +kılması gerekir. Cemaatın mukim veya hür olmaları şart değildir. Öyle ki, misafir veya +köle olan bir müslüman cuma namazını kıldırabilir. + 6) Cumanın farz olan namazından önce hutbe okumaktır. Şöyle ki: Vaktin girmesinden +sonra mevcut cemaatın huzurunda bir hutbe okunması gerekir. Bunun içindir ki, hutbe +okunurken cemaat bulunmayıp da sonradan namazda bulunacak olsalar, namazları caiz +olmaz. + * Cemaatin hutbeyi işitmesi şart değildir. Sadece hazır bulunmaları yeterlidir. Hutbe +esnasında bir mükellef erkeğin, misafir olsa dahi, bulunması yeterli görülmektedir. + Cuma hutbesinin rüknü, İmamı Azam'a göre, Allah'ı zikirden ibarettir. Onun için hutbe +niyeti ile yalnız: "Elhamdü lillah" yahut "Sübhanallah" yahut "La ilahe illalah" denilecek +olsa, yeterli olur. İki İmama (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre, hutbe +denilecek derecede uzunca bir zikirden ibarettir. Bunun en az olan derecesi, Tahiyyat +mikdarı hamd ve Salavat ile müslümanlara duadır. + * Hutbenin vacibleri, hatibin taharet üzere bulunması, avret sayılan yerlerin örtülü +olması ve hutbeyi ayakta okumasıdır. + Hutbenin sünnetleri de, hutbeyi iki kısma ayırmak ve bunlar arasında bir tesbih veya +üç ayet okunacak kadar bir zaman oturmaktır. Bu bakımdan buna iki hutbe denir. Bu iki +hutbeden her biri hamdi, kelime-i şehadeti, salât ve selâmı kapsamalı. Birinci hutbe, bir +ayetin okunması ile insanlara öğüt vermeyi, ikinci hutbe de müslümanlara duayı +kapsamalıdır. Ayrıca imamın sesi, ikinci hutbede olan birinci hutbedekinden daha hafif +olmalıdır. İşte bunlar hutbenin sünnetlerindendir. + * Her iki hutbeyi uzatmamak da sünnettir. Hatta hutbeyi "Hücurat" süresi ile "Büruc" +süresine kadar olan sürelerin herhangi birinden uzunca okumak, özellikle kış mevsiminde, +mekruhtur. Cemaatı bıktırmak uygun değildir. Cemaatın acele görülecek işleri olabilir. +Onları camide fazla tutmak, cuma namazlarına devamlarına engel olacağından yersiz bir +iş olur. Hatib olan şahıs bunları düşünmelidir. Sözlerinin sonu, önceki sözleri unutturacak +ve kıymetten düşürecek şekilde hutbesi uzun olmamalıdır. Hutbenin kısa ve cemaata +faydalı bir tarzda hazırlanması, hatibin ehliyet ve faziletine delildir. Bu konudaki bir hadisi +şerifin anlamı şöyledir: + "Namazının uzun, hutbesinin kısa olması bir kimsenin anlayışlı bir din alimi +olduğunun alametidir. Artık namazı (cemaata ağır gelmeyecek şekilde) uzatınız, +hutbeyi de kısa okuyunuz. Gerçekten bazı sözler, sihir gibi kalbleri etkiler" + İşte böylece hutbeler, belâgat ve mana bakımından ruhları kazanacak bir halde +bulunmalıdır. + Ashabı kiramdan (Câbir bin Semüre'den) rivayet edildiğine göre, Peygamber +efendimizin namazı da, hutbesi de orta bir halde idi. Çok kısa ve çok uzun olmaktan beri +idi. + * Hatib, ezan okunup tamamlanıncaya kadar minberde oturur. Sonra ayağa kalkar. +Sonra gizlice "Euzü" çekerek aşikâra hamd ve sena'da bulunur. Hutbesini cemaata karşı +söyler. Savaşla alınmış bir beldede hatib sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbesini +okur. Bu durum İslamın gücünü, İslam mücahidlerinin dayandıkları kuvveti hatırlatır. +Milletin kahramanlığını arttırır. Hutbe bitince ikamet yapılır. Bunlar da hutbenin +sünnetlerindendir. Hatibin hutbe sünnetlerini gözetmemesi veya dünyalık konuşmalarda +bulunması mekruhtur. + 7) Cuma namazının bir beldede veya belde hükmünde bulunan bir yerde kılınmasıdır. +Beldeden maksad, valisi, hakimi, yolları ve mahalleleri bulunan herhangi bir şehirdir. Bu +beldeye bitişik olup asker toplamak, at bağlamak, silah atmak, cenaze namazı kılmak, +ölüleri gömmek gibi beldenin ihtiyaçlan için hazırlanmış olan yerler de, belde +hükmündedir. Bu yerlere "Fina-i belde" denilir. Onun için bir belde camilerinde cuma +namazı kılınabileceği gibi, böyle yerlerde de kılınabilir. Önceleri şehirlerin dışında böyle +namaz kılma yerleri (Musallâ) vardı. Halk cuma ve bayram günlerinde orada toplanarak +namazlarını kılarlardı. Böylece beraberliklerini, güçlerini ve hakka olan bağlılıklarını +göstermeye çalışırlardı. Öyle ki, İmamı Azam'a göre, bir beldede yalnız bir camide veya + bir Musallâ'da cuma namazı kılınır, birkaç camide kılınmaz. + Fakat İmam Muhammed ve İmamı Azam'dan diğer bir rivayete göre cuma namazı, bir +beldede bulunan birçok camilerde kılınabilir. Doğru olan da budur. Uygulama da böyle +yapılmaktadır. + İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, şehirde ancak iki yerde cuma namazı kılınabilir. +Diğer bir rivayete göre de, aralarında bir ırmak bulunmadıkça iki yerde de cuma namazı +kılınmaz. + Cuma namazının birçok camide kılınmasını caiz görmeyenlere göre, bir beldede kılınan +birçok cuma namazlarından hangisine daha önce tekbir alınarak başlanmışsa o namaz +sahih olur, diğerleri olmaz. + İşte böyle bir ihtilaftan kurtulabilmek içindir ki, cumanın dört rekat son sünnetinden +sonra "Zühri ahîr" adı ile dört rekat namaz daha kılınmaktadır. Şöyle ki: "Vaktine yetişip +henüz üzerimden düşmeyen son öğle namazına" diye niyet edilir ve tam öğle namazının +dört rekat farzı veya dört rekat sünneti gibi, dört rekat namaz kılınır. Daha iyisi sünnet +namazı şeklinde kılmaktır. Çünkü cuma namazı sahih olmamışsa, bu dört rekat ile o +günün öğle namazı kılınmış olur. Bu namazın son iki rekatına ilave edilen sure ve ayetler, +farzın sıhhatine zarar vermez. Eğer cuma namazı sahih olmuşsa, bu dört rekat kazaya +kalmış bir öğle namazı yerine geçer. Kazaya kalmış böyle bir namaz bulunmayınca da +nafile bir namaz olur. + Sonuç: Bu şekilde namaz kılınması ihtiyata uygun olduğundan, alimlerin çoğu +tarafından güzel görülmüştür. Şafiî alimlerinden bir çokları da bunu uygun +görmektedirler. Çünkü İmam Şafiî'ye göre de, bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma +namazı geçerlidir, diğer cuma namazları sahih olmaz. O halde cuma namazına daha sonra +başlamış olanların öğle namazını kılmaları gerekir. + Bununla beraber bu uygulama bir içtihad meselesi olduğundan İmam Şafiî Hazretleri, +Bağdad'da birçok camide cuma namazının kılındığını gördüğü halde buna itiraz +etmemiştir. + + + + +Cuma namazına müteallik bazı mes'eleler: +197— Birçok köylerde Cuma namazı kılınmasına öteden beri izin verilmiş +olduğundan beldelerde olduğu gibi köylerde de Cuma namazı kılına gelmiştir. +"Mescitlere ait hükümler bahsine de müracaat!." +198— Bir köylü, cuma günü bir şehre gidip Cuma vaktine kadar orada durmak +niyetinde bulunsa kendisine Cuma namazı farz olur. Fakat Cuma vaktinden evvel +şehirden çıkmaya niyet ederse farz olmaz. Cuma vaktinin girmesinden sonra +şehirden çıkmaya niyet ederse —muhtar olan kavle göre— yine Cuma farz +olmaz. +199— Cuma günü zeval vaktinden sonra Cuma namazını kılmadan sefere çıkmak +mekruhtur. Zeval vaktinden evvel çıkmak ise mekruh değildir. +200— Ma'zur veya mahpus olanların Cuma günü şehirde öğle namazını Cuma +namazından evvel veya sonra cemaatla kılmaları mekruhtur. Bunların öğle +namazlarını Cuma namazı kılındıktan sonra kılmaları müstehaptır. Çünkü o +vakte kadar özürlerinin zevali umulur. +201— Bir kimse, Cuma günü özrü bulunmadığı halde Cuma namazını kılmadan +öğle namazını kılacak olsa bu namazı sahîh olursa da Cuma namazını terk +ettiğinden dolayı günaha girmiş olur. Fakat böyle bir kimse, bilâhare Cuma +namazını kılmak için —daha Cuma namazı kılınmadan— camiye yönelse kıldığı +öğle namazı batıl, yani nafileye münkalip olur. Cuma namazına ister yetişsin, +ister yetişmesin ve ister gitmeden sarfı nazar etsin ve ister etmesin. +Binaenaleyh Cuma namazına gidip yetişmezse o öğle namazını yeniden kılması +lâzım gelir. +İmameyne göre gidip Cuma namazına başlamadıkça kılmış olduğu öğle namazı +batıl olmaz. + 202— Cuma için tekbir almak, yıkanmak, misvak kullanmak, güzel elbiseler +giyinmek, güzel kokulu şeyler sürünmek müstehaptır. Minarede ezan +okununca da başka şeyler ile uğraşılmayıp hemen camiye gidilmesi vaciptir. +203— Cuma günü camiye erkence gitmek, Tahiyyetülmescid olmak üzere iki +rek'at namaz kılmak, Kehf suresini okumak veya dinlemek menduptur. +204— Cuma günü camiye giden kimse başkalarına eziyet vermemek ve hutbeye +henüz başlanılmış olmamak şartile hatibe yakın yere kadar gidebilir ve illâ +bulabildiği yerde oturur. Fakat yer bulamaz, ileri saflarda da boş yer bırakılmış +olursa bizzarure bu boş yerlerden birine kadar gidebilir. +205— Hatip minbere çıkınca cemaatin konuşmayıp sükût etmesi, selâm alıp +vermemesi, nafile namaz kılınmaması icap eder. Hattâ hutbede Resulü Ekrem, +Sallâlahü aleyhi ve sellem Efendimizin mübarek isimleri zikredilince cemaatin +Salâtüselâmda bulunmaksızın yalnız dinlemekle iktifa eylemesi efdaldir. İmam +Ebû Yusuftan bir kavle göre bu halde gizlice Salâtüselâm okunur. +206— Cumanın başlanılmış ilk sünneti, hatibin minbere çıkması halinde +uzatılmaksızın hemen —vâciplerine riayet etmek üzere— ikmal edilmelidir. +207— Cuma namazını, hutbeyi okuyan zatın kıldırması evlâdır. +208— Cuma namazı henüz bitmeden imama uyan kimse, bu namazı ikmal eder, +velev ki İmama teşehhüdde veya secdei sehvde yetişmiş olsun, İmam +Muhammede göre ikinci rek'atın rükûundan sonra gelip imama uyan kimse, +Cuma namazını değil, öğle namazını ikmal eder. + + + + +Bayram ve Bayram Namazları + + 209- Bayram, bir neş'e ve sevinç günü demektir. Arabçası "Îyd"dir. Çoğulu "A'yad" +gelir. Bayram tebriklerine "Ta'yîd", bayramlaşmaya da "Muayede" denir. + Peygamber Efendimiz Medine-i münevvereyi şereflendirince, ora halkının senede iki +defa bayram yaparak eğlendiklerini öğrenince, onlara şöyle buyurmuş: "Yüce Allah o iki +bayram günlerine karş��lık onlardan daha hayırlı iki bayram günlerini size ihsan +etmiştir." O günlerin Ramazan ve Kurban Bayramı günleri olduğunu müjdelemiştir. +Bunlara Arabçada "Îyd-i Fıtır ve Îyd-i Adha" denir. + Bu günlere "İyd" denilmesi, bunların birer neş'e ve sevinç günü olmaları, hayra +yorumlanmaları veya Allah'ın bu günlerde pek çok ihsanlarda bulunması bakımındandır. +Ramazan Bayramı üç gün, Kurban Bayramı da dört gündür. + 210- Kendilerine cuma namazı farz olanlara, cuma namazının vücub ve eda şartları +içinde, Ramazan ve Kurban Bayramı namazları vacibdir. Yalnız Bayram namazlarında +hutbeler vacib değildir. Bu namazlardan sonra hutbe okunması sünnettir. + 211- Bayram namazlarının ilk vakti, işrak zamanıdır. Güneşin görünüşüne nazaran +ufuktan bir veya iki mızrak boyu (*) kadar yükselip kerahet vaktinin çıktığı andır. Bu +andan itibaren istiva veya zeval vaktine kadar kılınması caizdir. (Mekruh vakitler bahsine +bakılsın!.) + 212- Bayram namazları ikişer rekattır. Cemaatle aşikare olarak kılınırlar. Ezan ve +ikamet yapılmaksızın imam, iki rekat Ramazan veya Kurban bayramı namazına niyet +eder. Cemaat da böyle iki rekat bayram namazı kılmak için imama uymaya niyet eder." +Allahü Ekber" diye iftitah tekbiri alınır, eller bağlanır. Hep birlikte gizlice "Sübhaneke" +okunur. Sonra imam yüksek sesle, cemaat da gizlice "Allahü Ekber" diye üç tekbir alırlar. +Tekbirlerde eller yukarıya kaldırılıp ondan sonra yanlara salıverilir, her tekbir arasında üç +teşbih mikdarı durulur. Üçüncü tekbirden sonra eller bağlanır, imam gizlice "Euzü- +Besmele" çektikten sonra, aşikare olarak Fatiha suresi ile bir mikdar daha Kur'an-ı +Kerimden okur. Aşikare "Allahü ekber" diyerek bilindiği gibi rüku ve secdelere gider. +Cemaat da gizlice tekbir alarak imama uyar. Sonra yine tekbir alınarak ikinci rekata +kalkılır. İmam gizlice "Besmele"den sonra yine aşikare olarak Fatiha suresi ile bir mikdar + daha Kur'an okur. Tekrar üç defa eller kaldırılarak birinci rekatta olduğu gibi üç tekbir +alınır. Ondan sonra imam yine aşikare, cemaat ise gizlice "Allahü Ekber" diye rükua ve +secdelere varırlar. Sonra oturulup gizlice "Tahiyyat, Salli-Barik ve Rabbena atina" duaları +hep birlikte okunur ve iki tarafa selam verilerek namaz tamamlanır. + Bu halde bayram namazlarının her rekatında üç fazla tekbir bulunmuş olur ki bunlar da +vacibdir. + (Hanbelî mezhebine göre birinci rekatta altı, ikinci rekatta beş tekbir alınır ve her iki +rekatta da tekbirler kıraattan önce yapılır, İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre, birinci +rekatta yedi, ikinci rekatta beş tekbir alınır ve tekbirler her iki rekatta da kıraattan önce +alınır. + 213- İmam bayram namazını kıldırdıktan sonra hutbe okumak için minbere çıkar. +Cuma'da olduğu gibi iki hutbe okur. Ancak bu bayram hutbelerine tekbir ile başlanır. +Cemaat da bu tekbirlere hafifçe katılır. Hatib, Ramazan Bayramı hutbesinde cemaata Fıtır +Sadakası üzerinde, Kurban Bayramı Hutbesinde Kurban ve Teşrîk tekbirleri konusunda +bilgi verir. + Cuma hutbelerinde sünnet olan şeyler, bayram hutbelerinde de sünnettir. Mekruh +olanlar da aynen mekruhtur. Bayram hutbelerinin namazdan önce okunmaları caiz +olmakla beraber mekruh sayılmıştır. + 214- İmam birinci rekatta bayram tekbirlerini unutup da Fatihanın bir kısmını veya +tamamını okuduktan sonra hatırlarsa tekbirleri alır. Fatiha'yı yeniden okur. Fakat +Fatiha'dan sonra bir mikdar Kur'an okuduktan sonra, tekbirleri alır, kıraati iade etmez. + 215- Bayram namazlarında, birinci rekatın rüküuna varmış olan bir imama yetişen +kimse, bu rükua kavuşacağını tahmin ediyorsa, hem iftitah tekbirini, hem de Bayram +tekbirlerini ayakta alarak ondan sonra rüküa varır. Rüküu kaçıracağından korkuyorsa, +îftitah tekbirinden sonra hemen rükua varır ve Bayram tekbirlerini rüküda alır. Bu +tekbirleri alırken ellerini kaldırmaz. Tekbirleri tamamlayamasa dahi, imam kıyama +kalkınca o da imamla kalkar, imamın alacağı tekbirlerde imama uyar. İmam sünnete +uygun olan tekbirlerin dışına çıkmadıkça, imama tekbirlerde uyulur, sünnet dışında az +veya çok almış olduğu tekbirlerde ona uyulmaz. + 216- Bayram namazının ikinci rekatına yetişen kimse, imam selam verdikten sonra +birinci rekatı kaza etmeye kalkınca, önce Besmele ile Fatiha süresini ve ilave edeceği bir +sureyi okur. Sonra gizlice tekbirleri alarak namazı tamamlar. Bu şekilde mesbuk olanlar, +kendi mezheblerinde alacakları tekbirleri getirirler, imamın almış olduğu tekbirlerin +sayısını gözetmezler. + Bayram namazına yetişemeyen kimse, kendi başına Bayram namazı kılamaz. İsterse +dört rekat nafile namazı kılar. Bu, bir kuşluk namazı yerine geçer, sevabı büyük olur. + (Şafiî'lere göre Bayram namazları Müekked Sünnet'lerdir. Bir rivayete göre de, Farz-ı +kifaye'dir. İslam alametlerinden sayılır. Cemaatla kılınması daha faziletlidir. Yalnız başına +da hutbesiz kılınabilir. Bunu misafirlerde, kadınlarda yalnız başlarına kılabilirler. Güneşin +doğuşundan zeval vaktine kadar kılınabilir. + Malikîlere göre Bayram namazı müekked sünnettir. Bir görüşe göre de, Farz-ı +kifaye'dir. Hanbelî mezhebinde de Farz-ı kifayedir. İmam ile kılmayı başaramayanın bunu +kaza etmesi sünnettir.) + 217- Kurban Bayramı namazını ilk vaktinde kılmak, Ramazan Bayramı namazını da +biraz geciktirmek müstahabdır. Bayram namazı cenaze namazına ve cenaze namazı da +Bayram hutbesine takdim edilir (önce kılınır). + 218- Bayram namazları bir şehirde herkesin toplanacağı bir yerde (Namazgâhda) +kılınabileceği gibi, birçok camilerde de kılınabilir. + 219- Bayram günlerinde erken kalkmak, yıkanmak, misvak kullanmak, gülyağı ve +benzeri hoş koku sürünmek, giyilmesi mubah olan elbiselerden en güzel ve temizini +giymek, Yüce Allah'ın nimetlerine şükür için neş'e ve sevinç göstermek, karşılaşılan +mümin kardeşlere karşı güler yüz göstermek, elden geldiği kadar fazla sadaka vermek, +Bayram gecelerini ibadetle geçirmek müstahab ve güzel bulunmuştur. + 220- Ramazan Bayramında, Bayram namazından önce hurma gibi tatlı bir şey +yenilmesi, Kurban bayramında ise namaz kılınmadıkça bir şey yenilmemesi müstahabdır. +Sahih olan görüşe göre, bu hususta kurban kesecek kimse ile kesmeyecek kimse eşittir. +Kurban kesecek kimsenin, keseceği kurban eti ile yemeğe başlaması daha uygundur. + Bununla beraber namazdan önce bir şey yenilmesinde de kerahet yoktur. + 221- Kurban kesecek kimse, tırnaklarını ve saçlarını kesmeyi geciktirir. Bunu yapmak +mendubdur. Fakat bu geciktirme hoşa gitmeyecek bir durumu ortaya koyacak bir zaman +olmamalıdır. Bunun en uzun müddeti kırk gündür. + Faziletli olan, haftada bir defa tırnakları ve bıyıkların fazla kısmını kesmek, ziyade +tüyleri gidermek, yıkanmak suretiyle bedenin temizliğine bakmaktır. Bunlar hiç olmazsa +on beş günde bir yapılmalıdır. Kırk günden fazla bırakılmasında özür kabul edilmez. + 222- Bayram günü camiye bir vakar ve sükun ile gidilir. Ramazan Bayramında namaza +giderken gizlice, Kurban Bayramında ise açıkça tekbir alınması ve namazdan sonra da +mümkün ise başka bir yoldan eve dönülmesi mendubdur. + 223- Kurban Bayramının birinci gününe "Yevm-i Nahir", diğer üç gününe de +"Eyyam-ı Teşrik" denir. Bu bayramdan önceki gün ise, "Yevm-i Arefe"dir ki, +Zilhiccenin dokuzuncu günüdür. Ramazan Bayramında Arefe yoktur. Arefe gününün +sabah namazından itibaren Bayramın dördüncü gününün ikindi namazına kadar yirmi üç +vakit farz namazın arkasından bir defa şöyle tekbir alınır ki, bunlara Teşrîk Tekbirleri +denir: + "Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilahe illallahu vallahu ekber. Allahü ekber ve +lillâhilhamd." + Memleketimizde bunun tercümesi bir zaman şöyle okunmuştu: "Tanrı uludur, Tanrı +uludur. Tanrıdan başka Tanrı Yoktur. Tanrı uludur. Tanrı uludur. Hamd O'na mahsusdur." + Tekbirlerin bu mikdar okunması iki imamın görüşüdür, işlem de böyle yapılmaktadır. +İmamı Azam'a göre bu tekbirler Arefe gününün sabahından ertesi günün ikindisine kadar +olan sekiz vakit farz namazın arkasından alınır. + 224- Teşrîk Tekbirleri, fıkıh alimlerinin çoğuna göre vacibdir. Sünnet diyenler de +vardır, iki İmama göre farz namazları kılmakla yükümlü olan herkes için bu tekbirler +vacibdir. Bu hususta tek başına namaz kılan, imama uyan, misafir (yolcu) ile mukim, +köylü ile şehirli, erkek ile kadın eşittir. İmamı Azam'a göre ise, bu tekbirlerin vacib olması +için mukim olmak, hür olmak, erkek olmak ve namaz, müstahab şekilde cemaatle kılınan +bir farz olmak şarttır. Buna göre, misafirlere, kölelere, kadınlara ve tek başına namaz +kılan kimselere bu tekbirler vacib değildir. Fakat bunlar, kendilerine tekbir vacib olan +cemaatle namaz kılanlara uymaları halinde tekbir almaları gerekir. Cuma ve Bayram +namazları kılınmayan köylerde bulunanlara da vacib olmaz. Cuma günü öğle namazını +kendi aralarında cemaatle kılan özürlü kimselere de vacib olmaz. Kadınların da kendi +aralarında cemaatle namaz kılmaları, müstahab şekilde olan cemaattan sayılmaz. + 225- Bir senenin Teşrîk günlerinde terk edilen bir namaz, yine o senenin teşrîk +günlerinden birinde kaza edilse, sonunda Teşrîk Tekbiri alınır. Fakat başka günlerde veya +başka bir senenin teşrîk günlerinde kaza edilecek olsa teşrik tekbiri alınmaz. + 226- Bir namazda sehiv secdeleri ile teşrîk tekbiri ve telbiye toplanacak olsa önce +sehiv secdeleri yapılır, sonra tekbir alınır. Ondan sonra da telbiyede bulunulur. Eğer +telbiye önce yapılırsa, sehiv secdeleri ve teşrik tekbiri düşer. (Telbiye için hac bahsine +bakılsın!) + 227- Arefe günü, insanların bir yerde toplanarak Arafat'da bulunan hacıları taklid eder +bir durum almaları, hiç bir esasa bağlı değildir. Bunu mekruh görenler de vardır. + 228- Bayram günlerinde müslümanların birbirlerini tebrik etmesi, görüşüp musafaha +yapması ve birbirlerine: "Gaferellahu lena ve leküm = Allah bizi ve sizi bağışlasın", +yahut: "Takabbelellahu Tealâ minna ve minküm = Yüce Allah bizden ve sizden kabul +buyursun." şeklinde duada bulunması da mendubdur. + +(*) Orta boylu bir mızrak, on iki karış uzunluğundadır. + + + + +Teravih Namazı + 229- Teravih namazı, Ramazan ayına mahsus yirmi rekattan ibaret bir müekked +sünnettir. Bu namaza Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile dört halife +(Hulefa-i Raşidîn) devam etmişlerdir. Bu namazın cemaatla kılınması da, bir kifaye +sünnettir. Bunun için bütün bir mahalle insanları, teravih namazını cemaatla kılmayıp +evlerinde yalnız başlarına kılacak olsalar, sünneti terk edip hata işlemiş olurlar. + 230- Teravih namazının her dört rekatı sonunda bir mikdar oturup istirahat edildiği için +bu dört rekata bir "Terviha" denilmiştir. Bu teravih namazında beş "Terviha" vardır. Bu +söz, Tervîh kelimesinden bir masdardır. Tervih ise, nefsi rahatlandırmak anlamındadır. +Çoğulu Teravih" dir. + 231- Mescidlerde teravih namazı cemaatle kılındığı halde, bir özrü olmaksızın cemaatı +terk edip bu namazı evinde kılan kimse, günah işlemiş olmazsa da fazileti terk etmiş olur. +Bu kimse evinde cemaatla kılsa, cemaat sevabını alırsa da, mesciddeki cemaatın +faziletine eremez. Çünkü mescidlerin fazileti fazladır. + 232- Teravih namazını kılacak kimsenin, teravih namazına veya vaktin sünnetine veya +gece ibadetine niyet etmesi ihtiyat bakımından daha uygundur. Kayıtsız olarak "namaza" +veya "nafile namazına" niyet edilmesi de birçok fıkıh alimlerine göre caizdir. + 233- Teravih namazını, her iki rekatta bir selam vererek on selam ile bitirmek daha +faziletlidir. Dört rekatta bir selam da verilebilir. Sekizde, onda veya yirmi rekatta bir +selam vererek bitirmek de caizdir. Fakat böyle kılmak mekruh sayılmaktadır. + 234- Teravih namazı, iki rekatta bir selam verilince, tam akşam namazının iki rekat +sünneti gibi kılınır. Dört rekatta bir selam verilince, tam yatsı namazının dört rekat +sünneti gibi kılınır. Cemaatla kılındığı zaman, cemaat hem teravihe, hem de imama +uymaya niyet eder. İmam da tekbirleri, tesmi'leri ve kıraati aşikare yapar. + 235- İmam için teravih namazının her iki rekatinde eşit derece Kur'an okumak ve +böylece iki veya dört rekatta bir selam vermek faziletlidir. Çünkü böyle yapılması, ruhu +düşünceden kurtarır. + 236- Teravihin her rekatında on ayet okunması müstahabdır. Çünkü bu şekilde devam +edilirse, bir Ramazanda bir hatim yapılmış olur. Böyle bir defa hatim ile Teravih namazı +kılınması sünnettir. Bazı alimlere göre, bu hatimin yirmi yedinci geceye (Kadir Gecesine) +raslatılması müstahabdır. + 237- Teravih namazı kıldıracak zatın güzel sesli olmasından ziyade, okuyuşunun +düzgün olmasına özen gösterilmelidir. Güzel ses, kalbi meşgul ederek düşünce ve huzura +engel olabilir. Okuyuşunda noksanlık ve hata olan bir imamın mescidini bırakarak düzgün +okuyan bir imamın bulunduğu mescide gidilmesinde bir sakınca yoktur. + 238- İmamın teravihde cemaatı usandıracak mikdar Kur'an okuması uygun değildir. +Bununla beraber Fatiha suresinden sonra okunacak ayetler, bir sureden veya ayetten +noksan olmamalıdır. Teravihin ka'delerinde Teşehhüdden sonra Salavatlar terk +edilmemelidir. + 239- Teravih namazını özürsüz olarak otururken kılmak veya uykunun bastırdığı bir +halde iken kılmak mekruhtur, imamın rüküa varmasına kadar bekleyip de ondan sonra +imama uymak mekruhtur. + 240- Teravih namazının bir kısmı kılındıktan sonra imama uyan kimse, Teravih son +bulunca noksan kalan rekatları tamamlar. Sonra da vitir namazını kendi başına kılar, iyi +olan budur. Bununla beraber imamla vitri kılıp sonra teravih namazını tamamlaması da +caiz görülmüştür. + 241- Yatsı namazında cemaatı terk etmiş olan kimse, Teravih ve vitir namazlarında +imama uyabilir. Bunun için bir kimse, imam yatsı namazını kıldırıp Teravihe başlamış +olduğu sırada mescide gelse, önce yatsı namazını kendi başına kılar sonra Teravih için +imama uyar. Noksan kalan rekatları da sonra kendi başına tamamlar. Yine Teravih +namazını imam ile kılmayan kimse, Vitir namazını imam ile kılabilir. Sahih olan görüş +budur. Fakat hem imam, hem de cemaat, yatsı namazını cemaatla kılmamış olursa, +yalnız Teravih namazını cemaatla kılamazlar. Çünkü teravihin cemaatı, farzın cemaatına +bağlıdır. Teravihin müstakil olarak cemaatla kılınması nafileler hakkındaki din esaslarına +uygun düşmez. + 242- İmam, Teravih namazının ilk birinci rekatından sonra yanılarak otursa ve selam +verdikten sonra yeniden iki rekat kılmadan geri kalan rekatları usulüne göre kıldıracak + olsa, bir görüşe göre namazı caiz olur; ancak ilk iki rekatı kaza etmesi gerekir. Diğer bir +görüşe göre, geri kalan namazlar caiz olmaz. Hepsini kaza etmesi gerekir. Çünkü Teravih, +bir namazdır. Yapılan teşehhüdler ve selamlar yerinde yapılmamış olur. + 243- Teravih vaktin sünnetidir; yoksa orucun sünneti değildir. Onun için hasta ve yolcu +gibi oruç tutmak zorunda olmayanlar için de Teravih namazını kılmak sünnettir. + Akşam üzeri hayızdan veya nifastan temizlenen bir müslüman kadın veya İslam dinini +kabul eden bir kimse hakkında da o gece teravih namazını kılmak sünnettir. + + + + +Hastaların Namazları + + 244- Hastalık, bedenin tabiî halini kaybetmesinden meydana gelen bir güçsüzlük +durumudur. Hastaya "mariz", hastalığa da "maraz" denir. Marîz kelimesinin çoğulu +"merza", maraz'ın çoğulu da "emraz" gelir. + Hastalar da, akılları başlarında bulundukça birtakım din görevleri ile sorumludurlar. +Bununla beraber dinimiz onların haklannda bir çok kolaylıklar göstermiştir. Namaz +hakkında bunlar için gösterilen kolaylıklar aşağıda açıklanmıştır. + 245- Bir hasta, gücüne göre namaz kılmakla yükümlüdür. Ayakta durmaya gücü +yetmeyen veya ayakta durması iyileşmesinin uzamasına veya hastalığının artmasına +sebeb olacağı anlaşılan bir hasta oturarak namazını kılar. Oturmaya da gücü yetmezse, +gücüne göre yan üzeri veya sırt üstü yatarak işaretle (ima ile) namazını kılar. + 246- İma, namazda rüku ve secdeye işaret olmak üzere başı eğmektir. Bu ayakta +yapılabileceği gibi, oturarak da yapılabilir. Bir şeye dayanarak ayakta yapılması mümkün +olan bir ima yatarak yapılamaz, bu caiz değildir. + 247- İma ile de namaz kılmaya gücü olmayan bir hastanın bir gün ve bir gecelik veya +daha ziyade olan namazları sonraya kalır, iyileşince bunları kaza etmesi gerekir. Diğer bir +rivayete göre, bir gün ve bir geceden ziyade olan namazları tamamen üzerinden düşer. +Aklı başında olsa da hüküm böyledir. + 248- Hastalığından dolayı oturduğu halde namaz kılabilen veya ima ile kılma zorunda +olan kimse, bu hastalığı esnasında kılamamış olduğu namazları, sağlığa kavuştuktan +sonra kaza edince, oturarak veya ima ile kılamaz. Çünkü özür kalkmıştır. Fakat sağlıklı +halinde kazaya bırakmış olduğu namazlarını böyle hastalığı sırasında kaza edecek olsa, +oturarak veya ima ile onları kılabilir. Çünkü gücüne göre yükümlü olur. Gücünün +yetmediği bir şey ondan istenmez. (Özürlü kimseler bölümüne bakılsın.) + + + + +Seferin Anlamı ve Müddeti + + 249- Sefer ve Müsaferet, lügatta herhangi bir mesafeye gitmektir. Bunun karşıtı +"ikamet"dir. Din yönünden sefer, belli bir uzaklığa gitmektir. Bu da orta bir yürüyüşle üç +günlük (onsekiz saatlik) bir uzaklıktan ibarettir, Buna: "Üç merhale" de denir. Orta +yürüyüş, piyade yürüyüşüdür. Kafile halinde develerle olan yürüyüşlerde ise orta +yürüyüş, deve yürüyüşüdür. + Denizlerde de, yelken gemileri ile havanın mutedil olması esas alınır. İşte karalarda +böyle bir yürüyüşle, denizlerde de mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile onsekiz saat +sürecek bir uzaklık "Sefer Müddeti" sayılır. + Demek ki bu yolun yalnız gidilecek mesafesi muteberdir. Yoksa gidip dönülmesine ait +mesafesi muteber değildir. + 250- Vatanında veya vatan hükmünde olan bir yerde oturan kimseye "Mukîm" denir. + Böyle bir yerden çıkıp en az onsekiz saatlik bir mesafeye gitmeye başlamış olan kimseye +de, din deyiminde "Misafir=Yolcu" adı verilir. + 251- Yolculuk hali, esasen zorluk ve sıkıntıdan boş kalmaz. Bunun için dinimiz yolcular +için bazı kolaylıklar göstermiştir. Yolculukda gece-gündüz devamlı olarak yola devam +edilemez. Dinlenmeye ihtiyaç görülür. Bunun için fıkıh kitablarında üç gün üç gece diye +sefer müddetini göstermek buna aykırı değildir. Bu bakımdan bir günlük normal yürüyüş, +ortalama olarak altı saat kabul edilmiştir. Bazı yolculuklarda zahmet ve meşakkat olmasa +da, hüküm şahsa değil, cinse göre olacağından sefer hükmü bütün yolculuk hallerini +kapsar. + 252- Fıkıh alimlerinden bazılarına göre, sefer müddeti onsekiz fersahlık bir mesafeden +ibarettir. Bir fersah, üç mil ve her mil de 20 dakika sürecek olsa, onsekiz fersah "18" saat +etmiş olur. + Bir fersah, on iki bin adım, bir mil de dörtbin adım sayılmaktadır. Bununla beraber +fersahlar düz yerler ile dağlık yerlerde ve dereliklerde bulunan durumlara göre değişir. +Düz bir arazide bir fersah mesafe bir saatte alınabileceği halde, dağlık bir yerde böyle bir +mesafe bir saatte alınamaz. Onun için bu konuda fersah bir ölçü sayılmamalıdır. Şu da +var ki, fersah esas alındığı takdirde bir çok meseleler çözümlenmiş olur. + Örnek: Tren ve uçakla olan yolculuklarda, gidilecek yerin kaç fersah olduğu göz önüne +alınır. En az onsekiz fersahlık bir mesafeye gidilecek olursa, sefer müddeti gerçekleşmiş +olur. Sefer hükmü uygulanmaya başlar. Böylece taşıtların yürüyüş halini göz önünde +bulundurmaya gerek kalmaz. + (Doğrusu üç İmam da bu fersah şeklini kabul etmişlerdir. İmam Malik ile İmam +Ahmed'e göre, sefer müddeti "16" fersahdır. On altı fersah da 48 mildir. Bir mil ise altı +bin el arşınıdır. Buna göre sefer müddeti, seksen kilometre ile altıyüz kırk metreye +ulaşmış olur. İmam Şafiî'nin ilk görüşüne göre bir gün bir gecedir. Son görüşüne göre ise, +"48" mildir.) + 253- Gidilecek bir yerin hem karadan, hem de denizden yolu bulunsa, yolcunun +gideceği yol esas alınır. Bir beldeye deniz yolu ile on iki saatte ve kara yolu ile onsekiz +saatte gidilecek olsa, karadan gidenler misafir sayılır, denizden gidenler sayılmaz. O yerin +karadan iki yolu bulunduğu takdirde de hüküm böyledir. Sefer mesafesinde bulunan +yoldan gidenler ancak misafir sayılır. + 254- Yolculuk hükmünün uygulanması, oturulan yerin yola çıkıldığı yöndeki evlerinden +ayrıldıktan ve en az üç günlük bir vere gidilmesine niyet edildikten sonra başlar. Onun +için bu evler tamamen geçilmedikçe ve sefere niyet edilmedikçe, sefer hali başlamış +olamaz. + 255- Bir beldenin kenarlarında olup "Fina-i Mısır" denilen yerler de o beldeden sayılır. +Bunlar çoğunlukla bir ok atımından (dört yüz adımdan) az bir mesafe teşkil ederler. Belde +ile bunlar arasında tarlalar ve bostanlar bulunmadıkça beldenin ekleri ve tamamlayıcıları +sayılırlar. Onun için bunları da geçmek gerekir ki, yolculuk hükmü başlamış olsun. + Şehrin dışındaki bağlar ve bostanlar, bekçilere ve bostancılara ait ev ve kulübeler +şehirden sayılmaz. + + + + +Seferin Hükümleri + + 256- Yolcular hakkında bir takım kolaylıklar ve ruhsatlar gösterilmiştir. Şu uygulamalar +bu kolaylıklardandır: Ramazan ayında yolculuk halinde bulunan kimse için, orucu sonraya +bırakmak mubahtır. Misafirler (yolcular) için mestler üzerine mesih üç gün üç gecedir. +Misafir dört rekat farz namazlarını iki rekat olarak kılar. Buna: "Kasr-ı Salat" denir. Biz +Hanefilerce, misafirin böyle namazını kısaltması gerekir. Buna aykırı olarak bu farzların +dört rekat olarak kılınması mekruhtur. Bununla beraber iki rekat kılıp da teşehhüdde +bulunduktan sonra iki rekat daha kılacak olsa, farzı yerine getirmiş olur. Bu son iki rekat +nafile sayılır. Ancak selamı geciktirmiş olmasından dolayı hata işlemiş olur. Fakat birinci + teşehhüdü terk etse veya önceki iki rekatta kıraatta bulunmamış olsa, farzı yerine +getirmiş olmaz. Sabah ve cuma namazlarında da hüküm böyledir. + "Kasr-ı Salat=Namazı kısaltmak", Peygamber Efendimizin hicretlerinin dördüncü +yılında meşru kılınmıştır. Meşru oluşu, kitab, sünnet ve ümmetin icmai ile sabittir. + (İmam Şafiî'ye göre misafir (yolcu) olan kimse serbesttir. Dilerse dört rekatlı farzları +dört rekat olarak kılar) + 257- Misafir kimse, vatanına dönünce yolculuk hükmünden çıkar. Vatanında beklemeyi +niyet etmesi şart değildir. Fakat kendi asıl vatanından başka bir yere gidip orada niyetsiz +olarak beklemekle misafir olmaktan çıkmaz. Ancak en az onbeş gün bu beldede oturmaya +niyet ederse, o zaman sefer hükmünden çıkar. Onbeş günden az ikamete (oturmaya) +niyet etse veya ayrı ayrı iki beldede onbeş gün ikamete niyet edip bunlardan yalnız +birinde onbeş gün durmasa, misafirlik hükmü son bulmaz. + 258- Bir misafir, bulunduğu yerde onbeş gün durmayı niyet etmeyip bugün, yarın +çıkacağım diye uzun zaman orada kalacak olsa, yine misafirlik hükmünden çıkmaz. Öyle +ki, bir beldeye gidip belli bir işini gördükten sonra dönmek kararında olan bir kimse, o işin +onbeş günden az bir zamanda yapılamayacağını bilmedikçe yine sefer hükmünden +çıkmaz, mukim sayılmaz. Eğer onbeş günden önce bitmeyeceğini biliyorsa, niyet etmese +bile mukim sayılır. + 259- Sahrada ikamete niyet sahih değildir. Ancak göçebe halinde olup çadırlarda +oturanlar, kendilerine ve hayvanlarına onbeş gün yetecek yiyecek ve içecekleri bulunduğu +takdirde, sahralarda onbeş gün oturmaya niyet ederlerse, mukim sayılırlar. Bu durumda +onlar, bu yerden kalkıp onsekiz saatlik bir yere gitmeyi niyet etmedikçe, mukim olmaktan +çıkmazlar. + 260- Sefer ve ikamet hallerinde, kendisine uyulan kimsenin niyeti geçerlidir. Ona +uyanın niyetine itibar yoktur. Onun için asker, kumandanının, köle efendisinin, işçi iş +verenin, öğrenci hocasının, peşin olan nikah bedelini almış bulunan kadın, kocasının +niyetine göre mukim veya misafir olur. + 261- Sefer hususunda henüz buluğ çağına ermemiş çocuğun niyeti geçerli değildir. +Bunun için böyle bir çocuk hakkında sefer hükümleri uygulanmaz. Çünkü sefer +hususunda, sefer müddeti olan bir mesafeye gitmeyi niyet etmek şart olduğu gibi, +fikrinde özgür olmak ve buluğ çağına da ermiş bulunmak şarttır. + (Şafiî'lere göre, mümeyyiz olan (kâr ve zararını seçen) çocuğun sefere niyeti geçerlidir, +namazını kısaltabilir.) + 262- Sefer halinde bulunan bir kimse, tabi bulunduğu şahsın niyetini, nereye kadar +gideceğini bilmediği ve sorusuna da cevab alamadığı takdirde, üç günlük mesafeye +gidinceye kadar namazlarını tam kılar; ondan sonra kısaltmaya (kasra) başlar. Düşman +eline esir düşen bir müslüman hakkında da hüküm böyledir. Herhangi bir sebebden dolayı +soru sorulamaması da soruya cevab alınamaması gibidir. + 263- Dar-ı harbde (düşman yurdu içinde) askerin ikamete niyeti sahih değildir. Fakat +güvenlik teminatı ile böyle bir bölgede bulunan müslümanların orada ikamete (onbeş +günden fazla durmaya) niyet etmeleri sahihdir. + 264- En büyük idareci de, sefer konusunda diğer insanlar gibidir. Buna göre bir idareci, +sefer müddeti olan bir yolculuğa niyet etmeksizin memleketi dahilinde dolaşıp dursa, +namazlarını tam kılar. Fakat sefer müddeti olan bir yere gitmeyi niyet edip dolaşırsa, +namazlarını kısaltır. Sahih olan budur. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) +ve onun dört halifesi, Medine'den Mekke'ye gidince dört rekatlı farz namazları ikişer rekat +olarak kılarlardı. + 265- Namaz vakti devam ettikçe, misafirlik ve ikamet bakımından, namazın vasfı +değişebilir; vakit çıkınca da, vasıf kararlaşmış olur. Bunlarda vaktin sonu, yani "Allahü +Ekber" diyebilecek bir zamanın kalmamış olması muteberdir. Buna göre bir misafirin +namazı, vakit henüz tamamen çıkmadan vatanına dönmesi ile veya bir yerde onbeş gün +ikamete niyet etmesi ile namazı iki rekattan dört rekata döner. Fakat namazını henüz +kılmadan vakit çıkıp da, ondan sonra vatanına dönse veya bir yerde onbeş gün ikamete +niyet edecek olsa, artık bu namazı iki rekat olarak kaza eder, dört rekat olarak kaza +etmez. Çünkü vaktin çıkması ile, namazın vasfı (misafir namazı olması) kararlaşmış olur. + 266- Yolculuk halinde bulunan bir kadın haiz iken, gideceği yere üç günden az bir +mesafe kaldığı esnada temizlenecek olursa, namazlarını tam olarak kılar. + 267- Mukimin kazaya kalan namazları sefere çıkması ile, misafirin de kazaya kalan +namazları ikamete niyet etmesi ile değişmez. Onun için ikamet halinde olan bir kimse, +sefer halinde kazaya kalmış olan namazlarını ikişer rekat kılacağı gibi, sefer halinde +bulunan kimse de, ikamet zamanında kazaya kalmış namazlarını dörder rekat olarak +kılar. + 268- Mukim misafire, misafir de vakit içinde mukime uyabilir. Şöyle ki: Bir mukimin +vakit içinde olsun olmasın, misafire uyması sahihdir. Misafir iki rekati kıldıktan sonra +selam verince, mukim kalkar ve kıraat yapmaksızın namazını tamamlar. Yanılsa da, +bundan dolayı sehiv secdesi yapmaz. Çünkü bu mukim bir lâhık demektir. Lâhık bahsine +bakılsın! + İmam olan misafirin, namazdan önce veya namazdan sonra cemaata dönerek: "siz +namazınızı tamamlayın, ben misafirim," demesi müstahabdır: + Misafire gelince: Bu da ancak vakit içinde mukime uyabilir. Bu halde dört rekatlı bir +farz namazını mukim gibi tam olarak kılar, İmama vakit içinde uymakla farz namazı iki +rekattan dört rekata dönmüş olur. Fakat vaktin dışında, yani kendisi misafir iken kazaya +kalmış dört rekatlı bir namazında mukime uyması sahih olmaz. Çünkü böyle kazaya +kalmış namazı, evvelki iki rekat olarak kararlaşmıştır. + 269- Misafir ile mukim, dört rekatlı bir namazı kazaya bırakmış olsalar, bu namazda +misafir mukime uyamaz. Çünkü bu namaz, misafir için iki rekat olarak kararlaşmıştır. +Onun için birinci oturuş misafir için farz olduğu halde, mukim için farz değildir, vacibdir. O +halde farz namaz kılan, nafile namaz kılana uymuş olur ki, bu caiz değildir. + 270- Misafir vakit içinde mukime uymuş iken namazı bozulsa bunu yine iki rekat olarak +kılar. Çünkü onun imama uyması bozulmuştur. + 271- Yolculuk veya yağmur sebebi ile iki vakit namazı bir vakitte kılmak caiz değildir. +Yalnız hac mevsiminde Arafat'da öğle ile ikindi namazlarını öğle vaktinde ve akşam ile +yatsı namazlarını Müzdelife'de yatsı vaktinde bir arada cemaatla kılmak caizdir. (Hac +bahsine bakılsın!) + (Üç imama göre, bir özür sebebi ile, öğle ile ikindi veya akşam ile yatsı namazlarını +öne almak veya geciktirmek suretiyle bir vakitte toplamak caizdir. Öğle namazı ile ikindi +namazı öğle vaktinde kılınabileceği gibi, ikindi vaktinde de kılınabilir.) + 272- Sefer hükümlerinin uygulanması hususunda, yolculuğun meşru olup olmaması +arasında fark yoktur. Bunun için efendisinden kaçmış bir köle veya haksız yere +kocasından kaçmış bir kadın sefer müddeti yola çıkınca namazını iki rekat kılar ve isterse +orucunu da sonraya bırakabilir. + (Üç İmama göre, böyle yolcular, misafirler hakkındaki kolaylıklardan yararlanamazlar. +Onlar bu ihsana ehil değillerdir.) + + + + +Yolculuğun Sona Erip Ermemesi + + 273- Asıl vatana dönmekle yolculuk hali sona erer. Orada ikamete niyet edilmesi +gerekmez. İkamet vatanı böyle değildir, orada (en az onbeş gün) oturmaya niyet +lazımdır. + 274- Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde +barınmayı kasdedip başka bir yere yerleşmek için gitmek istemediği yer, onun "asıl +vatanı"dır!. Bir kimsenin böyle doğduğu, evlendiği, içinde yerleşmeye karar verdiği yer +olmayıp yalnız içinde en az onbeş gün kalmak istediği yer de, onun için bir "İkamet +Vatanı"dır. Yeter ki o yer, böyle oturmaya uygun olsun. + Bir misafir için, onbeş günden az oturmak istediği yerde onun "Sükna Vatanıdır". Buna +itibar edilmez. Bununla vatan-ı aslî de değişmez, vatan-ı ikamet de değişmez. Burada +yolculuk hükümleri uygulanır. + 275- Asıl vatan, kendi misli ile bozulur, ikamet vatanı ile bozulmaz. Şöyle ki: Bir kimse +içinde doğup büyüdüğü veya evlendiği yeri terk edip başka bir beldeye yerleşse, artık + önceki vatanı, asıl olmaktan çıkar. Sonradan orada olsa, onbeş gün oturmaya niyet +etmedikçe, farz namazlarını dörder rekat kılması gerekmez. Fakat asıl vatanından geçici +olarak çıkıp başka bir yeri ikamet vatanı edindikten sonra asıl vatanına dönse, niyete +muhtaç olmaksızın mukim olur, namazlarını tam olarak kılması gerekir. + 276- İkamet vatanı, asıl vatanla ve diğer bir ikamet vatanı ile ve sırf yola çıkmakla +bozulur, aralarında sefer mesafesi bulunması şart değildir. Örnek: Bir kimse yolculuğu +sırasında bir beldede bir ay kalmaya niyet edip bu kadar durduktan sonra tekrar yola +çıksa veya diğer bir beldeye gidip orada en az onbeş gün oturmaya niyet etse, artık +evvelki belde ikamet vatanı olmaktan çıkmış olur. Oraya tekrar dönmekle mukim olmaz. +Orada mukim olabilmesi için tekrar en az on beş gün oturmaya niyet etmesi gerekir. +Fakat ikamet vatanından ikamet müddeti içinde geçici bir iş için sefer müddetinden az bir +kaç saatlik yola gidip dönmekle ikamet vatanı bozulmaz. + 277- Vatanından çıkıp en az üç günlük uzaklıkta olan bir köye gitmek isteyen kimse, +daha oraya gitmeden yolda bir beldede onbeş gün oturmaya niyet etse, bir görüşe göre +burası bir ikamet vatanı olur. Diğer bir görüşe göre ise, olmaz. + 278- Vatanından sefer niyeti ile ayrılıp henüz üç günlük bir mesafe almadan vatanına +dönmek isteğinde bulunan bir yolcu, dönüp daha vatanına gitmeden önce, geriye dönüşü +ile namazlarını tam olarak kılmaya başlar. Çünkü böyle bir yolculuğu bozmakla yolculuk +bırakılmış olur. + 279- Bir misafir, içinde oturmak istemediği bir beldede evlenecek olsa, bir görüşe göre +mukim sayılır, diğer bir görüşe göre mukim sayılmaz. Tercih edilen görüş de budur. + 280- İki beldede birer zevcesi olan kimse, bunlardan herhangisinin yanına giderse +mukim sayılır. Fakat bunlardan biri vefat eder de, bulunduğu beldede kendisine ev, bağ +ve bahçe gibi şeyler kalacak olsa, oraya gitmekle mukim sayılmaz. Fakat diğer bir görüşe +göre, orası yine onun vatanı sayılacağından mukim olmuş olur. + (Malikilere göre, bir yolcu gittiği yerde tam dört gün oturmaya niyet edip kendisine +yirmi vakit namaz farz olacak bir durum olsa, mukim sayılır. Namazlarını kısaltamaz. Bu +müddete, o yere fecrin doğuşundan sonra girdiği gün ile oradan çıkacağı gün dahil +değildir. + İmam Şafiî'ye göre, bir yerde, girip çıkma günlerinden başka, tam dört gün oturmaya +niyet edilmesi, ikamet sayılır, namazlar orada kasredilmez (kısaltılmaz). + Hanbelilere göre de, bir yerde, oturmaya elverişli olmasa dahi, oturmaya niyet eden +veya yirmi namazdan fazla farz bulunacak bir zaman durmaya niyet eden kimse mukim +sayılır; namazlarını kısaltamaz.) + + + + +Eda ile Kazanın Farkları ve Kaza Namazları + + 281- Bir namazı vaktinde kılmaya "eda" denir. Vaktinden sonra kılmaya da "kaza" +denir. Vaktinde kılınan veya kılınacak olan bir namaza "vaktiyye" veya "salât-ı hazıra" +denir. Vaktinde kılınmamış olan bir namaza da "faite" denilir. Bunun çoğulu "fevait" dir. + 282- Vaktinde kılınmamış olan beş vakit farz namazlarının kazası farzdır. Vitir +namazının kazası ise vacibdir. Sünnetlere gelince: Bir sabah namazı sünneti ile beraber +kaçırılınca, o günün güneş doğuşundan (kerahet vaktinin çıkışından) sonra istiva +zamanına kadar bu sünnet farz ile beraber kaza edilir. Güneşin yükselişinden (kerahet +vaktinden) önce ve istivadan sonra sünnet kaza edilmez. İmam Muhammed'e göre, bu +sünnet yalnız olarak kaçırılmış olsa, yine güneşin doğuşundan sonra istiva zamanına +kadar kaza edilir. Bir de, öğle namazının her iki sünneti, farza yetişmek için terk edilecek +olsa, farzdan sonra evvelki sünnet ve sonra iki rekat sünnet kaza edilir. Fetva bu +şekildedir. Böylece vakit içinde sünnet iki defa gecikmemiş olur. Bununla beraber son iki +rekat sünnetten sonra da dört rekat sünnet kaza edilebilir. Namazın sırası iki defa +değişmemesi için bunu daha iyi görenler de vardır. + Cuma namazının ilk dört rekat sünneti hakkında bu öne alma ve sonraya bırakma + hükmü vardır. Terk edilen diğer sünnetlerin kaza edilmesi gerekmez. Fakat başlanıldıktan +sonra, her nasılsa terk edilmiş olan bir sünnetin (nafile namazın) kazası gerekir. + Örnek: Öğlenin son sünnetine başlamış iken, cenaze namazını kaçırmamak için bu +Sünnet kesilmiş olsa, bu sünneti sonradan kaza etmek gerekir. + 283- Bir namazı özürsüz yere kazaya bırakmak büyük günahdır (kebiredir) Bu namaz +kaza edilmekle yerine getirilmiş olur. Fakat bunun geciktirilmesinden dolayı meydana +gelen günahın bağışlanması için tevbe etmek ve Allah'dan afv dilemek lazımdır. Herhangi +bir bahane ile namazı geciktirip kazaya bırakmakdan son derece sakınmalıdır. Çünkü +bunun günahı çok büyüktür. İnsan, gerek yaratıcısına karşı ve gerekse insanlara karşı +olan borçlarını bir an önce ödemeğe çalışmalıdır. Hayatın süresi belli, çok azdır! Borçlarını +ödemeden ahirete gidenlerin hallerine ne kadar acınsa azdır. + UYARI: Kazaya kalan altmış, yetmiş senelik bir çok namazlar belli bir günde (Ramazan +ayının son cumasında) kılınacak bir günlük namaz ile kaza edileceği ve böylece +bağışlanacağı hakkındaki sözlerin hiç bir dinî değeri yoktur. Bu konuda rivayet edilen bir +hadis, hadis alimlerinin ve diğer alimlerin açıklamalarına göre asılsızdır, uydurmadır, +ümmetin icmaına da aykırıdır. Çünkü böyle herhangi bir ibadet, senelerce terk edilmiş +olan farzların ve vaciblerin yerini tutamaz. Böyle bir iddia, farzların ve vaciblerin terk +edilmesini, önemsenmemesini gerektireceğinden akla, şeriata ve hikmete aykırıdır. +Günah, kolaylığa sebeb olamaz. Bu usul ilminde bir esastır. Bir de bu hadisi nakledenler +hadis alimlerinden değillerdir. Bir kaynak da gösterememektedirler. Artık bu naklin ne +değeri olabilir? + Kazaya kalan namaz, bizim için yerine getirilmesi gerekir. Biz bunu yerine getirmek +zorundayız, bunu yapmazsak azaba hak kazanmış oluruz. Şu kadar var ki, kazaya kalmış +olan bir namazı Yüce Allah dilerse bağışlar ve dilerse bağışlamaz. Herhangi bir ibadet +sebebiyle de sahibine bir çok sevablar da verebilir. Kimse bunlara karışamaz ve bunlar +üzerinde kesin hüküm veremez. Yukardaki iddia, kesinlikle kazası gereken bir namazın, +ona denk bir ibadetle kaza edilmesi hakkındaki farziyeti inkar etmektir ki, bu asla caiz +olamaz. Bu konu üzerinde, Merhum Aliyyü'l-Kari'nin ve diğer alimlerin incelemeleri vardır. +Aliyyü'l-Kari'nin "Mevzuatına", Abdurrahim Fetvasına ve "Mev'ize-i Hasene'ye" bakılsın!.. + 284- Bir kimsenin namazı kazaya kalınca bakılır; Eğer o kimse tertip sahibi ise, bu +kaza namazı ile vakit namazları arasında sırayı gözetmek gerekir. Tertib sahibi değilse, +bu namazı kaza etmeden diğer namazları kılabilir. + 285- Bir kimsenin tertib sahibi sayılabilmesi için, en az altı vakit namazı kazaya +kalmamış olmalıdır. Altı vakit namaz kazaya kaldı mı, tertib sahibi olmaktan çıkar; artık +onun ne kaza namazları arasında ve ne de kaza namazları ile vakit namazları arasında +sırayı gözetmesi gerekmez. + 286- Kazaya kalmış namazlarda eskiye ve yeniye gelince, bunlar iki kısımdır. Yakın +zamanda kazaya kalanlar altı vakte ulaşınca, ittifakla sıra gözetme gereğini kaldırır. +Evvelce kaçırılmış bulunan (eski) namazlara gelince, bunlar +da altı vakte ulaşmışsa, geçerli kabul edilen fetvaya göre sıra gözetmenin gereğini +kaldırır. + Örnek: Bir kimse, vaktiyle bir ay namaz kılmayıp sonradan bunları kaza etmeden vakit +namazlarını devamlı olarak kılmaya başlamışken tekrar bir vakit namazını kazaya +bırakacak olsa, bu son namazını hatırladığı halde onu kaza etmeden vakit namazını +kılabilir. Böyle bir kimse, geçmişteki kaza namazlarını tamamen kılmadıkça tertib sahibi +olamaz. Sahih olan görüş budur. + 287- Tertib sahibi olan zat, bir farz namazını veya İmamı Azam'a göre vacib olan bir +namazı özürsüz yere veya hayız ve nifas gibi namazı düşürecek bir nitelikte olmayan bir +özürden dolayı vaktinde kılmamış olsa, bu namazı, ilk vakit namazından önce kaza etmesi +gerekir. Çünkü gerek kaçırılan namazların arasında ve gerek bunlar ile vakit namazları +arasında sırayı gözetmek esasen şarttır. Ancak kazaya kalan namaz unutulup sonradan +hatıra gelmişse veya vakit daralmış veya kaçırılan namazlar çok olur da tertib sahibi +olmaktan çıkılmışsa, vakit namazı kılınır. + Örnek: Tertib sahibi olan kimse, her nasılsa uykuya dalıp o günün sabah namazını +kılamamış olsa, bu sabah namazını o günkü öğle namazından önce kaza etmesi gerekir. +Bunu hatırladığı halde onu kaza etmeksizin öğlen namazını kılsa, bu namaz İmam +Muhammed'e göre bozulur. İmam Ebû Yusuf'a göre, farz olmaktan çıkar, nafile olur. + İmamı Azam'a göre ise, muvakkat olarak sahih olur. Şöyle ki: Bundan sonra o sabah +namazını kaza etmeden beş vakit namazı daha kılacak olsa, bu altı vaktin hepsi de sahih +olmuş olur. Fakat böyle beş vakit namazını daha kılmadan o sabah namazını kaza ederse, +arada kılmış olduğu vakit namazları fasid olup yeniden kılınmaları gerekir. + Yine böyle bir kimse, sabah namazını kaçırmış olduğu halde, bunu unutup öğle +namazını kılacak olsa, bu öğle namazı sahih olur. + Yine bir kimse, kazaya kalmış olan yatsı namazını fecirden sonra hatırlamış olur da, +vakit yalnız sabah namazını kılmaya müsait bulunursa, sabah namazını kılar, yatsı +namazını daha önce kaza etmemesi, bu sabah namazının sıhhatine engel olmaz. Ancak +kaza namazını hatırladığı halde, vakit namazını pek uzatıp da bu bakımdan vaktin +daralmasına sebebiyet verilmiş olursa, o zaman vakit namazı caiz olmaz. + 288- Kazaya kalmış namazlar (faiteler) birkaç tane olur da, vakit bunlardan yalnız bir +kısmı ile vakit namazına müsait bulunsa, sahih olan görüşe göre, sırayı gözetme gereği +düşer. + Yine bir kimsenin, vitirden başka altı vakitten çok veya altı vakit namazları kazaya +kalmış olsa, bunları kaza etmeden vakit namazlarını kılması sahih olur. Çünkü bu +durumda tertibe riayet edilmesinde güçlük vardır. Kazaya kalmış namazlar (faiteler), +vitirden başka altı vakit olunca çok sayılır, altıdan az olunca da az sayılır. + (İmam Şafîî'ye göre, kazaya kalan namazlarla vakit namazları arasında sıra +gözetilmesi şart değildir, müstahabdır.) + 289- Bir kimse, bir günlük namazlarından birini kaçırmış olduğu halde, bunu bir türlü +belirleyemezse, bir günlük namazını yeniden kılar. Çünkü böyle yapmakla kazaya kalan +namaz, kesinlikle kılınmış olur; diğerleri de birer nafile olur. + İki, üç ve daha ziyade günlerde birer vakit namaz kaçırılmış olduğu halde, bunların +hangi namazlar olduğu belirlenemeyince de, o kadar günün namazları yeniden kılınır. + 290- Kazaya kalan namazlar bir çok olunca, bunların her birini belirleyerek niyet +edilmesi gerekmez; çünkü bunda güçlük vardır. Onun için şöyle niyet edilmesi uygun +olur: "ilk veya en son kazaya kalmış sabah veya öğle namazını kılmaya" diye kılınır. + 291- Bir kimse, ne kadar namazı kazaya kaldığını bilmese, kuvvetli olan görüşüne göre +hareket eder. Üzerinde kaza namazı kalmadığına kanaat getirinceye kadar kaza namazı +kılar. + 292- Bir kimse, bir namazı kılıp kılmadığında şüphelense, namazın vakti henüz +çıkmamışsa onu yeniden kılar. Namazın vakti çıktıktan sonra şübhelense, bir şey yapması +gerekmez. Çünkü farzın sebebi olan vakit çıkmıştır. Bir müslümanın namazını vaktinde +kılmış olması ise bir asıldır. + 293- Müslüman olmayanların yurdunda İslâm'ı kabul edip bilgisizliğinden dolayı +namazlarını kılamamış olan bir kimse, sonradan İslâm yurduna gelip din görevlerini +öğrense, önceki namazları kaza etmesi gerekmez. Fakat İslâm ülkesinde bulunup da +ihtida eden (islamı kabul eden) kimse, bu hususta özürlü sayılmaz. İslâmı kabul ettiği +tarihten itibaren namazlarını kılmakla yükümlü olur. Çünkü İslam yurdunda cehalet bir +özür sayılmaz. Herkes din görevlerini ehlinden sorup öğrenebilir. + 294- Bir kimse kaza namazını kılarken, cemaatle vakit namazına başlanacak olsa, +namazını tamamlamadıkça cemaate katılmaz, ister tertib sahibi olmasın. + 295- Kazaya kalan aynı vaktin namazı, usulü üzere cemaatle, de kılınabilir. Cemaat +bahsine bakılsın!. + 296- Kaza namazlarının evde kılınması daha iyidir. Çünkü günahları örtüp +açıklamamak lazımdır. Böyle bir açıklama Hakka karşı saygısızlık sayılır ve başkaları için +de kötü bir örnek olabilir. + 297- Bir kadın: "Yarınki gün şu kadar namaz kılayım veya şu kadar gün oruç tutayım." +diye niyet ettiği halde o gün adet görmeye başlasa, o namazı veya orucu temiz olacağı +günlerde kaza eder. + 298- Kaza namazlarının belli vakitleri yoktur. Üç kerahet vakti dışında, istenilen her +vakitte kaza namazı kılınabilir. + Örnek: Kazaya kalmış bir öğle namazı akşamdan sonra kılınabileceği gibi, bir akşam +namazı da öğleden önce veya sonra kılınabilir. + 299- Kaza namazları ile uğraşmak, nafile namazları ile uğraşmaktan daha iyi ve daha +önemlidir. Fakat farz namazların müekked olsun olmasın, sünnetleri bundan müstesnadır. + Bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet edilmesi daha iyi değildir. Bu +sünnetlere niyet edilmesi evladır. Hatta kuşluk ve tesbih namazları gibi, haklarında nakil +bulunan nafile namazlar da böyledir. Bunlara da böyle nafile olarak niyet etmek evladır. +Çünkü bu sünnetler, farz namazları tamamlar, bunların yerine getirilmesi mümkün +değildir. Kaza namazlarının ise, muayyen vakitleri olmadığı için onların her zaman yerine +getirilmesi mümkündür. + Bununla beraber namazları kazaya bırakmak günahtır. Bu günahdan mümkün olduğu +kadar kurtulmak için sünnetleri feda etmek uygun olmaz. Böyle bir günahı işleyen +kimsenin fazla ibadet ederek Allah'ın bağışlamasına sığınması gerekirken, hakkında +Peygamber şefaatinin tecelli etmesine vesile olacak bir takım sünnet ve nafileleri terk +etmek nasıl uygun olabilir? Hem bir kısım vakit namazlarını kazaya bırakmak, hem de +diğer bir kısım vakit namazlarını, kendilerini tamamlayan sünnetlerden ayırmak iki kat +kusur olmaz mı? Buna aykırı olan bazı nakiller geçerli değildir. Bunlar kabul edilen fetvaya +aykırıdır. Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya elverişli vakit bulamadıklarını +iddia edenler bulunursa bunlar insaflı bir iddiada bulunmuş sayılmazlar. Boş yere en +kıymetli zamanlarını harcayan insanlar, bilmem böyle bir iddiaya nasıl kalkışabilir?.. + (İskat-ı Salât bahsine bakılsın.) + + + + +Müdrik Hakkında Meseleler + + 300- Müdrik, namazın başından sonuna kadar fasılasız olarak imama uyan ve bütün +rekatleri imamla beraber kılan kimsedir. İmama ilk rekatın rükûunda yetişen, o rekata +yetişmiş ve müdrik adını almış olur. + Namaza imam ile beraber başlamanın fazileti pek büyüktür. Bu hususta aşağıdaki +meseleler ortaya çıkar: + 301- Bir kimse tek başına bir farz namaza başladıktan sonra, bulunduğu yerde +cemaatla o farz namaz kılınmaya başlansa bakılır: Eğer tek başına namaz kılmakta olan +henüz secdeye varmamış ise, namazı bırakıp imama uyar. Böylece cemaat sevabını +kazanmaya koşar. Bu müstahabdır. Eğer bir kez secdeye varmış ise, bakılır: Kıldığı +namaz sabah veya akşam namazı ise, yine namazını bırakır ve imama uyar. Fakat +bunların ikinci rekatı için secdeye varmışsa, artık namazı bırakmayıp tamamlar, imama +uyamaz. Çünkü sabah namazından sonra nafile kılınamayacağı gibi, üç rekatlı bir namaz +da nafile kılınamaz. + Öğle namazı gibi dört rekatlı bir farz ise, kıldığı bir rekata bir rekat daha ilave eder, +teşehhüdde bulunur ve selam vererek imama uyar. Evvelce kıldığı o iki rekat namaz +nafile olmuş olur. Böyle bir namazın üçüncü rekatında bulunup da henüz secdesine +varmamış ise, hemen ayakta veya oturarak selam verip namazdan çıkar ve imama uyar. +Yalnız başına kıldığı iki rekat yine bir nafile olmuş olur. Fakat bu namazın üçüncü rekatını +secde ile bağlasa, artık bunu tamamlar, farzını kılmış olur. Bu namaz, öğle veya yatsı +olduğuna göre de, kendi farzını kıldıktan sonra imama uyabilir. İmam ile kılacağı bu +namaz bir nafile olmuş olur. Fakat ikindi namazında ise, imama uyamaz; çünkü ikindi +namazından sonra nafile kılınması mekruhtur. + 302- Nafile bir namaza başlamış olan bir kimse, yanında cemaatla namaza başlanınca, +bu nafileyi iki rekat olmak üzere tamamlar. Ondan sonra selam verip cemaata katılır. +Üçüncü rekata kalkmış ise, onu da dörde tamamladıktan sonra cemaata katılır. + Bundan cenaze namazı müstesnadır. Şöyle ki: Böyle nafileye başlamış olan kimse, +kılınmaya başlanan bir cenaze namazının kaçırılacağından korkarsa, kılmakta olduğu +namazı hemen bırakıp cenaze namazı için imama uyar. Sonra nafileyi kaza eder. Çünkü +cenaze namazının kazası yoktur. + 303- Cemaatle sabah namazına başlanmış olduğunu gören kimse, cemaate +yetişebileceğini zannederse hemen sabah namazının sünnetini kılar. Gerek görürse, +"Sübhaneke" ile "Eûzü"yü ve sure ilavesini bırakıp yalnız Fatiha suresi ile rükû ve sücudda + birer tesbih ile yetinebilir. Ondan sonra imama uyar. Fakat cemaate yetişeceğini hiç +zannetmiyorsa, sünnete başlamayıp imama uyar; artık bu sünneti kaza edemez. Eğer +sünnete başlamış ise, onu tamamlar, bırakmaz. + Fakat öğle, ikindi ve yatsı namazları böyle değildir. Bunların cemaatla kılınmaya +başlanmış olduğunu gören kimse, bunların sünnetini kılmadan imama uyar. Sonra öğlenin +dört rekat sünnetini kaza eder. İkindinin sünnetini vaktin kerahetinden dolayı kaza +edemez. Yatsı namazının dört rekat sünnetini, bir gayri müekked sünnet olduğu için +dilerse kaza eder, dilerse kaza etmez. + 304- Vaktin çıkacağını veya cemaatin tamamen kaçırılacağını kesinlikle anlayan kimse, +sünnetleri kılmayacağı gibi, kendisinde bulunan az bir pisliği gidermekle uğraşamaz. +Fakat başka bir cemaat bulabileceğinden emin olan kimse, az necaseti gidermeden +namaza başlamaz; bu daha faziletlidir. Böylece namazı ittifakla sahih duruma geçer. + (Şafiî'lere göre namaz, az pislik ile de bozulur. Necasetler (pislikler) bölümüne +bakılsın!..) + + + + +Lâhık Hakkında Meseleler + + 305- Lâhık, namaza imam ile beraber başladığı halde, kendisine uyku ve dalgınlık veya +cemaatın fazlalığından dolayı bir eziyet ve bir abdestsizlik hali arız olup da, namazın +tamamını veya bir kısmını imam ile kılamayan kimsedir. Lâhık hakkında aşağıdaki +meseleler ortaya çıkar: + 306- Lâhık, hareket bakımından Muktedi gibidir. Muktedi, imamın arkasında Kur'an +okuyamayacağı gibi, Lâhık da kaçırmış olduğu rekatları kendi başına kılınca Kur'an +okuyamaz, tamamen muktedi gibi hareket eder ve kendi başına kılacak olduğu +rekatlardaki yanılmalardan dolayı da sehiv secdeleri yapmaz. + 307- Lâhık, mümkünse kaçırdığı rekatları veya rükünleri kaza eder, sonra imama +tekrar katılarak onunla selam verir. + Örnek: Bir muktedir birinci rekatın kıyamında uyuyup da, imam secdeye vardığı anda +uyansa, hemen rükûa varır, sonra secde yaparak imama iştirak eder. + 308- Lâhık, imamına yetişemeyeceğini bildiği takdirde hemen imama uyar. İmam +namazdan çıkınca, kendisi kaçırmış olduğu rekatları veya rükünleri kaza eder. Örnek: Bir +muktedi, dördüncü rekatta iken burnu kanasa, safdan ayrılır ve namaza aykırı olacak bir +şeyle uğraşmaksızın hemen abdest alır. İmkan bulduğu yerde imama uyar. İmam selam +vermiş olursa, kendi başına o dördüncü rekatı, hiç bir şey okumaksızın, imamın arkasında +kılıyormuş gibi tamamlar. Çünkü lâhık, hüküm bakımından imamın arkasında namazını +kılmış sayılır. + Yine: Bu durum üçüncü rekatta meydana gelse, imam da dördüncü rekata başlasa, +lâhık abdest alıp önce o üçüncü rekatı kıraatsız olarak kılar, ondan sonra imama uyar. +Onunla dördüncü rekatı kılarak selam verir. Fakat imamına böyle yetişemeyeceğini +bilirse, hemen imama uyar. İmam selam verince, kendisi kalkar ve üçüncü rekatı +kıraatsız olarak kılıp selam verir. + İmam sehiv secdelerinde bulunacak olsa, lâhık henüz namazını tamamlamamış ise, +onunla beraber bu secdeleri yapmaz. Namazını tamamladıktan sonra bu sehiv secdelerini +yapar. + 309- Her lâhık'ın, yukarda bildirildiği şekilde hareket etmesi kolay değildir. Bu +bakımdan, lâhık olanların bu noksan kalan namazlarına yeniden başlamaları daha uygun +görülmüştür. + Mesbuk Hakkındaki Meseleler + + 310- Mesbuk, bir rekat kılındıktan sonra imama uyan kimsedir ki, son oturuşta dahi +imama uymuş olsa yine mesbuk sayılır. Mesbuk hakkında aşağıdaki meseleler ortaya +çıkar: + 311- Mesbuk kaza edeceği rekatlarda, tek başına namaz kılan gibidir. Örnek: Bir kimse +sabah namazıın ikinci rekatında imama uyacak olsa, mesbuk olmuş olur. Aldığı tekbirden +sonra sükut eder. İmamla beraber son oturuşta yalnız "Tahiyyat"ı okur. İmam selam +verince, kendisi ayağa kalkar ve imam ile kılmamış olduğu ilk rekatı kılmaya başlar. +"Sübhaneke ve Eüzü Besmele'den" sonra Fatiha suresi ile bir mikdar daha Kur'an-ı Kerîm +okur. Bilindiği şekilde rükû ve secdelere gider. Ondan sonra oturup "Tahiyyatı, salavatları +ve Rabbenâ âtinâ'yı" okuyarak selam verir. + Akşam namazının ikinci rekatında imama uyan kimse de birinci rekat hakkında bu +şekilde hareket eder. + 312- Mesbuk, akşam namazının son rekatinde imama uysa, "Sübhaneke'yi" okur ve +imamla beraber o rekatı kılarak teşehhüde oturur. İmam selam verdikten sonra kalkar, +Sübhaneke, Eüzü Besmele, Fatiha ve bir mikdar daha Kur'an-ı Kerîm okur. Rükû ve +secdelerden sonra oturur ve yalnız "Tahiyyat'ı" okur. Sonra "Allahü Ekber" diyerek ayağa +kalkar, yalnız Besmele ile Fatiha ve bir miktar daha Kur'an-ı Kerîm okuyarak rükû ve +secdeleri yapar. Sonra son oturuş yaparak selam ile namazdan çıkar. Bu halde üç defa +Teşehhüde oturmuş olur. Bununla beraber mesbuk, ikinci rekatın sonunda yanılarak +teşehhüde oturmayacak olsa, sehiv secdesi yapması gerekmez. Çünkü bu rekat, bir +yönden birinci rekat yerindedir. + 313- Mesbuk, dört rekatlı namazlardan birinin dördüncü rekatinde imama uysa, imam +ile teşehhüde oturduktan sonra kalkar, Sübhaneke, Eûzü Besmele, Fatiha ve bir mikdar +Kur'an okur. Rükû ve secdelerden sonra oturur. Yalnız "Tahiyyat'ı" okur. Ondan sonra +kalkar. Besmele ile Fatiha'yi ve bir mikdar daha Kur'an ayetlerini okur. Sonra rükû ve +secdelere varır, oturmaksızın kalkar. Yalnız Besmele ve Fatiha ile bir rekat daha kılarak +son oturuşu yapar. Tahiyyat'ı, Salavatları ve Rabbenâ âtinâ'yı okuyup selam vererek +namazını tamamlar. + 314- Mesbuk, dört rekatlı namazların üçüncü rekatinden başlayarak imama uysa, +imamla beraber son oturuşta yalnız "Tahiyyat'ı" okur. İmam selam verdikten sonra +kalkar, Sübhaneke, Eûzü Besmele, Fatiha ve bir mikdar daha Kur'an okur. Rükû ve +secdelere varır, sonra kalkar yalnız Besmele ile Fatiha'yı okur. Biraz daha Kur'an-ı Kerîm +okur. Yine rükû ve secdelere gider. Teşehhüde oturur. Tahiyyat'ı, Salavatları ve Rabbena +atina'yı okuyarak selamla namazını tamamlar. + 315- Mesbuk, dört rekatlı namazların ikinci rekatinde imama uyacak olsa, üç rekatı +imamla kılmış olur. Teşehhüdden sonra imam selam verince ayağa kalkar. Sübhaneke'yi, +Eûzü Besmele'yi, Fatiha'yı ve ekleyeceği ayetleri okur. Rükû ve secdelere varıp son +oturuşu yapar. Selam verip namazını tamamlar. + 316- İmam rükûda iken, imama uyan kimse, o rükûa ait olan rekata yetişmiş olur. +Fakat imamı secde halinde bulan kimse, hemen secdeye varırsa da o secdenin rekatına +yetişmiş olmaz. Bunun için o rekatı yukarda anlatıldığı şekilde kaza etmesi gerekir. + 317- Mesbuk, imam selam verdikten sonra "Allahü Ekber" diyerek ayağa kalkar ve +noksan kalmış olan rekatları tamamlar. İmam selam vermeden mesbukun kalkıp noksan +kalan rekatları kılmaya başması uygun değildir Ancak namaz vaktinin çıkmak üzere +olması ve insanların önünden geçme durumu olması gibi özürler sebebiyle selamından +önce kalkar. + Bununla beraber imam, henüz selam ile namazdan çıkmamış olunca, mesbukun +Teşehhüd mikdarı oturması lazımdır. Bundan önce kalkması caiz değildir. + 318- İmam teşehhüdü tamamlamadan mesbukun kalkıp Kur'an okuması muteber +değildir. Onun için mesbuk, birinci veya ikinci rekatı kaza için ayağa kalkar da, imamın +teşehhüdü bitirişinden sonra namaz caiz olacak kadar Kur'an okursa, namazı caiz olur. +Fakat namaz caiz olmayacak kadar az okumuş olursa namazı sahih olmaz. + 319- Mesbukun kaza edeceği rekatlarda başkasına uyması ve başkasının da bu halde + mesbuka uyması caiz değildir. Mesbuk burada yalnız başına sayılmaz. Fakat bir mesbuk +ne kadar rekat kaza edeceğini unutup da kendisi ile beraber mesbuk bulunan kimsenin ne +kadar rekat kaza edeceğini yalnız göz önünde bulundursa, bununla namazı bozulmaz. + 320- Mesbuk, namazını yeniden kılmak niyeti ile tekbir alacak olsa önceki tekbiri ile +başlamış olduğu namazı bozulmuş olur. Tek başına namaz kılan kimse böyle değildir; +başka bir namaz kılmaya niyet etmedikçe, aynı namaza yeniden başlamak niyeti ile +alacağı tekbir bu namazı bozmaz. Çünkü her iki namaz, tek başına namaz kılan için +birbirinin aynıdır. Mesbuk ise, bir yönden tek başına namaz kılan gibidir, bir yönden de +imama uyduğundan onun için aynı namaz değildir. + 321- Mesbuk, İmam Azam'a göre Kurban Bayramı'nda Teşrîk tekbirlerini imamla +beraber alır, sonra ayağa kalkıp geri kalan rekatleri tamamlar. Halbuki İmam Azam'a +göre, tek başına namaz kılan kimse bu tekbirleri getirmek zorunda değildir. Bunun için +mesbuk, burada tek başına namaz kılan gibi değil, muktedi (imama uyan) yerindedir. + 322- Mesbuk, ayağa kalkması sahih olacak bir zamanda ayağa kalkıp da, imam henüz +selam vermeden mesbuk namazını bitirerek selamda imama uysa, namazı bozulmuş olur. + 323- İmam daha selam vermeden, mesbuk Tahiyyat'ı okuyup bitirmiş olsa, bir görüşe +göre Şehadet sözünü tekrarlar, bir görüşe göre de susar. Burada sahih olan mesbukun +Tahiyyat'ı yavaş yavaş okumasıdır. + Birinci oturuşta imamdan önce Teşehhüd'ü bitirmiş olan bir muktedi de susar, +Teşehhüd'de bulunmaz. + 324- Mesbuk, cehren (aşikare) okunan namazlarda imama uyunca, "Sübhaneke"yi +okumaz. Geri kalan rekatları kazaya kalkınca okur. Sahih olan budur. Buna yukarıda +işaret edilmişti. + 325- İmam yanılarak beşinci rekata kalkınca, mesbuk da ona uyarak kalksa, bakılır: +Eğer imam dördüncü rekatta oturmuş ise, mesbukun namazı bu kalkış ile bozulmuş olur. +Fakat imam dördüncü rekatta oturmamış ise, beşinci rekatta secdeye varmadıkça, +mesbukun namazı bozulmaz. + 326- Bir mesbuk lâhık da olabilir. Şöyle ki: İmama sonradan uyan kimse, uyku veya +abdesti bozan bir sebeble rükünlerden veya rekatlardan bir kaçını imam ile kılamayıp +kaçırsa, hem mesbuk olur, hem de lâhık olmuş olur. Bu durumda önce kaçırdıklarını +kıraatsız olarak kaza eder sonra mümkün ise, geri kalan namazda imama uyar. Daha +sonra da imama uymadan önceki rekatları kıraatla (Kur'an okuyarak) kaza eder. Önce +bunları kaza edip ondan sonra, namaz arasında kaçırmış olduğu rükünleri veya rekatleri +kaza etmesi de caizdir. Fakat bunu yapmakla meşru sırayı gözetmemiş olacağından +günahkar olur. + + + + +Sehiv +(Yanılma) Secdeleri ile İlgili Meseleler + 327- Sehiv secdeleri, bir namazın vaciblerinden birini yanılarak terk etmekten veya +geciktirmekten dolayı, o namazın sonunda yapılması gereken iki secde ile teşehhüdden, +salavat ve duaları okumaktan ibarettir. Şöyle yapılır: Son oturuşta yalnız "Tahiyyat" +okunduktan sonra iki tarafa selam verilir. Ondan sonra "Allahü Ekber" denilerek secdeye +varılıp üç kez "Sübhane Rabbiye'l-ala" okunur. Ondan sonra "Allahü Ekber" denilerek +kalkılır. Bir tesbih mikdarı duraklamadan sonra tekrar "Allahü Ekber" deyip ikinci secdeye +varılır. Yine üç kez "Sübhane Rabbiye'l-ala" okunduktan sonra "Allahü Ekber" denilerek +kalkılır ve oturulur. Tahiyyat ve Salavatlarla "Rabbena atina" okunup önce sağ tarafa, +sonra sol tarafa selam verilir. + Yalnız sağ tarafa selam verdikten sonra sehiv secdelerinin yapılması daha faziletlidir, +ihtiyata uygundur. Bundan dolayı cemaatla kılınan namazlarda cemaatın yanlışlıkla +dağılmaması için, yalnız sağ tarafa selam verdikten sonra sehiv secdesi yapılması tercih +edilmiştir. + 328- Sehiv secdeleri vacibdir. Bilindiği gibi, gerek farz, gerek vacib veya sünnet olan + herhangi bir namazın kıraat, rükü ve sücud gibi farzları ve Fatiha, Sure ilavesi, sırayı +gözetme gibi vacibleri, Kadelerde (oturuşlarda) salavatları okumak gibi sünnetleri vardır. +Bunun için bunları gözetmek gerekir ki, namaz tam olarak kılınmış olsun. + O halde farz olsun, olmasın herhangi bir namazda bir farzın kasden veya sehven terk +edilmesi, o namazın yeniden kılınmasını gerektirir. Böyle büyük bir noksanı gidermek için +sehiv secdeleri yeterli değildir. + Bir vacibin kasden terki veya geciktirilmesi bir günahtır. Bundan dolayı sehiv secdeleri +gerekmez, böyle bir namazı iade etmek uygundur. Bir vacibin sehven terk edilmesi veya +geciktirilmesi, sehiv secdelerini gerektirir. Bu şekilde o noksan düzeltilmiş olur. Bir +sünnetin kasden veya sehven terk edilmesi, sehiv secdelerini gerektirmez. Fakat kasden +terk edilmesi bir kusurdur. Sevab ve faziletten mahrum olmayı gerektirir. + (Malikilere göre sehiv secdeleri sünnettir. Şafiî'lere göre de sünnettir. Ancak imam +sehiv secdelerini yaparsa, cemaatın imama uyması vaciptir. Hanbelilere göre sehiv +secdeleri bazan vacib, bazan sünnet ve bazan da mubah olur. Namazın terk edilen bir +sünnetinden dolayı yapılacak sehiv secdelerinin mubah olması gibi... + İmam Şafiî ve İmam Ahmed'e göre, iki tarafa selam vermeden önce yapılır. İmam +Malik'e göre sehiv (yanılma), bir ziyade sebebiyle ise, sehiv secdeleri selamdan sonra +yapılır. Eğer bir noksan veya bir noksan ile ziyade sebebiyle ise, selamdan önce yapılır. +Bu bir fazilet meselesidir; yoksa hepsi de caizdir.) + 329- Bir namazın tam bir rüknünü, bir farzını öne almak veya sonraya bırakmak sehiv +secdelerini gerektirir. Çünkü bu öne almak ve sonraya bırakma işi, vacibi terk etmekten +sayılır. Kıyamda "Sübhaneke"den sonra, henüz kıraat yapmadan rükûa varılıp ondan +sonra hatırlanarak kıyama dönmekle farz olan kıraatin yerine getirilmesi, buna bir +örnektir. Bu durumda önceki rükü geçerli olmaz. Kıraattan sonra yeni bir rükü yapılır. +Böyle dönüp kıraat yapmadan ve ondan sonra rüküa varmadan kılınacak namaz bozulur. +Çünkü böyle bir rekatta rükü gibi tekrarlanmayan rükünler arasında sıraya riayet edilmesi +farzdır. + 330- Namazın rekatlarından birindeki iki secdeden biri yanılarak terk edilip ondan +sonraki rekatın veya kadenin sonunda hatırlansa, bunun geciktirilmesinden dolayı namazı +iade gerekmez, hemen o secde kaza edilir. Eğer son oturuşta iken hatırlansa, bu secde +yapılır ve ondan sonra bu oturuş (kade) iade edilir. Ondan sonra da sehiv secdeleri +yapılır. Bu durumda son rekatta beş secde ile üç kade bulunmuş olur. Çünkü bir rekatta +iki secde vardır. Böyle tekrarlanan bir rüknün kısmen sonraya bırakılması, farzı terketmek +sayılmadığından namazın iadesini gerektirmez. + Fakat bir rekattaki iki secdeden ikisi de yanılarak öne alınsa, önce iki secde ve ondan +sonra rükü yapılmış bulunsa, bu halde farz olan tertibe riayet için tekrar rükü ve ondan +sonra secdelere gidilir. Bu tekrar ve iadelerden dolayı da namazın sonunda sehiv +secdeleri yapılır. + 331- Herhangi bir namazın bir rüknünü tekrar etmek, sehiv secdelerini gerektirir. Bir +rekatta iki defa rükü veya üç defa secde yapılması gibi. + Birinci ve ikinci rekatlarda Fatiha'nın tekrarlanarak okunması veya arka arkaya +okunması veya rüku, secde ve teşehhüdde Kur'an okunması da böyledir. Fakat üçüncü +veya dördüncü rekatlarda Fatiha'nın iki defa okunması veya bunlarda Fatiha ile beraber +başka bir surenin de okunması yahut yalnız başka bir sürenin okunması sehiv secdelerini +gerektirmez. Çünkü bu takdirde bir vacib terk edilmiş veya geciktirilmiş ve Kur'an da +meşru olan yerin başkasında okunmuş olmaz. Ancak bu halde rekatlar, önceki, +rekatlarden daha fazla uzatılmış ve cemaata da ağırlık verilmiş olursa, kerahetten +korunmuş olmaz. + 332- Bir vacibi yanılarak terk etmek, sehiv secdelerini gerektirir. Birinci oturuşu veya +vitirde Kunut'u veya bayram namazlarında ziyade tekbirleri yahut birinci ve ikinci +oturuşlarda Tahiyyat'ı okumayı terk etmek gibi. + Vitir namazında rüküdan sonra Kunut duasının unutulduğu hatırlanmış olsa, artık onu +okumak için geri kıyama dönülmez. Rükudan sonra okunması da gerekmez. Çünkü yeri +kaçırılmıştır. Rüku halinde hatırlandığı halde de okunması gerekmez. Sahih olan rivayet +böyledir. Bununla beraber okunsun veya okunmasın, her iki halde de sehiv secdeleri +gerekir. + Kunut tekbirini unutup yapmamak, bir görüşe göre sehiv secdesi gerektirir, bir görüşe + göre de gerektirmez. + 333- Bir vacibin yanılarak geciktirilmesi de sehiv secdesini gerektirir. Birinci veya +üçüncü rekattan sonra biraz oturulması, dördüncü rekattan sonra beşinci rekat için ayağa +kalkılması, sabah namazının ikinci rekatinden sonra üçüncü bir rekata ve akşam +namazının üçüncü rekatından sonra dördüncü bir rekata kalkılması gibi... + Birinci oturuşta (Kade'de) teşehhüd mikdarından fazla oturulup üçüncü rekata +kalkmanın geciktirilmesi de böyledir. + 334- Bir vacibin vasfını değiştirmek, sehiv secdesini gerektirir. İmamın aşikare +okuması gereken ayetleri gizlice okuması veya gizlice okunacak ayetleri aşikare okuması +gibi. Bu okuma mikdarı, namaz sahih olacak kadar okumaktır. Fatiha süresinin ilk +ayetlerini okumak bu kısımdandır. Bununla beraber kısa bir ayet okunması da İmamı +Azam'a göre bu hükümdendir. İki imama göre ise, bu hükümde değildir. + Aşikare okumanın en az derecesi, başkasının işiteceği mikdardır. Gizlice (hafiyyen) +okumanın en aşağı derecesi de, yalnız okuyanın işiteceği mikdardır. + 335- Gizli okunacak yerde, Fatihanın çoğu yanılarak aşikare okunsa, geri kalanı yine +gizlice okunur. Aksine olarak aşikare olarak okunacak bir namazda Fatiha'nın bir kısmı +gizli okunup ondan sonra aşikkare okunacağı hatırlansa, Fatiha yeni baştan aşikare +okunur. Böylece bir rekatta hem aşikare, hem de gizli okumak toplanmış olmaz. Fakat +diğer bir görüşe göre, Fatiha yeniden okunmaz, yalnız geri kalan kısım aşikare okunur. + 336- Tek başına namaz kılanın aşikare veya gizli okumasından dolayı, tercih edilen +görüşe göre, sehiv secdesi gerekmez. Ancak öğle namazı gibi gizli okunacak yerde +kasden aşikare okursa, günah işlemiş olur. + Tek başına namaz kılanın gündüzün kılacağı nafile namazlarda aşikare okuması +mekruhtur. + 337- İmam sabah namazında Fatiha suresini sehven gizlice okuyup sonra hatırlasa, +ekleyeceği süreyi aşikare okur, Fatiha'yı iade etmez. + 338- Cemaat halinde aşikare Kur'an okunacak bir namaza başlamış olan ve Fatiha'yı +gizli okumuş bulunan bir kimseye, başkası gelip uysa, o kimse imam olmayı arzu ederse +sureyi aşikare okur, arzu etmezse, aşikare okuması gerekmez. + 339- Farz bir namazda ikinci rekattan sonra oturulmayıp da üçüncü rekata yanılarak +kalkmaya yeltenenin durumuna bakılır: Eğer kalkışı oturmaya yakın ise, oturur, sehiv +secdesi gerekmez. Fakat doğrulması kıyama yakın ise, kalkar ve ondan sonra sehiv +secdelerini yapar. Çünkü bu durumda vacib olan birinci oturuş terk edilmiştir. + Bununla beraber bir rivayete göre de, namaz kılan henüz tam kıyama doğrulmamış +ise, kadeye (oturuşa) döner, vacibi terk elmez. İmam tam doğrulup kalktıktan sonra +kadeye dönerse, namazı bozulur. Çünkü bu takdirde farz olan kıyam bozulmuş ve +namazın sırası büsbütün değiştirilmiş olur. Diğer bir görüşe göre, bu durumda namazı +bozulmaz, kendisi günah işlemiş olur ve sehiv secdeleri gerekir. + 340- Sünnet namazlarda ikinci rekatın arkasında oturulup da Tahiyyat okunmadığı +üçüncü rekatta hatırlanırsa bakılır: Eğer bu üçüncü rekat daha secde ile bağlanmamış ise, +oturmaya dönülür, eğer secde ile bağlanmışsa, dönülmez. Diğer bir görüşe göre, secde ile +bağlansın veya bağlanmasın, artık oturmaya dönülmez. Her iki durumda da sehiv +secdeleri yapmak gerekir. + 341- Dört rekatlı farzlarda ikinci oturuş yapılmaksızın beşinci rekata kalkılacak olsa, +henüz beşinci rekat için secde edilmedikçe oturuşa dönülür. Teşehhüdden sonra selam +verilip sehiv secdeleri yapılır. Çünkü farz olan son oturuş geciktirilmiştir. Bu geciktirme +ise, vacibi terk sayılır. Fakat beşinci rekat için secde yapılmış olursa, bu namaz nafileye +dönmüş olur. Artık buna bir rekat daha ilave edilir ve tam altı rekatlı bir nafile namaz +kılınmış olar. Sahih olan görüşe göre, bu durumda sehiv secdesi gerekmez. Bu mesele +İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre, beşinci rekatın +secdesinden baş kaldırılınca, namaz tamamen batıl olmuş olur. + 342- Dört rekatlı, bir farz namazın son oturuşunda selam vermeden yanılarak ayağa +kalkılsa, hemen oturuşa dönülüp selam verilir ve sehiv secdesi yapılır. Fakat beşinci rekat +için secdeye varılmış olunca, buna bir rekat daha ilave edilir. Bu durumda önceki dört +rekat ile farz tamamlanmış olur; Diğer iki rekat da nafile sayılır, İstihsan olarak da sehiv +secdeleri yapılır. + Akşam namazında ikinci oturuştan sonra bir dördüncü rekata, sabah namazında da + oturuştan sonra bir üçüncü rekata kalkılması da bu hükümdedir. Onun için bunlara +eklenen ikişer rekat da, nafile olmuş olur. Bu hareketler kasıdlı olarak yapılmadığı için +mekruh sayılmaz. Tercih edilen görüş budur. + 343- Dört veya üç rekatlı farz ve vitir namazlarında birinci oturuştan sonra yanılarak: +"Allahümme Salli ala Muhammedin ve ala ali Muhammed" denilmesi, İmamı Azam'dan bir +rivayete göre de, bu teşehhüdden sonra bir harf bile ziyade edilmesi sehiv secdelerini +gerektirir. Fakat son duruşlarda teşehhüdden sonra Kur'an okunması, dua edilmesi ise +sehiv secdelerini gerektirmez. Çünkü bu oturuş dua ve hamd yeridir. Kur'an ise hem +duayı hem de hamdi kendisinde toplar. + Namazda zikirlerin, duaların ve teşehhüdün (Tahiyyat'ın) aşikare okunması da sehiv +secdelerini gerektirmez. + 344- Farz namazların son üçüncü ve dördüncü rekatlarında kasden susarak Fatiha +veya diğer bir süre okunmaması bir hatadır; fakat sehiv secdelerini gerektirmez. +Yanılarak sükuti edilip Fatiha veya başka bir süre okunmaması sehiv secdelerini +gerektirir. İmam Ebû Yusuf'a göre, her iki halde de sehiv secdelerini yapmak gerekir. + 345- Namaz içinde bir rükün yerine getirilecek kadar düşünceye dalınsa başlangıç +(iftitah) tekbirini aldım mı, almadım mı diye o kadar düşünülse de sonra tekbir alındığı +hatırlansa, veya alınmamış olması sanılarak tekrar bir tekbir daha alınsa, sehiv secdesi +gerekir. + Yine: Üç rekat mı, dört rekat mı kıldığında şübhelenip durulsa, veya Fatiha okunduktan +sonra hangi surenin okunacağı üzerinde düşünülse, yine sehiv secdeleri gerekir. Çünkü +bu durumlarda vacib geciktirilmiş olur. + Bir rüknü veya bir vacibi yerine getirirken meydana gelecek bir dalgınlık ve bir +düşünce ise, sehiv secdelerini gerektirmez. Tam bir kalb huzuru ile namaz kılmak, öyle +herkese nasib olacak bir fazilet değildir. + 346- Bir kimse, kıldığı bir namazın rekatlarında şübhelense bakılır: Eğe bu şübhe +kendisine ömründe ilk kez olmuşsa, o namazı yeniden kılar. Fakat birkaç defa olmuşsa +araştırır ve kanaatine göre hüküm verir. Namazı yeniden kılması icab etmez. Araştırmada +kalbin şahidliği yeterlidir. + Örnek: Sabah namazını kılarken bir rekat mı kıldım, iki rekat mı? diye şübhelenip de +bir rekat kılmış olduğuna kalben hüküm verse, ihtiyaten buna bir rekat daha ilave eder. +Bu husustaki tereddütlerinden dolayı da sehiv secdeleri yapar. Aksine olarak iki rekat +kılmış olduğuna hüküm verdiği takdirde oturur. Teşehhüdden ve selamdan sonra sehiv +secdelerini yapar. Hiç birine karar veremediği takdirde de, az olanı esas alır, çünkü az +olanda kesinlik vardır. Bu durumda bir rekat daha kılar; ancak bu takdirde şübhelendiği +rekatin sonunda oturur. Ondan sonra kalkıp o bir rekatı kılar. Çünkü önce iki rekat kılmış +olması ihtimali vardır. Bu takdirde de namazın sonunda sehiv secdelerini yapar. + 347- Dört rekatlı bir namaza başlamış olan kimse, kıldığı rekatın birinci rekat mı, ikinci +rekat mı? olduğunda şübhe edip bir tarafı seçemezse, kendisini bir rekat kılmış sayar ve +her bir rekatın sonunda ihtiyat olarak bir kere teşehhüd mikdarı oturur; bu şekilde dört +defa kade yapılmış olur. Çünkü birinci sayılan rekatın ikinci ve üçüncü sayılan rekatın +dördüncü rekat olması ihtimali vardır. + 348- Bir kimse kıldığı rekatın ikinci rekat mı, üçüncü rekat mı? olduğundan +şübhelense, sahih olan görüşü göre, bu rekatın sonunda oturmaz. Bir tarafı tercih +edemezse, bunu ikinci rekat sayar. Geri kalan rekatları da tamamlar. Akşam namazı ile +vitir namazı bu hükmün dışındadır. Bu şübhelenme bu namazlardan birinde olsa, oturmak +gerekir. Çünkü şübhelenilen rekatın üçüncü rekat olması muhtemeldir. Bu halde +teşehhüdden sonra bir rekat daha ilave edilir. Çünkü şübhelenilen rekatın ikinci rekat +olması da mümkündür. Bunların sonunda da sehiv secdeleri yapılır. + 349- Dört rekatlı namazlarda, kılınan rekatın dördüncü rekat mı, beşinci rekat mı +olduğunda ve sabah namazında kılınan rekatın ikinci rekat mı, üçüncü rekat mı +olduğunda, akşam ile vitir namazlarında da kılınan rekatın üçüncü rekat mı, dördüncü +rekat mı, olduğunda şübheye düşülse, sonunda oturulur ve teşehhüdden sonra kalkılıp bir +rekat daha kılınır. Çünkü bu rekatların üçüncü, dördüncü veya beşinci rekat olması +muhtemeldir. O halde ilave edilen birer rekat ile fazla olan mikdar nafile olmuş olur. +Sonunda da sehiv secdeleri yapılır. Bu şübhe, kıyam veya rükü veya rükudan kıyama +geçiş halinde olduğuna göredir. + İlk secde yapıldıktan sonra şübhelenme olursa, ittifakla namaz batıl olur. Çünkü şübhe +edilen rekatın ziyade olup son oturuşun terk edilmiş bulunması muhtemeldir. İlk secde +halinde şübhe olursa, yalnız İmam Muhammed'e göre, namaz batıl olmaz. + 350- Namazda Fatiha'dan önce başka bir sure bir harf olarak dahi yanılarak okunsa, +iade edilerek önce Fatiha, sonra da o sure okunur. Namazın sonunda da sehiv secdeleri +yapılır. Bu sırada işinde yapılan noksan rüku halinde bile hatırlansa, kıyama dönülerek +iadesi gerekir. Böyle bir yanılma çok olmaz. Onun için bunun az mikdarı da bağışlanamaz. +Fakat bir namazda okunan bir surenin altında bulunan sure okunmak istenirken üstündeki +sure okunsa, bundan dolayı sehiv secdeleri gerekmez. + 351- Bir kimse namazda, Fatiha okuyup okumadığında şübhe etse, bakılır: Eğer henüz +başka sure okumamış ise, Fatiha'yı okur. Fakat başka sure okumuş ise, artık Fatiha'yı +okumaz. Çünkü surenin Fatiha'dan sonra okunması meydandadır. Bununla beraber +namaz kılanın bir görüşü varsa ona göre hareket eder. + 352- Bir kimse, ilk rekatlerde birer sure okuyup da Fatiha'yı okumamış bulunduğunu +secdeye vardıktan sonra hatırlarsa, son rekatlerde Fatiha'yı iade etmez. Çünkü son +rekatlarda zaten Fatiha okunacaktır. Bir rekatte iki Fatiha okunması ise meşru değildir. +Yalnız Hasan İbni Zeyyad'a göre, son rekatlarda Fatiha kaza edilir. + 353- Dört veya üç rekatlı farz namazların ilk iki rekatinde Fatiha'dan sonra birer sure +veya bir mikdar ayet eklenmemiş olsa, bu sure veya ayetler üçüncü ve dördüncü +rekatlarda Fatiha'dan sonra ilave edilirse bu namaz cemaatle kılınan bir akşam veya yatsı +namazı ise, üçüncü ve dördüncü rekatlarda hem Fatiha, hem de ilave edilecek sure +aşikare olarak okunur. Çünkü bir kıyamda olan kıraat birdir; bunun bir kısmı gizli olarak, +bir kısmı da aşikare olarak okunamaz. Yalnız surenin aşikare okunacağını söyleyenler de +vardır. İmam Ebû Yusuf'a göre, ikisi de gizlice okunur. Çünkü son rekatlarda gizlice +okumak sünnettir. İmam Ebû Yusuf'dan diğer bir rivayete göre de, artık son rekatlarda +bu süre okunmaz. Çünkü bunun yeri geçmiştir. Bununla beraber her halde de sehiv +secdeleri yapılır. + 354- İmamın yanılması, kendi hakkında asaleten ve cemaat hakkında da uymuş olma +bakımından sehiv secdelerini gerektirir. Fakat imama uyan cemaatten birinin yanılması ile +ne kendisine ne de imama sehiv secdesi yapmak gerekmez. + 355- Sehiv secdelerini yapmakta olan bir imama uymak sahihtir. Gerek sehiv +secdelerinin herhangi birinde ve gerek teşehhüdünde olsun eşittir. Sehiv secdelerinin +ikincisinde imama uyan kimseye birinci secdeyi ve teşehhüdünde uyana her iki secdeyi +kaza etmek gerekmez. + 356- Mesbuk, imamla beraber sehiv secdelerini yapar, imamın yanılması, mesbukun +imama uymasından önce de olsa hüküm aynıdır. Çünkü mesbuk imama bağlıdır. + İmam teşehhüdde iken daha selam vermeden önce mesbuk kalkarak kıraat veya +rüküda bulunduktan sonra, imam selam verip sehiv secdelerine varacak olsa, mesbuk da +hemen bu secdelere uyar ve evvelce yaptığı kıraatla rüküu aradan çıkar, bunları +sonradan kalkıp tekrar yerine getirir. Bununla beraber mesbuk bu secdelerde imama +uymasa namazı bozulmaz. Namazı bitirince bu sehiv secdelerini kendi başına yapar. + Yine mesbuk secdeye vardıktan sonra, imam sehiv secdelerini yapacak olsa, imamına +uymaz, namazını bitirir ve sonra sehiv secdelerini yapar. Eğer bu durumda imama uyacak +olursa, namazı bozulur. + 357- İmam selam verdikten sonra, noksan kalan rekatlarını tamamlamak için ayağa +kalkan bir mesbuk, bu rekatlarda yanılmış olursa, sehiv secdelerini yapması gerekir. +Önceden imamla beraber sehiv secdeleri yapmış olsa bile bu hüküm değişmez. Çünkü +mesbuk, noksan kalan rekatları tamamlarken tek başına namaz kılan gibidir. + 358- Mesbuk imamla beraber yanılarak selam verse ona sehiv secdeleri yapmak +gerekmez. Fakat imamın selamından sonra selam verecek olsa, sehiv secdesini gerektirir. +Çünkü birinci halde henüz muktedi, ikinci halde ise, münferid (yalnız başına namaz kılan) +olmuştur. Muktediye, kendi yanılmasından dolayı sehiv secdesi lazım gelmez. + 359- Bir namazda yanılmaların birkaç tane olması ile sehiv secdelerinin o kadar +yapılması gerekmez. Bir defa bunlar için sehiv secdelerini yapmak yeterlidir. Onun için bir +kimse, bir namaz içinde iki ve üç defa yanılsa, bunlar için namazın sonunda yalnız bir +defa sehiv secdelerini yapmak kafidir. Sehiv secdelerindeki bir yanılma da başka sehiv +secdelerini gerektirmez. + 360- Sehiv secdeleri kasden veya yanılarak terk edilse, namaza aykırı bir hal +olmadıkça, yine bunlar yapılır. Fakat teşehhüdden sonra gülmek, konuşmak gibi, namaza +aykırı bir durum meydana gelirse veya kerahet vakti girerse, sehiv secdeleri düşer. +Sabah namazında selamın arkasından güneşin doğması veya ikindi namazında yine +selamdan sonra güneşin (sarararak kamaştırıcılığının) değişmesi gibi... + 361- Bir imam, sehiv secdesini terk edecek olsa, cemaat da terk eder. Cuma ve +bayram namazlarında da, fazla kalabalıktan dolayı bir karışıklığa meydan vermemek için +bu sehiv secdeleri terk edilir. + 362- Sehiv secdesindeki iki secde ile Tahiyyat ve selam vacibdir. Tahiyyattan sonra +Salavat ve dua okunması, bu secdelerdeki tekbirler, secde halindeki tesbihler ve iki secde +arasındaki oturuş sünnettir. + 363- Bir kimse, namazını tam olarak kıldığını kesinlikle bildiği halde, sözüne inanılır bir +adam ona eksik kıldığını haber verse, bunun sözünü kabul etmez. Fakat iki güvenilir +adamın haber vermesine uyulur. Çünkü böyle bir haber, (iki kişinin şehadeti ile doğruluğu +gerçekleşen) bir haldir. Böyle bir haber çok yerlerde geçerli ve bağlayıcıdır. İmam ve +cemaat ihtilaf ettikleri takdirde, imamın bilgisi varsa, cemaatın sözü ile hareket etmez, +kesinliği yoksa cemaatın sözünü kabul eder. + + + + +Tilavet Secdesi ile ilgili Meseleler + + 364- Kur'an-ı Kerim'in surelerinde ondört secde ayeti vardır ki, bunlardan birini okuyan +veya işiten her mükellef için bir secde gerekir. Şöyle ki: + Tilavet secdesi niyeti ile, eller kaldırılmaksızın "Allahü Ekber" denilerek secdeye varılır. +Üç kere "Sübhane Rabbiye'l-ala" veya bir kere: "Sübhane Rabbena in kâne vadü Rabbina +lemef'ulâ" denilir. Ondan sonra "Allahü Ekber" denilerek kalkılır. + 365- Tilavet secdesinin rüknü, yüce Allah'a saygı ve tevazu gösterip secdeden +kaçınanlara aykırı davranmak için alnı yere koymaktır. Fakat namaz için rükû ve hasta +olan için ima da aynı maksadı yerine getirdiğinden tilavet secdesi yerine geçer. Bunlar +aşağıda açıklanacaktır. + 366- Tilavet secdesine ayaktan yere inilmesi ve bu secdeden baş kaldırırken ayağa +kadar kalkılması ve böyle kalkarken: "Gufraneke Rabbena ve ileyke'l-masîr" denilmesi +müstahabdır. Bu secdeye gidilirken veya bundan kalkılırken alınan tekbirlerde +müstahabdır. Asıl secde ise, vacibdir. + (Üç İmama göre, Tilavet Secdesi sünnettir.) + 367- Tilavet secdesini yapacak kimsenin abdestsizlikten ve pisliklerden temiz, avret +yerlerinin örtülü ve kıbleye yönelik bulunması şarttır. + 368- Tilavet secdesi, secde ayetini okuyan bir mükellef için vacib olduğu gibi, bunu +dinleyen bir mükellef için de vacibdir. İster dinlemeyi kasdetmiş olsun, ister olmasın, bu +secdeyi yapar ve bu secdeyi yapmakla sevaba erer. Yapmayan da vacibi terk ettiğinden +günaha girer. + 369- Mümeyyiz bir çocuğun (henüz büluğ çağına ermeyen yetişkin bir çocuğun), +cünübün, hayız veya nifas halinde olan kadının, bir sarhoşun veya müslüman olmayan +birinin okuyacağı bir secde ayetini işiten her mükellefe de tilavet secdesi vacib olur. +Çünkü bunların bu okuyuşları, sahih bir okuyuştur. Müslüman olan bir cünüb veya sarhoş +da, okuyacağı veya işiteceği bir secde ayetinden dolayı secde ile mükellef olur. Bunlar +temizlendiği ve akılları başlarına geldiği zaman bu secdeyi yapmaları gerekir. Fakat hayız +ve nifas halinde bulunan bir kadının ne okuyacağı, ne de işiteceği bir secde ayetinden +dolayı ona tilavet secdesi gerekmez. Çünkü bunlar bu halde namaz ile mükellef +değillerdir. + 370- Uyuyanın ve deli olanın okuyacakları secde ayetindcn dolayı işitenlere, sahih olan +görüşe göre tilavet secdesi gerekmez. Kendileri de bu secde ile mükellef olmazlar. Çünkü +bunların okumaları ve işitmeleri bir niyete ve tayine bağlı değildir. Fakat sahih kabul + edilen diğer bir görüşe göre, uyku halinde secde ayetini okuyana, sonradan secde ayeti +okuduğu haber verilince, ona tilavet secdesi vacib olur. İhtiyat olan da budur. + 371- Öğretilen kuşlardan veya ses yansımasından veya sesleri ileten fonograf ve teyp +gibi cihazlardan işitilen bir secde ayetinden dolayı tilavet secdesi vacib olmaz. Fakat sahih +görülen diğer bir görüşe göre, kuşlardan işitilen secde ayetinden dolayı tilavet secdesi +gerekir. Çünkü işitilen Allah kelamıdır. İhtiyata uygun olan da budur. + Radyoya, gelince, bu sesi yansıtmaktan ziyade nakil sayılmaktadır. Kasde bağlı olarak +okunan şeylerin hemen aynını nakletmektedir. Bundan işitilen sesler, ses yansıması gibi, +sade bir benzeyişten ibaret değildir. Bunun için radyo aracılığı ile işitilen bir secde +ayetinden dolayı secde edilmesi vacib olsa gerektir. Vacib olmasa bile, secde edilmesinde +bir sakınca olmadığından her halde secde edilmesi ihtiyata uygundur ve Kur'an-ı Kerime +bir saygı ve hürmeti gösterir. + (Şafiîlere göre, tilavetin meşru ve kasde bağlı olması şarttır. Bunun için cünübün +okumasından dolayı veya rükû halinde Kur'an okumak meşru olmadığı için burada Tilavet +secdesini gerektiren ayeti okumakla ne okuyana, ne de dinleyene tilavet secdesi sünnet +olmaz. Yine yanılarak meydana gelen veya öğretilmiş kuşlardan veya bir aletten işitilen +bir tilavetten dolayı da, niyete bağlı olmadığı için, secde edilmesi sünnet değildir.) + 372- Tilavet secdesi ayetinin hecelenerek okunması ile veya yalnız yazılması ile veya +telaffuz edilmeksizin yalnız yazısına bakmakla tilavet secdesi gerekmez. Çünkü bu +hallerde okuyuş yoktur. + 373- Bir secde ayetinin secdeyi gösteren ile, bunun evvelinden veya sonundan bir +kelime daha eklenip beraberce okunsa veya dinlenmiş olsa, sahih olan görüşe göre secde +gerekir. Diğer bir görüşe göre, secde ayetinin çoğu okunmadıkça secde vacib olmaz. + 374- Secde ayetini işitmeyen bir mükellefe tilavet secdesi vacib olmaz. Ayet, +bulunduğu mecliste okunmuş olsa bile hüküm aynıdır. + 375- Bir secde ayeti olduğu gibi Arabça okunursa, her işiten mükellefe bunun secde +ayeti olduğu bildirilince, secde etmesi ittifakla vacibdir. Fakat bir secde ayetinin Farsça +olan tercümesi okunacak olsa, bunu işittiği halde anlamayan kimseye sadece bildirmekle +tilavet secdesi vacib olmaz. Bu hüküm iki İmama göredir. İmamı Azam'a, göre, bunun bir +secde ayeti tercümesi olduğu haber verilirse, tilavet secdesi vacib olur. İmamı Azam'ın bu +meselede iki İmamın görüşüne döndüğü rivayet ediliyor. İtimat da bunun üzerinedir. +Fakat bu secde ayetinin tercümesini okuyana secde etmesi ittifakla ihtiyat yönünden +vacib olur. Bunu anlasın, anlamasın fark etmez. + 376- Bir secde ayeti gerçekten veya hüküm bakımından bir sayılan bir mecliste +tekrarlanarak okunsa, bir defa secde edilmesi yetişir. Fakat başka başka secde ayetleri +okunursa veya meclis hakikaten veya hükmen değişirse, her okunan ayet için başka bir +secde gerekir. + Bir mescid gibi muayyen bir yerde iki defa okunan bir secde ayetinin meclisi gerçekten +bir bulunmuş olur. Gelenek bakımından bir mekan sayılan yerlerin cüzleri arasında +beraberlik de hüküm bakımından bir birliktir. Meclisin gerçekte değişmesi de, bir odadan +diğer bir odaya geçmiş olmak, gibidir. Hüküm bakımından değişiklik ise, mescid veya bir +oda gibi bir yerde secde ayeti okunduktan sonra orada başka bir işe başlamakla meydana +gelir. Secde ayeti okunduktan sonra, üç kelime kadar konuşulması veya üç adım kadar +yürünülmesi veya bir şeyden üç lokma yenilmesi veya bir sudan üç yudum içilmesi gibi... + Meclisin değişikliği, okuyucuya göre, kendisinin meclisi değiştirmesiyle, dinleyiciye +göre de, onun meclisi değiştirmesiyle meydana gelir. Doğru olan budur. Bunun için bir +meclis, bir şahsa göre bir sayıldığı halde, diğer bir şahsa göre değişmiş olabilir. + 377- Tilavet secdesi hususunda gemi, bir oda gibidir. Yürümekte olan araba veya bir +hayvan üzerinde bulunuluyorsa, meclis daima değişmiş sayılır. Bunun için araba veya +hayvan üzerinde namaz halinde olmaksızın tekrarlanacak bir secde ayetinden dolayı +tekrar sayısınca tilavet secdesi vacib olur. + 378- Tilavet secdesi yapmak için, okuyanın öne geçirilmesi, dinleyenlerinde onun +arkasında saf tutmaları ve ondan önce secdeye varmayıp secdeden de kalkmamaları +müstahabdır. Buna aykırı olarak bulundukları yerlerde secdeye varmaları ve secdeden +daha önce kalkmaları da mekruh değildir. Çünkü bunların hepsi tek başına secde etmekle +sorumludur. + 379- Tilavet secdesi için niyet etmek şarttır; fakat tayin şart değildir. Bu bakımdan + birkaç secde ayetini okumuş veya dinlemiş olan bir kimse, bunların sayısınca tilavet +secdesi niyeti ile secde eder, fakat hangi secdenin hangi secde ayetine ait olduğunu +belirlemez. Bu tilavet secdesine namaz içinde yalnız kalb ile niyet edilir. Namaz dışında +ise dil ile de niyet edilmesi sünnettir. + 380- Vacib olan tilavet secdesini hemen yerine getirmek zorunluğu yoktur. Secde ayeti +okunur okunmaz hemen secde edilmesi gerekmez. Bu secde uzun bir zaman sonra da +yapılabilir. Yine eda olur, kaza sayılmaz. Kabul edilen hüküm budur. Bununla beraber, bir +zaruret olmadıkça geciktirilmesi tenzihen mekruhtur. Namaz içinde ise, hemen yapılması +vacibtir; çünkü bu, artık namazdan bir cüz olmuştur. Namaz dışında kaza edilemez. +Bunu, secde ayeti okunduktan sonra üç ayetten sonraya bırakmamak gerekir. Bu mesele, +aşağıdaki meselelerden açıklığa kavuşacaktır. İmam Ebû Yusuf'a göre, tilavet secdesi +namazın dışında da hemen yapılması vacibdir. + 381- Secde ayeti okununca, hemen secde edilmesi mümkün olmadığı zaman okuyan +ve dinleyenlerin: "Semi'nâ ve eta'nâ ğufraneke Rabbena ve ileyke'l-masîr" +demeleri müstahabdır. + 382- Namazda kıyam halinde secde ayeti okununca, bakılır: Eğer bundan sonra üç +ayetten çok okunmazsa, yapılacak rükû veya secde ile bu tilavet secdesi de yerine +getirilmiş olur. Gerek buna niyet edilmiş olsun ve gerek olmasın. Fakat tercih edilen +görüşe göre, rükû ile olabilmesi için tilavet secdesine niyet etmek lazımdır. Fakat üç +ayetten çok okunacaksa, bu secde ayetinden dolayı hemen sadece onun için rükû veya +secde edilmesi gerekir. Secde yapılması daha faziletlidir. Namazın rükû ve secdesi ile bu +secde yapılmış olmaz. Yalnız üç ayet okunacağı zaman ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe +göre, bu secdenin hemen yapılma hükmü kalkmaz, namazın rükû ve secdesi ile bu tilavet +secdesi yapılmış olur. + 383- Secde ayetini namaz içinde okuyan kimse, dilerse okuyacağı ayetlerin sayısına +bakmaksızın hemen "Allahü Ekber" diye tilavet secdesine varır. Tilavet secdesi niyeti ile +yalnız rükûa varması da yeterlidir. Ondan sonra tekrar ayağa kalkar ve birkaç ayet daha +okur. Ondan sonra namazın rükû ve secdelerini yapar, namazına devam eder. Eğer bir +sureyi bitirmiş ise, diğer bir sureden birkaç ayet okur; çünkü tilavet secdesinden kalkar +kalkmaz böyle birkaç ayet okumadan namazın rükû ve secdesine gidilmesi mekruhtur. + Namazın dışında ise, yalnız rükûda bulunarak tilavet secdesi yapılmış olmaz. Çünkü +tilavet secdesi bir tazim ifadesidir, bir emri yerine getirmenin alametidir. Bunlar, namaz +içinde rükû ile yerine getirilmiş olursa da, namaz dışında rükû ile yapılmış olamazlar. + 384- Cemaatle namaz kılındığı zaman, imam olan zat, yukardaki meselede açıklandığı +gibi, öyle rükû ile tilavet secdesine niyet etmemelidir. Çünkü cemaat bunun farkına +varamayacaklarından, böyle bir niyette bulunmamış olurlar. Bu takdirde de tilavet secdesi +onlardan düşmez. Bu durumda imamın selamından sonra cemaatın tilavet secdesi +yaparak ondan sonra tekrar teşehhüdde bulunmaları gerekir ki, bunu da herkes +yapamaz. + 385- Secde ayeti bir namazda tekrarlansa, sahih olan görüşe göre, yalnız bir tilavet +secdesi gerekir. Bu tekrarlanma ister bir rekatta ve ister başka başka rekatlarda olsun +fark etmez. Çünkü meclis birdir. + Bu mesele İmam Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed'e göre, başka başka +rekatlarda tekrarlansa, tilavet secdesi de tekrarlanır, meclis değişmiş sayılır. + 386- İmam secde ayetini okuyup secdeye varmakla cemaat, imamın rükû ve secdeye +vardığını sanarak rükû ve secdeye varsalar, bununla namazları bozulmaz; fakat bir secde +daha yapsalar bozulur. + 387- İmamın cuma ve bayram namazlarında ve emsali cemaatın kalabalık olduğu +namazlarda ve gizlice kıraat yapılacak namazlarda secde ayetinin okunması mekruhtur. +Çünkü cemaatın şaşırmasına sebebiyet verilebilir. Ancak secde ayeti okunan surenin +sonuna raslamış olursa kerahet olmaz. O zaman namazın secdeleri ile tilavet secdesi eda +edilmiş ve engel kalkmış olur. Bu durumda imama uygun düşen, bu namazın rükû ile +tilavet secdesine niyet etmemektir.Ta ki, bu vecibe namazın secdeleri ile bütün cemaat +tarafından da yerine getirilmiş olsun. + 388- Mesbuk ayağa kalktıktan sonra imam tilavet secdesini hatırlayarak yapacak olsa, +bakılır: Eğer mesbuk henüz secdeye varmamış ise, tilavet secdesi için imama uyar, +secdeye varır. Ondan sonra ayağa kalkarak kalan namazını tamamlar. Eğer imama + uymazsa, namazı bozulur. Fakat secdeye varmış ise, artık imama uymaz. Eğer uyarsa, +namazı bozulur. + 389- Misafire uyan bir mukîm, misafirin yapacağı tilavet secdesine iştirak eder. Sonra +kalkıp namazını tamamlar. Eğer kendi başına kılacağı rekatlarda da bir secde ayeti +okuyacak olursa, bundan dolayı da ayrıca secde etmesi gerekir. + 390- Bir kimse namaz kılarken rükû, secde veya kade (oturuş) halinde veya imama +uymuş olduğu halde onun arkasında secde ayetini okusa, ne kendisine, ne imama ve ne +de bu imama uyan diğer cemaata tilavet secdesi vacib olmaz. Çünkü namaz kılanlar, bu +halde Kur'an okumaktan menedilmişlerdir. Bunların okuyuşu hükümsüzdür. Fakat bu +okuyuşu dışardan duyanlara tilavet secdesi gerekir. Bunlar gerek başka bir namazda tek +başına veya topluca bulunmuş olsunlar ve gerek olmasınlar. Çünkü bunlar o yasaklılık ve +engel dışında kalmış olurlar. + 391- Namaz içinde okunan secde ayetinden dolayı, namazı bitirdikten sonra secde +edilemez. Çünkü bu secde, yukarıda da işaret olunduğu üzere namazın bir cüz'ü +olmuştur, artık ondan ayrılamaz. Fakat namazda bulunan kimse, namazda bulunmayan +bir kimsenin okuduğu secde ayetini işitecek olsa, namazını kıldıktan sonra secde eder. +Daha namazda iken secde etmesi yeterli olmaz. Bununla beraber secde etse, bununla +namazı bozulmaz. + Nitekim namazda okunan bir secde ayetini, dışardan işiten bir mükellef için de, namaz +dışında secde etmek gerekir. Şu kadar var ki, bu mükellef, o secde ayetini okuyan kişiye +uyar, onunla beraber bu secdeyi yaparsa, bu görevi yapmış olur. Eğer o secde yapıldıktan +sonra, o rekatta uyarsa bu secdeyi o imamla beraber hükmen yapmış sayılır. Artık ne +namazın içinde, ne de dışında tilavet secdesi yapması gerekmez. + 392- Hasta iken veya bir arabaya veya bir hayvana binmiş iken secde ayetini okuyan +veya dinleyen bir mükellefin işaret sureti (ima) ile tilavet secdesi yapması caizdir. Fakat +bir mükellefin binici olmadığı halde, okuduğu veya dinlediği bir secde ayetinden dolayı bir +özrü bulunmadıkça, binici olduğu halde işaret (ima) ile secde etmesi caiz olmaz. + 393- Secde ayetini, hazır olanlar secde için hazırlıklı iseler aşikare olarak, hazırlıklı +değillerse gizli okumak müstahabdır. Bunda cemaata karşı bir şefkat vardır. + 394- Bir süre okunup da, içindeki secde ayetinin bırakılması mekruhtur. Çünkü bu, +secdeden bir nevi kaçırmak demektir. Yalnız secde ayetinin okunup da suredeki diğer +ayetlerin okunmamasında ise, kerahet yoktur. Fakat müstahab olan, fazilet ve tercih +kuruntusunu kaldırmak için, secde ayeti ile beraber bir veya birkaç ayetin de +okunmasıdır. + 395- On dört secde ayetini bir mecliste okuyup her biri için okudukça ayrı bir secde +yapan ve hepsini okuduktan sonra umumuna birden ondört secdede bulunan zatın dünya +ve ahiret işlerinde kendisine üzüntü ve keder verecek hususta, Yüce Allah'ın onu +koruyacağı rivayet olunmuştur. + 396- Namazı bozan şeyler, tilavet secdesini de bozar. Daha tilavet secdesinden +kalkmadan meydana gelen abdestsizlik ve konuşma veya kahkaha ile gülme gibi... Ancak +bu secdedeki kahkaha ile abdest bozulmuş olmaz ve kadınların da erkeklerle aynı hizada +bulunmaları bu secdeyi bozmaz. + + + + +Şükür Secdesi + + 397- Şükür secdesi, bir nimetin kazanılmasından veya bir felâket ve musibetin +kalkmasından ve bunların benzeri işlerden dolayı kıbleye yönelerek tekbir alıp secdeye +varmak, hamd ile tesbihde bulunup şükrettikten sonra, yine tekbir ile secdeden +kalkmaktır. Bu da tilâvet secdesi gibidir. Şükür secdesi müstahabdır. Peygamber +Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ashabın ileri gelenlerinden çokları şükür secdesi +yapmışlardır. Peygamber Efendimiz, Ebu Cehil'in başını kesilmiş görünce, beş defa şükür +secdesine varmışlardı. + 398- Bir nimetin yüz göstermesi ve bir musibetin kalkması gibi bir sebeb olmaksızın +yapılacak şükür secdeleri ne bir sünnettir, ne de mekruhtur. Fakat namaz bittikten sonra +bu şekilde secde yapılması mekruhtur. Çünkü bunu da, namazın vaciblerinden veya +sünnetlerinden sanacak kimseler bulunabilir. Böyle bir inanca sebebiyet verecek her +mubah şey kerahetten uzak kalmaz. + + + + +Korku Namazına Ait Bilgi + + 399- Korku namazı, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre, bugün de caizdir. İmam +Ebû Yusuf'a göre, bu namaz Peygamber Efendimizin devrine ait idi. + Korku namazından maksad, düşman saldırısı, sel ve yangın felâketi veya büyük bir +canavar gibi tehlikeler karşısında bulunan İslâm cemaatının, kendilerini idare eden bir +idareciyi veya diğer muhterem bir zatı imam edinerek onun arkasında farz bir namazı +nöbetleşe kılmalarıdır. + Şöyle ki: Bu cemaattan bir kısmı düşman karşısında durur. Bir kısmı da gelip imama +uyar. İki rekâtlı bir namazın ilk rekâtını, üç veya dört rekâtlı bir namazın da ilk iki rekâtını +imamla beraber kılar. İkinci secdeden veya birinci oturuşta teşehhüdden sonra düşman +karşısına gider. Öteki kısım gelerek imama uyar ve onunla beraber geri kalan rekâtleri +kılar. Sonra tekrar düşman karşısına gider. İmam kendi başına selâm verir, namazdan +çıkar. Birinci kısım döner gelir, namazı kıraatsız olarak tamamlar, selâm verir ve düşmana +döner. Çünkü bu kısım lâhik olmuştur. Sonra ikinci kısım gelir ve namazını kıraatla +tamamlar. Sonra tekrar düşman karşısına döner. Bunlar da mesbuk olmuşlardır. Bununla +beraber her iki kısım da, bulundukları yerlerde namazlarını tamamlayabilirler. + 400- Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Zatü'r-Rika', Batn-ı Nahl, +Usfan ve Zikared olaylarında korku namazını kılmıştır. Sonra ashab-ı kiram da, +Mecûsilerle yaptıkları savaşlarda böyle korku namazı kılmışlardır. Bir cemaatın böyle +namaz kılması, faziletli bir imama uymak istemelerindeki aşırı istekleri sebebiyledir. Böyle +bir durum yoksa, bir kısım kimselerin başka imam arkasında güven halinde olduğu gibi +kılmaları daha faziletlidir. + 401- Korku namazının bozulmaması için, imama uyanların namaz arasında da savaş +yapmamaları, yer değiştirmemeleri, gidiş gelişlerde hayvana binmemeleri, daha doğrusu +namaza aykırı başka bir harekette bulunmamaları gerekir. Değilse imam ile kıldıkları +namaz bozulur, namazlarını yeniden kılmaları gerekir. + 402- Korkunç bir savaş ve benzeri hallerde bir İslâm topluluğunun korkulan çoğalır da, +binmiş oldukları hayvanlardan yere inemezlerse, herkes hayvan ürerinde gücü yettiği +tarafa yönelerek imâ (işaret) ile namazını kılar Bu da mümkün olmazsa, namazlarını +sonraya bırakırlar. Hendek savaşında birkaç vakit namaz bu şekilde kazaya bırakılmıştı. + + + + +Nafile Namazlar + + 403- Beş vakitte kılınan, namazların sünnetlerinden başka birtakım nafile namazlar +daha vardır ki, bunlara Tatavvu (Nafile) namazı denir. Bunlar müstahab ve mendub +namazlardır. Bunlar, Yüce Allah'a manevî yönden yakınlığa sebeb olurlar. Her birini +kendine has birtakım fazilet ve sevabları vardır. Nafile namazların başlıcaları şunlardır: + 1) Tahiyyetü'l-Mescid: Bu, bir müstahab namazdır. Şöyle ki: Bir mescide sadece +ziyaret için veya öğretmek ve öğrenmek gibi bir maksad için giren kimse, orada nafile +olarak iki rekât namaz kılar. Bir mescide bir günde birkaç defa bu şekilde girilse, bir + defasında böyle namaz kılınması yeterlidir. Bununla, Allah'a ibadet edilen bir yere +gereken saygı yerine getirilmiş olur. + Tahiyyetü'l-Mescid, bir mescid veya camiye girilince, daha oturmadan kılınmalıdır. +Faziletli olan budur. Oturulduktan sonra da kılınabilir. Bir mescide girip de, +meşguliyetinden veya vaktin keraheti gibi bir sebebden dolayı Tahiyyatü'l-Mescid +namazını kılamayacak olan bir müslümanın: "Sübhanellahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe +illallahu vallahu ekber" demesi de müstahab görülmüştür. + Bir mescide, herhangi bir namazı kılmak için veya farzı kılmak ve imama uymak niyeti +ile girmek de, Tahiyyetü'l-Mescid yerine geçer. + 2) Abdest veya gusülden sonra namaz: Şöyle ki: Abdest veya gusül alındıktan sonra +vakit varsa, daha yaşlık kuruyacak kadar bir zaman geçmeden iki rekât namaz kılınması +mendubdur. Bu, abdest veya gusül nimetine kavuşmanın bir şükür ifadesidir. Böyle bir +temizliğe kavuşmak için manen temiz bir inanca, maddeten de temiz bir suya sahib +olmak, hem de özürlerden beri bulunmak ve beden sağlığına kavuşmuş olmak lâzımdır. +Artık bu şartları toplayan bir insanın Yaratıcısına şükür için iki rekât namaz kılması pek +güzel olmaz mı? Bununla beraber abdest veya gusül arkasından herhangi bir farz veya +sünnet namazın kılınması ile de bu şükran görevi yapılmış olur. + 3) Duhâ (Kuşluk) Namazı: Şöyle ki: Güneş doğup bir mikdar yükseldikten sonra, istiva +zamanına kadar iki, dört, sekiz veya on iki rekât namaz kılınır ki, bu mendubdur. Bu, +Peygamber Efendimizin mübarek işi ile sabittir. Bunun sekiz rekât kılınması daha +faziletlidir. Bunun en iyi vakti, gündüzün dörtte biri geçtikten sonradır. + 4) Teheccüd Namazı: Yatsı namazından sonra daha uyumadan veya bir mikdar +uyuduktan sonra kılınacak nafile namaza Salât-ı Leyl (Gece Namazı) denir. Bunun sevabı +pek çoktur. Bir mikdar uyuduktan sonra kalkılıp kılınırsa, "Teheccüd" adını alır. +Peygamber Efendimiz teheccüd namazına devam ederlerdi. Bu gece namazı iki rekâttan +sekiz rekâta kadardır. Her iki rekâtta bir selâm verilmesi daha faziletlidir. + Bir hadîs-i şerîfde: "Her kim geceleyin uyanır, hanımını da uyandırır, iki rekât +namaz kılarlarsa, Yüce Allah'ı çok zikreden erkekler ile kadınlardan yazılırlar" +buyurulmuştur. + Yüce Allah'ı çok zikreden erkekler ile kadınlara, Yüce Allah'ın büyük bir mağfiret ve +büyük bir mükâfat hazırlamış olduğu şu âyet-i kerîme ile müjdelenmektedir: "Allah'ı çok +zikreden erkekler ve kadınlar için Allah büyük bir mağfiret ve mükâfat +hazırlamıştır." (Ahzab, 35) + Bir kimse adet haline getirdiği bir teheccüd namazını özür olmaksızın terk etmemelidir. +"Allah yanında amellerin en sevimlisi, az bile olsa, devamlı olanıdır." + 5) Regaib Gecesi Namazı: Şöyle ki: Receb ayının ilk cuma gecesine "Leyle-i Regaib" +denir. Bazı alimlerin açıklamasına göre, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve +sellem) bu gece pek çok ruhanî ahval ve ikrama kavuşmuş olmakla Yüce Allah'a şükür +için on iki rekât namaz kılmıştır. Peygamber Efendimizin bu Regaib gecesinde ana +rahmine düşmüş olduğuna dair olan bir rivayet, uygun görülmemektedir. Çünkü bu gece +ile Hazret-i Peygamberimizin doğumu arasındaki zaman, bu hesaba aykırı düşmektedir. +Ancak Hazret-i Amine'nin, Peygamber efendimize hamile kaldığını bu gece anlamış olması +düşünülebilir. Sebeb ne olursa olsun, bu gece pek mübarek bir gecedir. Zaten Regaib, +istenilen, değeri çok olan, bağış, ihsan, ikram ve nefis şeyler demektir ve "Rağibe" +kelimesinin çoğuludur. Bu geceyi ibadetle geçirmenin sevabı çok büyüktür. Fakat bu +gecede kılınacak namazın sünnet veya mendub olması hakkında kuvvetli bir delil +bulunmamaktadır. Bu gecede toplanıp cemaatla namaz kılınması bid'at sayılmaktadır. +Zaten teravihden başka hiç bir nafile namazın çağrışarak cemaatla kılınması sünnet +değildir, mekruh sayılır. Ancak bir yerde bulunan iki, üç kişinin bu gibi namazları +cemaatla kılmaları caiz görülmüştür. + 6) Mi'raç Gecesi Namazı: Receb ayının yirmi yedinci gecesine raslayan mübarek Mi'raç +Gecesinde on iki rekât nafile namaz kılınması iyi görülmüştür. Her rekâtında Fatiha ile +başka bir sûre okuyarak iki rekâtta bir selâm vermeli, sonra yüz defa "Sübhanallahi +velhamdü lillâhi ve lâ ilahe illallahu vallahu ekber" demeli. Bundan sonra, yüz defa +istiğfar ederek yüz defa da Salât ve Selâm okumalıdır. + Gündüzün de oruçlu bulunmalıdır. Bu durumda günahla ilgili olmaksızın yapılacak her +duanın kabulü, Allah'dan umulur. + 7) Berat Gecesi Namazı: Şaban ayının on beşine raslayan geceye Berat gecesi denir. +Pek mübarek bir gecedir. Berat gecesinde, yaratıkların bir sene içindeki rızıklarına, zengin +veya fakir, aziz veya zelil olacaklarına, diriltilip öldürüleceklerine ve ecellerine, hacılarla +ilgili işlerine dair Allah tarafından meleklere bilgi verileceği söylenmektedir. Bu bakımdan +berat gecesinde ibadet etmenin ve nafile namaz kılmanın çok sevabı vardır. Fakat bu +geceye ait sünnet bir namaz yoktur. Bu konudaki rivayetler sağlam değildir. + Berat gecesinde kılınacak namaza Salâtü'l-Hayr (Hayır Namazı) denilmiştir. Bu namaz +birçok rivayete göre yüz rekâttır. Her rekâtta Fatiha sûresinden sonra on defa İhlâs sûresi +okunur. + 8) Kadir Gecesi Namazı: Ramazan ayının yirmi yedinci gecesine rasladığı kuvvetle +tercih edilen gece Kadir Gecesidir, pek mübarek bir gecedir. + Kur'ân-ı Kerîm, bu geceden başlayarak Peygamber Efendimize inmiştir. Bu geceyi +ibadetle geçirmenin sevabı çoktur. Bu gecenin bir anı vardır ki, ona raslayan bir dua +muhakkak kabul olunur. Bu şerefli gecede, teravihden sonra bir müddet daha ibadette +bulunulması, nafile namaz kılınması, bu geceyi ibadetle geçirmek demektir. + Deniliyor ki, Kadir Gecesi namazının en azı iki rekât, ortası yüz rekât ve en çoğu da bin +rekâttır. Bu namaz iki rekât kılındığı takdirde her rekâtinde iki yüz âyet okunmalı, yüz +rekâta kadar kılındığı zaman her rekâtinde Fatiha sûresinden sonra "Kadir Sûresi" ile üç +defa da İhlâs sûresi okunup her iki rekâtta bir selâm verilmelidir. "Allahümme inneke +afüvvün tühibbu'l-afve fa'fü annî = Allah'ım! Sen affedicisin, bağışlamayı seversin; +beni affet", duası da tekrarlanmalıdır. + Bu namazın bu şekilde kılınacağına dair rivayetler pek kuvvetli değildir. Asıl maksad, +bu geceyi mümkün olduğu kadar ibadetle geçirmektir. Bu kutsal gecede elden geldiği +kadar, diğer nafile namazlar gibi namazlar kılınabilir. Bununla beraber ağır ve zor +davranışlardan kaçınılması daha faziletlidir. + 9) Yolculuk Namazı: Bir müslüman bir yola çıkacağı veya bir yoldan döndüğü zaman iki +rekât namaz kılmalıdır. Bu, mendubdur. Giderken evde, gelince mescidde kılmak daha +faziletlidir. Peygamber Efendimiz seferden kuşluk vaktinde dönerler ve Mescid-i Saadet'e +gidip iki rekât namaz kılarlardı. Bir müddet de orada otururlardı (sallallahu aleyhi ve +sellem). + 10) Tesbih Namazı: Bu namaz, her rekâtinde yetmiş beş defa "Sübhanallahi +velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber" diye tekbir alınan dört rekâtlı bir +namazdır. Allah rızası için nafile namaza niyet ederek "Allahü Ekber" diye namaza +başlanır. Sübhaneke'den sonra on beş kere "Sübhanallahi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe +illallahu vallahu ekber" okunur. Sonra Eûzü Besmele çekilerek Fatiha ile bir sûre daha +okunur. Arkasından tekrar on defa "Sübhanallahi..." tekbiri okunur. Sonra rükûa varılıp +rükû tesbihlerinden sonra yine on defa "Sübhanallahi..." okunarak rükûdan +(Semi'allahü limen hamideh, Rabbena ve lekelhamd denilerek) kalkılır. Bu kıyam halinde +de on defa "Sübhanallahi..." okunur. Ondan sonra secdeye varılıp secde tesbihleri +yapıldıktan sonra yine on defa "Sübhanallahi..." okunur. Secdeden tekbir ile kalkılır ve +celse halinde yine on defa "Sübhanallahi..." okunur. İkinci secdeye tekbir ile varılıp üç +defa yine secde tesbihleri yapıldıktan sonra on defa "Sübhanallahi..." okunur. Böylece +namaz tekbirlerinden fazla olarak alınan tekbirlerin toplamı "Yetmiş beş" olur. + Bu birinci rekâttan sonra ikinci rekâte kalkılır ve yine önce on beş defa +"Sübhanallahi..." okunur. Sonra birinci rekâtta yapıldığı şekilde kılınarak ka'de (son +oturuş) yapılır. Tahiyyat ile Salâvatlar okunur ve selâm verilir. Her iki rekâtta yapılan bu +tesbihlerin toplamı yüz elli olur. Bundan sonra selâm verilip aynı şekilde iki rekât daha +kılınır. Böylece dört rekâtta yapılan tesbihlerin sayısı üç yüz olur. + Bu tesbih namazında yanılma olsa, yapılacak sehiv secdelerinde bu tekbirler +getirilmez. + Tesbih namazının da sevabı çoktur. Bu namaz her vakit kılınabilir. Hiç olmazsa haftada +veya ayda veya ömürde bir defa olsun kılınmalıdır. + 11) Tevbe Namazı: Bir müslüman insanlık gereği bir günah işlerse, hemen bundan +pişman olup tevbe etmesi lâzım gelir. İşte böyle bir kimsenin işlediği günahdan tevbe için +güzelce abdest aldıktan sonra kırsal bir yere çıkıp iki rekât namaz kılması ve o günahdan +dolayı Allah'dan mağfiret dilemesi mendubdur. Böyle günah işleyip de sonra kalbinde +pişmanlık duygusu beliren kimse, bu günahı bir daha yapmamaya karar verip Yüce + Allah'dan bağışlanmasını dilerse, Allah'ın onu bağışlayacağına dair bir hadîs-i şerîf vardır. + 12) Hacet Namazı: Âhirete veya dünyaya ait bir dileği bulunan kimse, güzelce abdest +alır ve bir rivayete göre dört, diğer bir rivayete göre on iki rekât namazı yatsıdan sonra +kılar. Sonra Yüce Allah'a hamd eder, Peygamber Efendimize de salât ve selâmda bulunur. +Ondan sonra hacet duasını okuyup o işin olmasını Yüce Allah'dan diler. + Hacet namazının birinci rekâtında Fatiha sûresinden sonra üç defa Ayete'l-kürsî, diğer +üç rekâtinde de birer Fatiha ile birer İhlâs ve Muavvizeteyn sûreleri okunması hakkında +bir hadîs-i şerîf vardır. Hacet duası şudur: + * "Allahümmeinni es'elüke tevfika ehlilhüda ve a'male ehlil-yakîni ve münasahata ehlittevbeti ve azme +ehlissabrı ve cidde ehlilhaşyeti ve talebe ehlirrağbeti ve taabbüde ehlilvera'i ve irfane ehlil-ilmi hatta +ehafüke. Allahümme innî es'elüke mehafeten tahcüzünî an ma'sıyetike hatta a'mele bitaatike amelen +estahıkku bihi rizake ve hatta unasıhake bittevbeti havfen minke ve hatta uhlisa lekennasıhate hubben +leke ve hatta etevekkele aleyke fil-umuri hüsne zannin bike, Sübhaneke halikı'nnuri." + Anlamı: Allah'ım! Ben senden hidayet ehlinin başarısını, yakîn erbabının amellerini, tevbe edenlerin ihlâsını, +sabredenlerin azmini, haşyet sahiblerinin ciddiyetini, rağbet erbabının isteklerini, takva ehlinin iadet hallerini, ilim +sahiblerinin anlayışını dilerim. Böylece korkarak senden gereği üzere korkmuş olayım. + Allah'ım! Ben senden öyle bir korku isterim ki, beni sana isyan etmekten engellesin de, sana itaat ederek bir amel +işleyeyim, onunla senin rızanı kazanayım; böylece senden korkarak ihlasla tevbe edeyim, sana muhabbetle ibadeti ihlas +üzere yapayım ve sana güzel zan besleyerek bütün işlerde sana tevekkül edeyim. Ey nuru yaratan, sen bütün +noksanlıklardan münezzehsin!.. + 13) İstihare Namazı: İnsan kendi hakkında bir şeyin hayırlı olup olmadığına dair bir +işarete kavuşmak isterse, yatacağı zaman iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtta "Kâfirûn" +sûresini, ikinci rekâtta da "İhlâs" sûresini okur. Namaz sonunda da istihare duasını okur. +Sonra da abdestli olarak kıbleye yönelip yatar. Rüyada beyaz ve yeşil görülmesi hayra +işarettir. Siyah veya kırmızı görülmesi de şerre (kötüye) işarettir. Bu şekilde İstihare +namazının yedi gece yapılması ve kalbe ilk gelene bakılması da bir hadîs-i şerîfle +buyurulmuştur. + Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashabına istihareyi öğretirlerdi. +İstihare namazını kılmak mümkün olmayınca, yalnız duası ile yetinilir. Aslında meşru ve +hayırlı bir iş için yapılacak istihare, onun istenilen vakitte yapılıp yapılmaması yönünden +yapılır. Yoksa doğrudan doğruya o hayırlı iş için yapılmaz. Belli bir senede hac yapılıp +yapılmaması gibi... İstihare duası Peygamber Efendimizden şöyle rivayet edilmiştir: + ** "Allahümme, innî estehîruke bi'ilmike ve estakdiruke bikudretike ve es'elüke min fadlike'l-azîmi. +Feinneke takdiru ve lâ akdiru ve ta'lemu ve lâ a'lemu. Ve ente allâmu'l-ğuyûbi. Allahümme in künte ta'lemu +enne haze'l-emre hayrun li fi dînî ve meaşî ve akıbeti emrî ve a'cili emri ve âcilihi fakdirhu lî ve yessirhu lî +sümme barik fîhi. Ve in künte ta'lemu enne haze'l-emre şerrun lî fi dînî ve maişî ve akıbeti emri ve a'cili +emrî ve âcilihi fasrifhu anni vasrifnî anhu. Fakdir lîye'l-hayre haysü kâne. Sümme erdınî bihi." + Anlamı: Allah'ım! Sen bildiğin için, hakkımda hayırlı olanı senden isterim ve kudretin yettiği için de, ben senden güç +isterim. Senin büyük ihsanından hayır dilerim. Çünkü senin her şeye gücün yeter; ben ise güçsüzüm. Sen her şeyi +bilirsin; ben bilmem. Sen olacak şeyleri de bilensin. + Allah'ım! Eğer bu iş, benim dinim, dünya yaşayışım, akıbet olarak işim, dünya ve âhiretim hakkında hayırlı olduğunu +biliyorsan, bunu bana takdir et ve bana kolaylaştır. Sonra onda bana bereket ver. Eğer bu iş benim dinim, yaşayışım, +akıbet olarak işim, dünya ve âhiretim hakkında benim için kötülük olduğunu biliyorsan, bunu benden kaldır, beni de +ondan uzaklaştır. "Hayır nerede ise bana onu takdir ve nasib et. Sonra beni ona razı kıl..." + 14) Katil Namazı: Her nasılsa kısasla öldürülecek olan bir müslüman bu cezanın +uygulanmasından önce iki rekât nafile namaz kılarak tevbe istiğfar etmelidir, hayırlı +dualar yapmalıdır. Bu namaz onun Allah tarafından bağışlanmasına vesîle olabileceği +cihetle güzel görülmüştür. + 15) İstiska (Yağmur Duası) Namazı: Yağmurlar kesildiği zaman, müslümanlar yağmur +duasına çıkarlar, ikramı bol olan yaratıcımızdan yağmur yağdırmasını isterler. İmam +Azam'a göre "İstiska"dan maksad yalnız duadır, mağfiret dilemektir. Bunda cemaatle +namaz sünnet değildir; fakat caizdir. İnsanlar isterlerse ayrı ayrı namaz kılabilirler. İki +İmama göre ise, İstiska için en büyük idarecinin veya onun göstereceği kimsenin, cuma +namazı gibi aşikâre okuyuşla iki rekât namaz kıldırması mendubdur. Bu namazın +arkasından, bayramlarda olduğu gibi, hutbe okunur. Hatib minbere çıkmaz, yerde durur. +Kılıç, ok veya sopa gibi bir şeye dayanarak hutbelerini okur. + Üç gün arka arkaya İstiska duasına çıkılması güzeldir. Yağmurun inmesi gecikirse, eski +elbiseler giyilerek ve başlar öne eğilerek tevazu içinde yaya olarak sahraya çıkılır. +Önceden tevbeler yapılır, sadakalar verilir. Haksız yere alınmış şeyler varsa, sahiblerine +geri verilir. Müslümanlar için mağfiret istenir. + İmam Muhammed'e göre hatib, hutbe esnasında elbisesi dört köşeli ise bunun +aşağısını yukarıya, yukarısını da aşağıya çevirir. Değirmi ise sağını sol tarafa ve solunu da +sağ tarafa getirir. Giydiği kaba kaftan ise, içini dışarıya ve dışını da içeriye getirir ve bu + şekilde elbisesini giyer. Bu, sıkıntılı durumun değişmesi için bir hayır nişanı olarak yapılır. +Fakat cemaat elbiselerini böyle tersine giymez. + Müslümanlar yağmur duasına çıkarlarken çocuklarını, evcil hayvanlarla onların +yavrularını beraberlerinde götürürler. Çocukları ve yavruları bir müddet analarından +uzaklaştırırlar. Böylece üzüntülü bir hal içinde zayıflara ve ihtiyarlara dua ettirerek +kendileri de amîn derler. İşte üzüntü, tevazu, kalb yumuşaklığı ve büyük bir teslimiyet +içinde Yüce Allah'ın rahmet ve yardımı istenir. Daha sahraya çıkmadan yağmur yağmaya +başlarsa, buna bir şükür karşılığı olsun diye yine sahraya çıkarlar. Bunu yapmak +mendubdur. + Yağmurlar istenenden çok yağmaya başlayınca, bunun kesilmesi veya başka taraflara +dönmesi için dua edilmesinde bir sakınca yoktur. + Yağmur yağarken: "Allahümme sayyiben nafi'an = Allah'ım! Bunu yararlı yağmur +yap" denir, istenilenden fazla yağınca da: "Allahümme havaleyna ve lâ aleyna = +Allah'ım! Bunu zarar vermeyecek yerlere yağdır, bizim üzerimize yağdırma" diye dua +edilir. + Dua eden isterse ellerini yukarıya kaldırır, isterse iki işaret parmağı ile işaret eder. Her +zaman sonsuz rahmetine ve yardımına kavuşmakta bulunduğumuz ikram ve merhameti +bol olan Allah'ımızı hiç bir an unutmamak ve her vesile ile O'na muhtaç olduğumuzu +anlayarak Yüce varlığına yönelmek ve yalvarışta bulunmak, bizim için bir kulluk borcudur. + Bir düşünelim: Zaman zaman bulutlardan topraklarımıza yağan o yararlı yağmurlar +kesilse, bunun sonu olarak da ırmaklar ve dereler kurusa, su kanalları bomboş kalsa, +acaba bu suları bize kim getirebilecektir? + Kaynaklarından daima fışkırıp duran ve hayatımıza hizmet eden o tatlı ve berrak suları +Yüce Allah yerin dibine geçirse, acaba bunları kim bize getirebilecektir? + İşte "De ki: Bana bildiriniz bakalım. Eğer suyunuz bir sabah yerin dibine batıp +çekilse, size böyle akıp giden bu suyu (Allah'dan başka) kim getirebilecektir?" +(Mülk, 30) âyet-i kerîme de, dikkat ve düşüncemizi bu noktaya çekiyor. Artık insanlık için +habersiz kalmak ve Hak'dan yüz çevirip nankörlük etmek asla caiz olmaz. + Peygamber Efendimizin bize nakledilen yağmur duası şudur: + *** "Allahümme, eskına ğaysen muğîsen henîen merîen ğadekan mücellilen seyhan ammen tabakan. +Allahümme, eskine'l-ğayse ve lâ tec'alnaminelkanitîn. Allahümme, inne bilbilâdi ve'l-ibadi vel-hakkı minel- +levâi ve'd-danki ma lâ neş-kü illâ ileyke. Allahümme, enbit lena Ezzer'a edirre lena eddar'a ve eskına min, +berakâtissema'i ve enbit lena min berekâtı'l-arzı. Allahümme, inna nestağfiruke inneke künte ğaffaren +feersilissemae aleyna midrara." + Anlamı: "Bize yardım eden, içimize sinen, bol ve faydalı olup her tarafı kaplayan ve her tarafı sulayan genel bir +yağmur ihsan et. + Allah'ım! Bizi yağmurla sula, bizi ümitlerini kesmiş kimselerden etme. Allah'ım! İllerde, kullarda ve yaratıklarda öyle +bir güçlük ve darlık var ki, senden başkasına arzedemeyiz. Allah'ım! Bizim için ekinler bitir, hayvan memelerini sütle +doldur, bizi göğün bereketlerinden sula ve yeryüzünün bereketlerinden bize ürün bitir. Allah'ım! Biz senden mağfiret +dileriz. Şübhe yokki sen, çok bağışlayansın. Artık bize gökten bol bol yağmur yağdır." + 16) Küsûf (Güneş Tutulması) Namazı: Güneş tutulduğu zaman, cuma namazını kıldıran +imam, ezansız ve ikametsiz en az iki rekât namaz kıldırır. İmam Azam'a göre gizlice ve iki +imama göre de aşikâre olarak fazla mikdar kıraatta bulunur. Her rekâtında bir rükû ve iki +secde yapar. Namazdan sonra da güneş açılıncaya kadar kıbleye doğru ayakta veya +insanlara karşı oturarak dua eder. Cemaat da "amîn" der. Böyle bir imam bulunmazsa, +insanlar bu namazı kendi evlerinde tek başlarına kılarlar. Bunu büyük bir camide kılmak, +mescidlerde kılmaktan daha faziletlidir. Sahrada da kılınabilir. + Küsûf namazında İmam Azam'a, İmam Malik'e ve İmam Ahmed'e göre, hutbe +okunmaz. Çünkü Peygamber Efendimiz, güneş tutulması olayından dolayı namaz +kılınmasını, dua edilmesini, sadaka verilmesini öğütlemişlerdir. Hutbe okunmasını +emretmemişlerdir. İmam Şafiî ile İbni Hacer ve bazı alimlere göre, namazdan sonra +hutbe okunması müstahabdır. + 17) Husüf (Ay Tutulması) Namazı: Ay tutulduğu zaman, müslümanların kendi +evlerinde tek başına olarak güneş tutulması namazı gibi, gizli ve aşikâr okuyuşla iki veya +dört rekât namaz kılmaları güzel görülmüştür. Bu namazın camide cemaatla kılınması, +İmam Azam'a göre sünnet değildir; fakat caizdir. + (İmam Şafiî ile İmam Ahmed ve diğer bazı hadis alimleri de, bu namazın cemaatla +kılınması görüşündedirler. İmam Malik'e göre ise, cemaatla kılınamaz. İnsanların +geceleyin her taraftan toplanıp bunu cemaatla kılmaları güç bir iştir.) + Şiddetli rüzgâr, fazla karanlık, geceleyin fazla aydınlık, yer sarsıntıları ve taşkın + hastalıklar gibi korkunç olaylar karşısında da güneş ve ay tutulması namazları gibi bir +namaz kılınması güzel görülmüştür. + Bu gibi arızalar ve olaylar, hep Allahü Teâlâ'nın azamet ve kudretine, hikmetli işlerine +delâlet eden birer nişandır. "Biz o âyetleri (mucizeleri) ancak korkutmak için +göndeririz." (İsra, 59) âyet-i kerîmesinin beyanı üzere, bu gibi alâmetler insanları +korkutmak, onları günahlardan kurtarıp ibadet ve tevbeye yöneltmek için zaman zaman +meydana gelen kudret alâmetleridir. Bunları gören sağduyulu bir kimsenin ruhunda bir +korku ve bir heyecan belirir. Gözlerinin önünde Yüce Allah'ın celâl ve azameti canlanmaya +başlar. Artık o kimse, büyük yaratıcımızın bu âlemi ne kadar muntazam ve mükemmel bir +şekilde yaratmış olduğunu anlar. Daima o büyük yaratıcının korumasına muhtaç olduğunu +kavrar. Bu anlayışla, ezelden beri var olan yaratıcısına döner. O'na saygı için namaz kılar, +O'nun koruma ve yardımına kavuşmak için dua eder. Böylece gafletten uyanır. Anlayışlı +bir ruha sahib olmak için çalışmış olur. + Güneş ve ay'ın tutulmasının ne gibi muntazam kanunlar dairesinde meydana geldiği +bilinmektedir. Düşünen bir insan için, bu kanunları, böyle belirli ve mükemmel bir şekilde +meydana getiren Yüce Yaratıcıyı anlamak en yüksek bir görevdir. + Güneş ve ay tutulması ile, aydınlık nimeti karanlığa dönüyor. İki parlak kürenin +görüntüsünü yoğun bir gölge kaplıyor. Bu durum devam edecek olsa, hayatımızda kim +bilir ne acı değişiklikler meydana gelir. Halbuki her şeyi bilen, hikmet sahibi olan +âlemlerin yaratıcısının koyduğu tabiat kanunları buna engel oluyor. Bu korkunç üzüntü +verici durum az sonra kalkıyor. O iki kudret kaynağı, yine olanca parlaklığı ile aydınlık ve +nurlarını etrafa saçıp durmaya başlıyor. Artık bundan dolayı Kerim ve Rahim olan +yaratıcımıza binlerce, yüz binlerce şükretsek, yine kulluk görevimizi yerine getirmiş +olamayız. + Hiç kimsenin doğmasından veya ölmesinden dolayı ay ile güneşin tutulmayacağını +Peygamber Efendimiz beyan buyurmuşlardır. Şöyle ki: Peygamber Efendimizin muhterem +çocuğu İbrahim, bir buçuk yaşında iken hicretin onuncu yılında vefat etmişti. O'nun +ölümü gününde güneş tutulmuştu, insanlar bu masum yavrunun ölümünden dolayı +güneşin tutulduğunu sanmışlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: + "Güneş ile ay bir kimsenin ne ölümünden, ne de hayata kavuşmasından dolayı +asla tutulmazlar. Bunların tutulduğunu gördüğünüz zaman namaz kılın, Yüce +Allah'a dua edin." + Diğer bir hadîs-i şerîfde de: "Bunlar Yüce Allah'ın alâmetlerinden iki nişandır" +diye buyurulmuştur. + Peygamber Efendimizin mübarek ifadeleri daima böyle gerçekleri aydınlığa +kavuşturmuş, insanları yanlış düşüncelerden ve inançlardan engellemiştir. Her yönü ile +pak olan İslâm dini, akla ve hikmete uygun olmayan inanç ve davranışlardan büsbütün +beri bulunmuştur. Artık böyle yüksek bir Peygambere ve mukaddes dine kavuşmamızdan +dolayı ne kadar şükür secdelerine kapansak, yine az değil mi? + + + + +Mekruh Vakitler + + 404- Beş vakit vardır ki, onlara Mekruh Vakitler denir. + Birincisi: Güneşin doğmasından bir mızrak boyu (beş derece) ki, memleketimize göre +kırk ile elli dakika arasında bir zamanla yükselişine kadar olan zamandır. + İkincisi: Güneşin yükselip de tam tepeye geldiği zeval anının bulunduğu vakittir. + Üçüncüsü: Güneşin sararmasından ve gözleri kamaştırmaz bir hale gelmesinden +itibaren batışı zamanına kadar olan vakittir. + Dördüncüsü: Fecr-i Sadık'ın doğmasından güneşin doğacağı zamana kadar olan +vakittir. + Beşincisi: İkindi namazı kılındıktan sonra güneşin batmasına kadar olan vakittir. + 405- Evvelki üç kerahet vaktinde ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacib + olan namazlar, ne de önceden hazırlanmış bir cenaze namazı kılınabilir, ne de evvelce +okunmuş bir secde ayeti için tilavet secdesi yapılabilir. Bunlar yapılırsa, iadeleri gerekir. + Bu üç vakitte nafile namaz da kılınmaz. Ancak kılınacak olsa, kerahetle caiz olur ve +iadesi gerekmez. Çünkü bu kerahet, nafile namazların sağlıklı olmasına engel değildir. +Bununla beraber bu vakitlerden birine raslayan bir nafile namazı bozup kerahet vaktinden +sonra onu kaza etmek daha faziletlidir. + Bu üç vakit, ateşe tapanların ibadet zamanlarıdır. Onlara benzemekten kaçınmak, hak +dine saygının gereğidir. + Diğer iki kerahet vaktinde ise, yalnız nafile namaz kılmak mekruhtur. Farz ve vacib +namaz mekruh değildir. Cenaze namazı, tilavet secdesi de mekruh değildir. Bu iki +vakitten birinde başlanmış olan bir nafile namazı, kerahetten kurtulması için bozulmuş +olursa, sonradan onu kaza etmek gerekir. + 406- Güneşin batışı halinde, yalnız o günün ikindi namazı kılınabilir. Fakat diğer bir +günün kazaya kalmış olan ikindi namazı kılınamaz. Çünkü kamil bir vakitte vacib olan bir +ibadet, nakıs olan (keraheti bulunan) bir vakitte kaza edilemez. Kerahet vakti ise, +ibadetlerin noksanlığına sebebdir. + Güneşin doğuşuna raslayan herhangi bir namaz ise bozulmuş olur. Bunun için bir +kimse, daha ikindi namazını kılmakta iken güneş batsa, namazı bozulmaz. Fakat sabah +namazını kılmakta iken güneş doğsa, namazı bozulur. Çünkü birinci halde, yeni bir namaz +vakti girmiş olur. İkinci halde ise, namaz vakti çıkmış; fakat yeni bir namaz vakti +girmemiş olur. + 407- Tam zeval anına raslayan bir namaz farz veya vacib ise, bozulur. Eğer nafile ise, +mekruh olmuş olur. Yalnız İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, cuma günü zeval +vaktinde nafile namaz kılınması caizdir ve kerahati yoktur. Zeval vakti son bulup da +güneş batıya doğru yönelmeye başlayınca, artık ittifakla kerahet vakti çıkmış olur. Zeval +vakti için namaz vakitleri bölümüne bakılsın. + 408- Kerahet vaktinde okunan bir secde ayetinden dolayı, o vakitte secde yapılabilir. +Fakat bu secdeyi kerahet vaktinden sonraya bırakmak daha faziletlidir. Yine kerahet +vakitlerinden birinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı o vakitte kılınabilir. Öyle ki, +faziletli olan, bu namazı geciktirmeyip hemen kılmaktır. Çünkü cenazelerde acele etmek +mendubdur. + 409- Güneşin batışından sonra daha akşam namazını kılmadan nafile namazı kılmak +mekruhtur. Çünkü akşam namazı geciktirilmiş olur. Oysa ki, akşam namazında acele +etmekte fazilet vardır. + 410- Cuma günü imam hutbeye çıktıktan sonra veya ikamet getirildikten sonra nafile +bir namaza başlamak mekruhtur. + 411- İki bayram namazından önce ve bayram hutbeleri arasında ve bu hutbelerden +sonra bayram namazı kılınan yerde nafile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, güneş +tutulması, yağmur duası ve hac hutbeleri arasında da mekruhtur. Bu hutbeleri dinlemek +lazımdır. + 412- Mekruh olmayan bir vakitle başlanmış olan nafile bir namaz bozulmuş olsa, (bunu +kaza etmek vacib olduğundan) ikindi namazından sonra güneşin batışına kadar ve fecrin +doğuşundan sonra güneşin bir mızrak boyu yükselmesine kadar kaza edilemez, +mekruhtur. Bununla beraber kaza edilse sahih olur. Diğer kerahet vakitleri de böyledir. +Ancak başta sıralanan ilk üç kerahet vakti böyle değildir. Onların birinde kaza edilmesi +sahih olmaz. Yeniden kazası gerekir. + 413- Güneş doğduktan sonra görünüşüne göre bir veya iki mızrak boyu yükselmesi ile +kerahet vakti çıkmış olur. Artık istenilen nafile ve kaza namazları kılınabilir. Bu zamanı +belirlemek için başka kolay bir usul de vardır. Şöyle ki: +Çeneyi göğse dayayarak güneşe bakmalı; eğer güneş ufuktan yükselmiş olmasından +dolayı görünmezse, kerahet vakti çıkmış demektir. + + + + +Namazlarda Mekruh Olan ve Olmayan Okuyuşlar + 414- Namazlarda mütevatir (gerçek bir nakil ile sabit) yedi kıraattan (Kur'ân +okunuşundan) herhangi biri seçilebilir. Ancak tuhaf ve garib görülecek kıraatlar +seçilemez. Çünkü işin gerçeğini anlayamayacak bazı kimselerin günaha girmelerine +sebebiyet verilmiş olabilir. + Hanefi İmamları, Ebû Amr ile Hafs'ın Asım'dan olan kıraatlarını seçmişlerdir. + 415- Kur'ân-ı Kerîm'i namazda sırası üzere okumakta bir sakınca yoktur. Fakat mukim +(ikamet halinde) olan bir kimse için sünnet olan Mufassal denilen sûreleri okumaktır. +Şöyle ki: Kıraat mikdarında misafir (yolcu) için sünnet olan, Fatiha'dan sonra dilediği bir +sûreyi okumaktır. İmam olsun olmasın, mukîm için sünnet olan, sabah ve öğle +namazlarında Fatiha'dan sonra "Tıvâl-i Mufassal" denilen sûrelerden, ikindi ile yatsı +namazlarında "Evsat-ı Mufassal" denilen sûrelerden, akşam namazlarında da "Kısar-ı +Mufassal" denilen sûrelerden bir sûre okumaktır. + "Hücurat" sûresinden "Burüc" sûresinin sonuna kadar olan sûreler Tıval-ı +Mufassal'dır. "Tarık" sûresinden "Lem yekûn" sûresinin sonuna kadar olan sûreler +Evsat-ı Mufassal'dır. Bundan sonraki sûreler de, Kısarı Mufassal'dır. Bu sûrelere +"Mufassal" denilmesinin sebebi, bunların birbirlerinden arka arkaya Besmele ile ayrılmış +bulunmalarıdır. + 416- Namazların Fatiha sûresinden sonra, bir mikdar daha Kur'ân okunması gereken +rekâtlarında tam bir sûre okunması daha faziletlidir. Bununla beraber bir sûrenin bir kısmı +bir rekâtta, diğer kısmı da öteki rekâtta okunabilir, bunda kerahet yoktur. + 417- Namazın bir rekâtinde bir sûrenin sonunu, diğer rekâtinde de başka bir sûrenin +sonunu okumak, sahih olan görüşe göre mekruh değildir. + 418- Namazın bir rekâtinde bir sûrenin başından veya ortasından, diğer rekâtinde de +başka bir sûrenin başından veya sonundan okumakta veya kısa bir sûre okumakta +kerahet yoktur. Fakat iyisi, bir zaruret olmadıkça böyle okumamaktır. + 419- Namazın bir rekâtında bir sûre, diğer rekâtında da arada iki veya daha ziyade +bulunmak üzere aşağıya doğru başka bir sûre okunması mekruh değildir. Fakat arada bir +sûrenin bulunması mekruhtur. Ancak terk edilen bu sûre, önce okunan sûreden en az üç +âyet mikdarı uzun bulunuyorsa mekruh olmaz. + 420- Namazda bir sûrenin bir âyetinden arada en az iki âyet bulunmak üzere diğer +âyetine geçmek mekruh değildir. Fakat iyisi, bir zaruret olmadıkça geçmemektir. + 421- Bir rekâtta iki sûreyi toplayarak okumakda kerahet yoktur. Ancak arada bir veya +birkaç sûre bırakılmış olursa mekruh olur. Bununla beraber farz namazlarda böyle iki +sûrenin bir rekâtta toplanmaması daha iyidir. + 422- Zaruret olmadıkça, bir rekâtta bir âyetten diğer âyete geçmek mekruhtur. +Aralarında üç âyet dahi bulunsa böyledir. Eğer yanılarak böyle bir geçiş yapılmış olur da +sonra hatırlanırsa, bu âyetler sıraları üzere yeniden okunur. + 423- Namazda Kur'ân okunurken bir âyet yerine başka bir âyet okunsa bakılır: Eğer +tam bir duraklama ile durduktan sonra başka âyete başlanmışsa, namaz bozulmaz. + + َ‫سان‬ ْ ‫َو ْال َع‬ + َ ‫صر إن ْاْلن‬ denildikten sonra: َ ‫ان اْالَب َْر‬ + ‫ارلَفئ نَعئم‬ âyet-i kerîmesini +okumak gibi. + Fakat duraklama yapılmaksızın okunan âyete başka bir âyet bitiştirilmiş ise bakılır: +Eğer manâ değişmemişse, yine namaz bozulmaz. +‫َت لَ هه ْم َجناته ْالف ْردَ ْوس نهزَ الا‬ ْ ‫واو َعملهوالصال َحات َكان‬َ ‫ان الذينَ ا َ َمنه‬ + Yerine + ‫صال َحات فَلَ هه ْم َجزَ ا هء ْال هح ْسنَى‬ + َ ‫واو َعملهواال‬ + َ ‫ ان الذينَ ا َمنه‬okumak gibi. + Fakat manâ değişmişse, bütün fıkıh alimlerine göre namaz bozulur. Yukarıdaki âyet-i +kerîmeyi: +‫واو َعملهواالصال َحات هه ْم ش َُّر ْالبَ ّريَة‬ + َ ‫انالذينَ ا َ َمنه‬ +Şekilde okumak gibi. + 424- Bir namazda âyet-i kerîme tekrarlansa veya bir sûre bir rekâtta iki defa okunsa +veya bir sûre iki rekâtta da okunsa bakılır: Eğer yalnız başına kılınan bu namaz bir nafile +namaz ise mekruh olmaz. Fakat farz namaz ise, unutmak veya başka bir sûre bilmemek + gibi bir özü bulunmadıkça mekruh olur. + 425- Birinci rekâtta "Nas" sûresi okunsa, ikinci rekâtta da bu sûrenin okunması uygun +olur. Çünkü tekrar etmek, geriye dönüp okumaktan daha iyidir. Ancak hatim ile namaz +kılan bir kimse, birinci rekâtta "Muavvizeteyn" sûrelerini okumuş ise, ikinci rekâtta +Fatiha'dan sonra Bakara sûresinden bir mikdar okur. + 426- İkinci rekâtta, birinci rekâtta okunan sûrenin üstündeki sûreyi okumak +mekruhtur. Kasden yapılmazsa mekruh olmaz. Bununla beraber okunmaya başlanmış ise +terk edilmemelidir. Bunun nafile namazlarda mekruh olmayacağını söyleyenler de vardır. + 427- Namazda Sübhaneke'yi, Eûzü Besmele'yi ve Amîn lâfzını aşikâre okumak +mekruhtur. + 428- Ayakta okunan âyetleri rükû halinde bitirmek mekruhtur. Okunan âyetleri ve +sûreleri namaz içinde parmakla saymak da İmam Azam'a göre mekruhtur. İki imama +göre bunda bir sakınca yoktur. + 429- Nafile namazların birinci rekâtları ikinci rekâttan uzun tutmak mekruhtur. Ancak +Peygamber Efendimizden nakledilmiş bir hadîs varsa mekruh olmaz. Örnek: Bir rivayete +göre Peygamber Efendimiz vitir namazının berinci rekâtında "A'lâ" sûresini, ikinci +rekâtında "Kâfirûn" sûresini ve üçüncü rekâtında da "İhlâs" sûresini okumuşlardır. İmam +Muhammed'e göre, yalnız teravih namazlarında birinci rekâtlar, ikinci rekâtlardan daha +uzun olabilir. + 430- Farz namazlarla nafile namazlarda, ikinci rekâtları birinci rekâtlardan uzun +yapmak mekruhtur. Fakat nafilelerde üçüncü rekâtları birinci ve ikinci rekâtlardan uzun +tutmakta kerahet yoktur. Çünkü nafilelerde her iki rekât müstakil bir namaz sayılır. + 431- Farz namazlarda ve cemaatla kılınan namazlarda okunan âyetlerden dolayı +namaz kılmakta olan kimsenin: "Ya Rabbi! Beni ateşten koru" diye duada bulunması veya +Yüce Allah'dan mağfiret dilemesi mekruhtur. Yalnız başına nafile namaz kılanın bu şekilde +dua etmesinde bir sakınca görülmemektedir. + 432- Namazda sünnet mikdarı Kur'ân okunduktan sonra, insanda bir tutukluk (ve +şaşırma) olursa, hemen rükûa gitmeli, başka bir âyete veya sûreye geçmemelidir. Fakat +henüz sünnet mikdarı okumamışsa, başka bir yere geçmesinde kerahet olmaz. + 433- Kur'ân-ı Kerîm, farz namazlarda yavaşça ve harfleri belirterek okunmalı. Teravih +namazlarında ise, yavaş ve sür'atli okuyuş arasında bir kıraat yapmalıdır. Diğer gece +namazlarında sür'atle okunabilir. Fakat mana anlaşılabilecek şekilde olmalı ve tecvid +hatası bulunmamalıdır. + 434- Namazda ve namaz dışında sesli olarak Kur'ân okunurken, sadece sesi +güzelleştirmek ve okuyuşu süslemek için makamla okumak iyi kabul edilmiştir. Çünkü bir +hadîs-i şerîfde: + "Kur'ân-ı Kerîm'i seslerinizle bezeyiniz" buyurulmuştur. Yeter ki bununla mana +değişmesin, kelimelerin aslı bozulmasın ve tecvid kurallarına uyulsun. Harfler uzatılarak +bir harf, iki harf gibi okunmasın. Bazı müezzinlerin namazda tebliğ görevini yaparken +fazla bir elif daha ilâve ederek: ‫َرابنَالَ َك ْال َح ْمده‬ demeleri bu nevidendir. ‫رب‬ +Allah, ‫راب‬ ise, üvey baba demektir. Mana değişikliğinden dolayı namazı +bozacağından, bu gibi nağmelerden kaçınmak lâzımdır. + Sonuç: Yapılan nağmeden dolayı Kur'ân kelimelerinin manaları değişirse namaz +bozulur. Fakat "Med" ve "Lin" denilen harflerde değişiklik aşırı derecede olmazsa namaz +bozulmaz. Aşırı derecede olursa namaz bozulur, isterse mana değişmesin. (*) + +(*) Harekesiz olan Elif harfinin üstünde üstün olursa, Vav harfinin üstünde ötre +olursa, ye harfinin harekesi esre olursa bu harfler birer med harfleri olur. ‫َربنَا‬ +َ‫همؤْ منهونَ هم ْسلمين‬ + kelimelerinde olduğu gibi. Vav ve ye harflerinin evvelindeki +harf üstün ve kendileri sakin olursa, bu harflerden her biri bir "lîn" harfi +olur. ‫َح ْوف َغيْب‬ kelimelerinde olduğu gibi. + Zelletü'l-Kari'ye +(Okuyucunun Yanılmasına) Ait Esaslar + 435- Namaz içinde meydana gelen bir okuyuş yanlışlığı ile namaz bozulur mu, +bozulmaz mı konusu pek önemlidir. Buna dikkat gerekir. Kur'ân okurken bir hata +yapılmasına veya okuyucunun sürçmesine Zelletü'l-Karî (Okuyucunun Sürçmesi) denir. +Bu konuda başlıca esaslar şunlardır: + 436- Kur'ân-ı Kerîm'in bir kelimesi kasden değiştirilir de, bununla mana değişmiş +olursa, namaz ittifakla bozulur. Ancak kelime övgüye ait olup onun yerine yine övgüye ait +bir lâfız okunmuş olursa bozulmaz. Fakat böyle bir davranış caiz görülmez. + Amma yanılarak değiştirilmiş olursa, bakılır: Eğer okunan lâfzın benzeri Kur'ân'da +bulunmaz, manası da Kur'ân'daki kelimenin manasından uzak olup aralarında fazla bir +ayrılık bulunarak iki mana arasında bir ilgi bulunmazsa, bununla namaz ittifakla bozulur. +"Hâzâ't-turâbu" yerine, "Hazâ'l-gubâru" okumak gibi. Fakat okunan lâfız tesbih, +hamd ve zikir manasında ise bozulmaz. + Eş ve benzeri Kur'ân'da bulunmadığı halde, manası da bulunmayan bir lâfız hakkında +da hüküm böyledir. "Yevmetüb-le's-serâiru" yerine, "Yevme tüblâs-serâilu" +okunması gibi. + 437- Yanılarak okunan bir lâfzın benzeri Kur'ân'da bulunur da, bu lâfız, ile Kur'ân'daki +kelimenin manası aşırı şekilde değişmemekle beraber ikisinin manası biribirinden uzak +bulunursa İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre namaz bozulur. İhtiyat da bundadır. +Fakat İmam Ebû Yusuf ile diğer bazı fıkıh alimlerine göre namaz bozulmaz. Çünkü bunda +herkes için bir güçlük vardır. İnsanların çoğu bundan kurtulamaz. Onun için fetva da buna +göredir. + 438- Yanılarak okunan bir lâfzın benzeri Kur'ân'da bulunmamakla beraber bununla +mana değişmeyecek olsa, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre namaz bozulmaz. +Çünkü mana asıldır, en çok manaya önem verilir. Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre bozulur; +çünkü burada asıl olan, Kur'ân'da benzerinin bulunup bulunmamasıdır. "Kavvâmîne" +yerine "Kayyâmîne" okunması gibi... + Demek oluyor ki, İmam Azam ile İmam Muhammed, yanılarak yanlış okunan lâfız ile, +Kur'ân'daki mananın fazla değişip değişmemesini göz önüne almışlardır. Şöyle ki: Eğer +mana fazla değişirse, namaz bozulur, değilse bozulmaz; okunan lâfzın benzeri Kur'ân'da +bulunsun veya bulunmasın. + İmam Ebû Yusuf ise, okunan lâfzın Kur'ân'da benzerinin olup olmamasını esas +tutmuştur. Bundan dolayı, eğer Kur'ân'da benzerinin olup olmamasını esas tutmuştur. +Bundan dolayı, eğer Kur'ân'da benzeri varsa namaz bozulmaz, isterse mana aşırı +derecede değişmiş olsun. Eğer benzeri Kur'ân'da yoksa namaz bozulur, isterse mana aşırı +derecede değişmiş olmasın. + Yukarda (436, 437, 438.) maddelerde gösterilen üç esas, önceki devir (mütekaddimîn) +müctehidlere göredir. Aşağıdaki esaslar da, daha sonraki devir (müteahhirîn) fıkıh +alimlerine göredir. Bunlar bu konuda biraz daha genişlik göstermişlerdir. + 439- Kur'ân-ı Kerîm'in okunuşunda yanılarak i'rab yönünden yapılacak hata, manayı +ne kadar değiştirecek olursa değiştirsin, namazı mutlaka bozmaz. Çünkü insanların çoğu +i'rabın şekillerini ayırmaya güç yetiremez. "İbrahime" kelimesinin sonunu "İbrahimu" +şeklinde ötre ve "Rabbuhu" kelimesinin "Ba" harfini de üstün "Rabbehu" şeklinde üstün +okumak gibi... "Na'budu" kelimesinin be'sini de "Na'bedu" şeklinde esre okumak böyledir. + 440- Kur'ân kelimelerinden şeddesiz olan bir harfi sehven şeddeli okumak veya şeddeli +bir harfi şeddesiz okumak, uzatılacak bir harfi uzatmamak, kısa okunması gereken bir +harfi uzatmak, idğam edilecek harfleri ayrı ayrı okumak ve ayrı ayrı okunacak harfleri +idğam etmek (birleştirip şeddeli okumak) namazı bozmaz. "İyyâke" kelimesini şeddesiz +okumak gibi. Yersiz olarak yapılan imale de namazı bozmaz. "Bismillahi" veya "Mâliki +yevmi'd-dîn" âyetlerini imale ile okumak gibi... + İnce okunacak bir harfi kalın okumak, kalın okunacak bir harfi ince okumak da +böyledir; çünkü bunlarda da çoğunluğun yetersizliği vardır. + 441- Kur'ân okunurken durulmayacak yerde durulsa veya ilk olarak bu yapılsa, bakılır: +Eğer bununla mana bozulmazsa ittifakla namaz fasid olmaz. Fakat mana değişirse, bunda +ihtilâf vardır. Kabul edilen fetva bununla da namazın bozulmamasıdır. Müctehidlerden +sonraki alimlerin görüşü budur. Çünkü bunda da çoğunluk için bir güçlük vardır, herkes +manayı bilip ona göre Kur'ân okuyamaz. Ayrıca unutmak ve nefes kesilmek gibi hallerden +de kurtulamaz. Bunun için "Lâ ilâhe" diyerek durduktan sonra "İlâhû" denilse veya +"Kaleti'l-Yehudu = Yahudiler dedi" deyip durulduktan sonra "Uzeyrün ibnullahi = Üzeyr +Allah'ın oğludur" diye başlanılsa, tercih edilen görüşe göre, namaz bozulmaz. + 422- Kur'ân'daki bir harf yerine sehven başka bir harf okunacak olsa, bakılır: Eğer bu +iki harf arasında Kaf ve Kâf gibi mahreç (harflerin çıkış) yakınlığı varsa veya bunlar Sin ile +Sad gibi bir mahreçten olup aralarında değişiklik caiz ise bununla namaz bozulmaz. +(‫ )َحلسحلُّحل ُم حلل ُْا‬yerine (ْ‫ُل ُا‬ ‫ ) نحل َْ ُا‬yerine ( ‫َر َحل َُف‬ + ‫ )َحلسحلُّحلاب حل‬ve (‫َر َحل َُف‬ ‫ ) حلَْ ُا‬okunması gibi. ( ‫َّ حلِل ْاد‬ + ‫)ِ ل‬ +yerine (‫د‬ ‫ )ِ لو حلِل ْا‬okunması da böyledir. (‫ )ى ا ج‬harfleri bir mahreçten oldukları halde +aralarında değişme caiz değildir. Bu harfler birbirlerine çevrilemezler. + 443- İki harf arasında mahreç birliği veya yakınlığı olmadığı halde çoğunluk +bakımından güçlük bulunup bunların aralarını ayırmak zor olsa, bunlardan birinin yerine + +diğerinin telâffuz edilmesi, fıkıh alimlerinden çoklarına göre namazı bozmaz.( ‫ )و‬yerine ( +‫ذت‬ ‫ ) ظ‬harfinin okunması ve ( ‫ ) ذ‬yerine de (‫ )ز‬veya (‫ )ظ‬harfinin söylenmesi + ) veya ( + +gibi. (‫ )ص‬ile(‫ س‬, ‫ )د‬ile (‫ )ت‬harfleri de böyledir. Birçok fıkıh alimi namazın +bozulmayacağı fetvasını vermiştir. Ancak bunlar kasden yapılırsa, o zaman namaz +bozulur. + Bu bakımdan ( ‫لاَو‬ َ + ‫ ) حلومحلِ حل‬yerine (‫ ) حلومحلِ لحلاحلو‬veya (‫ ) حلومحلِ حلَِيو‬okunması namazı bozmaz. +Bununla beraber bu mesele üzerinde başka görüşler de vardır. Bu harflerin aralarını +ayırmaya gücü yetecek kimse için, bunların böyle değiştirilmesine meydan vermemek +gerekir. Kasden böyle okunursa namaz bozulur. + 444- Aralarını zahmetsiz olarak ayırmak mümkün olan iki harfden birini diğeri ile +değişmek, (‫ )ص‬yerine (‫ )د‬harfini koymak, namazı ittifakla bozar. (‫ )ِ َّاَ ات‬yerine +(‫ )ِ ِاَ ات‬okumak gibi. (‫هللا‬ ‫)ِِد‬yerine (‫)َِِ هللا‬ve (‫ِ ىت هللا َ ِ ْة‬ +‫ )َ ِ ْج‬yerine (‫ )َ رت‬okumak da böyledir. + 445- Namazda bir kelimenin bir kısmı kesilse, (‫ )َِ ِلد‬yerinde unutmaktan veya nefes + +kesilmesinden dolayı yalnız (‫ )ِا‬denilip sonra (‫ )ى د‬denilse veya okunacak bir kelime +hatıra gelmeyip başka bir kelimeye geçilse, fıkıh alimlerinin çoğuna göre namaz +bozulmaz. Mana değişse bile hüküm aynıdır. Çünkü unutmada ve nefes kesilmesinde + +zaruret vardır ve bu da herkesde olan bir haldir. Öyle ki, ( ‫ ) ِ فجْ َ ِ ُ ع‬yerine nefes +kesildiği için ( ‫ ) ِ فج َِ ُ ع‬denilerek rükûa varılsa, namaz bozulmuş olmaz. Bununla +beraber namazı bozacak bir kelimenin tamamını okumakla bunun bir kısmını okumak +eşittir, her iki halde de namaz bozulur. + 446- Kur 'ân okurken bir kelimenin son harfi diğer bir kelimeye bitiştirilecek olsa, +bütün alimlere göre namaz bozulmaz. ( ‫ )احل ُِكْ ْاد َ لك حلجا‬ve (‫اج َ لاّن‬ + ‫ ) ُِ حلاب ُعْحلحلاْ َ ُحلاِحلُ ِحل حلا‬âyetlerini ( + ‫ )احل ُِكْ ْاد َ لك حلجا‬ve (‫اج َ لاّن‬ + ‫ )ُِ حلاب ُعْحلحلاْ َ ُحلاِحلُ ِحل حلا‬diye okumak gibi. Ancak bu gibi okuyuşlarda kesinti +yapılmamasına dikkat etmelidir. + Yine, ( ‫عسا‬ + ‫لل ُال حلُر حلوكْ حل‬ + ْ ‫ )ِحلا‬yerinde (‫ ) حلُر حلوكْعاحل ْلل‬diye bitiştirilse namaz bozulmaz. + 447- Kur 'ân okurken yanılarak bir harf ziyade edilecek olsa, bakılır: Eğer mana + َ َ +değişmezse namaz bozulmaz. ( + ْ‫ ) حلّنَاِج َحل ُدلُْاح‬yerine (‫ ) حلّنَاِج َحل ُدلُْ ْل ُال‬okunması gibi. Fakat mana +değişirse, bir görüşe göre namaz bozulur. ‫ )ُِ ِْل ُْ حلالَُو حل َِل حلاس َِا حلا‬yerine (‫لب‬ + (‫لب‬ ‫حل َِل حلاس حلوَِا حلا‬ +‫ )ُِ ِْل ُْ حلالَُو‬okumak gibi; çünkü bu halde yeminin cevabı yemin kılınmış oluyor. Bununla +beraber namazın bozulmayacağını söyleyenler vardır. ( ‫و‬ ‫ ) حلَيحلااَ حلا‬yerine (‫ ) حلَيحلااَ حلاس‬ve (‫ِر‬ ‫) حلزحلَ َ ا‬ +yerine (‫ ) حلزَِْ ر‬okunduğu takdirde de namaz bozulur. + 448- Kur'ân-ı Kerîm'in kelimelerinden birinin bir harfi sehven noksan okunsa, bakılır: +Eğer bu harf kelimenin aslından olup mana değişirse, İmam Azam ile İmam Muhammed'e + ‫اَّل‬ َ) yerine (‫ )َملاَزنُ ِاَّل‬,(َّ‫ا‬ +göre namaz bozulur. ( + ْ ‫لاَحلزنُ ِحل‬ + ‫حل‬ ‫م‬ ْ ‫حل حل حل‬ ‫ ) ُل ْا‬ve (‫ ) حلً حلُِِحلا‬yerine (‫ ) حلاُِحلا‬okunması +gibi. . . + Yine, asıl harflerden olmamakla beraber kaldırılan harfden dolayı küfür inancını +gerektiren bir mana meydana gelirse, yine namaz bozulur. + 449- Namazda Kur'ân'ın bir kelimesi veya harfi kesilerek okunmazsa, bakılır: Eğer + +mana değişmezse, namaz bozulmaz. ( ‫ ) َْ ْالُلل هب ل حلً ااَحل حلوحلحلم ُدا‬yerine (‫) َْ ْالُْلل ًاََّل و مد‬ +okumak gibi. + + ‫افوس حلوحلَاُّحلدَى‬ + ‫ر ُا‬ َ ِ‫ ) حلَداِج َاذ‬âyet-i kerîmesinde (‫' )ذ‬yi ve (َِ‫) ََيُ ُْلا الََُاَتُ ال َحلَاَت ًن ا‬ + ‫ُّابو ْا‬ + ( + ْ ‫حل حل حل‬ ‫حل‬ +âyet-i kerîmesinde de ikinci (‫ )ال َحلَت‬kelimesini okumamak da böyledir. Fakat mana + ‫حل‬ +değişirse, bütün fıkıh alimlerine göre namaz bozulur. + + ( ‫ )محلنْ ُعََِْ حلا‬yerine (‫ )نْعَِْعس َحل حلِل حلاَلُْال‬okunması gibi. + ‫عس َحل حلِل حلاَلُْلا‬ + Kaldırılan harf asıl harflerden olmadığı veya asıl harflerden olmakla beraber mana +değişmediği takdirde namaz bozulmaz. ( ‫ )ِ عِنََِت‬kelimesinin "Ha"sız okunması (‫ُّ ِا ىل‬ +‫ )ًدَْيِا‬yı, (‫ )ًد حلَِْا ُّ ِ ُى‬okumak da böyledir. + 450- Kur 'ân 'in bir kelimesi namazda tekrarlanırsa, bakılır: Eğer bununla mana +değişmezse, namaz bozulmaz; değişirse bazı fıkıh alimlerine göre yine bozulmaz. Diğer + +bazılarına göre ise bozulur. Sahih görülen de budur. ( ‫با‬ + ‫و حلَ ي‬ ‫ب حلَ َيا‬ + ‫ )ِ ِا‬yerine (‫ب‬ ‫حلَ َيا‬ +‫و‬ ‫ )ِ ِا‬okumak gibi. Bununla mananın değişeceğini bilen kimsenin, bunu kasden +böyle okuması, şübhesiz namazı bozar. Fakat bir dil sürçmesi veya kelime düzeltmesi +maksadı ile olduğu takdirde, namazın bozulmayacağı daha uygun görülmektedir. + Yine, bir kelimenin bir harfi tekrarlansa, bakılır: Eğer şeddeli bir harfi izhar (şeddeyi + +çözme) şeklinde olursa, namaz bozulmaz. ( ‫ ) حلَُّْحلد وَس‬yerine (‫وَس‬ + ‫ )َحلُّْحلدِت حل‬okumak gibi. +Fakat (‫ )َِ ِلد هلل‬yerine, üç lâm ile (‫ )َِ ِلدِ ُ ُ ح‬şeklinde okunursa namaz bozulur. + 451- Ayetlerdeki kelimelerin harfleri sehven öne alınsa veya arkaya geçirilse, bakılır: + Eğer mana değişirse, namaz bozulur. (‫ )ا َّف‬ve (ْ‫ )ل و‬yerine (‫ )ا فص‬ve (‫) ال ْخ‬ + َ ) yerine +okunması gibi. Fakat mana değişmezse, namaz bozulmaz. ( ‫َياَِِعى‬ + +(‫ )َ ياََوِ ى‬okunması gibi. Tercih edilen budur. + 452- Kur 'ân okunurken yanılarak bir kelime ilâve edilse, bakılır: Eğer o ziyade edilen +kelime Kur'ân'da bulunmamakla beraber manayı değiştirmiyorsa, namazı bozmaz. + +( ‫عِ دَ س ِم هللا مُّ ِ كدوس‬ ‫ )ِِ وا ّن وك‬âyet-i kerîmesinin sonuna (‫ )َوْيْاِج‬kelimesini +ilâve gibi. + İlâve edilen kelime Kur'ân'da bulunmamakla beraber manayı değiştirirse yine hüküm +aynıdır. ( ‫لِلاَ ا‬ َ ‫ )وََ اس و ُاَّ ً لَت‬âyet-i kerîmesini (َّ‫ )وَلَاس وُّْفلا ُا و ُا‬diye okumak +gibi. + + Şu kadar var ki, ( ‫ )ُّ فا‬kelimesi Kur'ân'da bulunmadığı için, İmam Ebû Yusuf'a +göre, bununla namaz bozulur. Fakat ziyade edilen Kur'ân'da bulunduğu halde, inanç +bakımından küfre girecek derecede manayı değiştirirse, namazı bozar. + + ‫َلْوا َِل حلاَّ وِ عال ك هلل آَس َس‬ َ ْ ‫ )ًِ َّْل‬âyet-i kerîmesine "Salihan"dan + ‫اَحلاجَحلُحل ْل ُال‬ + ( ‫حل‬ ‫حل‬ +sonra (ْ‫ )وً ف‬kelimesini ilâve etmek gibi. + 453- Kur'ân-ı Kerîm 'in kelimelerinden biri, diğerinin önüne geçirilse, mana +değişmediği takdirde namaz bozulmaz. + +( ْ ‫ )َ لازَُْو حل ل‬yerine (ْ ‫لا ل‬ َْ َ‫ )وز‬okunması gibi. Fakat mana değişirse, +alimlerin çoğuna göre namaz bozulur. ( ‫وِس ا ِ ل ِمْ َِْ فى ِس‬ +‫ )ِ فجاَ فِ جب ل‬âyet-i kerîmesine de, +"Cehîm" evvel, "Naîm" sonra okumak gibi. + 454- Kur'ân-ı Kerîm'in iki kelimesi, diğer iki kelimesinin önüne yanılarak geçirilse, + +bakılır: Eğer mana değişmezse, namaz bozulmaz. ( ‫ُّوعتوًعج َ عال‬ + ُ َ ‫)وً ع ج وُّ ك‬ +okunması gibi. Fakat mana değişirse, namaz bozulur. (‫ )ولاَ عس َ سخت اَ عَّل‬yerine + +(‫اَ عس َ خاَ عَّل‬ ‫ )ومخت‬okunması gibi. + 455- Kur'ân-ı Kerîm'de Yüce Allah'ın isimlerinden birine yanılarak te'nis (dişilik) harfi +ilâve edilse, bir görüşe göre namaz bozulur. Daha sahih görülen diğer bir görüşe göre + +bozulmaz. ( ‫لل ِمِ س‬ ُّ‫هللا أي‬ ) âyet-i kerîmesini ( ‫لل ِملِس‬ ُّ‫هللا أت‬ ) okumak da +bunun gibidir. + 456- Bir ismin yerine sehven diğer bir isim okunarak onunla nisbet değişirse, bakılır: +Eğer kendine nisbet yapılan Kur'ân'da bulunmazsa, namaz ihtilafsız bozulur. ( ‫َ ْ مي‬ +‫ )َ سس ِْ ِ ح‬okunması gibi. () okunması ile de bozulur. Eğer nisbet Kur'ân'da +bulunursa, bütün fıkıh alimlerine göre namaz bozulmaz. ( ‫ ) مِلاس ِْ َِت َ ْ مي‬ve + +(‫نب‬ ِ‫ )ا وى َعال‬okunması gibi. + 457- Rahmet âyetini azab âyeti ile bitirmek veya aksine olarak azab âyetini rahmet + +âyeti ile bitirmek ve ( ‫ )ِ ال َعى ا ُِ ا ِْش ِحلحلْىس‬yerine (‫ )ِ ا ِاس‬diye okumak, +bütün fıkıh alimlerine +göre namazı bozar. Yalnız İmam Ebû Yusuf 'dan bir rivayete göre bozmaz; fakat diğer +sahih görülen bir rivayete göre bozar. Çünkü Yüce Allah'ın vermiş olduğu habere aykırı +olan haber verilmiş olur. + 458- ( ‫ )ْ ُى‬yerine (‫)احل حلِ ُال‬okunsa, meselâ: (َ‫و‬ + ‫ )ن ا عِْ ُى ْ ْْ ابل ِحل حلا‬yerine (‫)احل حلِ ُال‬ +denilse, bütün fıkıh alimlerine göre namaz bozulur. Çünkü "belâ" olumsuzu red ve isbatı +tasdîk içindir. "Naam" ise, olumsuzu tasdîk içindir. Şöyle ki: "Ben sizin Rabbiniz değil +miyim?" sorusuna "Belâ" diye cevab verilince, mana: "Evet, sen bizim Rabbimizsin," olur. +Oysa, "Naam" denilince mana: "Evet, sen bizim Rabbimiz değilsin" demek olur ki, bu bir +inkârdır. + 459- Okunan lâfız, Kur'ân'da bulunduğu halde, Kur'ân'daki kelime ile aralarında mana +bakımından yakınlık bulunmazsa, bakılır: Eğer küfür inancını gerektiren şeylerden olursa, +bütün fıkıh alimlerine göre namazı bozar. Bu hususta İmam Ebû Yusuf dan sahih görülen +rivayette böyledir. + + ‫ ) حلو ج‬yerine (‫ )َاََُو‬okunması gibi. + ‫ادِاُ ِاِّنًِاَااُو‬ + ( + + 460- Peltek konuşan kimse ( َ ) harfini ( ‫ ) غ‬veya ( ‫ ) ا‬yahut ( ‫ ) ى‬olarak söylese, + +namazı bozulmaz. (‫و َب‬ ‫ )ِ ِا‬yerine (‫ )ِ ِا و ر‬demesi gibi. Bununla +beraber böyle bir kimsenin mümkün olduğu kadar dilini düzeltmeye çalışması gerekir. +İçinde doğru okuyamadığı harf bulunmayan âyetleri seçmesi gerekir. Böyle bir kimse, +ümmî (okuma-yazma öğrenmeyen kimse) yerindedir. Güzel Kur 'ân okuyanların buna +uyması caiz olmaz. + + ‫ )َِ ِلد هلل‬cümlesini (‫ )َِل ِلد هلل‬veya (‫ )ِخل ِلد هلل‬okuyanlar veya (َّ ‫ن‬ + 461- ( + +‫ )ِِد َّع هللا‬âyetini (ًَّ ‫ )ِِد َّع هللا‬diye telâffuz edenler de, başka türlü +okuyamadıkları takdirde, peltek hükmünde bulunurlar. + 462- Bir kimse namaz kılarken aşırı derecede bir hata ile Kur'ân okuduktan sonra, +dönüp sahih şekilde okursa, namazı caiz olur. + Deniliyor ki, bir namaz birçok yönlerden sahih olduğu halde, bir yönden bozuk olsa, +ihtiyat olarak bozulduğuna hüküm verilir. Bundan kıraat hususu müstesnadır; çünkü +bunun üzerinde çoğunluk bakımından düzgün okuma güçlüğü vardır. Onun için sıhhat +yönü tercih edilir. Bununla beraber bu hususta da, namazı yeniden kılmak ihtiyata daha +uygundur. + (İmam Şafiî'ye göre, Fatiha'nın gayrındaki hata namazı bozmaz. Çünkü bu İmama +göre kasden olmayan söz namazı bozmaz. Bu hatanın ise kasıd ile bir ilgisi yoktur. +Fatiha'daki hata ile namazın bozulması ise, mezhebine göre, Fatiha'sız namazın caiz +olmamasından dolayıdır.) Kıraat bölümüne bakılsın. + + + + +Kur'ân-ı Kerîm'i Öğrenip Okumak ve Dinlemek +Görevleri +i + 463- Her müslümana, namazı caiz olacak kadar Kur'ân-ı Kerîm'den ezberlemek bir +farzı ayndır. Fatiha sûresi ile diğer bir sûreyi ezber etmek de vacibdir; bununla farz da + yerine getirilmiş olur. Kur'ân-ı Kerîm'in diğer kısımlarını ezberlemek de, müslümanlar için +bir farz-ı kifayedir. + 464- Kur'ân-ı Kerîm'i namaz dışında Mushaf'a bakarak okumak, ezber okumaktan daha +faziletlidir. Çünkü böyle yapmakla okuma ibadeti ile Mushaf'a bakma ibadeti toplanmış +olur. + 465- Kur'ân-ı Kerîm'i namaz dışında da kıbleye yönelerek ve güzel elbise giyerek +taharet üzere okumak müstahabdır. Başlarken "Eûzü Besmele"yi okumak da +müstahabdır. + 466- Kur'ân-ı Kerîm'i ayda bir defa hatmetmek iyidir. Senede bir, kırk günde bir, +haftada bir hatmedilmesini tercih edenler de vardır. Üç günden az bir zamanda +hatmedilmesi müstahab değildir. Çünkü böyle az bir zaman içinde Kur'ân-ı Kerîm'in +manalarını düşünmek mümkün olamaz. Tecvidi bile gözetilemez. + 467- Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemek bir farz-ı kifayedir. Bununla beraber başka bir işle +uğraşmakta olan kimselerin yanında Kur'ân âyetlerinin sesli olarak okunması uygun +değildir. Bu durumda Kur'ân'ı dinlemeyenler değil, okuyanlar günah işlemiş olur. + 468- Kur'ân-ı Kerîm'i okumak, nafile ibadetten ve aşikâre okumak, gizli okumaktan ve +dinlemek de okumakdan daha faziletlidir. Yeter ki, işte gösteriş bulunmasın. + 469- Bir kimse yürürken veya bir iş görürken Kur'ân-ı Kerîm'i okuyabilir. Yeter ki bu +durum, Kur'ân'ın gafletle okunmasına sebebiyet vermiş olmasın. + 470- Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde dua etmek, tesbihde bulunmak ve +Peygamber Efendimize salât ve selâm getirmekle meşgul olmak, Kur'ân-ı Kerîm'i +okumaktan daha faziletledir. + 471- Kur'ân-ı Kerîm'i güzel sesle ve tecvid kurallarına uyarak okumak, müstahabdır. +Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur: + "Her şeyin bir süsü vardır. Kur'ân'ın süsü de, güzel sestir." + Fakat tecvide aykırı şekilde ses yükseltip alçaltmalar ve nağme yapmalar caiz değildir. +Kelimeleri değiştiren bir okuyuş, ihtilafsız haramdır. Böyle bir hata ile okuyan kimseye +doğrusunu bildirmek, işiten kimse için bir borçtur. Ancak bu yüzden aralarında bir kin +doğacak olursa uyarma terk edilir. + 472- Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup öğrenmiş olan kimse, sonra Kitab'dan okuyamayacak +derecede unutacak olsa günahkâr olur. + 473- Kur'ân-ı Kerîm'i okumak bir ibadet olduğu gibi, başkasına da öğretmek pek büyük +bir ibadettir. Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur: "Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı +öğrenip başkalarına da öğreteninizdir..." + Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulmuştur: + "Güzel Kur'ân okuyan müslümanlar, Cennet ehlinin arif olanlarıdır." + Kur'ân-ı Kerîm, maddî ve manevî, bedenî ve kalbî bütün hastalıkların şifasıdır. Nitekim +"Kur'ân devâdır" hadîs-i şerifi de bunu bildirmektedir. Artık her müslüman için +gerekmez mi ki, Kur'ân-ı Kerîm'i bellesin, onu okumakla şereflensin, birçok sevablara +kavuşsun!.. + + + + +Namazların Mekruhları +ı + 474- Namaz içinde yapılması veya yapılmaması mekruh olan şeyler tahrîmî (harama +yakın) ve tenzihi (helâla yakın) olmak üzere iki kısımdır. Şöyle ki: Bir vacibin terkini +taşıyan bir iş tahrimen mekruhtur. Bir sünnetin terkini taşıyan bir iş de, tenzihen +mekruhtur. Bununla beraber tenzihen mekruh olanlar da, önemleri bakımından ve +tahrimen mekruhlara yakınlıkları yönünden birbirlerinden farklıdırlar. Örnek: Müekked bir +sünneti terk etmek, bir vacibi terk etmek derecesine yakın bir keraheti taşır. Farzların, +vaciblerin ve müstahabların ve bunların zıdlarının değişik olması gibi... + Namazda mekruh olan şeylerin başlıcaları şunlardır: + 1) Namaz kılarken bir özür bulunmaksızın bir direğe, duvara veya sopaya dayanmak + mekruhtur. + 2) Namazda bir sağa ve bir sola doğru meyletmek mekruhtur. Çünkü böyle bir hareket +gereksiz ve huzura aykırıdır. + 3) Bir özür olmaksızın namazda birbiri peşine olmamak üzere birkaç adım yürümek +mekruhtur. Fakat görülen bir yılanı veya bir akrebi öldürmek gibi bir özür sebebiyle +atılacak birkaç adım mekruh değildir. Bununla beraber bunları öldürmek, biraz yürümeye +ve birkaç kez çarpmaya muhtaç olursa, bununla namaz bozulur. Ancak bu halde namazı +bozmaya dinde izin vardır. Çünkü herhangi bir zararı kaldırmak için namazı bozmak +caizdir. Bir kimseyi ölümden kurtarmak için veya bir malı, değeri bir dirhem olsa bile, zayi +olmaktan kurtarmak için namaz bozulabilir; bu mal ister namaz kılana ve ister başkasına +ait olsun farketmez. + 4) Namazda bit veya pire tutmak ve öldürmek veya kovalamak mekruhtur. Karınca ve +pire gibi bir şeyin ısırmasından rahatsız olan kimsenin namaz içinde bunları yalnız tutup +atmasında kerahet yoktur. + 5) Namazda hoş bir kokuyu koklamak, tükrüğü atmak veya elbise ile bir iki kez +yelpazelenmek, namazdan önce veya namaz içinde erkek için kolları dirseklere doğru +toplamak mekruhtur. + 6) Namazın kıyam, rükû ve secde hallerinde, bir özür bulunmaksızın elleri sünnet +olduğu üzere konulması gereken yerler üzerine koymamak mekruhtur. Kıyam halinde +elleri yanlara salıvermek gibi... + 7) Namazda dizleri yere koymadan önce elleri yere koymak ve secdeden kalkarken +dizleri ellerden önce kaldırmak mekruhtur. Ancak bir özür sebebiyle yapılabilir. + 8) Namazda kıç üzerine oturup but ve bacakları yukarıya dikmek mekruhtur. + 9) Erkeklerin secde ederken kolları tamamiyle yere döşemeleri mekruhtur. + 10) Rükû veya secde yaparken, başlangıç tekbirinde olduğu gibi elleri yukarıya +kaldırmak mekruhtur. + 11) Namaz içinde bir özür olmaksızın bağdaş kurmak veya dizleri dikip oturmak +mekruhtur. + 12) Rükûda ve secdede, kavme ile celsede sükûneti terk etmek (duraklama +yapmaksızın hareket halinde bulunmak) ve çok acele rükû ile secde yapmak mekruhtur. + 13) Namazda gerinmek, esnemek ve el ile ağzı kapamak mekruhtur. Çünkü gerinmek +bir gaflet ve tenbellik eseridir. Esnemek de bir gevşeklik nişanıdır. Eğer esneme halinde +ağız yumulabiliyorsa, bu mekruh olmaz. Buna güç yetmiyorsa, namaz içinde sağ elin +arkası ile, namaz dışında da sol elin arkası ile ağız kapatılmalıdır. + 14) Namazda bir zaruret olmaksızın kendi arzusu ile öksürmek mekruhtur. Öksürüğü +mümkün olduğu kadar gidermek, edebi gözetmek bakımından pek güzeldir. + 15) Namazda sesi işitilmeyecek derecede üfürmek mekruhtur. Bu üfürme halinde, en +az iki harften ibaret bir ses işitilecek olursa, namaz bozulur. + 16) Namaz içinde verilen selâmı el ile veya baş işareti ile almak mekruhtur. + 17) Namazda okumaya engel olmayacak miktarda ağıza altın, gümüş, inci ve benzeri +erimez bir şey almak mekruhtur. Bunlar okumaya engel olursa namaz bozulur. Ağızda +eriyen şeyler de böyledir. + 18) Namazda, dişlerin arasında bulunan nohut tanesinden küçük bir yemek parçasını +yutmak mekruhtur. Nohut tanesinden büyük olursa, namazı bozar. + 19) Yenmesi yasak olmayan bir yemek hazır olduğu halde namaza başlamak +mekruhtur. Bu yemek ister iştah çekici olsun, ister olmasın eşittir. Ancak vaktin +çıkmasından korkulursa, o zaman önce namaz kılınır. + 20) Namazda gözleri yummak, gözleri semaya doğru kaldırmak veya sağa-sola +bakmak veya boynunu çevirerek sağa-sola bakmak mekruhtur. Bakılması caiz olmayan +bir şeyi görmemek için veya tam bir saygı ile Yüce Allah'ın huzurunda bulunmaktan dolayı +gözleri yummakta kerahet yoktur. + 21) Namazda iki elin parmaklarını birbirine çatmak, parmak çıtlatmak veya çıtlayacak +şekilde sıkmak ve elleri böğrüne koymak mekruhtur. + 22) Namazda daha selâm vermeden terleri veya yüze dokunmuş olan toprakları silmek +mekruhtur. Ancak bir zararı kaldırmak ve bir yarar sağlamak için silinebilir. Göze girip +zahmet veren bir teri silmek gibi... + 23) Rükû halinde sünnet üzere olan duruma aykırı bir şekilde başı yukarı tutmak veya + aşağıya indirmek, imamdan önce rükûa veya secdeye gitmek ve ondan önce rükûdan +veya secdeden baş kaldırmak mekruhtur. Fakat imam daha rükûa veya secdeye +gitmeden, muktedi (imama uyan) rükûa veya secdeye gidip başını kaldırsa namazı +bozulur. Ancak İmam daha selâm vermeden bu rükûu veya secdeyi imam ile veya ondan +sonra iade ederse, bozulmaz. + 24) Rükûda veya secdede tesbihleri terk etmek veya üçden az okumak mekruhtur. + 25) Kıyamdan rükûa, rükûdan secdeye, secdeden kıyama geçiş hallerinde meşru olan +tekbirleri ve zikirleri, bu intikallerden sonra okumak mekruhtur. Kıyamdan rükûa +vardıktan sonra "Allahü Ekber" demek ve rükûdan kıyama tam döndükten sonra +"Semi'allahü limen hamideh" demek gibi. Bu şekilde bu zikirlerin yeri kaybedilmiş olur. + 26) Kırda namaz kılarken çakıl taşlarını el ile düzeltmek mekruhtur. Ancak üzerlerinde +secde etmek mümkün değilse, yapılabilir. Bu durumda iki defalık bir düzeltme caizdir. + 27) Başkasına ait olan bir yerde, sahibinin rızası olmaksızın kılanan namaz mekruhtur. +Bir görüşe göre böyle bir yer, bir müslümana ait olup ekilmemiş ise, üzerinde namaz +kılmakta kerahet yoktur. + 28) Bir kimse başkasına ait olan bir yer ile herkese ait bir yol üzerinde namaz kılmak +mecburiyetinde kalsa, bakılır: Eğer şahsa ait yer ekilmiş veya gayri müslime ait ise, o yol +üzerinde kılması daha iyidir. Gayri müslimin bu namaza razı olmayacağı bilinen şeydir. + 29) Namazı huzuru bozacak ve kalbi meşgul edecek şeylerin bulunduğu yerlerde +kılmak mekruhtur. Çalgı ve eğlencelerin bulunduğu yerlerde namaz kılmak gibi. +Mescidlerde çalınması düşünülecek olan ayakkabılar da arka tarafa bırakmak, huzuru +bozacağından mekruh sayılmıştır. + 30) Yanmakta olan sobaya, ocağa ve ateş dolu mangala karşı namaz kılmak +mekruhtur. Muma, kandile, lâmbaya karşı namaz kılmak ise, mekruh değildir. Yine asılı +bulunan Mushaf-ı Şerife veya bir kılıca karşı namaz kılmak da mekruh değildir. Çükü +bunlara hiçbir kimse tarafından tapılmamıştır. + 31) Bir insanın yüzüne karşı, arada engel olmaksızın namaz kılmak mekruhtur. Fakat +bir insanın arkasına karşı namaz kılmak mekruh değildir. Ancak bu adamın +konuşmasından dolayı şaşırmak umuluyorsa, mekruh olur. + 32) Temiz olmayan şeylere karşı ve temiz olmayan şeyler yakınında namaz kılmak +mekruhtur. Bunlar namaza olan saygıya aykırı hallerdir. Mezarlıkta, yol ortasında, +hamamda, hayvan boğazlanan yerlerde namaz kılmak da böyledir. Fakat mezarlıkta veya +hamam gibi yerde namaz için bir yer ayrılmışsa, kerahet olmaz. + 33) Namazda bir gerek bulunmaksızın bir çocuğu yüklenmek veya kendisini meşgul +edecek bir eşya taşımak mekruhtur. + 34) Helaya (tuvalet) gitmek sıkıntısı olduğu halde namaza başlamak mekruhtur. Öyle +ki, namaz içinde böyle fazla bir sıkıntısı gelip kalbi meşgul edecek olursa, vakit müsait +olduğu takdirde namazı bırakmalıdır. Böylece namaz kalb huzuru ile kemal üzere kılınmış +olur. Aksi halde namaz sahih olursa da, günah işlenmiş sayılır. + 35) Namaz engel olmayacak mikdardan az bir pisliğin elbisede, bedende ve namaz +yerinde bulunması mekruhtur. + 36) Kirli elbiselerle, ev işlerinde giyilen elbiselerle namaz kılmak mekruhtur. Çünkü süs +sayılan temiz elbiselerle namaz kılınması emrolunmuştur. Ancak başka elbise yoksa, +bunlarla kılınabilir. + 37) Bir özür olmaksızın elbiseyi giymeyip omuzlar üzerine alarak salıvermek suretiyle +namaz kılmak mekruhtur. + 38) Namazda, elleri çıkaracak bir aralık bırakmaksızın ihram gibi bir şeyin içine +bürünmek mekruhtur. + 39) Bir özür olmadan yalnız tek bir elbise ile (bir entari ile) namaz kılmak mekruhtur. +Erkeklerin sıcak bölgelerde gömlek giymeyip yalnız şalvar ile namaz kılmaları da böyle +mekruhtur. + 40) Bir zaruret olmaksızın erkeklerin ipek elbise ile namaz kılması mekruhtur. (Kerahet +ve İstihsan bölümüne bakılsın). + 41) Elbiseyi topraktan veya diz yerinin belirmesinden korumak için rükûa veya +secdeye giderken "az bir hareketle" yukarıya çekmek mekruhtur. Bilindiği gibi "çok +hareket" namazı bozar. + 42) Namazı gasbedilmiş bir elbise ile kılmak mekruhtur. Başka bir elbise bulunmasa, + yine hüküm aynıdır. Çünkü başkasının malından sahibinin izni olmaksızın yararlanmak +caiz değildir. + 43) Erkeklerin secde ederken yere değmesin diye, bütün saçlarını arka tarafa toplayıp +bağlamaları mekruhtur. + 44) Erkeklerin uzatmış oldukları saçlarını, kadınlar gibi bağlayıp başlarının üzerinde +bağlamış veya başlarının etrafına sarmış oldukları halde namaz kılmaları mekruhtur. +Böyle bir şeyin namaz içinde kasden yapılması ise "çok hareket" olacağından namazı +bozar. + 45) Namaz içinde az bir hareketle insanın üzerinde elbise çıkarması, başındaki sarığı +çıkarması veya böylece bir şeyi giyinmesi veya başını sarması mekruhtur. Fakat böyle bir +şey, fazla bir hareketle yapılırsa, namaz bozulur. Namazda elbise ile veya vücudun +organları ile gereksiz olarak oynamak da mekruhtur. + 46) Namazda başın etrafına mendil gibi bir şey bağlayıp tepesini açık bırakmak +mekruhtur. + 47) Namazda tenbellikten ve gevşeklikten dolayı başı açık bulundurmak mekruhtur. +Tenbellikten maksad, baş örtmeyi bir ağırlık saymaktır. Gevşeklikten maksad da, +namazda baş örtmeyi önemsememektir. Halbuki bu bir sünnettir. Böyle olmayıp da +özürden dolayı olursa, başın açık bulunmasında bir kerahet yoktur. Sadece sıcaktan veya +hafiflemekten dolayı başı açık bırakmak ise, mekruh görülmüştür, bu bir özür sayılmaz. + Bir de namazda tevazu ve huşu maksadı ile başı açık bırakmakda bir kerahet yoktur, +denilmiştir. Bununla beraber deniliyor ki, tevazu ve huşu bir kalb işidir. O halde kalb ile +tevazu ve huşuda bulunup başı örtmek daha iyidir. Yine denebilir ki, tevazu ve huşu +maksadı ile başı açık bırakmak, kalbdeki tevazu ve teslimiyetin bîr dış görüntüsüdür. +Bunun için iyidir. Şu kadar var ki, namaza başlarken sadece tevazu ve huşu maksadı ile +başları açık bırakacak kimseler pek az bulunur. + Şunu da ilâve edelim ki, biz namazlarımızı Peygamber Efendimizin kıldığı gibi kılmakla +emrolunmuşuz. Çünkü bir hadîs-i şerîfde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Beni +namaz kılarken nasıl görüyorsanız siz de öyle namaz kılın." Peygamber Efendimiz +ise, namazlarını mübarek başları örtülü olarak kılmışlardır. Bu bir âdet işi değildir. +Doğrusu namazda peygamberimizin uyguladığı sünnet işine uymak ve başkalarına +benzemekten sakınmak meselesidir. İhramda başların açık bulundurulması başka bir +hikmete bağlıdır. O, mahşer hayatının bir örneğidir. Namaz buna kıyas edilmez. +İbadetlerde kıyas geçerli olmaz. Artık gerçek bir özür bulunmadıkça, başı güzel bir şekilde +secdeye engel olmayan bir giysi ile örtmenin daha faziletli olduğu kesindir. Öyle ki, secde +esnasında baştan düşen bir giysiyi (tek el ile) başa yerleştirmek faziletli görülmüştür. +Fakat iki elle (çok hareket ile) yapılmaz. + Bu konuda kerahet ve fazilet erkeklere göredir. Kadınlara göre ise, başlarının namazda +örtülü olması her halde şarttır. Başlarının açık bulunması, namazlarını bozar. Bu konu, din +kitablarımızın bir çoğunda, özellikle "Bahr-i Raik" ile "Reddü'l-Muhtar" adlı eserlere +ayrıntılı olarak yazılmıştır. + 48) Namaz kılanın başı üstünde veya kendisine yakın olarak ön tarafında veya +kendisine yakın olmasa da, sağ ve sol tarafından hizasındaki duvar veya tavan üzerine +çizilmiş veya asılmış büstümsü canlı yaratık şekillerin bulunması mekruhtur. Arka tarafda +bulunması da çoğunlukça mekruh saymıştır. Fakat bunun keraheti nisbeten azdır. + Namaz kılanın ayakları altında veya oturduğu yerde bulunan veya karşıdan organları +seçilemeycek kadar küçük olan veya başları kesilmiş veya yüzleri büsbütün silinmiş veya +örtülüp yok edilmiş bulunan bir resmin bulunması, namaz bakımından keraheti +gerektirmez. + Yine, kese ve cüzdan gibi şeyler içinde bulunan paralar üzerinde basılı bulunan +resimler veya bir organda dövme suretiyle çizilip elbise ile örtülen şekiller veya yüzük +taşına oyulup belirsiz halde kalan resimler namazın kerahetini gerektirmez. + Canlılara ait olmayan resimlerde de kerahet yoktur. Ağaç, bina, ay ve güneş resimleri +bu kısımdandır. Çünkü bunların resimlerine ibadet edilmemiştir. Ancak namaz kılınan +zihnini meşgul edecek bir durum bulunursa, kerahet olur. Bir de kuştan daha küçük olan +bir şekil veya bir yerde bulunduğu halde ayakta iken bakılınca organlarının ayrımı belirsiz +olan resim, namaz kılanın yanında bulunsa, keraheti gerektirmez. + 49) Üzerinde canlı resimleri bulunan bir elbise ile namaz kılınması ve canlıya ait bir + resim üzerine secde edilmesi mekruhtur. Fakat böyle bir elbisenin üzerine başka bir +elbise giyerlerse, onunla namaz kılınmasında kerahet yoktur. +Bir de yere serili olup üzerinde böyle resimler bulunan bir serginin, resim bulunmayan +kısmında namaz kılınması ve secde edilmesi mekruh değildir. + Bilindiği gibi, öteden beri birçok kavimler, yalnız bir olan Allah'a iman inancını bırakıp +şirke düşmüşler ve tasarladıkları canlı tanrılarının resim ve heykellerini yaparak onlara +tapınmışlar, hürmet göstermişler ve ibadethanelerini onlarla doldurmuşlardır. + Bugün madde yönünden pek yüksek görülen nice milletler de henüz kendilerini böyle +putlara tapmaktan kurtaramıyorlar. İslâm dini ise, insanlara tevhid (yalnız bir Allah'a +ibadet) inancını tebliğ edip öğretmiştir. Allah'a ortak koşan kavimlerin bu putlara tapma +hallerini çok fazla kötülemiştir. Artık ezelî ve ebedî olan, her şeye hakim bulunan bir +yaratıcının varlığına inanan ve yalnız O'na ibadetle şeref kazanan İslâm toplumunun bu +putlara tapanlara karşı bir ayrılık nişanı göstermesi gerekir. Yalnız bir Allah'a iman +(tevhid) inancını daima göstermek için mabedlerini ve namaz kılacakları yerleri, bu gibi +puta tapanları taklit ve onlara saygı anlamına gelecek şeylerden uzak bulundurmaları bir +görev gereğidir. + Gerçekten hiç bir müslümanın bu gibi resim ve heykellere tapınmak hatırından +geçmez. Fakat şu putperest milletlere karşı bir ayrılık eseri göstermek ve zihni az çok +meşgul edecek şeylerden namazgahlarını uzak bulundurmak dinimizin yüksek hikmetleri +gereğidir. + 50) Namazın mekruhlarının bir kısmı "İmamet ve Cemaat" konusunda, bir kısmı da +"Kıraat ve Evkat-ı Salât" bölümünde ve diğer konularında yeri geldikçe anlatılmıştır. + 51) Yanılma olmaksızın ve sehiv secdelerini gerektirmeksizin keraheti tahrimiye ile +kılınan namazların iade edilmesi vacibdir. Fatiha sûresi yerine kasden başka bir ayet +okunarak kılınan namaz gibi... + Tercih edilen görüşe göre, kerahetle kılınan önceki namazla farz yerine getirilmiş olup +iade sureti ile kılınan namaz ise onun eksiklerini tamamlayıcı yerine geçmiş bulunur. + + + + +Namazı Bozan ve Bozmayan Şeyler + + 475- "Fesad" bozulma ve "İfsad" da, bozma demektir. Bunların karşıtı "Salâh (Sıhhat)" +ve "Islah" dır. İbadetlerde fesad ile "butlan" birdir. Fasid olan bir ibadete "batıl" da denir. +Bir şeyi bozan sıhhat halinden çıkaran şeye de, "müfsid" denir. Çoğuluna "müfsidat" +denir. + Bir namazın şart ve rükünlerinden biri bulunmamakla o namaz fasid olacağı gibi, bu +şart ve rükünler üzere başlanıldıktan sonra bazı şeylerin bulunmasından dolayı da fasid +olabilir. Namazı böyle bozan şeylere "Müfsidat-ı Salât" adı verilir. Bunların bir kısmı daha +önce yeri geldiğinde anlatılmıştı. + Biz burada şart ve rükünleri ile başlanmış bir namazı bozacak şeylerin başlıcalarını +yazacağız. Şöyle ki: + 1) Namazda iki harfden ibaret dahi olsa, namaz kılanın işiteceği derecede söz +söylemek namazı bozar. Bu hususta kasıd, yanılma, uyuma ve hata halleri eşittir. + 2) Bir hastalık sebebiyle veya bir malın ve bir arkadaşın kaybolması gibi musibetten +dolayı harfler belirecek şekilde sesle ağlamak veya "ah, uh, eh" diye inlemek, "öf demek, +yahut bir toza üflemek veya bir şeyden bezginlik göstermek için "uf, tuh" demek namazı +bozar. + Yüce Allah'ın korkusundan, cennet veya cehennemi hatırlamaktan dolayı ağlamak, ah +ve iniltide bulunmak namazı bozmaz. Kendini tutamayacak derecede şiddetli hastalıktan +dolayı bir ah ve inilti de namazı bozmaz. + 3) Cemaattan biri, imamın okuduğu Kur'andan duygulanarak ağlasa veya "evet" dese, +bakılır: Eğer bu bir huzur ve huşu eseri ise, namazı bozulmaz. Fakat sadece ses +güzelliğinden lezzet duyma eseri ise namazı bozulur. + 4) Bir özür veya makbul bir sebeb bulunmaksızın "eh, eh..." diye boğazı gürültü +çıkararak temizlemek namazı bozar. Fakat zorlamayarak kendiliğinden gelen bir öksürme, +bir özür sayıldığından namazı bozmaz. Sesi düzeltip güzelleştirmek için veya namazda +bulunduğunu bildirmek için veya kendi imamının bir kıraat hatasını düzeltmek için bunun +yapılmasında namaz bozulmaz. Çünkü bu boğaz temizliği doğru bir maksada +dayanmaktadır. Sahih olan görüş budur. + 5) Aksıran kimseye namazda "Yerhamükallah" denilmesi ve başkasının "Rahimekallah" +demesi üzerine namazda "amin" denilmesi namazı bozar. Fakat aksıranın kendi nefsine +karşı "Yerhamükallah" demesi namazı bozmaz. Yine, aksıran kimseye hamd etmesini +hatırlatmak için namazda "Elhamdü lillâh" denilmesi, sahih olan görüşe göre namazı +bozmaz. Çünkü bu sözün cevab yerinde olması benimsenmiş değildir. Bu yalnız bir +hatırlatmadan ibarettir. + 6) Namazda "Allah" ismi işitilmekle "Celle Celâlüh" denilse veya Peygamber +Efendimizin şerefli ismi işitilmekle "sallallahu aleyhi ve sellem" denilse, bakılır: Eğer +bununla bir cevap kastedilmiş ise namaz bozulur. Fakat yalnız bir övgü ve yüceltme +kasdedilmişse, bozulmaz. Çünkü bu, namaza aykırı olmayan bir zikir olmuş olur. + 7) Namazda şeytani bir vesveseden dolayı "Lâ havle ve la kuvvete illâ billah" denilse, +bakılır: Eğer bu vesvese ahiretle ilgili bir şey ise, namaz bozulmaz. Fakat dünya ile ilgili +bir şey ise, namaz bozulur. Çünkü vesvese bir acıdır. Bu durumda dünyaya ait bir acıdan +dolayı bu "Lâ havle" sözü söylenmiş olur. + 8) Namaz kılmakta olan kimse, kendisini çağırana veya içeriye girmek için izin +isteyene, namazda olduğunu anlatmak için "Elhamdü lillâh" veya "Sübhanellah" dese +veya okuyuşunu aşikâr yapsa, bununla namaz bozulmaz. + 9) Kur'an-ı Kerim'in içinde veya hadis-i şeriflerde bulunan bir duayı namaz içinde +okumak, namazı bozmaz. Namazda: "Allahümme Ekremnî, Allahümme en'im +aleyye, Allahümme aslih emri, Allahümmerzuknî'l-afıyete, Allahümmağfir lî ve +livalideyye ve lilmüminine velmüminat" denilmesi gibi... + Fakat: "Allahümmeğfir liammî, Allahümmeğfir lihalî" gibi bir dua, namazı bozar. +Çünkü, böyle bir dua Kur'anda ve hadislerde yoktur. + 10) Namazda, insanların sözlerine benzer bir şekilde dua edilmesi ve insanlardan +istenilmesi imkansız olmayan bir şeyin Yüce Allah'dan istenilmesi, namazı bozar. +Allahümme at'imnî lahmen = Allah'ım bana et yedir." , "Allahümmekzi deyni = +Allah'ım borcumu Öde," ve "Allahümmerzuknî zevceten = Allah'ım beni zevceyle +rızıklandır" diye dua edilmesi gibi... + 11) Namazda bir kimseye dil ile selam vermek veya başkasının selamını dil ile almak +veya tokalaşarak selamlaşmak namazı bozar. Sadece Aleyküm denilmesi veya yanılarak +selam alınması da böyledir. + 12) Namazda el ile veya baş ile selam alınsa, sorulan veya istenilen bir şey için baş, +göz ve kaş ile işarette bulunulsa, namaz bozulmaz. Fakat bir namaz kılana: "ileri git, +yanında namaz kılacak kimseye yer ver" denilip, o da bu emre uyarak hareket etse, +namazı bozulur. Çünkü namaz içinde Allah'dan başkasının emrine uymuş olur. Fakat +kendiliğinden biraz çekilerek namaz kılacak kimseye safda yer vermesi namazı bozmaz. + 13) Namaz içinde çok sayılan iş ve hareket, namazı bozar. Az sayılan iş bozmaz. Şöyle +ki: Namaza ve namazı düzeltmeye ait olmayan ve çok hareket sayılan bir hareket namazı +bozar. Çok iş ve hareket o işdir ki, onu işleyen kimseyi dışardan bir kimse gördüğü +zaman, namazda olmadığından şübhe etmez. Bunun karşıtı az iştir ki, sahibini gören, +onun namazda olup olmadığından şübheye düşer. + Örnek: Namaz kılmakta olan bir kimse, yerden bir taş alarak kuş veya benzeri bir şeye +atacak olsa, namazı bozulur. Çünkü bu hareketi çok harekettir. Fakat yanında bulunan bir +taşı bir eliyle atacak olsa, namazı bozulmaz. Çünkü bu bir az işdir. Ancak namaz içinde +başka bir şey ile uğraştığından dolayı günah işlemiş olur. + 14) Bir kimse namazda, kendi imamından başka bir kimsenin okuduğu Kur'andaki +yanlışlığı veya takıldığı yeri düzeltse namazı bozulur. Çünkü bu hareket bir öğretme ve +öğrenme sayılır. Öğretme ve öğrenme ise, çok harekettir. Fakat kıraat maksadı ile +okuyup da bunun sonunda o kimse için düzelme hasıl olsa, namazı bozulmaz. + Yine, kendi imamı için düzeltme yapsa, namazı bozulmaz. İmamın yeteri kadar Kur'an +okumuş olması fark etmez. Çünkü bu aynı namazı düzeltmeye aitir. Fakat namaz kılan bir + kimse, kendisi ile beraber aynı namazda olmayan kimsenin okuyuşunu düzeltirse, namazı +bozulur, çünkü bu bir öğretme sayılır. + 15) Bir kimse namazda iken vücudunu bir kere veya arka arkaya iki kere veya değişik +rekatlarda birer, ikişer kere kaşısa, namazı bozulmaz. Fakat bir rekatta birbiri ardınca üç +defa kaşısa, bozulur. Ancak bir organını, elini tekrar kaldırmadan birkaç defa kaşıması, bir +defa kaşıma sayılır. + 16) Namazda bir özür olmaksızın birbiri ardınca hiç durmadan en az üç adım atmak +namazı bozar. Yine, bir şahsın çarpması üzerine, namaz kılanın elinde olmayarak yerden +üç adım kadar yürümesi de namazı bozar. Namaz kılınan yerden tutup çıkarılmak da +böyledir, namaz bozulur. + 17) Namazda tekrarlama yapılmaksızın bir el ile baştan sarığı veya giysiyi kaldırıp yere +koymak veya bunları yerden kaldırıp başa koymak, namazı bozmaz. Fakat bunları yerden +kaldırıp başa koymak çok iş ve harekete muhtaç olursa, namazı bozar. + 18) Namaz kılmakta olanın bir kimseye bir el veya bir kamçı ile vurması, namazı +bozar. Çünkü bu, çok iş ve harekettir. Fakat hayvan üzerinde namaz kılanın bu hayvana +arka arkaya üç defa vurması, namazını bozarsa da, bir veya iki defa vurması bozmaz. +Sahih olan görüş budur. + Yine, hayvanın yürümesi için, bir ayağı iki defa hareket ettirmek namazı bozmaz. +Fakat iki ayağı hareket ettirmek bozar, iki ayak, iki el yerinde sayılır. + 19) Namazda iken hayvana binmek, namazı bozar, fakat namazda iken hayvandan +inmek bozmaz. + 20) Namaz içinde bir ayakkabıyı iki el ile giyinmek, namazı bozar. Fakat ayağındaki +ayakkabılarını ayaktan kolayca çıkarıvermek, namazı bozmaz. + 21) Bir kimse yanılarak veya kasden bir buğday tanesi yese, bir damla su içse, gözüne +sürme çekse, bedeninin herhangi bir yerine yağ sürse, baş ve sakalının saçlarını tarasa +veya örse namazı bozulur. Çünkü bunlar birer çok iştir. Fakat bir elinde bulunan yağı +veya benzerini diğer eline almaksızın başına veya başka bir organına sürse, bununla +namazı bozulmaz. Çünkü bu az bir iştir. + 22) Namazda çocuğu alıp emzirmek namazı bozar. Namaz kılmakta olan bir kadının +memesini çocuk kendi başına tutup emecek olsa bakılır: Eğer süt çıkmaksızın bir iki defa +emmiş olursa, namaz bozulmaz. Fakat süt çıkarsa veya süt çıkmaksızın iki defadan çok +emerse, namaz bozulur. + 23) Namaz içinde bulunan bir erkeği, zevcesinin öpmesi veya okşaması ile namazı +bozulmaz. Ancak erkeğin şehveti uyanırsa, bozulur. Fakat bir kadının namazı, kocasının +kendisini şehvetle okşaması ile veya ister şehvet olsun, ister olmasın öpmesiyle bozulur. +Çünkü cinsel yaklaşma konusunda kocanın hareketi asıldır. + 24) Bir kimse namazda iken, gözüne karşı gelen bir kitaba yalnız baksa yahut ne +yazılmış olduğunu anlamak için bir göz atsa, sahih olan görüşe göre, namazı bozulmaz. +Fakat karşısında bulunan bir Kur'an"ı Kerim'den yahut yazıları bulunan bir mihrabdan +Kur'an-ı Kerim ayetlerini okuyacak olsa, bakılır: Eğer okuduğu ayetler, onun ezberinde idi +ise, namazı bozulmaz. Fakat ezberinde yoktu ise, en az bir ayet okuyunca namaz +bozulur; çünkü bu, bir öğrenme demektir. Bu mesele İmamı Azam'a göredir, iki imama +göre, ziyade okumakla da bozulmaz. Ancak böyle bir okuma mekruhtur. Bunda, kitab +ehline (Yahudi veya Hıristiyanlara) bir benzeyiş vardır. + 25) Bir maksada bağlı olmayarak kalbe gelen kuruntular ve işler namazı bozmaz. Onun +için, bir kimse namaz içinde dili ile söylemeksizin düşüncesi ile bir şiir veya bir hutbe +düzenleyecek olsa, günah işlemiş olur. Çünkü böyle yapan kimsenin kalbi, namazda +başka şeyle uğraşmış olur. Bununla beraber namazı bozulmaz. + 26) Namaz kılmakta olan bir kimse, kaç rekat namaz kıldığına dair olan bir soruya +cevab olarak elinin parmaklarını gösterecek olsa, namazı bozulmaz. Yine üç kelimeden az +olmak üzere yazı yazsa, namazı bozulmaz. Ancak görenler, onun namazda olmadığını +sanırlarsa, namazı bozulur. + 27) Cemaatle namaz kılan kimse, bir özür sebebiyle, diğer bir görüşe göre de özürsüz +de olsa, ön tarafa, sağ veya sol tarafa yahut k��bleden yüzünü çevirmeksizin arka tarafa +bir rükün mikdarı, dura dura birer saf kadar gitse, mescidden çıkmadıkça veya kırda ise, +saflardan ayrılmadıkça namazı bozulmaz. Çünkü mescidde ve sahrada safların bulunduğu +kısım, tek bir yer sayılır. Bunun için kırda namaz kılanın ön tarafında saf bulunmazsa, + secde yerinin önüne geçmesi ile namazı bozulur. Yine tek başına namaz kılanın da, secde +yerini geçmesi ile namazı bozulur. Kadınlar için evleri, bir görüşe göre mescid, diğer bir +görüşe göre kır hükmündedir. + 28) Ağız dolusundan az olan bir kusuntu, elde olmayarak yutulursa, bununla namaz +bozulmaz. + 29) Namazda olan bir kimse, göğsünü özürsüz olarak kıbleden döndürse, namazı +bozulur. Fakat bir organdan kan çıkmak gibi bir sebeble abdestsizlik meydana geldiğini +yanlışlıkla zannetse de kıbleye arka çevirecek olsa, mescidden çıkmadıkça namazı +bozulmaz. Fakat bu adam imam olur da yerine başkasını geçirirse, namaz bozulmuş olur. + 30) Namazda bulunan kimseden burun kanaması veya kusuntu gibi, istekle olmayan +abdesti bozacak bir şey meydana gelse, o kimse serbest olur: Dilerse abdest alıp yeniden +namaz kılar. Buna namaza yeniden başlama (istinaf-ı salât) denir. Faziletli olan da budur. +Dilerse, namaza aykırı hiç bir şeyle uğraşmaksızın en yakın yerdeki su ile abdest alır ve +tek başına idiyse, bu abdest aldığı yerde veya evvelce namaza başlamış bulunduğu yerde +namazının geri kalan kısmını tamamlar. Bir imama uymuş idiyse, evvelki yerine dönüp +orada namazını tamamlar. İmama uymanın sıhhatine engel olacak bir yerde durup +oradan tekrar imama uyamaz. Ancak cemaatla kılınan namaz bitmiş olursa, o zaman +yalnız başına namaz kılan gibi hareket eder. Bu namaz kılışa da, başlanan namaza devam +(bina-i salât) denir. Böyle bir kimse abdest almak için yakın suyu bırakıp uzağa gitse +veya gidip gelirken Kur'an okusa veya bu arada avret yeri açılsa, artık namazı bina +edemez (başladığı namazdan geri kalan kısmı kılamaz). Yeniden namaz kılması gerekir. +(Lâhik bölümüne bakılsın.) + 31) Namazı bozulan bir imamın, kendi yerine başkasını geçirmesi ittifakla caizdir. +Şöyle ki: Bir imama, namaz kılarken burnu kanamak gibi (semavî) bir abdestsizlik gelse, +cemaat içinden imam olmaya elverişli bir kimseyi işaretle veya elbisesinden tutarak +mihraba geçirir. İmamla beraber yalnız bir kişi bulunmuş olsa, bu kimse imamete ehil ise, +imamlığa geçmesi kararlaşmış olur. İmam böyle yerine bir adam geçirmeksizin +mescidden çıksa veya sahrada ise safları geçmiş olsa, cemaatın namazı bozulur, imam +tek başına namaz kılan hükmünde kalır. Dilerse abdest alıp namazı bina eder (bıraktığı +yerden tamamlar), dilerse yeniden namazını kılar. Bu istihlâf (yerine başkasını geçirme) +konusunda cemaatın bilgisi yoksa, istihlâf cihetine gidilmeyip namazın yeniden kılınması +daha faziletlidir. Çünkü bu durumda namazın bozulmasını gerektiren bazı haller olabilir. + 32) Dişlerin arasında kalmış olan bir kırıntı namaz içinde yutulsa, bakılır: Eğer en az +nohut mikdarı ise namazı bozar. Bundan küçük ise namazı bozmaz. + 33) Ağızda bulunan bir şeker parçasının, namazda çiğnenmediği halde tadı boğaza +gitse, namazı bozar. Fakat namazdan önce yenmiş bir yemeğin ağızda kalmış olan tadı, +namaz içinde tükürükle boğaza gitse, bununla namaz bozulmaz. + 34) Namazda sakız veya Hindistan cevizi gibi bir şey, arka arkaya üç kez çiğnenecek +olsa, namaz bozulur. Yutulmasa da böyledir. Fakat çiğnenmediği halde bunun küçük bir +parçası boğaza gidecek olsa, bundan namaz bozulmaz. + 35) Namaz içinde bayılma ve çıldırma halleri namazı bozar. + 36) Dört rekatlı bir namazı bilmemezlikle iki rekat sanarak birinci oturuştan sonra +selam veren kimsenin namazı bozulur. Yatsının farzını teravih, öğlenin farzını cuma veya +sabah namazı zannederek birinci oturuşta selam verilmesi de böyledir. Fakat yanılarak +böyle bir selam vermekle namaz bozulmaz. + + + + +İskat-ı Salât (Namaz Borcunu Düşürme) Meselesi + + 476- Kazaya kalmış beş vakit farz namazlarla vitir namazlarının bağışlanması umudu +ile yapılan bir sadaka verme işlemine "İskat-ı Salât" denilmektedir. Şöyle ki: Mükellef bir +insan, farz ve vitir namazlarını, ima ile dahi olsa yerine getirmeye gücü olduğu halde, eda +veya kazayı yapmaksızın ölse, bunların düşürülmesi için (bunların manevî + sorumluluğundan kurtulması ümidi ile) bunlara karşı ödenmek üzere malının üçte +birinden harcama yapılmasını vasiyet etmesi gerekir. Buna göre ölünün geriye bıraktığı +malın üçte birinden namazlar için fidye (bedel) verilir. Böylece bağışlanması için Yüce +Allah'a dua edilir. + 477- İskat-ı Salât (namazların düşürülmesi) için vasiyette bulunmamış olan bir ölünün +velisi (varislerinden biri) tarafından bağış yolu ile verilecek bir mal ile de, bu "İskat" +işlemi yapılabilir. Ölünün bu yüzden bağışlanması Allah'ın rahmetinden umulur. + Yabancı bir kimse tarafından yapılacak böyle bir bağışın bu konuda yeterli olup +olmadığı üzerinde ihtilaf vardır. Her halde, yabancı bir kimse tarafından ölü adına +verilecek sadakadan da ölüye sevab ulaşır. + 478- Bir kimse hastalığı sırasında kazaya kalmış namazlarını düşürmek için fidye ve +sadaka veremez. Çünkü bunları kaza etmesi ihtimali vardır. Vereceği bu fidye hiç bir +zaman namaz yerine geçemez. Fakat bu hastalık halindeki namazlarını kaza etmek +fırsatını bulamayacağını düşünerek vasiyette bulunsa, bu vasiyeti ölümünde, varisi varsa +bırakmış olduğu malın üçte birinden, varisi yoksa malının tamamından (İskat-ı Salât +olarak) yerine getirilir. + 479- İskat-ı salât için ölünün miladi yıl olarak hayatı esas alınır. Şöyle ki: Ölü erkek ise +on iki, kadın ise dokuz yaşından sonraki yaşadığı yıl hesab edilir. Bu zaman içinde +namazlarını kılmış olsa dahi, bunların kılınmasında noksanlar bulunacağı düşüncesi ile +bütün bu müddet içindeki namazları için fidye verilmesi tercih edilir. Örnek: Ölen bir +erkeğin ömrü yetmiş yıl olsa, bunun elli sekiz senesi için her namaz karşılığında bir fitre +mikdarı fidye verilir. + 480- Namaz fidyesi için ayrılan para, ömre göre hesap edilen namazların karşılığı +olarak yetmediği takdirde, bu para çoğunlukla on fakire devir şeklinde verilebilir. + Örnek: Altmış iki yaşında ölen bir kimsenin elli senelik hayatı için devir yapılmak +istense, fitre elli kuruş olduğu kabul edilerek namazların iskatı için de doksan lira ayrılmış +bulunsa, bir aylık devir yapılır. Şöyle ki: Vitir namazı dahil, bir aylık namaz, otuz gün +itibarı ile yüz seksen vakit eder. Bunun fidyesi de, elli kuruş fitre üzerinden doksan lira +eder. Elli senede ise, altı yüz ay vardır. Bu durumda bu doksan lira on fakire veya birkaç +birkaç fakire altı yüz defa devredilir. Eğer bu ayrılan para iki misline (180 liraya) +çıkarılmış olursa, üç yüz defa devir yeterli olur. Eğer ayrılan para kırkbeş lira olursa, o +zaman bin iki yüz defa devir gerekir. Böylece devir sayısı, ayrılan paranın mikdarına göre +değişir. + 481- Fidyenin devri yapılırken acele etmemelidir. Usulüne göre alıp verilmelidir. Şöyle +ki: ölünün mükellef olan varisi (velisi), fidyeyi fakire verirken "Falan oğlu falanın namaz +keffareti olmak üzere bunu al." deyip gerçekte fakire ait olarak bu parayı vermelidir. Fakir +de: "Bunu kabul ettim," deyip aldıktan sonra kendi rızası ile veliye hibe ve teslim +etmelidir. Veli de hibeyi kabul edip aldıktan sonra yine bu şekil üzere o fakire veya başka +bir fakire vererek kazaya kalan namazları karşılayıncaya kadar devir yapılıp bitirilmelidir. + Böyle bir paranın fakire bağışlanması, fakirin de şefkat duygusunu göstererek bunu +bağışlayana hibe etmesi, geçmişi düzeltmeye gücü kalmamış olan din kardeşinin manevî +sorumluluğunu azaltmak gibi, çok hayırlı bir maksada yönelik bulunduğundan, bu işlem +büyük bir merhamet ve kardeşlik alametidir. Din kardeşleri arasındaki vefakarlık görevi +unutulmamalıdır. + 482- İhtilaftan kurtulmak için devir işlemini velinin kendisi yapmalıdır. Bunu kendisi +yapamazsa, yerine başka bir kimseyi tam bir yetki ile vekil tayin etmelidir. Artık vekil +olan kimse o parayı veli adına fakire vermeli ve o parayı veli adına fakirden bir aracı sıfatı +ile o parayı hibe olarak kabul eylemelidir. Böyle olmazsa, o şahsın bu parayı başkasının +mülkiyetine geçirmeye ve veli adına mülk edinmeye yetkisi olamaz. + Yabancının da ölü adına bağış yolu ile namaz için fidye verebileceğine inanan bazı fıkıh +alimlerine göre ise, böyle devamlı bir vekalet alınmasına gerek yoktur. Başlangıçta fidyeyi +vermeye veli tarafından vekalet verilen kimse bunu başkasının mülkiyetine geçirir ve +fakirin de kendisine yapılan hibesini kabul ederek bunu kendi tarafından ölü adına fakire +tekrar temlik eder (mülkiyetine geçirir). Bununla beraber birinci görüş tercih edilmiştir. +Devirden sonra velinin veya vekilin eline hibe yolu ile gelen paradan, kendileri ile devir +yapılan fakirlere, kalblerini hoş tutmak için bir mikdar verilir. Geriye bir mikdar kalırsa, o +da başka fakirlere sadaka olarak verilir. Eğer bu para yerine mücevherattan bir şey + konulmuş olursa, bunun kıymeti üzerinden sadaka verme işlemi yapılır. + 483- Namaz fidyesinden sonra oruç keffareti, sonra kurban keffareti, sonra yemin +keffareti için tekrar devir yapılır. Bir nafile olarak başlanıp da bozulduktan sonra kaza +edilmemiş namazlar, adanmış olup da getirilmemiş adak namazlar ve kurbanlar için de +bir mikdar devir yapılır. Hatta yapılmamış tilavet secdesi de bir vakit namaz sayılarak +bundan dolayı da fidye verilir. Namaz fidyesinin tümünü bir fakire bir günde vermek +caizdir. Fakat oruç ve yemin keffaretleri böyle değildir. Bu fidyeler bir günde bir şahsa +toptan verilemez. (Oruç ve yemin kefferati bölümüne bakılsın.) + 484- Namaz fidyesinin vasiyet edilmesi, bunun varisler tarafından bağış yolu ile +yapılmasından daha iyidir. Bir de bu fidye, daha ölü gömülmeden yapılmalıdır. Uygun +olan budur. Bununla beraber gömüldükten sonra yapılması da caizdir. Ölünün velisi, ölü +adına kazaya kalmış namazlarını kılamaz, oruçlarını tutamaz. Fakat bu gibi ibadetlerin +sevabından ölmüş bir müslümana hediye yapılabilir. Ölünün bundan faydalanacağı +Allah'ın ihsanından beklenir. + 485- İma ile de namaz kılamayan bir hasta, bu hal üzere ölse, bu hastalığı müddeti +içinde kılamamış olduğu namazlar için vasiyet etmesi gerekmez. Çünkü bunları kaza +etmekten sorumlu olacağı bir zamana ermemiştir. Bunun için bu namazlar, üzerine +ödenmesi gereken bir borç olmamıştır. Bundan dolayı fidye verilmesi yoluna gidilmez. + 486- Namaz için fidye vermeye dair açık bir delil ve icma yoktur. Bu usul, delil ile sabit +olan oruç fidyesine kıyas yolu ile de kabul edilmiş değildir. Bu bir ihtiyat işidir. Hanefî +müctehidleri bunu güzel görmüşlerdir. Bunun kazaya kalmış namazlar yerine geçeceği +kesin olarak ileri sürülemez. Ancak böyle bir fidye vasiyeti, bir pişmanlık eseridir, bir +istiğfar nişanıdır. Bunun varis tarafından bağış yolu ile yapılması da, bir şefkat ve +hayırseverlik alametidir. Kaza için de bir imkan kalmamıştır. Bu yönden bu Fidyenin +kabulü Yüce Allah'ın rahmetinden umulmaktadır. Bunun için bu usul, bazılarının sandığı +gibi, sonradan İmam Birgivî merhum tarafından ileri sürülmüş bir şey değildir. Doğrusu +şudur ki, bu mesele Hanefî mezhebi üzere yazılmış en eski kitablarda da bu şekilde +mevcuttur. Deniliyor ki: + Fidye ile oruç borcunun düşeceği üzerinde nass (kesin delil) vardır. Namaz da, Hanefî +fıkıh alimlerinin istihsan görüşlerine göre oruç gibidir, oruçtan daha önemlidir. Bunun için +kaza edilmesine imkan kalmamış olan namazlardan dolayı da fidye verilerek Yüce Allah'ın +mağfiretine sığınmak, ihtiyatî bir iş olarak uygundur. + 487- İmam Muhammed El-Şeybanî (Allah ona rahmet etsin) Ziyadat adlı kitabında +"Namaz fidyesi" İnşallahü teala kifayet eder, demiştir. Demek ki, bunun afv ve mağfirete +bir vesile olacağı Yüce Allah'dan umuluyor. Yoksa bunun üzerinde kesin bir delil yoktur. +Eğer bu fidyenin namazlara kifayet edeceği kesin bir delile veya kıyasa dayansaydı, böyle +Allah'ın dilemesi şeklinde söz söylenmezdi. + Fahrül-İslam Pezdevi'nun Usul kitabında şöyle deniliyor: Namaz hakkında fidyenin +cevazına (yeterli olacağına), oruç hakkında hükmettiğimiz gibi hüküm veremeyiz. Ancak +namaz hakkında fidyenin lütfen kabulünü Allah tarafından bir ihsan olarak isteriz. İbn'ül- +Hümam gibi, içtihad derecesini kazanmış bir zatın da, Fethu'l-Kadir'deki ifadesine göre +namaz, Hanefî imamlarının istihsanı ile oruç gibidir. Madem ki oruç ile fidye vermek, +yemek yedirmek arasında bir denklik şeriatça sabit olmuştur. Buna göre bu denklik +namaz ile fidye arasında da sabit olabilir. Eğer böyle bir denklik varsa, netice elde edilmiş +olur. Değilse, namaz için fidye bir iyilik ve ihsandan ibaret kalır, iyilik ve ihsan ise, +günahları giderir. Bir ayeti kerimede buyurulmuştur. + "İyilikler kötülükleri siler." (Hud: 114). + 488- Fıkıh kitablarımızdan Kuhüstanî'de şöyle deniliyor: "Eğer ölü, namaz için fidye +verilmesini vasiyet etmemiş ise, velisinin bağış yapması caizdir. Bunun müstahsen bir iş +olduğu görüşünde ayrılık yoktur. Bunun sevabı ölüye ulaşır." + Doğrusu, hiç bir zaman namaz fidyesi ile namaz borçlarımızın ödenmiş olacağını ileri +süremeyiz. Fakat acizane verilecek sadakalardan dolayı da, Allah'ın ihsanına ulaşmaktan +ümidimizi kesmeyiz. Hiç bir hayır ve iyilik Allah yanında boşa gitmez. Verilen +sadakalardan ve yapılan vakıflardan dolayı müminin amel defterine daima sevab yazılır +durur. + 489- Bir ölü vasiyet etmediği takdirde, onun varisleri, geriye bırakmış olduğu maldan +fidye vermek zorunda değildir. Hele varisler fakir bulunurlarsa, bir gelenek ve iyilik + düşüncesi ile bu fakir varisleri fidye vermeye yöneltmek uygun olmaz. Bilhassa varisler +arasında çocuklar ve yetimler bulunursa, bunların hisselerinden fidye verilmesi asla caiz +olmaz. + Bir de kendileri ile devir yapılacak fakirler arasında çocuk, bunak, deli, zengin ve gayri +müslim bulunmamalıdır. Bu hususlara dikkat etmelidir. + + + + +Mescidlere Ait Hükümler + + 490- Mescid, İslam mabetlerine (ibadet evlerine) verilen bir isimdir. Lûgatta "secde +edilecek yer" demektir. Çoğuluna "mesacid" denir. Mescidlerin büyüğüne "Cami" denir. +Bunun çoğulu da "Cevami"dir. + Mescidler Yüce Allah'a ibadet için yapılmıştır. Bundan dolayı her mescidin büyük bir +şeref ve fazileti vardır. Bu şerefi göstermek için her mescide Beytullah (Allah'ın evi) +denmiştir. Onun için mescidlere hürmet edilir. Mescidlerde hiç kimse istediği gibi hareket +edemez. Bir mescid kıyamete kadar mesciddir. Mescidlere saygısızlık etmek, taşkınlıkta +bulunmak, Yüce Allah'ın hakkına saldırmaktır. Bunun sorumluluğu pek büyüktür. + 491- Bir mescidin içi ve arsası mescid olduğu gibi, semaya kadar olan bütün üst tarafı +da mescid hükmündedir. Onun için mescidlerin içlerinde yapılması mekruh ve yasak +şeyler, bunların üstlerinde de mekruhtur. + 492- Mescidlerin "Fina-i Mescid" denilen çevresi, mescidlere bitişik olup aralarında yol +bulunmayan yerler de namaz hususunda mescid hükmündedir. Bu bakımdan oralardan +imama uymak sahihdir. Saflar bu yerlere ulaşmasa bile hüküm aynıdır. Fakat diğer +hususlarda mescid hükmünde değillerdir. Oralardan geçip gitmek ve oralara abdestsiz +girmek caizdir. + Bayram ve cenaze namazgahları da, yalnız namaz hususunda mescid hükmündedirler. +Bir kimsenin kendi evinde kendisi için mescid edindiği yer, asla mescid hükmünü +kazanmaz. + 493- Mescidlerin en faziletlisi Mescid-i Haram (Kâbe) ile çevresindeki sahasıdır. Sonra +Medine-i Münevveredeki "Mescidünnebi"dir. Sonra "Beytülmakdis"dir. Sonra "Kuba" +mescididir. Bundan sonra en eski mescidler, daha sonra da en büyük olan mescidler +gelir. + (Malikîlere göre, mescidlerin en faziletlisi önce "Mescid-i Nebevidir. Sonra "Mescid-i +Haram", sonra "Mescid-i Aksa'dır. Bunlardan sonra bütün mescidler eşittir. + Ancak insanın evine yakın olan mescidde namaz kılması, komşuluk hakkını gözetme +bakımından daha faziletlidir.) + 494- Bir kimsenin, kendi mahalle veya kabilesi mescidinde namaz kılması diğer +mescidlerde namaz kılmasından daha faziletlidir, diğer mescidlerin cemaatı ister daha çok +ve ister daha az olsun. Yalnız bir mescidin imamı daha salih ve alim olursa, orada namaz +kılmak daha faziletlidir. Bu konuda Mescid-i Haram ile Mescid-i Nebevi'de kendilerine has +bir özellik ve üstünlük vardır. Bunlarda kılınan namazların sevabları kat kat ziyadedir. + 495- Bir mescid insanlara dar gelecek olsa, yanındaki yer sahibinden kıymeti ile arsa +satın alınarak mescide katılır. Arsa sahibi razı olmasa bile bu işlem yapılır, çünkü buna +bütün insanların ihtiyacı vardır. Böyle bir mescid veya cami, sonradan binaların +durumundan anlayan yetkili kimselerin görüşlerine göre çok genişlemiş ise, içinde cuma +ve bayram namazları kılınması gibi en büyük idareciden tekrar izin alınması gerekir. + 496- Bir kimse, Yüce Allah'ın rızası için yaptırmış olduğu mescidin idaresine, tamirine, +döşeme ve aydınlatılmasına ehil ise müezzinliğine ve imamlığına, başkalarından daha çok +hak sahibidir. Kendisinden sonra da evladı ve aşireti, diğer insanlardan evladır. Bunlar +müezzinliğe ve imamlığa ehil değiller ise, diledikleri uygun kimseleri müezzin ve imam +tayin edebilirler. Ancak yapılan bu tayin işinde vakıf ile mahalle halkı arasında bir ayrılık +olursa, bakılır: Eğer vakıfın seçtiği kimseler daha iyi veya halkın seçtiği şahıslara eşit ise, +vakıfın, seçtiği tercih edilir. Değilse, halkın isteği geçerli olur. + 497- Bir mescidin duvarlarını ve kubbesini birtakım nakış ve yaldızlarla süklemekte bir +beis yoktur; fakat sade bir halde bulunması daha iyidir, özellikle kıble tarafının bakışları +toplayacak şekilde ince ve zarif nakışlarla süslenmesi, +namaz kılanların dikkatini çekeceğinden ve kalblerinin huzurunu bozacağından mekruh +görülmüştür. Bununla beraber bir kimse kendi malından bir mescidi süsleyebilir. Fakat +mütevelli (mescidin bakımına memur olan kimse), bu gibi nakış ve süsleri, vakıfın +malından yapamaz. Yaparsa, bedelini öder. Çünkü bunlar mescidin yapısına ve devamına +ait şeyler değildir. Ancak gelir fazlasının zalimler eline geçip yok olacağından korkulursa +bu gibi harcama yapılabilir. + 498- Mescidlerin lambaları en fazla gecenin üçte birine kadar yakılabilir, bundan fazla +yakılamaz. Çünkü vakfın malına tecavüz olur. Ancak vakıfın böyle bir şartı varsa veya +adet öyle ise, tecavüz sayılmaz. + 499- Mescid içinde kuyu kazılmaz. Eskiden beri varsa, olduğu gibi bırakılır. Abdest için +hazırlanmış bir yer yoksa, mescid içinde abdest alınmaz. + 500- Devamlı imam ve müezzini bulunan bir mescidde namaz kılındıktan sonra, tekrar +cemaat halinde ezan ve ikametle namaz kılınması mekruhtur. Fakat tekrar ezan ve +ikamet yapılmaksızın mescidin mihrabından başka bir tarafta bazı kimselerin tekrar +cemaatla namaz kılmaları, sahih olan görüşe göre, mekruh değildir. + 501- Bir mescidde ezan okunduktan sonra, içinde bulunan kimsenin o mescidi bırakıp +başka bir mescide gitmesi, başka bir mescidde görevli değilse, mekruhtur. + 502- Namaz kılanın önünden geçmek günahtır. Fakat mescidde ileri saflarda yer +varken, arka saflarda namaz kılanın önünden geçmek ve ileri gitmek caizdir. Çünkü bu +kimse, kendisine hürmet hakkını kaybetmiştir. + 503- İtikâfa girmeyen kimsenin mescid içinde yemek yemesi ve uyuması mekruhtur. +Fakat bir görüşe göre memleketinden uzak kalmış kimsenin mescid içinde yemesi ve +uyuması caizdir. Ancak ihlilafdan kurtulmak için böyle bir garibin itikafa niyet etmesi daha +iyidir. + 504- Mescidlere abdestli olarak girilir. Namaz maksadı olmaksızın mescidlere çocukları +ve delileri sokmak, zaruret olmadıkça yol gibi geçip gitmek caiz değildir. + 505- Bir mescide girerken önce sağ ayağı ileri atarak girmeli ve hemen Peygamber +Efendimize Salat ve Selam getirmeli: "Allahümmeftah aleyna ebvabe rahmetike = Ya +Rabbi! Üzerimize rahmetinin kapılarını aç," diye dua etmeli. Çıkarken de önce sol ayağı +dışarıya atmalı: "Allahümmeftah aleyna ebvabe fadlike = Ya Rabbi! Üzerimize lütuf +ve kereminin kapılarını aç," diye duada bulunmalıdır. + 506- Mescidlere gelişi güzel hareket ve davranışlarla girilemez. Kollar sıvalı, pallo +omuzlara atılmış bir şekilde girmek uygun olmaz. Bir zaruret bulunmadıkça, mescidlerde +dizleri dikmek veya ayakları uzatmak sureti ile rastgele oturulmaz. Bunlar caiz +görülemez. + Yine, mescidlere serili sergiler üzerine kirli veya ıslak ayaklarla basılamaz. Mabedlerin +temizliğine zarar veren işler yapılamaz. Herkes haline göre, mabedlere en temiz ve en +güzel elbiselerini giyerek gitmeli. Cemaatı tiksindirici hallerden kaçınmalıdır. Bir ayet-i +kerimede: + "Her mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyiniz," buyurulmuştur. + 507- Mescidlerde yüksek sesle konuşmak mekruhtur. Ancak cemaata duyurmak için +hatiblerin ve vaizlerin, din dersi veren hocaların seslerini yükseltmeleri caizdir. +Başkalarının namazlarını karıştırmamak şartıyla, Kur'an okuyanların ve Allah'ı +zikredenlerin seslerini yükseltmeleri de caizdir. + 508- Mescidlerde gürültü yapmak, gereksiz yere dünya işlerini konuşmak, kaybolan +eşyaları sorup araştırmak, zikir ve hikmet taşımayan şiirler okumak caiz değildir. +Denilmiştir ki: "Ateşin odunu yemesi gibi, mescidde konuşulan sözler, iyilikleri yer, +bitirir." + 509- Mescidlerde suçlulara ceza uygulamak, alış-veriş yapmak caiz değildir. Yalnız +itikâf halinde olanlar, kazanç sağlamak maksadı olmaksızın sadece ihtiyaçları kadar alış- +verişte bulunabilirler. + (İmam Ahmed'e göre, mescidlerde nikah akdî yapılması sünnettir, İmam Şafiî +Hazretlerine göre, bu akid yalnız, itikaf halinde bulunan için caizdir.) + 510- Mescid içinde dilencilik yapmak haramdır. Bu dilencilere para vermek de + mekruhtur. En ihtiyatlı görüş budur. Fakat hediye ve sadaka vermek yasak değildir. + 511- Mescidleri pis ve kötü kokulu şeylerden korumak, vacib olan bir görevdir. Onun +için mescid lambalarında temiz olmayan yağları kullanmak caiz değildir. Soğan ve +sarımsak gibi, kokuları hoş olmayan şeyleri yemiş kimselerin cemaat arasına girmeleri de +uygun değildir. Çünkü bunların kokusu cemaata eziyet verir. + 512- Mescidlerde okunan Kur'an-ı Kerimi, hutbeleri ve yapılan vaazları tam bir +hürmetle dinlemek gerekir. Mescidlerde oturup kalkma, gidip gelme edeblerine gereği +üzere riayet edilmesi bir görevdir. + Bütün bunlar, mübarek mabedlere ait edeblerdendir. Bunlara aykırı hareket etmek, +İslâm adabına aykırıdır. Böyle hoş olmayan bir hareket, İslâm mabedinin ne kadar kutsal +bir makam olduğunu güzelce anlamamaktan ileri gelir. Kur'an-ı Kerime ve diğer saygı +değer şeylere karşı yapılması gereken hürmeti bilmemekten ileri gelir. Sosyal terbiyeye +ve din kardeşlerine karşı gösterilmesi gereken hürmet ve nezakete aykırı bulunur. Artık +bu gibi yolsuz hareketlerden kaçınmalı, İslâm adabına yaraşır şekilde hareket etmelidir. + 513- Mescid kapılarını namaz vakitlerinden sonra kapamak mekruhtur. Ancak içindeki +eşyanın çalınmasından korkuluyorsa, kilitlenebilir. + + Ek + 514- Mescid ve cami inşa etmenin fazileti ve sevabı pek çoktur. Bunları +yapmak, bunların inşaatına yardım etmek, bir iman ve hayırseverlik nişanıdır. +Çünkü Kur'an-ı Kerimde: "Yüce Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe +iman eden kimse bina ve imar eder," diye buyurulmuştur. + 515- Mescidleri bina ve imar eden müminler hakkında büyük müjdeler vardır. +Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: "Her kim Yüce Allah'ın rızasını dileyerek bir +mescid bina ederse, Allah da ona cennette bir ev bina eder. + Diğer bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: "Her kim helal malından, içinde +Yüce Allah'a ibadet edilecek bir bina yaparsa, Allah da onun için Cennetde inci ve +yakuttan bir bina yapar". + İşte helal maldan, görsünler ve işitsinler için değil de, yalnız Allah rızası için +yapılan bir mabedin sevabı çok fazladır. Ne mutlu böyle hayırlı işler +başaranlara!.. + 516- İnsanlar ölünce amelleri biter, amel defterleri kapanır. Artık bu +defterlere sevab yazılmaz. Ancak mescid yapmış olmak gibi devamlı hayırları +bulunan müminlerin amel defterleri kapanmaz. Onlara daima sevablar yazılır +durur. Çünkü bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur: "Bir mümine, öldükten sonra, +amelinden ve iyiliklerinden ulaşacak şeylerden biri, öğrenip yaydığı ilim yahut +geriye bırakmış olduğu salih evladı yahut miras bırakmış olduğu Mushaf yahut +yapmış olduğu mescid yahut yolcular için yapmış olduğu ev yahut akıtmış +olduğu ırmak yahut sağlık halinde hayatta iken malından çıkarıp verdiği +sadakadır. Bunlar vefatından sonra kendisine (sevab olarak) ulaşır". + İşte bu hadis-i şerifin beyanına göre de, mescidleri yapan, medreseleri kuran, +çeşmeleri akıtan ve benzeri hayırlı vakıfları yapan kimseler hakkında ne büyük +bir müjdeyi kapsıyor. + 517- Yüce Allah'ın rızası için yapılmış vakıflar birer sadaka-i cariyedir (devam +edip giden hayırlardır). Şöyle ki: Mükellef olan bir müslüman, bir malının +mülkiyet ve menfaatini insanların tasarrufundan engellerde, Allah yolunda bir +hayır işine bağlarsa, onu vakfetmiş olur. Artık o mal, ancak Yüce Allah'ın mülkü +hükmüne geçer. Onda hiç kimsenin mülkiyet hakkı kalmaz. + Herhangi bir vakfın geçerli hale gelebilmesi için usulüne göre mahkemede +tescil edilmesi gerekir. Ancak bundan vakıf olan mescidler, mezarlıklar ve +vasiyet suretiyle olan vakıflar müstesnadır. Şöyle ki: + Bir müslüman bir mescid yapar da, onu yoluyla beraber mülkiyetinden +çıkararak içinde namaz kılınması için insanlara izin verirse, insanlarda orada +cemaatla namaz kılarsa, o mescidin vakıflığı, tescile muhtaç olmadan +tamamlanmış olur. + Yine, bir kimse bir malını, bir hayır yoluna vakıf olmak üzere vasiyet edip +sonra o vasiyet üzerine vefat etse, bakılır: Eğer malının üçte biri bunu + karşılıyorsa veya varisi yoksa veya varisleri olur da vasiyetin tümünü geçerli +kabul ediyorsa, o mal, o hayır yoluna tamamen vakfedilmiş olur. Eğer geriye +bırakmış olduğu malın üçte biri yetmeyip varisler de muvafakat etmiyorsa, +terekesinin üçte biri kadar olan mikdar ancak o hayır işine konulan şartlarla +vakfedilmiş bulunur. Bunun geçerliliği tescile bağlı değildir. Vakıflarla ilgili bilgi, +"Hukuku İslâmiye ve Istılâhatı Fıkhiye" adındaki eserimizin dördüncü cildinde +vardır. + 518- Mescidlere, ibadet yapmak ve cemaatla namaz kılmak için devam etmek +de, mescidleri sağlığa kavuşturmak ve imar etmek sayıldığından fazileti pek +ziyadedir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Bir kimse, içinde cemaatla namaz +kılınan bir mescide gidecek olsa, gidiş ve gelişlerinden atacağı adımlarından her +biri ile bir günahı silinir. Diğer biri ile de kendisi için bir sevab yazılır. + Diğer bir hadis-i şerifde de: "Her kim evinde güzelce abdest alır da, sonra +mescide giderse, o kimse Allah'ın ziyaretçisi olur. Ziyarette bulunana ikram ise, +her ziyaret edilen zat üzerine bir haktır" diye buyurulmuştur. + Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur: "Gecenin karanlığında +mescide yürüyen kimse, kıyamet gününde Yüce Allah'a nurlar içinde +kavuşacaktır". + Ne büyük müjdeler!... Artık mescidlere devamlı bir ganimet bilmeli, cemaatla +namaz kılmanın sevabını kaçırmamaya çalışmalıdır. Bu hususta muvaffak +olmamazı Yüce Allah'tan niyaz ederiz. + + + + +Cenaze İle İlgili Vacipler ve Görevler + + 519- Cenaze ölü demektir. Ölmek üzere bulunan kimseye "muhtazar" denir. +Muhtazarın yanında tevhid ve şahadet kelimelerini okumaya ve ölünün kabri başında +yapılacak konuşmaya "Telkîn" denir. + Ölünün yıkanmasına "Gasl-i meyyit", ölünün yıkanmasından sonra kabre +gömülmesine kadar yapılması gereken şeylere ve bunların temin etmeye de "Techiz" adı +verilir. Ölüyü bilinen bezlere sarmaya da "Tekfin" denilmektedir. + 520- Ölen bir müslümanı yıkamak, kefenlemek ve üzerine namaz kılıp bir kabre +gömmek müslümanlar için bir farz-ı kifayedir. İnsanlar bu farzı yapmadıkları zaman, +bundan hepsi Allah katında sorumlu olurlar. Bu görevi yapmaya imkânları yoksa, sorumlu +olmazlar. + 521- İslâm ölülerini hayır ile anmak, onların güzel hallerini söylemek ve kötülüklerini +söylemekten kaçınmak müslümanlar için bir görevdir. Bir hadis-i şerifde şöyle +buyurulmuştur: "Ölülerinizi güzel hallerini yad ediniz, kötülüklerini söylemekten +çekininiz." + Öyle ki, bir İslâm ölüsünde görülüp iyi haline delâlet eden güzel koku veya yüzünün +nurlanması gibi şeyleri söylemek müstahabdır. Fakat fena koku ve yüzünün kararması +gibi şeyleri söylemek haramdır, gıybetten sayılır. Ancak ölü açıkta haram işleyen bid'at +sahibi olarak tanınmış ve bu hal üzere ölmüş ise, fena halleri söylenebilir. Başkalarına +ibret olmak için söylenmesi caiz olabilir. + 522- Ölmek üzere olan kimseyi (muhtazarı), bir güçlük yoksa kıbleye doğru sağ yanı +üzerine çevirmek müstahabdır. Ayakları kıbleye doğru olarak ve başı biraz yükseltilerek +arkası üstüne de yatırılabilir. Adet haline gelen de budur. Bu halde, başı biraz yukarı +kaldırılır ki, yüzü kıbleye yönelmiş olsun. + 523- Ölüm haline giren kimseye Kelime-i Tevhid telkîn edilir. Bu bir sünnettir. Şöyle ki: +Daha ruhu boğazına çıkmadan yanında Tevhid ve Şahadet kelimeleri okunur; fakat sen +söyle, diye ona zorlanmaz. Hasta da bu kelimeyi bir defa okuyup başka bir şey +söylemezse, artık telkine son verilir. Böylece son sözü tevhid kelimesi olur. Bu telkini, + hastanın hoşlanmadığı bir kimse yapmamalıdır. Bu telkin, içine tevbeyi de alacak şekilde +şöyle yapılabilir: "Estağfirullahel-Azim ellezi lâ İlâhe illâ hüvel-Hayyül Kayyüme ve +etübu ileyhi = Şanı Yüce olan Allah'dan mağfiret diler ve ona tevbe ederim ki, O'ndan +başka hak mabud yoktur. O, Hayy'dır, Kayyum'dur." + Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Her kimin son sözü 'Lâ İlâhe İllallah' olursa cennete girer." + Muhtazarın yanında Yasin ve Ra'd surelerini okumak müstahabdır. + 524- Muhtazar ölünce gözleri yumdurulur, çenesi kapatılarak bir bez ile iyice çekilip +tepesine bağlanır. Bunları yapan kimse şöylece dua etmelidir: + "Bismillâhi ve âlâ milleti Resûlillahi. Alahümme yessir aleyhi emrehu ve sehhil +aleyhi ma ba'dehu ve es'idhu bilikaike vec'al ma harace ileyhi hayren mimma +harece anhü = Yüce Allah'ın ismini zikir ile ve Resûlüllah'ın dini üzere ölmüş olsun. Ey +Allah'ım! Bunun işini kolay et, kendisine ilerisini kolaylaştır, onu cemalinle mutlu kıl. +Gitmekte olduğu âlemi ona, içinden çıktığı âlemden daha hayırlı yap." + 525- Ölünün üzerinden elbisesi çıkarılır, yıkanması için hazırlanan bir yer üzerine +konulur ve üstüne örtü çekilir. Şişmesine engel olmak için karnı üstüne bıçak gibi bir +demir parçası konulur. Elleri yanlarına uzatılır. Kollan göğsünün üzerine konulmaz. +Yanında cünub, hayız ve nifas hallerinde olanlar bulunmaz. + 526- Ölünün yanında güzel kokulu bir şey bulundurulur. Yıkanmadıkça yanında Kur'ân +okunmaz, okunması mekruhtur. Bu durumda başka bir odada Kur'ân okunabilir. Ölünün +bulunduğu yer geniş olup üzerinde de tam bir örtü bulunduğu takdirde, kendisine yakın +oturulmaksızın gizlice Kur'ân-ı Kerîm okunması da kerahet olmayabilir. + 527- Ölünün komşularına ve yakınlarına vefat haberi verilir. Bunlar da, ölüye karşı son +görevlerini yapmaya koşarak sevab kazanırlar. + + + + +Cenazelerin Yıkanması + + 528- Cenazelerin bir an önce yıkanması, kefenlenip hazırlanması ve kabirlerine +konulması müstahabdır. Bunun için önce cenaze teneşir denilen tahtadan bir sedir +üzerine, ayakları kıbleye doğru olarak arka üzeri yatırılır. Teneşirin çevresi güzel kokulu +bir şeyle üç, beş veya yedi defa tütsülenir. Göbeğinden dizleri altına kadar olan avret +yerleri bir örtü ile örtülüp elbiseleri tamamen çıkarılır. + 529- Cenaze yıkayan erkek veya kadın yıkayıcı, farz olan yıkama görevini yerine +getirmeyi niyet etmeli ve Besmele ile başlamalıdır. Yıkama bitinceye kadar da: +"Gufraneke ya Rahman! = Ey Rahman olan Rabbim, senin mağfiretini dilerim" +demelidir. + Yıkayıcı eline bir bez alarak örtünün altından ölünün avret yerlerini temizler. Sonra +abdest aldırmaya başlayarak önce cenazenin yüzünü yıkar. Ağzına ve burnuna su +vermez. Yalnız dudaklarının içini ve dışlarını, burun deliklerini, göbek çukurunu parmakla +veya parmağına sardığı bezle mümkün olduğu kadar siler. Ondan sonra elleri ile kollarını +yıkar. Sahih olan görüşe göre, başını da meshedip ayaklarını da geciktirmeksizin hemen +yıkar. Böylece abdest verilmiş olur. + Namazın ne olduğunu henüz anlamayacak bir yaşta olan çocuk ölünce, buna böyle bir +abdest verilmez. + 530- Cenazenin abdest işi tamamlanınca, üzerine ılık ve tatlı su dökülür. Saç ve sakalı +taranmaksızın, varsa "hatmî" denilen güzel kokulu bir ot ile yoksa sabun ile yıkanır. +Sonra sol tarafına çevrilerek önce sağ tarafı bir defa yıkanır. Böylece sağ ve sol yanlan +üçer defa yıkanır. Daha fazla yıkanabilirse de israf olmamalıdır. Bundan sonra cenaze +hafifçe kaldırılır. Bu kaldırışta cenaze, yıkayıcının göğsüne veya eline ve dizine +dayandırılır. Sonra karnı hafifçe ovulur. Bir şey çıkarsa su ile y��kanıp giderilir. Yeniden +abdest ve vücudun tamamını yıkamaya gerek yoktur. Fakat şişip dağılmak üzere bulunan +bir ölünün üzerine yalnız su dökülerek yetinilir. Ona abdest vermek ve üç defa yıkamak + gerekmez. + 531- Ölünün saçları ve tırnakları kesilmez. Sünnet olmamışsa, sünnet edilmez. Cenaze +yıkanırken pamuk kullanılmaz. Yıkandıktan sonra havlu ve benzeri bir şeyle kurulanır. +Ondan sonra kefen gömleği giydirilir ve geri kalan kefenleri yayılır. Başına ve sakalına +"hanut" denilen kâfur veya benzeri güzel kokulu bir şey konur. Secde yerleri olan alın, +burun, eller, dizler ve ayaklara da kâfur konur. + 532- Ölünün yıkanacağı yer kapalı olup yıkayıcı ve yardımcılarından başkası onu +görmemelidir. Bir ölüyü, ona en yakın olan kimse veya takva sahibi güvenilir kimse +yıkamalıdır. Bu yıkamak parasız olmalıdır. Çünkü bu bir din görevidir. Öyle ki, yıkayıcı +olarak bir kimseden başkası bulunmasa, bunun yıkama ücreti alması caiz olmaz. Fakat +başka yıkayabilenler varsa, o zaman ücret alınabilir. + 533- Erkek olan ölüyü erkek, kadın olan ölüyü de kadın yıkar. Bu yıkayıcılar taharet +üzere bulunmalıdırlar. Bunların cünüb, haiz, nifas halinde olmaları ve yıkayıcının gayri +müslim olması mekruhtur. Ancak müslüman bir erkek hakkında gayri müslimden başka +bir erkek ve müslüman bir kadın hakkında gayri müslim bir kadından başka kadın +bulunmadığı zaman bunlar yıkayabilirler. + 534- Bir kadın vefat eden kocasını yıkayabilir. Çünkü kadın, iddet bekleyecektir. Bu +iddet çıkmadıkça evlilik devam halinde sayılır. Fakat bir erkek, ölmüş bulunan zevcesini +yıkayamaz. Çünkü erkeğe iddet gerekmez. Karısı ölünce, aralarındaki evlilik bağı kalkmış +olur. Ancak onu yıkayacak bir kadın bulunmazsa, koca zevcesine teyemmüm verir. + (Üç İmama göre, kocanında zevcesini yıkaması caizdir.) + 535- Erkekler arasında ölmüş olan bir kadına mahremi varsa, bu mahremi ona eli ile +teyemmüm ettirir. Mahremi yoksa, yabancı bir erkek eline bir bez alarak ve gözlerini +kapayarak teyemmüm ettirir. + 536- Su bulunmadığı zaman yine teyemmüm ile yetinilir. Bir cenaze için teyemmüm +yapılıp namazı kılındıktan sonra su bulunacak olsa, yeniden yıkanır, namazı tekrar kılınıp +kılınmayacağı hakkında İmam Ebû Yusuf'un iki görüşü vardır. + 537- Henüz büluğ çağına yaklaşmamış (müştehat olmayan) bir kız çocuğunu erkek +yıkayabildiği gibi, henüz mürahik (buluğ çağına ermemiş) bulunan bir erkek çocuğunu da +kadın yıkayabilir. + 538- Cinsel organı kesilmiş veya yumurtaları (husyeleri) çıkarılmış erkek ile organı tam +erkekler arasında fark yoktur. Bu gibileri de erkekler yıkar. + 539- Suda boğulmuş olan bir müslüman, yıkamak niyeti ile üç defa suda hareket +ettirilerek yıkanır. Yalnız su içinde kalmış olması, hayattaki müslümanları cenazeyi +yıkama farzını yerine getirmekten kurtarmaz. + 540- Bir müslümanın akrabası veya zevcesi olan bir gayri müslim öldüğü zaman onun +dindaşlarına verilir. Eğer bunlara verilmezse, sünnet üzere olmaksızın yıkanır ve sarılarak +gömülür, yukarda açıklandığı üzere mü'minlere yapılan işlem buna yapılmaz. + 541- Ölen bir müslümanın, gayri müslimden başka akrabasından bir velisi bulunmasa, +cenazesi gayri müslimlere verilmez. Çünkü bunun teçhiz ve tekfini ile ilgili bütün görevler +müslümanlar üzerine bir farz-ı kifayedir. + 542- Ölü olarak düşen bir çocuk, bir bez parçasına sarılarak gömülür, yıkanması +gerekmez. + 543- Erkek mi, kadın mı olduğu anlaşılmayan ve bu bakımdan kendisine "hünsa-i +müşkil" denilen kimse ölünce teyemmüm ettirilir, yıkanmaz. Kefenlenme hususunda +kadın sayılır. + 544- Ölmüş olan bir müslümanın başı ile beraber vücudunun çoğu bulunuyorsa +yıkanır; kefenlenir ve namazı kılınır. Fakat başsız olarak yalnız vücudun yarısı bulunsa +veya gövdesinin çoğu kaybolmuş olsa yıkanmaz, kefenlenmez ve üzerine namaz kılınmaz. +Bir beze sarılarak gömülür. + 545- Kefene sarıldıktan sonra ölüden çıkacak bir sıvı veya benzeri şeyler artık +yıkanmaz. + Cenazelerin Kefenlenmesi + + 546- Ölen erkek veya kadın her müslümanı bedenini örtecek şekilde bir giysi ile +kefenlemek farzdır. Bu farz görevini yapmayan müslümanlar günahkâr olurlar. Ölünün +kefenlenmesi üç şekilde olur: + Birincisi, "Sünnet üzere olan kefenleme"dir ki, erkekler için Kamis, İzar ve Lifafe'den +ibaret olmak üzere üç kattır. Kadınlar için ise, bu üç parça ile beraber bir baş örtüsü ile +bir göğüs örtüsünden ibaret beş kattır. + İkincisi, "Kefen-i Kifayet"dir ki, erkekler için İzar ve Lifafe olur. Kadınlar için de +bunlarla beraber bir baş örtüsü olur. + Üçüncüsü, "Kefen-i Zaruret'dir ki, hem erkekler için, hem de kadınlar için yalnız bir +kattır. Bu durumda ölü, bulunabilen bir parça elbiseye sarılır. Fakat bir zaruret +bulunmadıkça böyle bir kat kefen ile yetinilmez. + 547- Kamis, bir gömlek yerindedir. Boyun kısmından ayaklara kadar uzun olur. Yen ve +yakası bulunmaz, etrafı da oyulmaz. İzar ise bir don ve bir eteklik yerindedir ki, baştan +ayağa kadar uzun bulunur. Lifafe ise, bir sargı yerinde olup baştan ayağa kadar uzun +bulunmakla beraber, baş ve ayak tarafları düğümlenir. Böylece İzar'dan daha uzun +bulunmuş olur. + 548- Kefenin beyaz renkte pamuk bezinden olması daha faziletlidir. Gelenek olarak da +beyaz patiskadan yapılmaktadır. Kefenin yenisi ve yıkanmışı birdir. Kadınlar için ipekten +kefen ve zaferan ile usfur denilen boyalarla boyanmış bezlerden de kefen yapılabilir. + Kefenler mümkün olduğu kadar güzel ve ölünün varlığına uygun olmalıdır. Erkeklerin +kefenleri, cuma ve bayram günlerinde, kadınların kefenleri de babalarını ziyaret +edecekleri günlerde giydikleri elbiselere kıymet bakımından uygun bulunmalıdır. Bu bir +ölçüdür. Sünnet mikdarı olan kefenden daha fazlasını seçmek mekruhtur. Hele varisler +arasında muhtaçlar veya çocuklar bulunursa, hiç benimsenemez. + 549- Kefenler daha ölülere sarılmadan önce tek adet olarak birkaç defa güzel kokulu +şeylerle tütsülenir. Önce Lifafe tabut içine veya hasır ve kilim gibi bir şey üzerine serilir. +Onun üzerine de İzar yayılır. Sonra da ölü Kamis (kefen gömleği) içinde olarak İzar'in +üstüne konur. Bu durumda ölü erkek ise, İzar önce soluna, sonra da sağına getirilerek +sarılır. Ondan sonra Lifafe de aynı şekilde sarılır. Açılmasından korkulursa, kefen bir +kuşak ile de bağlanır. + Ölü kadın olunca, saçları ikiye ayrılarak kefen gömleği üzerinde göğsü üzerine konur. +Bunun üzerine, yüzünü de örtecek şekilde başörtüsü konur. Sonra üzerine İzar sarılır. +İzar'ın üzerinden de göğüs örtüsü bağlanır. Daha sonra Lifafe sarılır. Göğüs örtüsü +Lifafe'den sonra da bağlanabilir. + 550- Kefen konusunda, büluğ çağına yaklaşmış erkek çocuklarla kız çocuklar, büluğ +çağına ermiş büyükler hükmündedir. Henüz büluğ çağına yaklaşmamış çocukların +kefenleri yalnız İzar ile Lifafe'dir; yahut bir kat olarak yapılır. Üç kat yapılması daha iyidir. + 551- Her şahsın kefeni kendi malından karşılanır. Kefen harcamaları, borçtan, yapılan +vasiyetten ve varis hakkından öncedir. Ancak borç karşılığı olarak bırakılan rehin maldan +kefene harcama yapılmaz. Rehin alanın hakkı daha önde gelir. Geriye mal bırakmamış +olan bir ölünün kefen masrafı, hayatta iken, nafakasını vermekle yükümlü bulunduğu +kimselere aittir. Böyle bir kimsesi bulunmazsa, hazine tarafından karşılanır. Bu da mülkün +olmazsa, müslümanlar tarafından kefen ihtiyacı karşılanır. + 552- Kadınların kefenleri, zengin olsalar dahi, kocalarına aittir. Fetva buna göredir. +İmam Muhammed'e göre, yalnız mal bırakmayan kadınların techiz ve tekfin masrafları, +nafakalarını vermekle yükümlü olan kimselere aittir. Eğer kadınların mallan varsa, +masraflar o maldan karşılanır. (İmam Şafiî'ye göre de böyledir.) + 553- Bir ölünün techiz ve tekfinini varislerinden biri yerine getirse, bu masrafları +terekesinden alabilir. Fakat varis olmayan yabancı bir kimse, ölünün akrabasından olsa +bile, varislerin iznini almaksızın bu harcamaları yapsa, yaptığı masrafı terekesinden +alamaz. İsterse yapacağı masrafı ölünün geriye bıraktığı maldan (terekesinden) alacağına +dair şahid tutsun, ister tutmasın, hüküm aynıdır. + 554- Bir ölünün mezarı açılıp kefeni çalınmış olursa bakılır: Eğer cenaze bozulmamışsa + (kokup çürümemişse), yeniden kefene sarılır. Bu kefen, terekesi henüz bölünmemiş ise, +bu maldan karşılanır. Terekesi bölünmüş ise varisleri tarafından temin edilir. + + + + +Cenaze Namazları + + 555- Yıkanıp hazırlanan müslüman bir ölü, ön tarafa konarak onun namazı kılınmak +üzere müslümanların abdest almaları ve kıbleye yönelmiş bulunmaları farz-ı kifayedir. + 556- Cenaze namazının şartı niyettir. Bu niyetle ölünün kadın veya erkek, kız çocuk +veya oğlan olduğu tayin edilir, imam olan zat, Allah Teala'nın rızası için, hazır olan cenaze +namazını kılmaya ve o cenaze için dua etmeye niyet ederek namaza başlar, imamete +niyet etmesi gerekmez; ister cemaat arasında kadın bulunsun, ister bulunmasın. + Cemaattan her biri de, Allah rızası için o cenaze namazını kılmaya ve onun için duaya +ve imama uymaya niyet eder. + Ölü erkek ise, "şu erkek için", kadın ise "şu kadın için" diye duaya niyet edilir. Çocuklar +için de bu şekilde niyet edilir. Cemaattan biri, ölünün erkek mi, kadın mı, büyük mü, +küçük mü olduğunu bilmediği zaman, "üzerine imam��n namaz kılacağı ölüye, imamla +beraber namaz kılmaya ve dua etmeye" diye niyet eder. + 557- Cenaze namazının rükünleri kıyam ile tekbirdir. Sünnetleri de, hamd ve sena +etmek, salat ve selam getirmek, hem ölüye hem de diğer müslümanlara dua etmekten +ibarettir. Duanın rükün olduğunu söyleyenler de vardır. Namaz şöyle kılınır: Cenazeye +karşı ve kıbleye yönelik olarak saf bağlanır, niyet edilir. İmam olan zat, ellerini namazda +olduğu gibi bağlar. Cemaat da gizlice tekbir alarak ellerini bağlarlar. Bu tekbir bir bakıma +bir rükündür, bir bakıma da bir şarttır. Bu tekbirin arkasından hem imam, hem de cemaat +"Sübhaneke"yi okurlar. (Buna: "Ve celle senaüke"yi de eklerler). Sonunda ellerini +kaldırmaksızın "Allahü Ekber" diye imam aşikâre tekbir alır. Cemaat da, ellerini +kaldırmaksızın gizlice tekbir alır. Bundan sonra hepsi gizlice "Allahümme Salli ve +Allahümme Barik" dualarını okurlar. Tekrar aynı şekilde "Allahü Ekber" diye tekbir alınır. +Bu defa da ölüye ve diğer müminlere gizlice dua edilir. Bu duadan sonra yine "Allahü +Ekber" denilip tekbir alınır ve arkasından önce sağ tarafa, sonra da sol tarafa imam +yüksek sesle, cemaat da gizlice selam verirler. Böylece namaz tamamlanmış olur. Bu +vacib olan selam ile ölüye, cemaata ve imama selam verilmesine niyet edilir. Bazılarına +göre bu selamda ölüye niyet edilmez. + (Cenaze namazında Fatiha süresinin okunması, Şafiîlerce bir rükündür. İlk tekbirden +sonra okunması daha faziletlidir. Hanbelîlerce de bu bir rükündür. Birinci tekbirden sonra +okunması vacibdir. Malikîlere göre okunması tenzih yolu ile mekruhtur.) + 558- Erkek cenaze namazında şöyle dua edilmesi naklolunmuşutur: (*) + 559- Ölü, erkek çocuk ve aslen mecnun ise Yukardaki duada geçen: "Ve men +teveffeytehu minna feteveffihi alel-iman" cümlesinden sonra şöyle dua edilir: (**) + 560- Ölü erkek değil ise, duadaki zamirler müennes (dişi) zamirleri olarak şöyle +değiştirilir. + 561- Cenaze namazında öteden beri nakledilen duaları bilmeyenler, kolaylarına gelen +başka uygun duaları okuyabilirler. Bunlar arasında: "Rabbenâ âtina fiddünya +haseneten..." ayetini okusalar kafi gelir. + Şöyle dua edebilirler: (***) + 562- Cenaze namazının asıl rüknü olan tekbirler, anlatıldığı gibi, üçtür. İlk tekbirle +beraber hepsi dört tekbir etmiş olur. İmam bir beşinci tekbir daha alacak olsa, cemaat +buna uymaz. + 563- Cenaze namazında cemaatın bulunması şart değildir. Yalnız bir erkeğin veya +yalnız bir kadının cenaze namazını kılması ile de bu farz yerine getirilmiş olur. Cenaze +namazı cemaatla kılındığı zaman imam olmaya en çok hak sahibi bulunan, en geniş +yetkiye sahib idarecilerdir. Bunlardan sonra cuma namazını kıldıran imam gelir. Sonra iyi +bir hal sahibi bulunan mahalle veya kabile imamıdır. Daha sonra da ölünün veraset + sırasına göre velisi bulunanlardır. + 564- Bir veli, namaz kılma sırası kendisine gelmişse, başkalarına namaz kıldırma iznini +verebilir. Derecesi önde olmayanlardan başkası velinin izni olmadıkça namaz kıldıramaz. +Eğer kıldıracak olsa, veli de yeniden namaz kılar ve başka bir cemaata da kıldırabilir. +Fakat başkası yeniden kıldıramaz ve dereceleri eşit olan velilerden biri kıldırınca veya +kıldırmasına izin verince, diğerlerinin artık kıldırmaya yetkileri kalmaz. Çünkü velayet +hakkı, her birine tam ve eşit olarak ayrı ayrı sabit olmuştur. + Ölen bir kadının velisi bulunmazsa, namazı kıldırmaya kocası, sonra komşuları hak +sahibidirler. İmamı Azam'dan bir rivayete ve Ebû Yusuf'un görüşüne göre, ölünün +namazını kıldırmak görevinde, velisi herkesden önce gelir. + (İmam Şafiî'nin görüşü de, İmam Ebû Yusuf'un görüşü gibidir.) + 565- Bir ölünün namazını yalnız kadınlar kılacak olsalar, bu caiz olur ve farz yerine +gelmiş olur. + Kadınların cemaat halinde cenaze namazını kılmaları da caizdir, fakat teker teker +kılmaları müstahabdır. + 566- Birkaç cenaze bir araya gelse, bunların ayrı ayrı namazlarını kılmak daha iyidir. +Hangisi önce getirilmişse, onun namazı önce kılınır. Hep beraber getirilmişlerse, en +faziletlisi öne alınır. Bununla beraber hepsine bir namaz da yetişir. Böyle topluca +namazları kılınınca, imamın önünde erkek ölü bulundurulur. Diğer ölüler de saf halinde +veya birbiri hizasında göğüsleri imama karşı olarak sıraya konurlar. Şöyle ki: imama karşı +önce erkekler, sonra erkek çocuklar, sonra kadınlar ve daha sonra da kız çocukları konur. + 567- İmam, ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat da hiç olmazsa üç saf bağlar. +Cenaze namazında safların en faziletlisi en arkada olanıdır. + 568- Cenaze musalla'ya (namaz için hazırlanan yere) baş tarafı imamın soluna gelecek +şekilde konulmuş olursa namaz caiz ise de, günah işlenmiş olur. + 569- Cenaze namazına başlandıktan sonra gelip cemaata katılan kimse, hemen tekbir +alır, noksan kalan tekbirlerini de dua okumaksızın birbiri peşinden alır, böylece cenaze +musalladan kaldırılmadan tekbirlerini tamamlayıp selam verir. + Yine, imamın dördüncü tekbirinden sonra cemaata katılan kimse, hemen tekbir alarak +imama uyar, imamın selamından sonra da üç tekbiri kaza eder. Fetva bu şekildedir. Diğer +bir görüşe göre, imamın alacağı tekbir beklenir, imam tekbir almadıkça cemaata katılmak +olmaz. + 570- Şiddetli yağmur gibi bir özür bulunmadıkça cenazeyi cami içine alarak namazını +orada kılmak tenzihen mekruhtur. Cenaze mescidin ön tarafına konularak imam ile +cemaatın bir kısmı cenaze ile beraber, bir kısmı da mescid içinde durur, saflar da bitişik +olursa, kılınacak namaz mekruh olmaz. Birçok büyük camilerde de adet bu şekildedir. +Bundan Mescîd-i Haram müstesnadır. Onun içinde her türlü namaz kılınır. Cenaze +namazını kabristanda kılmak da uygun görülmemektedir. + 571- Cenaze namazında kadınlar erkeklerin arkasında saf bağlar, çünkü kadınlar için +safların en hayırlısı, en geride bulunan saftır. Bununla beraber bir kadın erkeğin yanında +durarak cenaze namazını kılsalar, namazları bozulmaz. Çünkü bu namaz mutlak (rûku ve +secdeli) bir namaz değildir. + 572- Kıble yönü araştırılıp ona göre namaz kılındıktan sonra, hataya düşüldüğü +anlaşılırsa, namaz iade edilir. Fakat cemaatın abdestsiz bulunduğu anlaşılırsa, namaz iade +edilmez; çünkü imamın namazı sahih olunca, bununla cenaze, namazının farziyeti yerine +gelmiş olur. + 573- Güneşin doğması, batması ve zeval yaklaşması vakitlerinde cenaze namazı +kılmak mekruhtur. Bununla beraber bu vakitlerde kılsalar, iade gerekmez. Bu vakitlerde +cenazeyi gömmek mekruh değildir. + 574- Huzurda bulunmayan (gaib) bir ölü üzerine namaz kılmak caiz değildir. Çünkü +kıble yönünden sapma hali olur. Doğu tarafında bir ölü olsa, namaza kıbleye doğru +durulunca, ölü arkada veya solda kalır. Ölüye doğru dönülünce de kıbleden sapılmış olur. + (Malikîlere göre de ölünün huzurda bulunması şarttır. Fakat Şafiîlere göre, gaib üzerine +de namaz kılınabilir. Çünkü Peygamber Efendimiz Necaşî'nin cenaze namazını bu şekilde +kılmıştır. Buna cevab olarak deniliyor ki, bu Peygamber Efendimize mahsus bir iştir. Onun +için bazı özel hallerin bulunması mümkün olan şeylerdir. Hanbelîlere göre de, aradan bir +aydan fazla geçmemiş olunca gaib üzerine cenaze namazı kılınabilir.) + 575- Namazı kılınmayarak gömülen ve üzerine toprak atılmış bulunan, bir cenazenin +henüz dağılmamış olduğuna dair kuvvetli bir kanaat varsa, ölünün hakkını ödemek için +kabri üzerine namazı kılınır. Yıkanmadan gömülmüş olsa da, yine böyle yapılır. Fakat +çürüyüp dağıldığına dair kuvvetli bir zan varsa, artık namazı kılınmaz. Çürüyüp +çürümemek üzerinde kuvvetli olan görüş esas alınır. + (Cenaze namazının farziyeti icma ile sabittir. Bu icmâ'nın delili de: "Ve salli aleyhim += Müslüman cenazeler üzerine namaz kıl' ayeti kerimesi ile Hazret-i Peygamberin +uygulamasıdır. Malikî fıkıh alimlerinden Aliyyü'l-Adevî, haşiyesinde diyor ki: Cenaze +namazının Mekke'de mi, yoksa Medine'de mi, meşru kılındığı üzerinde bazı fıkıh +alimlerinin tereddüdü vardır. Bazı hadis-i şeriflerin zahirine bakılırsa, Medine-i +Münevvere'de meşru kılındığı anlaşılmaktadır. Resulü Ekremin Medine-i Münevvere'de +Bera ibni Ma'rur'un kabrini ziyaret ederek üzerine ilk cenaze namazını kılmış olduğu +rivayet edilmektedir.) + 576- Diri olarak doğduğu bilinen veya bedeninin çoğu diri olarak çıkan bir çocuk +yıkanıp namazı kılınır. Böyle olmayınca, yalnız yıkanır, üzerine namaz kılınmaz. + 577- Bir ölü yıkanmadan veya unutularak yalnız bir organı yıkanmadan kefene +sarılacak olsa, kefen açılır ve yıkanması tamamlanır. Üzerine namaz kılınmış idi ise, +namaz iade edilir. Kabre konulup da üzerine henüz toprak atılmamış olduğu takdirde de +hüküm böyledir. Fakat toprak atılmış bulunursa, artık kabirden çıkarılması haramdır. +Yıkanma işi üzerinden düşer. Yalnız kabri üzerine tekrar namazı kılınır. Benimsenen görüş +budur. Kefensiz olarak kabre konulduğu zaman da, artık kabri açılmaz. + 578- İntihar eden (kendini öldüren) üzerine namaz kılınır. İmam Ebû Yusuf'a göre, +intihar hata ile veya şiddetli bir ağrıdan dolayı olmadıkça, intihar edenin namazı kılınmaz. + 579- Anasını veya babasını haksız olarak kasden öldüren kimsenin namazı kılınmaz. + 580- Savaş halinde öldürülen eşkiya ve yol kesiciler yıkanmaz ve üzerlerine namaz +kılınmaz. Fakat ortadan kaldırıldıktan sonra öldürüldükleri takdirde yıkanır ve üzerlerine +namaz kıl��nır. Recim (taşla öldürülme cezası) ile veya kısas yolu ile öldürülenlerin de +cenazeleri yıkanır ve üzerlerine namaz kılınır. + 581- İrtidat ettiğinden (İslâm'dan çıktığından) dolayı öldürülen bir kimsenin cenaze +namazı kılınamayacağı gibi, cesedi de ne İslâm mezarlığına ve ne de döndüğü millet +mezarlığına gömülür. Boş bir arazide kazılacak bir çukura gömülür. + 582- Bir müslümanın nikahında bulunan ehl-i kitabdan bir kadın, gebe olduğu halde +ölse namazı kılınmaz; bunda icma vardır. Kabrine gelince, onun için ayrıca bir mezar +yapmak ihtiyattır. Bir görüşe göre de, çocuğa uyularak İslam mezarlığına gömülür. Diğer +bir görüşe göre de, çocuk henüz ondan bir cüz bulunduğu için, ana çocuğa bağlı +olmadığından kendi milletine ait bir mezarlığa gömülür. + 583- Müslümanlarla müslüman olmayanların cenazeleri birbirine karışık bir halde +bulunsa, bakılır: Eğer müslümanlara mahsus bir işaret ve belirti varsa ona göre işlem +yapılır. Bir alamet bulunmadığı taktirde, hepsi yıkanır ve müslümanlara niyet edilerek +hepsinin üzerine namaz kılınır. Fakat gayri müslimler çok bulunursa, yalnız yıkanırlar, hiç +birinin üzerine namaz kılınmaz. Çünkü çoğunlukta tüm hükmü vardır. Sayıları eşit olduğu +zaman bir görüşe göre üzerlerine namaz kılınır, diğer bir görüşe göre kılınmaz. +Gömülmeleri işine gelince, bu da ihtilaflıdır. Bir rivayete göre bunlar ayrı bir mezarlığa +gömülürler. Kabirleri yükseltilemez, düz yapılır. + 584- Kimliği bilinmeyen bir kimse, İslâm yurdunda öldürülmüş bir halde bulunsa, +bakılır: Eğer üzerinde bir nişan varsa ona göre işlem yapılır. Nişan yoksa, sahih olan bir +görüşe göre, İslâm yurduna bağlı kalınarak yıkanıp üzerine namaz kılınır. Böylece İslâm +ülkesi sayılmayan yerde ölü olarak bulunan kimse de, müslüman olduğuna dair bir nişanı +olmayınca, bulunduğu yere bağlı kılınarak gayri müslim sayılır. + 585- Cenaze namazını kıldıracak imamın, buluğa ermiş ve akıl sahibi olması şarttır. +Diğer namazları bozan şeyler, cenaze namazını da bozar. + 586- Ölünün alnına veya sargısına veya kefenine, kendisinin iman üzere, ezeli ahd +üzerinde sabit olduğuna dair "Ahidname" denilen bazı mukaddes kelimeler yazılması +takdirinde Yüce Allah'ın mağfiretine kavuşulacağı umulur, denilmiştir. Fakat kelime-i +tevhid gibi mübarek kelimelerin mezar içinde kalıp zamanla çiğnenmesi veya cenazeden +akacak sıvılar içinde kalması düşüncesi ile yapılması benimsenmemektedir. + Ölü yıkandıktan sonra, kefenlenmeden önce alnına mürekkeble değil de, yalnız + şehadet parmağı ile: "Bismillahirrahmanirrahîm" ve göğsü üzerine de: "La ilâhe +illallah" yazılması daha uygun görülmüştür. + 587- Cenazeyi teşyi' etmek (arkasından mezara kadar takip etmek) sünnettir. Bunda +büyük sevab vardır. Öyle ki, akraba veya komşulardan veya iyi halleri bilinmiş zatlardan +olan bir cenazeyi takip etmek, nafile ibadetten daha faziletlidir; değilse nafileler daha +faziletlidir. + 588- Hazırlanmış olan cenazeleri bir an önce götürüp kabirlerine gömmek iyidir. Cuma +günü sabahleyin hazırlanmış olan bir cenazeyi, cemaati çok olsun diye cuma namazından +sonraya bırakmak mekruhtur. Ancak cuma namazının kaçırılması korkusu ile yapılabilir. +Bayram namazı vaktinde hazırlanmış olan bir cenazenin namazı da, bayram namazından +sonra hutbeden önce kılınır. + 589- Cenazenin taşınmasında sünnet olan, dört kimsenin dört taraftan onu +yüklenmesidir. Her tarafından on adım kadar yüklenmek müstahabdır ki, hepsi kırk adım +eder. Bunun büyük sevabı vardır. Şöyle ki: Bir müslüman cenazeyi önce ön tarafından +sağ omuzuna, sonra ayak tarafından sağ omuzuna alır. Sonra ön tarafından sol omuzuna, +daha sonra da ayak tarafından sol omuzuna yüklenir. Böylece her birinde on adım yürür. +Uygun olan budur. + 590- Cenazeleri omuzlarda taşıyarak kabirlerine kadar götürmek, onların haklarında +gösterilen en büyük hürmet ve saygı nişanıdır. Böyle bir hareket, insanlığın şeref ve +kıymetini gösteren bir davranıştır. Bir insanı eşya taşır gibi, ahiret evinin kapısına kadar +götürmek, insanın duyarlı kalbini incitebilir. Bunun için bir zaruret olmadıkça, cenazeyi +arkaya almak veya hayvan ve arabaya yüklemek mekruhtur. Cenaze sarsıntı +verilmeksizin omuzlar üzerinde çabukça taşınmalıdır. Çocuk olan bir cenazenin de, el +üstünde götürülmesi, hayvan üzerine yükletilmesinden daha iyidir. Çocuk cenazesini tek +bir kişinin yaya veya binitli olarak eli üzerinde götürmesinde bir sakınca yoktur. + 591- Cenazeyi takip edenler, cenazenin arkasından yürümelidir. Faziletli olan budur. +Bununla beraber önünden yürümekte de kerahet yoktur. Cenazeyi yaya olarak takip +etmek, binitli olarak takip etmekden daha faziletlidir. Binitli olan, cemaata eziyet +vermemek için arkadan yürür. Çok ilerden de yürüyebilir. + 592- Cenazeyi takip edenler, hayatın sonunu düşünmeli, tevazu içinde bulunmalıdırlar. +Uygun olan budur. Bunların gülüp konuşmaları, dünya laflarına dalmaları doğru olmaz. +Öyle ki, zikir etmek veya Kur'an okumakla sesi yükseltmek bile tahrimen mekruhtur. + 593- Cenazeleri buhur kokuları, gürültü ve iniltilerle takip (teşyi) etmek mekruhtur. +Cenazeyi takip edenler, bu gibi şeyleri engellemelidirler. Ancak bunu yapamazlarsa geri +de dönmezler. + (Hanbelilere göre, cenaze ile beraber hoş olmayan bir şey bulunur da, takip eden +kimse bunu engellemekten aciz kalırsa, böyle bir cenazeyi takip etmesi haram olur. +Çünkü bunda, günahı kabullenme vardır.) + 594- Cenaze için göz yaşları dökerek ağlamakta ve kalben üzülerek kederlenmekte bir +sakınca yoktur. Yeter ki, yersiz sözler söylenmesin. Cenaze için yüksek sesle ağlamak, +yaka yırtmak, yüz tırmalamak, saç yolmak, dizlere vurmak gibi şeyler haramdır. Allah'ın +takdirinde isyandır. + Bir ölü, aile ve akrabasının ağlamalarından dolayı kabrinde azab çekmez. Fakat onlara +vasiyet etmişse çeker. + 595- Cenazeyi takip edenler, onun namazı kılınmadan geri dönmemelidirler. Dönmek +ihtiyacı olursa, cenaze sahibinin izni alınmalıdır. İyi hareket budur. + Hele cenazeyi takip eden müslümanlardan bir kısmı cenaze namazını kılarken, diğer bir +kısmının seyirci kalması kadar acınacak ve garibsenecek bir davranış olamaz. + 596- Cenaze için ayağa kalkmak, başka milletlere kendini benzetmek hükmünde +olduğundan mekruhtur, yasaktır. Bir engel yoksa, ayağa kalkıp cenazeyi takip etmelidir. +Kabirlerine götürülen cenazelere el kaldırıp selam vermek de hiç bir esasa bağlı değildir. + 597- Kadınların cenazeleri takip etmeleri tahrimen mekruhtur. Bundan dolayı sevaba +değil, günaha girmiş olurlar. + +(*) "Allahümmeğfir lihayyina ve meyyitina ve şahidina ve ğalbina ve zekerine ve ünsane ve sağirina ve +kebirina. Allahümme, men ahyeytehu minna feahyihi alelislam. Ve men teveffeytehu minna feteveffihi alel- +iman ve husse hazelmeyyite birrevhi verrahati velmağfireti verrıdvan. Allahümme in kane muhsinen fezid +fî ihsanihi ve in kâne müsî'en fetecavez anhü ve lakkıhi'l-emne vel-büşra velkeramete vel'zülfa. + Birahmetike ya erhamerrahimîn!.." +Anlamı: "Allah'ım! Dirilerimizi, ölülerimizi, mevcut olanlarımızı, gaib olanlarımızı, erkeğimizi dişimizi, çocuklarımızı ve +büyüklerimizi mağfiret buyur. Allah'ım! Bizden yaşattıklarnıı islam üzere yaşat, bizden öldürdüklerini de iman üzere +öldür. Özellikle bu ölüyü kolaylığa, rahata, mağfirete ve rızana erdir. +Allah'ım! Eğer bu ölü muhsin ise (iyilik etmiş kimselerden ise) ihsanını artır. Eğer günahkar ise, onu bağışla, ona güven +ile sevinç ve iyilik ver, onu rahmetine yakın kıl; ey merhamet edenlerin en merhametlisi!.." +(**) Allahümmec'alhü lena feretan. Allahümmec'alhü lena ecren ve zuhren. Allahümmec'alhü lena şafi'an +müşeffe'a..." +Anlamı: "Allah'ım! Onu bize, önden gönderilmiş bir sevab sebebi kıl, onu bize bir hazırlık yap, onu bizlere bir şefaatçi +ve şefaati kabul edilmiş yap." +(***) "Allahümmeğfir-lî ve lilmeyyiti ve li-sairi'l-müminine ve'l-müminât." +Anlamı: "Ey Allah'ım! Beni ve bu ölüyü ve diğer erkek ve kadın müminleri bağışla..." + + + + +Cenazelerin Kabirlerine Konulması + + 598- Cenaze kabre götürülüp omuzlardan indirilince, bir engel olmadığı zaman cemaat +oturur. Bundan önce oturmaları mekruh olduğu gibi, bundan sonra ayakta durmaları da +mekruhtur. + 599- Kabrin bir insan boyu kadar derin ve yarım boy kadar enli olması güzeldir. Yarım +boy mikdarı derin olması da yeterlidir. Kabirlerde faziletli olan lâhiddir. Şöyle ki: Toprağı +sert olan bir kabrin içinde kıble tarafı oyulur. Ölü buraya konulur. Önüne de tahta, kamış +veya kerpiç benzeri şeyler konur. Bu durumda toprak, tam ölünün üzerinde değil, bu +şeyler üzerine atılmış olur. Bu ölüye karşı bir saygıdır. + Fakat kabrin yeri yumuşak veya ıslak olup da, lâhit kazılması mümkün olmazsa, dere +gibi çukur kazılır. Buna "Şakk = Yarma" denilir. Gerek duyulursa, iki tarafı kerpiç ve tuğla +gibi bir şeyle örülür. Sonra ölü bunların arasına konulur. Üzerine de, ölüye dokunmayacak +şekilde kerpiç veya tahtalar ile tavanımsı bir örtü yapılır. + 600- Kabrin dibi ıslak ve yumuşak olduğu zaman cenaze tabut ile gömülebilir. Öyle ki, +bu durumda tabutun taştan veya demirden yapılmış olması caizdir. Fakat böyle bir hal +olmayınca, tabut ile gömmek mekruhtur. Bazı fıkıh alimlerine göre, kadınların tabut ile +gömülmeleri, toprak yumuşak olmasa bile, güzeldir. Dibi ıslak olan bir kabrin içine toprak +döşenmesi sünnettir. + 601- Cenaze, kıble tarafından kabre konur. Sağ tarafı üzerine kıbleye döndürülür. Bağı +varsa çözülür. Sırt üstü yatırılmaz. Cenazeyi kabre koyanlar, "Bismillahi ve âlâ milleti +Resûlillâh" (*) derler. + Cenazeyi kabre koyacak olan kimselerin sayısı, ihtiyaca göre değişir. Kadınları kabre +koyacak olanların, neseb yönünden ona mahrem olmaları daha iyidir. Bunlar bulunmazsa, +yabancılardan iyi halleri bilinen kimseler seçilir. Kadınlar kabre yerleştirilinceye kadar +kabirleri üzerine bir perde çekilir. + 602- Bir kimse: "falan zat beni yıkasın, namazımı kıldırsın veya kabre koysun," diye +vasiyet ederse onu yerine getirmek gerekmez. Ancak veli olanlar buna rıza gösterirlerse, +vasiyet yerine getirilir. + 603- Cenazeyi taşımak veya kabri kazdırmak için ücretle adam tutmak caizdir. + 604- Bir mezarlıkta, bir kimsenin hazırlamış olduğu bir mezara başka bir ölü +gömülecek olsa, bakılır: Eğer mezarlık geniş ise, bunu yapmak mekruhtur. Geniş değilse +caizdir; ancak kazı masraflarını ödemek gerekir. + 605- Bir kimsenin kendisi için mezar kazıp hazırlaması, bir görüşe göre mekruhtur; +çünkü hiç kimse kendisinin nerede öleceğini bilemez. Fakat kefen hazırlamakta kerehat +yoktur. Çünkü buna ihtiyaç genellikle bulunmaktadır. + Hazret-i Ebu Bekir efendimiz (Radıyallahu Anh), kendisine bir mezar kazıp hazırlayan +bir adama şöyle buyurmuştur: "Kendin için kabir hazırlama, kendini kabir için hazırla." + 606- Bir müslüman kabrinde gömüldükten sonra orada, bir deve boğazlanıp +paylaşılacak kadar bir zaman bekleyip Kur'ân okumak güzel görülmüştür. Çok kez "Mülk, +Vakıa, İhlâs ve Muavvizeteyn sûreleri, sonra Fatiha ile Bakara sûresinin başı okunur. +Sevabı da, cenazenin ve diğer iman sahihlerinin ruhlarına bağışlanır. Ölünün bağışlanması + için Yüce Allah'a dua edilir. Cenaze toprağa gömülür gömülmez din kardeşlerinin hemen +oradan dağılmaları uygun değildir. Cenazenin ruhu, onların bulunuşu ile alışkanlık +kazanır, yöneltilecek sorulara hazırlanmış olur ve Yüce Allah'ın mağfiretini gözetlemiş +bulunur. + Resulü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir cenaze gömüldükten sonra +hemen geri dönmezdi. Bir müddet mezarı başında durur ve cemaata karşı şöyle +buyururdu: "Kardeşiniz için Yüce Allah'dan mağfiret isteyiniz ve kendisine sükûnet ihsan +buyurmasını dileyiniz. O, şimdi sual görecektir." + 607- Mükellef çağına girip de gömülen bir müslümanın mezarı başında "Telkîn" +verilmesi meşru görülmüştür. Şöyle ki: Mezara gömüldükten hemen sonra, iyi hal sahibi +bir kimse kalkıp ölünün yüzüne karşı durur. Ona hitaben: Ya falan; Yebne fülane! (Ya +Osman! Ya Zeyneb'in oğlu, gibi) diye üç kez seslenir. Ölünün ve anasının adlarını +bilmezse: Yâ Abdellah; Yebne Havva! denilir. Sonra da şöyle (**) söylenir. + Üç kez de şöyle denilmesi (***) âdet olmuştur: + Umulur ki, bu gibi okuyuşlar ve telkinler sebebiyle Yüce Allah ölüyü bağışlar ve kabir +sualinin cevabını kolaylaştırır. + Hanefi fıkıh alimlerinin bir görüşüne göre, gömüldükten sonra telkîn yapılması ne +emredilir, ne de yasaklanır. + (Malikîlere göre, telkîn ölüm döşeğinde mendubdur. Gömüldükten sonra yapılması +mekruhtur. Şafiîlerle Hanbelîlere göre telkîn yapılması müstahabdır.) + 608- Bir müslüman kıldığı namazın, tuttuğu orucun, okuduğu Kur'ân'ın, verdiği +sadakanın sevabını, ister hayatta olsun ve ister olmasın, bir müslümana veya bütün +müslümanlara hediye edebilir; bu caizdir. Bu sevab onlara verilir ve her birinin aynı +sevaba kavuşacağı Allah'ın ihsanından beklenir. + 609- Kabirden çıkan toprağın fazlasını kabrin üzerine atmak mekruhtur fakat İmam +Muhammed'e göre bunda bir sakınca yoktur. Definde bulunanların kabir üzerine üçer +avuç toprak atmaları ilk defasında: "Minha halaknaküm (sizi topraktan yarattık)", +ikincisinde: = "Ve minha nuîdüküm (sizi toprağa çevireceğiz)", üçüncüsü: = "Ve +minha nuhricüküm tareten uhrâ (diğer bir defa daha sizi topraktan diriltip +çıkaracağız)", demeleri müstahabdır. + Kabir üzerine su serpmekte de bir sakınca yoktur. + Kabirler topraktan birer karış veya daha az yükseltilir. Deve hörgücü gibi yapılması +mendubdur. Düz bir şekilde yapılmaz ve kireçlenmez. Fakat dağılan bir kabir toprak ile +düzeltilebilir. + 610- Cenazelerin gündüzün gömülmesi müstehabdır. Geceleyin gömülmeleri de +mekruh değildir. Ancak zorunlu bir hal olmadıkça geceleyin gömülmemelidir. + 611- Gemide ölen bir kimse, eğer uzaklık veya herhangi bir sebeble karaya +çıkarılamayacaksa ve beklemesi ile bozulacağından korkuluyorsa, yıkanır ve kefenlenir. +Sonra üzerine namaz kılınarak sağ tarafı üzerine kıbleye karşı denize bırakılır. + (İmam Ahmed'den nakledildiğine göre, böyle bir ölüye ağır bir şey de bağlanır ki, +denizin dibine gidebilsin. İmam Şafiî Hazretlerinin açıklamasına göre de, eğer İslâm +ülkesine yakın ise, ölü iki tahta arasına sıkıca bağlanıp denize atılmalıdır ki, sular onu bir +sahile atsın da müslümanlar tarafından alınarak gömülsün. Bize de böyle nakledilmiştir.) + 612- Ölmüş veya öldürülmüş olan kimseyi, bulunduğu yerin mezarlıklarından birine +gömmek müstahabdır. Gömülmeden önce, bir ve iki mil uzaklıkta bulunan başka bir +mezarlığa götürülmesinde de bir sakınca yoktur. Daha uzak yere götürülmesi konusunda +ihtilâf vardır. Bir görüşe göre, sefer müddetinden daha uzak bir yere gömülebilir. Bunda +kerahet yoktur. Fakat gömüldükten sonra artık çıkartılıp taşınamaz; ancak başkasının +yerine gömülmüş olmak gibi zaruri sebeblerle olabilir. + (Malikîlere göre bir ölü gömülmeden önce de, sonra da başka bir yere, şu şartlarla +götürülebilir: Ölü taşınırken durumu bozulmamalı, hürmette aykırı ve haraketi mucib bir +hal olmamalı. Ayrıca naklini gerektiren sebeb olmalı. Su baskını korkusu, ailenin ziyeret +edebilmesi için yakın olma düşüncesi ve gideceği yerin bereketi gibi bir sebeb +bulunması... Bu üç şarttan hiç biri bulunmazsa, taşınması haram olur. + Hanbelîlere göre de, sahih bir maksada dayanarak cenazelerin gömülmelerinden önce +de, sonra da başka yere taşınmaları caizdir. İyi bir kimsenin yanına veya mübarek bir +yere taşınması gibi... Yeter ki, kokusunun değişmeyeceği kanaatına varılmış olsun. + Şafiîlere göre, cenazeleri başka yerlere taşımak esasen haramdır. Eğer ölülerini kendi +beldelerinden başka bir yere gömmeyi âdet edinmişlerse, oraya taşıyabilirler. Bir de +Mekke-i Mükerreme'ye, Medine-i Münevvere'ye Beytü'l-Makdis'e ve iyi kimselerin +mezarlığına yakın bir yerde ölenlerin, rayihaları değişmedikçe buralara taşınmaları +sünnettir. Bununla beraber bunların taşınmadan önce yıkanıp kefenlenmesi ve üzerlerine +namaz kılınmış olması gereklidir. Değilse taşınmaları haramdır. Gömüldükten sonra +taşınmaya gelince, bu ancak zaruret halinde olabilir. Haksız yere ele geçirilmiş bir araziye +ölüyü gömmek gibi. Sahibinin isteği üzerine oradan başka bir yere götürülmesi caiz olur. + İmam Maverdî'nin açıklamasına göre, yıkanmadan gömülmüş olmak, gömülen yeri su +basmak ve rutubet çekmek de, kabrin açılmasını ve ölünün başka bir yere taşınmasını +gerekli kılan sebeblerdendir. + 613- Ölünün velisi, ölünün gömülmesinden bir gün sonra yedinci güne kadar kolayına +gelen şeyi fakirlere sadaka vererek sevabını ölüye bağışlamalıdır. Bu, bir sünnettir. Buna +gücü yetmezse, iki rekat namaz kılarak sevabını ölüye bağışlamalıdır. Fakat ölü +sahiblerinin birinci ve üçüncü günlerde veya bir hafta sonra ziyafet vermeleri mekruhtur. +Ancak ölünün komşularının veya uzak akrabasının yemek hazırlayarak ölü sahiblerine +ikram etmeleri ve yemelerine ısrarda bulunmaları müstehabdır. Çünkü cenaze sahibleri +kendileri için yemek hazırlayamayacak bir halde bulunabilirler. + 614- Ölü sahiblerinin, yapılacak taziyeleri kabul için, üç gün kadar evlerinde oturmaları +caizdir. Bununla beraber oturulmaması da iyidir. Cenazenin gömülmesinden sonra, en son +üç güne kadar bir defa olmak üzere taziye yapılması müstahabdır. Eğer taziye edilecek +kimse ortada yoksa veya uzakta bulunuyorsa, o zaman üç günden sonra da taziye +yapılabilir. + Taziyelerin kabristanda veya ölünün kapısı önünde yapılması bidat ve mekruh +görülmektedir. Taziyenin tekrarı da mekruhtur. Böyle bir musibete uğrayana: "Allahü +Teâlâ size güzel sabır ve bol mükâfat ihsan buyursun," gibi sözlerle taziye edilir, teselli +verilir. Musibete uğrayan kimse de: "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun = Biz Allah'dan +geldik ve Allah'a döneceğiz," diye Allah'a teslimiyet göstermelidir. + +(*) "Yüce Allah'ın ismi ile Resûlullah'ın milleti (dini) üzerine seni gömüyoruz." demektir. +(**) "Ya Abdellah! Yebne Zeyneb; Üzkür ma künte aleyhi min şehadeti en lâ ilahe illallah ve enne Muhammeden +Resûlüllah ve enne'l-cennete hakkun vennare hakkun ve ennelba'se hakkun ve ennessaete atiyyetün lâ reybe fîha ve +ennellahe yebasü men fil kubûr. Ve enneke rezîta billahi Rabben ve bil-İslâmı dinen ve bi-Muhammedin (sallallahu +aleyhi ve sellem) nebiyye'en ve bilkur'ani imamen ve bilkâbeti kıbleten ve bilmü'minine ihvana. Rabbiyellahu lâ ilâhe +illâ hü. Aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbü'l-Arşi'l-azîm." + Anlamı: "Ey Abdullah! Ey Zeyneb oğlu! Hayatında inandığın ve devam ettiğin şekilde: "Eşhedü en lâ İlâhe +illallah ve enne Muhammeden Resûlüllah" şehadet kelimesini söyle. Şübhesiz cennet hakdır (mevcuttur). +Cehennem hakdır, öldükten sonra dirilmek hakdır, kıyamet haktır; bunda şübhe yoktur. Yüce Allah +kabirlerde olanları diriltip mahşer yerinde toplayacaktır. Sen hatırla ki, Allah'ın Rab olduğuna, dinin İslâm +oluşuna, Muhammed Aleyhissalatü vesselamın peygamber olduğuna, Kur'ân'ın imam, Kabe'nin kıble ve +mü'minlerin kardeş olduğuna razı bulunmuş idin. +(***) "Ya abdellah! Kul lâ ilâhe illallah. Kul Rabbiyellahu ve diniyel-İslâmü ve nebiyyi Muhammedün. Aleyhi's salâtü +vesselam. Rabbi, lâ tezerhü ferden ve ente hayrül-varisin." + Anlamı: "Ey Abdullah; De ki: Allah' dan başka ilâh yoktur. De ki, Rabbim Allah'dır. Dinim İslâm'dır. +Peygamberim Muhammed Aleyhisselâm'dır. Ya Rabbi! Bu ölüyü yalnız bırakma. Sen varislerin en +hayırlısısın." + + + + +Kabir ve Makbereler + + 615- Kabirleri ve kabristanları (mezarlıkları) güzel korumak, temiz tutmak ve ağaçlarla +süslemek, hayatta olanlar için bir görevdir. Kabirleri çiğneyip üzerlerinden geçmek +mekruhtur. Böyle bir davranış ölü hakkında bir saygısızlıktır. Onların haklarını çiğnemek +gibidir. Onun için böyle yapmaktan mümkün olduğu kadar sakınmalıdır. Fakat mezarlığa +ait başka bir yol bulunmayınca, Kur'ân okumak, tesbihde bulunmak ve dua etmek şartı +ile, kabirlerin aralarından ve üzerlerinden gitmek ve kabirlerin kenarlarına oturmakta + kerahet bulunmadığını söyleyenler vardır. + 616- Bir kabristan ne kadar eski olursa olsun ve ne kadar ihtiyaç dışı bulunursa +bulunsun, yine kabristan olarak korunması gerekir. Böyle bir kabristanı satmak veya +üzerinde herhangi bir tesis kurmak, içinde bulunan ölü kemiklerini ve topraklarını başka +bir mezarlığa götürmek caiz görülmemektedir. Ölülerin hakları, dirilerin hakları kadar, +belki ondan daha fazla saklıdır. Bu hakları gözetmek insaniyet için yapılması gereken bir +görevdir. Geçmişlerinin haklarını gözetmeyen bir nesil, kendi evlâd ve torunlarından ne +yüzle korunma hakkı bekleyebilir? + 617- Su basmakta olan veya yabancı bir millet elinde kalan bir mezarlığı başka bir +yere taşımak caiz görülmüştür. Böyle bir mezarlığı mümkün olduğu kadar korumaya +çalışmalıdır. + 618- Bir cenaze kabre konulup üzerine toprak atıldıktan sonra artık kabir açılmaz, +kabrinden çıkarılmaz. Bu caiz değildir. Artık Yüce Allah'a teslim edilmiş ve cemaatın +ellerinden çıkmış olur. Ancak bir mecburiyet hali bulunursa olabilir. Şöyle ki: Bir cenaze +haksızlıkla ele geçirilmiş (gasbedilmiş) bir yere gömülse veya başkasına ait elbiselerle +kefenlenerek gömülse veya satın alınıp gömüldüğü yere şuf'a (komşuluk) yolu ile bir +kimse sahib çıksa, cenazenin çıkarılması caiz olur. Çıkarıldığı takdirde, yer sahibi kabri +düzelterek üzerine dilediği şeyi ekebilir. Elbise sahibi de, elbisenin kıymetini almakla +yetinir. + Yine, cemaattan birinin bir eşyası kabre düşmüş olsa, ölüye dokunmaksızın kabrinin +toprakları açılarak o eşya çıkarılır, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü o malın bir değeri +vardır. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, malları yok etmekten insanları +yasaklamıştır. Bir malın boş yere mezarda kalması, değeri olan bir malı yok etmekten +başka bir şey değildir. İşte bu esasa ve hikmete dayanarak kabirlerin süslenmesi, +kabirlerde mum ve kandil yakılması da uygun görülmeyip israf sayılmaktadır. Ancak +çevresindeki bir yolu aydınlatmak için mezarlıkta lâmba yakılabilir. + İşte İslâm dininin mala verdiği kıymet! İşte her davranışın bir şuura ve bir yarara +dayanmasını isteyen bu İlâhi dindeki büyük hikmet!... + 619- Kabirlerin yanında uyumak, çevrelerini kirletmek, yaş ağaçlarını ve otlarını kesip +koparmak mekruhtur. Mezarlıktaki ağaçlar ve otlar yaş bulundukça bir nevi hayat +sahibidirler. Bunlar yaratılış halleri ile Yüce Allah'ı tesbih ederler. Bu sebeble orada yatmış +bulunan iman sahiblerinin Allah'ın rahmetine kavuşacakları umulur. + Resulü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz bir kabristanda bulunan iki mezar +sahibinin azab çekmekte olduklarını anlamışlar. Mübarek ellerine aldıkları yapraksız bir +yaş hurma dalını ikiye bölüp bir kısmını bir kabrin ve diğerini de öbür kabrin başına +dikmiş ve: "Umulur ki, bunlar kuruyuncaya kadar, bu kabir sahiblerinin çekmekte +oldukları azab hafifleyecek," buyurmuşlardır. Bunun içindir ki, bazı yerlerde kabirlerin +üzerlerine Mersin ağaç dallarını koymak âdet olmuştur. Fakat bu hususta asıl olan, yaş +ağaçların dikilmesidir. İmam Buharî'nin hadis kitabını açıklayan merhum Aynî dediği gibi, +"Kabirlerin üzerine sadece yaş dalları, güzel kokulu çiçekleri ve yeşillikleri koymak bir şey +değildir. Sünnet olan ağaç dikmektir." Ağaçların sağlık bakımından da yararları +bilinmektedir. + Gerçekte kabirlerin üzerine birkaç parça gül, reyhan gibi yaş çiçekler de konulabilir. +Fakat bu hususta israf edilmesi, boşuna solup gidecek geçici çiçeklere birçok paralar +harcanması uygun görülmez. Hele başka milletleri taklit sebebi ile olursa, bu asla caiz +olmaz. + 620- Kabirleri haftada bir gün, özellikle cuma ve cumartesi günleri, ziyaret etmek +erkekler için mendubdur. Salih kimselerin kabirleri teberrük için ziyaret edilir. Uzak bir +yerde bulunmuş olsalar dahi, bu yolculuğa katlanmak mendubdur. + Yaşlı kadınlar da ibret almak için, teberrükte bulunmak için mezarları ziyaret +edebilirler, bunda bir sakınca yoktur. Bir fitne korkusu halinde ziyaretleri doğru olmaz. + Ziyaretçi, ayakta kıbleye doğru veya ölünün yüzüne karşı durarak dua etmeli ve şöyle +demelidir. + "Esselâmü aleyküm, ey mü'minler yurdunun sakinleri! Bizler de inşaallah +sizlere kavuşacağız. Yüce Allah'dan bizim ve sizin için afiyet (her türlü kederden +selâmet) dilerim." + Peygamber Efendimiz (Medine'deki) Baki mezarlığını ziyaret ederken böyle selâm + verirlerdi. + 621- Kur'ân okuyacak kimsenin, kabir kenarında oturmasında, tercih edilen görüşe +göre, kerahet yoktur. Oturup "Yasin" sûresini okumak da çok sevabdır. Bu yüzden Allahü +Teâlâ'nın ölülerimize kolaylık vereceği, okuyana da, ölüler sayısınca sevab yazılacağı +İmam Ali'den ve Hazret-i Enes'den (Radıyallahu Anhüma) rivayet olunmuştur. + 622- Kabirleri üzerine oda veya kubbe gibi şeylerin yapılması ve yazı yazılması, İmam +Ebû Yusuf'a göre tahrimen mekruhtur. Bütün müslümanların yararına olarak vakfedilmiş +veya ölülerin gömülmesi için bırakılmış olup kimsenin mülkiyetinde bulunmayan bir +mezarlıkta ise, mezarlar üzerine bina yaparak başkalarının faydalanmasını engellemek +haramdır. + Bununla beraber alimlerden, iyi kimselerden ve yüksek mevki sahiblerinden olan +zatların kabirleri kaybolmasın diye, yanlarına taş konmasında ve isimlerinin yazılmasında +bir sakınca yoktur. Diğer ölülerin de eserleri kaybolmamak ve zillet halinden korunmak +için başları ucuna birer taş dikilip isimlerinin yazılmasında bir sakınca görmeyenler vardır. +Hiç bir zaman bu taşlara ayeti kerime yazılmamalıdır. Çünkü zamanla taşların kırılıp +dökülmesi mümkündür. + (Malikîlere göre, kabir üzerine Kur'ân yazılması haramdır. Ölünün adı ile ölüm tarihinin +yazılması mekruhtur. Şafiîlere göre, bunlara, ne türlü olursa, olsun, yazı yazmak +mekruhtur. Ancak bir alimin veya salih bir kimsenin adını ve kendini tanıtacak bir vasfını +yazmak mendubdur. Hanbelilere göre, herhangi bir ayırım olmaksızın yazı yazmak +mekruhtur.) + 623- Bir kimseyi, öldüğü ev içindeki bir yere gömmek mekruhtur. Çünkü böyle bir +işlem ancak Peygamberlere özel olan bir iştir. Yer altında mahzenler yapıp ölüleri oralara +tabutlarla koymak, birçok sakınca sebebiyle mekruh görülmüştür. Bu yerlere "Füseka" +denilir. + 624- Bir ölünün cesedi tamamen toprak kesilip kemikleri de kalmamış olmadıkça, onun +kabri açılarak yerine başkası gömülemez. Fakat başka bir yer bulunamayınca, ölünün +kemikleri toplanır ve oraya gömülecek olanla kendi arasında topraktan veya kerpiçten bir +engel konur. + 625- Bir ölü yanlışlıkla kıbleye aykırı bir şekilde gömülmüş olsa, bundan dolayı kabri +açılmaz. Çünkü cenazenin sağ tarafına yatıralarak kıbleye doğru bulundurulması bir +sünnettir. Buna riayet edilmediğinden dolayı kabri açmak uygun olmaz. + 626- Bir zaruret bulunmadıkça, birkaç cenazeyi bir mezara koymak caiz değildir. +Zaruret halinde ise konulur. Aralarına da bir engel (perde) olsun diye toprak doldurulur. +Uhud şehidleri böyle gömülmüşlerdir. + Cabir İbni Abdullah (Radıyallahu Anhüma) demiştir: "Uhud savaşında ilk şehid olan +zat, benim babam idi. Onu, diğer bir şehidle (Amr İbnu'l Cümuh ile) beraber bir kabirde +bırakmaya gönlüm razı olmadı. Altı ay sonra kabri açtım. Babamı, kulağından başka, +sanki kabre koyduğum gündeki gibi taptaze bir halde buldum ve onu çıkarıp başka bir +kabire yalnızca gömdüm." + 627- İslâm yurdunda bulanan gayri müslimlerin mezarlarına da tecavüz edilemez. +Çünkü onlara hayatlarında eziyet verilmesi haram olduğu gibi öldükten sonra da +kabirlerine tecevüz etmek, kemiklerini kırmak ve yerlerini dümdüz etmek haramdır. +Onlarla bir sözleşme yapılmıştır, bu sözleşmeye her halde riayet etmek gerekir. Fakat +yeni fethedilen bir yerde, ihtiyaç görülürse, müslüman olmayanların kabirlerini açmak ve +kemiklerini kaldırıp yerlerini başka bir hizmete ayırmakta bir sakınca yoktur. + + + + +Şehidler ve Onlara Ait Hükümler + + 628- Şehidlik büyük bir derecedir. Allah yolunda canını veren bir müslümana "Şehîd" +denir, çoğulu Şüheda'dır. + Böyle bir adama şehîd denilmesi, ya cennete gireceğine şahidlik yapıldığı veya ölümü + anında birtakım rahmet meleklerinin hazır bulunduğu veya kendisi Yüce Allah'ın manevî +huzurunda hazır olarak rızıklanacağı içindir. + Şehîd kelimesi, Şahid sözüne denk olup hazır manasını taşır. Şehîdler üç kısma +ayrılırlar: + 1) Hem dünya, hem de âhiret bakımından şehid olanlar. Bunlar birer hükmî +şehiddirler. + 2) Yalnız dünya bakımından şehid olanlar. Bunlar da birer hükmî şehiddirler. + 3) Yalnız âhiret bakımından şehid olanlar. Bunlar da birer hakîkî ve uhrevî şehiddirler. +Böylece şehidler üç kısımdır. + 1) Mükellef ve taharet üzere bulunduğu halde, kendisine haksız yere yapıldığı bilinen +bir tecavüzle öldürülmüş olan ve bundan dolayı da varislerine diyet olarak bir mal +verilmesi gerekmeyen herhangi bir müslümandır. Gayrimüslimlerle veya yol kesicilerle +yapılan çatışma sonunda öldürülüp cünüb bir halde bulunmamış olan akıl sahibi ve büluğ +çağına ermiş bir müslüman, böyle bir şehiddir. + 2) Savaş meydanında gözünden kan gelmiş olmak gibi, üzerinde öldürülme alâmeti +olduğu halde ölü bulunan bir müslüman da böyle bir şehiddir. + Yine, malını, canını, ırzını ve diğer müslümanları veya müslümanların koruması altında +bulunan gayrimüslimleri korurken kılıç ve kama gibi parçalayıcı bir silâhla haksız yere +derhal öldürülmüş bulunan mükellef ve tahir bir müslüman da böyledir. + Bu gibi şehidler birer kâmil şehiddir. Hem dünya, hem de âhiret bakımından +şehiddirler. Bunlardan her birine "Hükmi Şehid" denir. Bu gibi şehidlerin hükmü, +yıkanmaksızın, yalnız namazları kılınıp elbiseleri ile gömülmektir. + Bu muhterem şehidlerin Allah katında dereceleri pek yüksektir. Hak yolunda şehid +olanlar, sonsuz bir hayata sahibdirler. Bunlar sonsuz bir âlemde daima +rızıklandırılacaklardır. Bunların bu özellikle ve seçkinliklerinden dolayıdır ki, ayrıca +yıkanmaları gerekmemekte ve kanlı elbiseleri kendileri için bir seçkinlik nişanı +bulunmaktadır. O kan bir ibadet eseridir, giderilemez. Ancak kendilerine dışardan bir +pislik değmişse, o giderilir. Bir de kefen olmaya elverişli bulunmayan kürk, palto, +ayakkabı ve kalpak gibi kaba şeyler üzerinden alınır. Zırh ve silâhları da çıkarılır. Geri +kalan elbiseler sünnet mikdarından fazla ise, azaltılır. Elbiseleri noksan ise sünnet +miktarına çıkarılır. + Bu, İmam Azam'a göredir. İki İmama göre, bu şekilde öldürülmüş olan bir müslüman, +henüz mükellef ve tahir bulunmamış olsa da, yine ona aynı işlem yapılır. Savaş halinde +öldürülen büluğ çağına ermemiş müslüman bir çocuk veya cünüb bulunmuş olan bir İslâm +askeri gibi... + (Üç İmama göre, böyle bir hükmî şehid yıkanmayacağı gibi, üzerine namaz da +kılınmaz. Uygun görülen elbiseleri ile gömülmesi gerekir.) + 2) Kalbinde nifak bulunduğu halde görünüşte müslüman sanılan ve savaşta +müslümanların safında bulunurken düşman tarafından öldürülen bir şahıstır. Bu da bir +"hükmî şehid" dir. Buna da dünya ahkâmı itibariyle şehid denir. Bunun da görüş hali esas +alınarak yıkanmaz, üzerine namaz kılınıp elbisesi ile gömülür. + (Şafiîlere göre ganimet için veya gösteriş için savaşan veya ganimet mallarından çalan +bir müslüman da, savaş esnasında öldürülürse, yalnız dünya şehidi sayılır. Aynı zamanda +Allah'ın tevhid kelimesini yüceltmek için savaşsa da hüküm aynıdır. Bunun hakkında da +görünüş haline bakılarak şehid işlemi yapılır.) + 3) Kâmil şehidde aranılan şartların bazılarını toplamayarak ölümü, yalnız âhiret ahkâmı +itibariyle şehid sayılan bir müslümandır. + Örnek: Hata yolu ile öldürülüp varislerine diyet adı altında bir mal verilmesi gereken +bir müslüman, âhirette sevaba kavuşma yönünden şehid sayılırsa, da dünya ahkâmı +bakımından şehid sayılmaz. Bunun için diğer ölüler gibi yıkanır, kefene konur ve namazı +kılındıktan sonra gömülür. + Yine, gayri müslimlerle veya yol kesici şakilerle savaşırken yaralanıp savaş bittikten +sonra bir tarafa çekilerek biraz yeyip içtikten, konuştuktan, uyuduktan, ilâç kullandıktan +veya aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefat eden bir +müslüman da, bu hükme girer. Bu şekilde ölen bir mü'mine "Mürtes" denir. + Suda boğulan, ateşte yanan, enkaz altında kalan, veba, taun, ishal, sıtma, zatülcenb +hastalıklarından biri veya akreb sokması ile ölen; nifas halinde veya gurbet elinde veya + ilim yolunda veya cuma gecesinde ölen bir müslüman da aynı hükümdedir. + Sevabını Allah'dan bekleyen bir müezzinin ve doğru alışveriş yapan müslüman bir +tüccarın, ailesinin geçimini kazanmak için hak üzere bir çalışma sonunda ölmesi de bu tür +şehidlerdendir. + Bütün bunlara, âhiret ahkâmı bakımından "Şehid" denir. Bu yönden herbirine "Hakikî +Şehid" denilmektedir. Bunlar din görevlerine bağlı kimseler ise âhiret ahkâmı bakımından +birer şehiddirler. Fakat dünya ahkâmı bakımından şehid sayılmazlar. Bunun için diğer +ölüler gibi yıkanırlar, kefenlenirler. Namazları kılındıktan sonra da mezarlarına diğer +müslümanlar gibi gömülürler. + Evinde veya başka bir yerde öldürülmüş bir halde bulunan bir müslüman hakkında da +böyle işlem yapılır. Çünkü onun zulmen öldürülmüş olduğu kesinlikle bilinemez. + Sonuç: Şehidlik büyük bir nimettir. İnsanın iyi hal üzere yaşayıp şehid olarak ölmesi, +onun hakkında pek büyük bir saadettir. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Şehidliğe +ermesini Yüce Allah'dan ihlâsla dileyen kimseyi, Yüce Allah şehidler derecesine eriştirir; +isterse döşeğinde ölsün..." + Bütün bunlar ihlâsın ve güzel niyetin yüksek derecelere ulaşma sevgisinin bir +mükâfatıdır. + Allahû Teâlâ Hazretleri, hepimizi, din görevlerini gereği üzere yerine getirmeye +muvaffak kılsın, güzel niyetlere sahib olan ve şehidlerden sayılan iyi kulları arasına katsın +amîn. . . + "Sonuç müttakilere ve hamd Âlemlerin Rabbına mahsustur." + "Her kim sıdk ile Allah'dan şehid olmayı dilerse yatağında ölse dahi Allah onu +şehidlerin durağına eriştirir." + 4. Bölüm: Oruç + +Orucun Mahiyeti + + 1- Oruç, ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar yemekten, içmekten ve +cinsel ilişkiden nefsi kesmek, demektir. + Oruç kelimesinin Arabçası, siyam ve savm'dır ki, nefsi tutmak ve engellemek +manasındadır. "Siyam" sözü, Savm'ın çoğulu olarak da kullanılır. Din deyiminde "Müftırat" +(oruç bozucu) denilen şeylerden nefsi gerçekten veya hükmen yasaklamak bir imsak +(oruç tutmak)'tır. Yanılarak ve unutarak bir şey yeyip içildiği takdirde hükmen imsak +bulunmuş olacağından oruç bozulmuş olmaz. Bu konu ileride açıklanacaktır. + 2- İmsak sözünün karşıtı İftar'dır. Şöyle ki: Hiç oruç tutmamak bir iftar olduğu gibi, +güneşin batışından sonra orucu açmak da bir iftardır. Oruçlu iken orucu bozacak bir şeyin +yapılması da bir iftardır. İftar eden kimseye "Muftır" denildiği gibi, orucu bozan şeylerden +her birine de "Muftir" denilir. Bunun çoğulu "Muftırat"dır. + 3- Ramazan-ı Şerif ayına Şehr-i Sıyam (oruç ayı) denir. Ramazan bayramına da, +imsaka son verileceği için İd'-i Fıtır (İftar bayramı) denilir. Bayram anlamına gelen İd'ın +çoğulu, A'yad'dır. + 4- Ramazan orucu, Peygamberin hicretinden bir buçuk sene sonra Şaban ayının +onuncu günü farz kılınmıştır. Bunun farziyeti kitab, sünnet ve icma ile sabittir. "Oruç size +farz kılındı." (Bakara sûresi, âyet: 183) âyet-i kerîmesi bunu emretmektedir. + Bu çok mübarek ve pek feyizli ibadete gereği üzere devam edenlere müjdeler olsun!.. + + + + +Orucun Nevileri + + 5- Oruçlar: Farz, vacib, nafile ve mekruh nevilerine ayrılır. Farz ve vacib oruçlar da +belirli ve belirsiz kısımlara ayrılır. Şöyle ki: Ramazan ayı orucu belirli bir farzdır. Kazaya +kalan ramazan ayına ait oruçlarla keffaret olarak tutulacak oruçlar da belirsiz birer +farzdır. Bunlar, istenilen mubah günlerde tutulabilir. + Belli bir günde tutulması adanan bir oruç, belirli bir vacibdir. Herhangi bir gün, +herhangi bir ay veya herhangi bir hafta gibi, belirlenmeyip tutulması adanan bir oruç da +belirsiz bir vacibdir. + Adanan itikaf oruçları da birer belirli vacib demektir ki, itikaf zamanlarına mahsustur. +Bu ileride açıklanacaktır. + 6- Allah Teala'nın rızası için tutulacak nafile oruçlar da başlı başına bir nevi teşkil eder. +Bunlar sünnet, müstahab, mendub diye isimlenirler. Aşura günü ile beraber ondan bir +gün önce veya bir gün sonra tutulan oruçlar ve Eyyam-ı Biyz denilen her ayın on üçüncü, +on dördüncü ve on beşinci günleri tutulan oruçlar gibi. Bunlar müstahabdır. + "Haram Aylar" denilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarının perşembe, cuma +ve cumartesi günlerinde ve Zilhiccenin başından dokuz günde tutulacak oruçlar da +müstahabdır. + 7- Ramazan bayramının birinci gününde, Kurban bayramının dört gününde tutulacak +oruçlar tahrimen mekruhtur. Çünkü bu günler, Yüce Allah'ın kullarına olan birer ziyafet +günüdür. Bu ziyafetten kaçınmak uygun olmaz. Bununla beraber bu, günlerde tutulan + oruçlar yine oruçtur. Şu kadar var ki, bozulursa kazası gerekmez. Çünkü caiz görülmeyen +şey benimsenmiştir. Diğer bir görüşe göre, kazası gerekir. + 8- Nevruz denilen ilkbahar gününde ve "Mehrican" denilen son bahar gününde kasden +tutulan oruçlar tenzihen mekruhtur. Çünkü bu günlere hürmet edilmiş gibi olur. Oysa ki +bunlara hürmet haramdır. Eğer adet üzere tutulan bir oruç bu günlere rastlarsa, bunun +keraheti olmaz. + 9- Yalnız cuma veya yalnız cumartesi günü ve özellikle Muharremin "Aşure günü" +denilen yalnız onuncu günü oruç tutmak da tenzihen mekruhtur. + 10- Geceleyin orucu bozmayıp iki gün birbirine bitişik olarak oruç tutulması da +mekruhtur. Buna "Savm-i Visal" denilir. Nafile oruçlarda iyi olan oruç tutma şekli, birgün +oruç tutmak ve birgün de tutmamakdır. Bu şekilde tutulan oruca "Savm-i Davudi" denir. . + 11- Hacılar için, güçsüzlük verecek olduğu takdirde, "terviye" ve "arefe" günlerinde +oruç tutmak mekruhtur. Çünkü daha sonra yapacakları hac işlerini yerine getirmekten +aciz kalabilirler. + 12- Şek günü denilen günde Ramazan ayına veya bir vacibe niyet edilerek tutulan oruç +da mekruhtur. + Şek günü, Şaban ayının otuzuncu günüdür. İsterse havada bir engel bulunmasın. +Çünkü o gün, başka bir beldede hilalin görünmüş olması mümkündür. Bu, hilalin +doğuşunun değişik yerlerde olabileceğine itibar edilmemesine göredir. Hilalin doğuşunun +değişik yerlerde olabileceğini kabul edenlere göre, bir günün şek günü sayılabilmesi için +hava bulutlu olmalıdır. Yahut gecenin otuzuncu gece olduğuna dair bir alamet +bulunmalıdır. Misal: Hilalin görüldüğüne dair olan şehadet reddedilmiş olmalıdır. + 13- Şek günü, ramazan ayına veya bir vacib oruca niyet edilerek oruç tutulsa, bakılır: +Eğer ramazan olduğu anlaşılırsa, bu oruç ramazan orucundan sayılır. Ramazan olmadığı +anlaşılırsa, ramazan orucuna niyet edilmiş olduğu takdirde nafile bir oruç olur, iftar +edilirse, kazası gerekir. Fakat bir vacibe niyet edilmiş olduğu takdirde, o vacib oruç sahih +olur. + Eğer o günün Şaban'dan mı, yoksa Ramazan'dan mı olduğu anlaşılmazsa, bir vacib için +niyet edilmiş olan oruç, o vacib için sahih olmaz. Çünkü o günün Ramazan'dan olması +ihtimali vardır. + 14- Şek gününde nafile oruca niyet edilse, sahih olan görüşe göre, bunda bir sakınca +yoktur. Ramazan olduğu anlaşılırsa, Ramazan orucu tutulmuş olur. Şaban olduğu +bilinirse, bu oruç bir nafile olur. Bu durumda iftar edilse kazası gerekir, çünkü bunun +tutulması benimsenmiştir. + 15- Şek gününde: "Ramazan ise oruç tutmaya, değilse iftar etmeye" şeklinde niyet +etmiş olan bir kimse, oruç tutmuş olmaz. Çünkü oruca niyet edilince kesinlik gerekir. +Böyle tereddütle oruca niyet olamaz. + 16- Şek günü, insanlara yaymamak suretiyle oruç tutmak, ilim sahibi kimseler için +daha faziletlidir. Halk için tedbirli olmak daha faziletlidir. Onlar ihtiyatlı davranarak zeval +vaktine kadar, orucu bozan şeylerden sakınırlar. Ramazan olmadığı anlaşılınca iftar +ederler. Böylece ramazandan olmayan bir günü ramazandan saymış olmazlar. + Bu hususta bilgi sahibi sayılanlar, şek gününde oruca nasıl niyet edileceğini bilenler ve +aynı zamanda o günün ramazan olduğuna dair kesin kanaat sahibi olmayanlardır. Bu +şekilde niyet edilmesini bilmeyenlerde halk sınıfıdır. Bunlara,"havas" karşıtı olarak "avam" +denilir. + 17- Şaban ayında tamamen oruç tutan veya son üç gününde oruçlu bulunan kimse için +de, şek günü oruç tutması daha faziletlidir. + 18- Oruç tutup bununla beraber bir ibadet inancı ile hiç bir şey konuşmamak suretiyle +"Sükut Orucu" tutmak mekruhtur. Fakat düşünmek için veya faydasız sözlerden kaçınmak +için susmakta kerahet yoktur. + 19- Bir kadın için, kocasının izni olmaksızın nafile oruç tutmak mekruhtur. Kocası bu +orucu bozdurabilir. Kadın da sonradan kocası izin verince veya kadın yalnız kalınca, o +bozmuş olduğu orucu kaza eder. + Bununla beraber bir erkek hasta olursa veya oruçlu bulunursa veya hac ve umre için +ihramda ise, zevcesini nafile oruçtan men edemez. Çünkü bu durumlarda zevcesine +yakınlık gösteremez. + 20- Bir ücret karşılığında hizmet gören kimse, hizmet ve çalışmasına noksanlık + verecekse, işverenin rızası olmadıkça nafile oruç tutamaz. Fakat böyle bir zarara +sebebiyet vermeyince, işverenin izin vermesine bakmaksızın nafile oruç tutabilir. + 21- Üzerinde Ramazan ayından kazaya kalmış oruç bulunan kimsenin, nafile oruç +tutması mekruh değildir. + 22- Oruç tutulması yasaklanan bayram günlerinde iftar edilmeksizin tam bir sene +devamlı oruç tutulması mekruhtur. Buna, "Savm-i Dehr" denir. Bayram günleri iftar +edildiği takdirde, böyle bir oruçta sakınca yoktur. Ancak bu oruç, oruç sahibini takatsiz +düşürmemeli ve onu bir adet haline getirmemelidir. İbadet, adet dışında sadece Allah'ın +rızası için yapılır. + 23- Şevval ayında ayrı ayrı günlerde, haftada iki gün olmak üzere altı gün oruç +müstahabdır. Bununla beraber arka arkaya altı gün oruç tutulmasında da, tercih edilen +görüşe göre, bir sakınca yoktur. Bazı alimlere göre böyle arka arkaya tutulmasında +kerahet vardır. + 24- Şek gününde ihtiyaten oruç tutan kimse, unutarak bir şey yedikten sonra, o günün +Ramazan olduğu anlaşılmakla oruca niyet etse, bu yeterli olmaz, o günü kaza etmesi +gerekir. Ancak, o gün akşama kadar bir şey yeyip içmemesi lazım gelir. Diğer bir görüşe +göre, bu halde niyet ederek tutacağı oruç, sahih olur. Çünkü niyetten önce olan unutma, +niyetten sonraki unutma gibidir. + + + + +Oruçların Farz ve Vacip Olmasındaki Sebebler + + 25- Ramazan orucunun sebebi: Ramazan günlerinden herhangi birinin oruca +başlamaya elverişli bir kısmına yetişmektir. Bu kısım, ikinci fecirden başlayarak +"Dahvetü'l-Kübra" denilen ve gündüzün yarısı bulunan kaba kuşluk (İstiva= Güneşin tam +tepeye gelmesi) zamanına kadar devam eder. İşte bu zamana yetişen veya bu müddet +içinde oruca ehliyet kazanan her müslüman için o günün orucu farzdır. + Ramazan orucunun kazasına sebeb, yine evvelce ramazan ayına yetişmiş olmaktan +başka bir şey değildir. + 26- Keffaret olarak tutulan oruçların sebebleri, mahiyetlerine göre değişir. Şöyle ki: +Ramazan ayına ait keffaretin sebebi, bu orucu bir isyan eseri olarak kasden bozmaktır. + Zihar kaffaretinin sebebi, helâl olan bir bedeni veya bir organı, haram olan bir bedene +veya organa benzetmek ve sonra da cinsel ilişki kurmayı istemektir. + Yemin keffaretinin sebebi, yemin üzerinde durmayıp onu bozmaktır. + Adam öldürme keffaretinin sebebi, suçu olmayan bir insanı hata yolu ile ödürmektir. +İleride bunlar açıklanacaktır. + 27- Vacib oruçların sebebi, bunların adamak suretiyle kabullenilmiş olmasıdır. Bunların +kazasının sebebi de, benimsenmiş olan bir ibadetin tamamlanması gereğidir. + 28- Nafile oruçların tutulmalarını zorunlu kılacak dinde bir sebeb yoktur. Bunlar, yalnız +sevab kazanmak için dileyenlerin tutucaklan oruçlardır. Ancak böyle bir oruç tutulmaya +başlandıktan sonra bozulacak olursa, onun kazası gerekir. Bu kazanın sebebi de, böyle bir +ibadete Hak rızası için başlanmış olmasıdır ki, bunu yarıda bırakmak caiz olmayacağından +kaza şeklinde tamamlanması vacib olur. + + + + +Orucun Meşru Olmasındaki Hikmet + + 29- Orucun meşru kılınmasındaki hikmet, pek aşikârdır. Şüphe yok ki, Allahü Teâlâ +Hazretleri, kayıtsız ve şartsız her şeye hakimdir. Elbette O'nun kullarına emrettiği ve caiz + gördüğü şeylerde birçok yararlar vardır. Biz bunları gereği gibi bilmesek de, muhakkak +hikmetleri vardır. + Bununla beraber orucun din ve âhiret yararlarından başka, sağlık yönünden, sosyal +ahlâk bakımından birçok yararlarını pek, iyi takdir edebilmekteyiz. Bu konu üzerinde +yazılmış bir hayli yazı ve risale vardır. + Bir hadîs-i şerîf de buyurulmuştur: "Her şey için bir zekât vardır. Bedenin zekâtı +da oruçtur. Oruç sabrın yarısıdır." + İnsan oruç sayesinde hayvanî duygularını azaltır, ruhunu artırır ve meleklik sıfatı ile +vasıflanmaya başlamış olur. + Oruç sayesinde cemiyetin içtimaî ve ahlâkî hayatından başka bir fazilet ve aydınlık +doğar. + Oruç tutan kimse, nefsini birtakım şiddetli arzuların saldırısına karşı direnmeye alıştırır, +nefsin taşkınlıklarına karşı koymayı sağlar. + Oruç tutan kimse, bir zaman mahrumiyete katlanır. Bu mahrumiyet, yiyecek ve içecek +bulumayan herhangi bir yaratığın içine düştüğü acizliğin benzeri değildir. Bu irade bile +benimsenmiş, yüksek bir hedefe yönelik bir mahrumiyettir, bir nefis mücadelesidir. İnsan +bu mahrumiyet sayesinde yoksulların ve mahrumların hallerini tecrübe ile anlamış olur. +Böylece kendisinde acıma, şefkat ve yardımlaşma duyguları artar, insaniyet için pek +faydalı hale gelir. Ayrıca kendisinin duyacağı manevî hazlar ise, her türlü düşüncesinin +üstündedir. + Mabud'unun kutsal emrine bağlanarak, hak sahibi olduğu nimetlerinden bir müddet +mahrumiyete katlanan insan, artık başkalarının nimetlerine göz diker mi? Başkalarının +zararına çalışır mı? + İşte, bütün insanlığın yararına hizmet eden kutsal bir ibadetin şer'î yönden hikmeti +apaçıktır. Bunu anlayamamak için insanın düşünce ve duygudan büsbütün mahrum +olması gerekir. + + + + +Oruçlu için Müstahab Olan Şeyler + + 30- Oruç tutacak kimsenin sahur yemeği yemesi müstahabdır. Bunun vakti, gecenin +sonudur. Alimlerden Ebu'l-Leys'e göre, gecenin son altıda biridir. Sahur yemeği, insana +oruç için kuvvet verir. Sahurun geciktirilmesi müstahab ise de, ikinci fecrin doğup +doğmadığından şübhe edilecek bir zamana kadar geciktirilmesi mekruhtur. + Sahur, seher vaktinde yenecek yemektir. Bu yemeği yemeğe "Sahur Yemek" denir. +Seher de, ikinci fecirden biraz öncesine kadar olan vakittir. + 31- İftarı acele yapmak, yani akşam namazından önce oruç açmak müstahabdır. +Böylece oruç hali, namazda kalbin huzuruna engel olmaz. Fakat hava bulutlu olunca, iftar +için acele edilmez, ezan okunmuş olsa bile... Minare gibi çok yüksekte bulunan kimse, +güneşin batışını görmedikçe iftar edemez. Aşağıda bulunanların güneşin batması ile iftar +etmeleri ona tesir etmez. + 32- Akşamleyin iftar ederken şöyle dua (*) yapılması sünnettir: + Şöyle de dua (**) edilir: + 33- Orucu hurma gibi tatlı bir şeyle açmak mendubdur. + 34- Oruçlu kimsenin, yakınlarına ve fakirlere fazlaca yardımda bulunması müstahabdır. + 35- Oruçlunun mümkün olduğu kadar gece ve gündüz Kur'an okumak, zikir yapmak, +Peygamberimize Salat ve Selam getirmek ve ilimle uğraşmak suretiyle meşgul olması +müstahabdır. + 36- Oruçlunun boş ve yararsız sözlerden dilini tutması da müstahabdır. Gıybetten, söz +taşımadan kaçınmak ise her zaman vacibdir. Ancak bu kaçınmanın gerekliliği Ramazanda +daha çok kuvvet kazanır. + 37- Oruçlu için İtikaf da müstahabdır. İleride anlatılacaktır. + 38- Ramazan orucunu tutmaya engel olacak derecede bedene takatsizlik verici işlerde + bulunmak caiz değildir. Öğleye kadar çalışıp sonra dinlenmelidir. Mümkün bazı işleri, +ücret karşılığında başkasına gördürmelidir. + Sonuç olarak denir ki, kesin bir zaruret bulunmadıkça, insanın kendisini pek ağır işlerle +yorarak oruç tutamaz hale getirmesi caiz görülemez. + +(*) "Allahumme leke Sumtü ve bike amentü ve aleye tevekkeltü ve alâ rızkıke aftartü ve sevmelğedi min +şehriramazane neveytü. Feğfir lî ma kaddemtü ve ma ahhertü." + Anlamı: "Allah'ım! Senin rızan için oruç tuttum, sana iman ettim, sana güvendim, senin rızkınla iftar +ettim (orucumu açtım). Ramazan ayının yarinki gününü oruç tutmaya da niyet ettim. Artık benim geçmiş +ve gelecek günahlarımı bağışla..." +(**) "Ya vasi'al-mağfireti, iğfir-lî ve livalideyye ve lil-müminine yevme yekumu'l-hisab..." + Anlamı: "Ey bağışlaması bol olan Rabbim! Beni, ana-babamı ve mü'minleri hesab gününde bağışla... + + + + +Orucun Şartları + + 39- Orucun farz oluşuna ve yerine getirilmesinin (edasının) farz oluşu ile sıhhatına dair +şartlar vardır. Şöyle ki: + 1) Oruçla mükellef olmak için İslâm, akıl ve büluğ şarttır. Onun için bu vasıfları +toplamayan bir kimseye oruç farz değildir. Ancak akıl sahibi bulunan mümeyyiz bir İslâm +çocuğunun tuttuğu oruç nafile olarak sahih olur. + 2) Orucun yerine getirilmesi (edası)nın farz olması için sıhhat ve ikamet şarttır. Onun +için hasta olana ve yolculuk halinde bulunanlara, bu hallerinde oruç tutmak farz değildir. +Bunlar oruçlarını tutamayınca, sonra o tutamadıkları oruçları kaza ederler. + Bir orucun edası (yerine getirilmesi)nin sahih olması için niyet etmek, hayız ve nifas +hallerinden temizlenmiş olmak şarttır. Bunun için niyet edilmeksizin tutulan bir oruç, +müctehidlerin tümüne göre din yönünden geçerli değildir. Hayız ve nifaz halinde oruç +tutan bir kadının da orucu sahih değildir. Bunların, ramazan orucunu sonradan kaza +etmeleri gerekir. Bu konu ileride açıklanacaktır. + + + + +Orucun Vakti + + 40- Orucun vakti ikinci fecirden başlayarak güneşin batışına kadar devam eden +müddettir. Bununla beraber, ikinci fecrin ilk doğuşu anına mı, yoksa aydınlığının ufukta +uzanıp dağılmaya başladığı zamana mı itibar olunacaktır meselesinde ihtilâf yardır. Bazı +alimlere göre, ikinci fecrin ilk doğuşu anı esastır. İhtiyata en yakın olan görüş de budur. +Diğer bazı alimlere göre, aydınlığın biraz uzayıp dağılmaya başladığı zamana itibar +edilmelidir. Oruç tutacaklar hakkında daha elverişli olan da budur. + Bunun için birinci görüşe göre ikinci (gerçek) fecrin ilk doğuşundan itibaren, ikinci +görüşe göre de bu fecrin doğuşundan sonra aydınlığının dağılmaya başlaması anından +itibaren oruca başlamak gerekir. + 41- Fecrin doğuşunda şüpheye düşen kimse için faziletli olan, yeyip içmeyi +bırakmaktır. Bununla beraber yeyip içse, orucu yine tamamdır. Ancak fecirden sonra +yeyip içtiği anlaşılırsa, o zaman kaza etmesi gerekir. Fecirden sonra sahur yapıldığında +zan kuvvetli olsa ve başka bir delil de bulunmasa, sağlam olan rivayete göre, buna itibar +olunmaz. Fakat bu halde tutulan orucun kaza edilmesi ihtiyata uygundur. + 42- Oruçlu kimse, güneşin batışından şübhe etse, iftar etmesi helâl olmaz. İftar edip +de gerçek durum anlaşılmazsa, üzerine kaza gerekir. Keffaretin gereği hakkında ise iki + rivayet vardır. Fakat batıştan önce iftar etmiş olduğu anlaşılırsa, üzerine kazadan başka +keffaret de lâzım gelir. + Güneşin batmış olduğu hakkında kuvvetli bir zanna sahib olduğu halde iftar eden +kimse hakkında hüküm böyledir. Güneşin batışından önce iftar etmiş olduğu anlaşılsın +veya anlaşılmasın hüküm değişmez. + 43- Araştırma yaparak hem sahur, hem iftar yapmak caizdir. Şöyle ki: Oruç tutacak +kimse, başka bir vasıta bulamayınca, galip zannına göre sahur yemeği yer ve fecrin +doğduğuna kanaat getirince oruca başlar. Güneşin batışını da araştırarak yine galip +zannına göre orucunu açabilir. Bununla beraber fecrin doğuşunu iyice kestiremeyen için, +bir an önce oruca başlamak ve güneşin battığını kestirmeyen için de, hemen orucu +bozmamak ihtiyat gereğidir. + 44- Davul, top sesi veya kandil yakılması ile oruca başlamak veya iftar edebilmek için +de, bunlann güvenilebilecek şekilde muntazam olmasına ve her taraftan görülüp işitilir bir +halde bulunmasına dikkat etmek gerekir. Saatlerin muntazam bir şekilde işlemekte +olduğu da tecrübe ile bilinmekte olmalıdır. + + + + +Ramazan Hilâli İle Diğer Hilâllerin Sübutu + + 45-Ramazan ayı, kamerî aylardandır. Bunlann sübutu hilâllerin, yani yeni ayların +görülmesi iledir. Bunun için Şaban ayının yirmi dokuzuncu günü güneşin batışında +insanların hilâli araştırmaları bir görevdir. Hilâli görürlerse, ertesi günün Ramazan +orucuna başlarlar. Hava bulutlu, dumanlı bulunup da hilâl görülemezse, Şaban ayını otuz +gün olarak tamamlar, sonra oruca başlarlar. + Bununla beraber Şaban ayının hilâlini de, Receb ayının yirmi dokuzunda araştırmak +uygundur. Bu şekilde Şabanın kaç gün olduğu daha iyi anlaşılmış olur. + 46- Ramazan ayının yirmi dokuzuncu günü de, güneşin batışından itibaren Şevval +ayının hilâli araştırılır. Görülürse bayram yapılır, görülmezse, Ramazan otuz gün tutulur. + 47- Kamerî aylar, bazan otuz, bazan da yirmi dokuz gün olur. Yay şeklinde görülen her +yeni aya, üçücü gecesine kadar "Hilâl" denildiği gibi, her ayın yirmi altıncı, yirmi yedinci +gecelerine de "Hilâl" denir. Diğer günlerdekine de, sadece Kamer denir. + 48- Her kamerî ayın başlangıcı, ya hilâl görmekle veya ondan önceki ayın günleri otuza +tamamlanmakla tesbit edilir. + Hilâl'in çoğulu "Ehille"dir. Hilâl görüldüğü zaman; "Hilâl! Hilâl!" diye işaret etmek +mekruhtur, bir cahiliyet âdetidir. + Hilâl görülünce üç kez tekbir ve tehlilden sonra üç kez şöyle demeli: Sonra da: şöyle +dua etmelidir. (*) + 49- Hilâlin güneş batışı arkasından görülmesi geçerlidir. Bunun için hilâl, zeval (öğle) +vaktinden önce veya sonra görülse bununla o gün ne oruca başlanır, ne de oruçtan çıkılır. +Gerçekten bu hilâl gelecek geceye ait bulunmuş olur. Bu, İmam Azam ile İmam +Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, zevalden sonra görülen hilâl gelecek +geceye ait ise de, zevalden önce görülen bir hilâl evvelki geceye ait olur. Bunun için bu +hilâl ile Ramazan veya bayram gerçekleşmiş olur. Çünkü bir hilâl iki gecelik olmadıkça, +âdete göre zevalden önce görülemez. + (Üç İmama göre, gündüzün görülen hilâle itibar edilmez. Bu hilâl mutlaka gelecek +geceye aittir. Bu konuda müneccimlerin sözleri de geçerli değildir. Herhalde hilâl +geceleyin görülmelidir.) + 50- Hava kapalı olunca, Ramazan hilâlinin görüldüğüne müslim, âkil, baliğ ve âdil bir +kimsenin şehadeti yeterlidir. Bunun hilâl görmüş olduğunu söylemesine dayanarak oruca +başlamak gerekir. Bu kimsenin erkek veya kadın olmasında fark yoktur. Bu halde böyle +bir kimsenin şehadetine, yine böyle kimsenin şehadet etmesi de geçerlidir. Bu hususta +âdilden maksad, iyiliği kötülüğüne üstün gelen kimse demektir. Bu konuda hali kapalı +olan kimsenin şehadeti de, Sahih olan görüşe göre, kabul olunur. Bu şehadet, bir haber + demektir, bir din işini bildirmekten ibarettir. Bunda şehadet sözü, dava, mahkeme, +hakimin hükmü şart değildir. İhtiyat bunu kabul etmektir. + 51- Hilâli görenin bunu açıklaması, yani: "Ben beldenin şu yerinden veya dışından +baktım, hilâli, ufkun şu tarafında bulutun hemen kenarında veya iki bulutun açık bulunan +kısmında şu şekilde gördüm," diye açıklaması gerekir mi, gerekmez mi? Bazı zatlara göre +lâzımdır. Fakat sağlam rivayete göre lâzım değildir, böyle açıklama yapılmaksızın da +şehadet geçerli olur. Bu şehadeti işitenler için oruca başlamak gerekir. + 52- Ramazan hilâlini gören bir müslüman için hemen o gece şehadette bulunmak +lâzımdır. Hatta bu, evinde beklemesi gereken bir kadın bile olsa, kocasının veya +efendisinin izin vermesine bakmaksızın çıkıp gördüğü hilâl hakkında şehadet eder; çünkü +bu din bakımından vacib olan bir görevdir. + 53- Hilâli gören kimse, eğer hâkimi bulunan bir şehirde ise hemen hâkimin huzuruna +çıkar ve şahidlikte bulunur. Hâkim de durumu ilân eder. Hâkim bulunmayan bir yerde ise, +mescide gidip şahidlikte bulunur. Şahid olan kimse âdil olarak biliniyorsa, onun sözüne +dayanarak insanlar oruca başlarlar. + (Şafıîlere göre, hâkimin hükmü ile bütün insanlara oruç tutmak farz olur. İsterse bu +hüküm, yalnız âdil bir şahidin görüşüne dayanmış bulunsun. Hâkimin hükmü ihtilâfı +ortadan kaldırır ve başka mezheb sahiblerine de oruç tutmak gerekli olur.) + 54- Hilâlin görülmesi, ayın girmesi doğrudan doğruya değil, bir olaya bağlı olarak +hüküm altına alınabilir. Meselâ: Bir kimse mahkemede bir şahsı dava ederek: "Benim bu +kimsede, Ramazanın ilk gününde ödemek üzere şu kadar kuruş alacağım vardır, şimdi ise +Ramazan hilâli görülmüştür. Bunun için bu alacağımı bana vermesini istiyorum," dese, +borçlu şahıs da: "Evet, anlattığı şekilde borcum vardır, fakat henüz Ramazan ayı +girmemiştir," diye itiraz etmekle hakim, o davacının hilâli gördüklerine dair getireceği iki +şahidin şehadeti üzerine o borcun ödenmesine hüküm verse, Ramazan hilâlinin +gördüğüne de hüküm vermiş olur. + Hilâl isbat için bu şekilde dava açılması, İmam Azam'a göre uygundur. İki İmama göre, +böyle bir davaya gerek yoktur. + 55- Yalnız başına hilâli gören kimsenin şahidliği kabul edilmese de, kendisinin oruç +tutması gerekir. Eğer o gün oruç tutmazsa, kaza eder. Bundan dolayı keffaret gerekmez. +Çünkü gördüğü şeyin hilâl değil, bir hayal olduğu düşünülebilir. Bir kimsenin şahidliği +hakim tarafından henüz red edilmeden iftar ettiği taktirde de yine keffaret gerekmez. +Çünkü reddedilmek şüphesi vardır. Keffaretler ise, şüphe ile kalkar. Fakat şehadet kabul +edildikten sonra iftar edecek olsa keffaret gerekir. Çünkü bu durumda onun şahidliği +hakimin kararı ile kuvvet bulmuştur. + 56- Hava kapalı olmayınca, Ramazan, Şevval ve Zilhicce hilâlleri hususunda bir iki +kimsenin değil, onlarla beraber kuvvetli bir zan meydana gelecek başka çok kimselerin +şehadetleri kabul edilir. Bunların sayısını belirlemek idarecinin görüşene bağlıdır. Bir +görüşe göre, bunların elli erkek olması gerekir. Bu hususta şahidlerin belde haricinden +olup olmaması, kuvvetli rivayete göre, fark etmez. Bir görüşe göre de, bu durumda belde +dışından gelen iki adil şahidin şehadeti kabul olunur. Onların daha uygun ve elverişli bir +yerden hilâli görmüş olmaları düşünülebilir. + İmam Azam'dan rivayete göre de, bu durumda taşradan gelmiş veya gelmemiş olsun, +iki adil şahidin şehadeti ile yetinilir. + Deniliyor ki, zamanımızda herkes hilâli araştırma görevini yerine getirmek için +çalışmadığından, şimdi böyle iki şahidin şehadetine güvenmek uygundur. + 57- Hava kapalı olunca, Şevval ve Zilhicce hilâlleri hakkında adil iki erkeğin veya bir +erkek ile iki kadının şehadetleri kabul olunur. Bu hususta adalet, hürriyet ve şahid sayısı +şarttır. Şahidlerin tezkiyeleri de yapılmalıdır. Şehadet sözünün ve dava etmenin şart olup +olmamasından ihtilâf vardır. + Hakim ve valisi bulunmayan bir yerde hava kapalı olduğu halde, iki adil kimse Şevval +hilâlini gördüklerini haber verecek olsalar, insanların iftar etmesinde bir sakınca yoktur. + 58- Kapalı bir havada Ramazan hilâlini yalnız hakim görecek olsa, dilerse yerine birini +vekil tayin ederek onun huzurunda hilâli gördüğüne şehadet eder, dilerse doğrudan +doğruya insanlara oruç tutmalarını ilân eder. Fakat bayram (şevval) hilâlinde böyle bir +kişilik şehadet geçerli olmaz. Çünkü bununla bir ibadete son verilecektir. Bununla beraber +bu durumda insanların hukukuna şehadet manası da vardır; çünkü oruçtan çıkacaklardır. + İnsanların hukukunda ise, ikiden noksan şahidin şehadeti geçerli değildir. Bunun için +idare amiri veya hakim yalnız başına Şevval hilâlini görecek olsalar, ne bayram namazı +yerine çıkarlar ve ne de insanlara namaz yerine çıkmalarını emrederler. Ne de gizli veya +aşikâr oruçlarını açarlar. Çünkü görülen hilâlin bir hayal olması ihtimali vardır. + 59- Şevval ayının hilâli, Ramazanın yirmi dokuzuncu günü, güneşin batışı arkasından +araştırılır. Bu hilâli yalnız başına gören kimse, ibadet hususunda ihtiyatı gözeterek iftar +etmez. Eğer iftar ederse, yalnız kaza gerekir. Şehadeti kabul edilmediği halde de iftar +etse, yine yalnız kaza lâzım gelir, keffaret gerekmez. + 60- Bir kimsenin şehadetine dayanarak Ramazan orucuna başlamış olanlar, otuzuncu +günü Şevval hilâlini görmeseler de, sahih olan görüşe göre, oruca son verirler. Hava +kapalı ve bulutlu olunca, ihtilafsız bayram yaparlar. + (Şafiîlere göre, Şevval için de bir adil şahidin şehadeti yeterlidir, tercih edilen görüş +onlarca budur. Hakim bununla karar verince bayram yapılır.) + 61- Hava kapalı olduğu halde, iki kimsenin şehadetini hakim kabul ederek otuz gün +oruç tutulduktan sonra Şevval hilâli görülmese, bakılır: + Eğer hava yine kapalı ise, ertesi gün iftar ederler. Bunda ittifak vardır. Fakat hava açık +ise, bir görüşe göre iftar etmezler. Ancak sahih olan diğer bir görüşe göre, bu durumda +da iftar edip bayram yaparlar. + 62- Bir belde halkı yirmi dokuz gün oruç tuttuktan sonra iki adil kimse; "Biz Ramazan +hilâlini, sizin oruca başlamanızdan bir gün önce görmüştük," diye şehadette bulunsalar, +bakılır: Eğer bunlar, o belde halkından iseler, uygun olan şahidliklerinin kabul edilmesidir; +çünkü bunlar, Allah için yapılacak olan bir şehadeti önceden terk etmişlerdir. Fakat uzak +bir yerden gelmiş iseler, şehadetleri caiz olur; çünkü bunlar, bu şahitliklerinde +kınanmazlar. + 63- Ramazan ayından başka ayların sübutu için, hava kapalı ise, en az iki adil erkeğin +veya bir erkekle iki kadının şehadetleri gerekir. Hava açık ise, büyük bir cemaatın +şehadeti gerekir. Bu cemaat, kesinlik kazandıracak derecede kalabalık ve sağlamsa +şehadetlerinin kabulü için İslâm olmak şart kılınmaz. Diğer bir görüşe göre, Ramazan, +Şevval ve Zilhicce'den başka diğer dokuz ayın hilâlini isbat için, hava kapalı olsun veya +olmasın, iki adil şahidin şehadetleri yeterli olur. Çünkü bu ayların hilâllerini görmek için +büyük bir topluluk ilgilenmez. + 64- Bir belde halkı hilâli görmeksizin yirmi sekiz gün oruç tutup da, sonra Şevval +hilâlini görecek olsalar, bakılır: Eğer Şaban hilâlini görüp onu otuz gün saymışlarsa, yalnız +bir gün kaza ederler. Ramazan ayı yirmi dokuz gün bulunmuş olur. Fakat Şaban hilâlini +görmeksizin onu otuz gün saymışlarsa, iki gün kaza etmeleri gerekir; çünkü şaban ayının +yirmi dokuz gün olması ihtimali vardır. + Fakat bu belde halkı yirmi dokuz gün oruç tutup da sonra Şevval hilâlini görseler, +üzerlerine kaza gerekmez. Çünkü Ramazan ayı yirmi dokuz gün olabilir. + 65- Bir beldede Ramazan orucu, hilâlin görülmesi ile yirmi dokuz gün tutulmuş olsa, o +beldedeki hastalar da ileride bu Ramazan orucunu yirmi dokuz gün olarak kaza ederler. +Fakat böyle bir hasta, o belde halkının nasıl hareket etmiş olduklarını bilmezlerse, borcun +kesin bir şekilde kurtulması için, tam otuz gün kaza orucu tutar. + 66- Ayın ve güneşin doğmuş oldukları yerler, beldelere ve arazi parçalarına göre +değişik bulunur. Fakat oruç hususunda kabul edilen görüşe göre, bunların doğuş yerlerine +bakılmaz. Fetva buna göredir. Bundan dolayı, batı ülkesinde bulunanlar Ramazan hilâlini +görecek olsalar, bunu haber alan doğu bölgelerindeki müslümanlar üzerine de oruç +tutmak gerekir. Ancak bir beldedeki görünüş, diğer bir belde halkı hakkında geçerli +olabilmesi için, bu görünüş hakkında olan şehadetin hakim tarafından benimsenip karara +bağlanması lâzımdır. Yoksa sadece bir görüşü haber vermek, hilâli göremeyen memleket +halkı için bir delil olamaz. Şöyle ki: Bir belde hakimine iki adil adam gelip şöyle +demelidirler: "Falan memlekette hilâli gördüklerine dair olan şahidlerin şehadetlerini, o +memleketin hakimi usulüne göre kabul edip hüküm vermiştir." Hakimin hükmü bir senet +ve delildir. Bunlar da bu hükme şahidlik etmiş olurlar. Artık öteki memleketin hakimi de +bu şehadeti kabul ederek ona göre hüküm verebilir. Başka bir memlekette, hilâlin +görülmüş ve karara bağlanmış olduğunu gelip haber verenler, sözleri inkar edilemiyecek +kadar büyük bir çoğunluksa, böyle bir hükme ihtiyaç görülmeksizin haber gereği üzere +işlem yapılır. + 67- Oruç hususunda ayın doğuş yerlerinin çeşitli oluşuna ve bunun hesapla +belirlenmesine itibar edilmemesi, şu hadîs-i şerîf ile aynı manayı taşıyan başka hadislere +dayanmaktadır. + "Hilâli gördüğünüz zaman oruç tutunuz ve hilâli görünce de iftar ediniz." + Bu hadîs-i şerîfe göre oruç ile iftar, hilâlin görülmesine bağlanmıştır. Bundan dolayı +müslümanlardan bir kısmının hilâli görmesi ile, oruca esas olan hilâli görme olayı +meydana çıkmış olur. Böylece farz olan orucu tutma ve bayram yapma gereği hepsine +yönelmiş bulunur. + Dinin bu hükümleri, hilâlin değişik beldelerde farklı zamanlarda doğuşuna itibar +edilmesini veya hesab ehlinden sorulmasını emretmemiştir. Hilâlin fenne dayanarak +görülemeyeceğini araştırmak da gerekmemektedir. Çünkü bu fennî araştırma, her yerde +ve her zaman mümkün olmaz. Dinin gösterdiği kolaylığa da uymaz. + Yine, hilâli haber veren iki haberciden birinin fenne dayanarak haberini, diğerinin +rüyete (görüşe) dayanarak haberini tercih etmek de çok kere uygun olamaz. Çünkü +bunlardan birinin hesabda, diğerinin görmede hataya düşmesi ihtimali vardır. + (Malikî ve Hanbelîlerin mezheblerine göre de doğuşun değişik olmasına itibar olunmaz. +Şafiîlere göre, aralarında yirmi dört fersah veya daha çok bir uzaklık bulunan iki beldede, +değişik doğuşlara itibar olunur. Birinde hilâlin görülmesi, diğeri için görülme sayılmaz.) + 68- Hilâlin doğuş yeri değişikliklerine itibar edilmediğine göre, bir belde halkı Ramazan +hilâlini görüp yirmi dokuz gün oruç tuttuktan sonra bayram yapsalar, diğer bir belde halkı +da yine hilâli görerek otuz gün oruç tuttukları meydana çıksa, önceki belde halkının +bayramdan sonra kaza olarak bir gün oruç tutmaları gerekir. Çünkü ilk hilâli görüşe itibar +olunmaz. Bu belde halkının hilâli bir gün sonra görmüş olmaları ihtimali vardır. + 69- Hanefi fıkıh alimlerinden bazılarına göre, doğuş yerlerinin değişik olması geçerlidir. +Bundan dolayı batıda hilâlin görülmesi sebebiyle doğuda bulunan müslümanlar için o gün +oruç tutmak veya iftar etmek gerekmez. Bu hususta her belde halkı, kendi görgüsüne +göre işlem yapar, oruç tutar, bayram yapar ve kurban keser. Bununla beraber, aralarında +yirmi dört fersahdan az bir uzaklık bulunan iki belde arasında bu ayrılık mümkün olmaz. +İşte böyle birbirine yakın iki beldeden birinde görülen hilâl, diğerinde geçerli olur. + 70- Ramazan orucuna başlanması veya bayram yapılması için astronomi ilmini bilen +adalet sahibi vakit uzmanlarının sözlerine baş vurulup vurulamayacağı hususunda fıkıh +alimleri arasında iki görüş vardır. Sahih kabul edilen çoğunluğun görüşü, bu konuda +onların sözü kabul edilmez. Öyle ki, bir vakit uzmanının yaptığı hesab ile kendisinin işlem +yapması bile caiz değildir. Gerçekten fennî hesablar kesin ise de, bu hesabları yapanların +hata yapmayacakları kesin değildir. Bundan dolayı takvimler arasında daima ayrılık +görülmektedir. + Bununla beraber, her yerde böyle ince hesablar yapılabilecek insanlar +bulunamayacağından bunların sözlerine başvurmak gereği, özellikle sahra gibi yerlerde ve +dağınık bir halde yaşayan müslümanlar için zorluğu gerektirir. Halbuki şeriat bu hususta +kolaylık göstermiştir. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Hilâli gördükten sonra oruç tutunuz ve hilâli gördükten sonra iftar ediniz +(bayram yapınız). Size hava kapalı olunca da, Şaban ayını otuza tamamlayınız." + Anlaşılıyor ki, şeriaat orucu, hiç bir zaman değişmeyecek temelli ve basit olan, herkes +tarafından anlaşılıp kabul edilecek olan bir delile bağlanmıştır ki, o da hilâlin görülmesidir. + Gerçekten müneccimlerin sözleri hesab kurallarına dayanır. Fakat aralarında çok kere +ayrılık bulunmakta, sözleri kararlı bulunmamaktadır. Bir de hesaba nazaran kamerî aylar, +mutlaka otuz veya yirmi dokuz gün olmayıp az çok kesirli bulunmaktadır. Şeriat ise, +orucun ya tam otuz veya tam yirmi dokuz gün tutulmasını emretmiştir. + Azınlık olanlara ait diğer bir görüşe göre, bu konuda vakit uzmanlarının ve +müneccimlerin sözlerine başvurulabilir. Bunların sözlerine güvenmekte bir sakınca yoktur. +Fıkıh alimlerinden Muhammed ibni Mukatil, onların kendi aralarında fikir birliği yaptıkları +sözlerine güvenir ve onlardan sorardı. Ancak bu konuda onlardan bir topluluğun fikir +birliği yapılmış olması lâzımdır. Kadı Abdülcebbar da; "Müneccimlerin sözlerine +güvenmekte bir sakınca yoktur," demiştir. + Memleketimizde bir müddetten beri, bu görüşe uygun olarak kamerî aylar Rasathane +tarafından bir belge halinde tayin edilmektedir. + (Malikî ve Hanbelî fıkıh alimlerine göre müneccimlerin sözlerine güvenilmez. Bunun için + onların sözleri ile herkes için oruca başlamak gerekmez. Yalnız Malikîlerce, güvenilir bir +görüşe göre, müneccimler kendi hesabları ile işlem yaparak oruç tutabilirler. +Müneccimlerden işitip doğru olduğuna kuvvetle inanan kimse de, onun hesabına +dayanarak oruca başlayabilir. + Şafiîlerce de müneccimin sözü, kendi hakkında ve kendisini doğrulayan kimse +hakkında geçerli ise de, tercih edilen görüşe göre, bütün insanlar için geçerli değildir. +Buna göre, müneccimin sözü üzerine herkesin oruca başlaması vacib olmaz. Şafiîlerden +yalnız İmam Sübkî'nin bu konuda bir eseri vardır. Bu şahıs, hesabın kesin olduğunu göz +önüne alarak müneccimlerin sözlerine güvenileceğine inanmıştır. Fakat diğer Şafiî olan +alimler tarafından bunun sözü kabul edilmemiştir.) + +(*) "Hilâle hayrin ve rüşdin! Amentü billâhillezî halekake. + Elhamdü lillâhillezî zehebe bişehrin keza ve cae bişehrin keza. Allahümme ahlilhü aleyna bil-emal ve'l-imani +vesselâmeti vesselam." + Anlamı: "Ey hayır ve salah hilâli? Seni yanatan Allahü Teâlâ'ya iman ettim. Şu ayı (Şabanı) götürüp bu +ayı (Ramazan) getiren Yüce Allah'a hamd olsun, Allah'ım! Bu ayı bizlere emniyetle, imanla, selâmet ve +selâmla bulundur." + + + + +Oruçlara Ait Niyetler + + 71- Herhangi bir oruca kalb ile niyet yeterlidir. Oruç için sahura kalkılması da bir +niyettir. Niyetin dil ile de yapılması mendubdur. + 72- Ramazan orucu, tayin edilmiş adak ve mutlak nafile oruçlar için niyetin vakti, +güneşin batışından başlayarak kaba kuşluğa kadar devam eder. Bu zaman içinde niyet +edilebilir. Fakat güneş batmadan önce veya tam istiva zamanında veya ondan sonra +akşama kadar hiç bir oruca niyet edilemez. Böyle niyet hususunda, mukîm, misafir, +sağlıklı ve hasta olanlar eşittir. + Bununla beraber istiva zamanına kadar böyle niyet edilebilmesi, ikinci fecirden sonra +yiyip içmek gibi orucu bozan haller bulunmadığı taktirdedir. Böyle orucu bozan bir şey, +kasden veya sehven yapılacak olsa, artık niyet caiz olmaz. + (Malikîlere göre, nafile oruç için böyle gün ortasına kadar niyet edilemez. Çünkü +sabahleyin niyet edilmeyince, o gün iftar etmek kararlaşmış olur. Bir günün hem oruca, +hem de iftara ihtimali olamaz. + Şafiîlere göre güneşin batışından öncesine kadar niyet edilebilir. Yeter ki, sabahdan +itibaren oruca aykırı bir iş yapılmamış olsun. Çünkü nafile ibadet için din yönünden takdir +edilmiş bir zaman yoktur. Bu oruç, oruç tutacak olan kimsenin isteğine bağlıdır. Zevalden +sonra da oruç tutma arzusu bulunabilir.) + 73- Bütün kaza ve keffaret oruçları ile mutlak adak oruçları için niyetin geceleyin veya +ikinci fecrin başlangıcında yapılması şarttır. Ayrıca bu oruçları niyette göstermek (tayin +etmek) lazımdır. Bundan dolayı bunlardan herhangi biri için fecirden sonra niyet edilirse +veya bunlardan hangisinin tutulacağı kalb ile tayin edilmezse, bu oruçların tutulmaları +sahih olmaz. Çünkü bu oruçlar için belli bir gün yoktur. Bunlara hangi günlerin ayrılacağı, +ancak böyle bir niyet ile tayin edilmiş olur. Ramazan orucu, belirlenmiş adak, herhangi bir +nafile oruç için mutlak bir niyet yeterlidir. "Yarınki günün orucunu tutmaya, yarın oruç +tutmaya, yarın nafile oruç tutmaya". diye niyet edilebilir. Bununla beraber bunlar için +geceleyin niyet edilmesi, bu oruçların tayin edilmesi ve şöyle denilmesi daha faziletlidir: +"Yarınki Ramazan orucunu tutmaya niyet ettim." + 74- Ramazanın her günü için ayrıca bir niyet gerekir. Çünkü araya geceler girmektedir. +Ayrıca her günün orucu başlıbaşına bir ibadet bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bir günün +orucundaki bozukluk, diğer günün sıhhatine engel olmaz. + 75- Bir kaza orucuna fecrin doğuşundan sonra niyet edilecek olsa, bununla kaza sahih +olamayacağından, nafile oruç tutulmuş olur. Eğer bu oruç bozulacak olsa, kaza edilmesi + gerekir. Çünkü başlanmış olan bir ibadet yarıda bırakılamaz + 76- Bir kimse, daha güneş batmadan: "Yarın oruç tutayım," diye niyet edip de, sonra +yarınki günün istiva zamanına kadar uyusa, gafil veya baygın bir hal de bulunsa, oruç +tutmuş olmaz. Fakat güneşin batmasından sonra böyle niyet etmiş olursa, orucu sahih +olur. + 77- Bir kimse, ramazan ayında ramazan olduğunu bildiği halde, ne oruca ve ne de +iftara niyet etmemiş bulunsa, sağlam rivayete göre, oruçlu bulunmuş olmaz. + 78- Bir kimse, geceleyin herhangi bir oruç için niyet etmiş bulunsa, sonra fecrin +doğuşundan önce bu niyetinden dönse, bu dönüşü sahih olur. Fakat oruçlu bir kimse, +orucunu bozmaya niyet ettiği halde bozmasa, sadece bu niyet ile orucu bozulmuş olmaz. + 79- "İnşallah yarın oruç tutmaya niyet ettim," diye yapılan bir niyet sahihdir. Fakat: +"Yarın davete çağırılsam iftar etmeye, çağrılmazsam oruç tutmaya," diye yapılan bir niyet +geçerli değildir. Böyle tereddütlü bir niyetle oruç tutulmuş olmaz. + 80- İstiva zamanına kadar niyet edilmesi caiz olan oruçlarda, gündüzün niyet edileceği +takdirde, o günün başlangıcından itibaren oruçlu bulunmuş olmaya niyet edilmesi gerekir. +Niyet edileceği andan itibaren oruç tutmaya niyet edilecek olsa, bununla oruç tutulmuş +olmaz. + 81- Ramazan gecesinde veya gündüzünde bayılan veya deliren kimse, istiva +zamanından önce kendine gelip oruca niyet edince oruçlu bulunmuş olur. + 82- Bir kimse, Ramazan ayında başka bir vacib oruca niyet edecek olsa, o kimse +Ramazan orucuna niyet etmiş sayılır. Bu konuda iki imama göre, mukim ile misafir +arasında fark yoktur. İmamı Azam'a göre, misafir olunca, niyet ettiği vacib için oruçlu +bulunmuş olur. Çünkü misafirin Ramazan orucunu tutma mecburiyeti yoktur. + Nafile oruca niyet edilecek olsa, sahih olan görüşe göre, ramazan orucuna niyet +edilmiş olur. Hastanın da bu şekilde olan niyetleri, sahih olan görüşe göre, Ramazan +orucuna sayılır. + Misafir ile hastanın mutlak şekildeki niyetleri de Ramazan orucuna sayılır. + 83- Muayyen bir adak gününde, keffaret veya ramazan orucunu kaza gibi, başka bir +vacibe niyet edilerek oruç tutulmuş olsa, sahih olan görüşe göre, bu oruç o vacib için +sayılır; o muayyen nezir orucunun kaza edilmesi gerekir. + 84- Bir oruç için hem keffarete, hem de nafileye niyet edilse, keffaret olarak caiz olur. +Fakat bir oruç için kazaya, hem de yemin keffaretine niyet edilecek olsa, hiç biri geçerli +olmaz. Çünkü bunların aralarında zıddiyet vardır. Bu durumda o oruç bir nafile olmuş +olur. + 85- Bir veya birkaç ramazandan orucu kazaya kalmış olan kimse için uygun düşen, +bunları kaza ederken: "Üzerine kazası ilk vacib olan oruca" niyet etmektir. Bununla +beraber böyle belirtilmeksizin yalnız kazaya niyet etmesi de yeterlidir. + 86- Bir kadın henüz adet içinde iken, geceleyin oruca niyet edip fecirden önce +temizlenecek olsa, orucu sahih olur. + 87- Esir bulunan kimse, Ramazan ayının girip girmediğini bilemezse araştırır ve +kanaatına göre oruç tutar. Sonra bakılır: Eğer orucu ramazana raslamışsa veya +ramazandan yahut oruç tutulması yasak olan günlerden sonra geceleyin niyet ederek +oruç tutmuş ise, orucu ramazandan sayılır. Ramazan günlerinden noksan olarak oruç +tutmuşsa, bu noksan günleri kaza eder. Fakat Ramazandan öncesine raslamışsa, caiz +olmaz, yalnız nafile bir oruç olur. + + + + +Oruçlu İçin Mekruh Olan ve Olmayan Şeyler + + 88- Oruçlu olanın su ile ıslatılmış bir misvaki kullanması İmam Ebu Yusuf'a göre +mekruhtur. Fakat diğer alimlere göre, sabahleyin yahut zevalden sonra yaş ve kuru +misvak kullanmakta kerahet yoktur. + (İmam Şafiî'ye göre, zevalden sonra misvak kullanılması mekruhtur.) + 89- Oruçlu kimsenin istincada (büyük abdest temizliğinde) ve abdest alırken ağzına, +burnuna su verirken aşırı gitmesi, fazla su doldurup taşırması mekruhtur. + 90- Oruçlunun bir özrü bulunmaksızın pişirilen yemeği yalnız ağzı ile tadması +mekruhtur. Bir kocanın kötü huylu olması, karısı için bir özürdür, böyle bir kadın +pişireceği yemeğin, yutmaksızın, tadına ve tuzuna bakabilir. + 91- Oruçlu bir kimsenin satın alacağı bal ve yağ gibi şeylerin iyi olup olmadığını +anlamak için yalnız ağzı ile onlardan tadmasında kerahet vardır. Bir görüşe göre, +muhakkak satın alınması gerekiyorsa yahut aldanmaktan korkuluyorsa, boğaza +kaçırmamak şartı ile tadına bakılmasında kerahet yoktur. + 92- Oruçlu kimsenin, önceden çiğnenmiş beyaz ve parçalanmaz bir sakızı çiğnemesi +mekruhtur. Fakat yeni bir sakızı çiğnemek caiz değildir. Erkekler oruçlu olmadıkları +zamanlarda da sakız çiğnemeleri hoş değildir. Bir özür sebebiyle çiğneyeceklerse, gizlice +çiğnemeleri güzel görülmüştür. + 93- Oruçlunun kan aldırması, orucunu koruyamayacak şekilde zayıf düşmesinden +korkulursa mekruhtur, değilse mekruh olmaz. Bununla beraber uygun düşen, bunu güneş +batışından sonraya bırakmaktır. + 94- Ramazanda harareti azaltıp serinlenmek için ağza ve buruna su almak ve soğuk su +ile yıkanmak, İmamı Azam'a göre mekruhtur. Çünkü böyle bir hareket, ibadet için bir +daralma göstermek demektir. Fakat İmam Ebû Yûsuf'a göre, bunda kerahet yoktur. +Çünkü böyle yapmakla ibadete yardım edilmiş ve doğal olan sıkıntı giderilmiş olur. Fetva +da buna göredir. + 95- Kendine güvenemeyen bir oruçlunun zevcesini öpmesi ve okşaması mekruhtur. + 96- Oruçlu kimsenin zevcesi ile çıplak olduktan halde boyun boyuna sarılmaları +kendine güvensin veya güvenmesin, her halde mekruhtur. Bu harekete "Fahiş +mübaşeret = Aşırı yaklaşma" denir. Zevcesinin dudaklarını emmesi de, her halde +mekruhtur, buna da "Fahiş kuble = Aşırı öpüş" denir. + 97- Oruçlu kimsenin cünüb olarak sabahlaması veya gündüzün uyuyup ihtilam olması +orucuna zarar vermez. Fakat mümkün olduğu halde geceleyin yıkanmamak mekruh +değildir, denemez. + 98- Oruçlu kimsenin gül ve misk gibi kokuları koklaması da mekruh değildir. Sürme +çekmesi, bıyık yağı kullanması da mekruh değildir. + Ancak erkeklerin süs maksadı ile sürme çekmeleri ve bıyıklarına yağ sürmeleri +mekruhtur. + + + + +Orucu Bozan ve Bozmayan Şeyler + + 99- Kasden yeyip içmek ve oruca aykırı olan işleri yapmak orucu bozar. Bu işlerin bir +kısmı yalnız kazayı ve bir kısmı da hem kaza, hem de keffareti gerektirir. Bunlar +açıklanacaktır. + 100- Unutarak bir şey yemek ve içmek veya cinsel ilişkide bulunmak orucu bozmaz. +Bu hususta farz, vacib ve nafile oruçlar arasında bir fark yoktur. Çünkü unutma ve +yanılma ile yapılan işler bağışlanmıştır. + (Malikîlere göre, bunların her biri ile farz olan oruç bozulur, kazası gerekir. Çünkü +orucun rüknü olan imsak kaybolmuştur.) + 101- Yanılarak yemek yiyen bir oruçluya raslanınca, bakılır: Eğer oruç tutmaya güçlü +görülüyorsa, ona oruçlu olduğunu hatırlatmamak, tercih edilen görüşe göre, harama +yakın mekruhtur. Fakat çok yaşlı ve zayıf kimse olunca, diğer ibadetleri sağlam +yapabilmesi için, ona hatırlatılmaz. Uykuya dalmış bir kimseyi, vakti geçmeden namaz +kılmak için uyandırmak da bir görevdir. Uyuyan özürlü sayılır; fakat uyandırmayan özürlü +sayılmayacağı için günah işlemiş olur. + 102- Uyku halinde bir şey yeyip içmek orucu bozar. Bu yanılma işi gibi sayılmaz. + 103- Oruçlu olduğu halde yemek yiyen kimseye: "Sen oruçlusun" denildiği halde, hiç + aldırış etmeyerek yemesine devam etse, sahih olan görüşe göre, orucu bozulur ve ona +kaza gerekir. + 104- Hata yolu ile yeyip içmek de orucu bozar. Bunun için, oruçlu olduğunu bildiği +halde bir kimse, kasıd olmaksızın hata ile bir şey yeyip içse, abdest alırken boğazından +aşağı su kaçsa veya ağzına yağmur ve kar daneleri düşüp midesine doğru gitse orucu +bozulur ve üzerine kaza gerekir. Fakat oruçlu olduğu hatırında yoksa, bunlardan dolayı +orucu bozulmaz. + 105- Ağza su verip çalkaladıktan sonra ağızda kalan yaşlığın tükrükle beraber +yutulması orucu bozmaz. + Yine insanın baş kısmından burnuna inen akıntıyı kasden içeri çekip yutması da orucu +bozmaz. + 106- Dişlerin arasından çıkan kan boğaza gidecek olsa, bakılır: Eğer az olur da içeriye +geçmezse, orucu bozmaz. Çünkü adet gereği bundan korunmak mümkün değildir. Çok +olmakla beraber çoğunluğu tükürük teşkil ediyorsa, hüküm yine böyledir. Fakat +çoğunluğu kan olur ve tadı duyurulur bir halde veya kanla tükürük eşit bulunursa, +yutulunca oruç bozulur. Çıkarılan diş için de bu haller geçerlidir. + 107- Ağızdan dışarı çeneye doğru iplik halinde sarkan ve ağızdan kopup ayrılmayan +ağız salyasını içeriye çekip yutmak da orucu bozmaz. Çünkü bu halde henüz ağızdan +çıkmamış sayılır. + Bunun gibi, herhangi bir sebeble ağızdan çıkıp yine ağıza girerek boğaza giden bir su +ile de oruç bozulmaz. + 108- Kişinin konuşmakdan veya başka bir sebebden dolayı tükrükle ıslanmış +dudaklarını emmesi, orucunu bozmaz. Çünkü bunda bir zaruret vardır. + 109- Göz yaşı veya yüz teri ağıza girecek olsa, bakılır: Eğer bir ve iki damla gibi az bir +şey ise, orucu bozmaz. Çünkü bundan kaçınmak mümkün değildir. Fakat tuzluluğu bütün +ağız içinde duyulacak derecede fazla olup da oruç hatırda iken yutulacak olsa, orucu +bozar. + 110- Yenilmesi kasdedilmeyen ve kendisinden kaçınılması mümkün olmayan bir şeyin +içeriye gitmesi orucu bozmaz. Onun için, ilaç olarak ağrıyan dişe konulan karanfilin tadı +tükrükle boğaza kaçarsa, havada dağılan bir duman ve toz-topraktan, öğütülen veya +tokmakla döğülen şeylerden kalkan toz, orucu bozmaz. Uçan bir sineğin boğaza kaçması +da böyledir. Fakat dişe ilaç olarak konulan bir nesnenin mesela karanfilin yutulması orucu +bozar. + Yine, oruçlu bulunduğunu hatırladığı halde, kokladığı bir "Buhurun = Kokunun" dumanı +içine gitse veya bir sineği tutup yutsa, orucu bozulur. Böyle bozulan bir orucu kaza etmek +gerekir. + 111- Renk veren bir iplik parçasını defalarca ağıza alıp çıkarmak orucu bozmaz. Fakat +oruçlu olduğunu hatırlayan kimse, ağzına aldığı herhangi bir renkteki ipliğin tükrüğünü +yutacak olsa, orucu bozulur. + 112- Dişlerin arasında kalmış olan bir yemek kırıntısı yutulsa, bakılır: Eğer az bir şey +ise, orucu bozmaz: fakat çok olursa bozar. Nohut tanesinden küçük olan şey azdır, nohut +danesi kadar olan şey de çoktur. Bu bir ölçüdür. + 113- Dişlerin arasında kalan susam veya buğday danesi gibi pek az bir şeyi yutmak +orucu bozmaz. Fakat böyle bir şey dışardan alınıp yutulsa, orucu bozar. Bu halde, tercih +edilen görüşe göre, keffaret de gerekir. Ancak böyle pek az bir şey ağıza alınıp çiğnense +oruca zarar vermez. Çünkü bu ağız içinde dağılır bir zerre haline gelir. Ancak bunun tadı +boğaza giderse oruç bozulur. + Nohut büyüklüğünden az olup dişler arasında kalan bir şey, ağızdan çıkarılıp sonra +yenirse orucu bozar. Ancak sahih olan görüşe göre keffaret gerekmez. Çünkü böyle bir +şeyi yemek, olağan dışı bir iştir. + 114- Bir kusuntu, kendiliğinden gelince bakılır: Eğer ağız dolusu olmayıp içeriye +dönerse, ittifakla orucu bozmaz. Fakat içeriye döndürülürse, İmam Muhammed'e göre +orucu bozar. Çünkü imsak kaybolmuştur, İmam Ebû Yusuf a göre bozmaz; çünkü bu az +olduğu için abdesti bozmadığı gibi, orucu da bozmaz. + Fakat bu kusuntu ağız dolusu olup kendi başına içeriye dönecek olsa, İmam Ebû +Yusuf'a göre orucu bozar. Çünkü bu, taharete engeldir, İmam Muhammed'e göre +bozmaz; çünkü imsak kasden terkedilmiş değildir. Ancak böyle bir kusuntu kısmen veya + tamamen sahibi tarafından geriye çevrilirse, ittifakla orucu bozar. + 115- Bir kusuntu, sahibi tarafından kasden getirilince bakılır: Eğer ağız dolusu ise, +ittifakla orucu bozar. Çünkü bu hal, hem taharete, hem de imsake engeldir. Bu halde, +içeriye az çok bir şey dönüp gider. Bunun için orucun kazası gerekir. Fakat ağız +dolusundan az olup da kendi başına geri dönerse, İmam Muhammed'e göre, orucu bozar. +Çünkü bu imsake engeldir, İmam Ebû Yusuf'a göre bozmaz; çünkü az olduğundan +taharete engel değildir. + Bu kusuntu, içeriye çevrildiği takdirde, hem İmam Muhammed, hem de İmam Ebû +Yusuf'dan bir rivayete göre, orucu bozar, İmam Ebû Yusuf dan diğer bir rivayete göre ise, +bozmaz. + 116- Yalnız yapışmak, öpmek ve oynamakla oruç bozulmayacağı gibi, yalnız bakmak +ve düşünmek sonucu olarak inzal olmakla da bozulmaz. Bunun için bir kimsenin zevcesini +öpüp okşaması ile onun orucu bozulmaz. + Yine, zevcesinin veya başkasının yüzüne veya herhangi bir uzvuna tekrar suretinde +olsa dahi, bakması ile ve bakışından veya bunları düşünüşünden dolayı şehvetle akıntı +olması ile de orucu bozulmaz. + 117- İki yoldan başka herhangi bir uzva yapılacak temas sonunda inzal olmazsa, oruç +bozulmaz. Fakat inzal olunca oruç bozulur ve yalnız kaza gerekir. El ile meni getirmek +veya hayvan ve ölüye temasla olan inzal da böyledir. + 118- Zevcesinin sıcaklığını duymayacak şekilde elbisesi üstünden tutmakla inzal olsa +orucu bozulmaz, sıcaklığını duymuşsa bozulur. + Yine, bir kadın kocasını, inzal oluncaya kadar tutsa, kocasının orucu bozulmaz. Fakat +bu tutması, kocasının teklifi üzerine ise, bu durumda orucunun bozulup bozulmamasında +ihtilaf vardır. + 119- Bir erkek zevcesini veya bir kadın kocasını öpüp de erkekden meni, kadından bir +yaşlık belirse, bunların orucu bozulmuş olur, bundan dolayı da kaza gerekir. Kadın bu +öpme sonunda bir yaşlık değil de, bir lezzet duyacak olsa, İmam Ebû Yusufa göre orucu +bozulur, İmam Muhammed'e göre bozulmaz. Okşamak, el tutuşmak, boyuna sarılmak da, +öpme gibidir. + 120- Oruçlu olan kimse, büyük abdest temizliği yaparken, içeriye su geçmemesi için +nefes alıp vermemelidir. Bu temizlik üzerinde aşırı gidilir de, su hukne yerine kadar +ulaşırsa, orucu bozar. Hukne (lâvman için kullanılan) bir ilaçtır. Bunu kullanmaya +"İhtikan" denir. Hukne için kullanılan özel alete de "Mıhkane = Şırınga" denir. Bu +şırınganın ucu, aşağıdan (makaddan) nereye kadar yetişirse, oraya varacak kadar +yapılacak bir istinca orucu bozar. Böyle bir istinca da pek az yapılabilir. Zaten bunun +yapılması sağlığa zararlıdır. + 121- İhtikan (şırınga yapmak), buruna ilaç akıtmak, kulağa yağ damlatmak orucu +bozar ve kazayı gerektirir. Fakat kulağa giren su, orucu bozmadığı gibi, kulağa dökülen +su da, tercih edilen görüşe göre orucu bozmaz. Bunun gibi, üzerinde kulak kiri bulunan +bir karıştırıcının kulağa birkaç defa sokulup çıkarılması ile de oruç bozulmaz. (İmam +Şafiîye göre bozar.) + 122- Erkeğin tenasül aletine damlatılan su veya yağ, mesaneye kadar gitse bile, +İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre orucu bozmaz. Fakat mesaneye kadar gitmeyip +de tenasül organı içinde kalırsa, ittifakla bozmaz. + 123- Su veya yağ ile ıslanmış bir parmağın ön veya arka tarafa sokulması, oruç +hatırlanması halinde olursa orucu bozar. Unutma halinde ise, bozmaz. Kuru bir parmağın +sokulması, her iki halde de orucu bozmaz. + 124- İnsanın derisinden içeriye sızan şeyler orucu bozmaz. Bunun için vücuda sürülen +bir yağ veya yıkanılıp içeriye soğukluğu geçen bir su, orucu bozmaz. + Yine, göze dökülen bir ilaç orucu bozmaz, boğazda duyulsa bile... Göze sürülen bir +sürme de böyledir, izi ve rengi tükürükte görülse de... Çünkü bunların öyle içeriye +geçmesi derideki emişlerledir. + 125- Oruçlunun kendi işi olarak ağzından başka, vücudunun herhangi bir kısmından +içine tamamen sokulup kaybolan veya başkası tarafından sokulup vücuda yarar sağlayan +herhangi bir şey orucu bozar. Bu hususta içeriye giden şeye bakılır, gittiği yola bakılmaz. +Bundan dolayı bir kimsenin başkası tarafından herhangi bir uzvuna saplanıp vücutta +kaybolan odun ve demir benzeri bir şey orucu bozar. Fakat böyle bir şeyin bir ucu dışarda + kalmış olursa, orucu bozmaz. Bir parçası içeriye sokulmuş olan bir süngü veya bir odun +parçası gibi... + Yine, iç boşluğa veya dimağa kadar uzayan derin bir yaraya konulan yaş bir ilaç, +içeriye veya dimağa kadar geçince orucu bozar, kazayı gerektirir. + Bu mesele, İmam Serahsinin "Mebsut" adlı kitabındaki açıklamasına bakılırsa, İmamı +Azam'a göredir. Bu esas üzerine denilir ki, Ramazanda gündüz vakti vücuda yapılan iğne +de orucu bozar ve kazayı gerektirir. Çünkü bu, hem oruçlunun rızası ie yapılmakta, hem +de vücudun yararına yapılmış bulunmakladır. İğne aracılığı ile vücudda bir yol açılıyor ve +böylece ilaç tam vücudun içine akıtılmış oluyor. Artık bu şekilde ilacın içeriye girmesi, +suyun deriden emilerek içeriye geçmesi gibi değildir. Bundan dolayı açık bir ihtiyaç veya +zaruret bulunmayınca, iğneler iftardan sonra yapılmalıdır. İhtiyata uygun olan budur. + Hatta bir görüşe göre, başkası tarafından sokulup vücudun içinde kaybolan demir +parçası gibi bir şey, vücudun yararına olmadığı halde, yine orucu bozar. + İki imama gelince, bunlara göre bir şey, tabiî yoldan içeriye gitmedikçe oruç bozulmaz. +Çünkü oruç; "Yaratılışta bir yol ve kanal olan bir uzuvdan (organdan) bir şeyi içeriye +sokmaktan kendini tutmaktır." Biz böyle bir imsak ile emrolunmuşuz. Bu hususta geçici +olan yol ve kanallara itibar edilmez. + Bunun için dışardan bir yaraya konulan ilaç, boşluğa kadar gitse de, orucu bozmaz. +Vücudun derisini yırtarak içeriye gidip kaybolan bir demir, bir kurşun parçası hakkında da +hüküm böyledir. Buna göre iğne ile de orucun bozulmaması gerekir. Evvelce, fetvahane +tarafından da bu yolda fetva verilmişti. Fakat daima ihtiyat yolunun gözetilmesi iyidir. + 126- Baştaki veya karındaki bir yaraya konulup yaranın ıslaklığı ile dimağa veya +boşluğa gitmeyen bir ilaçtan ittifakla oruç bozulmaz. Fakat böyle bir yaraya konulup +dimağa veya ileriye gidip gilmediğinden şübhe edilen sıvı bir ilaç, İmamı Azam'a göre +orucu bozar. Çünkü böyle bir ilaç adet bakımından içeriye geçer, iki imama göre, bununla +oruç bozulmuş olmaz. Çünkü böyle şübhe ile oruç bozulamayacağı gibi, tabiî olmayan bir +yoldan içeri giren bir ilaç ile de oruç bozulmaz. + + + + +Kaza Edilmesi Gereken ve Gerekmeyen Oruçlar + + 127- Yolculuk veya hastalık özrü ile Ramazan orucunu tutmamış olan kimse, bunları +kaza etmeye elverişli bir vakit bulamadan önce ölse, üzerine kaza gerekmediği gibi, fidye +vermesi de lazım gelmez. Ancak oruçları için fidye verilmesini vasiyet etmiş olursa, +malının üçte birinden bu vasiyetin yerine gelirilmesi gerekir. + Fidye, fakir bir kimseyi sabah ve akşam doyuracak olan bir günlük yiyecektir. Bu, bir +fitre sadakasına eşittir. + 128- Yolculuk veya hastalık sebebi ile Ramazan orucunu tutamamış olan kimse, bunun +tamamını veya bir kısmını kaza edebilecek bir zaman bulmuş olduğu halde, bunları kaza +etmeden ölürse, malı olduğu takdirde, kazaya kalan her gün için malının üçte birinden +ödenmek üzere bir fidye ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Bu fidye fakirlere verilir. Bir +özrü olmaksızın kasden Ramazan orucunu tutmayan kimse üzerine de, öldüğü zaman +malının üçte birinden fidye verilmesini vasiyet etmelidir ki, bu vacibdir. Kaza edecek +zaman bulamasa da hüküm aynıdır. Çünkü yapılması mümkün olan bir ibadeti terk +etmiştir. Vasiyet etmediği takdirde, varislerin bu fidyeyi vermeleri üzerine vacib olmaz, +isterlerse kendi mallarından bir bağış olarak verebilirler. Varisler ve varis olmayanlar, ölü +adına orucu tutmak suretiyle kaza edemezler. Böyle beden ile yapılan ibadetlerde, +başkasına vekalet edilemez. Ancak kendileri için tuttukları oruçların sevabını ölüye +bağışlayabilirler. + (İmam Şafiîye göre, ölü vasiyet etsin veya etmesin, onun geriye bıraktığı malın +tümünden kazaya kalmış oruçlarının fidyesi verilir. Böyle bir ölü adına da velisi oruç +tutabilir.) + 129- Tutulamayan oruçlardan dolayı fidye verilmesi, Ramazan orucu ile Ramazan + ayından kazaya kalan oruçlara ve nezir oruçlarına mahsustur. Yemin ve adam öldürme +keffaretleri için gereken oruçları tutmaktan aciz kalan kimsenin, daha hayatta iken fidye +vermesi caiz değildir. Fakat bu oruçlar için vasiyet etmesi caizdir. + 130- Bozulan herhangi bir nafile orucun kazası gerekir, ister bu orucu bozma, +oruçlunun kendi isteği ile olsun, ister olmasın aynıdır. Bunun için nafile oruç tutmaya +başlayan bir kadın, adet görecek olsa, sahih olan görüşe göre, bu orucu kaza etmesi +gerekir. Çünkü başlanmış bir ibadeti yarıda bırakmamak ve yüklenilen bir din görevini +yok etmemek vacibdir, gereklidir. + (Şafiîlere göre böyle bir oruçlu serbesttir, dilerse bu orucu kaza eder, dilerse etmez. +Çünkü üzerine vacib olmayan bir ibadete başlamıştır. Yerine getirmediği fazladan bir +ibadet için kendisine kaza gerekmez.) + 131- Bir kimse, fecrin doğuşundan sonra kaza orucuna niyet etse, bu oruç kaza yerine +geçmez, nafile bir oruç olur. Çünkü geceden niyet edilmesi gerekirdi. Bu orucu bozacak +olsa, ayrıca kazası gerekir. + 132- Ramazanın başından sonuna kadar baygın bir halde olan kimse, sonradan +kendine gelince, üzerine kaza gerekmez. Bunda ittifak vardır. Çünkü bayılma hali bir +hastalıktır. Fakat böyle bir halin bu kadar uzaması da çok az olur. Nadir olan şeylerdeki +güçlük de izne sebeb olamaz. + 133- Delirmiş olan bir adam, Ramazan içinde kendine gelip iyileşse, geçmiş günleri +kaza eder. Fakat bir kimsenin delirmesi Ramazanın başından sonuna kadar veya son +günün zevalinden sonraya kadar devam etse, sonradan iyileşmekle kendisine kaza +gerekmez. Çünkü bunda güçlük vardır: Sahih olan da, budur. Yine böyle delirmiş olan +kimse, Ramazan gecelerinden birinde iyileşip de, sonra fecirden itibaren yine delirse, +üzerine kaza gerekmez. + Delirmiş olan kimsenin iyileşmesi, kendisindeki delirmenin tamamen ortadan kalkması +ile olur. + (Malikîlere göre, delirme de bayılma gibidir. Onun için kazası gerekir.) + 134- Orucu kazaya kalan kimse, bunu kaza etmeden ilerki Ramazana yetişince, gelen +Ramazan orucunu, kaza orucundan önce tutar. Çünkü kaza için zaman geniştir ve +elverişlidir. + (Şafîîlere göre, bir ramazana ait kaza orucunu, diğer Ramazan gelmeden önce tutmak +gerekir. Önceki Ramazan orucu tutulmadan ikinci bir Ramazan gelince, hem kaza ve hem +de her gün için bir fidye vermek gerekir. Çünkü kaza vaktinden çıkarılmıştır. Kazayı +vaktinden sonraya bırakmak ise, yerine getirilmesi gereken bir ibadeti sonraya bırakmak +gibidir. Hanefi mezhebinde, kaza için belli bir vakit gösterilmemiştir. Buna dair ayet-i +kerime kazayı herhangi bir vakitle sınırlandırmış değildir. + 135- Bir gayrimüslim Ramazan ayı içinde müslüman olduğu halde, geri kalan günleri +oruç tutmayacak olsa, bakılır: Eğer küfür diyarında İslam'a girmişse ve Ramazan ayı +çıkıncaya kadar orucun farz olduğunu öğrenmemişse, özürlü sayılır. İslama girdikten +sonra geçirdiği günler için kaza etmesi gerekmez. Fakat İslam yurdunda ihtida (islam +dinini kabul) etmişse, her halde kaza etmesi lazımdır. Çünkü İslam ilinde bu gibi cehalet +özür sayılmaz. + 136- Çocuklar için oruç tutmak, namaz gibidir. Bunun için on yaşında bulunan bir +çocuğa oruç tutması emredilir. Tutmasa hafifçe dövülebilir. Bununla beraber tutmazsa, +kaza etmesi gerekmez. Bir de çocuğun oruca gücü yetmelidir. Oruçtan zarar görecek olan +çocuğa: "Oruç tut" diye emredilmez. + + + + +Keffareti Gerektirmeyen Oruçlar + + 137- Ramazan orucundan başka hiç bir orucun bozulmasından dolayı bir ceza ve +geçmişteki kusuru düzeltme olarak iki ay oruç tutmak gerekmez. Çünkü Kur'an'ın açık +beyanı, yalnız tutulan Ramazan orucunun bozulması üzerine keffareti gerekli kılmaktadır. + 138- Ramazan orucunun bozulmasından dolayı keffaret gerekmesi için, hem şekil ve +hem de mana bakımından iftar (orucu bozan bir şey) gerçekleşmelidir. Bu da, adet olarak +gıdalanmak, tedavi olmak veya lezzetlenmek kasdi ile yenip içilen şeylerden birini kendi +isteğiyle ve kasden yutmakla veya bir canlı kişiye kendi isteğiyle kasden iki yoldan biriyle +cinsel ilişki kurmakla meydana gelir. Bunda inzal olması şart değildir. + Bunun için gıda sayılmayan, beden için elverişli olmayan, aslen murdar olup +kendisinden tiksinilen bir şeyin rıza ile ve kasden yenip içilmesinden veya bir ilacın +ağızdan başka bir yerden içeriye akıtılmasından dolayı keffaret gerekmez. + Yine, diri bir insana başka bir taraftan veya ölü insana normal yoldan, ölü veya diri bir +hayvana herhangi bir taraftan isteyerek yapılan ve inzal bulunan temaslar da bu +hükümdedir. Yalnız kazayı gerektirir. Dinde yasak ve haram olan işleri yapmak da ayrıca +azaba sebeb olur. + (Şafîîlere göre, ölü veya hayvan hakkındaki cinsel ilişki keffareti gerektirir. Çünkü bu +halde, oruca engel olan bir temas bulur.) + 139- Keffaret, oruç tutmamanın değil, orucu bozmanın bir cezasıdır. Bunun için bir +kimse, Ramazanda oruca asla niyet etmediği gibi, asla iftar da etmeyip imsak etmiş +bulunsa (oruç tutsa), üzerine yalnız kaza lazım gelir. + Fakat İmam Züfer'e göre, oruç için mutlak surette imsak yeterlidir. Bunun için, niyet +bulunmasa da, yalnız imsak yapılsa oruç tutulmuş olur. Artık ne kaza, ne de keffaret +lazım gelir. Bu durumda kasden yapılacak bir iftar hem kazayı, hem de keffareti +gerektirir. + Yine; Oruca asla niyet etmediği halde, gündüzün kasden iftar edilse, yalnız kaza +gerekir. Böyle bir yersiz davranıştan dolayı, ayrıca sorumluluk doğar. Tevbe edip mağfiret +dilemek gerekir. Fakat keffaret gerekmez. + Yine, geceleyin niyet edilmeyip sabahleyin zevalden önce (nehar-i şer'înin yarısından +önce) oruca niyet edilip de, ondan sonra kasden iftar edilecek olsa, yine yalnız kaza +gerekir, keffaret gerekmez. Bu İmamı Azam'a göredir, iki İmama göre (İmam +Muhammed - İmam Ebû Yusuf), niyet bulunmaksızın imsak edilse (oruç tutulsa) veya +zevaldan sonra iftar edilse, kaza lazım gelir, keffaret gerekmez. Fakat zevalden önce iftar +edilse, hem kaza, hem de keffaret gerekir, çünkü zevalden önce oruca niyet edilmesi +mümkündür. + (İmam Malik'e göre, bir özrü bulunmadığı halde iftar eden her mükellef üzerine +keffaret gerekir. İmam Şafiî'ye göre, yalnız cinsel ilişkiden dolayı keffaret gerekir ve bu iş +tekrarlandıkça, keffaret de tekrarlanır. Çünkü keffaretlerde ibadet manası daha yüksektir, +ibadetlerde tedahül (birkaç keffaretin bir sayılması) mümkün değildir. + 140- Ramazanda oruca niyet etmiş bir kimse için bilerek ve isteyerek yenilmesi ve +içilmesi keffareti gerektiren şeylerden bir kısmı şunlardır: + Ekmek, yemek, yağ, peynir, buğday, kavrulmuş arpa, yağ ile yoğrulmuş darı otu, +pişmiş veya çiğ et, su, kar, dolu, sebze suları, karpuz, kavun, yaş ve kuru meyveler, yaş +olup temiz bulunan karpuz kabuğu, üzüm tanesi, taze küçük üzüm yaprağı, yenen diğer +yapraklar, bitkiler, safran, misk, kafur, herhangi bir ilaç, yenmesi adet halinde olan +çamur, kilermeni, gebenin canı isteyip yiyeceği çamur, bütün içkiler, tütün, nargile, +enfiye, emilen bir şekerin boğaza giden tadı. + Bunlarda, yenip içilmek bakımından şeklen iftar bulunduğu gibi, bedenin yararına +elverişli bulunmaları veya bunlarla lezzetlenilmesi bakımından da mana yönünden iftar +vardır. + 141- Kasden yutulacak bir taş, bir demir, bir kurşun, bir çekirdek, kuru kabuklu bir +fındık veya badem, orucu bozar. Kazayı gerektirirse de, keffaret icab etmez. Çünkü +bunlarda şeklen iftar varsa da, yenilmeleri adet edinilmediğinden mana bakımından iftar +yoktur. + Yine, yutulan bir kağıt parçası, bir pamuk, adi çamur, bir toprak, kuru bir ot, bir saman +parçası, yetişmemiş ayva, tanesi kuru veya yaş kabuklu ceviz tanesi, kabuklu yumurta +kazayı gerektirirse de, keffareti gerektirmez. Çünkü adet bakımından bunlarla +gıdalanılmaz ve bunlarda tedavi kasdedilmez. Kuru fıstık ise, içi olduğu halde çiğnenirse, +keffareti gerektirir. Çiğnenmeden yutulursa, keffareti gerektirmez. Fıstığın başı yarılmış +olsa da, hüküm yine aynıdır. + 142- Kuru pirinç, kuru darı, mercimek, fiğ de keffareti gerektirmez. Çünkü bunlarla + gıdalanmak adet değildir. + Buruna kaçan su veya akıtılan ilaç da böyledir. Çünkü bunlarda, rıza ile yutup iftar +yapmak yoktur. Sadece bir yararlanma ise, yalnız kazayı gerektirir. + 143- Başkasının tükrüğünü, başkasının ağzından çıkmış olan lokmayı, kendi ağzından +çıkıp da biraz dışarda kalmış olan lokmayı alıp yutmak da yalnız kaza gerektirir, keffaret +gerekmez. Çünkü insan yaratılışı bakımından bunlardan tiksinir. Geçerli sayılan rivayete +göre, kan da böyledir. Fakat dostun tükrüğünü alıp yutmak, Ramazan orucu için keffareti +gerektirir. Çünkü bununla lezzetlenir. Afyon gibi sarhoşluk veren kuru otlar da böyledir. + Sonuç: Keffaret, insanları bazı işlerden engellemek içindir. Bu engelleme, yenip +içilmesi adet olan ve yaratılış gereği kendilerine meyil duyulan şeylere karşı uygulanır, +insanlar yaratılışı gereği tiksineceği şeylerden zaten kaçınacakları için bunlardan dolayı +zorlamaya gerek yoktur. + 144- Yenilmesi adet halinde olan bir şeyi Ramazanda oruçlu iken unutarak ağzına alan +kimse, oruçlu olduğunu hatırlayınca hemen onu ağzından çıkarıp atması gerekir. Fakat +ağzındakini çıkarmayıp yutarsa, üzerine keffaret gerekir. Ancak ağzından çıkarır da onu +soğuduktan sonra yutacak olursa, yalnız ona kaza gerekir. Çünkü böyle bir şeyi yutmak +tiksinti veren bir şeydir. + 145- Bir kimse, fecir doğduğu halde, henüz doğmamıştır zannı ile sahur yemeğini yese +veya güneş batmamış olduğu halde, battı sanarak iftar etse, üzerine kaza gerekir, +keffaret lazım gelmez. Çünkü kasden iftar etmiş değildir. + 146- Bir kimse, Ramazanda zevcesine: "Bak, fecir doğmuş mu, doğmamış mı?" +dedikten sonra, kadın bakıp henüz doğmadığını haber vermesi üzerine, o kimse oruca +aykırı bir harekette bulunsa; fakat daha sonra fecrin doğmuş olduğu anlaşılsa, kendisine +yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Fakat kadın fecrin doğmuş olduğunu bilerek böyle +bir harekette bulunmuş ise, ona keffaret de lazım gelir. + 147- İki kimse güneşin battığına, iki kimse de güneşin henüz batmamış olduğuna +şahidlik ettiği halde iftar edilecek olsa ve sonradan güneşin batmamış olduğu anlaşılsa, +bundan dolayı ittifakla yalnız kaza gerekir. Keffaret gerekmez. + 148- İnsanların hukukunda iki kimsenin şahidliği isbata yeterli olduğu gibi, oruç +hakkında da böyle şahidlik ettikleri halde, bir kimse yemek yeyip sonradan fecrin doğmuş +olduğu anlaşılsa üzerine hem kaza, hem de keffaret gerekir. Bunda ittifak vardır. Bu +konuda bir şeyin yokluğuna şehadet (fecrin doğmadığını söylemek) isbat hususundaki +şehadete (fecrin doğmuş olmasına) karşı çıkamaz. + Fakat bu hadisede böyle şehadet edenler birer kimse olsa, yalnız kaza gerekir. Çünkü +fecrin doğuşu hakkında bir kişinin şahidliği tam bir delil değildir. + 149- Unutarak bir şey yiyen veya fecir doğmuşken, henüz doğmamıştır sanarak veya +uyku halinde oruca aykırı bir harekette bulunan kimse, artık orucunun bozulduğunu +zannederek tekrar kasıdlı olarak yese, üzerine keffaret gerekmez. Bu unutma ile +orucunun bozulmayacağını bildiği halde iftar etse, İmamı Azam'a göre yine keffaret +gerekmez. Sahih olan da budur. Çünkü bunda orucun bozulma şüphesi vardır. + 150- Kendisine içten kusuntu gelen veya ağzına su verirken hata eseri boğazına su +kaçan veya bir kadının güzelliğine bakan kimse, bununla orucun bozulduğunu sanarak +Ramazanda kasden iftar edecek olsa, üzerine keffaret gerekmez. Fakat bununla orucun +bozulmayacağını bildiği halde iftar etse, keffaret de gerekir. Çünkü burada şüpheye yer +yoktur. + 151- Bir kimse Ramazanda gündüzün misvak kullansa veya gıybet etse de bu yüzden +orucun bozulduğunu sanarak iftar etmekle üzerine keffaret gerekmez. Fakat bununla +orucun bozulmayacağını öğrenmiş ise, keffaret gerekir. + 152- Ramazan günü ihtilam olan kimse, orucunu bozsa bakılır: Eğer bu ihtilamla +orucunun bozulmuş olduğunu zannetmiş ise, üzerine keffaret gerekmez. Fakat bununla +orucun bozulmayacağını biliyordu ise, keffaret gerekir. + 153- Ramazan ayında oruçlu olduğunu unutarak cinsel ilişkide bulunan kimse, oruçlu +olduğunu hatırlar hatırlamaz, kendini geri çekse, orucu bozulmuş olmaz. Sonradan inzal +zarar vermez. Bu, bir ihtilam gibi olmuş olur. Fakat hiç hareket etmeksizin inzal oluncaya +kadar duracak olsa, kendisine yalnız kaza gerekir. Fakat kendisini tahrik ettiği takdirde, +keffaret gerekir. Çünkü bu durumda cinayet tamamlanmış olur. Kendini geri alıp tekrar +münasebette bulunmak da, böyle keffareti gerektirir. Böyle bir ilişkinin ikinci fecir + zamanına raslaması halinde de hüküm aynen geçerlidir. + 154- Bir kadın oruca niyet ettikten sonra uyuduğu veya geçici olarak cinnet getirdiği +halde, kocası onunla ilişki kursa, orucu bozulur, üzerine yalnız kaza gerekir, keffaret icab +etmez. + 155- Ramazan günü nefsini bir çocuğa veya bir mecnuna teslim edip cinsel ilişki kuran +oruçlu bir kadın hakkında ittifakla keffaret gerekir. + 156- Ramazan günü zor kullanmak suretiyle yapılan cinsel ilişkiden dolayı, bu işe +zorlanan kimseye yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. + Zor kullanmak, can almak, bir azayı (organı) kesmek veya bunlardan birine sebebiyet +verecek şekilde dövmekle yapılan zorlamadır. Yalnız üzüntü ve acı verecek derecede olan +dövmek veya yalnız hapsetmek suretiyle yapılan bir zorlamadan dolayı orucu bozmak +keffareti düşürmez. + 157- Bir yolcu zevaldan önce memleketine (ikamet vatanına) dönmekle bir şey +yememiş olduğu halde oruca niyet edip ondan sonra kasden orucunu bozacak olsa, +üzerine keffaret gerekmez. + Zevalden önce iyileşip kendine gelen bir mecnun niyet etmişken, sonra orucunu +bozarsa, ona da keffaret gerekmez. + 158- Orucunu bozan kimseye, o gün oruç tutmamasını mubah kılacak bir hal gelirse, +ondan keffaret düşer. + Misal: Sağlıklı bir kimse, Ramazanda oruca niyet etmişken, gündüzün orucunu bozsa +da aynı günde bayılsa veya bir kadın adet görmeğe başlasa yahut oruç tutamayacak bir +halde hastalansa, üzerine yalnız kaza gerekir, keffaret gerekmez. Doğru olan görüş +budur. Bunlar birer semavi özürdür. + Fakat böyle bir kimse, kendini yaralayıp da oruç tutamaz hale gelse, sahih olan görüşe +göre, üzerinden keffaret düşmez. Çünkü bu duruma düşmeye kendisi sebeb olmuştur. + Yine, orucu açtıktan sonra isteyerek veya zorlanarak yolculuğa çıksa, yine keffaret +düşmez. Çünkü yolculuk semavî bir özür değildir. + Sefere (yolculuğa) çıktıktan sonra orucu bozmak ise, yalnız kazayı gerektirir. Çünkü o +gün aslen oruç tutmakla mükellef değildi. + 159- Ramazanda oruçlu olarak yolculuğa başlamış bir kimse, unutmuş olduğu bir şeyi +almak için evine dönüp de bir şey yedikten sonra tekrar yola çıksa, üzerine keffaret +gerekir. Çünkü evine dönmekle yolculuktan çıkmış olduğundan yemek yediği sırada +mukim sayılmıştır. Fakat beldenin evlerini geçtikten sonra bir şey yeyip de, ondan sonra +evine dönüp yine bir şey yiyecek olsa, üzerine keffaret gerekmez. Böyle yedikten sonra +yolculuktan tamamen vazgeçmiş olsa da yine keffaret gerekmez. Çünkü bu yemesi bir +ruhsat (izin) haline rasgelmiştir. + (Zahirîye mezhebine göre, yolculuk halinde oruç tutmak nassa (Kur'anın hükmüne) +aykırı olacağından aslen caiz değildir. Diğer mezheblere göre, yolcu serbesttir, dilerse +orucunu tutar, dilerse tutmaz. Sonradan kaza eder. Öyle ki, kendisine zarar vermezse, +orucunu tutması bizce daha iyidir.) + + + + +Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Özürler + + 160- Aşağıdaki on sebebden ötürü oruç tutmamak veya tutulmuş bir orucu bozmak +mubahtır: + 1) Yolculuk: Ramazanda en az üç günlük (on sekiz saatlik) bir yere gidecek olan +kimse, geceden oruca niyet etmeyebilir. Bundan dolayı o gün yola çıkınca oruçlu +bulunmamış olur. Fakat bir kimse oruç tuttuktan sonra, gündüzün yolculuğa çıksa, bu +yolculuk o ilk gün için bir özür sayılmaz, orucuna devam etmesi gerekir. Ancak o gün yola +çıkar da, ondan sonra orucunu açarsa, kendisine keffaret gerekmez, yine sadece kaza +gerekir. + 2) Hastalık: Bir hasta canının helak olacağından veya aklının gitmesinden veya + hastalığının artmasından veya uzamasından korkacak olursa, oruç tutmayabilir ve tutmuş +olduğu orucu bozabilir. Sonradan iyileşince tutamadığı günleri kaza eder. İlerlemesinden +korkulan göz ağrısı da böyledir; çünkü bu da bir hastalıktır. + Bununla beraber yalnızca bir kuruntuya bağlı korku yeterli değildir. Ya hastanın +tecrübesinden veya görülen belirtilerden dolayı kendisince kuvvetli bir zan bulunmalıdır. +Yahut uzman olan müslüman bir doktor tarafından haber verilmelidir. + Oruç tuttuğu takdirde, böyle hasta olacağı delilden doğan kuvvetli bir zanna veya +yetkili müslüman bir doktorun haberine dayanan sağlam bir kimse de hasta +hükmündedir. + Yine, ağır sıtma nöbetine tutulan kimse, henüz sıtma belirmeden orucunu bozacak +olsa, bunda bir sakınca yoktur. Fakat gün aşırı sıtmaya tutulan kimse, belli günde +sıtmanın geri dönmesi sebebiyle kendisini zayıf düşüreceğini düşünerek orucunu bozduğu +halde, sıtma meydana çıkmamış olsa, kendisine keffaret gerekmez. + 3) Düşmanla Cihad: Ramazanda düşmanla savaşacak bir İslâm mücahidi, düşman +karşısında zayıf düşeceğinden korkarsa, oruç tutmayabilir. Sonra savaş yapılmasa da yine +kendisine kazadan başka bir şey gerekmez. + 4) Zorlama (ikrah) Hali: Hayata tesir edecek veya bir uzvun (organın) telef +olmasına sebebiyet verecek şekilde bir zorlamadan dolayı oruç açılabilir, bu caizdir. +Bununla beraber yolcu veya hasta bulunmayan bir kimse, böyle bir zorlamaya rağmen +ramazan orucunu bozmaz da zulmen öldürülürse günahkar olmaz, daha büyük bir sevab +kazanır ve dindeki sağlamlığını göstermiş olur. Fakat yolcu veya hasta olan kimse, bu +zorlamaya rağmen orucunu açmaz da öldürülecek olursa, günaha girmiş olur. Çünkü +bunlar için aslında oruçlarını açma izni dinde vardır. Bu ruhsattan zorlanma halinde +yararlanmamak doğru olmaz. + 5) Şiddetli açlık ve susuzluk: Oruçlu bir kimse açlıktan veya susuzluktan dolayı +helak olmasından veya aklına bir noksanlık gelmesinden bir tecrübeye ve belirtiye veya +müslüman bir doktorun haberine dayanarak korkarsa, orucunu sonra kaza etmek şartı ile +bozabilir. + 6) Gebelik, süt annelik: Şöyle ki, Ramazanda gebe bulunan, ya kendisinin veya +başkasının çocuğuna süt veren bir kadın, kendisine veya çocuğa bir zarar gelmesinden +korkarsa, orucunu bozabilir. Sonra onu kaza eder. Ancak süt analığı gerçekleşmiş +olmalıdır, çocuğa süt verecek kendisinden başka bir kimse bulunmamalıdır. Yahut +bulunduğu halde çocuk memesini emmemelidir. + 7) Hayz ve Nifas Hali: Bir kadın Ramazanda gündüzün adet görmeğe başlarsa veya +çocuk doğurursa, orucu bozulmuş olur. Artık adet günlerinde ve lohusalık müddetinde +oruç tutamaz, caiz değildir. + Fakat bir kadın adet günü sanarak orucunu bozduğu halde, o gün adet görmemiş +olursa, kendisine keffaret de gerekir. Tercih edilen görüş budur. + Ramazanda adet gören bir kadın geceleyin adet kesilip temizlenecek olsa bakılır: Eğer +adet günleri tam on gün ise, ertesi gün ramazan orucuna başlar. Fakat on günden az ise, +adeti kesildikten sonra imsak vaktine kadar yıkanmasına yetecek kadar fazla bir zaman +kalmışsa, yine oruca başlar. Bu kadar bir vakit bulunmaz ise, yıkanması arkasından +hemen imsak zamanı olursa, o gün oruca başlamaz; çünkü böyle on günden noksan adet +görenler hakkında yıkanma müddeti de adet vaktinden sayılır. + 8) Ziyafet: Ziyafet vermek veya bir ziyafete çağrılmak, nafile oruçları bozmak +hususunda bir özür sayılabilir. Bunun için, sonradan kaza edebileceğine güvenen kimse, +vereceği veya çağrıldığı bir ziyafetten dolayı, nafile olarak tutmuş olduğu orucunu +bozabilir. Çünkü orucuna devam ettiği takdirde, bir müslüman kardeşini gücendirmiş +olabilir. + Bir görüşe göre, nafile oruç ziyafet için zevalden önce açılabilirse de, zevalden sonra +artık açılamaz. Eğer ana ve babanın haklarına riayetsizliği gerektiren bir hal olursa, o +zaman bu oruç bozulabilir. Ziyafet, farz ve vacib oruçlar için bir özür değildir. + 9) Talaka (boşamaya) Yemin: Nafile veya kaza orucuna başlamış olan bir kimseye +orucunu bozması için bir şahıs kendi hanımının boş olmasına yemin etse, orucunu +bozmazsa karısının boş olacağını söylese, bu oruçlunun o yemin eden adamı zarardan ve +eziyetten kurtarması için orucunu açması mendub olur. Bazı alimlere göre, daha istiva +zamanı olmamış ise, bu mendubdur (iyidir), değilse mendub olmaz. Fakat yemin eden + kimse oruçlunun babası ise mendub olur. + 10) Yaş büyüklüğü: Kendisine şeyh-i fani denilen çok yaşlı ve güçsüz bir kimse oruç +tutmayabilir. + Şeyh-i fani, o ihtiyar kimsedir ki, ölünceye kadar vücuduna zafiyet gelir ve tekrar +kuvvet bulmadan ölür. Böyle bir kimse için her ramazan gününün orucuna karşılık bir +fidye vermek gerekir. Bu fidye ramazanın başında verilebileceği gibi, sonra da verilebilir. +Birçok fakire verilebileceği gibi, bir fakire de verilebilir. Bunun için otuz günün fidyesi, +ibahe (yemek yedirmek) sureti ile de ödenebilir. Şöyle ki, her günün orucuna bedel fakire +sabah-akşam doyacak kadar yemek yedirilmesi yeterli olur. + 161- Sağlığında üzerine borç kalan fidyeleri ödemeyen kimsenin, malı varsa, bunların +ödenmesini vasiyet etmesi gerekir. Eğer geriye bıraktığı mal, fidye borçlarını +karşılamayacak derecede ise veya ölü hakkında bağış yapmak isteyenin koyduğu para +yetmiyorsa "devir" yapılır. Buna "İskat-ı Savm" denilir. ("İskat-ı Salât" bölümüne +bakılsın.) + 162- Kendisini şeyh-i fani sanıp fidye vermiş olan kimse, sonradan oruç tutmaya güç +kazansa, fidyenin hükmü kalmaz. Oruç tutması ve geçmiş günleri kaza etmesi gerekir. + 163- Yolcu, hasta hayz ve lohusa halinde bulunanların kendilerini oruçlu gibi +göstermeleri gerekmez. Yolcu ile hasta aşikare yiyebilirler. Ancak kendilerini yolcu veya +hasta tanımayan insanlara karşı açıkta yemeleri uygun değildir. Suçlanmadan kurtulmak +ve din kardeşlerine saygı göstermek için meydanda yememelidir. Haiz ve lohusa için de, +gizli yiyip içmek edebe daha uygundur. + 164- Oruç tutması gerekmeyen bir kimse, ramazan günleri içinde oruç tutmasını +gerektiren bir hal ile karşılaşırsa, günün geri kalanını oruç tutması (yeyip içmemesi) +uygundur. Örnek: İmsak vaktinden sonra temizlenen haiz veya lohusa bir kadın, o günün +akşamına kadar imsak etmelidir. + Yine, bir yolcu oruçlu olarak sabahlayıp da ondan sonra beldesine dönse veya başka +bir beldeye girip ikamet etse veya oruçlu olmadığı halde imsak vaktinden sonra +ikametgahına dönse, artık o günün akşamına kadar imsak etmelidir. İftar etmesi +çirkindir. + Yine, imsak vaktinden sonra sağlığa kavuşan bir hasta, aklını kaybettikten sonra +kendine gelen bir mecnun, buluğa eren çocuk, İslamı kabul etmekle ihtida eden kimse ve +herhangi bir sebeble orucu bozulan için gerekli olan, günün geri kalan kısmını oruçlu gibi +geçirmektir. Din terbiyesi bunu gösterir. Hatta böyle davranmak, sahih olan görüşe göre +vacibdir. Diğer bir görüşe göre müstahabdır. + Büluğa eren çocuk ile ihtida eden (İslamı kabul eden) şahsa, o günün orucunu ayrıca +kaza etmek gerekmez. Çünkü bunlar imsak vaktinde mükellef bulunmamışlardır. +Diğerlerine ise, kaza etmek gerekir. + 165- Bir yolcu için güçlük yoksa, ramazan orucunu tutması daha faziletlidir. Fakat +güçlük çekilecekse veya arkadaşları oruçsuz olup yiyecekleri aralarında müşterek ise, iftar +etmesi daha faziletlidir. + 166- Nafakasını (geçimini) kazanmaya muhtaç olan bir işçi veya sanatkar, bu işle +uğraştığı takdirde, orucunu bozmasını mubah kılacak bir hastalığa uğrayacağını bilecek +olsa, daha hasta olmadan iftar etmesi helal olmaz. + + + + +Keffaretin Mahiyeti ve Nevileri + + 167- Keffaret, lûgat deyiminde gidermek ve örtmek manasındadır. Allah, bazı kusurları +ve günahları birtakım vesilelerle bağışlayıp örttüğünden bu vesilelerden her birine +"Keffaret" denilmiştir. Bunun çoğulu "Keffarât"dır. Günahları affetmeğe de 'Tekfir-i +Zünûb" denilir. + 168- Keffaretler, "Keffaret-i Savm = Oruç Keffareti". "Keffaret-i zihar= zevceyi haram +kılma keffareti" Keffaret-i halk = ihramda tıraş olmanın keffareti". "Keffaret-i katil = + hataen adam öldürme keffareti" ve "Yemin keffareti" diye başlıca beş kısımdır. Bu +keffaretler, yasak olan şeylerden insanları alıkor ve engeller. Yapılan bir günaha, verilen +bir ceza yerinde bulunur. Aynı zamanda bir ibadet manasında bulunduğundan günahların +bağışlanmasına bir vesile olur. Bunları sırasıyla açıklıyoruz: + Oruç Keffareti + 169- Oruç keffareti, Ramazanda bir özür bulunmaksızın belli şartlar içinde orucunu +bozan bir mükellefin, müslüman veya gayr-i müslim bir köle veya cariye azad etmesidir. +Buna gücü yetmiyorsa, arka arkaya kesinti yapmaksızın iki ay oruç tutar. Buna da gücü +yetmezse altmış fakire (sabah akşam) yemek yedirir. + Oruç keffareti böyle yemek yedirmekle olabileceği gibi, yiyeceği aynen verip temlik +etmekle de olur. + (Oruç keffaretinde böyle sırayı gözetmek hem Hanefîlerce, hem de Şafiîlerce gereklidir. +Malikîlerde sıra gözetmek yoktur, insan dilerse köle azad ederek, dilerse oruç tutarak ve +dilerse yemek yedirerek bunu yapar.) + 170- Yemek, aç olan büluğa ermiş veya yaklaşmış altmış fakiri sabah akşam +doyuracak kadar yedirmektir. Bu yedirilecek yemek yalnız buğday ekmeği de olabilir, +buğday ekmeği yanında katık mecburiyeti yoktur. Fakat katıksız arpa ekmeği yeterli +değildir. + 171- Eğer yüz yirmi fakire yalnız bir vakit yemek yedirilse, bu ancak altmış fakire +yedirilmiş sayılır. Bunlardan altmış fakire tekrar sabah veya akşam yemek yedirmek +gerekir. Böyle altmış fakire bir defa yemek yedirildikten sonra dağılıp gitseler, ya gelip +hazır olmalarını beklemeli, ya da tekrar altmış fakiri sabah-akşam doyurmalıdır. + 172- Oruç keffaretinin eşya verilip temlik yolu ile yapılmasına gelince, altmış fakirden +her birine beş yüz yirmi dirhem (yarım sa') buğday veya bin kırk dirhem (bir sa') arpa +veya hurma veya kuru üzüm verilir. Bu, tam bir fitre sadakası mikdarıdır. Bunların +kıymetini vermek de caizdir. + 173- Oruç keffaretinde bir fakire altmış gün sabah-akşam yahut yüz yirmi sabah veya +yüz yirmi akşam yemek yedirmek de yeterlidir. + Yine, bir fakire iki ayda her gün ya aynen veya kıymet olarak birerden altmış fitre +sadakası verilmesi de yeterlidir. Fakat bir fakire bir günde topluca verilecek altmış fitre +mikdarı, yalnız bir günlük fitre yerine geçer. Onun için her gün bir fakire bir fitre mikdarı +verilir. Bu keffaretlerde uygulanır. + 174- Oruç keffaretinin iyi hal sahibi olan fakirlere verilmesi daha faziletlidir. İmam Ebû +Yusuf'a göre, bu keffaret bedeli gayr-i müslim fakirlere verilemez. Fetva da buna göredir. + 175- Oruç keffareti, oruç tutmak suretiyle olunca, bunda kesintisiz arka arkaya tutmak +şarttır. Onun için oruca başlayan kimse, ara vermeden iki ay oruç tutar. Eğer daha iki ay +dolmadan herhangi bir sebeble orucunu bozarsa, yeniden iki ay oruç tutmaya başlar. +Bundan kadınların lohusa halleri değil de, adet halleri müstesnadır. Geçirecekleri adet +günleri kesinti sayılmaz. Çünkü bu halden kurtulmak kadınlar için mümkün olmayacak +derecede zordur. Ramazan orucunun veya muayyen bayram günlerinin araya girmesi de, +keffaretin arka arkaya olmasına engeldir. + 176- Keffaret hususunda, keffaret ödeyecek kimsenin ödeme zamanındaki haline +bakılır. Buna göre, bir keffaret ödeyicisi, keffaretin gerektiği zamanda zengin iken, bunu +ödeyeceği zaman fakir düşmüşse, keffaretini oruç tutmakla yerine getirir. Fakat daha +orucunu bitirmeden tekrar zenginleşip köle azad etmeye güç kazansa, köle azad etmek +suretiyle keffareti yerine getirmesi gerekir. + 177- Keffaret orucuna, kamerî aylardan birinin başlangıcında başlanırsa. ayın ilk günü +esas alınır. Böylece tam iki ayın geçmesiyle oruç keffareti tamamlanmış olur. Fakat ayın +başında oruca başlanmazsa, birinci ay üçüncü aydan tamamlanarak otuz gün hesab edilir, +ikinci ay ise, ayın başı alınarak oruca devam edilir. Bu, iki İmama göredir. İmamı Azam'a +göre, bu takdirde tam altmış gün oruç tutmak gerekir, ay başına bakılmaz. + 178- Bir kimse bir ramazan içinde veya birkaç ramazanda özürsüz olarak birkaç defa +kasden orucunu bozmuş olsa, bunlardan dolayı yalnız bir keffaret öder. Sahih olan görüş +budur. Çünkü ceza yönü, keffarete üstün gelmektedir. Sebebleri bir olan cezalarda bir +ceza yeterlidir. Bu bir ceza hepsine yeter. Fakat keffaret yapıldıktan sonra tekrar orucunu +aynı şekilde kasden bozacak olursa, bundan dolayı ayrıca bir keffaret gerekir. Birinci +keffaret ile tam bir ders alınamadığı anlaşılmış olur. + Zihar Keffareti + 179- Bir kimse karısının tamamını veya onun yarısı gibi bir payını veya tümüne delâlet +edecek bir uzvunu, kendisine ebedî olarak haram bulunan anne ve kız kardeş gibi bir +kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzetirse, bu zihar olur. Karısına +şöyle demesi gibi: "Sen bana anam gibisin, sen bana anamın arkası gibisin, senin boynun +annemin arkası gibidir." Bu şekilde söz söyleyen mükellef bir müslüman üzerine keffaret +gerekir ki, bu keffareti yerine getirmeden karısı ile ilişki kurması helâl olmaz. Böyle +söylemekle yalan konuşmuş ve helâl olan bir şeyi haram göstermiş olur. + Zihar keffareti aynen oruç keffareti gibidir. Bu konuda "Hukuki İslâmiye ve Istılâhat-ı +Fıkhiye" adındaki eserimizde ayrıntılı açıklama vardır. + Traş Olma Keffareti + 180- Traş keffareti, hac için ihrama girip de, bir özürden dolayı saçlarını vaktinden +önce traş ettirenin tutacağı üç gün oruçtan ibarettir. Bu orucun arka arkaya tutulması +şart değildir, ayrı ayrı günlerde de tutulabilir. Hac bölümüne bakılsın. + Adam Öldürme (Katil) Keffareti + 181- Adam öldürme keffareti, bir müslümanı veya İslâm idaresi altında yaşamakta +olan bir gayr-i müslimi (zimmîyi) kasıdlı olarak değil de, bir hata sonucu öldüren bir +müslümana gereken keffarettir. Gücü varsa bir mü'min köle veya cariye azad eder. Buna +gücü yoksa iki ay arka arkaya oruç tutar. Ava atılan bir kurşun ile bir şahsın öldürülmesi, +hata yolu ile adam öldürme kısmındandır. + Yemin Keffareti + 182- Yemin keffareti, yaptığı bir yemine bağlı kalmayıp onu bozan bir müslümana +gereken bir keffarettir. Eğer gücü yetiyorsa, müslim veya gayr-i müslim bir köle veya +cariye azad etmekten veya on fakiri akşam-sabah doyurmaktan ibarettir. Yahut on fakire +birer parça orta halli birer elbise giydirmektir. Bu üç şeye gücü yetmeyen üç gün arka +arkaya oruç tutar. Bu oruç arasına, hayız sebebiyle dahi olsa, bir kesinti girerse yeniden +tutulması gerekir. +(Şafiîlere göre, bu oruçta tevali (arka arkaya oruç tutmak) şart değildir.) + 183- Yemin keffareti için on fakire fitre mikdarı bir şey verilmesi de yeterli olur. Bir +fakire on gün birer fitre verilmesi veya on gün sabah-akşam yemek yedirilmesi de yetişir. +Çünkü bir fakir değişik günlerde başka başka fakir yerindedir. Bir vakit yemek verip bir +vakit yemeğin bedelini vermek de caizdir. + 184- Yemin keffareti için bir fakire on gün birer elbise verilmesi de caizdir. Fakat on +elbise bir fakire bir günde verilse, yalnız bir elbise verilmiş gibi olur. Yine bu keffaret için +on fitre mikdarı bir fakire bir günde verilse, bir fitre verilmiş sayılır. + Keffaret için her fakire verilecek elbise, hiç olmazsa onun bedeninin tamamını veya çok +kısmını örtecek bir halde bulunmalıdır. Boylu bir entari gibi. Onun için yalnız kısa bir +gömlek veya yalnız bir don verilse yeterli olmaz. Çünkü bunlardan yalnız birini giyinen +kimse örf bakımından çıplak sayılır. Doğru olan görüş budur. Bu elbisenin iki-üç parçadan +ibaret olması ise, daha iyidir. Bununla beraber bir elbise kısa da olsa, yemek yerine bir +bedel olarak da verilebilir. + 185- Bir kimse yeminini bozmadan keffarette bulunamaz. Çünkü keffaret bir tevbe +demektir. Tevbe ise, günahdan sonra yapılır. Bir de keffaret, yeminde sadık olma yerine +geçer. Asıl üzerinde durmak mümkün oldukça onun yerini tutacak olana gidilmez. + 186- Mal ile yapılan keffaretler, ölülerin kefenlerine, borçlarına veya mescidlerin +inşasına harcanamaz. Çünkü keffaret bedellerinin fakirlere yedirilmesi veya onlara temlik +edilmesi (mülkiyetlerine geçirilmesi) şarttır. Bu harcamalarda ise yemek yedirme ve +mülkiyete geçirme bulunmaz. + + + + +Yeminin Mahiyeti ve Yemin Sayılıp Sayılmayan +Şeyler + 187- Yemin, lûgatta kuvvet manasınadır. Din deyiminde, bir işi yapmak veya +yapmamak için verilen karara kuvvet kazandırılsın diye Yüce Allah'a and vermektir. Yahut +boşamak ve azad etmek gibi bir şeye bağlamak suretiyle yapılan bir bağlantıdır. Buna +Türkçemizde "and" da denir. + Misal: Vallahi falan işi yaptım veya yapmadım, şeklinde yapılan yemin, şarta bağlı +olmayan bir yemindir. Falan işi yaparsam veya yaptım ise, kölem azad olsun, demek de +talik (şarta bağlı) bir yemindir. + 188- Yemin edene "halif = and içen" denir. Yemini korumaya "berr" yemini koruyup +sadık kalana da "barr" denir. + Aksine olarak, yemini bozmaya veya gerçeğe aykırı yemin etmeye "hins" denildiği +gibi, yemini bozan veya gerçeğe aykırı yemin eden kimseye de, "hanis" denir. + 189- Kasem sureti ile olan yemin ya: "Vallahi, Billâhi, Tallahi" denilmekle Allah'ın +zatına veya Allah'a yemin edilmesi âdet haline gelen "Rahman ve Rahim" gibi mübarek +isimlerinden birine veya "Allah'ın izzeti ve kudreti" gibi sıfatlarından birine and içmekle +olur. + Allah'dan ve O'nun sıfatlarından başka olan şeylere, peygamberlere, Kabe'ye yemin +edilemez. Yaratıklardan birinin başına ve hayatına yemin edilmesi de caiz değildir. + 190- "Kasem ederim", "Yemin ederim", "Şehadet ederim", "Allahü Teâlâ ile ahd olsun", +"Allahü Teâlâ ile misakım olsun", "Üzerime yemin olsun", "Üzerime ahd olsun" sözleri de +birer yemin sayılır. + 191- Bir kimseye hitaben: "Sen vallahi bugün şöyle yapacaksın" veya +"Yapmayacaksın" şeklindeki sözler de birer yemindir. Bunun için o şahıs bu yemine aykırı +olarak hareket ederse, bu sözü söyleyen kimse yemininde hanis olur. Eğer bu sözle o +şahsa yemin verdirmek istemişse, o zaman ikisine de bir şey gerekmez. + 192- Helâli haram kılmak da yemin sayılır. "Şu yemeği yemek bana haram olsun" +demek bir yemindir. Onun için bu yemeği sonradan yemek, keffareti gerektirir. + 193- Bir kimse: "Şöyle yaparsam kâfir olayım" yahut "Yahudi, Hıristiyan olayım", +yahut "Allah'ın kulu, Peygamberim ümmeti olmayayım", yahut "Kıblesi başka tarafa +olanlardan olayım" yahut "Allah ruhumu imansız alsın" yahut "Allah'a iki demişlerden +olayım, Peygamberin ümmetinden olmayayım" yahut "Peygambere dil uzatanlardan +olayım", demiş olsa onun inancına ve maksadına bakılır. Eğer bu sözü yemin maksadı ile +sözünü sadece kuvvetlendirmek için söylemişse, bu bir yemin olur. Yeminini bozunca +(hanis olunca), üzerine keffaret gerekir. Fakat söylediği o sözle kâfir olacağına inanarak +söylemişse, bu yemin olmaz. Ancak tevbe ve istiğfar etmesi ve böylece hem imanını, hem +de evli ise nikâhını yenilemesi gerekir. Yeminini bozsun (hanis olsun), olmasın fark +etmez. Dine ve imana sövmek de bu hükümdedir. İmanın ve nikâhın yenilenmesi icab +eder. + 194- Bir kimse: "Şöyle yaparsam Allah'ın gazabına, lanetine, buğzuna uğrayayım, zani +olayım, hırsız olayını" diye söylese, bununla yemin etmiş olmaz. "Namazım, orucum şu +kâfirin olsun," demesi de böyledir. Bununla beraber bir görüşe göre, namazın ve orucun +bir ibadet, Allah'ın rahmetine bir yakınlık olması bakımından kâfire ait olması kasdedilirse, +yemin olmaz. + Bu gibi sözler İslâm terbiye ve âdabına aykırıdır. Bunlardan sakınmalı. Eğer böyle bir +söz çıkarsa, hemen tevbe edip istiğfarda bulunmalıdır. + 195- "Mushaf hakkı için, Kur'ân hakkı için, okuduğum Kur'ân hakkı için falan işi +yapmam" dediği halde, o işi yaparsa keffaret gerekmez. Tevbe edip mağfiret dilemesi +lâzım gelir. Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olduğundan bir görüşe göre, +Kur'ân'a yemin geçerlidir. + 196- Yalan yere: "Allah bilir ki, şu şöyledir, şöyle değildir," denilmesi bir görüşe göre +küfrü gerektirir. Çünkü Yüce Allah'a bilmezlik nisbet edilmiş olur. Diğer bir görüşe göre +de, küfrü gerektirmez. Çünkü bununla küfür değil, yalanın geçerli kılınması +kasdedilmiştir. Ancak bu büyük bir günah olduğundan hemen tevbe edilmesi gerekir. + Yalan yere: "Allah şahiddir ki," denilmesi de keffareti değil, tevbe ve istiğfarı gerektirir. + Kasem Suretiyle Olan Yeminin Nevileri ve +Hükümleri + + 197- Kasem suretiyle olan yeminler: Lağıv (boş yere) yemin, Gamus (yalan yere) +yemin ve mün'akıd (şarta bağlı yemin) kısımlarına ayrılır. Şöyle ki: + 1) Lağıv yemin: Yanlışlıkla veya doğru olduğu zannı ile yalan yere yapılan yemindir. +Bir kimsenin bir maksadı olmaksızın başka bir şey söylecek yerde "Vallahi" diye yemin +etmesi bu kısımdandır. + Yine, borcunu ödemediği halde, ödemiş olduğunu sanarak "Vallahi borcumu ödedim" +diye yemin etmesi böyledir. Bu tür yeminden dolayı keffaret gerekmez. Bunun +bağışlanacağı umulur. + 2) Gamus yemin: Yalan yere kasden yapılan yemindir. Borcunu ödemediğini bildiği +halde bir şahsın: "Vallahi ben borcumu ödedim" diye yemin etmesi bu türdendir. Bu, pek +büyük bir günahtır. Böyle yalan bir yemin evleri harab eder, yalancıları perişan bırakır. +Bunun bağışlanması için keffaret yeterli olmaz. Bundan dolayı yalnız tevbe edip mağfiret +dilemek ve bu yüzden bir kimsenin hakkını zayi etmişse onu yerine getirip helâllik almak +gerekir. + (İmam Şafiîye göre, Gamus yeminden dolayı da keffaret gerekir.) + 3) Mün'akid yemin: Mümkün olan ve geleceğe ait olan bir şey hakkında yapılan +yemindir. "Vallahi ben yarın borcumu vereceğim, vallahi ben falan kimse ile +konuşmayacağım" denilmesi gibi... + Böyle bir yemin üzerinde durulursa keffaret gerekmez. Fakat yemin bozulursa, keffaret +gerekir. Yukarıdaki yemininde borcunu ödemezse veya adamla konuşursa yemin +bozulmuş olur ve keffaret ödenir. + İşte bizce, yalnız bu tür yeminlere riayet edilmemesinden dolayı keffaret gerekir. İster +riayetsizlik bir zorlama karşısında, ister unutarak, ister yanılarak olsun, hüküm aynıdır. +Bu tür yeminin bozulmasında dinî bir görevi yerine getirme veya insanlar için bir yarar +varsa, yemin bozulur ve keffaret ödenir. Bozulmasında bir yarar yoksa, yemine riayet +edilmesi gerekir. Bu kimse borcunu ödememeye veya babası ile konuşmamaya yemin +etse, bu yemine riayet edemez. Borcunu vermesi ve babası ile konuşması gerekir. Sonra +da af dileyerek keffaretini yerine getirir. + + + + +Yemine Dair Çeşitli Meseleler + + 198- Yemin birkaç tane olunca, keffaretler de ona göre olur. Yeminlerin yapıldığı yer +değişmese de yine hüküm böyledir. Buna göre, bir kimse şöyle yapacağına veya +yapmayacağına "Vallahi" diye yemin ettikten sonra başka başka yerlerde benzeri +yeminler yapsa, yeminler birkaç tane olur. Bozduğu bu yeminlerin her birinden dolayı ayrı +ayrı keffaret ödemesi gerekir. Fakat İmam Muhammed'e göre, yemin keffaretleri +çoğalınca, bunlar bir keffaret ile ödenir. Tercin edilen görüş budur. + 199- "Vallahi falan ve falan kimselerle konuşmayacağım" yahut "falan ve falan yerlere +gitmeyeceğim" gibi sözler bir yemin sayılır. Onun için o iki kimseden yalnız birisiyle +konuşulsa veya o iki yerden yalnız birine gidilse, yemin bozulmuş olmaz. + "Vallahi yemek ve su tatmam" denilmesi de öyledir. Bunlardan birini tatmakla yemin +bozulmuş olmaz. Ancak bunlardan herhangi birini tatmaya niyet etmişse, o zaman +bunlardan birini tatmakla yemin bozulur. + 200- Olumsuz bir ek ilâvesiyle: "Vallahi ne falan ve ne de falanla konuşurum" veya : +"Vallahi ne yemek ve ne de su tadarım" denilse bu, iki yemin olmuş olur. Hangi biri ile +konuşulsa veya herhangi biri tadılsa, yemin bozulmuş olur ve keffaret gerekir. + 201- Yeminlerin hükmü, örf de kullanılan sözlere göredir. Yemin edenin maksad ve +niyetine göre değildir. Onun için bir kimse, bir şahsa hiç bir şey vermemek maksadı ile: +"Ben sana para vermeyeceğim," diye yemin etse, ona paradan başka bir şey vermekle +yeminini bozmuş olmaz. Çünkü söz ve yemin para lâfzı ile yapılmıştır. Örfde (gelenekte) +başka şeye para denmez. Yine bir kimse: "Evde oturup dışarıya çıkmam" diye yemin +etse, o evin bacasından veya penceresinden çıkmakla yemininde hanis (yeminin bozmuş) +olmaz. + "Şu odaya girmem" diye yemin edildiği halde, onun harabesine girildiği takdirde de +hüküm böyledir. Çünkü harabe örfde oda sayılmaz. + 202- Yeminler, yapıldıkları beldelerin örfüne (geleneğine) göre değerlendirilir. Onun +için bir kimse: "Baş yemeyeceğine" yemin etse, bu yemini, bulunduğu beldede satılan +başlara bağlı kalır. Serçe ve çekirgi gibi hayvanların başlarını kapsamaz. Bunları yemekle +yeminini bozmuş olmaz. + Yine, bir kimse "Meyve yemeyeceğim" diye yemin etse, yemini beldesinde örfen +meyve sayılan şeylere bağlı kalır. Yaş üzüm gibi, meyve sayılmayan şeyleri kapsamaz. +Anlaşılıyor ki, yeminde kullanılan bu gibi umumi ifadeler, örf ile özelleştirilip kısıtlanıyor. + 203- Aklen mümkün olup da âdet bakımından muhal olan bir şeye yemin, hemen hanis +olmayı gerektirir. Bunun için bir kimse: "Ben göğe çıkacağım, ben şu taşı altın +yapacağım" diye yemin etse, hemen hanis olur (yemini bozulur ve keffaret ödemesi +gerekir.) Fakat böyle bir yemin, bir vakte bağlanmış olursa, o vakit çıkmadıkça hanis +olmaz. "Vallahi şu demiri on güne kadar elmas yapacağım" diye yemin edilmesi gibi. Bu +yemin üzerinden on gün geçmeden hanis olmayacağı gibi, on günden önce ölse yine +hanis olmaz, keffaret de gerekmez. + 204- Zaman belirlemeksizin yapılan yeminlerde, yemin edilen şey imkânsız hale +gelmedikçe yemin bozulmaz. Fakat iş imkânsız hale gelince, yemin bozulur ve keffaret +gerekir. Bir kimse bir zata hitaben: "Vallahi ben seni ziyaret edeceğim" dediği halde uzun +bir müddet ziyaret etmese, yemini bozulmaz. Fakat ziyeret etmeden o yemin eden veya +ziyaret edilecek zat ölürse, yemin bozulur (hanis olur.) + Zaman belirlenince, o zamanın sonuna bakılır, "Ben seni yarın ziyaret edeceğim " +yemin edilmesi gibi ki, o günün güneş batması zamanına kadar devam eder. O gün +ziyaret yapılmadan güneş batınca yemini bozulur. + 205- Bir hududa bağlı olan bir yemin, o hududun kalkması ile geçersiz olur. Çünkü +yeminde durmaya bir imkân kalmamıştır. Bunun için bir kimse: "falan zat izin +vermedikçe, ben şu kimse ile konuşmam" diye yemin edip de, o zat izin vermeden ölse, +artık yeminin bir hükmü kalmaz. Yemin eden şahıs, o kimse ile konuşur ve bundan dolayı +da keffaret gerekmez. + "Sen borcunu vermedikçe senden ayrılmam" diye yemin yaptıktan sonra, borcun +bağışlanması da bu türdendir. Artık yemin kalkmış olur. + Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bu gibi hallerde yemin devamlılığını sürdürür. Artık şart +(mesela konuşma) ne zaman gerçekleşirse yemin bozulur ve keffaret veya şarta +bağlanan ceza gerekli olur. + 206- Yemin edilen şeyin yok olması veya gitmesi, yemin bağlantısına engel olur. Buna +göre bir insan: "Falana şu hakkını yarın veririm" diye yemin ettiği halde, bugün verecek +olsa yemininde hanis olmaz (yemini bozulmaz) ve keffaret gerekmez. Bu mesele İmam +Azam ile Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, ertesi gün olunca hanis olur. + 207- Yeminler evvelce söylenmiş bir söz veya işle bağlantılı olur. Buna göre bir kimse, +hazırlanan belli bir yemeğe davet edilmekle: "Vallahi ben yemem" diye yemin etse, bu +yemini o belli yemeğe bağlı kalır. Başka bir yemek yemesi ile hanis (yeminini bozmuş) +olmaz. + 208- Yeminler mümkün olan bir mertebe ile bağlı kalır. Bunun için: "Falan şahsı şu eve +sokmayacağım" diye yemin edilse, bakılır: Eğer yemin eden o evin sahibi ise, o şahsı eve +girmekten hem söz, hem de fiil ile mümkün olduğu kadar engellenmesi lâzım gelir. +Değilse, eve girmekle hanis olur. Fakat ev başkasının olduğu takdirde, yalnız sözle +engellemesi yeterlidir. Çünkü kiracılıktan dolayı onu bilfiil çıkarmak hakkına sahib +değildir. Yemin eden için mümkün olan böyle sözle çıkarmaya teşebbüs etmektir. + Yine, bir şahsa hitaben: "Ben, seni hapsettirmem", diye yemin eden kimse, o şahsı +hapsettirmek isteyen alacaklılara karşı sözü ile engel olmaya çalıştığı halde, engel + olamazsa hanis olmaz (yemini bozulmaz). + Yine, "Falan şahıstaki alacağımı bugün onda bırakmayacağım" diye yemin eden kimse, +o gün hakime başvurup alacağını istese (dava etse), borçlunun da inkârı üzerine ona +yemin teklif edilmesini istese, artık hanis olmaz. Çünkü kendisi için mümkün olan bundan +başka bir şey yoktur. + 209- Yeminler nisbetin kaybolması ile son bulur. Şöyle ki: "Falan şahsın evine girmem" +veya "yemeğinden yemem, elbisesini giymem, zevcesiyle ve dostu ile konuşmam" diye +yemin eden kimse, ev satıldıktan sonra o şahsın evine girse veya yemeğinden yese veya +elbisesini giyinse veya kendisinden tamamen ayrılan zevcesi ile veya o adama düşman +kesilen dostu ile konuşsa, yemini bozulmuş olmaz. Fakat yeniden satın alacağı bir eve +girse veya yemeğinden yese veya elbisesini giyse veya nikahlayacağı yeni zevcesi ile +veya edineceği yeni bir dostu ile konuşsa, yemini bozulur ve keffaret gerekir. + Ev, yemek ve elbise işaretle belirtilmiş olsun veya olmasın fark etmez. Çünkü +bunlardan dolayı sahiblerine düşmanlık edilmez. Fakat zevceye veya dosta işaret ederek: +"Şu karısı ile, şu dostu ile konuşmam" diye yemin edilirse, yemin bunlara bağlı kalır. +Bunlarla zevciyet veya dostluk ilgisinin kalkmasından sonra da, onlarla konuşulursa hanis +olur (yemin bozulur ve keffaret gerekir). Çünkü bunların zatlarına düşmanlıktan dolayı +yemin edilmiş olması mümkündür. + 210- Bir kimse karısına veya borçlusuna: "Benim iznim olmadıkça evimden veya +şehirden bir tarafa çıkmayacaksın", diye yemin etse, bu yemin zevciyet ve alacağın +devamına bağlanır. Zevciyet kalktıktan veya borç ödendikten sonra çıkacak olsalar, artık +o yemin eden kimse hanis olmaz (yemini bozulmuş olmaz) + 211- Yeminin bir cümlesinde bulunan bir belirsizlik, aynı cümledeki diğer bir belirsize +dahil olur. Fakat belirli olan bir şey, belirsize dahil olmaz. Buna göre, bir insan: "Şu eve +kim girerse, şöyle olsun" diye yemin etse, o eve kendisinin girmesi ile de hanis olur. O +ister kendisine ait olsun, ister olmasın fark etmez. Fakat: "Şu evime her kim girerse, +şöyle olsun" diye yemin ederse, oraya kendisinin girmesi ile hanis olmaz. Çünkü evi +kendisine nisbet etmekle kendisi belirlenmiş oluyor. Artık aynı cümlede bulunan belirsiz +bir anlama dahil olmaz. + Başkasına hitaben: "Senin şu evine her kim girerse, senin yemeğinden her kim yerse, +şöyle şöyle olsun" diye yapılan bir yeminde de, muhatabın o eve girmesiyle veya o +yemekten yemesiyle yemin bozulmuş olmaz (keffaret gerekmez). + 212- Yemin ifadesinin bir cümlesindeki belirlilik, diğer bir cümlesindeki belirsizliğe dahil +olur. + Örnek: Bir kişi kendi kölesine hitaben: "Bana şu haberi her kim müjdelerse, sen azad +ol" diye şarta bağlayarak yemin ederse, o haberi bizzat kölesi de müjdelese, köle azad +olur. Demek ki, bu durumda, "Sen azad ol" hüküm cümlesine muhatap olan köle "her kim +müjdelerse" şart cümlesinin kapsamı içine girmiş oluyor. + 213- Bir kimse âdete göre bizzat kendisinin de yapabileceği bir işi yapmamaya yemin +ettiği halde, o işi kendisi için başkasına vekâlet ve emir suretiyle yaptırsa, bakılır: Eğer o +işlem, hukuku bizzat yapana ait işlemlerden ise, bunun yapılmasından dolayı o kimse +hanis olmaz. Alım, satım, kiraya verme, kiralama, bir maldan ikrar yolu ile sulh olma, bir +malı bölme, bir davayı ikrar veya inkâr yolu ile cevablama, akıl ve baliğ olan bir çocuğu +evlendirme gibi işlemler bu türdendir. + Örnek: Bir kimse: "Vallahi ben bu evi satın almayacağım" diye yemin ettiği halde, onu +bir vekil aracılığı ile satın alsa, yemininde hanis olmaz. Fakat yemin edilen işlem, işi +yapana ait olmayıp müvekkile ve emreden kimseye ait işlemlerden ise, bu işi vekil ve +emir suretiyle yaptırmakla da o kimse hanis olur. Evlenme, boşanma, mal karşılığında +boşanma, hibe, sadaka, havale, vasiyet, vakıf, emanet, ariyet verme ve alma, borç alma, +kısastan dolayı sulh, emanet verip alma, borcu ödeme, borcu alma, elbise dikme, elbise +giydirme, hayvan kesme, hayvana bindirme, küçük yaştaki çocuğu evlendirme gibi... + Örnek: "Vallahi falan kadını nikahlamayacağım" diye yemin eden kimse, o kadını bir +vekil aracılığı ile nikahlasa, yemininde hanis olmakla üzerine keffaret gerekir. Çünkü bu +hususta vekil, bir araç ve bir elçiden başka bir şey değildir. Bu işlemin bütün hakları o +yemin edene aittir. + 214- "Şunu , şu adama bağışlayacağım" diye yemin eden kimse, o şeyi bağışladığı +halde, o adam kabul etmese hanis olmaz (yemini bozulmuş sayılmaz). Ariyet, vasiyet + ikrar gibi, diğer bağış suretiyle olan sözleşmelerde de hüküm böyledir. + Fakat: "Şu malı falan zata satacağım" diye yemin eden kimse, o malı sattığı halde o +zat malı kabul etmese hanis olur (yemini bozulmuş olduğundan keffaret gerekir). Çünkü +satma işlemi kabule bağlıdır. Yalnız sattım demekle bağlantı olmaz. Satma işlemi de +yapılmamış olur. Kiralama, nikâh ve rehin gibi, iki tarafın icab ve kabulleri üzerine yapılan +işlemlerde de hüküm böyledir. Bunlar üzerindeki yemin, olumsuz olarak yapıldığı takdirde +de bu hüküm uygulanır. Örnek: Bir kimse: "Şu malı falan adama bağışlamayacağım" diye +yemin ettiği halde, bağışlayıp da o adam kabul etmese, hanis olur. Aksine olarak: +"Satmayacağım" diye yemin ettiği halde satsa da o adam kabul etmese, hanis olmaz. + Demek oluyor ki, hibe gibi bağışlamalarda, yalnız bağışlayıcının icabı (tek taraflı irade +beyanı) yeterli oluyor. Fakat alışveriş ve kiralama gibi karşılıklı irade beyanlarını (icap ve +kabulü) gerektiren işlemlerde, yalnız bir taraftan yapılan icab beyanı yeterli olmuyor. +Kabulün de bulunması gerekiyor. + 215- Sohbet ve birbiriyle anlaşıp yaklaşma, lezzet ve acı duyma, üzüntü ve sevinç gibi +sağlığa bağlı bulunan işlerde yemin, yalnız sağlıkla kayıtlanır. Ölünün diriye ortak olacağı +işlerde ise, hem hayat hem de ölüm hallerinde geçerli olur. + Buna göre, bir kimse, bir adama hitaben: "Seninle konuşursam, senin yanına +girersem, seni öpersem, seni döğersem şöyle olsun" şeklinde yemin ettikten sonra, o +adam ölse, artık yeminin bir hükmü kalmaz. Ölü halinde olan o adama söz söylemekle +veya yanına girmekle veya onu öpmekle veya onun cesedine vurup dövmekle yemin +bozulmaz ve ceza gerekmez. + Fakat: "Seni yıkarsam, sana elbise giydirirsem, sana dokunursam, seni bir şeye +bindirirsem, seni taşırsam" şeklinde yemin etse, onu öldükten sonra yıkamakla, +kefenlemekle, vücudunu okşamakla, bir şeye bindirmekle veya taşımakla hanis olur, +kefffaret gerekir. + 216- "Falan kimse ile konuşmayacağım, söz söylemeyeceğim" diye yapılan yemin, o +kimseye sadece işaret etmekle, mektub yazmakla veya haber göndermekle bozulmuş +olmaz. Çünkü bu işler, konuşma ve söyleme sayılmaz. + 217- "Konuşmayacağım" diye yemin eden kimse, namazda Kur'ân okumakla veya +tesbih çekmekle hanis olmaz (yemini bozulmaz). Namaz dışında ise bir görüşe göre hanis +olur, diğer bir görüşe göre olmaz. Çünkü bu okuma, örfde konuşma sayılmaz. Diğer +kitabları okumada da alimlerin ihtilâfı vardır. + 218- "Oruç tutmam" diye yemin eden kimse oruca niyet edip başlayınca hanis olur. +Çünkü orucun mahiyeti mutlak surette imsaktan ibarettir. O da, oruca başlamakla +gerçekleşmiş olur. + "Namaz kılmamaya" yemin eden kimse, namaza başlayıp ilk rek'atta secdeye alnını +koymakla hanis olur. Çünkü böyle bir rekât kılınmadıkça namazın mahiyeti tamamen +bulunmuş olmaz. + "Hac yapmamaya" yemin eden bir kimse de, sahih bir hacca başlayıp farz olan tavafın +çoğunu yapınca hanis olur. + 219- "Zevcesini döğmemeğe" yemin eden kimse, onun saçlarını çekse veya gerdanını +ısırsa veya sıkıştırsa veya burnuna dokunup kanatsa bakılır: Eğer bunları öfke halinde +yapmışsa hanis olur. Oynaşma halinde yapmış ise, sahih olan görüşe göre hanis olmaz. +Bununla beraber bu döğmekte acı vermek şarttır. Maksada gelince, bunda iki görüş +vardır. Bir görüşe göre, kasıd da şarttır. Diğer bir görüşe göre şart değildir. Onun için +böyle yemin eden kimse, başkasını döğmek isterken, yanlışlıkla zevcesine vuracak olsa, +birinci görüşe göre hanis olmaz, çünkü kasıd bulunmamıştır. Buna örfen de döğme +denmez. İkinci görüşe göre hanis olur; çünkü döğme işi gerçekleşmiştir (bunda kasıd +aranmaz). + 220- "Yeryüzünde oturmamaya" yemin eden kimse, yere bitişik olmayan bir sergi, bir +hasır, deri veya tahta üzerine otursa hanis olmaz. + Yine: "Şu döşek üzerinde uyumamaya" yemin eden kimse, o döşek üzerine konulan +başka bir döşek üzerinde uyusa hanis olmaz. + Yine: "Şu tahta üzerinde uyumamaya" yemin eden kimse, onun üzerine konulan diğer +bir tahta üzerinde uyusa, yemininde hanis olmaz. Fakat döşek üzerine bir yüz takılsa +veya tahtanın üzerine bir sergi çekilse, bir hasır döşense hanis olur. + 221- "Yatağımda" veya "şu yatakta uyumam" diye yemin eden kimse, bedenin + çoğunluğu ile o yatağa girip uyumadıkça hanis olmaz. + 222- "Bir yere veya bir eve ayağını basmayacağına" yemin eden kimse, o yere +sonradan yürüyerek veya bir şeye binerek gidecek olsa hanis olur. Çünkü bir yere ayak +basmak, örfde oraya girmek demektir. Fakat böyle yemin ederken yürüyerek +girmeyeceğini kasdetmiş bulunursa, binitli olarak girmekle hanis olmaz. Çünkü sözünün +gerçeğini dilemiş olur. + 223- "Bir yere girmeyeceğine" yemin eden kimse, oraya tutulup sokulsa, hanis olmaz. +Bu davranışa karşı çıkmasa da hüküm aynıdır. Çünkü yemini, bizzat kendisinin gitmesi ile +ilgilidir. Fakat bu yere sonradan kendisi girecek olsa, hanis olur. + 224- Şiddet ve zorlama, bir maksadı gidermeyeceği cihetle, yeminin akdine engel +olmaz. Buna göre: "Şu belli şeyi yemeyeceğim" diye zorla veya rızası üzere yemin eden +kimse, o şeyi sonradan şiddet ve zorlama ile yiyecek olsa hanis olur. Yine baygın veya +mecnun olduğu halde yediği takdirde de hüküm böyledir. + Fakat: "İçmeyeceğine" yemin ettiği bir şeyi, başkaları zorla boğazına akıtacak olsalar +hanis olmaz. Çünkü bunda kendi işi bulunmamıştır. Sonradan kendi rızası ile içerse hanis +olur. + (İmam Şafiîye göre zorlama, yemin bağlantısına engel olur.) + 225- "Vallahi yersem, içersem, giyersem şöyle olsun" şeklinde yemin eden kimse, her +ne yese, ne içse, ne giyinse hanis olur. Eğer ben şu yemeği, şu suyu veya şu elbiseyi +kasdettim dese, benimsenen görüşe göre gerek kaza (mahkeme hükmü), gerekse +diyanet bakımından sözü kabul edilmez. + Fakat, "Vallahi bir şey yersem, bir şey içersem, bir şey giyersem şöyle olsun" diye +yemin eden kimse, bununla belli bir şeyi kasdetmiş olduğunu söylerse, kaza (hüküm) +bakımından değil de, diyanetçe tasdik olunur. + 226- "Falan şahsın kardeşleri, zevceleri, dostları ile konuşmayacağım" diye yemin eden +kimse, bunların hepsi ile konuşmadıkça hanis olmaz. Kardeşlerinin veya dostlarının bir +kısmı ile konuşmuş olsa da hanis olmaz; çünkü yeminde bunların tümü murad edilmiştir. +Fakat o şahsın yalnız bir kardeşi veya bir zevcesi veya bir dostu olduğunu bildiği halde +böyle yemin etse, yalnız biri ile konuşmakla hanis olur. + 227- Bir kimse, başkasındaki bir alacağını taksit taksit almayacağına yemin ettiği +halde, ondan bir mikdarını alacak olsa, bundan sonra geri kalanını da almadıkça hanis +olmaz. + 228- Bir kimse: "Malı bulunmadığına" dair yemin ettiği halde, ticaret için olmayan +eşyası, akarı veya arazisi bulunsa, bununla hanis olmaz, çünkü bunlara örfde mal +denmez, denilirse hanis olur. + 229- "Ben bu işi elbette yapacağım, şu adamı elbette ziyaret edeceğim" şeklinde +yapılan yeminler, bir defa için geçerlidir. Bir defa ziyaret yapılınca yemin yerine gelmiş +olur. + 230- Çocukların, delilerin, uykuda bulunanların yeminleri geçerli değildir. Fakat +sarhoşluk veren içkilerden birini içmiş olan bir sarhoşun yemini, aklı başında onlanın +yemini gibidir. Çünkü onun sarhoşluğu, kendi kasıd ve iradesine bağlıdır. Onun için ettiği +yemine bağlı kalmazsa hanis olur. + 231- "İnşallah=Allah dilerse" şeklinde istisnada bulunarak Allah'ın dilemesine bağlanan +yemin ve adaklarda, yemine veya adağa aykırı bulunmak hali düşünülmez. Bunun için bir +kimse: "Allah'a kasem ederim ki, yarın inşallah şu işi yapacağım" diye yemin etse veya: +"Şu işim olursa, İnşallah şu kadar gün oruç tutayım" diye adakta bulunsa da ertesi gün o +işi yapmamış olsa veya işi olduğu halde adadığı orucu tutmasa hanis olmaz ve günah +işlemiş olmaz. Çünkü bu halde o işin yapılması veya orucun tutulması, Yüce Allah'ın +dilemesine bağlanmıştır. Allah'ın herhangi bir işi dileyip dilemediği, o iş meydana +gelmeden önce bizim tarafımızdan bilinemez. + Bu gibi istisnalar (Allah dilerse sözleri), İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre sözün +hükmünü geçersiz kılar. O sözü kesinlik halinde çıkarır. İmam EbûYusuf'a göre de, o bir +şart yerindedir. Artık o şart bizce gerçekleşmedikçe (yemin anında o işin meydana +gelmesi bizce bilinmedikçe) ceza gerekmez. + (İmam Malik'e göre, bu istisna halinde de, yeminin ve nezrin hükmü lâzım gelir.Çünkü +her şey Allah'ın dilemesine bağlıdır. İnşallah denmesi, teberrük içindir. Bundan dolayı onu +söylemekle yapılan yeminin veya nezrin hükmü değişmez.) + Nezrin Mahiyeti ve Nevileri + + 232- Nezir, Yüce Allah'a saygı için yasak olmayan bir işin yapılmasını üzerine alıp +yüklenmektir. Böyle bir işin yapılmasını kendine vacib kılmaktır. Nezrin çoğulu +"Nuzûr"dur. Necr edene de "Nâzir" denir. Nezrin Türkçesi adaktır. + 233- Sadece Yüce Allah'ın rızası için ibadet sayılacak bazı şeyleri adamak geçerlidir ve +sevaba bir yoldur. "Nezrim olsun, yarın Allah rızası için oruç tutayım veya fakire şu kadar +para vereyim" denilmesi gibi. Fakat dünyalık sağlamak için yapılacak adak makbul +değildir. "Falan işim yoluna girerse, üç gün oruç tutayım, fakire para vereyim" gibi. Böyle +dünyaya ait bir maksad için yapılan bir ibadet ve taat, kutsal bir maksada değil, dünyaya +ait bir isteğe ve amaca dayanmış olur. Bu ise, ibadet ve taatlarda aranılan ihlâsa +aykırıdır. Böyle bir adak kaderi değiştiremez. Mukadder ne ise, yine o meydana gelir. Şu +kadar var ki, bazan böyle bir adak için cimriden bir mal çıkmış olur. + Bununla beraber adaklara riayet etmek gerekir. Çünkü adak yapan Yüce Allah ile +sözleşme yapmış demektir. Onun için yapılan adağa vefa gösterilmesi, verilen sözün +yerine getirilmesi gerekir. Yüce Allah, adaklarını yerine getirenleri Kur'ân-ı Kerîm'de +övmüştür. + 234- Adaklar, zaman, yer, şahıs ve adanan şey bakımından belirli ve belirsiz nevilerine +ayrıldıkları gibi, bir şarta bağlı olup olmamak bakımından da mutlak ve muallak nevilerine +ayrılmıştır. Bunlar ileride görülecektir. + + + + +Nezrin Şartları + + 235- Bir nezrin din yönünden sahih ve geçerli, yerine getirilmesi gerekli olabilmesi için +şu şartları vardır: + 1) Nezredilen şeyin cinsinden bir farz veya vacib bulunmalıdır. Buna göre: "Bir gün +oruç tutayım" diye yapılan bir adak sahihdir. Fakat: "Falan hastayı ziyarette bulunayım" +diye yapılacak bir adak sahih olmaz. Her halde bunu yerine getirmek gerekmez. Çünkü +hasta ziyareti cinsinden bir farz veya vacib ibadet yoktur. + 2) Nezredilen şeyin cinsinden olan farz veya vacib bizzat kasdedilmiş olmalıdır, başka +bir farz veya vacibe vesile olmamalıdır. Buna göre "İki rekât namaz kılayım" diye yapılan +bir nezir sahihdir. Fakat: "Nezrim olsun abdest alayım" veya "Tilâvet secdesinde +bulunayım" diye yapılacak bir adak geçerli değildir. Çünkü abdest ile tilâvet secdesi, +bizzat kasdedilen ibadet değildir. Bizzat kasdedilen ibadetlere birer vesiledir. + 3) Nezredilen şey, insan üzerine hemen veya gelecekte yapılması farz veya vacib olan +bir ibadet olmamalıdır. Onun için: "Nezrim olsun yarınki sabah namazını, vitir, namazını +kılayım" şeklindeki adaklar sahih olmaz. + 4) Adanan şey aslında bir günah olmamalıdır. Onun için: "Şu işim olursa, kendimi Hak +yolunda kurban edeyim, intihar edeyim" diye yapılan adak sahih olmaz. Fakat aslen +meşru iken, başka bir sebebden dolayı yasaklanmış olan bir şeyle adak sahihdir. + Örnek: Bir kimse Ramazan bayramının birinci gününde veya Kurban bayramının dört +gününde oruç tutmayı nezretse bu sahih olur. Ancak o günlerde oruç tutulması +yasaklandığından o günlerde iftar edip sonradan kaza yapar. Bununla beraber iftar +yapmayıp o günleri oruç tutsa, adağını yerine getirmiş olur. + "Allah için evlâdını kurban edeceğini" nezreden kimseye, İmam Ebû Yusuf ile İmam +Şafiî'ye göre bir şey gerekmez; çünkü bu, caiz olmayan bir adaktır. Fakat İmam Azam ile + İmam Muhammed'e göre, bu halde bir koyun kurban edilmesi gerekir. Çünkü İbrahim +aleyhisselâm, böyle bir kurban kesmekle emrolunmuştur. + 5) Nezredilen şey aslında gerçekleşemez olmamalıdır. Buna göre bir kimse: "Geçen +falan günde oruç tutayım" diye nezir yapsa, üzerine bir şey gerekmez. + Yine: "Falan zatın geleceği gün oruç tutayım" diye adak yaptığı halde, o zat zeval +vaktinden sonra gelse veya kendisinden oruca aykırı bir hal meydana çıktıktan sonra +gelse, nezir adına bir şey gerekmez. Çünkü o günde oruç tutulması artık gerçekleşemez +(muhal) olmuştur. Geceleyin geldiği takdirde de hüküm böyledir. Çünkü adak gündüz +içindir. + 6) Adanan şey, adak yapanın mülkünden daha fazla veya başkasına ait +bulunmamalıdır. Buna göre: "Hemen bin lira sadaka vermesini" adayan kimsenin yalnız +yüz lirası bulunsa, ancak bu yüz lirayı sadaka vermesi gerekir. Veya başkasına ait bir +koyunun kurban edilmesini adayan kimseye de, bu adağından dolayı bir şey gerekmez. + + + + +Belirli ve Belirsiz, Mutlak ve Muallak Adaklar + + 236- "Nezrim olsun, yarın oruç tutayım" gibi bir adak, muayyen (belirlenmiş) bir +adaktır. "Nezrim olsun, bir gün oruç tutayım" denilmesi de gayrimuayyen (belirlenmemiş) +bir nezirdir. Bunlar, aynı zamanda bir şarta bağlı olmayan mutlak (bağlantısız) nezirlerdir. + "Falan kimse gelirse, Allah için nezrim olsun bir gün oruç tutayım, şu kadar sadaka +vereyim" gibi, şarta bağlı nezirler de birer muallak (bağlantılı) nezirdir. + 237- Mutlak olan (bir şarta bağlı olmayan) nezirleri yerine getirmek vacibdir. Belli +gününde yerine getirilmeyen bir nezir, başka bir günde kaza edilir. Bugün fakire sadaka +vermesini adadığı halde, bu sadakayı o gün vermezse, başka bir günde verilmekle yerine +getirilir. Buna kaza denilir. + 238- Olması istenilen bir şarta bağlı nezir, o şartın gerçekleşmesi halinde yerine +getirilmesi vacib olur. Olması istenmeyen bir şarta bağlanmış bulunan bir nezre gelince, +bunda adak yapan serbestir. Şart gerçekleşince, dilerse nezrini yerine getirir, dilerse +yalnız yemin keffareti öder. Sahih olan budur. + Örnek: "Şu nimete kavuşursam bir ay oruç tutayım" diye adak yapan kimse, o nimete +kavuşunca bir ay oruç tutması vacib olur. Çünkü şart kılınan nimet, adak sahibi için +istenen şeydir. + Aksine olarak; bir kimse kendini yalan söylemekten engellemek için: "Eğer yalan +söylersem, bir ay oruç tutmak nezrim olsun" diye nezrettiği halde yine yalan söylerse, +serbestir. Dilerse bu adağını yerine getirir, bir ay oruç tutar. Dilerse yemin keffareti öder. +Çünkü şart koştuğu yalan söyleme işi, kendisince istenen şey değildir. Bu nezir bir nevi +yemin demektir. + 239- Mutlak bir nezir, muayyen (belirli) olsa bile, zamana, mekâna, belli bir paraya, +belli bir fakire bağlı kalmaz. Bu nezir, gerek oruçla, gerek namazla ve itikâfla olsun, gerek +para ve diğer şeylerle olsun eşittir. Buna göre, bir kimse: "Cuma günü oruç tutayım" +veya "Beytü'l-Makdis'de şu kadar namaz kılayım" veya "Bu parayı cuma günü falan +beldede olan falan fakire vereyim" diye nezrettiği halde, buna aykırı olarak başka bir +günde oruç tutsa, başka bir mescidde o kadar namaz kılsa, o miktarda başka bir parayı +başka bir beldedeki başka bir fakire verse, adağını yerine getirmiş olur. + 240- Bir şarta bağlanmış olan bir nezir, o şartın bulunmasından önce yerine +getirilemez. "Falan zat gelince üç gün oruç tutayım" diye nezreden kimse, daha o zat +gelmeden üç gün oruç tutacak olsa, nezrini yerine getirmiş olmaz. + 241- Şarta bağlanarak yapılan bir nezir de, zamanla, mekânla, belli bir para ve belli bir +fakirle kayıtlanmaz. + Örnek: "Falan işim olursa cuma günü oruç tutayım, şu yerdeki falan fakire şu parayı +vereyim" şeklinde nezir yapan kimse, o iş olduktan sonra herhangi bir günde o orucu +tutabilir veya herhangi bir yerdeki başka bir fakire o paranın karşılığını verebilir. + 242- Bir vakte kadar izafe edilen bir oruç, o vaktin gelmesinden önce tutulursa, İmam +Azam ile İmam Ebû Yusuf'a ,göre caiz olur. İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. Receb +ayında tutulması nezredilen bir orucun daha önce gelen Rebiulahirde tutulması gibi... + 243- "Bir sene oruç tutayım" diye mutlak şekilde yapılan bir nezirden dolayı, hilâllere +göre tam bir sene oruç tutulması gerekir. Şöyle ki: Eğer arka arkaya devamlı tutulması +söylenmemiş ise, bu oruç değişik günlerde tutulabilir. Eğer fasıla vermeden tutulursa, +otuz beş günün kazası gerekir. Bunun otuz günü ramazana ve beş günü de bayramlara +raslayan günlere karşılıktır. Böyle nezreden kadın ise, bu yıl içinde tutmayacağı adet +günlerini de kaza etmesi gerekir. + Fakat böyle bir yıl aralıksız oruç tutulması nezredilirse, Ramazan günlerini kaza etmek +gerekmez. Çünkü böyle bir sene Ramazandan dışta kalamayacağı için, Ramazan günleri +bu nezirden ayrı tutulmuş gibi olur. + 244- Bir kimse: "Falan ayda, (Receb ayında) oruç tutayım" diye nezrettiği halde, o +ayda hasta olsa iftar eder. Sonra Ramazan orucunda olduğu gibi kaza eder. + 245- "Allah rızası için bir gün oruç tutayım" diye yapılan bir nezrin günü belli değildir. +Nezreden dilediği gün, o borcu tutabilir. İki gün, üç gün... denildiği takdirde de hüküm +böyledir. Bu günlerin oruçları fasılasız tutulabileceği gibi, parça parça olarak da tutulabilir. +Ancak nezir esnasında fasılasız tutulmasına niyet edilmiş olursa, o zaman ara vermeden +tutulması gerekir. + Örnek: "Ara vermeden on gün oruç tutayım" diye nezretmiş bulunan bir kadın, beş +gün oruç tuttuktan sonra âdet görmeye başlasa, tuttuğu oruçlar nezirden sayılmaz. +Temizlendikten sonra yeniden on gün tutması gerekir. Fakat dağınık olarak ayrı ayrı +günlerde oruç tutmayı adayan kimse, o kadar gün fasılasız oruç tutsa, adağını yerine +getirmiş olur. + 246- "Üzerime oruç vacib olsun" diyen kimseye, bir gün oruç tutmak gerekir. +Mikdarına niyet etmeksizin "Birçok günler oruç tutayım" diye nezreden kimsenin de, +İmam Azam'a göre on iki İmama göre yedi gün oruç tutması gerekir. + 247- "Nezrim olsun ki, yalan söylemeyeyim, nezrim olsun ki, falan yere girmeyeyim" +gibi sözler, "Ahdim olsun" yerinde birer yemin sayılır. Buna göre, yalan konuşsa veya o +yere gitse, yalnız yemin keffareti gerekir. "Üzerime nezrolsun" sözü de böyledir. Ancak bu +sözlerle sadaka vermek, oruç tutmak, haccetmek gibi bir ibadet niyeti olursa, o zaman o +ibadeti yerine getirmek gerekir. + Yalnız: "Nezrim olsun" denilmesi de böyledir. Bu halde bakılır: Eğer bununla herhangi +bir sayı olmaksızın oruca niyet edilmiş ise, üç gün oruç gerekir. Miktarsız sadakaya niyet +edilmişse, on fakire birer fitre mikdarı vermek gerekir. + 248- Nezirde kasd ve kasıdsızlık (hüküm bakımından) eşittir. Buna göre "Allah için bir +gün oruç tutayım" diyecek yerde yanılarak: "Bir ay oruç tutayım" denilse, bir ay oruç +tutulması gerekir. Bu ayı belirlemek nezreden kimseye aittir. Nezrin arkasından hemen +oruca başlanması şart değildir. + 249- "Allah rızası için şu gün (perşembe günü) oruç tutayım" diye yapılan bir nezir, en +yakın olan perşembe gününe ait bulunmuş olur. Yalnız o gün tutulacak oruç ile bu nezir +yerine getirilmiş olur. Her perşembe oruç tutulması gerekmez. Fakat buna niyet edilirse, +her perşembe oruç gerekir. + 250- Nezredilen günlerden birinde iftar edilirse, kaza gerekir. Örnek: Belli günlerde +oruç tutmaya nezreden kimse, o günlerin şiddetli sıcağından oruç tutmaya gücü +yetmezse, iftar eder ve elverişli günlerde tutamadığı günleri kaza eder. + 251- Oruç tutmak üzere yaptığı adaktan dolayı üzerine kaza gereken kimse, bu kazayı +geciktirip de kocasa (şeyh-i fani olsa) veya geçimini kazanmak için pek zor bir sanat ile +meşgul bulunsa iftar eder, her gün için fidye verir. Fakirliğinden dolayı fidye vermeye +gücü yetmezse, Yüce Allah'dan mağfiret diler. Çünkü Yüce Allah'ın mağfireti boldur, +merhameti geniştir. + 252- Bir kimse: "Bir ay oruç tutayım, itikâfda bulunayım" şeklinde nezrettiği +halde,henüz bir gün geçmeden vefat etse, kendisine bir ay oruç tutmak veya itikâfta +bulunmak gerekir. Ayın belli olup olmaması eşittir. Bu halde her gün için bir fidye +verilmesini vasiyet etmesi gerekir, vasiyet bulunmadığı takdirde varislerinin izinleri ile bu +fidye terekesinden verilebilir. + Fakat bir kimse hasta olduğu halde böyle bir nezirde bulunup da iyileşmeden vefat + etse, kendisine bir şey gerekmez. Amma arada bir gün dahi olsun, iyileşmiş olsa, bir aylık +fidye vasiyet etmesi gerekir. + İmam Muhammed'e göre, yalnız sağlığa kavuştuğu günler mikdarı fidye vasiyet etmesi +gerekir. + 253- "Yüce Allah'ın rızası için kurban keseyim" veya "Nezrim olsun kurban kesip etini +fakirlere sadaka olarak vereyim" diye yapılan bir nezir geçerlidir. Fakat: "Şu hastalıktan +iyi olursam, bir koyun keseyim" veya "Falan türbe için bir kurban keseyim" gibi nezirler, +söz vermeler bir nezir hükmü taşımaz. Allah'ın rızasından başka bir kimse adına kurban +kesilmesi caiz değildir. + 254- "Falan kimseye şu kadar para adadım, falan türbeye şu kadar mum adadım, falan +zatın gelmesi için kuban keseceğim" gibi sözler caiz değildir. Hele bir ölü hakkında: "Ey +mübarek zat! Sen benim şu işimi yoluna koyarsan, şu hastama şifa verirsen, şu kayıp +malımı bana geri çevirtirsen, senin türbene şu kadar şey harcayayım" şeklindeki adaklar +batıldır, haramdır. Belki: "Allah rızası için şu fakire şu kadar para vermek adağım olsun, +Allahü Teâlâ hastama şifa verirse, şu kayıp malı bana geri döndürürse, Hak rızası için +sadaka vereyim, kurban kesip etini sadaka vereyim, onlann mescidlerine hasır ve +zeytinyağı alayım" şeklinde bir adak yapılabilir. + 255- Adak kurbanının etini nezreden kimse yiyemeyeceği gibi, zevcesi ile usul ve furuu +(baba, babanın babası, evlad ve evladlarının çocukları) da yiyemezler. Bunu fakirlere +sadak olarak dağıtmak gerekir. Eğer yiyecek olursa, yediklerinin kıymetini fakirlere +vermek gerekir. + 256- Yapılan bir nezir veya yemin keffareti yerine getirilmezse, hakim tarafından +yapılmasına adam zorlanamaz. Çünkü bunlar, sadece diyanetle ilgili olarak mükellefe +yönelen birer borçtur. + + + + +İtikâfın Mahiyeti, Nevileri ve Teşriî Hikmeti + + 257- İtikâf lûgat deyiminde bir şeye devam etmek manasındadır. Bir şeye devam eden +kimseye de mutekif (itikâf yapan) denir. Şeriatta ise itikâf: Bir mescidde veya o +hükümdeki bir yerde itikâf niyeti ile durmaktan ibarettir. + 258- İtikâflar: Vacib, müekked sünnet ve müstahab nevilerine ayrılır. Şöyle ki: Dil ile +nezredilen bir itikâf vacibdir. Ramazan ayının son on gününde itikâf, kifaye yolu ile bir +müekked sünnettir. Başka bir zamanda ibadet niyeti ile bir mescidde bir müddet yapılan +itikâf da müstahabdır. + 259- Bir itikâfın en az müddeti, İmam Ebu Yusuf'a göre bir gündür. İmam +Muhammed'e göre bir saattir. Bir saat, fıkıh alimlerine göre, zamanın belirsiz olan az +veya çok bir parçası demektir. Yoksa bir günün yirmi dört saatte biri demek değildir. + (İtikâfın en az müddeti, Malikî'lerce tercih edilen görüşe göre bir gündüz kadar, bir +gecedir. Şafiîlere göre de, "Sübhanellah" denilmesinden bir an kadar fazla olan pek az bir +zamandır.) + 260- İtikâfın meşru olmasındaki hikmet ve yarara gelince, bu pek önemlidir. Resulü +Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra +ahirete göçüşlerine kadar her Ramazanın son on gününü itikâf ile geçirirlerdi. + İhlâs ile olan bir itikâf, amellerin pek şereflisi sayılmaktadır. Bu sayede kalbler bir +müddet olsun, dünya işlerinden uzak kalır ve Hakka yönelir, birer Beytullah olan +mescidlerden birine şu şekilde devam eden bir mü'min çok kuvvetli bir kaleye sığınmış, +kerim olan mabudunun feyiz ve yardım kapısına sığınmış olur. + İslâm büyüklerinden ünlü Ata demiştir ki: "İtikâf yapan, ihtiyacından dolayı büyük bir +zatın kapısında oturup dilediğini elde etmedikçe buradan ayrılıp gitmem, diye yalvaran bir +kimseye benzer ki, Allah'ın bir mabedine sokulmuş, beni bağışlamadıkça buradan ayrılıp +gitmem demektir." + Bir mü'minin her gün azalmakta olan hayat günlerinden faydalanarak böyle kutsal bir + yerde bir zaman ebedi ve ezelî yaratıcısına olanca varlığı ile yönelip saf bir kalb ve temiz +bir dil ile ibadette bulunması, manevî bir zevke dalması ne büyük bir nimettir. + İtikâf yapan bir kimse, bütün vakitlerini ibadete, namaza ayırmış demektir. Çünkü fiilî +olarak namaz kılmadığı vakitlerde de mescid içinde namaza hazır bir haldedir. Bu bekleyiş +ise, namaz hükmendedir. + Sonuç: İtikâf sayesinde insanın maneviyatı yükselir, kalbi nurlanır, simasında kulluk +nişanları parlar, ilâhi feyizlere kavuşur. Ne mübarek, ne güzel bir hayat anı!.. + + + + +İtikâfın Şartları + + 261- Bir itikâfın sıhhati şu şartların bulunmasına bağlıdır: + 1) İtikâf yapan, müslüman, akıllı ve temiz bulunmalıdır. Onun için müslüman +olmayanın, delinin, cünubun, hayız ile nifastan temiz bulunmayanın itikâfı olmaz. + Gayr-i müslim ibadete, mecnun da niyete ehil değildir. Temiz olmayanların da +mescidlere girmesi yasaktır. + 2) İtikâfa niyet edilmiş olmalıdır. Buna göre niyetsiz olarak yapılan bir İtikâf geçerli +değildir. Çünkü bunun bir ibadet olabilmesi niyete bağlıdır. + 3) İtikâf, mescidde veya o hükümdeki bir yerde yapılmalıdır. Şöyle ki: İçinde cemaatla +namaz kılınan herhangi bir mescidde İtikâf yapılabilir. Büyük camilerde yapılması daha +faziletlidir. Kadınlar da kendi evlerinde mescid edinilen veya mescid olarak ayıracakları bir +odada itikâfda bulunurlar. Buraları onların hakkında birer mescid sayılır. Kadınların +dışardaki mescidlerde itikâf etmeleri caiz ise de, kerahetten kurtulamaz. Kadınların kendi +evlerinde namaz kılmaları, mescidlerde namaz kılmalarında daha faziletli olduğu gibi +evlerinde itikafları da her türlü fitne ve fesad düşüncesinden beri olacağı cihetle +mescidlerde itikâfda bulunmalarından daha faziletlidir. + (İmam Şafiî'ye göre , itikâf tazime lâyık bir yerde yapılabilir ki, o da mescidlerdir. +Evlerde mescid edinilen yerler, bu tazime lâyık değildir.) + 4) Vacib olan bir itikâfda, itikâf yapan oruçlu bulunmalıdır. Bu halde orucun yanılarak +bozulması itikâfa zarar vermez. Diğer itikâflar için oruç şart değildir. Çünkü onlar için bir +müddet yoktur. Öyle ki camiden bir iki saat içinde çıkıncaya kadar itikâfa niyet edilmesi +de sahihdir. + (Şafiî'lere göre, vacib bir itikâfda da oruç şart değildir.) + 262-İtikâf için büluğ, erkeklik, hürriyet şart değildir. Buna göre akıllı olan çocuğun, +kadının, kölenin itikâfları sahihdir. Şu kadar var ki, kadının itikâfı kocasının ve kölenin +itikâfı da efendisinin iznine bağlıdır. İsterse bunlar itikâfı nezretmiş olsunlar, hüküm +aynıdır. İzin bulunmayınca kadın, nezretmiş olduğu itikâfı kocasından ayrıldıktan sonra, +köle de azad edildikten sonra kaza eder. + 263- Bir kimse, itikâf için zevcesine izin verse bundan dönemez, artık engellenmesi +doğru olmaz. Efendi ise, kölesine verdiği izinden dönebilir. + Mükâteb (sözleşmeli) bir köle ise, efendisinin izni olmasa da, itikâfda bulunabilir. +Çünkü kısmen hürriyetine sahibdir. + + + + +İtikâfın Edebleri + + 264- İtikâfın şu edebleri vardır: + 1) İtikâf, Ramazan ayının son on gününde ve mescidlerin en faziletlisinde yapılmalıdır. + 2) İtikâf esnasında hayırdan başka bir şey söylenmemelidir. Günah gerektirmeyen + şeyleri konuşmakta bir sakınca yoktur. Bir ibadet inancı ile susmak ise mekruhtur. Günah +sayılan şeylerden dili tutmak ise, ibadetlerin büyüklerinden biridir. + 3) İtikâf esnasından Kur'ân-ı Kerîm okumaya, hadîs-i şerîf, Peygamberlerin yüksek +siyerlerine, dinî meseleleri öğretmeye devam etmelidir. + 4) İtikâf yapan kimse, temiz elbiselerini giymeli, güzel kokular sürünmelidir. Başını da +yağlayabilir. + 5) Nefsine itikâfı vacib kılacak kimse, buna yalnız kalben niyetle yetinmemeli, dili ile de +söylemelidir. + + + + +İtikâfa Dair Bazı Meseleler + + 265- Belli bir mescidde, Mescid-i Haram'da itikâfa niyet eden kimse, başka bir +mescidde itikâfa girebilir. + 266- Bir ay itikâf adansa ve bundan yalnız gecelere veya gündüzlere niyet edilse, bu +niyet sahih olmaz. Çünkü ay, belli mikdardaki geceler ile gündüzlerden ibarettir. Onun +için geceli ve gündüzlü bir ay itikâf gerekir. + 267- Yalnız gündüzleri itikâfda bulunmaya niyet edilmesi sahihdir. Bu durumda her +gün fecrin doğuşundan önce mescide girip güneşin batışından sonra çıkılır. Fasılasız +itikâfa niyet edilmemişse, istenilen günlerde itikâf yapılabilir. Bir gün için itikâfa niyet +edildiği zaman da, buna gece dahil olmaz. Fakat fasılasız şu kadar gün itikâfa denilerek +nezredilse, geceler de bu nezre girer. Aksi de böyledir. Bu durumda itikâf için güneşin +batışından önce mescide gidilir. Belli olan geceler ve gündüzler mescidde kalınır. Son +günün güneş batışından sonra mescidden çıkılır. Böylece itikâf sona erer. + 268- Muayyen bir ramazan ayını itikâfla geçirmeğe nezredilse, o ramazan orucu bu +itikâf orucu içinde yeterli olur. Böyle bir nezir yapıldığı halde, ramazan orucu tutulup da +itikâf yapılmasa, başka bir zamanda oruçlu olarak fasılasız bir ay itikâf edilmesi gerekir. +Eğer itikâf yapılmaksızın diğer bir ramazan girecek olsa, artık bunda yapılacak itikâf +yeterli olmaz. Çünkü bu takdirde kazaya kalan itikâfın orucu, insan üzerine düşen bir borç +olmuştur. Bu, ikinci ramazan orucu ile ödenmiş olamaz. + 269- Belirtilmeksizin bir ay itikâf yapmayı nezreden kimse, ramazanda bir ay itikâfda +bulunmakla bu nezrini yerine getiremez. Çünkü bu itikâf için, bir ay oruç tutmayı da bu +nezirle üzerine yüklenmiş bulunur. Ramazan orucu ise, kendisine ayrıca farz olan bir +ibadettir. + 270- Bir kimse nezrettiği bir itikâfı yapmadan ölecek olsa, her gün için bir fidye +ödenmesini vasiyet etmiş olması gerekir. Çünkü vacib olan bir itikâf, orucun bir +parçasıdır. Onun için oruçtaki fidye, bunda da gerekli olur. Ancak fakir ise, o zaman Yüce +Allah'dan af ve mağfiret dilemelidir. + + + + +İtikâfı Bozan ve Bozmayan Şeyler + + 271-İtikâf halinde olan bir kimsenin dinî ve tabiî ihtiyaçları için zaruri olarak mescidden +dışarı çıkması, itikâfı bozmaz. + Örnek: İtikâfda bulunanın (mutekifin) cuma namazını kılmak için mescidden çıkması, +din bakımından bir özür olduğundan itikâfına engel değildir. Zaten cuma namazının süresi +bilinmiş olduğundan, adağın dışında kalmış olur. + Yine, abdest ihtiyaçlarını gidermek ve gusletmek için çıkması da tabiî bir özür +olduğundan itikâfa zarar vermez. + Yine, bulunduğu mescidin yıkılmaya yüz tutması veya oradan zorla çıkarılması da +zarurî bir özür olduğundan itikâfa zarar vermez. + (Şafiî'lere göre, cuma namazı için başka bir camiye çıkılıp gidilmesi itikâfı bozar. İtikâf +bir hafta devam edecekse, cuma namazı kılınan bir mescidde itikâfa girmelidir.) + 272- Cuma namazını kılmak veya ihtiyacı gidermek için en yakın olan yere gidilir, +arkasından mescide dönülür. Bir özürden dolayı mescidden çıkılınca, başka bir mescidde o +itikâf tamamlanır. + 273-Bir özür olmaksızın mescidden çıkmak itikâfı bozar. Onun için itikâf yapan bir +kimse, geceleyin veya gündüzün özür bulunmaksızın bir müddet kasden veya sehven +mescidden çıkarsa itikâfı bozulur. Bu müddet, iki İmama göre, bir günün yarısından +ziyade bir zamandır. Bir görüşe göre de, günün belirsiz bir saatinden ibarettir. Kadın da +itikâf ettiği odadan özürsüz evinin içine çıksa, itikâfı bozulur. + 274- Şu işleri yapmak için mescidden dışarıya çıkmak da itikâfa engel olur: Hasta +ziyaretinde bulunmak, cenaze hizmetinde bulunmak, cenaze namazı kılmak, şahidlik +etmek, bir hastalık sebebiyle bir saat kadar dışarı çıkmak da itikâfı bozar. Ancak itikâf +adağı yapılırken, hastaları ziyaret ve cenaze namazında bulunmak şart kılınmışsa, bunlar +için çıkılması itikâfı bozmaz. + 275- Pek az rastlanan bir özürden dolayı da dışarı çıkmak itikâfı bozar. Boğulmakta +olan veya yangına düşmüşü kurtarmak için dışarı çıkmak itikâfı bozduğu gibi, cemaatın +dağılmasıyla dışarıya çıkmak da bozar. + 276- İtikâfda bulunan bir kimseye, bu ibadeti esnasında birkaç gün baygınlık veya +cinnet gelse, itikâfı bozulur. İyileşip kendine gelince yeniden itikâfa başlar. Öyle ki, bu +durum devam ederek birkaç sene sonra üzerinden kalksa, yine itikâfı kaza etmesi +gerekir. + 277- Yukarıda anlatılan meseleler, vacib olan itikaflar içindir. Nafile olan itikaflarda, bir +özür bulunsun veya bulunmasın, dışarı çıkmakla veya hastayı ziyaret etmekle itikâf +bozulmaz. + 278- Vacib olan bir itikâf bozulunca, onun kazası gerekir. Meselâ: Belli bir ay için +yapılan itikâf esnasında bir gün oruç bozulsa veya dışarıya çıkılsa, yalnız bir günlük itikâf +için kaza gerekir. Fakat belirsiz olarak fasılasız bir ay için nezredilmiş bir itikâf esnasında, +böyle bir gün oruç bozulacak veya dışarıya çıkılacak olsa, yeniden bir aylık itikâfa +başlamak gerekir. İtikâf yapan kimse ister kendi iradesi ile oruç yesin ve dışarı çıksın, +ister iradesi dışında olarak cinnet ve bayılma durumuna düşsün, eşittir. + 279- Başladıktan sonra bırakılan nafile bir itikâfın, tercih edilen görüşe göre, kazası +gerekmez. + 280- İtikâf eden kimse için, zevcesi ile cinsel ilişki kurmak veya buna sebeb olacak +öpme ve okşama gibi herhangi bir hareket, gerek gündüz ve gerek geceleyin olsun, +haramdır. Cinsel ilişki ister kasden, ister unutarak olsun, itikâfı bozar. İnzal olması şart +değildir. Diğer hareketler ise, inzal olmadıkça itikâfı bozmaz. Bakmak ve düşünmek +sonunda meydana gelecek inzal ve ihtilâm da itikâfı bozmaz. + 281- İtikâf halinde olan kimse, muhtaç olduğu şeyleri mescidde bulundurmaksızın +mescidde satın alabilir. Mescide zarar vermeyecek şeyleri mescide getirebilir. Mescid +içinde yer-içer. Mescid içinde hazırlanmış uygun bir yer varsa orada abdest alıp +gusledebilir. Böyle bir yer yoksa, dışarıya çıkar ve en yakın yerde abdestini alır ve yıkanır, +beklemeksizin hemen mescidine döner. + 282- İtikâfda olan kimse, ezan okumak için minareye çıkabilir. Minarenin kapısı +mescidin dışında olsa bile zarar vermez. + "Allahım, bizi kendini senin kulluğuna adamış, emirlerine ve yasaklarına +titizlikle uyan kullarından eyle. Amin. Ve övgü, âlemleri terbiye eden Allah'a +mahsustur. + 5. Bölüm: Zekât + +Zekâtın Mahiyeti + + 1- Zekat lügat deyiminde temizlik, bereket, çoğalma, güzel övgü manalarını taşır. Din +deyiminde ise; "Bir malın belli bir mikdarını, belli bir zaman sonra hak sahibi olan bir +kısım müslümanlara Yüce Allah'ın rızası için tamamen temlik etmek (mülkiyetine +geçirmek) tir." + Zekat, kulların kulluk görevindeki sadakatlerine delalet eder. Bu yöndendir ki, zekata +"sadaka"da denmiştir. Bununla beraber "sadaka" sözü, zekattan daha kapsamlı mana +taşır. Vacibleri de, nafileleri de içine alır. + Zekat vermeye, "Tezkiye", zekat verene de "Müzekkî" denilir. Şahidler hakkında +yapılan övgüye de "Tezkiye" dendiği bilinmektedir. + 2- Zekat vermek farzdır. Peygamberimizin hicretlerinin ikinci yılında, oruçtan önce farz +kılınmıştır. İslâmın şartlarından birini teşkil etmektedir. Belli miktarda bulunan nakid +paraların ve ticaret mallarının üzerinden bir yıl geçince, zekatlarını geciktirmeden hemen +vermek gerekir. Çünkü bu zekat mallarına yoksulların hakkı geçmiş oluyor. Artık bu hakkı +özürsüz olarak geciktirmek caiz olmaz. + Diğer bir görüşe göre, zekatın verilmesi geciktirmeli olarak farzdır. Sene sonunda +hemen verilmesi gerekmez. Zekat borcu olan kimse, bunu hayatta bulunduğu sürece +ödeyebilir. Ödeyemeden ölürse, o zaman günahkar olur. Fakat doğru olan birinci +görüştür. + 3- Zekatın aşikare verilmesi daha faziletlidir. Çünkü bu şekilde verilmesi, başkalarına +bir örnek olur ve teşvik yerine geçer. Kendisi hakkında, zekat vermiyor diye, kötü bir +zannı da kaldırmış olur. Zekat bir farz olduğu için, bunun yerine getirilmesinde gösteriş +olmaz. Nafile olarak verilen sadakalarda ise, durum böyle değildir. Bunların gizli verilmesi +ve gösteriş yapılmasına engel olunması daha faziletlidir. + + + + +Zekatın Teşriî Hikmeti + + 4- Zekatın meşru olmasındaki hikmet pek önemlidir, herkese göre açık ve +meydandadır da denilebilir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Mallarınızı zekatla koruyunuz, hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz, bela +dalgalarını da dua ve yalvarışla karşılayınız" + İşte zekat sayesinde mallar korunmuş oluyor. Sadakalar da, maddî ve manevî +hastalıklar için birer ilaç yerine geçiyor. + Doğrusu zekat ve sadaka verenlerin mallarında ve canlarında bir feyiz ve bereket, bir +sağlık ve afiyet yüz gösterir. Bunun çok üstünde olarak da, kendileri Yüce Allah'ın rızasını +kazanıp nice manevî mükafatlara kavuşurlar, nice manevî tehlikelerden kurtulurlar. + 5- Zekatın her yönden birçok yararları vardır. Bilindiği gibi, kalblerde pek ziyade yer +tutan mal ve mülk sevgisi, insanı yüksek duygulardan yoksun bırakır, insanı bazan fena +işlere sürükler. Zekat sayesinde ise kalbin bu zararlı duygusuna ve meyline direnilmiş +olur, nefis'de cimrilikten kurtulmuş olur. Mal, başkasının hakkından arındırılarak insanda +şefkat ve hayırseverlik duyguları gelişir. Başkalarını gözetme ve koruma gibi yüksek +duygular meydana gelir. + Sonra zekat, sosyal hayatın huzur ve mutluluğuna, beraberliğine ve refahına sebebdir. +Yoksulları ve acizleri, kendi varlığından faydalandıran bir zengin, cemiyetin en değerli ve +sevimli uzvu (organı) sayılır. Fakirlerin ve muhtaçların acılarını azalttığından, onların +övgülerini, sevgi ve dualarını kazanır. Mal varlığı da hain ve hırslı gözlerin saldırısından +güven içinde bulunur. Artık böyle birbiri için hayır düşünen, yardımsever olup duacı +bulunan bir cemiyet içinde güzel bir yaşantı meydana gelmiş olmaz mı? + 6- Bir de zekat vermek, güzel bir inancın eseridir. Böyle bir inanca sahib olan kimse, +bağlı bulunduğu cemiyet için zararlı olmaktan uzak, çok yararlı bir insan olur. Çünkü +kendi malından bir kısmını sadece Allah rızası için ayırıp fakir din kardeşlerine veren ve +bundan dolayı onlardan hiç bir karşılık gözetmeyen bir insan, artık çevresine yararlı olmaz +mı? Böyle bir kimse hiç kendisine ait olmayan şeylere göz dikip de başkalarının zararına +çalışır mı? Başkalarının ellerindeki mallara saldırır mı? + 7- Bununla beraber zekat Allah'ın nimetlerine karşı bir şükran görevidir. Zekat veren +müslüman şöyle düşünür. Elde ettiğim bu varlık, bana Yüce Allah'ın ihsanıdır. Nice +insanlar vardır ki, daha güçlü ve daha bilgili oldukları halde bu mal varlığından yoksun +bulunuyorlar. Bunun için ikram ve ihsanı sonsuz olan Yüce Allah'ın nimetlerine karşı +şükretmek gerekir, işte bu şükür, farz olan zekatın ödenmesiyle yerine getirilmiş olur. + Şu da düşünülmelidir ki, insanın elde ettiği nimet üzerinde, onun bulunduğu çevrenin +çok yönlü etkisi vardır. Eğer o zengin böyle bir çevrede yaşamamış olsaydı, bu mal +varlığını kazanabilecek miydi? İşte bu da bir nimettir. Bu nimete karşı da şükür, o +çevredeki yoksul ve perişan insanlara karşı yardımda bulunmakla olur. Zekat ve +sadakanın verilmesi de, böyle bir yardımı gerçekleştirir. + + + + +Zekatın Farz Olmasının Şartları + + 9- Bir, kimseye zekat'ın farz olması için onda şu şartların bulunması gerekir: + 1) Zekat verecek kimse, müslüman, hür, akla sahib ve buluğ çağına ermiş olmalıdır. +Buna göre, müslüman olmayanlar, köle ve cariyeler, mecnunlar ve çocuklar zekat +vermekle yükümlü değillerdir. Gayri müslimler zekat vermekle mükellef değillerdir. Öyle +ki, (Allah korusun), bir müslüman bir müddet hak dinden çıkıp ondan sonra tevbe ederek +Allah'dan mağfiret dilese, dinden çıkış (irtidat) zamanında zekat vermek ona farz +olmayacağı gibi, irtidatından daha önceki zamana ait zekat borçları da düşmüş olur. +Çünkü zekatın farzıyetinde İslam şart olduğu gibi, bekasında da şarttır. + Kölelerle cariyelere gelince, onlar aslen bir mala sahib olamayacakları için, zekat +vermeye ehil değillerdir. Kendilerine ticaret için izin verilse de, yine hüküm aynıdır. + Mecnunlara gelince, bunlarda iki durum düşünülebilir. Birincisi, doğuştan beri mecnun +(deli) bulunmaktır. Bunların bu durumu devam ettikçe, onlar zekatla yükümlü olmazlar. +Fakat bunlar buluğ çağına erdikten sonra iyileşip düzelseler, sağlığa kavuşmalarından +itibaren zekat vermekle mükellef olurlar. İkincisi, buluğa erdikten sonra bir müddet +mecnun olmaktır. Bu durumda bunların cinnetleri (delilikleri) bütün bir yıl devam ederse, +bu yıl için zekat vermeleri onlara farz olmaz. Çünkü bu durumda onlardan yükümlülük +düşmüş olur. Fakat bu yıl içinde bir iki gün gibi kısa bir zaman iyileşecek olsalar, zekat +vermeleri onlara farz olur. + Bu mesele İmam Muhammed'e göredir, İmam Ebû Yusuf' a göre, yılın çoğunda sağlık +üzere bulunmadıkça, o yılın zekatı gerekmez. + Baygınlık hali ise, zekat verme mükellefiyetine engel değildir. + Çocuklara gelince, bunlar akılları başlarında olarak buluğa ermedikçe, zekat vermekle +yükümlü olmazlar. Onun için bunların mallarından velileri zekat veremez. Bunların zekat +vermeleri buluğ çağına ermekle başlar. Bir sene sonunda yerine getirilmesi gerekir. + (İmam Şafiî'ye göre çocukların ve delilerin mallarından zekat verilmesi gerekir. Bunu +velileri mallarından öderler. Çünkü zekat mala gereken bir haktır. Küçüklük ve noksanlık +bu hakkın varlığını gideremez. Öşürde de durum böyledir.) Bize göre zekat malî bir + ibadettir. Bunlar ise ibadetle mükellef değillerdir. + 2) Zekat verecek kimse, temel ihtiyaçlarından ve borçlarından başka nisab mikdarı +veya daha fazla bir mala sahib bulunmalıdır. Bu miktar malı bulunmayana zekat farz +olmaz. + "Nisab", şeriatın bir şey için koymuş olduğu belli bir ölçü ve mikdar demektir. + Şöyle ki: Zekat vermek için altının nisabı yirmi miskaldır. Gümüşün nisabı iki yüz +dirhemdir. Koyun ile keçinin nisabı kırk koyun veya keçidir. Sığır ile mandanın nisabı otuz +ve deveninki de otuz beşdir. + Temel ihtiyaçlar: Bundan maksad, oturacak ev ile eve gerekli olan eşya, kışlık ve +yazlık elbise, gerekli silah ve aletler, kitablar, binek hayvanı, hizmetçi, köle veya cariye, +bir aylık -doğru kabul edilen başka bir görüşe göre, bir yıllık- nafaka demektir. Borç +karşılığı olarak elde bulunan para da böyledir. + 3) Zekatı verilmesi gereken mal, gerçekten veya hüküm bakımından artıcı +bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekat gerekmez. Nisab mikdarından fazla olması +hükmü değiştirmez. + Gerçekten artıcılık, ticaret veya doğurma ve üreme yolu ile olur. Ticaret için kullanılan +herhangi bir eşya ve hayvan zekata bağlı olduğu gibi, dölünü veya sütünü almak için, +yılın çoğunu kırlarda otlayarak idare eden ve "Saime" adını alan hayvanlar da zekata +bağlıdır, ileride anlatılacaktır. + Hüküm itibariyle artış da, çoğalmaya ve artmaya elverişli bulunan ve sahibinin veya +vekilinin elinde olan altın ve gümüşteki geçerliliktir. Altın ve gümüşün maddeleri ile +ihtiyaçlar giderilemez. Bunlar ticarette kullanılmak ve malların değiştirilmesinde vasıta +olmak yolu ile ihtiyaçları karşılar. Bu yönü ile bunlar, yaratılış bakımından artmaya ve +ticarete mahsustur. Onun için elde bulunan altın ve gümüş paralar, külçeler ve süs +eşyaları, kendileriyle ticarete niyet edilmese veya bunlar nafakaya ve ev satın alınmasına +harcanmak üzere saklansa bile, nisab mikdarına ulaşınca zekata tabi olurlar. + 4) Zekatın gereği için, tam bir mülkiyet bulunmalıdır. Bir malın mülkiyetiyle beraber +onun elde de bulunması gerekir. Onun için bir kadın mehrini eline geçirmedikçe, onun +zekatı ile yükümlü olmaz. Çünkü o mehre (nikah bedeline) malik ise de, onu eline +geçirmiş değildir. + Yine, elinde rehin mal bulunan bir kimseye, rehinden dolayı zekat gerekmez. Çünkü +rehin, bir borç karşılığıdır. Bunda malikinin ele geçirip sahib olma hakkı yoktur. + Satın alınıp da henüz de geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde olarak +zekata bağlıdır. Bu nisaba girer, ondan zekat vermek gerekir. + Yolculuk halinde bulunan kimse de, malının zekatını vermekle yükümlüdür. Her ne +kadar o, malını elinde bulundurmuyorsa da, vekili aracılığı ile onu kullanmaya gücü +vardır. + 5) Zekat gerekmesi için, bir mal üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunmalıdır. Buna +"Havl-i havelân" denir. Çünkü bu zaman içinde artış ve çoğalma gerçekleşir, döllenme ve +üreme olur. Mevsimlerin değişmesiyle ihtiyaçlar ve fiyatlar değişir. + Şöyle ki: En az nisab mikdarında olmak şartı ile artmaya elverişli bir mal üzerinden +tam bir kamerî yıl geçip son bulmadıkça ona zekat gerekmez. Nisab mikdarı hem senenin +başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu mikdarın sene ortasında azalması, zekatın +verilmesine engel olmaz. Aksine olarak sene içinde artan mal da, sene sonunda diğer mal +ile beraber zekata tabi olur. + Örnek: Bir kimsenin (1364) senesi başında temel ihtiyaçlarından fazla iki yüz dirhem +gümüş mikdarı artıcı bir malı olup mal, sene sonuna kadar devam etse, bundan beş +dirhem zekat vermek gerekir. Bu mal, sene ortasında yüz dirheme indiği halde, sene +sonunda yine iki yüz dirhem mikdarına çıkmış bulunsa, yine beş dirhem zekat gerekir. + Sene başında en az iki yüz dirhem mikdarı iken, sene içinde ticaret, bağış ve miras gibi +sebeblerle dört yüz dirhem mikdarına çıkıp sene sonuna kadar devam etse, on dirhem +mikdarı zekat gerekir. Fakat böyle bir mal, sene başında yüz doksan dirhem mikdarı iken +sene sonunda iki yüz veya üç yüz dirhem mikdarına çıkmış bulunsa yahut sene başında +iki-üç yüz dirhem mikdarı iken, sene sonunda yüz doksan dokuz dirhem mikdarına düşse, +zekat gerekmez. Ancak iki yüz dirhem olduğu günden itibaren devam edecek olan bir yıl +sonunda yine aynı miktara veya daha fazlasına erişecek olursa zekat gerekir. + İmam Züfer'e göre, nisab miktarı, senenin başından sonuna kadar bulunmalıdır. + (İmam Şafiî'ye göre, saime denilen hayvanlarda da hüküm böyledir. Fakat ticaret +mallarında nisabın yalnız ticaret mallarında sene sonunda tam bulunması lazımdır. Sene +başında ve ortasında nisabın noksan olması, zekatın verilmesine engel olmaz.) + 10- Zekata bağlı bir mal üzerinden bir yıl geçtikten sonra bu mal artacak olsa, ana +paraya bağlı olarak yıl sonunda zekata girer. + + + + +Zekatın Sıhhatının Şartı + + 11- Verilen bir zekatın sahih olabilmesi için, zekatı verirken veya onu ayırırken niyetin +bulunması şarttır. Bu esastan şu meseleler doğar: + 1) Zekatı fakire verirken veya zekat için bir mal ayırırken bunun zekat olduğunu kalb +ile niyet etmek gerekir. Dil ile söylenmesi gerekmez. Öyle ki, bir malı fakire zekat niyeti +ile verirken bunun bir bağış veya bir borç olarak verildiğini dil ile söylemek zekata engel +değildir. + 2) Bir mal fakire niyetsiz olarak verilince bakılır: Eğer mal henüz fakirin elinde +bulunuyorsa, zekata niyet edilmesi yeterlidir. Fakat elinden çıkmış ise, niyet edilmesi +yeterli değildir. + Yine, bir kimse, bir adamın malından onun adına zekatını verdiği zaman, o kimse buna +rıza gösterirse bakılır: Eğer o mal fakirin yanında mevcut bulunuyorsa, bu zekat sahih +olur; değilse olmaz. + 3) Zekat vermede vekilin niyeti değil, müvekkilin niyeti geçerlidir. Onun için bir kimse, +zekatını vermek için bir adamı vekil tayin etse, zekat olarak vereceği malı teslim etliği +zaman veya o malı vekil fakire vereceği zaman zekata niyet etmesi gerekir. Vekilin niyeti +yeterli olmaz. Bu vekil, müslüman olabileceği gibi, bir gayri müslim (Zimmî) de olabilir. + 4) Zekat vermek niyetinde olan bir kimse, bunun için bir mal ayırmaksızın zaman +zaman fakirlere bir şeyler verdiği halde, zekata niyet etmek hatırına gelmese, bu +verdikleri zekata sayılmaz. Fakat fakire böyle bir mal verirken: "Bunu niçin veriyorsun?" +diye sorulacak soruya, düşünmeksizin hemen "zekat olarak veriyorum" diyebilecek bir +durumda ise, bu niyet yerine geçer. + 5) Bir kimse fakirlere bir gün sadaka verdikten sonra: "Şu süre içinde verdiğim +sadakaların zekatımdan olmasına niyet ettim." demesi yeterli olmaz. + 6) Bir kimse elinde bulunan bir malı zekata niyet etmeksizin tamamen sadaka olarak +verse, bunun zekatı kendisinden düşmüş olur. İster nafile sadakaya niyet etmiş olsun, +ister olmasın, hüküm aynıdır. Fakat verilen bu mal ile bir nezre veya başka bir vacibe +niyet etmiş olursa, bu mal o niyete göre verilmiş olur. Verilen bu mala düşecek zekatı +ayrıca ödemek gerekir. + 7) Bir kimse, üzerine zekat düşen malının bir kısmını bir fakire bağışlasa, buna isabet +eden zekat kendisinden düşer. + Örnek: Bir zengin, bir fakirde olan yüz bin lira alacağını o fakire bağışlasa, yalnız bir +yüz bin liranın zekatını vermiş olur. Burada zekata niyet edip etmemek eşittir. Bu yüz bin +lirayı diğer mallarının zekatına sayamaz. Yine, fakir olmayan bir borçluya bir mal +bağışlansa, bununla ne o malın ve ne de başka mallarının zekatı verilmiş olmaz. Sahih +olan görüşe göre, bu bağışlanan mala düşen zekatın da ayrıca verilmesi gerekir. + + + + +Zekata Bağlı Olan Mallar + 12- Mallar, "Emval-ı batine - Emval-i zahire (kapalı ve açık mallar)" adı ile iki kısımdır. +Nakid paralarla evlerde ve mağazalarda bulunan ticaret malları "emval-ı batine (kapalı +mallar)"dır. Saime denilen (yılın çoğunu kırlarda otlayarak beslenen) hayvanlar ile bir +kısım arazi gelirleri ve madenler, yer altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret +malları "emval-ı zahire (açık mallar)" dendir. Bunların hepsi de belli bir ölçüde zekata +bağlıdır. + 13- Batınî malların zekatını vermek, sahiblerinin din anlayışına bırakılmıştır. Bu +zenginler, bu tür mallarının zekatını diledikleri fakirlere ve muhtaçlara verebilirler. + Zahirî (açıkta olan) malların zekatlarını (vergilerini) belli ölçüler içinde devlet, özel +memurlar aracılığı ile toplayarak belli yerlere harcar. Bu memurlara "Amil, Saî, Aşir" gibi +adlar verilmiştir. + 14- Önceleri, tüccarları yol kesicilerden ve saldırılardan korumak karşılığında bir kısım +zekatlarını almak için uygun görülen yerlerde "Aşir" adı altında bir takım memurlar +görevlendirilmiş bulunuyordu. Bu memurlar, nisab miktarına ulaşan ve üzerlerinden bir yıl +geçmiş bulunan ticaret mallarından ve paralardan kırkta birini müslümanlardan +toplarlardı. Ancak bu malların sahibleri, daha yola çıkmadan önce o malların zekatlarını +bulunduktan yerde ödediklerini veya bu mallar karşılığında borçlu bulunduklarını veya +mallarının ticaret malı olmadığını veya zekatlarının başka bir "Aşir" tarafından alınmış +olduğunu söylerler ve bu ifadelerinin de aksi meydana çıkmazsa onlardan zekat +alınmazdı. + Bu memurlar, tüccarların yanında bulunur ve çabuk bozulacak sebze, yaş hurma, yaş +üzüm gibi şeylerden zekat almazlardı; isterse kıymetleri nisab miktarından fazla olsun... + İslam ülkelerinde tacirler, ticaret malları için İslam gümrüklerinde verdikleri vergileri +bu malların zekatına sayabilirler. + + + + +Zekata Bağlı Olmayan Mallar + + 15- Bir kimse, hem kendi ihtiyacını ve hem de geçimleri kendi üzerine olan kimselerin +ihtiyaçlarını karşılayan ve temel ihtiyaçlar adını alan şeylerden zekat vermez. Oturulan +evler, evlerin lüzumlu eşyaları, giyinip kuşanmaya ait elbiseler, silahlar, binek hayvanları, +hizmet için kullanılan köle ve cariyeler bir aylık veya bir yıllık yiyecek ve içecek şeyler, +ilim sahiblerinin birer cildden veya takımdan ibaret kitabları, sanatçıların birer takım +aletleri temel ihtiyaçlardan sayılır. İşte bunlar nisab ölçüsüne girmezler. + 16- Ticaret için olmayan fazla miktardaki ev eşyasından kitablardan, sanat aletlerinden +ve yine ihtiyaçtan fazla olan elbiselerden yenilecek ve içilecek şeylerden, altın ve +gümüşten başka süs eşyalarından, yakut, zümrüt, inci ve elmas gibi ziynet eşyalarından +da zekat vermek gerekmez. Çünkü bunlar (hakikaten veya hükmen) artıcı değillerdir. +Ancak bunlar temel ihtiyaçlar dışında olup kıymetleri en az nisab miktarına ulaşınca, +sahibleri zengin sayılır. Her ne kadar zekat vermekle yükümlü olmazlarsa da, kendileri +zekat ve sadaka alamazlar ve bunlar üzerine fıtır sadakası ile kurban kesmek vacib olur. + 17- Bir kimsenin kendi malı olduğu halde elinden çıkıp da faydalanamadığı ve eline bir +daha geçmesi de düşünülemediği mallardan zekat verilmez. Bu mallara "Mal-ı zimar" +denir. Bu durumdaki mallar "nami = çoğalıcı" sayılamayacaklarından zekata bağlı +olmazlar. İsbatı mümkün olmayıp inkar edilen alacak paralar, zorla alınan, çalınan, el +konulan ve geri alınması umulmayan mallar, denize düşüp çıkarılması mümkün +görülmeyen mallar, kırda gömülüp yerleri unutulmuş geçer paralar ve kaybolmuş diğer +mallar bu kısımdandır. Bunlar elden çıktığı için ve bunlardan yararlanılamadığı için, ele +geçmedikleri müddetçe zekata bağlı olmazlar. Fakat bunlar tekrar ele geçince bakılır: +Nisab miktarına ulaşır da zekata bağlı mallardan olursa, ele geçtikleri tarihten itibaren bir +yıl son bulunca, zekatlarını vermek gerekir. + Örnek: Yıllarca inkar edilip bir delil ile isbatı mümkün olmayan yüz bin liradan ibaret + bir alacaktan dolayı bu geçmiş yıllar için zekat gerekmez. Fakat daha sonra borçlunun +ikrarı veya şahid ve sened gibi bir delille alacak isbat edilip tahsil edilse, bu alacağın +isbatı anından itibaren zekata bağlı olur. Aradan bir yıl geçince de zekatını ödemek +gerekir. Ancak para sahibinin zekata tabi başka malı da bulunursa, o zaman bunların +zekatı ile beraber, o ele geçirilen malların da zekatını vermek gerekir, bunlar üzerinden +bir sene geçmesi beklenilmez. + (İmam Züfer ile İmam Şafiî'ye göre, bu tür malların geçmiş yılları için de zekat gerekir. +Çünkü mülkiyet vardır.) + 18- İnsanlara borçlanıp da, onlar tarafindan ödenmesi istenen bir borcun karşılığında +aynı miktarda borçlunun elinde geçer para veya ticaret malı veya saime hayvan +bulunursa, bu zekata tabî olmaz. Ödünç alınmış paralar, yok olmuş eşya bedeli, zevcelere +ödenecek mehir paraları, geçmiş yıllara ait zekat borçları, hep bu borç kısmındandır. +Bunun için bir kimsenin temel ihtiyaçlarından başka elinde nisab miktarı geçer parası +veya ticaret eşyası bulunduğu halde, bu miktara denk borcu bulunsa, kendisine zekat farz +olmaz. + 19- Bir kimsenin nisabdan fazla malı olduğu halde, bir miktar da borcu bulunsa bakılır: +Eğer bu mevcut malından borcu çıktıktan sonra nisabdan noksan olmamak üzere bir malı +kalırsa, yalnız bu malın zekatı gerekir. Fakat nisab mikdarından (iki yüz dirhem gümüş +kıymetinden) az bir şey kalırsa, bundan zekat gerekmez. + 20- Bir kimsenin yüz bin lira fazla parası olduğu halde, geçmiş yıllardan üzerinde +kalmış zekattan yüz bin lira borcu bulunsa, kendisine bu yüz bin lira için zekat gerekmez; +çünkü bunun karşılığı kadar borç vardır. Fakat zekattan kırk bin lira borcu olursa, geri +kalan altmış bin liranın zekatını vermek gerekir. + Zekat, Allah'ın hakkı olmakla beraber, verilmediği takdirde, en büyük idareci +tarafindan istenilip verilmesi gereken yerlere harcanabilir. Bu bakımdan da zekat, insanlar +tarafindan istenecek borçlardan sayılır. Adaktan, keffaretten, fıtır sadakasından ve hac +farzından dolayı olan borçlar ise böyle değildir. Bunların ödenmesi insanlar tarafından +istenemez. Bunun için, bu gibi borçların bulunması, eldeki mevcut malların zekata bağlı +olmasına engel olamaz. + (İmam Şafiîye göre, nisab miktarı artıcı (nami) bir mala sahib olan, bunun karşılığında +borcu olsa da, yine zekatla yükümlü olur. Çünkü zekatın vacib olması, nisab miktarı olan +artıcı (nami) mal sebebiyledir. Bu borçlu ise, buna sahiptir. Hür bir insanın borcu, onun +kişiliği üzerine yüklenir. Hemen onun elindeki mala yüklenmez. Bunun içindir ki, bu malını +istediği gibi kullanma hakkına sahiptir. Borç ile zekat ayrı ayrı haklardır. Birinin +bulunması, diğerinin gerekli olmasına engel değildir.) + Bizce, borçlu fakirdir. Nisab miktarı fazla malı yoksa, kendisine zekat verilmesi bile +caizdir. Zekat vermek ise, zengin olana farzdır. + 21- İnsanlar tarafından istenen bir borcun zekata engel olması, bu borcun geçer +paradan olması veya başka eşyadan bulunması itibariyle eşittir. Aynı zamanda borç +müddetinin girmiş olup olmaması da eşittir, hükmü değiştirmez. Ancak bu borç, zekat +vacib olmadan önce, insanın üzerine geçmiş bulunmalıdır. Yoksa bir malın zekatını +vermek vacib olduktan sonra, gelecek olan bir borç, geçmiş zekat borcunu düşürmez. + İmam Ebû Yusuf'a göre, insan üzerine yüklenen bir borç, zekatın vücubuna (gerekli +olmasına) engel olmazsa da, İmam Muhammed'e göre engel olur. + 22- Bir borca kefil olan kimsenin, kefil olduğu borca denk malından zekat vermesi +gerekmez. Bu kefalet, borçlunun emriyle olsun veya olmasın eşittir. Çünkü kefil de borçlu +demektir. + 23- Bir borç herhangi bir şekilde düşünce, ona denk olan malın zekatı için sene başı bu +düşüş tarihinden başlar. Örnek: Bir kimsenin temel ihtiyaçlarından başka nisab miktarı +nami (artıcı) bir malı bulunduğu gibi, o kadar da borcu bulunsa, kendisine zekat +gerekmez. Fakat bu borç kendisine, bağışlansa, bu bağışlama tarihinden itibaren bir sene +geçince, bu nisab miktarının zekatını vermek gerekir. + Bu mesele, İmamı Azam'a göredir. İmam Muhammed'e göre, bu halde o malın +üzerinden bir sene geçmiş olunca zekatı gerekir. Borç düştükten sonra bir yıl geçmesine +lüzum yoktur. + 24- Geçer para (nakit) ticaret eşyası, saime denilen hayvanlardan ayrı ayrı nisablara +sahib olan bir kimsenin bir mikdar borcu olsa, bu borcuna temel ihtiyaçlarından (ev gibi) + biri karşılık tutulamaz. Zekata bağlı olan mallarından dilediğini karşılık tutar ve +diğerlerinin zekatını verir. Ancak bu mallardan bazısının zekatı devlet tarafından tahsil +edilmiş olursa, o zaman önce borcuna karşı geçer paraları karşılık tutulur. Geçer paralar +yetişmezse, ticaret eşyası karşı tutulur. Bu da yetmezse, zekati az olan hayvanları karşılık +tutmak gerekir. Nisab mikdarı veya daha fazla bir şey kalırsa onun zekatı verilir. + 25- Ticaret için değil de, yalnız kiralarını almak üzere insanın mülkiyetinde bulunan +evlerden, dükkanlardan, gelir getiren tesislerden, kaplardan, aletlerden makinelerden ve +nakil vasıtalarından zekat gerekmez. Ancak bunların kira ve gelirlerinden toplanan paralar +nisab mikdarı olur da karşılığında borç bulunmazsa, toplanan para üzerinden tam bir yıl +geçince veya zekatı verilecek diğer para ve eşyalara ilave edilmekle zekata tabi olurlar. + 26- Ticaret için olmayan atlar, iki İmama göre (İmam Muhammed ve İmam Ebû +Yusuf), saime olsun veya olmasın, dişilerle erkekleri karışık olsun olmasın zekata tabi +değildirler. Fetva da buna göredir. İmamı Azam ile İmam Züfer'e göre, bu atlar saime +olur da; dişileri ile erkekleri karışık bulunursa, bunlar zekata tabidir. Bunlarda nisab +aranmaz. Bunların sahibi, kıymetlerinin kırkta birini zekat olarak verir. Bir görüşe göre +de, her at başına bir dinar (altın) veya on dirhem gümüş verir. Önceleri bir dinar altın, on +dirhem gümüşe denk bulunuyordu. Bu zekatı devlet tahsil etmez. Yükümlü olan kimse, +bu zekatı dilediği fakire verebilir. + 27- Ticaret için olmayan sırf erkek atlar, saime olsun olmasın, İmamı Azam'a göre de +zekata tabi değillerdir. Fakat saime bulunan sade kısraklar için İmamı Azam'a göre zekat +gerekir. Çünkü bunlara kaçak erkek atların karışması ihtimali vardır. Bununla beraber +İmamı Azam'dan başka bir görüş de rivayet edilmiştir. + 28- Merkeb, katır, av için öğretilmiş köpek ve pars, ticaret için olmayınca, zekata tabi +olmazlar, isterse saime olsunlar... Çünkü bunların saime olmaları pek azdır. Çok az olan +şeye ise değer verilmez. + 29- Yük hayvanları ile çifte koşulan hayvanlar, kesilip etleri yenmek veya damızlık için +ahırlarda ve kırlarda beslenen hayvanlar ve ayrıca en az altı ay ahırlarda yemle beslenen +"alüfa" adındaki hayvanlar zekata tabi değildir. + (İmam Malik'e göre, bunlar da zekata bağlıdırlar. Çünkü zekat, mülk ve maliyet +itibariyledir. Zekat buna şükür olarak verilir, işte bu hayvanlarda da mülk ve maliyet +vardır.) + 30- Haram mal için zekat verilemez. Böyle haram bir mala sahib olan kimse, o malı +asıl sahibine geri vermesi gerekir. Yoksa fakirlere sadaka olarak verilmesi gerekmez. +Fakat haram bir mal, helal bir mala karışmış olur da, aralarını ayırmak mümkün değilse, +hepsinin zekatını vermek gerekir. + 31- Zekat zimmete değil, malın aynına bağlı kalır. Onun için bir mal, zekatı verilmek +icab ettikten sonra helak olsa, zekatı düşer. Fakat o mal başkasına bağışlanmak veya +onunla bir ev alınmak suretiyle harcansa, zekatı düşmez, onun zekatını ödemek gerekir. + 32- Zekat için ayrılmış olan bir mal, ziyana uğrasa zekat düşmez. Fakat zekat için +ayrılan bir mal fakirlere verilmeden para sahibi ölse, bu para varislerine miras kalır. + 33- Zekattan borcu olan kimse ölünce, bu borcu vasiyet etmemiş olursa, onun +terekesinden bu para alınamaz. Onun malı varislerine geçmiş olur. Varislerden ehil +olanlar, isterlerse, ölünün bu borcunu kendi hisselerinden bağış yoluyla verebilirler. + 34- Çok kimselerin zekatlarını vermeye vekil olan kimse, bunlardan aldığı zekat +mallarını birbirine karıştırmaksızın fakirlere vermesi gerekir. Onları birbirine karıştırdıktan +sonra verirse, kendi adına sadaka vermiş olur ve o zekat mallarını ayrıca ödemesi +gerekir. + + + + +Ehli Hayvanlara Ait Zekatlar + + 35- Ehli hayvanlar, koyun, keçi, sığır, manda, deve ve at olmak üzere altı cinstir. +Bunlardan, senenin yarısından çoğunu kırlarda ve meralarda otlayıp geçinmek şartı ile + sütlerini almak, üretmek ve semizletmek için beslenen hayvanlara "Saime" denir. Bunun +çoğulu "Sevaim"dir. + Bu mer'alarda ve kırlarda altı ay ve daha az bir zaman otlayıp bu maksadlarla +beslenen hayvanlar "Saime" sayılmadığından zekata bağlı değillerdir. Yine yalnız binilmek +veya yük taşımak yahut kesilip, etleri alınmak için meralarda az çok bir müddet otlatılan +hayvanlar da zekata tabi değildir. Ticaret için olan malların hükmü ise aşağıda yazılıdır. + 36- Saime denilen hayvanlardan, cinslerine göre, senede bir defa olmak üzere belli bir +zekat alınır. Şöyle ki: + 1) Koyun ve Keçilerin Zekatı + Saime olan koyun ve keçinin zekat nisabı kırktır. Bunlar kırktan az ise, zekatları +yoktur. Bunlar kırk koyun olunca, bir koyun zekat verilir. Kırkdan sonra yüz yirmi bir +koyuna kadar zekat yoktur. Yüz yirmi bir koyundan iki yüz bir koyuna kadar iki koyun +zekat verilir, iki yüz bir koyundan dört yüz koyuna kadar üç koyun verilir. Tam dört yüz +koyun için de dört koyun zekat verilir. Bundan sonra her yüz koyun için bir koyun verilir. +Yüzü doldurmayan koyun sayısı zekata bağlı olmaz. Zekat olarak verilecek koyun bir +yaşını doldurmuş olmalıdır, sahih olan budur. + Keçi de koyun gibidir. Bunlar bir cins sayılır. Bunlar, nisabı doldurmak için birbirlerine +ilave edilirler. Böylece otuz koyun ile on keçiden bir koyun zekat gerekir. Bunların +erkekleri ile dişileri zekat hesabı bakımından eşittir. Zekat olarak verilecek hayvan erkek +de, dişi de olabilir. Karışık olan koyun ve keçilerden hangisi daha fazla ise, ondan zekat +vermek sünnettir. Eğer bunlar eşit ise, mal sahibi dilediği cinsten zekatı verir. Fakat bu +hayvanların hepsi aynı cinsten olursa, o cinsten zekatın verilmesi gerekir. Mevcut olan +koyunlar yerine keçiden veya keçiler yerine koyundan zekat veremez. + 2) Sığır ve Mandaların Zekatı + Saime olan sığırlarda zekat nisabı otuzdur. Bundan azı için zekat gerekmez. Otuz +sığırdan kırk sığıra kadar zekat olarak iki yaşına basmış erkek veya dişi bir buzağı verilir. +Kırk sığırdan altmış sığıra kadar, üç yaşına girmiş erkek veya dişi bir dana verilir. Tam +altmış sığır olunca, birer yaşını bitirmiş iki buzağı verilir. Sonra her otuzda bir buzağı ve +her kırkta bir dana verilmek suretiyle hesab edilir. + Örnek: Yetmiş sığır için bir buzağı ile bir dana zekat verilebileceği gibi, seksen sığır için +de iki dana, doksan sığır için üç buzağı, yüz sığır için bir dana ile iki buzağı ve yüz on sığır +için de dört buzağı veya üç dana vermek arasında sahibi serbesttir. Çünkü bunda dört +otuz ve üç kırk vardır. Daha çok sayılar için de bu şekilde işlem yapılır. + Zekat verme bakımından sığır ile manda arasında fark yoktur, bunlar bir cins sayılır. +Bunlar karışık olunca birbirlerine ilave edilirler. Yirmi sığır ile on manda bulunsa, bunlar +için iki yaşına girmiş bir buzağı zekat verilir. Bu iki cinsten hangisi fazla ise, zekat o fazla +cinsten çıkarılır. Her iki cins eşit bulunursa, değerleri az olan cinsin en iyisinden veya +değeri yüksek olan cinsin düşüğünden zekat verilir. Sığırlar değer bakımından düşükse, +bu sığırların en iyi buzağılarından zekat verilir ve bu şekilde denge sağlanmış olur. + 3) Develerin Zekatı + Saime olan develerde zekat nisabı beştir. Beşten az olan develerde zekat yoktur. Birer +yaşını bitirmiş beş deve için bir koyun zekat verilir. Beşten ona kadar bağışlanmıştır. On +deveden yirmi beş deveye kadar her beşde bir koyun verilmesi gerekir. Tam yirmi beş +deve için de, iki yaşına girmiş bir dişi deve yavrusu verilir. Otuz beş deveye kadar başka +bir şey verilmez. Tam otuz altı deveden kırkbeşe kadar da üç yaşını bitirmiş bir dişi deve +verilir. Kırk altı deveden altmışa kadar da, dört yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Tam +altmış bir deveden yetmiş beş deveye kadar da beş yaşına girmiş bir dişi deve verilir. +Yetmiş altı deveden doksana kadar da, üçer yaşına girmiş iki dişi deve vermek gerekir. +Tam doksan, birden yüz yirmiye kadar da, dört yaşına girmiş iki dişi deve verilir. Yüz +yirmi deveden yüz kırk beş deveye kadarda, böyle dört yaşında iki deve ile beraber her +beş devede de bir koyun verilir. Yüz kırk beşden sonra da, fıkıh kitablarımızda açıklandığı +ölçülerle zekatları verilir. + Zekatları verilecek develerin erkek ve dişi olarak karışık bulunmaları veya arab ve +acem develeri olmaları fark etmez. Ancak zekat olarak verilecek develerin orta değerde +dişi olması şarttır. Erkek deve verildiği taktirde, kıymeti itibariyle verilir. + 37- Sene başında nisab mikdarında bulunan saime hayvanlara, sene içinde bağış miras +ve satın alma gibi yollarla aynı cinsten bir kısım saime hayvanlar eklenecek olsa, sene + sonundu bunların tümünden zekat vermek gerekir. + (İmam Şafiî'ye göre, bu eklenen kısım nisab mikdarına ulaşsın veya ulaşmasın, +mülkiyete geçme tarihinden itibaren bir yıl geçmedikçe zekata tabi olmaz.) + 38- Saime bulunan hayvanlar arasındaki kör ve zayıf hayvanlar da nisab hesabına +girer. Fakat bunlar zekat olarak verilmez. + 39- Saime olup da henüz birer yaşını doldurmamış olan kuzulardan ve sığır, manda, +deve yavrularından da zekat vermek gerekmez. Bu, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e +göredir. İsterse sayıları nisab mikdarından çok fazla olsun. Fakat bu yavrular arasında +kendi cinslerinden büyük hayvanlar bulunursa, bu büyüklere bağlı olarak onlar için zekat +gerekir. Mesela: Sene başından sene sonuna kadar bir koyun ile otuz dokuz kuzu +bulunsa, sene sonunda bu koyun zekat olarak verilir. Bunlardan bir kuzu verilmesi yeterli +olmaz. + Yine, yirmi dokuz sığır yavrusu ile bir tane sığır bulunsa, iki yaşına girmiş bir buzağı +vermek gerekir. + Yine, dört deve yavrusu ile bir tane de iki veya üç yaşına girmiş deve bulunsa, bir +koyun verilmesi gerekir. Eğer sene içinde veya sene çıktıktan sonra bu yaşlı hayvanlar +ölecek olsa, geride kalan kuzu ve yavrular için yine zekat vermek gerekmez. + İmam Ebû Yusuf'a göre, böyle yaşlarını henüz doldurmamış hayvanlardan nisab +mikdarına ulaşan olursa, zekat gerekir. Böylece kırk kuzu için bir kuzu zekat verilir. + (İmam Şafiî Hazretlerinin de görüşü böyledir.) + 40- Saime olan hayvanlarda iki nisab arasındaki mikdar, ittifakla zekat dışında +kaldığından bundan dolayı zekat gerekmez. Zekata bağlı olmayan bu iki nisab arasındaki +hayvanlar helak olduğu takdirde de, bunların helaki İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a +göre zekata tesir etmez. Fakat İmam Muhammed ile İmam Züfer'e göre, bunlar helak +olunca, zekat da o nisbette, düşer. + Mesela: Bir kimsenin altmış koyunu bulunsa, bunlardan kırk koyun için yalnız bir +koyun zekat gerekir. Bunlar yüz yirmi koyuna ulaşmadıkça geri kalan yirmi koyun için +zekat gerekmez, bunlar zekattan müstesnadır. Bu durumda bu altmış koyundan on veya +yirmi koyun telef (helak) olsa, yine geri kalan kırk koyun için İmamı Azam ile İmam Ebû +Yusuf'a göre, bir koyun zekat ödenmesi gerekir. Fakat İmam Muhammed ile İmam +Züfer'e göre, böyle altmış koyundan on veya yirmisi telef olsa, zekat da o nisbette azalır. +Şöyle ki: + On koyun telef olunca, bir koyunun altıda biri, yirmi koyun telef olunca, bir koyunun +altıda ikisi nisbetinde zekat mikdarı azalmış olur. + + + + +Ticaret Mallarının Zekatı + + 41- Her nevi ticaret malları zekata tabidir. Ticaret malları, uruz denilen mallardan ve +kumaşlardan olabileceği gibi, buğday, arpa, pirinç benzeri ürünlerden ve demir, bakır, +kalay gibi ağırlık eşyalarından, koyun, deve ve at gibi hayvanlardan, ev, dükkan ve han +gibi gelir getiren mallardan da olabilir. + Ticaret (alım-satım) için olan akarların kira bedelleri de ticaret malı sayılır. Bu ticaret +için olan mülklerden alınan gelirlerde ticaret niyeti olması şart değildir. + 42- Sene başında nisab mikdarına ulaşan (kıymetleri en az iki yüz dirhem gümüş veya +yirmi miskal altın bulunan) ticaret mallarının zekatı için, sene sonundaki kıymetlerine +itibar olunur ve bu kıymetlere göre zekat verilir. Bu kıymetler nisab mikdarından aşağıya +düşerse, zekat verilmez. Sene ortasında azalıp çoğalmalarının bir tesiri olmaz. + Ticaret için olan hayvanlarda da, hayvanların sayısına veya saime olmalarına bakılmaz. +Her halde bunların kıymetleri esas alınır. + 43- Ticaret mallarının sene sonundaki kıymetleri, bulunduktan yerdeki piyasaya göre +takdir edilir. Bu fiyat biçmede sahibleri serbestir. Dilerlerse bu kıymetleri altın ile ve +dilerlerse gümüş ile takdir ve tayin edebilirler. Fakat bunlardan birine göre nisab + mikdarında bulunduğu halde, diğerine göre nisaba ulaşmasa, nisaba ulaşan değere göre +zekatı vermek gerekir. Mesela: Bir ticaret malının kıymeti iki yüz dirhem gümüşe eşit +olduğu halde, yirmi miskal altına eşit olmayıp bundan eksik olsa, nisab bulunduğuna göre +hesaplanarak o malın zekatı verilir. + 44- Ticaret niyeti, ticaret işi ile beraber olmalıdır. Böyle bir işten soyutlanmış olan bir +niyetle bir mal, ticaret için olmuş olmaz. Buna göre, bir insan bir malı satın alırken veya +satmak için birine verirken ticarete niyet etse, o mal ticaret için olur. + Fakat bir kimse, kendisine miras bırakılan, bağışlanan veya vasiyet gibi bir yolla geçen +mal hakkında ticareti niyet etse, yalnız bu niyetle o mal ticaret için olmaz. Bu mesele +İmam Muhammed'e göredir. Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bir kimse kendisine +bağışlanan veya vasiyet edilen bir malı ticaret niyetiyle kabul etse, o mal ticaret için +olmuş olur. Çünkü ticaret mal kazanmak için yapılan bir sözleşmedir. Bir kimsenin kabulü +bulunmadıkça, mülküne girmeyecek olan bir şey ise, onun kabulü ile bir kazancı olur. +Artık onun bu işinde ticaret niyetinin bulunması sahih olur. + 45- Başlangıçta ticaret niyeti ile satın alınmamış olan bir takım eşya veya bir mikdar +zahire benzeri mal, ileride satılmak üzere saklanırsa, bu bir ticaret malı sayılmaz. Onun +için bunun üzerinden bir yıl geçmekle zekatı gerekmez. + 46- Ölçülür, tartılır veya sayılır şeylerden olan bir ticaret malının kıymeti, sene +sonundan sonra artacak veya eksilecek olursa, buna bakılmaz. Ancak tam sene +sonundaki kıymetine bakılır, ona göre zekatı verilir. + Örnek: Sene başından sonuna kadar yüz bin lira kıymetinde bulunan kırk kilelik bir +ticaret zahiresi, sene sonundan sonra yüz yirmi bin liraya çıksa veya seksen bin liraya +düşse, bu değişikliğe bakılmaz, tam sene sonundaki yüzbin liradan ibaret olan kıymete +göre zekat verilir. Buna göre, zekatı, malın kendinden kırkta bir nisbeti ile verilmediği +takdirde, kıymeti olan yüz bin liradan aynı kırkta bir nisbeti ile ödenir. + 47- Ticaret malları bir yıl içinde kendi cinsleriyle veya başka cinslerle değiştirilecek +olsa, bir senelik müddet kesilmiş olmaz; yine sene sonunda zekatlarını vermek gerekir. +Geçer paraların değiştirilmesi hakkında da hüküm böyledir. + Örnek: Bir kimse sene başında en az iki yüz dirhem gümüş kıymetinde bir ticaret +malına sahib olsa veya bu değerde geçer parası olsa, sene ortasında bunlarla başka bir +ticaret malı aldığı zaman bakılır. Eğer elde olan bu mal sene sonunda yine iki yüz dirhem +gümüş kıymetinde veya daha ziyade ise zekata bağlı olur. + 48- Ticaret için olmayan Saime hayvanlar, sene içinde gerek kendi cinsleri ve gerek +başkası ile değiştirilecek olsa, sene başından başlayan müddetin hükmü kalmaz. +Değiştirmek suretiyle ele geçen mal veya nakid üzerinden, değişme tarihinden itibaren bir +yıl geçmedikçe zekat gerekmez. + Örnek: Saime olan kırk koyun, sene içinde başkasına verilip bunların yerine yine saime +olan kırk koyun veya beş deve alınacak olsa, bunların alınışı üzerinden bir yıl geçmedikçe +onlardan zekat alınmaz. Çünkü saimelerden alınacak zekat, onların ayinleri (bizzat +kendileri) ile geçerli olur. Onlara karşılık alınan saime hayvanlar ise, önceki saime +hayvanların aynı değildir. Halbuki ticaret mallarında bu ayniyet işine bakılmaz. Bunlarda +geçerli olan sadece maliyettir. Ticarette ise bu değişiklik istenen bir esas olup bu maliyete +aykırı değildir. + Ancak bu saime hayvanlardan zekatları verilmeden veya verildikten sonra geçer para +ile değiştirilecek olur da adamın yanında başka geçer paralar nisab mikdarı bulunursa, bu +nakidler birbirine ilave edilir. Bu nisab mikdarı ana para üzerinden bir yıl geçinçe, +hayvanlardan ele geçirdiği paralar da buna ilave edilerek zekatları toptan verilir. Nisab +mikdarı ticaret malı bulunduğu takdirde de hüküm böyledir. + İmam Züfer'e göre, bu saime hayvanlar kendi cinsleri ile değiştirilirse, bu değişiklik +müddetin hükmüne engel olmaz. Yine aynı senenin sonunda zekatlarını vermek gerekir, +değiştirme tarihine bakılmaz. + (İmam Şafiî'ye göre de, gerek kendi cinsleri ile, gerek cinslerinden başkası ile +değiştirilmiş olsunlar, müddet kesilmiş olmaz.) + 49- Ticaret maksadı ile kırlarda, mubah meralarda beslenen ehli hayvanlar, saime +zekatına değil, diğer ticaret malları gibi, kıymetlerinin kırkta biri nisbetinden zekata tabi +olurlar. Fakat sonradan yalnız sütleri veya dölleri alınmak üzere saime olmalarına niyet +edilecek olursa, o zaman saime zekatına bağlanırlar ve zekat başlangıcı bu niyet + tarihinden başlayarak tam bir yıl sonunda geçerli olur. Böylece sene sonunda zekatları +saime olarak verilir. + Mubah mer'alardan maksad, para ve kira karşılığı olmaksızın bütün insanların +hayvanlarını parasız otlatmalarına ayrılan yerlerdir. + + + + +Altın ile Gümüşün Zekatı + + 50- Altın ile gümüş ister külçe halinde olsun, ister darbedilmiş olsun, bunlar hangi +maksadla bulundurulursa bulundurulsun, nisab mikdarına ulaşıp da üzerlerinden bir yıl +geçerse, zekata tabi olurlar. + Altının nisabı yirmi miskaldır. Gümüşün nisabı iki yüz dirhemdir. Bir miskal yirmi +kırattır. Her kırat da beş arpa ağırlığıdır. + Bir şer'î dirhem ise, on dört kırattır. Bu halde on şer'i dirhem, yedi miskal ağırlığına +denktir. + Bir de örfî dirhem vardır ki, on altı kırattır. O halde yirmi miskal yirmi beş örfî dirheme +eşittir. İki yüz şer'i dirhem de yüz yetmiş beş örfî dirheme eşittir. + Bazı fıkıh alimlerine göre, zekat ve fitre sadakası konusunda her beldenin örfî dirhemi +esas alınmalıdır. Buna göre gümüşün nisabı, iki yüz örfî dirhemden ibarettir. Bu şekilde +de fetva verilmiştir. Fitre konusuna bakılsın... + 51- Yirmi miskal altının zekatı, yarım miskal altın olduğu gibi, ikiyüz dirhem gümüşün +zekatı da, beş dirhem gümüştür. Yirmi miskalden fazla olan altın dört miskale +ulaşmadıkça ve iki yüz dirhem gümüşten fazla olan mikdar kırk dirheme ulaşmadıkça, bu +fazlalıklar için ayrıca zekat gerekmez. Ancak bu fazla mikdar ile beraber başka bir ticaret +malı da bulunursa o zaman bu fazla mikdarlarla hepsinin zekatı verilir. Fakat altın ile +gümüşten nisab üstünde fazla olan mikdar, kıymetçe dört miskala veya kırk dirheme eşit +olursa, bu fazladan da zekat gerekir. Bu mesele İmam Azam'a göredir, iki İmama (İmam +Muhammed ve İmam Ebû Yusuf) göre ise, böyle küsurlarında ne olursa olsun, zekatını +vermek gerekir. + Örnek: Bir kimsenin yalnız iki yüz otuz dokuz dirhem gümüşü bulunsa, İmamı Azam'a +göre, yalnız iki yüz dirhem için beş dirhem zekat vermek gerekir. Küsur olan otuz dokuz +dirhem için zekat gerekmez. Bu küsur kırka ulaşmadıkça zekatı yoktur. + İki imama göre, bu küsurlar için de kırkta bir nisbetinde zekat vermek gerekir. + Yine, bir kimsenin yalnız iki yüz yetmiş dirhem gümüşü bulunsa, İmamı Azam'a göre, +iki yüz kırk dirhem için altı dirhem zekat vermesi gerekir, geri kalan otuz dirhem için bir +şey gerekmez. Fakat iki imama göre, bu geri kalan +kısım için de zekat gerekir. Altın hakkında da hüküm böyledir. + 52- Altın ile gümüşün nisablarında, bunlardan zekat verilmesi için, kıymetlerine değil, +ağırlıklarına bakılır. Bunda ittifak vardır. + Buna göre altından yapılmış bir tepsinin ağırlığı nisab mikdarından az, mesela on +dokuz miskal olduğu halde, kıymeti yirmi miskalden fazla bulunsa, ittifakla zekata tabi +olmaz. Ancak bununla beraber zekata tabi başka bir mal bulunur da, tümü nisab +mikdarına ulaşırsa zekat gerekir. + Yine, iki yüz adet gümüş dirhemden biri ağırlıkça biraz noksan bulunsa, bunlara zekat +gerekmez. Fakat başka bir zekat malı bulunursa, zekat gerekir. + 53- Kendilerinde riba (faiz) uygulanmayan, şer'an ölçek ve tartı esasına bağlı +bulunmayan mallardan zekat verilmesinde kıymetlerine bakılır. Ağırlık ve adetlerine +bakılmaz. + Buna göre, üzerine zekat olarak orta durumda iki koyun farz olan kimse, bunların +kıymetlerini para olarak verebileceği gibi, bu ikisinin kıymetine denk iyi bir koyun vererek +de zekatını ödeyebilir. Çünkü koyunlar kıymete bağlı mallardandır. Bunlarda riba (faiz) +olmaz. + Fakat kendilerinde riba işlemi yürütülebilen mallarda böyle kıymete değil, ağırlığa + itibar edilir. Mesela: Zekat olarak verilmesi gereken beş kilo buğday karşılığında, dört kilo +iyi cins buğday verilemez. + Yine, iki miskal altın yerine, bir miskal ağırlığında olup üzerindeki sanattan dolayı, iki +miskal kıymetinde bulunan bir altın verilemez. Çünkü bu durumda riba (faiz) gerçekleşir. + Bu mesele, İmamı Azam ile iki îmama göredir, İmam Züfer'e göre verilebilir. Çünkü +kıymetleri eşittir. Kıymetler eşit olunca, kul ile Yüce Allah arasında riba düşünülemez. + (Riba'ya bağlı mallar için, kerahet ve istihsan bölümüne bakılsın.) + 54- Altın veya gümüşten yapılmış bulunan ziynet takımları ve süs eşyaları, tablolar gibi +maddelerden de, nisab mikdarına ulaşınca zekat gerekir. Bu zekat kendi cinslerinden +olmayan bir mal ile ödeneceği takdirde, ağırlıklarına değil, kıymetlerine bakılır. Bunda da +ittifak vardır. Fakat kendi cinsleriyle ödeneceği takdirde, İmamı Azam ile İmam Ebû +Yusuf'a göre, ağırlıkları esas alınır, İmam Züfer'e göre kıymetlerine bakılır. İmam +Muhammed'e göre de, fakir için daha faydalı olan tarafa itibar edilir. + Örnek: Yirmi miskal ağırlığında bulunan bir altın bilezik, kendisindeki sanat bakımından +yirmi beş miskal kıymetinde bulunsa, bakılır. Eğer zekatı gümüş gibi başka bir cinsten +verilecek olursa ağırlığı olan yirmi miskale değil, kıymeti olan yirmi beş miskale bakılarak +zekatını vermek gerekir. Fakat bunun zekatı kendi cinsinden olan altından verilecekse, +İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre, ağırlığı olan yirmi miskal altına göre verilmesi +gerekir, İmam Muhammed ile İmam Züfer'e göre, bu yeterli olmaz, altının kıymetine +göre, değer farkı olan beş miskalin de ayrıca zekatını vermek gerekir. + Yine, iki yüz dirhem has gümüş için, dört dirhem has gümüş kıymetinde olan beş +dirhem karışık gümüş verilse, bu İmam-ı Azamı ile İmam Ebû Yusuf'a göre yeterli olur. +Çünkü ağırlık bakımından istenen mikdara eşittir. Fakat İmam Züfer ile İmam +Muhammed'e göre yeterli olmaz; çünkü kıymet bakımından İstenen değerden daha azdır. + Aksine olarak iki yüz dirhem karışık gümüş için beş dirhem karışık gümüş kıymetinde +dört dirhem saf gümüş verilse, bu İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre yeterli olmaz. +Çünkü ağırlık esasına göre noksandır. Fakat İmam Züfer'e göre yeterlidir, çünkü kıymet +bakımından eşitlik vardır. Cenabı Hak ile kul arasında riba düşünülemez. + 55- Altın ile gümüşün ve ticaret mallarının nisabında, bunların bir cinsten olmaları şart +değildir. Onun için bir kimsenin bir miktar altını ile gümüşü ve bir miktar da ticaret malı +bulunur da, bunlann tümünün kıymeti bir nisab mikdarı olan iki yüz dirhem gümüşe denk +olursa, kırkta bir zekatlarını vermek gerekir. + 56- Her biri nisab mikdarından noksan olan altın ile gümüş, İmamı Azam'a göre, +kıymet bakımından birbirini tamamlayarak nisab aranır, iki imama göre ise ağırlık +bakımından birbirini tamamlarlar. + Buna göre: Bir kimsenin yüz dirhem gümüşü ve yüz dirhem gümüş kıymetinde de on +miskal altını bulunsa, bunun için ittifakla beş dirhem gümüş zekat vermesi gerekir. Fakat +yüz dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş kıymetinde beş miskal altını yahut elli dirhem +gümüş ile yüz elli dirhem gümüş kıymetinde on miskal altını bulunsa İmamı Azam'a göre +beş dirhem mikdarı zekat gerekirse de, iki imama göre gerekmez; çünkü cüz bakımından +nisabları noksandır. Fakat yüz elli dirhem gümüş ile elli dirhem kıymetinde beş miskal +altın bulunsa, yine ittifakla zekatları gerekir. Çünkü kıymetleri tam gümüş nisabına +denktir. Bundan başka birinin nisabı dörtte üç, diğerinin nisabı dörtte bir nisbetinde +mevcut olduğundan tamamı bir nisaba denk bulunmuş olur. + 57- Yüz elli dirhem gümüşle beraber altmış veya seksen dirhem gümüş kıymetinde beş +miskal altın bulunsa, İmamı Azam'a göre iki yüz dirhemin kırkta biri olarak beş dirhem +zekat gerekir. Küsurlar kırka ulaşmadığı için bunlardan zekat gerekmez, iki İmam'ın +görüşüne göre, bu küsurlardan dolayıda kırkta bir nisbetinde zekat vermek gerekir. +Küsurlarda bağış, iki İmama göre yalnız saime hayvanlara mahsustur. Bu bağışlanan +küsur, geçerli para ile ticaret eşyalarında olmaz. + (İmam Şafiî'ye göre, altın ile gümüş, nisabı doldurmak için birbirlerine ilave edilemez; +çünkü cinsleri değişiktir. Bunların her biri için ayrı ayrı tam bir nisab şarttır.) + 58- Geçerli olan karışımlı paraların altınları veya gümüşleri, kendilerine karışmış +bulunan yabancı maddelerden daha fazla veya eşit bir halde ise, bunlar altın ve gümüş +hükmündedir, ona göre zekatları verilir. Eğer bu paraların altın veya gümüş kısmı, onlara +karıştırılan yabancı maddelerden az ise, bunlar ticaret malı hükmüne girerler. Sene +sonunda kıymetlerine göre zekatları verilir. Bunlarda ticaret niyeti aranmaz; çünkü geçerli + para yerindedirler. + 59- Geçerli olan paralar veya ticaret malları altın ile gümüşten karışık halde olsalar +bakılır: Altınları karışan yabancı maddeden fazla olanlar altın hükmünde, gümüşleri fazla +olanlar da gümüş hükmünde olur. Buna göre nisab mikdarın ulaşınca, zekata girerler. +Böyle altın veya gümüşü, yabancı maddeden daha fazla olan geçerli paralar ticaret malı +olmayınca ağırlıklarına bakılır. Eğer nisaba ulaşırlarsa zekatları verilir, değilse verilmez. +Ancak nisabdan az olan bu gibi geçerli paralar yanında zekata bağlı başka mal varsa, ona +göre zekat gerekir. + 60- Para halinde geçerli olmayan altın ile gümüş, başka bir madenle karışık olunca +çoğunluğa göre hükmedilir. Altın veya gümüş yabancı maddeden fazla veya eşit durumda +ise, tümü altın veya gümüş hesab edilir. Eğer altın veya gümüş, karıştırılmış yabancı +maddeden az ise bakılır: Altın veya gümüş kısmı kıymetçe nisaba ulaşırsa veya +ulaşmadığı takdirde, zekata bağlı başka mallar varsa, onlarla beraber zekatlarını vermek +gerekir. + Bunlar ticaret mallarından ise, diğer maden kısmı da ayrıca nazara alınır. Bunların altın +veya gümüş kısmı, böyle nisab mikdarına ulaşmıyorsa, hepsi ticaret eşyası hükmünde +olur. Bu halde ticaret mallarından ise, kıymetleri en az iki yüz dirhem gümüşe denk +olmalıdır ki, zekata bağlı olsunlar. Yahut nisaba varmıyorsa, kendileriyle beraber başka +ticaret malı veya geçerli para mevcut ise, bunlarla zekata tabi olurlar, değilse olmaz. + 61- Altın ile gümüş darbedilmiş geçerli para cinsinden olmamak üzere karışık bir halde +bulunursa, bakılır: Eğer yalnız başına olarak altın nisab miktarında ise veya ikisi bir nisab +mikdarında olup altın gümüşe ağırlık veya kıymetçe üstün veya eşit ise, hepsi altın sayılır. +Ona göre zekat gerekir. Fakat altın nisab mikdarında olmayıp kendisine gümüş galip ise, +o zaman hepsi gümüş sayılır. + Örnek: Altın yirmi miskal olduğu halde, gümüş iki yüz veya üç yüz dirhem bulunsa, +bunların hepsi altın sayılır (çünkü yalnız başına altın nisabı gerçekleşmiştir. Bu esas +alınır.) Yine, altın on miskal olduğu halde, iki veya üç yüz dirhem gümüş kıymetinden +daha değerli olsa, yine hepsi altın sayılır. Fakat altın on miskal olduğu halde, gümüş kısmı +yüz veya iki-üç yüz dirhem kadar olup kıymetçe on miskal altından daha yüksek bulunsa, +hepsi de gümüş sayılır. + + + + +Kağıt Paralarla Banknotların Zekatı + + 62- Kaime ve evrak-ı nakdiye denilen kağıt paralar, istenilen zamanda bankaların +nakde çevirdiği ve bedellerinin alınabildiği banknotlar nakid para hükmündedir. Çünkü +bunların altın ve gümüş gibi piyasada kullanılması adet haline +gelmiştir. Bunların karşılıkları gerçekten veya hükmen mevcut bulunmaktadır. Bunlar +hazır bir mal demektir ve bütün insanların servetini teşkil etmektedir. Bunlardan +yeterince elde bulunduranlar fakir değil, zengin sayılmaktadır. Bunlar sadece bir alacak +senedi yerinde değildir. Bunlardan hemen faydalanmak mümkündür. Bunlar birer geçerli +para ve değişim vasıtası olarak kabul edilmiştir. Bunlar diğer paralar gibi istenilen +zamanda harcanır ve değiştirilerek karşılığında yarar sağlanır. + Onun için bunlar, geçerli para ve ticaret malları hükmünde olup kendi başlarına veya +diğer altın ve gümüş paralarla veya ticaret malları ile beraber nisab mikdarında olunca en +az iki yüz dirhem kıymetine denk bulununca, sene sonunda altın veya gümüş ile olan +kıymetlerinin kırkta biri nisbetinde zekata bağlı olurlar. Bu zekat kendi cinslerinden de +verilebilir. + Örnek: Kırk liranın zekatı için bir lira zekat verilmesi caizdir. Aynı şekilde, karışım +halinde olup altın ve gümüşü az bulunan madenî paralarla sırf bakırdan, nikelden veya +deriden yapılarak geçerli durumda olan paralar hakkında da hüküm böyledir. + Eğer bunlar, altın ve gümüş gibi nakid sayılmayıp zekata bağlanmasalar, fakirler zekat +nimetinden mahrum olur. Birçok zenginlerde, servetlerini bu gibi kağıt ve madeni + paralara bağlayarak zekat gibi büyük bir nimetin sevabından nasipsiz kalmış bulunurlardı. +Böylece zekatın farziyetindeki şer'î hikmet de ortaya çıkmazdı. + 63- Bankalara yatırılan ve belli müddetlerde alınabilen ve karşılığında senedleri +bulunup başkalarına devredilebilen asıl paralar da, ikrarla, senedle sabit borç paralar +hükmündedir. Onun için bunlar da nisab mikdarında bulunup üzerlerinden her sene +geçtikçe zekata bağlı olurlar. + + + + +İstenen Borç Paraların Zekatı + + 64- Başkalarının üzerinde olup deyn (borç) denilen ve nisab mikdarına ulaşmış +bulunan paralar zekata tabi olup olmama bakımından şöyle üç kısımdır: + 1) Kuvvetli Alacak: Bunlar, borç olarak verilen paralar ile ticaret mallarının bedeli +olan alacaklardır. Bu alacaklar, borçlular tarafından ikrar edilince, tahsil edildikleri zaman +geçmiş senelere ait zekatları da verilmek gerekir. Şöyle ki: + Bir kimsenin iki sene müddetle üzerinde olup ikrar ettiği on bin lira borcu, kendisinden +tahsil edilince, geçen o iki yıla ait zekatı vermek gerekir. Bu halde, bu on bin lira, +kıymetçe bin dirhem gümüşe eşit olsa, bundan birinci sene için 250 lira, veya 25 dirhem +gümüş zekat verilir. Geri kalan 9750 liradan da ikinci sene için İmamı Azam'a göre 240 +lira veya 24 dirhem gümüş verilir ki, bu mikdar küsur olan on beş dirhem hariç kalmak +üzere 9750 dirhemin kırkta birine eşittir. İki imama göre ise 243 lira 30 kuruş zekat +vermek gerekir. Çünkü küsur kalan on beş dirhem de kırkta bir nisbetinde zekata tabidir. + Böyle kuvvetli bir borç olup da üzerinden sene geçmiş ise, bundan en az kırk dirhem +mikdarı tahsil edilirse, bunun zekatı hemen verilir. Bundan az tahsil edilirse, hemen +zekatının verilmesi gerekmez. Ancak bu mikdar borcu tahsil eden kimsenin başka zekat +malı varsa onunla beraber bunun da zekatını verir. Fakat böyle bir borç inkar edilmekte +ise, tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait zekatı, İmam Muhammed'e göre gerekmez. +Alacaklının elinde sened veya şahid bulunması bu hükmü değiştirmez. Çünkü her delil +hakim için geçerli olmaz. Herkes de dava açıp delillerini ortaya koyamaz. Sahih kabul +edilen görüş budur. + 2) Orta Alacak: Ticaret için olmayan bir malın bedelinden bir kimse üzerinde kalan +alacaktır. Ev kirasından bir kimse üzerinde kalan bir alacak veya eski bir elbisenin +verilmesinden dolayı karşılığında istenen bir para gibi. Bu gibi alacaklar, borçlunun +üzerinde kaldığı müddet geçecek yıllar için zekata tabi olmazlar. Ancak tam nisab mikdarı +(iki yüz dirhem gümüş mikdarı) tahsil edilince zekatı gerekir. Nisabdan az tahsil edilen +için gerekmez. Yalnız sahibinin zekata tabi başka malları varsa, o zaman nisab mikdarını +bulan bu mallar arasında bunun da zekatı verilir. + İmamı Azam'dan, daha sahih görülen bir rivayete göre, bu kısım alacakların geçmiş +yıllara ait zekatları gerekmez. Ele geçtikten sonra, üzerlerinden bir yıl geçmedikçe +zekatları gerekmez. Eğer para sahibinin zekata bağlı başka malı olursa, o zaman hepsinin +zekatı verilir. + 3) Zayıf Alacak: Bu, bir malın bedeli olmaksızın bir kimsenin üzerinde kalan alacaktır. +Varisin üzerinde kalan ve sahibine ödenmesi gereken vasiyet parası, henüz ele geçmemiş +diyet bedeli, kadının kocası üzerindeki mehir alacağı, boşama anlaşması sonunda alınacak +mal bedeli gibi. Bu nevi alacakların geçmiş yıllar için zekatı gerekmez. Nisab mikdarı ele +geçip üzerinden bir yıl geçmedikçe de zekatları verilmez. Ancak az çok ne kadar tahsil +edilirse, zekata bağlı diğer mallara ilave edilirler. Böylece onların da zekatı birlikte +verilmiş olur. Bir rivayete göre, bunlardan diyet ve kitabet bedeli müstesnadır. Bunlar ele +geçişlerinden itibaren zekata girerler. + (İmam Şafiî'ye göre alacak, zekatın ödenmesini geciktiremez. Ele geçmese de onun +zekatını vermek gerekir. Çünkü borç verilmesi, hak sahibinin arzu ve isteği ile olmuştur. +Bu bakımdan fakirin hakkını geciktirmekte hakkı bulunmaz.) + Arazi Ürünlerinin Zekatı + + 65- Arazi ürünlerinden devletçe alınacak mikdar, arazinin cinsine göre değişir. Bu +mikdar, zekat, sadaka, haraç ve icar bedeli mahiyetinde olur. Şöyle ki: Bugün +müslümanların ellerindeki arazi, başlıca şu dört kısma ayrılmıştır: + 1) Öşür Arazisi: Fethedilen bir memleketin halkı kendi rızaları ile müslüman olur da, +ellerindeki arazi onların mülkiyetine geçirilirse veya bir memleket kuvvet gücü ile +felhedilip arazileri İslam mücahidlerine mülkiyet üzere verilmiş olursa, bu gibi topraklar +Öşür arazisidir. Arab yarımadası bu çeşit arazidir. Bu toprakların ürünlerinden onda bir +veya yirmide bir nisbetinde "öşür" adı ile zekat alındığı için bunlara "Öşür Arazisi" +denmiştir. + 2) Haraç Arazisi: Bu, anlaşma veya üstünlük elde etmek suretiyle fethedilip yerli +bulunan gayri müslim halka veya diğer gayri müslimlere temlik edilmiş olan topraklardır. +Irak köyleri ve çevresi bu kısımdandır. + Bu çeşit araziden, ya ürününe göre veya uygun görülecek belli bir mikdarda (haraç) +adıyla bir vergi alınır. Bu zekat değildir. + 3) Sırf Mülk Arazisi: Memleket arazisinden olup Hazineye ait iken sonradan bir bedel +karşılığında bazı kimselere satılmış bulunan topraklardır. Bunların ürünleri de, sahibleri +müslüman olunca, zekat bakımından Öşür arazisinin ürünleri gibidir. + Yalnız mülk evlerin çevresindeki mülk bahçeler, bu evlere bağlı olduğundan bunların +ürünlerinden ve ağaçlarının meyvalarından öşür vesaire alınmaz. + 4) Memleket Arazisi: Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilip bir kimsenin +mülkiyetine geçirilmeksizin bütün müslümanların yararına bırakılmış olan topraklardır. +Bunlar bütün halk adına devlete ait olup kullanma hakkı halka tapu ile verilegelmiştir. +Bunların yalnız kullanma hakları belli kimselere aittir. Bu haklara sahib olanlar icarcı +(kiralayan) hükmündedir. Devlete verecekleri belli hisse veya vergiler de, icar bedeli +hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir arazinin ürününden öşür ve diğer bir nam altında +zekat gerekmez. Çünkü öşür ile haraç veya öşür ile bu hükümde bulunan icar bedeli bir +arazide toplanmaz. Türkiye'deki arazi genellikle bu kısımdandır. + 66- Arazi ürünlerinde İmamı Azam'a göre nisab aranmaz. Buğday, arpa, pirinç, darı, +karpuz, hıyar, patlıcan, yonca, şeker kamışı benzeri öşür arazisi ürünlerinde, az da olsa +çok da olsa, "Öşür" adı ile hisse alınır. + İki İmam'a göre, beş vask (*) mikdarı olmayan ekinlerden ve insanların elinde bir sene +kalmayacak sebzelerden öşür alınmaz. + 67- Bir öşür arazisi yağmur veya ırmak, çay suları ile sulanırsa, ürünleri onda bir +nisbetinde "öşür" zekatına tabi olur. Eğer dalya, dolap ve hayvan ile veya satın alınacak +sularla bütün sene veya senenin yarısından çoğu sulanacak olursa yirmide bir nisbetinde +öşür alınır. + Tohumlar, amele ücretleri ve diğer masraflar elde edilen üründen çıkarılmaz. Bu +ürünler üzerinden bir yıl geçmesi de gerekmez. Bir yıl içinde birkaç defa elde edilen +ürünlerin hepsinden aynı ölçülerle öşür alınır. + 68- Öşürde esas arazidir, mal sahibi değildir. Bir öşür arazi vakfedilse, çocuklara veya +mecnunlara ait bulunsa, yine ürünün'den "öşür" alınır. + 69- Öşür arazisindeki bal ve kudret helvasından da onda bir nisbetinde zekat alınır. +Ekilmeden başka bir işe yaramayan tohumlar ise, zekata tabi olmaz. Bunlar ticaret için +olursa, ticaret malı kısmına girip zekatları verilir. + 70- Zeytin ve susam tanelerinden öşür alındığı takdirde, sonradan elde edilecek +yağlarından tekrar öşür alınmaz. + Yine, öşrü verilen üzümler için sonradan tekrar zekat vacib olmaz. + 71- Öşür arazisi ürünlerinden alınacak muayyen hisseler, ürünler tamamen yetişip elde +edildiği zaman alınır. Bundan önce alınmaz. Öyle ki, daha bitmemiş ekinlerin ve +belirmemiş meyvelerin öşürlerini vermek caiz değildir. Fakat bunlar bittiği ve belirdiği +zaman, sahibleri dilerse öşürlerini verebilirler. + 72- Daha öşrü verilmemiş olan ekinlerden veya ağaç üstündeki meyvelerden +yenmemelidir. Bununla beraber öşrünü hesab edip ödemek niyeti ile yenilmesi helal olur. +Çünkü yediğini ödemiş olacaktır. + 73- Öşür arazisi ürünlerinin öşrü veya memleket arazisinin icar bedeli zamanında +verilmeyip sonradan zayi olsa veya sahibi ölse, bunu ödemek gerekir. + 74- Mer'alardan ve çayırlardan biçilip toplanan otlardan, mubah kabul edilen dağlarda +yetişip kendiliğinden büyüyen kerestelik ağaçlardan, kamışlardan veya kendiliğinden +yetişmiş başka ağaçlardan, derelerden avlanan balıklardan öşür alınmaz. + Fakat dağlardan toplanan meyvelerden öşür alınacağı gibi, ağaçlık, kamışlık edinilen +yahut çayır elde etmek için su verilen öşür arazisinden ve müslümanlara ait mülk +araziden her yıl kesilip satılacak ağaçlardan, kamışlardan ve otlardan da öşür alınır. + Yine, bu arazide bulunup kendisi ile ipek böceği beslenilen dut yapraklarından öşür +alınır, ipeğinden alınmaz. Bu ipek hayvana bağlıdır, ipek böceği öşre bağlı olmadığından, +onun bir parçası sayılan ipek de öşre bağlı olmaz. + 75- Öşür arazisi ürünlerinden veya memleket arazisi ürünlerinden bir kısmı, sahibleri +tarafindan ticaret maksadı olmaksızın anbarda saklanır da üzerinden bir yıl geçtikten +sonra satılırsa, bedelleri olan paralar nisab mikdarı olsa bile, bunlara zekat vermek +gerekmez. Çünkü zekat, öşür ile veya kira bedeli ile birleşmez. Ancak satılıp alınan +bedeller üzerinden bir yıl geçerse o zaman zekat gerekir. + Yine bu ürünlerin sahibine bir ay veya bir sene yiyecek olmak üzere yetecek +mikdardan fazlası nisab mikdarına ulaşır da, ticaret niyeti ile saklanırsa, üzerinden bir +sene geçince zekata bağlı olur. + +* Bir "vask" altmış sa'dır. Bu da (62400) dirheme eşittir. Bunun beş katı da yaklaşık olarak 950 kg.dır. + + + + +Madenlerin ve Definelerin Zekatı + + 76- Yerlerin altında yaratılmış veya saklanmış olarak bulunan mallara "Rikaz" denir. +Yaratılmış olanlar madenlerdir. Saklanmış olan mallar da, definelerdir ki, bunlara "Kenz" +de denir. + 77- Madenler üç çeşittir. + 1) Ateşle yumuşayıp eriyebilenler. Altın, gümüş, bakır, kalay, nikel ve demir madenleri +gibi... Civa da bu kısma girer. + Öşür ve haraç arazisinde veya sırf mülk arazide veya sahralarda bu cins madenlerden +beşte bir nisbetinde devlet adına hisse alınır. Geri kalan kısmı, sahibi varsa ona ait olur, +yoksa bulanın olur. + Bu duruma göre, memleket arazisi içinde bulunan madenlerin de tamamen devlete ait +olması gerekir. Çünkü bunların sahibi, toplum adına devlettir. Fakat İmamı Azam'dan +diğer bir rivayete göre, öşür arazisi ve haraç arazisi gibi bütün mülk arazilerde bulunan +madenler sahiblerine aittir. Bunlardan beşte bir (humus) alınmaz. + 2) Ateşle yumuşayıp erimeyen madenler: Kireç, alçı taşı, yakut, elmas, firuze gibi +maddeler. Bu gibi madenlerden hisse alınmaz. Bunların tamamı sahibine, sahibi yoksa +bulana aittir. + 3) Sıvı halinde bulunan madenler: Su, tuz, zift, neft (petrol) gibi. Bunlardan da bir şey +alınmaz. Bunlar tamamen arazi sahibine aittir. + 78- Definelere gelince, bunlar da şöylece üç kısımdır: + 1) İslam definesi: Bu, üzerinde İslam nişanı, tevhid kelimesi gibi bir alamet bulunan +para ve eşyalardır. Bunlar yitik eşya hükmündedir. Bunları bulanlar, fakir iseler +kendilerine harcarlar, değilseler ya fakirlere veya devlete verirler. + 2) Cahiliyet definesi: Üzerinde put resmi gibi cahiliyet devrine ait nişan bulunan +gömülü para ve eşyalardır. Bunların beşte biri devlete verilir. Geri kalan kısmı arazi + sahibine, arazinin sahibi yoksa bulana ait olur. Dağ ve sahra gibi mülk olmayan yerlerdeki +böyle definelerin de beşte biri devlete, geri kalanı bulan kimseye ait olur. Bulanın zimmî +olması da aynıdır. Bulma hakkına sahib olur. + 3) Şüpheli define: Üzerinde özel bir alamet bulunmayan, müslümanlara mı, yoksa +müslüman olmayanlara mı ait olduğu bilinemeyen gömülü para ve eşyalardır. Bunlar bir +görüşe göre, "Cahiliyet definesi" hükmündedir. Diğer bir görüşe göre de, yitik eşya +yerinde sayılır. + Denizlerden çıkarılan incilerden, gömülmüş geçer paralardan, balıklardan ve +anberlerden zekat olarak bir şey alınmaz. Bu, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e +göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, denizden çıkarılan geçer paralardan, inciden ve +anberden beşte bir nisbetinde bir hisse alınır. + (İmam Şafiî'ye göre, altın ile gümüşten başka madenlerden zekat alınmaz. Altın ile +gümüşten de, nisab mikdarından noksan olmamak şartı ile kırkta bir nisbetinde zekat +alınır.) + + + + +Zekatı Ödeme Yolları + + 79- Zekata bağlı olan altın, gümüş, ekin, hayvanat ve ticaret mallarının zekatlarını +bizzat kendilerinden (ayinlerinden) vermek caiz olduğu gibi, bunların kıymetlerini vermek +de caizdir. Burada mal sahibleri serbesttir. Keffaretlerde, nezirlerde ve fitrelerde de +hüküm böyledir. Çünkü İslam şeriatında mal sahiblerine kolaylık gösterilmesi gerekli +olmuştur. Bu ibadetin vacib olmasındaki hikmet, fakirleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu +hikmet ise, bu malların kıymetlerini vermekle de gerçekleşir. + Bundan dolayı bir kimse, altının zekatı için gümüş, zahire veya kumaş verebilir. Saime +olan hayvanlar için veya ticaret maları için de, nakden para verilebilir. Ancak burada +fakirler için daha faydalı olan yönü seçmek iyidir. + (İmam Şafiî'ye göre, üzerlerine zekat gereken şeylerin aynen kendilerinden verilmesi +lazım gelir. Kıymetleri verilmez.) + 80- Zekatı gerektiren bir eşya veya alacak karşılığında diğer bir eşyayı zekat vermek +caiz olduğu gibi, bir borcu da ele geçirilemeyecek bir borç karşılığında fakire bağışlamak +caizdir. Fakat bir borcu, bir malın veya ele geçirilecek bir borcun karşılığında zekat olarak +bağışlamak caiz değildir. Çünkü borç, maliyet bakımından maldan (ayinden) noksandır. +Artık tam olan bir şey karşılığında noksan olan bir şey verilemez. Ele geçirilecek bir borç +da, ayin (mal) yerindedir. + Bunun için bir kimse, elindeki üç lirasını veya üç lira kıymetindeki bir ticaret malını, +yüz yirmi liradan ibaret olan bir nakid mevcudu için veya birisinde alacağı olan bu mikdar +para için zekat olarak verebilir. + Yine, bir fakirdeki alacağını o fakire tamamen bağışlasa, zekata niyet etmiş olsun +olmasın, bu alacağın zekatını vermiş olur. Fakat bu alacağının bir kısmını bu fakire +bağışlasa, yalnız bu bağışlanan kısmın zekatı verilmiş olur. Tahsil edeceği diğer paranın +zekatı verilmiş olmaz. + Yine, bir kimse bir fakirdeki alacağını, kendi elindeki bir malın zekatı için o fakire +bağışlasa, bununla o malın zekatını vermiş olmaz. + Yine, bir kimse bir fakirin üzerindeki alacağını diğer bir şahsın üzerindeki alacağının +zekatı için o fakire bağışlasa, bununla o şahıstaki alacağının zekatını vermiş olamaz. + 81- Bir kimse, fakir olan borçlusunu borcundan kurtarmak ve kendisi de elindeki +malların zekatını kısmen olsun ödemek isterse, borçlusuna borcu kadar nakid bir parayı +zekat niyeti ile verir. Borçlu da eline geçirdiği bu para ile borcunu alacaklısına öder. + 82- Zengin bir kimsenin üzerindeki bir borç, üzerinden bir sene geçtikten sonra o +zengine bağışlansa, sahih olan görüşe göre, bu borcun zekatı düşmez. + 83- Bir kimse, bir adamdaki alacağını, elindeki bir malın zekatına saymak üzere, bir +fakirin o parayı gidip almasına müsaade etse, bununla o zekat fakirin eline geçmesiyle + ödenmiş olur. + 84- Toplanmış olan nisabları ayırmak caiz olmadığı gibi, ayrılmış nisabları toplamak da +caiz değildir. Şöyle ki: + Bir kimsenin seksen koyunu bulunsa, yalnız bir koyun zekat vermesi gerekir. Yoksa +koyunlar iki nisab mikdarına ulaştığı için iki koyun zekat vermek gerekmez. Fakat iki +kişinin eşitlik üzere ortak seksen koyunu bulunsa, bunların iki koyun zekat vermesi +gerekir. Çünkü her ortağın nisab mikdarı koyunu vardır. Bunlar toplanamaz. Bu koyunlar, +yalnız bir kişinin malı imiş gibi sayılamaz. + İki kişi arasında ortak olan kırk koyun veya yirmi miskal altın ise, zekata bağlı başka +mallar bulunmayınca, zekat gerekmez. Çünkü ortaklardan hiç biri nisab mikdarına tek +başına sahib değildir. + İki ortaktan birinin hissesi nisab mikdarına ulaştığı halde diğerininki ulaşmıyorsa, bu +kimse zekat vermez. Nisaba malik olan verir. Birisinin koyunları kırk, diğerinin koyunları +yirmi tane bulunsa, birincisi bir koyun zekat verir, ikincisi hiç vermez. + Aynı şekilde, zekat vermekle yükümlü olan bir kimse ile yükümlü olmayan arasında +ortak olan mallar hakkında da hüküm böyledir. Yükümlü olan zekatını verir, yükümlü +olmayan ortak ise, hissesi mikdarına göre zekatını verir, diğerinin hissesinden zekat +gerekmez. + 85- Nisab mikdarında olan bir malın zekatı, daha sene dolmadan erkene alınarak +verilebilir. Çünkü vücuba sebeb olan nisab bulunmuştur. Sonradan ödenecek olan bir +borcu öne alıp acele ödemek esasen sahihtir. Bu fakirler için yararlı olan bir iştir. Fakat +nisab mikdarında olmayan bir mal için, böyle zekatın yıl dolmadan önce verilmesi caiz +değildir. Bu mal sonradan nisab mikdarına ulaşmış olursa, o andan itibaren bir sene +sonunda ayrıca zekatını vermek gerekir. Önceden verilmiş olan zekat, bir sadaka yerine +geçer. + (İmam Malik'e göre, zekat acele edilerek vaktinden önce verilemez, ibadetler de aynı +şekilde, vakitlerinden önce yerine getirilemez. İmam Şafiî'ye göre, yalnız bir senelik zekat +önceden verilebilir. Daha fazla yıllar için önceden verilemez.) + 86- Nisab mikdarındaki bir malın birkaç senelik zekatı birden verilebilir. Yıl sonunda bu +mikdar mevcut bulunmadıkça zekatları verilmiş olur. Bu mikdar azalırsa, verilen fazla +kısım sadaka yerine geçer. + 87- Bir kimsenin mesela, yüz lirası olduğu halde, önceden acele olarak iki yüz liralık +zekat verip de aynı yılda sahib olacağı diğer yüz liranın zekatına ve sahib olmadığı +takdirde bu mevcut yüz liranın ertesi sene için olan zekatına sayılmasına niyet etse, bu +niyeti caiz olur. + 88- Bir kimsenin mesela, bin lirası olduğu halde, iki bin lira sanarak ona göre zekat +verecek olsa, bu fazla verdiği zekatı ertesi senenin zekatına sayabilir. + 89- Bir kimse, her ikisi de, ayrı ayrı nisab mikdarında olan altın ve gümüşten ibaret +mallarından yalnız birinin adına zekatını acele ederek önceden vermiş bulunsa, bu zekat +her ikisine sayılarak verilmiş olur. Çünkü bunlar, cinsleri bir sayılıp birbirine ilave +edildiğinden böyle bir ayırım boşunadır. Onun için bunlardan biri, yıl içinde helak olsa, bu +zekat tamamen diğeri için sayılmış olur. Fakat hayvanlar hakkında böyle değildir. Bu cins +hayvanların zekatını böyle acele olarak önceden vermek, diğerlerinin zekatına sayılamaz. + 90- Bir kimse, malının zekatından bir fakirin borcunu, fakirin izni ile ödeyecek olsa, +zekatını vermiş olur. Fakat fakirin izni olmadan ödeyecek olsa, borç düşer; fakat zekat +verilmiş olmaz. + 91- Bir kimse, usul ve füruundan olmayan ve yalnız akrabalık yönünden nafakası +üzerine düşen bir yetime, zekat niyeti ile elbise yaptırsa veya bir yiyecek verse, zekatı +yerine geçer. Fakat böyle bir yetimi kendi sofrasına alıp beraberce yedikleri yemeği +zekatına saymak isterse, bu İmam Ebû Yusuf'a göre caiz olursa da, İmamı Azam ile +İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. Çünkü bu halde temlik bulunmaz. + 92- Zekatın, zekata ehil olan kimseye temlik edilmesi (mülkiyetine geçirilmesi) şarttır. +Onun için fakirlere ikram olarak yedirilen yemek zekat sayılmaz. + Yine, bir hayır işine harcanan para zekata sayılamaz. Zekat parası ile hac yaptırılamaz. +Yine zekat parası ile ölülere kefen alınamaz veya borçları ödenemez. Fakat bir fakir, aldığı +zekat parasını kendi rızası ile bu gibi hayır yollarına harcasa, bundan hem o fakir, hem de +ona zekatı vermiş olan şahıs sevab kazanmış olur. + Yine, bir fakiri bir evde oturtmakla zekata saymak caiz olmaz. Çünkü bu bir temlik +sayılmaz. + + + + +Zekatın Verileceği Yerler + + 93- Zekat verilecek kimseler, müslüman fakirler, miskinler, borçlular, yolcular, +mükâtebler (sözleşmeli köleler), mücahidler ve amiller (zekat toplayıcıları) olmak üzere +yedi kısımdır. Şöyle ki: + 1) Fakir: İhtiyacından fazla olarak nisab mikdarı bir mala sahib olmayan kimsedir. Bu +kimsenin temel ihtiyaçlardan olan evi, ev eşyası ve borcuna denk parası bulunsa da, yine +fakir sayılır. + 2) Miskin: Hiç bir şeye sahib olmayıp yemesi ve giymesi için dilenmeye muhtaç olan +yoksul kimsedir. + 3) Borçlu: Bundan maksad, borcundan fazla nisab mikdarı mala sahib olmayan veya +kendisinin de başkasında malı varsa da, alması mümkün olmayan kimsedir. Böyle borçlu +olan kimseye zekat vermek, borcu olmayan fakire vermekten daha faziletlidir. + 4) Yolcu: Bundan maksad, malı memleketinde kalıp elinde bir şey bulunmayan garib +kimsedir. Böyle bir adam yalnız ihtiyacı kadar zekat alabilir, ihtiyaçtan fazla alması helal +olmaz. Bununla beraber bu gibi kimselerin mümkün olunca borç almaları, zekat +almalarından daha iyidir. + Kendi memleketinde bulunduğu halde malını kaybeden ve böylece muhtaç durumda +kalan kimse de yolcu hükmündedir. Bunlar, sonradan mallarını ele geçirmekle, almış +oldukları zekat paralarından arta kalanı sadaka olarak fakirlere vermeleri gerekmez. + 5) Mükâteb: Bir bedel karşılığında azad edilmek üzere efendisi ile bir anlaşma yapmış +olan köle veya cariye demektir. Böyle borç altına girmiş olan bir köleyi bir an önce +hürriyetine kavuşturmak için ona zekat verilebilir. Fakat bir kimse, kendi mükâtebine +zekat veremez. Çünkü bunun yararı kendisine dönmüş olur. + 6) Mücahid: Bundan maksad, Allah yolunda gönüllü olarak savaşa katılmak istediği +halde, yiyecekten, silahdan ve diğer şeylerden mahrum olan kimse demektir. Böyle bir +kimseye, ihtiyaçlarını gidermesi için zekat verilebilir. Buna: "Fi sebilillah infak = Allah +yolunda harcama" denir. + 7) Amil: Bundan maksad, idareci tarafından meydandaki zekat mallarının zekatlarını +toplamakla görevlendirilen kimsedir. Buna "Saî, tahsildar" da denir. Böyle bir görevliye, +bu çalışması süresince, fakir olmasa bile, ailesinin ve kendisinin ihtiyaçları için yeterince +zekat verilebilir. + 94- Yukarıda gösterilen yedi kısımdan her biri, zekatın verileceği yerdir. Bir kimse +zekatını bunlardan herhangi birine verebileceği gibi, bir kısmına veya tümüne de +dağıtabilir. Bununla beraber nisab mikdarına ulaşmayan bir zekatın, bunlardan yalnız +birine verilmesi daha faziletlidir. Çünkü bu ihtiyacı karşılamış bulunur. + 95- Bir fakire bir elden nisab mikdarı zekat vermek caiz ise de, keraheti vardır. Ancak +fakirin borcu varsa veya kalabalık nüfusu olur da bu zekatı onlarla bölüştüğü zaman nisab +mikdarı kendilerine düşmezse, bunda kerahet yoktur. + 96- Bir fakir bir zenginden malının zekatını isteyerek mahkemede dava edemez. Çünkü +zekatın o davacı şahsa verilmesi bir borç değildir. Aynı zamanda bu bir ibadet olduğundan +sahibinin din anlayışına bırakılmıştır. + + + + +Kimlere Zekat Verilir, Kimlere Verilmez? + 97- Bir kimse, kendi zekatını fakir bulunan zevcesine, usulüna (babasına, dedesine, +anasına ninesine...) ve füruuna (çocuklarına, çocuklarının çocuklarına...) veremez. İddet +beklemekte olan boşanmış zevcesine de veremez. Çünkü buna vereceği zekatın yararı +kısmen de olsa kendisine ait bulunmuş olur. Oysa bu yarar, tamamen kendisinden +kesilmiş bulunmalıdır. + İmamı Azam'a göre, bir kadın da zekatını, fakir bulunan kocasına veremez. Çünkü +adete göre, aralarında bir menfaat ortaklığı vardır, iki İmama göre, kadın fakir olan +kocasına zekatını verebilir. + 98- Temel ihtiyaçlarından başka nisab mikdarı bir mala sahib olana da zekat +verilemez; çünkü bu kimse zengin sayılır, ihtiyaçtan fazla olarak elde bulunan malın +ticaret eşyası, nakid para gibi artan bir mal yahut ev ve ev eşyası gibi artmayan bir mal +olması fark etmez. + Fakat zengin bir kimseye, nafile şeklinde olan bir sadakanın verilmesi caizdir. Bu yönü +iledir ki, vakıfların sadaka kısmından sayılan gelirlerini vakfiye senedi gereğince, zengin +kimselerin almaları da helal bulunmuştur. Bu bir bağış ve ikram yerindedir. + 99- Haşim Oğulları ile bunların azadlılanna zekat verilemeyeceği gibi, öşür, adak, +keffaret benzeri diğer sadakalar da verilemez. Zekat ve bunun cinsinden sayılan şeyler, +insanların yıkantısı sayılır. Haşim oğullarının şeref ve kıymeti böyle bir şeyi kabulden +beridir. Bunlara ancak bir ikram ve hediye şekli ile sadaka verilebilir. + Haşim Oğullarından maksad, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin +amcaları Hazret-i Abbas ile Haris'in evlad ve torunlarından ve Hazreti Ali ile kardeşleri Akıl +ve Cafer'in neslinden gelenlerdir. Bu şahısların, ihtiyaçlarına göre, Hazinenin ganimetler +kısmından payları vardır. Bu paylarını almadıkları takdirde, ihtiyaçtan kurtulmaları için, +kendilerine zekat verilebileceğini söyleyen fıkıh alimleri de vardır. + 100- Kendisine zekat verilecek kimse, zekatı alma zamanında zekat almaya ehil +bulunmalıdır. Bu ehliyetin sonradan kaybolması, peşin verilen zekatın sıhhatine engel +olmaz. + Buna göre, bir malın zekatı daha sene dolmadan bir fakire verildikten sonra, sene +henüz sona ermeden o fakir zengin olsa veya ölse, o malın zekatını yeniden vermek +gerekmez ve böyle verilen zekat da geri alınamaz. Çünkü verilmesinden beklenen sevab +kazanılmıştır. + 101- Bir kimse zekatını, zengin bir erkeğin (buluğa ermemiş) küçük çocuğuna +veremez. Çünkü bu çocuk, babasının malı ile zengin sayılır. Fakat zengin bir kadının fakir +ve yetim olan ve babası müslüman olan çocuğuna zekat verilebilir. Çünkü bu çocuğun +nesebi, baba tarafından sabittir; anasının serveti ile zengin sayılmaz. + Yine, bir kimse zekatını, zengin bir adamın fakir ve müslüman olan babasına veya +zengin bir adamın fakir ve müslüman olan (buluğa ermiş) büyük çocuğuna veya o şahsın +fakir ve müslüman bulunan zevcesine verebilir. Çünkü bunlar birer şahıs olarak tasarrufa +ehildirler, birbirlerinin serveti ile zengin sayılmazlar. + 102- Zekat, müslüman olmayanlara verilemez. Çünkü zekat müslim olan fakirlerin +hakkıdır. Bir hadis-i şerifde: "Zekatı, müslümanların zenginlerinden alıp fakirlerine +veriniz," buyurulmuştur. Bunun için müslüman olmayanlar zekat vermekle yükümlü +değillerdir. Bu ibadet, müslümanlara ait dinî ve içtimaî (sosyal) bir görevdir. Bu göreve +ortaklık etmeyenlerin bundan faydalanma hakları olamaz. + Yalnız İmam Züfer, zekatın zimmîlere (İslam idaresi altındaki gayri müslimlere) de +verilmesini caiz görmüştür. Çünkü zekattan maksad, bir ibadet yolu ile muhtaç kimseleri +ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu maksad da, fakir zimmîlere zekatı vermekle elde edilir. +Bununla beraber nafile sayılan sadakaların zimmîlere verilebileceğinde ittifak vardır. + 103- Zekatı akrabaya vermek daha faziletlidir. Şöyle ki: Önce muhtaç olan erkek veya +kız kardeşlere, sonra bunların çocuklarına, sonra amcalara, halalara, sonra bunların +çocuklarına; sonra dayılara, teyzelere ve bunların çocuklarına, daha sonra akraba sayılan +diğer yakınlara vermek daha faziletlidir. Bunlardan sonra da fakir komşulara ve meslek +arkadaşlarına vermekte fazilet vardır. + 104- Zekatı, malın bulunduğu yerdeki fakirlere vermelidir. Yıl sonunda başka +memleketlerdeki fakirlere gönderilmesi mekruhtur. Ancak kendilerine zekat gönderilecek +kimseler, akraba iseler veya malın bulunduğu yerdeki fakirlerden daha muhtaç iseler, o + zaman uzakta olan bu gibilere gönderilmesinde kerahet olmaz. + Bununla beraber zekatı, daha senesi dolmadan başka bir memlekete göndermekte bir +sakınca yoktur. + 105- Bayramlarda ve diğer günlerde muhtaç olan hizmetçilere veya çocuklara veya +m��jde getiren fakir kimselere verilecek bahşişlerin zekat niyeti ile verilmesi caizdir. + 106- Verilen bir zekat, fakir tarafından veya fakir olan çocuğun ve mecnunun velisi +veya vasisi tarafından alınmadıkça tamam olmaz. + Fakir olan bir bunağın veya buluğa yaklaşmışın veya paranın kıymetini bilip +aldanmayacak bir yaşta bulunan çocuğun zekatı alması yeterlidir. + 107- Bir kimse zekatını vermek için araştırma yapıp zekata ehil olduğunu anladığı bir +adama zekatını verir de, gerçekten o adamın zekata ehil olduğu meydana çıkarsa, +ittifakla bu zekat caiz olur. Aksine durumu anlaşılamaz veya zengin olduğu sonradan +meydana çıkarsa, İmamı Azam ile İmam Muhammed'e göre, yine zekat geçerli olur. + Fakat araştırma yapmaksızın ve zekata ehil olup olmadığını hiç düşünmeden zekat +verilecek olsa, geçerli olursa da, zekata ehil olmadığı sonradan meydana çıkarsa, yeniden +zekatı vermek gerekir. Çünkü araştırma işinde noksanlık yapılmıştır. + 108- Zekata ehil olup olmadığında şübhe edilen bir kimseye araştırma yapmaksızın +verilen zekat, geçerli olmamak tehlikesindedir. Eğer sonradan o kimsenin fakir olduğu +meydana çıkmış olursa, zekat yerini bulmuş olur, değilse olmaz. + + + + +Fitre Sadakası + + 109- Fitre sadakası, Ramazan ayının sonuna yetişen ve temel ihtiyaçlarından başka en +az nisab mikdarı bir mala sahip bulunan her müslüman için verilmesi vacib olan bir +sadakadır. Buna yalnız "Fitre"de denir. Fıtrat sadakası, sevab için verilen yaratılış ikramı +demektir. + 110- Fitre sadakasının vacib olması, zekatın farz kılınmasından öncedir. Orucun farz +kılındığı yıla raslar. Bu bir yardımlaşmadır, orucun kabulüne ve can çekişme ile kabir +azabından kurtuluşa bir yoldur. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye, bayram gününün +sevincine katılmalarına bir yardımdır. Bu yönü ile fitre sadakası, insanlık için bir hayır ve +bir görevdir. + 111- Fitre sadakası, Ramazan Bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren +vacib olursa da, bundan önce ve bundan daha sonra da verilebilir. Önceden verilmesiyle +fakirler bayramlık ihtiyaçlarını gidermiş olurlar. + (Üç İmama göre, fitre sadakası Ramazanın son akşamında güneşin batmasından +itibaren vacib olur. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza edilmesi +gerekir.) + 112- Fitre sadakası, nisab mikdarı bir mala sahib olan her hür müslüman için vacibdir, +ister çocuk olsun, ister mecnun olsun... + Bunların velileri, bunların mallarından bu sadakayı vermezlerse, kendileri baliğ +olduktan veya iyileştikten sonra bu sadakayı ödemekle yükümlü bulunurlar. Bu mesele, +İmamı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göredir, İmam Muhammed ile İmam Züfer'e göre, +bunlara fitre sadakası vacib olmaz. Bu gibilerin babaları veya vasileri bu sadakayı onların +mallarından verirlerse, onu ödemek zorunda olurlar. Bu sadakayı onlar adına vermek, +babalar üzerine vacib olur. Fitrelerini babalar kendi mallarından verirler. + Bu nisabdan maksad, iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunlann +kıymetine denk bir maldır. Bu mal, temel ihtiyaçlardan (borçtan, oturulan evden, ev +eşyasından, bineceği at ve kuşanacağı silahdan, ailesinin bir aylık veya bir yıllık +geçiminden) fazla bulunmalıdır. Bu fazla malların para veya ticaret malı olması şart +değildir. Bu fazla olan mal üzerinden bir yıl geçmesi de aranmaz. + İşte bu mikdar bir mala sahib olan her müslüman için zekat almak veya vacib olan +sadakaları kabul etmek haramdır. Üzerlerine kurban kesmek de vacibdir. + (Üç îmama'a göre, Bayram günü ile bayram gecesine mahsus olmak üzere, kendisi ile +aile halkının yiyeceklerinden ve temel ihtiyaçlarından fazla fitre mikdarı bir mala sahib +olan bir müslüman için fitre sadakası vacib olur.) + 113- Ramazan Bayramının ilk günü fecrin doğuşundan önce vefat eden veya fakir +düşen veya fecrin doğuşundan sonra dünyaya gelen veya (İslama giren) bir müslümana +fitre sadakası vacib olmaz. Fakat fecirden sonra ölen bir müslümana vacib olur. Eğer +vasiyet etmişse, terekesinin üçte birinden ödenir. Varislerin kendi mallarından vermeleri +de caizdir. + 114- Nisab mikdarı mal, fitre sadakasının vücubundan sonra telef olsa fitre düşmez, +çünkü verilmesi için önceden bir imkan hasıl olmuştu. Zekat ise böyle değildir, onda +kolaylığı gerektiren bir imkan gereklidir. + 115- Ramazanda bir özür sebebiyle oruç tutamayan kimseye de fitre sadakasını +vermek vacibdir. Hasta, yolcu ve takatsiz kalmış ihtiyar gibi... + 116- Nisaba malik olan bir mü'min hem kendisi, hem bunak ve mecnun olan evladı, +hem küçük yaşta olan çocukları ve hem de hizmetinde bulunan köle ve cariyeleri için fitre +sadakasını vermekle yükümlüdür. Köle ve cariyeleri müslüman olmasalar da, bunlar için +fitre vermesi yine vacibdir. Fakat ticaret için olan köle ve cariyelerden ötürü fitre vermek +gerekmez. Çünkü bunlar zekata bağlıdırlar. Bir maldan hem zekat, hem de fitre vermek +olmaz. Bunlar birleşmez. + Yukarıda açıklandığı gibi, İmam Muhammed'e göre, zengin olan çocuklar için de fitre +sadakası vermek babalarının malına düşen bir borçtur. + 117- Fakir bir çocuğun babası ölmüş olursa veya fakir düşerse, dedesi (babasının +babası) nisaba malik ise, çocuğun babası yerine geçer ve fitre sadakasını verir. Bununla +beraber sahih görülen bir görüşe göre, bu çocuk için fitre vermek dedesi üzerine vacib +olmaz. + 118- Bir kimse, kendi zevcesinin ve akıl sağlığı yerinde büyük evladının fitre sadakasını +vermekle yükümlü olmaz. Çünkü bunlardan her biri kendi başına tasarruf hakkına sahib +mükellef kimselerdir. Onun için bunlardan her biri nisaba malik ise, zekatını kendi +malından vereceği gibi, fitre sadakasını da kendi malından vermekle yükümlüdür. Aynı +zamanda sadakalarda bir ibadet manası vardır. Koca, zevcesine ait bir ibadet görevini +yüklenmek için evlenmemiştir. + 119- Bir kimse, zevcesinin veya büyük yaştaki evladının fitrelerini onların izinleri ile +kendi malından verecek olsa yeterli olur. Bunlar kendi idaresinde ve geçimi altında +bulundukları takdirde izinleri olmaksızın vermesi de yeterlidir. Çünkü bu durumda adet +bakımından izin var sayılır. Aile arasında bulunan diğer şahıslar hakkında da hüküm +böyledir. Gerçek yönden veya adet bakımından izin gereklidir. Çünkü fitre sadakasında +niyet bulunmalıdır, niyetsiz verilemez. Böyle bir izin ise, niyet yerine geçer. + (İmam Şafiî'ye göre, zevcenin fitre sadakası, kendisi zengin olsa bile, kocasına aittir. +Kendilerine ücret tayin edilmeyen hizmetçiler hakkında da hüküm böyledir.) + 120- Bir kimse, kendi geçimi altında bulunsalar bile, babasının ve annesinin fitre +sadakasını vermekle yükümlü değildir. Baba fakir olduğu halde mecnun ise, fitresini +vermek zorundadır. + 121- Fitre sadakası dört cins maldan belli bir mikdarda verilir. Şöyle ki: Buğdaydan +yarım sa'(Irakî) ki, beş yüz yirmi dirhem verilir. Buğday unu ile kavutu da, buğday +hükmündedir. Arpadan, kuru üzümden ve kuru hurmadan da bir sa'(bin kırk dirhem) +verilir. Bunların yerlerine kıymetlerinin verilmesi de caiz hatta daha faziletlidir. Fakat +fakirlerin ihtiyacı bunların kendilerine daha çok ise, o zaman kendilerini vermek daha iyi +olur.(*) + 122- Burada dirhemden maksad, zekat nisabında olduğu gibi, Şer'i dirhemdir. Bununla +beraber her beldenin Örfde kullandığı dirhem ölçüsünü esas kabul etmek gerektiğini +söyleyenler de vardır. Örfi dirhem daha fazla olduğu için, fitre sadakasını bundan vermek +ihtiyata uygundur ve ziyade sevabı vardır. + (Üç İmama göre, fitre sadakası buğdaydan da bir sa'dır. Fakat bu sa'dan maksad, Irak +sa'yi değil, Hicaz sa'yi olan 693 1/3 dirhem mikdarıdır.) + 123- Fitre sadakası için buğday, arpa, üzüm ve hurma birer değişmez ölçüdür. Çünkü +bunlardan maksad, fakirin bir günlük ihtiyacını gidermektir. O da bunlarla karşılanır. Eğer +belli bir para ölçü olarak gösterilmiş olsaydı, ,bu gaye elde edilemezdi. Çünkü yiyeceklerin + fiyatı zaman zaman değişmekte olduğundan, belli para bazı yıllar bu maksadı karşılar ve +bazan da karşılayamazdı. + 124- Fitre sadakası, zekat gibi niyet edilerek fakirlere temlik şekli ile verilir. Yemek +ikramı şeklinde verilemez. Bu niyet, malı ayırırken yapılabileceği gibi, fakire verirken de +yapılabilir. Ancak fakire bunu verirken fitre olduğunu söylemek gerekmez. + 125- Fitre sadakasını, aralarında zevciyet veya doğum bakımından ilgi bulunanların +birbirlerine vermesi sahih değildir. Bir kimse fıtresini, fakir olan karısına, babasına ve +oğluna veremez. + Fitre sadakası, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre, fakir olan zîmmîlere de +verilemez. Fetva da bu şekildedir. Çünkü bunun verilmesindeki maksad, bayram gününde +fakir müslümanların ihtiyaçlarını gidererek onların da bayrama sevinçle katılmalarını +sağlamaktır. Bu maksad, fitrenin zimmîlere verilmesi ile elde edilmez. Bununla beraber, +fitrenin zimmîlere verilebileceğini söyleyen alimler diyorlar ki: Bu sadakadan asıl maksad, +mutlak olarak fakirlerin ihtiyacını bir ibadet niyeti ile karşılamaktır. Bu maksad, fakir +zimmîlere verilmekle de kazanılır. Çünkü onlara verilecek sadaka da bir ibadettir. + 126- Bir kimse fıtresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir. Birçok +kimseler de, fitrelerini birkaç fakire verebilecekleri gibi, bir fakire de verebilirler. + Fakat bir görüşe göre, bir fitre birkaç kimseye verilemez. + 127- Birkaç fitre, gerek aynen ve gerek kıymet olarak sahiblerinin izni ile karıştırılmış +bir halde fakirlere verilebilir. Her fitreyi diğerinden ayırmaya gerek yoktur. Bununla +beraber fitrelerin ayrı ayrı verilmesi ihtiyata daha uygundur. + 128- Fitre sadakası, yükümlünün bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Başka +yerlere gönderilmesi mekruhtur. + "Eksiklikten ve fazlalıktan münezzeh ve yüce olan Allah, doğruyu daha iyi bilir +ve O'nun kereminin kemâlinden başarıya ulaştırması ve mükâfatlandırması +umulur." + + +* Bir sa' (Irakî), 1040 Şer'i dirhemdir. 910 örfi dirheme eşittir. O halde 520 şer'i dirhem +de 455 örfi dirheme eşittir. Küsurlara bakılmazsa, 1040 şer'i dirhem 2917 kg.dır. 1040 +örfi dirhem de (3.333 kg.) eder. O halde, 520 şer'i dirhem 1.458 kg.dır. 520 örfi dirhem +de 1.667 kg.dır. Bir kg 357 şer'i dirheme ve 312 örfi dirheme eşittir. Bir kilo mikdarındaki +bir şeyin, bir buğdayın fiyatı elli lira kabul edilecek olsa, 1.667 kg. buğdayın tutarı, +1.667x50=83 lira 35 kuruş olur. + 6. Bölüm: Hac + +Hac İle Umrenin Mahiyetleri + + 1- Hac, lûgatta, saygı değer makamları ve diğer yerleri ziyaret kasdında bulunmaktır. +Din deyiminde ise: "Arafat'da özel vaktinde bir mikdar durmaktan ve ondan sonra Kâbe-i +Muazzama'yı usulü üzere tavaf ederek ziyaret yapmaktan ibarettir. Hac yapan kimseye +Hâcc (Hacı) denir. Bunun çoğulu "Hüccac"dır. + 2- Umre, lûgatta ziyaret manasınadır. Din deyiminde: "Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve +Safa ile Merve denilen iki yer arasında sa'y etmekten (koşar gibi gidip gelmekten) +ibarettir. Bunun için belli bir zaman yoktur. Senenin her mevsiminde yapılabilir. Yalnız +Arefe günü ile Kurban bayramının dört gününde yapılması mekruhtur. Ramazan ayında +yapılması mendubdur. + 3- Umre, müekked bir sünnettir. Bunu yapan kimseye "Mutemir" denir. Farz olan +hacca, Hacc-ı Ekber denildiği gibi, umreye de "Hacc-ı Asgar" denilir. Bununla beraber +Arefe günü cumaya raslayan bir farz hacca da "Hacc-ı Ekber" denilmektedir. + (Umre, İmam Malik'e göre de bir müekked sünnettir. Fakat İmam Şafiî'ye göre, +ömürde bir defa hemen yerine getirilmesi gerekmeyen bir farz-ı ayndır. Hanbelî'lere göre, +hemen yerine getirilmesi gereken bir farzdır.) + + + + +Haccın Nevileri + + 4- Hac, farz, vacib ve nafile kısımlarına ayrıldığı gibi, ifrad hac, temettü hac ve kıran +hac nevilerine de ayrılır. Şöyle ki: + 1) Farz hac, şartlarını kendisinde toplayan bir müslümanın ömründe bir defa +yapmakla yükümlü olduğu hacdır. + 2) Vacib hac, nezredilen veya başlanmışken bozulan nafile bir hacca karşılık kaza +edilecek olan hacdır. + 3) Nafile hac, buluğ çağına ermemiş olmakla mükellef bulunmayanın veya farz haccı +yapmış bulunan bir kimsenin Allah rızası için nafile olarak yapacağı haçtır ki, bu hac +tekrar tekrar yapılabilir. (*) + 4) İfrad hac, beraberinde umre yapmaksızın yalnız başına yapılan farz, vacib ve nafile +hacdır ki, ihrama girerken yalnız hacca niyet edilir. Bunu yapana "Müfrid" denilir. + 5) Temettü hac, hac mevsiminde önce umre için ihrama girilip umre yapıldıktan +sonra aynı mevsimde daha yurda dönmeden tekrar ihrama girerek usulü üzere yapılan +farz hacdır. Bu haccı yapana "Mütemetti" denir. Bu, ifrad hacdan daha faziletlidir. + 6) Kıran hac, hac aylarından önce veya hac ayları içinde mikattan evvel veya mikatta +Umre ile farz haccı bir ihramda toplayıp bir niyetle Umre yapıldıktan sonra usulü üzere +yerine getirilen hacdır. Bu şekilde hac yapılması Temettü hac yapılmasından daha +faziletlidir. Bu haccı yapana da "Karin" denir. Bunların açıklama ve uygulamaları ileride +gelecektir. + 5- Haccın farz, vacib ve sünnet olan herhangi bir işine "Nüsük" denir. Bunun çoğulu +"Menasik" dir. Bu söz, aslında ibadet ve su ile bir şeyi temizlemek demektir. +(*) On iki yaşını bitirip henüz buluğa ermemiş olan erkek çocuğuna mürahık, dokuz yaşını tamamlayıp da buluğa +ermemiş olan kız çocuğuna mürahıka denir. + Haccın Rükünleri + + 6- Haccın rükünleri, mahiyetini teşkil eden farzları ikidir. Biri, Arafat'da bir müddet +beklemek, diğeri de Kâbe-i Muazzama'yi farz manada tavaf etmektir. + 7- Arafat, Mekke-i Mükerreme'nin güney doğusunda altı saat uzaklıkta bulunan bir +yerdir. Hac yapacaklar için Arafat'da durmak zamanı, Zilhice ayının dokuzuna rastlayan +Arefe gününün zeval vaktinden itibaren Kurban bayramı ilk gününün fecrinin doğuşuna +kadar olan zamanın herhangi bir kısmıdır. Bu müddet içinde bir dakika dahi olsa, +beklemekle bu farz yerine gelmiş olur. Bu Arafat'da uyanık bir halde durmakla uyumak +veya baygın bulunmak halleri eşittir. + 8- Belirtilen müddetten önce veya sonra, Arafat'da durmakla "Vukuf" farizası yerine +getirilmiş olmaz. Ancak Zilhicce'nin hilâlinde şüphe olur da Zilkade otuz gün olarak +tamamlanmış bulunur ve sonradan Zilkade'nin yirmi dokuz gün olduğu anlaşılırsa, bu +takdirde Arafat'da durmanın ilk Kurban Bayramı gününe rastlamış bulunması istihsan yolu +ile caizdir ve yeterlidir. + 9- Hacıların Arefe günü sanarak Arafat'da durdukları günün Terviye (Zilhiccenin +sekizinci) günü olduğu anlaşılırsa, bu bekleme yeterli olmaz. Arefe günü tekrar durmaları +gerekir. Şu kadar ki, bütün insanlar tarafından vakfe ve farz tavaf yapıldıktan sonra +haccın sahih olmadığına (bir gün önce yapıldığına) dair ortaya çıkacak haberler ve +şahidlikler artık dinlenmez. + 10- Arafat meydanının ortasında "Cebel-i Rahmet" yanında kıbleye karşı durulup +Allah'a ayakta dua edilmesi daha faziletlidir. Burası, manevî değeri çok büyük olan bir +yerdir. Dünyanın her tarafından akın edip gelen, yurdları, dilleri ve renkleri başka başka +olan; fakat düşünce ve gayeleri bir olan yüz binlerce müslüman, Arafat'da, kefenlere +bürünmüş, kabirlerinden dirilip Mahşer meydanında toplanacak bir muhteşem insan +kitlesini andırır. Bunların hep birden duygulu bir dille Allahü Teâlâ Hazretlerini tevhid ve +tebcile başlamaları, Allah'dan bağış dilemeleri ve ikram beklemeleri, melekleri bile +heyecana getirecek yüksek ve ruhanî bir manzara meydana getirir. + Şüphe yok ki, Allahü Teâlâ Hazretleri, bu garip kullarına lütfedecek ve meleklerine +şöyle hitab buyuracaktır: "Şu uzak ülkelerden gelip toz-toprak içinde kalmış, kıyafetleri +perişan bir halde, benim rahmet ve yardımımı dileyen kullarıma bakınız! Ben şanı yüce, +onları bağışlayacağım ve mağfiretime erdireceğim." Böylece feyiz ve bereketi nihayetsiz +olan Yüce Allah'ın rahmeti ve yardım denizleri dalgalanıp duracaktır. + Ne kutsal bir tecelli, ne yüce bir başarı!.. + (İmam Malik'e göre Arafat'da bekleme müddeti, Arefe günü güneşin zevalinde +gündüzün fecrine kadar devam eder. O günün güneşin zevalinden batışına kadar, bir an +bile olsa, beklemek vacibdir. Güneşin batışından sonra da bir mikdar beklemek gerekir ki, +farzdır.) + 11- Kâbe-i Muazzam'a, Mekke-i Mükerreme şehrinde Allahü Teâlâ'nın emri ile İbrahim +aleyhisselâm'ın ilk olarak veya yenilemek suretiyle yapmış olduğu dört köşeli yüksek ve +mübarek bir binanın işgal ettiği kutsal bir yerdir. Burası bütün müslümanların kıblesidir. +Bu kıblegâha, İlâhi bir mabed ve İlâhi rahmetin tecelli kaynağı olmasından dolayı +Beytullah Beyt-i Muazzam adı verilmiştir. + Kâbe-i Muazzama, Harem-i Şerif ve Mescidü'l Haram denilen büyük bir Mescidin +ortasında bulunmaktadır. Bu mescidin etrafında kubbeler vardır. Geri kalan kısım açıktır. +Yedi minaresi, birçok kapıları, içinde minberi, Zemzem kuyusu ve İbrahim aleyhisselâm'ın +Makamı vardır. + 12- Ziyaret tavafına gelince: Bu, Arafat'da vakfeden sonra Kâbe-i Muazzamanın +etrafında yedi defa dolaşmaktan ibarettir ki, bunun dört defası farz olan bir rükündür. + Ziyaret tavafının vakti, Kurban Bayramının ilk günü fecir doğduktan sonra hayatın son +gününe kadar uzayan bir zamanın herhangi bir kısmında yapılacak bir tavaf ile hac +farizası tamamlanmış olur. + Tavafın Mahiyeti ve Nevileri + + 13- Tavaf, lûgatta ziyaret etmek ve bir şeyin etrafında dolanmak manasıdır. Tavaf +edene Taif ve tavaf edilen yere de Metaf denir. + Din deyiminde tavaf, Kabe'nin etrafında yedi defa dönmekten ibarettir. Şöyle ki: + Kabe'nin güney tarafındaki bir köşesine Rükn-ü Hacer ve diğer köşesinde Rükn-ü +Yemanî denir. Rükn-ü Hacer'de Hacer-i Esved denilen mübarek bir taş vardır ki, tavafa +buradan başlanır. Beyt-i Muazzama sola alınarak Kabe'nin kapısına doğru gidilmek +suretiyle Beyt'in çevresinde dolaşır. Böylece Hacer-i Esved'den başlayarak yapılan bir +dolaşım yine orada tamamlanmış olur. Buna bir "şavt" denir. Aynı şekilde yedi defa +yapılan şavt ile tavaf biter. + 14- Tavaf, bir nevi namazdır. Allahü Teâlâ'ya heyecan ve muhabbetle yapılan tazimin +bir nişanesidir. Allah'ın Arş'ı etrafında dolaşan kutsal meleklerin hallerine bir benzeyiş +şeklidir. + Kâbe-i Muazzama, bu yaşanılan âlemde, göremediğimiz melekler alemindeki İlâhî +makamın bir görüntüsü yerindedir. Bu maddî Beyt'in çevresindeki beden hareketleri, +melekler âleminde Arş çevresinde yapılan ruhanî hareketlerin birer işaretidir. + 15- Gerek tavafa başlarken ve gerek tavaf esnasında Hacer-i Esved'in önüne her +geldikçe ona karşı durulur. Namaza durur gibi, eller kaldırılır, tekbir ve tehlil getirilir. +Mümkünse öpülür veya eller sürülür. Bu da mümkün değilse, yalnız ona karşı eller yukarı +kaldırılır, işaret yapılır ki, buna İstilâm (Selâmlamak) denilmektedir. + Hacer-i Esved'e böyle el koymak, Yüce Allah'a ibadet ve itaat etmek üzere söz +vermenin ve bunda kararlı olmanın bir nişanı demektir. + 16- Tavafın nevilerine gelince: Bunlar aşağıda yazıldığı şekilde beş kısımdır: + 1) Kudûm Tavafı: Taşradan Mekke-i Mükerreme'ye varılınca ilk yapılan tavaftır. Bu +tavaf, afaki (Mikat dışında gelenler) için sünnettir. Buna Tavaf-i Lika da denir. + (İmam Malik'e göre bu tavaf vacibdir.) + 2) Ziyaret Tavafı: Arafat'dan döndükten sonra yapılan tavaftır. Buna "Tavaf-i İfaze" +de denir. İşte haccın iki rüknünden biri bu tavaftır ki, dört şavtı farzdır. + 3) Sader Tavafı: Hac esnasında Mina'da taşlar atıldıktan sonra, Mekke'ye inilince +yapılan tavaftır. Buna "Veda Tavafı" da denir. Bu tavaf, Mikat dışından gelenler (Afakî'ler) +için vacibdir. Bununla hac işleri (menasik) tamamlanmış olur. Hacılar bu tavafla Kabe'ye +veda ederek vatanlarına dönmeye başlarlar. + (Bu tavaf, Şafiîler'de vacib veya sünnettir.) + 4) Nafile Tavaf: Mekke'de bulunan müslümanların Kabe etrafında zaman zaman +yaptıkları nafile tavaftır. Böyle bir tavaf, Mikat dışından gelenler için, nafile namaz +kılmaktan daha faziletlidir. Çünkü onlar her zaman bu şerefi elde edemezler. + 5) Umre Tavafı: Bunun dört şavtı Umre'nin rüknünden olan tavaftır ve farzdır. Bunun +yerine başka bir şey geçemez. Umre'de kudûm tavafı ile Sader tavafı yoktur. Umre'ye +İhramla başlanır, traş olmak veya saç kısaltmakla Umreye son verilir. + 17- Tavaf esnasında tekbir ve tehlil getirilir, salât ve selâm okunur. Tavaf şavtları arka +arkaya yapmak şart değildir. Bu tavaf henüz tamamlanmadan namaz için veya abdesti +tazelemek için bırakılsa, tavaf bozulmaz. Geri kalan kısım sonra tamamlanabilir. Tavaf +sırasında kadınların erkeklerle aynı hizada bulunmaları tavafı bozmaz. + Haccın Farz Olmasının Şartları + + 18- Bir kimseye haccın farz olması için sekiz şart vardır. Şöyle ki: + 1) Müslüman olmalıdır. Gayri müslimler hac ile mükellef değildir. Buna göre bir gayri +müslim hac yaptıktan sonra müslüman olsa, diğer şartlar bulununca yeniden hac etmesi +gerekir. + Yine, bir mü'min hac ettikten sonra -Allah korusun- dinden çıkıp da sonra tevbe ederek +İslâmiyete dönünce, diğer şartlar bulununca tekrar hac etmesi gerekir. + 2) Buluğa ermiş olmalıdır. Bir çocuk, aklı başında ve kâr ile zararı ayıracak durumda da +olsa, hac ile mükellef olmaz. Onun yapacağı hac nafile olur. Onun için buluğ çağına erer +de hac şartlarını toplarsa, tekrar hac etmesi gerekir. + Velisi ile beraber hacda bulunan çocuğa, velisi hac işlerini yaptırır. Taşları attırır, tavaf +yaptırır ki, büyüyünce görevini daha iyi yapabilsin. Bu taşlamayı çocuk terk etse, bundan +bir şey gerekmez. Çünkü çocuğa hac vacib değildir. + 3) Akıl sahibi olmalıdır. Deli olanlar hacla yükümlü değillerdir. Bunlar iyileşir de hac +şartlarını elde ederlerse, o zaman hac etmeleri gerekir. + 4) Hür olmalıdır. Köleler ve cariyeler hacla yükümlü değillerdir. Bunların yaptıkları +haclar birer nafiledir. Bunlar azad edildikten sonra diğer şartlara sahib bulundukları +takdirde hac etmeleri gerekir. + 5) Haccın farz olduğunu bilmiş olmalıdır. Şöyle ki: Küfür diyarında (dâr-ı harbde) gayri +müslimlere ait bir memlekette bulunup İslâmı kabul eden kimse, haccın farz olduğunu +bilmedikçe,hac ile yükümlü olmaz. Fakat İslâm ülkesinde böyle bilmemezlik özür +sayılmaz. Onun için İslâm yurdunda bulunan bir gayri müslim, haccın farz olduğunu bilsin +veya bilmesin, ihtida eder de, hac şartlarına sahib bulunursa, hac ile mükellef olur. + 6) Hac görevine güçlük olmaksızın gidip yerine getirmeye yeterli bir vakit bulunmalıdır. +Bunun için bir kimse görevi için diğer şartlara tamamen sahip olduğu tarihten itibaren bu +görevi yerine getirmeye elverişli bir vakit bulmadan ölürse, bu farzla mükellef tutulmaz. + 7) Hicaz'a gidip gelinceye kadar kendisinin ve aile halkının âdete göre nafakaları +bulunmalıdır. Temel ihtiyaçlardan sayılan malların bulunması ile hac farz olmaz. Fakat +ihtiyaçtan fazla gelir getiren bir mal veya eşya bulunsa, bunları satıp hac etmek gerekir. +Bir evde kira ile oturmak da, haccın farz olmasına engel değildir. + Temel ihtiyaçlar için zekât bölümüne bakılsın!.. + 8) Kendi durumuna uygun binek vasıta ve yolda yapacağı harcamaları karşılayacak +parası bulunmalıdır. Buna Rahiliye, Zadü-t Tarika (yol azığına sahib bulunmak) denir. +Şöyle ki: + Hac için yol azığına ve bilinecek vasıtaya gücü yeter olması şarttır. Bu kudretin hac +aylarında veya herkesin buluduğu yerde hacıların âdet üzerine hacca gidecekleri zamanda +bulunması gerekir. Bu esnada temel ihtiyaçlardan başka hacca yetecek kadar mala sahib +olan kimsenin, diğer şartlara da sahib olması halinde, ona hac farz olur. Bu malı başka +yere harcayamaz. Harcarsa, hac üzerinde borç kalmış olur. Fakat bu zamandan önce elde +edilen mal, bundan önce istenilen yere harcanabilir. Bundan dolayı kendisine hac görevi +vacib olmuş sayılmaz. + Meselâ: Muharrem ayında hacca yetecek kadar malı olan kimse, bunu bir iki ay içinde +başka bir yere harcayıp da, memleketinde hacca gidilmesi âdet olan bir zamanda elinde +mal kalmamış olsa, kendisine hac farz olmuş olmaz. Ödünç ve ikram suretiyle verilen azık +ve binek yeterli sayılmaz. Bu ikram minnet altında bırakmayacak kimseler tarafından olsa +bile hüküm aynıdır. Onun için Hac etmek üzere yapılan bir malı kabul etmek her halde +gerekmez. + Bununla beraber Mekke-i Mükerreme'ye on sekiz saatten yakın bulunan yerlerdeki +müslümanlar için yaya yürümeye güçleri olunca binek bulunması şart değildir. + (İmam Malik'e göre, azık ve binit için yeterince imkâna sahib olmak şart değildir. Bu +konuda Mekke'ye gidip en düşük şartlarla hac işlerini yerine getirmeğe imkân bulunması +yeterlidir. Onun için fazla güçlük bulunmaksızın yaya olarak veya kira ile karşılayabileceği +bir binek ile hac etmeğe ve yiyecek harcamalarını sanatı ile yolda yürüdükçe elde etmeğe +gücü olan bir müslümana canı ve malı için bir tehlike yoksa, hac farz olur. Yurdunda + ailesine bir nafaka bırakıp bırakmaması fark etmez. Ancak nafakasız kalmakla helak +olmaları korkusu olunca, o zaman hac ile yükümlü olmaz.) + + + + +Haccın Yapılmasını Gerektiren Şartlar + + 19- Haccın yerine getirilmesinin farz olmazı için beş şart vardır. Şöyle ki: + 1) Beden sağlıklı olmalıdır. Onun için hac görevini yerine getirebilmek için vücud +sağlığına sahip olmayan kimseye hac farz olmaz. Kör ve kötürüm olanlar da böyledir. + Fakat iki İmama ve İmam Azam'dan bir rivayete göre, kendisini koruyup yol +gösterecek kimsesi bulunan âmâya (iki gözü köre), diğer şartlarla sahib olunca, hac +etmesi farz olur. + 2) Haccın yerine getirilmesi için arızî engeller bulunmamalıdır. Bir kimse tutuklanırsa +(hapsedilirse) veya zorla hacdan engellenirse, hac ile yükümlü olmaz. + 3) Yol emniyeti bulunmalıdır. Yolda tehlike bulundukça, hacca gidilmesi farz olmaz. + 4) Sefer mesafesinden (en az onsekiz saatlik bir uzaklıktan) hac yapacak bir kadın için +yanında kocası veya meübbeden mahremi bulunan bir erkek bulunmak şarttır. Bunların +akıllı, buluğa ermiş veya buluğ çağına gelmiş olmaları gerekir. Beraberinde böyle bir +kimse bulunmayan kadın için hac farz değildir. Kendisine hac farz olan bir kadının +yanında böyle bir mahremi bulunduğu takdirde, kocası onu hacdan alıkoyamaz. Çünkü +böyle bir farzı yerine getirmek, koca hakkından önde gelir. Genç bir kadının yalnız süt +kardeşi veya damadı ile hac etmesi, zamanın bozukluğu bakımından bazı alimlere göre +caiz görülmemiştir. + 5) Hacca gidecek kadın, kocasından boşanmış veya kocası ölmüş ise, iddeti bitmiş +olmalıdır. Böyle bir iddet bekleme içinde bulundukça kadın hacca gidemez. Öyle ki, yola +çıktıktan sonra Mekke'ye en az on sekiz saat uzak bir yerde iken kocasının orada ölmesi +gibi bir sebeble iddet bekleyecek olan kadının o yerden iddeti bitmeden önce çıkmaması +gerekir. + + + + +Haccın Sıhhatinin Şartları + + 20- Hac görevinin sahih olarak yerine getirelebilmesi için şöylece dört şart vardır: + 1) İslâm olmak. Bu haccın farziyetinin şartı olduğu gibi, sıhhatinin da şartlıdır. Bir gayri +müslim haccettikten sonra müslüman olsa dahi, önceden yapımış olduğu bu haccı sahih +olmaz. + 2) Özel yerlerde bulunup görev yapmış olmak. Bu yerlerden maksad, Arafat ile +Kabe'dir. Onun için Arafat'da vakfe yapmadıkça (beklemedikçe) ve Kabe'yi tavaf +etmedikçe hac sahih olmaz. + 3) Belli bir vakit olmak. Bundan maksad, Arafat'daki vakfe zamanıdır ki, Arefe +gününün zeval vaktinden Kurban Bayramı fecrinin doğuşuna kadar devam eden bir +zamandır. Ziyaret tavafının vakti ise, daha önce belirtildiği gibi, hayatın sonuna kadardır. +Fakat bu tavafın vacib olan vakti, nahr (kurban boğazlama) günleri, Kurban Bayramının +ilk üç günüdür. + Bununla beraber İfrad haccının, Temettü haccının, kıran haccının hac görevlerini +(menasikini) yapmak için yine belli bir vakit vardır. Bu da Şevval ve Zilkade ayları ile + Zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu aylara Hac Ayları Hac mevsimi denir. + Bu aylar içinde en son hac vakti, Arefe günü ile Kurban günüdür. Arefe günü Zevalden +sonra Arafat'da az veya çok bulunup Bayramın ilk gününde ziyaret tavafını yapan kimse, +hac farzını yerine getirmiş olur. + (Şafiîlere göre de, Arafat'da vakfe zamanı, Zilhicce ayının dokuzuncu günü zeval +vaktinden sonra onuncu günün fecrine kadardır. Bu zaman içinde bir an bile olsa, vakfe +yeterlidir.) + 4) Hac niyeti ile İhram yapmış olmak. Şöyle ki: İhram, haccı veya umreyi veya her +ikisini yerine getirmek için, mubah olan şeylerden bir kısmını geçici bir zaman için +kendine haram kılmaktır, bunları yapmaktan sakınmaktır. Bu ihram, hacca veya umreye +veya hac ile umreye niyet etmek ve "telbiye" getirmekle meydana gelir. Telbiye, şu +sözleri (*) söylemektir. + 21- İhram yapana "Muhrim" denir. Muhrim olmayana da "Helâl" denir. İhlâl da, +ihramdan çıkmak ve bir şeyi harem sahasından dışarıya çıkarmak manasına gelir. + İhram, Beytullah için bir tazim alâmetidir. Öyle ki dışardan bir iş ve ticaret için gelen +bir müslüman, hac ve umre niyetinde bulunmasa da, yine ihramsız olarak Harem +bölgesine giremez. Bu haramdır, hürmete aykırıdır. + 22- İhrama giren bir erkek, dikişli elbiselerini çıkarır. Bir peştemal kuşanır. Üzerine bir +omuz havlusu alır. Başını ve ayaklarını açık bulundurur. Temizlenir, yıkanır veya abdest +alır. İki rekât namaz kılar. Yüksek bir sesle "Lebbeykallahümme Lebbeyk..." diye +telbiyede bulunur. Zevcesi ile cinsel ilişkiyi terk eder. Zevcesini okşayıp öpmez. Güzel +koku sayılan misk, anber ve kâfur gibi şeyleri sürünmez. Bunları yatağına da sürmez. +Kara av hayvanlarını avlamaz, havyanlara da hayvanı göstermez. Harem bölgesindeki +yeşil otları ve yeşil ağaçları kesip koparmaz. Saçlarını kesmez ve kısaltmaz, traş etmez. +Hac veya umre işlerini tamamlayıncaya kadar bu yasakları gözetir. + Kokusundan hoşlanılacak her şey Tîb (güzel koku) sayılır. + İhrama giren kadınlar elbiselerini çıkarmazlar, başlarını ve ayaklarını açık +bulundurmazlar. Telbiye getirirken seslerini yükseltmezler. + 23- İhrama girenlerin çadır altına sokulmaları, şemsiye tutmaları, yüzük takmaları, +bellerine kemerlerini bağlamaları, kolları içine sokup giyinmeksizin sırtlarına palto gibi bir +şey almaları haram değildir. + 24- Yalnız farz hac için veya Temettü haccı ile Kıran haccı için Şevval ayının birinci +gününden Zilhicce'nin dokuzuna kadar herhangi bir günde İhrama girilebileceği gibi, +bundan önce de girilebilir. Çünkü İhram haccın şartıdır. Şart ise, meşrutun vaktinden +daha öne geçebilir, bu caizdir. Abdest almanın (taharetin) namaz vaktinden öne geçmesi +gibi... Ancak ihrama daha önce başlanılması, zamanın uzaması bakımından sakıncalı +olacağı için mekruhtur. Çünkü ihram sebebiyle yasak olan şeylerden korunmak uçun +zaman için kolay değildir. + (Şafiî'lere göre hac için, hac aylarından önce ihrama girmek caiz değildir. Anca umre +için girilmiş olur.) + +(*) "Lebbeykallahümme Lebbeyk. Lebbeyke lâ şerike leke Lebbeyk. İnnelhamde venni'mete leke vel-mülk. +Lâ şerike lek." +Anlamı: "Allah'ım Ben senin emrine boyun eğerim ve hazırım. Senin ortağın yoktur. Senin davetine ihlâsla uyarım, +senin ortağın yoktur. Şüphe yok ki, hamd da, nimet de sana mahsustur, mülk de... Senin ortağın yoktur ." + + + + +Mikat İle İlgili Bilgiler + + 25- Hac için afaktan (Mikat dışından) gelenler için ihrama girecekleri belli yerler vardır +ki, bunlar beş yerdir. Bunların her birine "Mikat" denir. Çoğulu "Mevakıt" dır. Bunlar: +"Zülhuleyfe, Zati Irk, Cuhfe, Karn, Yelemlem" denilen yerlerdir. Bu yerlere gelmeden +önce ihrama girebilirler. Öyle ki, Süveyş yolu ile hacca gidenler "Rabiğ" hizasında ihrama + girerler. Burası Şamlıların mikatı olan ve Mekke'ye üç merhale uzakta bulunan, bugün izi +kalmamış "Cuhfe" kasabası yakınındadır. + 26- Bir hac yolcusu, ihramsız olarak mikatı geçerse, bakılır: Eğer henüz hac işlerini +(menasikini) yapmaya başlamadan mikata dönerse, ihrama girerek telbiyede bulunur. +Böylece kendisine bir ceza gerekmez. Fakat mikata dönmez de sonradan ihrama niyet +ederse veya hac menasikinden birini yaptıktan sonra ihram için mikata dönerse, ceza +olarak kurban (bir koyun kesmek) gerekir. Haccın kaçırılmasından korkulmazsa, mikata +dönmek daha faziletlidir. + 27- Mekke'de bulunaların hac için mikatları, bulundukları Mekke'dir. Bu şehirden +ihrama girerler. İsterse Mekke halkından olmasınlar. Fakat Umre yapmak için Harem +bölgesi dışına çıkar ve oradan, çoğunlukla "Tenîm" denilen yerden, ihrama girerler. Bunun +için bu yere Umre de denilmiştir. + 28- Mekke şehri çevresinde belli bir sahaya "Mekke Haremi, Harem Bölgesi" denir. Bu +bölgenin dışında olup mikatlara kadar uzayan sahaya da "Hill" adı verilir. + Hill Bölgesinin Mekke'ye en yakın yeri, batı tarafından üç-dört mil uzaklıkta bulunan +"Ten'îm" adındaki yerdir. + Hill sözü, ihrama son vermek manasına da kullanılır. + 29- Harem Bölgesi ile mikatlar arasında bulunan kimseler, bulundukları yerlerden veya +Mekke içinden ihrama girerler. Bunların yakınlıkları sebebi ile Mekke'ye girip çıkmaları çok +olacağından onlara böyle bir kolaylık gösterilmiştir. + + + + +Haccın Farziyetinin Sebebi ve Edasının Fevrî Olup +Olmadığı + + 30- Haccın farz olmasına sebeb Beytullah'ın (Kabe'nin) bulunmasıdır. Bu kutsal mabedi +ziyaret için Yüce Allah'ın emri ile hac farz kılınmıştır. Bu sebeb tekerrür etmediği için +haccın farziyeti de tekrarlanmaz. Mükellef olan kimsenin ömründe bir defa hac etmesiyle +bu farz yerine getirilmiş olur. Öyle ki, akıl ve baliğ olan bir müslüman fakir iken +yürüyerek hac etmiş olsa, sonradan zengin olmakla tekrar hac yapması gerekmez. + 31- Hac, Hazret-i Peygamberin hicretlerinin dokuzunca yılında farz kılınmıştır. Bu sene +Resûlüllah Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından Ebû Bekir Es-Sıddık +(radıyallahu anh) Hac Emiri tayin buyurulmuştu. Hicretin onuncu yılında da Peygamber +Efendimiz Mekke'ye yönelerek hac farizasını yerine getirmişlerdi. + 32- Hac farizasını yerine getirmeye gelince, bu fevrî (farz olunca hemen yerine +getirilmeli) midir yoksa ömrî (ömrü içinde yapılması yeterli) midir? Burada iki görüş +vardır. Bir görüşe göre, hac farizası ömrîdir. Yükümlü bunu hayatta bulundukça dilediği +sene yapabilir. Geciktirmesinden dolayı günah işlemiş olmaz. Ancak hac farizasını +yapmadan ölürse günahkâr olur. + Fakat sahih görülen diğer bir görüşe göre, bunun edası (yerine getirmesi) fevrîdir. +Şartlarını kendinde toplayan kimsenin hemen zamanında hacca gitmesi ona farz olur. Bu +tarihte hacca gitmezse günah işlemiş olur. Öyle ki, sonradan bu şartları yitirse, hac +üzerine borç kalır, bundan sorumlu bulunur. + 33- Hac aylarında (hac mevsiminde) hac şartlarını kendinde toplayan ve yolculuğu için +yeterli bir müddet bulunan kimseye de hac farz olur. Bu haccın farziyetinin yerine +getirilmesi de bir görüşe göre ömrî ise de, daha sahih görülen diğer bir görüşe göre +fevrîdir (hemen o mevsimde hac yapmak gerekir). + Haccın Farziyetindeki Şer'î Hikmetler + + 34- Bilindiği üzere hac, İslâmın beş önemli esasından biridir. "İslâm dini beş esas +üzerine kurulmuştur," hadis-i şerifi bunu bildirmektedir. + Hac, şartlarını kendinde toplayan her müslüman için çok kutsal bir farzdır. Namaz ile +oruç birer bedenî ibadettir. Zekât malî bir ibadettir. Hac ise hem bedenî, hem de malî bir +ibadettir. Bu farz, hem bedende olan sıhhat ve selâmetin, hem de mal varlığının bir şükür +görevi demektir. + Haccın yapılmasındaki değişik usul ve adap, insanın ezelî ve ebedî olan mabuduna +yapacağı tazimatın, göstereceği kulluk tarzının, arzedeceği ihtiyacın en mükemmel şeklini +kapsar. + 35- İlim ve hikmet sahibi olan yaratıcımızın kutsal bir mabedini ziyaret ederek Yüce +varlığına temiz kalble ve samimî duygularla yalvarıp yakarmak ve hürmette bulunmak, +bir kul için ruha ferahlık veren yüksek bir mana taşır. + Bundan başka bütün müslümanların kıblesi olan ve İbrahim aleyhisselâm gibi büyük +bir peygamberin makamını içinde bulunduran yüce bir mabedde yapılacak ibadet ve +duaların sevap ve mükâfatına nihayet yoktur. + Resûlüllah Efendimizin içinde doğup büyüdüğü, İslâm güneşinin ilk doğmaya başladığı, +İslâmiyetin binlerce kutsal anılarını içinde saklamış bulunduğu mübarek bir beldeyi +ziyaretteki feyiz ve bereket de her türlü düşüncenin üstündedir. + 36- İslâm âleminin doğusundan ve batısından temiz bir heyecanla akın edip gelen +binlerce dindaşın böyle kutsal bir yerde toplanmaları, aralarındaki din birliğini ve din +kardeşliğini, din sevgisini canlandırmaları ve birbirlerinin durumlarını öğrenerek fikir alış- +verişinde bulunmaları ne kadar büyük değer taşıyan bir harekettir. + Yolculuğun sağlık ve fikir yönünden sosyal faydalarını kabul eden yabancı milletler, +dince mecbur olmadıkları halde, birçok zorluklara katlanarak dünyanın en uzak yerlerini +gezip dolaşıyorlar. İslâmiyet ise, en yararlı bir yolculuğa bir kutsal ruh ve mecburiyet +vermiş, müslümanları böyle bir yolculuğun sonsuz maddî ve manevî bereketlerinden +faydalanmıştır. + 37- Farz olan hac görevini bir anlayış içerisinde yerine getirecek müslümanların +bundan ne kadar faydalanacakları pek aşikârdır. Hele bu farzı yerine getirme mutluluğuna +kavuşan anlayışlı bir müslümanın bu sayede birçok bilgiler kazanarak aydınlanacağı ve +sonra dönüp kendi çevresini birçok yönden uyararak aydınlatacağı da şüphesizdir. + 38- Sonuç olarak denir ki, haccın farz oluşundaki hikmet ve yararlar pek büyüktür. +İslâmın yayılmasına ve yükselmesine yöneliktir. Zaten İslâm dininin emir ve tavsiye ettiği +hangi ibadet vardır ki, o müslümanların maddî ve manevî alanlardaki yükselmesini ve +bereketini sağlamasın? Yeter ki müslümanlar kendi kutsal dinlerinin bu emir ve öğütlerini +gereği üzere değerlendirerek yerine getirmeye çalışmış olsunlar. + Ne mutlu mal varlığına ve beden sağlığına sahip olup da bu ve buna benzer din +görevlerini yerine getirip başaranlara!.. + + + + +Haccın Vacipleri + + 39- Haccın vacibleri şunlardır: + 1) İhrama mikat denilen yerlerden başlamak: + Medine-i Münevvere tarafından hacca gidenler "Zül-Huleyfe"den, Irak, Horasan ve + Maveraünnehr halkı "Zati Irak"dan, + Şam, Mısır ve Mağrib halkı "Cuhfe" hizasındaki bir yerden (Rabiğ hizasından), + Necidliler "Karn" dan, + Yemenliler de "Yelemlem"den ihrama girerler. + Yolları bu mikatlardan birine rastlamayan müslümanlar da, bunlardan birinin hizasında +bulunacak bir yerden ihrama başlarlar. + 2) İhramın yasaklarını terk etmek: Dikişli elbise giyilmesi, av avlanması, ihramda iken +saçların kesilmesi, çirkin söz söylemesi gibi... + 3) Arafat'da zevalden sonra güneş batıncaya kadar durmak. + 4) Kurban Bayramının birinci gününün fecrinden sonra ve güneşin doğmasından önce, +bir saat bile olsa, Müzdelife'de durmak. + Müzdelife, Mekke'ye dört ve Arafat'a iki saatlik mesafede bulunan bir yerin adıdır. + 5) Dört şavtı farz olan Ziyaret Tavafını yediye tamamlamak. + 6) Ziyaret tavafına nahir (kurban kesme) günlerinden birinde (1.2. ve 3. günlerde) +yapmak. + 7) Sader (veda) tavafı yapmak. Bu mikat dışından gelen ve afakî denilen hacılara aittir +ki, bu veda tavafından ibarettir. + 8) Tavaf esnasında abdestli olmak ve avret yerleri tamamen kapalı bulunmak. + 9) Kabe'yi tavaf daima Hacer-i Esved'in bulunduğu yerden (onun karşısından) başlayıp +Kabe'yi sola alarak tavaf etmek. Bunu yürüyerek yapmak. Hastalar ve güçsüzler omuzlar +üzerinde taşınarak tavaf ettirilir. + 10) Her tavaftan (yedi şavttan) sonra iki rekât namaz kılmak. + 11) Tavafları Hatîm denilen yerin dışında yapmak. Şöyle ki: Kabe'de "Rükn-i Irakî" +denir. Kabe'nin altın oluğu, bu iki rüknün arasında ve Hanefî Makamının önündedir. Bu +oluğun akacağı yarım dairelik yer, bir yarım duvarla çevrilmiştir. Bu duvara +"Hatîm=Hazret-i İsmail" ve bunun kuşattığı o yere de "Hicrü'l-Kâbe" denir. Bu yerin bir +kısmı Kabe'den sayılır. Orada namaz kılınır, dua edilir. Fakat bu yerin Kabe'den olduğu, +ahad haberi (tek kişilerin rivayeti) ila sabit olduğundan Beytullah'a yüzü çevirmeksizin bu +duvara karşı namaz kılınmaz. Bu duvarın her iki tarafı açıktır. İşte Harem-i şerif için bu +duvarın arkasından Kabe tavaf edilir ki, bu vacibdir. + 12) Hac mevsiminde Safa ile Merve arasında yürümek (Sa'y etmek) ve buna Safa'dan +başlamak. Özürleri olmayanları bunu piyade olarak yapmaları. + Safa ile Merve, Mescid-i Haram'ın hemen civarında yüksekçe birer tümsektirler. +Bunlar, gidiş dönüşü olan büyük bir cadde ile birbirlerine bağlıdırlar. Safa'dan başlayıp +Merve'ye dört ve Merve'den Safa'ya üç defa gidip gelmek vacibdir. Bu yedi gidiş ve gelişe +"Sa'y" denir. Her defa Kabe görülünceye kadar tümseklerin üzerine çıkılır. Şimdi Merve +tarafında yüksek binalar bulunduğu için Kabe oradan görülememektedir. + Farz hac için yapılan sa'y Kudüm ve Ziyaret tavaflarından sonra yapıldığı gibi, Umre +için yapılan sa'y, Umre tavafından sonra yapılır. + Bu sa'y yerine "Mes'a" denilir. Eni yaklaşık 20 metre, uzunluğu da 500 metredir. + (İmam Şafiî'ye göre sa'y, haccın ve umrenin bir rüknüdür. Bunu yapmadan hac ve +umre tamam olmaz.) + Bu şekilde hareket etmek, bütün kâinatın sahibi ve yaratıcısı bulunan Yüce Allah'a +tazim ve dilekleri arz için Beytullah'ın mukaddes kapısı önünde şevk ve heyecanla gidip +gelmenin, dileklerin kabulünü beklemenin bir işareti demektir. + 13) Mina denilen yerde küçük taş yığınlarına (cemrelere) ufacık taşları atmak. Buna +"Remy-i Cemerat = Taşları atmak" denir. Şöyle ki: + Mekke şehrine iki saatlik mesafede bulunan Mina kasabasında birbirine bir ok atımı +kadar uzak üç yerde üç taş yığını vardır. Bunlara Mina'dan Mekke'ye doğru sırası ile: +"Cemre-i Ula, Cemre-i vusta, Cemre-i Akabe" adı verimiştir. Bu taş yığınlarının her birine +Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde: "Bismillâhi Allahu Ekber" +denilerek yedişer taş atılır. Bu yedi taş birden atılsa, yeterli olmaz, bir taş yerine geçer. + Bu taşlar üç metre uzaklıktan atılır. Taşların cemre yakınlarına düşmesi de yeterli olur. +İki metre kadar uzağa düşenler yeterli olmaz. Yeniden atılmaları gerekir. + Taşları atacak olan şahıs hasta olsa, eline konulacak taşları atar veya bu taşları onun +adına başkası atar. Baygın düşen kimse adına da taşları başkası atar. Hac işlerinde böyle +başkası yerine görev yapmak, zaruret sebebiyle caizdir. + Akabe Cemresinde ilk taş atmakla Telbiye'ye son verilir. Artık "Lebbeykallahümme +Lebbeyk...." yapılan telbiyelere bu anda karşılık manevî mükâfat verilmiş olur. + (İmam Malik'e göre, Arefe gününün zevalinden sonra Telbiye'lere son verilir. Çünkü o +gün Anafat'da durmakla yapılan ibadetler kabul olunmuş ve haccın büyük bir rüknü +yerine getirilmiş olur.) + Bu taşların atılmalarındaki hikmet, Yüce Allah'ın ilminde saklıdır. Bu bizim için gerekli +olan bir ibadet emridir. Biz bunu yapmakla Yüce Allah'ın emirlerine kayıtsız şartsız itaat +ve bağlılığımızı göstermiş oluruz. Bir de kötü ruhlara ve şeytan vesvesesine karşı olan +nefretimizin bir işareti ve belirtisidir. Hazret-i İbrahim aleyhisselâm'ın sünnetine bağlılığın +da ince bir anlamını taşır. + 14) Mina'da taşları attıktan sonra kurban kesmek. Bundan sonra da Harem bölgesi +içinde ve kurban bayramının ilk üç gününden birinde saçları traş etmek veya kısaltmak. +Şöyle ki: + Kurban kesmek, hac ile umrenin her ikisini yapanlara vacibdir. Bu görevi yapmak, hac +ile umreyi birlikte yerine getirme nimetine şükür karşılığıdır. Yalnız farz hac yapan ve +mikat dışından gelenlere, misafir olduklarından kurban kesmek vacib değildir. İsterlerse +nafile olarak kesebilirler. + Kadınlar saçlarının ucundan biraz kırkarlar. + 40- Saçları traş etmeğe Halk, biraz kısaltmağa da Taksîr denir. Bunları yapmak, İmam +Azam'a göre belli bir yer ve zamana bağlıdır. Yalnız Harem bölgesinde ve kurban kesme +günlerinde yapılabilirler. + İmam Ebû Yusuf'a göre bunlar bir yere ve zamana bağlı değildir. Bunlar sonradan +başka bir yerde de yapılabilir. İmam Muhammed'e göre zamana bağlı değilse de, belli bir +yere bağlıdırlar. Buna göre, kurban kesme günlerinden sonra da yapılabilir. Fakat Harem +bölgesinde yapılması şarttır. Başka bir yerde yapılırsa, ceza olarak bir koyun kurban +etmek gerekir. + Traş olmak (halk), taksirden (saç kısaltmaktan) daha faziletlidir. Saçsız olanlar +başlarının üzerine usturayı gezdirmekle bu vacibi yerine getirmiş olurlar. + 41- Haccın vaciblerinden birini terk etmek, haccın sıhhatına engel olmaz. Fakat ceza +olarak yalnız kurban kesmek gerekir. Kurbanın eti Mekke fakirlerine dağıtılır. Bununla +beraber terk edilen bir vacib yeniden yapılınca, ceza düşer. Abdestsiz yapılan bir tavafı +yeniden yapmak gibi... + + + + +Haccın Sünnetleri + + 42- Farz haccın sünnetleri şunlardır: + 1) İhrama girerken gusletmek veya abdest almak. Bu yıkanma, yalnız temizlik +maksadı iledir. Bundan dolayı hac için ihrama girecek bir kadın adet görmekte veya +lohusa ise, temizlik için yıkanması sünnettir. + 2) İhramın sünneti niyetiyle iki rekât namaz kılmak. Bu namazın ilk rekâtında "Kâfırûn" +sûresinin ve ikinci rekâtında "İhlâs" sûresini okumalıdır. + 3) İhram için beyaz ve temiz iki parçadan ibaret örtüye burünmek. Bunların yenisi ve +beyaz renklisi, yıkanmışından ve başka renklerden daha iyidir. + 4) İhramdan önce gülyağı gibi hoş koku sürünmek. + 5) İhramdan sonra her seher vaktinde, her namaz kılışta, her yokuşa çıkışta ve inişte, +her yolcu kafilesi ile karşılaşmada orta bir sesle üç defa Telbiye getirmek +(Lebbeykallahümme Lebbeyk... demek). + 6) Telbiyelerden sonra, Peygamber Efendimize çokça salât ve selâm okumak. + 7) Salât ve selâmdan sonra Yüce Allah'a yalvarmak ve özellikle şu duayı (*) okumak. + İmam Muhammed'e göre, belli ve aynı duayı devamlı olarak yapmak, kalbin ince +duygusunu giderir ve samimiyete aykırı olur. Bir alışkanlık halini alarak tam bir anlayışla + yapılmamış bulunur. Onun için herkes dilediği şekilde dua etmelidir, bu müstahabdır. +Bununla beraber Peygamber Efendimizden nakledilen duaları bereketlenme maksadı ile +okumak güzeldir. + 8) Mekke-i Mükerreme'ye girmek için yıkanmak ve gündüz vakti girmek, Kabe'yi +görünce dua etmek, Beytullah'ın önünde tekbir ve tehlilde bulunmak. + 9) Afakî olanlar (Mikat dışından gelenler) için kudüm tavafı yapmak geç kalıp da +Mekke'ye girmeden Arafat'a çıkanlardan bu Kudüm tavafı düşer. + 10) Mekke'de bulundukça zaman zaman nafile olarak tavaf etmek. + 11) Ziyaret tavafının ilk üç şavtında erkeklerin "Remel" yapmaları (adımlarını +kısaltarak ve omuzlarını silkerek çalımlı bir şekilde yürümeleri). Bu hareket hacıların güç +ve sağlamlığına bir işarettir. + Resûllüllah Efendimiz kaza olarak yerine getirdikleri Umre haccı esnasında ashab-ı +kiramla beraber bu şekilde tavaf ederek, karşıdan seyreden ve ashab-ı kiramın zayıf +düştüklerini sanan Mekke'lilere müslümanların kuvvet ve yiğitliğini göstermek istemişti. +Peygamberimizin bu sünneti hâlâ uygulanmaktadır. + Bu Remel, Kudüm Tavafında yapılabilirse de, Ziyaret Tavafında yapılması daha +faziletlidir. Sader Tavafında ise yapılmaz. + 13) Safa ile Merve arasında Sa'y ederken oradaki iki yeşil direk (ışık) arasını erkeklerin +koşarak geçmeleri ve sonra yavaşlamaları. + Bu hızlı yürüyüşe "Hervele" denilir. + 14) Zilhicce ayının yedinci günü öğle namazından sonra Mekke'de tek bir hutbe +okunup insanlara hac işlerini (menasiki) öğretmek. + 15) Zilhicce'nin sekizinci günü, güneşin doğmasından sonra Mekke'den Mina'ya çıkmak +ve o gece Mina'da kalmak. Mina Harem Bölgesindedir. + 16) Zilhicce'nin dokuzuncu günü, güneşin doğuşundan sonra Mina'dan Arafat'a çıkmak. + Arafat'da en büyük İslâm idarecisi veya onun görevlendireceği kimse, öğle namazı ile +ikindi namazını birlikte olarak öğle vaktinde kıldırır. Zevalden sonra ve namazdan önce iki +hutbe okur. İnsanlara Arafat ile Müzdelife'de bir müddet durup beklemelerini (vakfe +yapmalarını) söyler ve hac ile ilgili bazı bilgiler verir. + 17) Kurban Bayramının ilk gününde bir hutbe okumak ve haccın geri kalan görevlerini +anlatmak. Bu hutbe ile beraber üç hutbe okunmuş oluyor. + 18) Arafat ve Müzdelife'de kılınan namazlarda yalvarıp yakararak dua etmek ve göz +yaşları dökmek veya döker gibi bir tavır takınmak. Hem kendisi, hem de ana-babası için +ve bütün müslümanlar için hayırlı dualar yapmak. + Arafat, Harem bölgesi dışında bulunan bir sahadır. Burada hacıların duruşu cuma +gününe rastlasa, cuma namazı kılınmaz. + 19) Güneşin batışından sonra Arafat'dan yavaş yavaş inmek. Müzdelife'ye varıldığı +zaman gelip geçenlere engel olmamak için vadiden yüksekçe bulunup "Meş'ar-i Haram" +denilen "Kuzah" tepesi yakınında konaklamak. + 20) Bayram gecesi Müzdelife'de kalıp Bayram sabahı Mina'ya inmek. Nahr, (kurban +kesme) günlerinde bütün yol eşyası ile beraber Mina'da kalmak. + 21) Mina'da taşlar atılırken Mina'yı sağa ve Mekke'yi sola almak. Sırasıyla önce Cemre- +i Ula'yi, sonra Cemre-i Vusta'yı, daha sonra Akabe Cemresini taşlamak ve bu son +cemrede taşları aşağıdan yukarıya doğru atıvermek. + 22) Taşlamaya ilk gün, güneşin doğması ile zevali arasında, diğer günlerde ise zeval ile +güneşin batışı arasında başlamak. + 23) Mina'dan Mekke'ye acele inmek. İsteyen kimse için Zilhicce'nin on ikinci günü +güneşin batışından önce yola çıkmak. Güneşin batışına kadar beklemek günahtır. + 24) Mina'dan Mekke'ye inerken Muhaseb ve Ebtah denilen düz bir yerde azıcık +duraklamak. + 25) Veda tavafından ve iki rekât namazdan sonra Zemzem suyundan, Kâbeye bakarak +ayakta kana kana içmek ve bu mübarek sudan başa ve bedene dökünmek. + 26) Hacer-i Esved ile Kabe kapısı arasında bulunan Mültezem isimli yere göğsünü ve +yüzünü koyup sürüvermek. + 27) Kimseye zahmet vermeksizin Kabe'nin örtülerine yapışıp duada bulunmak. Kabe +içine girmek mümkün olunca, tam bir edeb ve hürmetle girip iki rekât namaz kılmak. + Kâbenin örtüsüne sarılmak, Mültezem'e sürünmek, Allah'ın rahmetine yakınlığın bir + nişanıdır. Beytullah'a olan muhabbetin ve Yüce Allah'ın mağfiretini ısrarla istemenin ve +Vacib Teâlâ Hazretlerine sığınmanın bir işaretidir. + 28) Medine-i Münevvere'ye gidip Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i ziyaret +etmek. + Haccın sünnetlerini terk eden faziletten mahrum kalır. Daha doğrusu günâh işlemiş +olursa da, üzerine kurban kesmek gibi bir ceza gerekmez. + (Şafiîlere göre, Arefe gecesi Mina'da kalmak sünnettir. Teşrik (bayram) gecelerinde +kalmak ise vacibdir.) +(*) Anlamı: "Ey Allah'ım! Ben senden rızanı ve cennetini dilerim. Gazabından ve ateşinden sana sığınırım." + + + + +Haccın Edebleri + + 43- Hac yolculuğunda bulunacak kimselerin gözetecekleri bir kısım edebler vardır. +Başlıcaları şunlardır: + 1) Tam helâl bir mal ile hac etmelidir. Çünkü helâl olmayan bir mal ile hac yapılması +haramdır. + 2) Yola çıkmadan önce, kul borçları varsa ödenmelidir. + 3) Günahlardan tevbe etmeli, kazaya kalmış ibadetler varsa, onları kaza etmelidir. + 4) Gösterişten, öğünüp böbürlenmekten, süs ve saltanattan sakınmalı, tevazu içinde +olmalıdır. + 5) Hac yolculuğu üzerinde bilgi ve tecrübe sahibi kimselerle istişare yapılmalıdır. + 6) Kimlerle arkadaş olacağına, hangi yoldan ve hangi vasıtalarla yolculuk yapacağına +dair "İstihare" yapmalıdır (İki rekât namaz kılarak Allah'dan hayırlısını istemelidir.) + 7) Gerekirse kendisine yol gösterecek, yardımda bulunacak ve sabır tavsiye edecek iyi +bir arkadaş edinmelidir. + 8) Yolda arkadaşları ile ve diğer yolcularla çekişip dövüşmekten sakınmalıdır. + 9) Düşmanları varsa, onları bağışmalaya ve anlayışla karşılamaya çalışmalıdır. + 10) Hac yolculuğuna ay başında perşembe günü veya pazartesi günü sabahleyin +çıkmalıdır. + 11) Ailesi, komşusu ve dostları ile vedalaşmalı ve onların dualarını dilemeli. Bunun için +onlan ziyarete gitmelidir. Onlar da kendisini hac dönüşünde karşılanmalıdır ki, bu da bir +sünnettir. + 12) Hacca giderken ve hacdan dönünce evinde iki rekât namaz kılmalı ve dua etmeli. + + + + +Farz Hac Üzerinde Uygulama + + 44- Hac görevini vacibleri, sünnetleri ve edebleri ile yapacak olan kimse, şu şekilde +hareket eder: + 1) Helâl ve temiz bir mal elde eder. Ödenmesi gerekli borçları varsa, onları öder. +Kazaya kalmış ibadetleri varsa, mümkün olduğu kadar onları kaza eder. Günahlarından +tevbe eder ve Allah'dan mağfiret diler. Kendisini kötü söz ve hareketlerden korur. Güzel +ahlâklı olmaya çalışır. Tevazu hali içinde bulunur. Yola çıkacağı zaman evinde iki rekât +namaz kılar. "Bismillahi tevekkeltü alellahi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh" +diyerek Allah'a sığınır. Ailesi, komşusu ve dostları ile vedalaşarak yola çıkar. + 2) Mikat denilen yerlerden birine varınca yıkanır veya abdest alır. Giderilmesi gereken +fazla kılları yok eder, tırnakları keser. Elbiselerini çıkarır. Beyaz ve temiz olan iki parçadan +ibaret dikişsiz havlulara bürünür. Hoş kokulu şeylerden sürünür. Başını açık ve ayaklarını +çıplak bulundurur. Üstleri açık ve topukları kısa olan ayakkabı giyer. İhram için iki rekât +namaz kılar. İhrama niyet edip: "Allahümme innî ürîdü'l-hacce, feyessirhu lî ve +tebabbelhü minnî = Ya Rabbi! Ben hac etmek istiyorum, onu bana kolaylaştır ve onu +benden kabul et" diye dua eder. Sonra "Lebbeykallahümme Lebbeyk..." diye telbiyede +bulunur. + 3) Böyle ihrama girdikten sonra, eğer zevcesi yanında ise, onunla ilişkide bulunmaz, +öpmez ve okşamaz. Dikişli elbise giyinmez. Artık hoş kokulu şeyler sürünmez. Saçları +kesmez ve kıllarını gidermez, tırnaklarını kesmez. Güvercin ve geyik gibi kara av +hayvanlarını avlamaz. Yeşil ağaçları ve otlan kesip koparmaz. Kötü ve çirkin sözler +söylemez. Arkadaşları ve başkaları ile çekişmez. Fakat yıkanabilir ve para kesesini +(kemerini) beline bağlayabilir. + 4) Her namaz kıldıkça ve yolcu kafilelerine her rastladıkça, yokuş çıkınca ve yokuştan +inince, yüksek sesle "Lebbeykallahümme Lebbeyk..." diye telbiyede bulunur. Mekke'ye +varacağı zaman yıkanır veya abdest alır, Mekke'ye girince, hemen mescid-i Haram'a +koşar. Beytullah'ı görünce telbiye getirir, "Allahü Ekber" diye tekbir alır, "Lâ İlahe İllallah" +diye tehlilde bulunur. Salât ve selâm okuyarak: "Allahümme zid beyteke teşrîfen ve +tazimen ve tekrimen ve birren ve mehabeten = Ey Allah'ım! Beyt-i şerifine mahsus +teşrifi, tazimi, teklimi, ihsan ve yüceliği artır," diye dua eder. + Sonra Hacer-i Esved tarafına yönelerek tekbir alır. Hacer-i Esvedi selâmler. +Mümkünse, kimseye eziyet vermeden onu öper veya elini sürer. Sonra da Kabe'yi sola +alarak Hatîm'in dışından Kudüm Tavafına başlayıp remel yapar. (adımlarını kısaltıp +omuzların silkerek çalımlıca yürür.) Her dolaşmada Hacer-i Esved'in karşısına gelince onu +selâmlar. Bu tavafı tamamladıktan sonra İbrahim aleyhisselâm'ın makamında, eğer +kalabalık ise Mescidin uygun bir yerinde iki rekât namaz kılar. Sonra yine Hacer-i Esved'i +selâmlar! + 5) Böylece Kudüm Tavafını tamamladıktan sonra Sa'y için Safa ile Merve caddesine +çıkar. Önce Kabe'yi görebilecek şekilde Safa tümseğine çıkar. Kabe'ye yönelerek tekbir ve +tehlil getirir, salât ile selâmda bulunur. Sonra buradan Merve'ye doğru gider. Yolda +bulunan iki yeşildirek (ışık) arasında biraz koşar. Bu şekilde dört defa Safa'dan Merve'ye +karşı tekbir ve tehlil getirir, salât ve selâmda bulunur. Böyle her gidiş gelişte telbiye +yapar. Koşarak Yürüdüğü zaman: "Allahümme'ğfir verham ve tecavez amma ta'lem. +Feinneke entel'aliyyül'azîm = Ya Rabbi! Bağışla ve merhamet et. Bildiğin +kusurlarımıza bakma. Şübhesiz ki sen, yücesin, büyüksün," diye dua eder. + Bu gidiş ve gelişin (Şavtların) arka arkaya yapılması daha faziletlidir. Ara vererek +yapılması da caizdir. + 6) Yalnız hacca (İfrad hacca) niyet etmiş olan kimse, böyle sa'y ettikten sonra da +Mekke'de yine ihramlı olarak kalır. Kıran hacca niyet eden de böyledir. Dilediği zaman +Kabe'yi tavaf eder. Zilhicce'nin sekizinci (terviye) gününde sabah namazını yine ihramlı +olarak Mekke'de kılar. Sonra Mina'ya çıkar. Orada arefe gününün sabah namazını +kılıncaya kadar durur. Sonra Arafat'a gider. O gün güneş batınca da, Arafat'dan +Müzdelife'ye yönelip geceyi Müzdelife'de geçirir. Akşam namazını yolda kılmayıp onu yatsı +namazı ile bareber Müzdelife'de imamla kılar. Kurban Bayramı gününün fecri doğunca +hemen sabah namazını kılar. Sonra Müzdelife'de "Meş'ar-i Haram" denilen yere gider ve +orada biraz durur. Bütün bu yerlere gidiş gelişlerde telbiyede bulunur. + 7) Meş'ar-i Haram'da iken fecir tamamen açılınca henüz güneş doğmadan Mina'ya +doğru vakar ve sükûnetle yürümeye başlar. Mina'da "Akabe Cemresi" denilen yere yedi +küçük (nohut büyüklüğünde) taş atar. Bu taşları sağ elinin baş parmağı ile şehadet +parmağı arasında tutarak atar. Her birini attıkça tekbir getirir. Taşları atınca orada +beklemez. Sonra dilerse kurban keser. Ondan sonra traş olur veya saçlarının uçlarından +parmak uçları kadar kırpar. Bunları yapınca bütün ihram yasakları kendisine helâl olur; +yalnız zevcesi ile yine ilişki kuramaz. + 8) Bundan sonra aynı günde (Bayramın birinci gününde) veya ikinci ve üçüncü +gününde Mekke'ye inip Ziyaret Tavafı yapar. Kudüm tavafında Remel yapmamış ise, bunu +Ziyaret Tavafının ilk üç devresinde yapar. Bu tavafı bitirince iki rekât namaz kılar. Artık + bu farz olan Ziyaret tavafından sonra zevcesi ile ilişki kurabilir. Böylece bütün hac +yasakları kalkmış olur. + Ziyaret Tavafı için, Mina'dan Mekke'ye Bayramın birinci günü inmek daha faziletlidir. + 9) Ziyaret Tavafını yaptıktan sonra tekrar Mina'ya gider. Cemrelere taş atmak için üç +gün Mina'da oturur. Bayramın ikinci günü zeval vaktinden sonra, Mina'daki "Mescid-i Hayf +yakınında bulunan Cemr-i Ula'dan başlayarak cemrelerin üçünü de taşlar. Şöyle ki: +Yürüyerek önce Cemre-i Ulâ'ya, sonra Cemre-i Vusta'ya yedişer taş atar. Her taşı atarken +tekbir alır. Bu iki cemreden her birinin yanında bekleyerek hem kendisine, hem ana- +babasına, hem de din kardeşlerine dua eder. Sonra Cemre-i Akabe yakınına gider. Buna +da yedi taş atar; ancak burada dua için durmaz. + Bayramın üçüncü gününde de, zevalden sonra bu şekilde cemreleri taşlar. Eğer +Mina'da iken Bayramın dördüncü günü de girecek olsa, o gün de böyle taşları atar. Bu +güne ait olmak üzere cemre taşları zevalden önce de atılabilir. Bu şekilde atılan taşların +sayısı yetmişe ulaşır. Bu taşlar Müzdelife'de iken veya Mina'ya gelirken toplanır. İhtiyat +olarak taşlar yıkanır. Bu taşları, cemrelerde biriken taşlardan alıp atmak mekruhtur. + 10) Bundan sonra tekrar Mekke'ye döner veya yolda "Muhassab" denilen düzlükte +biraz durup dinlenir. Ondan sonra Mekke'ye giderek Harem-i şerife varır. Veda Tavafını +yaparak iki rekât namaz kılar. Sonra Zemzem kuyusunun yanına gider ve Beytullah'a +karşı durup kana kana içer. Bu su ile yüzünü ve başını yıkar. Mümkünse bedenine de +döker. İçtikçe şöyle dua eder: + "Allahümme es'elüke ilmen nafıan ve rızkan vasian ve şifaen minkülli dâin = +Allah'ım! Ben senden faydalı ilim, geniş rızık ve her hastalıktan şifa dilerim." + 11) Zemzem suyunu içtikten sonra Kabe'nin yüksek eşiğini öper. İmkân bulursa içine +girip iki rekât namaz kılar. Yüzünü duvarına sürüp Yüce Allah'a hamd eder ve mağfiret +diler. Tam bir edeble tekbir ve tehlil getirerek Mültezem'e gelir. Yüzünü ve göğsünü oraya +kor. Kabe'nin örtüsüne yapışarak dua eder. Artık Mekke'de kalmayacaksa, yüzünü +Beytullah yönünden ayırmayarak ayrılık üzüntüsü ve kederi ile ağlaya ağlaya veya ağlar +gibi bir durumda arka arka çekilip Harem-i Şerifden çıkar. Dilediği gün memleketine +döner. + Bu hac görevlerini (menasikini) yapmada kadınlar da erkekler gibidir. Ancak kadınlar +âdetleri üzere elbiselerini giyinmiş, başlarını ve ayaklarını örtmüş bulunurlar. Bununla +beraber yüzlerine dokunmamak üzere bir örtü (peçe) de kullanabilirlir. Telbiyelerde +seslerini yükseltemezler. Tavafda ve Safa ile Merve arasında hızla yürümezler. İhramdan +çıkmak için saçlarının uçlarından biraz kesmekle yetinirler. Hacer-i Esved'i selâmlamak +için erkeklerin arasına sokulmazlar. + Adet görmeye başlayan bir kadın, haccın bütün görevlerini yapar. Fakat bu hali ile +tavaf yapamaz. Tavafı sonraya bırakır. Bu geciktirmeden dolayı kendisine kurban kesmek +veya başka bir ceza gerekmez. + Ziyaret Tavafından sonra âdet gören kadından vacib olan veda tavafı düşer. + + + + +Umrenin Yapılış Şekli + + 45- Yukarıdaki uygulama,yalnız "İfrad Hac" hakkındadır. Sadece Umre yapmak isteyen +kimse şu şekilde hareket eder: + 1) Umre haccı yapacak olan zat, afakî (mikât dışından) olduğuna göre, mikat yerinde +ihrama girer. Mekke halkından ise, Harem Bölgesi dışından ihrama girer. Daha önce +açıklandığı gibi elbisesini çıkarır ve iki parçadan ibaret dikişsiz ve beyaz örtüleri takınır. +Sonra: "Allahümme innî uridü'l-umrete feyessir-ha lî ve tekabbelha minnî = +Allah'ım! Ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolaylaştır ve onu benden kabul buyur," +diye yalnız umreye niyet eder. Sonra "Lebbeykallahümme Lebbeyk..." diye telbiyede +bulunur. Farz hacda yasak olan işler, umrede de ihramda bulundukça yasaktır. Yolculukta + telbiye getirmeye devam eder. + 2) Mekke'ye girince, Umre için tavafta bulunup bildiğimiz şekilde Kabe etrafında yedi +defa dolaşır. Hacer-i Esved'i her defasında selâmlar.İlk üç şavtında (devrinde) sürat +gösterir, tekbir ve tehlilde bulunur. + 3) Bu tavaftan sonra Safa ile Merve arasında, daha önce yazıldığı gibi sa'y eder. +Bundan sonra başının saçlarını traş eder veya kısaltarak umresini tamamlar. Kabe'yi tavaf +eder. İstediği elbiseyi giyebilir. Kendisinde ihramda haram olan şeyleri helâl olur. + Tavafın dört şavtı (devri), umrenin rüknüdür. Ondan sonra geri kalan üç savt ile Safa- +Merve arasında yedi defa yürümek, saçları traş etmek veya kısaltmak da umrenin +vaciblerindendir. + Umre'nin şartları, haccın şartları gibidir. Yalnız umre için belli bir vakit gerekli değildir. +Her mevsimde yapılabilir. Buna göre ihram da Umrenin bir şartıdır. + Umre'nin sünnetleri ve edebleri de, Hacdaki Safa-Merve arasında olan sa'ydan itibaren +sonuna kadar olan sünnetleri ve edebleri gibidir. + + + + +Temettü Haccının Yapılış Şekli + + 46- Daha önce yazıldığı gibi Temettü Haccı, farz olan hac ile Umre'yi ayrı ayrı iki ihram +ile toplayıp hac mevsiminde yapmaktır. Mikat dışından (uzaktan) gelen hacılar, ihramda +fazla kalmamak için daha çok bu nevi hac etmeyi tercih ederler. Şöyle ki: + 1) Bir afakî (mikat dışından gelen kimse) ihrama başladığı zaman: "Ya Rabbi! Ben +umre yapmak istiyorum, bu umreyi bana kolaylaştır ve onu benden kabul buyur," diye +umreye niyet ederek telbiyede bulunur, iki rekât namaz kılar. Diğer işleri de yerine +getirir. + 2) Mekke'ye girince, usulüne göre umre için Kâbeyi yedi defa tavaf eder. Sonra iki +rekât namaz kılar. Daha sonra Safa-Merve arasında sa'y görevini yapar. Arkasından +saçlarını traş eder veya kısaltır. Böylece umresini tamamlar. + 3) Bu şekilde umresini yapmış olan kimse, ihramdan çıkmış olur. Artık ihrama +girmemiş insanlar gibi Mekke'de kalır. Asıl elbiselerini giyer ve mubah olan diğer işleri +yapabilir. + 4) Umresini yapmış olan bu zat, Mina'ya çıkılacak gün veya daha önce Mekke'de tekrar +ihrama girer ve (farz) hacca niyet eder, telbiyede bulunur. Artık yalnız hacca (ifrad +hacca) niyet eden kimse gibi, daha önce, yazıldığı üzere hac görevlerinin (menasiki) +yerine getirir. Bundan başka Mina'da bir kurban keser. + Bu kurban, hac ile Umreyi bir arada yapmaya başarı kazanmanın bir şükrü yerindedir. +Akabe Cemresi taşlandıktan sonra nahr günlerinin birinde kurban kesilir. Bu kurbanı +kesmeden önce saçlar traş edilmez veya kısaltılmaz. Bu kurban bir koyun olabileceği gibi, +kurban edilecek bir deve veya sığırın yedide biri veya tümü de olabilir. Böyle bir kurban +kesmekten aciz ise, Arefe gününde üç gün tamamlanmış olmak üzere oruç tutar. Ayrıca +memleketine döndükten sonra veya dilediği bir yerde yedi gün ki, toplam on gün oruç +tutması vacib olur. + 5) Bu uygulama, Temettü haccında bulunup da beraberinde Hedy (kurbanlık) Mekke'ye +götürmemiş veya göndermemiş olan kimseye göredir. Eğer böyle bir kurban bulunursa, +yalnız Umreyi yapmakla ihramdan çıkmış olmaz. Umre için tavaf eder, sa'yda bulunur ve +terviye gününe (zilhiccenin sekizinci gününe) kadar ihramda kalır. Bunun arkasından hac +için niyet ederek ihrama girer. Geri kalan hac işlerini yerine getirmeye devam eder. +Kurban Bayramının ilk gününde Akabe taşlarını attıktan onra Kurbanını şükür olarak +keser. Ondan sonra saçlarını traş eder veya kısaltır. Artık o anda iki ihramdan çıkmış olur. + Kıran Hac Nasıl Yapılır? + + 47- Bilindiği gibi, Kıran Hac, farz olan hac ile Umre'nin ihramını birlikte yapmaktır, +Şöyle ki: + 1) Kıran hac yapacak olan kimse, mikatta veya mikat yerinden önce hac ile Umre'ye +birlikte niyet eder. Yine iki rekât namaz kılar. Sonra: "Ey Allah'ım! Ben hac ve umre +yapmayı istiyorum. Bunları bana kolaylaştır ve benden bunları kabul buyur," diye dua +eder ve Telbiyede bulunur. İhrama girmiş olan kimseye yasak olan şeyler aynen buna da +yasaktır. Bunları gözetmeye çalışır. + 2) Bu kimse Mekke'ye girince, önce umresini yapar: Beytullah'ı tavaf eder. Safa ile +Merve arasında Sa'y yapar. Sonra ihramdan çıkmadan haccın menasikini, evvelce +yazıldığı gibi, yapar. Bayramın birinci günü Akabe taşlarını attıktan sonra, iki haccı bir +arada başarmanın şükrü olarak bir kurban keser ki, bu vacibdir. Ondan sonra saçlarını +traş eder veya kısaltır. Böylece ihramdan çıkmış olur. Bu kurbanı bulup kesemeyecekse, +son gün Arefe gününde bitmek üzere üç gün oruç tutar. Yedi gün de Bayram günleri +çıktıktan sonra dilediği yerde veya memleketine dönünce tutar. Böylece on gün oruç +tutması gerekir. Bu oruçları ayrı ayrı günlerde tutabilir. + 3) Kıran hacca niyet eden kimse, Umre'yi yapmadan Arafat'a gidecek olsa, umresi +bozulmuş olur. Artık kendisine şükür kurbanı gerekmez. Ancak niyet ettiği umreyi +bozmuş olduğundan onu kaza etmesi ve bir ceza kurbanı kesmesi gerekir. + Temettü haccı ile Kıran haccı afakîlere (Mekke dışından gelenlere) mahsustur. +Mekke'de veya Mekke ile makatlar arasında bulunanlar bunları yapmazlar. Çünkü bu iki +haccı yapanlar, hac süresi içinde bir müddet aileleri yanına dönüp gitmemeleri gerekir. +Oysa ki, bunların aile efradından uzaklaşmaları zordur. + + + + +Hedy'in Mahiyeti ve Hükümleri + + 48- Yüce Allah'ın rahmetine yaklaşmak veya işlenen bir cinayete keffaret olmak için +Harem bölgesinde kesilmek üzere götürülen veya kendisi veya parası gönderilen kurbana +"Hedy" denir. Bu da en az bir yaşındaki koyun ile altı ayını doldurup bir yaşındaki koyun +gibi görünen tokludur. Beş yaşını tamamlamış deve ile iki yaşını doldurmuş sığır da +olabilir. Bunların erkekleri ile dişileri birdir. Kurbanlık hayvanlarda aranan vasıflar, aynen +bunlarda da gereklidir. + Koyun cinsinden olan kurbana "Dem", deve ve sığır cinsinden olana da "Bedene" denir. +Hedyin en iyisi bedenedir. + 49- Bir hayvanın hedy olması ya açık şekildedir veya delâlet şekli iledir. Meselâ: "Hedy +için" denilerek satın alınıp Mekkeye gönderilen bir koyun açık bir şekilde hedy olmuş olur. +Hedy olmasına kalben niyet edilen bir koyun veya hedy olmasına niyet edilmeksizin +Harem bölgesine kesilmek üzere gönderilen bir koyun veya deve, delâlet sureti ile hedy +olmuş olur. + 50- Hedy hayvanına binilmesi, yük yükletilmesi, bir zaruret olmadıkça caiz değildir. Bu +hürmete aykırıdır. Bu yüzden kıymetinde bir noksanlık olursa, bu noksan mikdarını +sadaka olarak vermek gerekir. + 51- Hedy kurbanının sütünü, etini yemek kendisine caiz olan bir kurban olsa bile, +içmez. Memelerini soğuk su ile yıkayarak sütünü kesmeye çalışır. Hayvana zarar +verecekse, yapılmaz. Bu durumda sütü fakirlere sadaka olarak verilir. Eğer kurban sahibi + sütünden faydalanırsa veya sütünü zenginlere verirse, bunun kıymetini (bedelini) +fakirlere sadaka olarak vermesi gerekir. + 52- Allah rızası için bağışlanan bir şeyin aynını sadaka vermek caiz olduğu gibi, +kıymetini ve bir rivayete göre dengini de sadaka vermek caizdir. Buna göre, bir kimse +kendi koyunlarından belli birini hedy olmak üzere tayin etse, bunun kıymetini veya +dengini hedy olarak Harem-i Şerife gönderebilir. + 53- Nafile olarak gönderilen bir hedy yolda çalınsa veya ölse, yerine başkasını +göndermek gerekmez. Vacib olarak gönderilmiş olunca, yerine başkasını göndermek +gerekir. Fazla kusurlandığı takdirde de, noksanın bedelini sadaka vermek gerekir. Ancak +hedy kurbanının sahibi fakir ise, o zaman bu kusurlu hedy yeterli olur. + Yine, Haremde kesilip de, eti henüz sadaka verilmeden çalınsa, artık başkasını kesmek +gerekmez. Çünkü vacib yerinde yapılmıştır. + 54- Önce de yazıldığı gibi, Temettü haccı ile Kıran haccından dolayı hedy (Harem +bölgesinde kurban kesmek) vacibdir. Bunun koyun cinsinden olması da yeterlidir. Bu +kurbanlar, Bayramın birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde kesilebilir. Fakat birinci günde +kesilmesi daha faziletlidir. Bu, bir şükür kurbanı olduğundan bunun etinden sahibi de +yiyebilir. Geri kalanını Mekke fakirlerine dağıtmakta fazilet vardır. + 55- Hac mevsiminde nafile olarak Harem'de kesilen her cins kurban da birer hedy'dir. +Bunların etlerinden sahibleri yiyebilirler. + 56- Hacla ilgili cinayetlerden (yapılması yasak şeyleri yapmaktan) dolayı ceza veya +keffaret olarak kesilecek kurbanlar de hedy sayılır. Ancak bunların etlerinden sahibleri ile +zevceleri, usul ve füruları yiyemezler. Çünkü bu ceza kurbanları zekât, adak kurbanı ve +fitre sadakası yerinde sayılırlar. Bunların etinden yiyecek olurlarsa, kıymetlerini fakirlere +sadaka verirler. + 57- Bedene (deve-sığır) cinsinden olan kurbanlık, nafile, adak, Temettü haccı ve Kıran +haccı için olunca, bunların bir nişanla kurbanlık olduklarını belirtmek müstahabdır. Bu, +başkalarına güzel bir örnek olur. Fakat ceza ve keffaret kurbanlarına böyle bir alâmet +konulmamalıdır. Çünkü bunları açığa vurulması değil, gizli tutulması uygundur. + 58- Hedy kurbanlarının kesileceği yer, mutlak surette Mekke'nin Harem Bölgesidir. +Bunların Mina'da kesilmesi şart değildir, bir sünnettir. Ancak yolda sakatlanmış olan nafile +bir hedy yolda kesilebilir. Bu durumda etinden yemek sahibine helâl olmaz, bütününü +sadaka vermek gerekir. Çünkü bunun etinden sahibinin yiyebilmesi, bunun Hareme +kavuşması şartına bağlıdır. + + + + +Hac ve Umre İle İlgili Yasaklar + + 59- Hac veya Umre için ihrama girmiş olanların din yönünden yapmaları yasak olan +şeylere "Cinayetü'l-Hac = Hac Yasakları" denir. Burada kasıd, yanılma, hataya düşme ve +unutma birdir. + (Şafiîlerce hata ve unutma cezası bağışlanmıştır.) + 60- Hac ve Umre'ye ait yasaklar (cinayetler) şu beş kısma ayrılır: + 1)Yapılmalarından dolayı yalnız birer dem (koyun veya keçi) kurban edilmesi gereken +cinayetler. + Büluğ çağına ermiş olup da ihrama girmiş bulunan bir kimsenin bir uzvuna (organına) +tamamen veya bir uzvu mikdarı olacak şekilde değişik yerlerine hoş kokulu bir şey +sürmesi, başına kına yakması, yağ sürünmesi, tam bir gün akşama kadar dikişli bir elbise +giyinmesi veya başını örtülü bulundurması, başının en az dörtte birini traş ettirmesi, fazla +tüylerini gidermesi, tırnaklarını kesmesi, haccın vaciblerinden birini (mikatta ihrama +girmeyi) terk etmesi, cünub veya haiz olarak kudüm veya veda tavafı yapması veya +abdestsiz olarak ziyaret tavafında bulunması gibi... + Kıran haccında bu yasaklardan biri yapılırsa, iki ihramın hürmetini korumak için iki + kurban (dem) gerekir. + Böyle irade ile yapılmalarından dolayı kurban kesilmesi gereken şeylerden biri, bir +zaruret ve illet sebebiyle yapılsa, bu işi yapan serbest kalır; dilerse Harem'de bir kurban +keser, dilerse istediği yerde üç gün oruç tutar, dilerse altı fakire birer fitre mikdarı sadaka +verir. Bu sadakanın Mekke fakirlerine verilmesi daha faziletlidir. Verilecek bu sadakada +temlik caiz olduğu gibi, ibahe (ikram suretiyle yemek yedirme) de caizdir. İmam +Muhammed'e göre ibahe caiz değildir. + 2) Yapılmasından dolayı Bedene (deve veya sığır) kurban edilmesi gereken cinayetler: + Bunlar, Arafat'da vakfeden sonra daha traş olmadan veya saçları kısaltmadan önce +kurulan cinsel ilişki ile ziyaret tavafını cünub, hayız veya nifas hallerinde yapmaktan +ibarettir. Bununla beraber herhangi bir tavaf, taharet haline yeniden yapılırsa cezası +düşer. + Arafat'da vakfeden sonra saçları traşdan veya kısaltmadan önce, bir mecliste cinsel +ilişki tekrarlansa, yalnız bir Bedene (deve veya sığır) gerekir. Meclis değişecek olsa, +birinci ilişkiden dolayı bir Bedene (deve veya sığır), diğerlerini için de dem (koyun) +gerekir. Çünkü birinci ilişkide tavafa noksanlık gelmiştir. Böyle noksan bir tavaf için de +"Dem" yeterli olur. Fakat traş olduktan sonra veya saçları kısalttıktan sonra, ziyaret +tavafının tamamından veya ilk dört şavtından önce ilişkide bulunsa, yalnız bir koyun +kesmek yeterli olur. Buna göre, ziyaret tavafının tamamından veya dört şavtından sonra +kurulacak ilişki ile ceza olarak ne bedene ne de dem gerekir. + 3) Her birinin yapılmasından dolayı yarım sa' (bir fitre mikdarı) beşyüz yirmi dirhem +sadaka verilmesi gereken cinayetler. + Bunlar, İhramda bulunan bir kimsenin uzuvlarından (organlarından) birinin az bir +kısmına hoş kokulu bir şey sürmesi, bir günden az dikişli elbise giymesi veya başını +örtmesi, başının dörtte birinden azını traş etmesi, yalnız bir tırnağını kesmesi, başkasını +traş etmesi, başkasının tırnağını kesmesi, abdestsiz olarak Kudüm tavafı veya Veda tavafı +yapması gibi şeylerdir. + Tedavi için hoş kokulu şey kullanılması, ceza gerektirirse de, zeytin yağı gibi bir yağ +kullanılması ceza gerektirmez. + Kırık bir tırnağı koparmak da caizdir; çünkü bunda büyüme hali kalmamıştır. + 4) Her birinin yapılmasından dolayı bir fitre mikdarından, yarım sa'dan (beş yüz yirmi +dirhem buğdaydan) az bir sadaka verilmesi gereken cinayetler (yasaklar): + Bunlar, İhramda bulunan kimsenin çekirge öldürmesi, kendi üzerinde bulunan biti +öldürmesi veya onu yere atması, başkasının üzerindeki biti öldürmesi için onu göstermesi +gibi işlerdir. + İhramde iken bunlardan birini yapan kimse, dilediği bir mikdar sadaka verir. + Öldürülen bitler üçten çok ise, bir fitre mikdarı sadaka verilir. Yolda görülen bir biti +öldürmek yasak değildir, bunun için cezası yoktur. Çünkü bu, aslında eziyet veren bir +hayvan olduğundan öldürülmesi caizdir. + İhramda bulunan kimse, ihramdan çıkıncaya kadar hazin, perişan ve mütevazı bir hal +içinde ihtiyacını Yüce Allah'a arzetmesi gerektiğinden üste başa düzen verilmemesi biri +kulluk ve ihtiyaç nişanının bir ifadesi olur. + 5) Her birinin yapılmasından dolayı bedel değer ödemek (Zıman) gereken yasaklar +(cinayetler)dir. + Bunlar da ihramda bulunanın av hayvanlarını öldürmesinden veya Harem Bölgesindeki +yaş ağaçları ve yeşil otları kesip koparmasından ibarettir. Bunun için İhramda olan kimse +(muhrim), gerek Harem Bölgesinde ve gerek Harem dışında hiçbir kara hayvanını +öldüremez ve öldürülmesi için de onu başkasına gösteremez. + Yine, ihramda olan bir kimse, Harem bölgesindeki yaş ağaçları ve yeşil otlan kesemez. +Bunlan yapınca, kıymetlerini öder. + Şöyle ki: + Öldürülen hayvan eti yenmeyen hayvanlardan ise, onun cezası bir koyun veya keçi +kurban etmekten ziyade olmaz. Fakat eti yenilir hayvanlardan ise, öldürüldüğü yerdeki +kıymeti, iki adalet sahibi kimse tarafından belirlenerek tamamen sadaka verilir. Eğer bu +kıymet bir fitre mikdarından az ise, buna karşılık bir gün oruç tutmak da yeterlidir. + Bununla beraber kıymeti bir kurban değerine eşitse, yasağı işleyen serbesttir. Dilerse +bu kıymet karşılığında fakirlere dağıtılmak üzere fitre mikdarı buğday, arpa ve hurma alır. + Dilerse her fitre mikdarı karşılığında birer gün oruç tutar. Bu oruç değişik zamanlarda da +tutulabilir. + Öldürülen hayvan av için öğretilmiş doğan ve köpek gibi bir hayvan ise, sahibine +öğretilmiş olduğuna göre kıymeti ödenir. Ayrıca öğretilmemiş olduğuna göre de fakirlere +kıymeti sadaka olarak verilir. + Ağaçlara ve otlara gelince, bunlara kendiliğinden bitmiş olup kimseye ait değilse, +Harem Bölgesinin hakkını korumak için kıymetleri sadaka olarak verilir. Fakat bir +kimsenin mülküne ait ise, birer kıymetlerini de sahiblerine vermek gerekir. + Harem Bölgesindeki bir ağacın yalnız yapraklarını almak, ağaca zarar vermezse caizdir. +Bundan dolayı ceza gerekmez. + + + + +Hac İle Umrenin Yasaklarına Dair Çeşitli Meseleler + + 61- Bir hayvan ayağını kırmak, bir kuşun kanadını kırıp onu uçamaz hale getirmek, bir +kuşun yumurtasını kırmak, ihramda olan kimse için, o hayvanı veya kuşu öldürmek +hükmündedir. + 62- Bir hayvanın tüylerini ve kıllarını kesmek veya kaçıp kurtulmasına engel olmayacak +bir şekilde bir uzvunu (organını) kesip kırmak da, onun kıymetine getireceği noksanlık +mikdarını sadaka vermeyi gerektirir. Eğer bu şekilde hayvanın yaralanması sonunda +hayvan iyileşirse, ceza vermek gerekmez. + 63- İhramda olan kimsenin avladığı hayvan kendiliğinden ölmüş olursa yine cezayı +gerektirir. Çünkü hayvanı ele geçirmesi, onu yok etme sayılır. + 64- İhramda olanın av hayvanını satın alması da yasaktır. Çünkü o hayvan, ihramda +olan kimse için kıymeti bulunan bir mal sayılmaz. + Fakat ihramda bulunmayan kimsenin kendisi için veya ihramda olanın emri +bulunmaksızın onun için harem dışında avlamış olduğu hayvanın etinden kendisi +yiyebileceği gibi, ihramda olan da yiyebilir. + 65- İhramda olan kimse, tavuk ve koyun gibi, yaratılış gereği olarak kaçıp ürkmeyen +evcil hayvanları kesip yiyebilir. Fakat karadaki av denilen yabanî hayvanları kesecek olsa, +onun etinden kendisi de başkaları da yiyemez. Çünkü bu ölü (besmelesiz kesilmiş) +yerindedir. Deniz kuşlarını da avlayamaz; çünkü bunlar aslen kara hayvanıdır. Bunları +öldürmek cezayı gerektirir. + 66- Harem Bölgesinde öldürülen av, İki İmam'a göre, ölü (Besmelesiz) hükmündedir. +Bunu öldüren ihramlı, onun etinden yese istiğfar etmesi gerekir. İmam Azam'a göre, +cezasını ödedikten sonra etinden yese, yediği mikdarın kıymetini sadaka olarak vermesi +gerekir. + 67- Harem bölgesindeki bir avı atıp vurmak yasak olduğu gibi, Harem'de olan kimse +de Harem dışındaki bir ava atıp onu vuramaz. Bunların ikisi de haramdır. Çünkü +Harem'deki av güvence altındadır. Harem dahilinde olan kimse de, dışandaki ava bir şey +atmaktan yasaklanmıştır. + 68- Mekke'nin Harem bölgesindeki av hayvanlarını avlamak, kendiliğinden bitip yetişen +yeşil otlarını koparmak, yine kendiliğinden yetişmiş yaş ağaçları kesip koparmak yalnız +ihramda olana değil, olmayana da helâl değildir. Onun için Mekke halkından ihrama +girmemişler için bunları avlamak veya koparıp kesmek, kıymetini ödemeyi (fakirlere +sadaka olarak vermeyi) gerektirir. Bunun karşılığında muhrim (ihramda olan) gibi oruç +tutmak yeterli olmaz. Çünkü işleri yapmak, ihramda bulunmayan Mekkeli hakkında bir +boçlanmadır, keffaret değildir. İhramda olmayanın böyle bir şeye yol gösterip yardımcı +olması da günahtır. Fakat bu hareketinden dolayı kendisine bir borç ödeme cezası +gerekmez. + 69- Harem bölgesinde hayvanları otlatmak ve kendiliğinden biten otları biçmek helâl +değildir. Fakat Mekke samanı denilen "İzhir" otu ile mantarları kesip toplamakta bir + sakınca yoktur. + Yine, kurumuş ağaçları kesmek, bir ağacın kırık bir dalını koparmak caiz olduğu gibi, +ekilmiş ekinleri ve sebzeleri kesip toplamak da helâldır. Aynı zamanda insanların +yetiştirdiği cinsten olup da kendiliğinden biterek yetişen ağaçları da kesmek helâldir. + Yalnız insanların yetiştirdiği cinsten olmayıp da, kendiliğinden biten ağaçları kesmek +cezayı gerektirir. O da bu ağacın kıymetini ödemekten ibarettir. + 70-İhramda bulunan birkaç kişi, bir av hayvanını öldürecek olsa, İmam Azam'a göre, +bunlardan her birine tam bir ceza gerekir. + (İmam Şafıîye göre, hepsine yalnız bir ceza gerekir. Aynı şekilde ihramda olmayanların +Mekke'de Harem Bölgesinde öldürecekleri bir av hayvanından dolayı da yalnız bir ceza +gerekir.) + 71- Bir kimsenin yapmış olduğu cinayetlerin cinsleri ve meclisleri bir olursa, bir ceza +yeterlidir. Fakat cezaların cinsleri ve işledikleri yerler değişik olursa, ceza da ona göre çok +olur. + Örnek: İhramda olan bir kimse, bir zaruret olmaksızın bir mecliste birkaç uzvuna +(organına) hoş kokulu bir şey sürse veya bir elinin veya bir ayağının veya iki eli ile iki +ayağının tırnaklarını keserse, hepsi için bir "dem" (bir koyun kurban etmek) yeterli olur. +Eğer bir elinin veya bir ayağ��nın iki veya üç parmağını kesse, her tırnak için fitre miktarı +sadaka vermek gerekir. Bunların kıymeti bir kurban kıymetine denk olursa, ihramda olan +kimse bundan dilediği kadar noksan bir şey sadaka verebilir. + Yine, bir elinin beş tırnağını kestikten sonra, henüz keffaret vermeden aynı mecliste +diğer elinin beş tırnağını da kesecek olsa, yine yalnız bir dem (bir koyun kurban etmek) +yeterlidir. Fakat bir mecliste veya başka başka meclislerde ellerinin tırnaklarını kesip +başını traş ettirse ve bir uzvuna da hoş kokulu bir şey sürse, yapmış olduğu bu +yasaklardan her biri için ayrıca bir kurban gerekir. Çünkü yasakların cinsi değiştiği gibi +meclis de değişmiştir. + 72- İhramda olan bir kimse, hastalık gibi bir özürden dolayı gündüzleri bir müddet +dikişli elbise giyip geceleri çıkaracak olsa, bundan dolayı ceza olarak bir kurban yeterli +olur. + Fakat bu hastalık gittikten sonra başka bir hastalıktan dolayı tekrar böyle dikişli bir +elbise giyecek olsa, bunun için de ayrıca bir kurban gerekir. + 73- İhramda bulunan bir kadının eline kına yakması kurban kesmeyi gerektirir. +Erkeklerin sakallarını kına ile boyamaları ise sadaka vermeyi gerektirir, kurban değil. + 74- Arafat'da vakfeden önce, bir insanın guslü gerektirecek şekilde ön veya arka +yönde ailesi ile yapacağı temastan dolayı hac bozulur ve ceza olarak ertesi sene kaza +etmesi gerekir. Bununla beraber bu bozulan hac da noksan bırakılmayıp tamamlanır. +Yapılan yasak işten dolayı da bir kurban kesmek gerekir. + (İmam Şafiîye göre, bir bedene (deve veya sığır) kurban etmek gerekir.) + 75- Hac için ihrama geren zevc ile zevce, Arafat'da vakfeden önce cinsel ilişki kursalar, +her ikisi de aynı şekilde cezalanırlar. Her birine bir dem (bir koyun) kurban etmek +gerekir. Ertesi yıl ihrama girdikleri zaman biribirlerinden ayrılırlar, başka başka yollardan +giderek Arafat'da durur ve bozulan haclarını kaza ederler. Birbiriyle ilişki korkusu olunca, +böyle birbirlerinden ayrı yürümeleri mendubdur. + 76- Şehvetle bakmak, öpmek ve okşamak veya iki yoldan biriyle olmaksızın cinsel ilişki +kurmak haccı bozmaz, meni gelmiş olsa bile... El ile meni getirilmesi ceza olarak kurban +kesmeyi gerektirir. Uykuda rüyalanmadan (ihtilâmdan) dolayı bir şey gerekmez. + 77- Umre için ihrama giren kimse, henüz tavafın dört şavtını (devrini) yapmadan cinsel +ilişkide bulunsa, umresi bozulur. Bununla beraber bu umreyi tamamlamaya devam eder +ve ceza olarak bir koyun kurban eder. Sonra da bu bozulan umreyi bir vacib olarak kaza +eder. Tavafın dört şavtından sonra cinsel ilişkide bulunsa, umresi bozulmaz, yalnız bir +kurban kesmesi gerekir. + 78- İhramda olan kimsenin zarar veren karga, çaylak, akrep, yılan, fare, sinek, +karınca, pire, kene, arı, kertenkele, kelebek gibi av cinsinden olmayan ve insanın +bedeninden doğmayan böcekleri ve üzerine saldıran köpeği ve yaratılışında eza bulunan +kurt gibi herhangi yırtıcı bir hayvanı öldürmesi bir ceza gerektirmez. + 79- İhramda bulunan bir kimse, ihramdan çıkmak kasdı ile bir çok av hayvanını vurup +öldürecek olsa, yalnız bir dem (ceza olarak bir koyun kesmek) gerekir. Çünkü bu iş, + cinayet işlemek kasdı ile değil, ihrama son verme niyetiyle yapılmıştır. + 80- İhramda bulunan kimsenin yanındaki kafeste olan kuşu veya evinde olan bir av +hayvanını salıvermesi gerekmez. Çünkü bu durum, av hayvanına saldırı sayılmaz. + (İmam Şafiîye göre, böyle hayvanları salıvermek gerekir. Çünkü avı mülkte tutmak, +ona saldırı demektir.) + + + + +Bedel (Vekâlet) Yolu İle Hac + + 81- Hac için bir bedel tutmaya, "İhcac" denir. Böyle kendi yerine başkasını gönderen +kimseye de, "Âmir"; "Menûb, Mahcücün anh" denir. + Bir kimse, hac etmeğe gücü bulunsun veya bulunmasın, nafile olarak kendi yerine +müslüman olan ve aklı yerinde bulunan birini naib tayin edebilir. Naib olan zat, o +kimsenin tayin ettiği yerden gider ve onun adına niyet ederek hac yapar. + 82- Kendi adına nafile hac için bedel gönderen zat, bu haccın sevabını kazanır. Çünkü +bu iş, Allah rızası için Hak yolunda mal harcamak demektir. Böyle bir harcama, bizzat +olabileceği gibi, niyabet suretiyle de olabilir. + 83- Bir kimse, kendisine farz olan bir haccı, başkasına niyabet (vekâlet) vererek +yaptırabilmesi için aşağıdaki şartların bulunması gerekir. + 1) Âmir (bedel gönderecek kimse) için hac farz olmuş bulunmalıdır. Farz olmadan +niyabet yoluyla yapılan hac, bir nafile olur. Sonradan o bedel gönderene hac farz olunca +tekrar hac edilmesi gerekir. + 2) Âmir (bedel gönderen) bizzat hac etmekten aciz olmalıdır ve bu acziyeti de, naib +tayin ettiği andan itibaren ölümüne kadar devam etmelidir. Onun için bir aralık acziyeti +kalkmış olsa, bizzat hac etmesi gerekir. Daha önce niyabet suretiyle yaptırmış olduğu hac +nafile sayılır. Âmâ ve yatalak olma halleri bu hükmün dışında kalır. Niyabetle bunların +yaptırmış olduğu hacdan sonra özürleri kalksa, haccın yeterli olmasını engellemez. + İmam Ebû Yusuf'a göre, hangi acziyet olursa olsun, niyabeten yaptırılan hacdan sonra +kalkarsa, haccın yeterli olmasına zarar vermez. + 3) Âmir, kendi adına hac etmesini naibe emretmelidir. Âmirin emri olmaksızın +başkasının onu adına yapacağı hac yeterli olmaz. + 4) Âmir, âdet üzere yol masrafını vermelidir. Onun için naib kendi malı ile hac ederse, +kendi adına hac etmiş olur. Fakat kendi malından harcadığı mal, nisbet olarak +âmirinkinden çok az ise, bu niyabet caizdir. + 5) Âmir yapacağı niyabet için bir ücret şart koşmamalıdır. Bir ücret karşılığında hac +eden kimse, kendi adına hac etmiş olur. Bu ücreti almaya hak kazanamaz. Çünkü hac, +tam bir ibadet olduğundan ücret karşılığında yapılamaz. + (Malikilere göre, hacda beden ibadeti mal ibadetinden daha üstün olduğu için, farz olan +bir hacda bedel tutmak caiz değildir. Bunun için ücret vermek caiz değildir, hükümsüzdür. +Fakat nafile hac için niyabet kerahetle caizdir. +Şafiî ve Hanbelîlere göre hac ibadeti, niyabet kabul eden ibadetlerdendir. Bunun için hac +veya umre yapmaktan aciz olan kimsenin, başkasına bir ücret karşılığında veya +nafakasını karşılamak suretiyle hac veya umre yaptırması sahihdir.) + 6) Âmirin verdiği mal, binitli olarak hacca elverişli olunca, naib binitli olarak hacca +gitmelidir, isterse âmir piyade olarak gitmesine izin vermiş olsun. Aksi halde naib, +harcayacağı malı âmirine borçlanıp âmirin binitli olarak hac ettirmesi gerekir. Fakat +verilen mal binmeye elverişli değil ise, piyade olarak yapılan hac yeterli olur. + 7) Âmirin vasiyet etmiş olduğu mal yeterli ise, vatanından hac edilmesi gerekir. +Değilse, yeterli olacağı bir yerden hac edilir. + Bizzat veya niyabet üzere hac etmek için yola çıkan kimse, yolda vefat edip tarafından +hac edilmesi vasiyet edilmiş bulunsa, İmam Azam'a göre vatanından (ikamet yerinden), +iki imama göre de vefat ettiği yerden hac ettirilir. + Yine, kendisi için beldesinden başka bir yerden hacca gidilmesini vasiyet eden +kimsenin, vasiyetine göre hac ettirilir. + Ölen bir kimse adına beldesinden hacca gidilmesi gerekirken, vasisi başka bir beldeden +hac ettirecek olsa, bu hac vasinin adına olur. Ölü için ayrıca hac ettirmesi gerekir. Eğer o +iki yer arasındaki uzaklık bir günde gecelemeden gidip gelinecek kadar ise, o zaman ölü +adına hac sahih olur. + 8) Naib hac işlerine başlamadan önce veya ihrama giderken âmir adına hac etmeye +niyet etmelidir. Dili ile de: "Lebbeykallahümme Lebbeyk an fülanın..." diye telbiyede +bulunmalıdır. Yalnız kalbi ile niyet etmesi de yeterlidir. + 9) Naib, âmir adına bizzat hac etmelidir. Eğer bir engel sebebiyle başkasına para verip +hac ettirirse, bu hac âmir adına sahih olmaz. Almış olduğu yol masrafını ödemesi gerekir. +Fakat âmir, tayin etmiş olduğu naiba, "Başkasını gönder" veya "Dilediğini yap" diye izin +vermiş olursa bu sahih olur. Çünkü bu durumda vekil hac için her yetkiye sahib bulunmuş +olur. + 10) Naib, haccını bozmamış olmalıdır. Şöyle ki: Naib, Arafat'da vakfe yapmadan önce +zevcesi ile cinsel ilişkide bulunsa, haccını bozmuş olur. Artık sonradan kaza edeceği hac, +âmir adına olmamış olur. Bunun için almış olduğu masraf bedelini âmire ödemesi gerekir. + Eğer naib, Arafat'da durduktan sonra cinsel ilişkide bulunsa, masrafı ödemesi +gerekmez. Çünkü haccın asıl rüknü yerine getirilmiştir. Ancak ziyaret tavafını yapmadan +geri dönerse, zevcesine karşı ihramlı olarak kalır ve kendi malı ile gidip ziyaret tavafını +yapmadıkça ihramdan tamamen çıkmış olmaz. + 11) Naib, âmire aykırı bir davranışta bulunmamalıdır. Âmir, ifrad haccı emretmişken, +naib, umre veya kıran haccı veya temettü haccı yapmış olsa, âmir adına hac etmiş olmaz. +Bu durumda aldığı yol masrafını ödemesi gerekir. + Fakat naib, âmirin emrini yerine getirmekle beraber, kendi parası ile kendisi için de +ayrıca umre yapabilir. Aynı şekilde yalnız umre yapmaya memur olan kimse de, bunu +yaptıktan sonra kendi parası ile kendi adına hac edebilir. Fakat önce kendisi için hac +yapıp sonra amir adına umre yapması caiz değildir. + 12) Naib, yalnız âmir adına hac için ihrama girmelidir. Biri kendi adına, diğeri âmir +adına olmak üzere iki ihrama niyet etse, âmir adına haccı caiz olmaz. Ancak kendi adına +olan ihramı bırakıp da âmir adına ihrama devam ederse, bu âmir için sahih olur. + 13) Naib telbiyeyi yalnız âmir adına yapmalıdır. İki kişinin niyabetini kabul edip +bunların adına telbiye ederse, hiç biri adına caiz olmaz. Almış olduğu masrafları öder. +Fakat bunlardan yalnız birini tayin ederek ihramda bulunursa, onun için caiz olur, diğeri +için olmaz. Bundan aldığı parayı ona öder. İki kişiden herhangi birini tayin etmeksizin +ihrama girecek olsa, İmam Ebû Yusuf'a göre, yine niyabet sahih olmaz. Kendisi için nafile +hac yapmış olur. İmam Azam'a göre, yapacağı haccı bunlardan birine ayırabilir. + 14) Naib haccı kaçırmamış olmalıdır. Onun için başkası adına hac yapacak olan bir +bedel, kendi işleri ile uğraşır da belirtilen senede hac yapamazsa, almış olduğu parayı +sahibine öder. Fakat hastalık gibi elinde olmayan bir sebeble hac edemezse, almış olduğu +bedeli geri vermesi gerekmez, yeniden hac etmesi gerekir. + 15) Amirin tayin etmiş olduğu naib, âmir adına hac etmiş olmalıdır. Buna göre: "Benim +adıma başkası değil, falan adam hac etsin," diyen bir âmirin emrine aykırı olarak o adam +gerek hayatta iken, gerekse öldükten sonra başkasına hac ettirilecek olsa, bu hac âmir +adına caiz olmaz. + Fakat âmir, böyle "başkası değil, ancak falan kimse benim adıma hac etsin" şeklinde +bir tahsis yapmayarak: "Adıma falan kimse hac etsin" dediği takdirde, o kimsenin ölümü +halinde başkasına hac ettirilebilir. + Aynı şekilde, hiç bir kimseyi göstermeksizin adına hac yaptırılmasını vasiyet eden bir +kimse için, ölünce varisleri toplanarak diledikleri bir adamı "Naib" olarak hacca +gönderebilirler. + 16) Âmir ile naib, müslüman, akla sahib ve hac işlerini anlayacak durumda olmalıdır. +Onun için bir müslüman gayrimüslimi ve bir gayrimüslim de müslümanı bedel tayin +edemeyeceği gibi, bir akıllı deliyi ve bir deli de akıllıyı bedel yapamaz. + Haccın nasıl yapılacağını anlayıp ayırt edemeyecek olan bir çocuk da naib tayin +edilemez. + 84- Bir kimse, anası ve babası adına, onların emirleri olmaksızın hac edebilir. Çünkü +bu bir velayet ve niyabet değildir. Yapılan ibadetin sevabını onlara bağışlamak demektir. + + + + +Hac Konusunda Niyabet, Vasiyet ve Adakla İlgili +Bazı Meseleler + + 85- Hac için bedel olacak şahsın, daha önce kendi adına hac etmiş bulunması, İmam +Şafiî'ye göre şart ise de, biz Hanefî'lerce şart değildir. + Bu iki ayrı görüşten kurtulmak için, daha önce kendi adına hac etmiş bulunan ve hac +işlerini bilen bir kimseyi bedel göndermek daha faziletlidir. Bununla beraber efendilerinin +izni ile köleler, yanlarında mahremleri bulunmak şartı ile kocalarının izinleri ile zevceler +bedel olarak hacca gidebilirler. Ancak kadınların niyabeten (bedel olarak) hacca gitmeleri +mekruhtur. Çünkü onların hacları, erkeklere kıyasla noksandır. Telbiyelerde seslerini +yükseltemezler, Remel ve Hervele gibi bazı hac işlerini yapamazlar. + 86- Naib, binitli olarak gidip gelmek şartı ile israftan ve sıkı davranmaktan kaçınarak +âmirin parasını harcar. Artan parayı da kendisine veya varisine geri verir. Ancak âmir +veya mükellef durumda olan varisler bu parayı naibe verirken: "Bundan artacak mikdar +senin olsun, onu sana bağışladık" diye vekâlet verirlerse, bu parayı kendi adına bir bağış +olarak kabul edip alabilir. + 87- Naib hacdan sonra Mekke'de kalabilir ve ikinci yılda kendi parası ile kendi adına +hac edebilir. Fakat hacdan sonra dönmek daha faziletlidir. + 88- Naibe masraf olarak verilen para Mekke'de veya buna yakın bir yerde kaybolsa +veya tamamen tükense de naib kendi malından harcamada bulunsa, adına hac yapmış +olduğu ölünün malına (terekesine) dönüp kendi harcadığı parayı alabilir; yeter ki kendi +kusur veya kasdı bulunmuş olmasın. + 89- Hac ile yükümlü olan kimse, hemen mükellef olduğu sene hac için yola çıkar da, +daha hac etmeden vefat ederse, hac için vasiyet etmesi gerekmez. Niyetine göre sevabını +alır. Fakat haccını geciktirmiş olursa, vasiyet etmesi gerekir, etmezse günahkâr olur. + 90- Bir kimse malının üçtü biri olarak hac için vasiyet ettiği mal, birkaç haccı +karşılayacak olursa, bakılır: Eğer bir defa hac edilmesini vasiyet etmişse, bir defa hac +ettirilir ve artan mal varislerine verilir. Fakat böyle yalnız bir hac edilmesini açıkça +söylememiş ise, bu paranın mikdarına göre bir senede veya birkaç senede birkaç hac +yaptırılır. Burada vasî serbestir. Fakat ibadet konusunda erken davranılması istendiğinden +bunların bir yıl içinde yaptırılması daha iyidir. + 91- Bir ölünün varisi, ölünün vasiyeti bulunsun veya bulunmasın, terekesine +başvurmak üzere kendi parası ile o ölü namına hac etse, bakılır: Eğer ölü, onun böyle hac +etmesini vasiyet etmiş ise, bu hac o ölü adına caiz olur. Fakat böyle bir vasiyet +yapmamışsa caiz olmaz, varis bu parayı terekeden alamaz, kendi bağışı olur. + 92- Ölünün vasiyeti bulunsun veya bulunmasın, onun varisi terekesine başvurmaksızın +kendi parası ile ölü adına hac etse, bu ölü üzerine farz olan hac yerine geçmez. Fakat bazı +alimlere göre, onun farz haccı yerine geçer. + 93- Bir ölü, kendi adına hac edilmesi için belli bir kimsenin gönderilmesini vasiyet +etmemiş ise, ona vasî olan zat başkasını göndermeyip kendisi naib olarak hac edebilir. + 94- Bir kimse, varislerinden birine terekesinden şu kadar masrafla namına bedel olarak +hac etmesini vasiyet etse, o kimse öldükten sonra bu varis diğer varislerin iznini +almadıkça hac edemez. Vasiyet edilen mal, mirasa dahil olur. + 95- Bir ölü adına belli bir senede hac etmek üzere, ölünün varisi tarafından tayin +edilen kişi yol masrafını aldığı halde, o sene hac etmeyip de ertesi yıl hac edecek olsa, ölü +adına caiz olur, masrafı geri ödemez. + 96- Bir ölü adına vasisi tarafından naib tayin edilen kişi, yolda hastalanıp almış olduğu + hac parasını tamamen harcamış olsa, geri dönmesi için vasiden para isteğinde bulunmaz. +Fakat vasî tarafından naibe: "Eğer paran yetmezse borç al, ben öderim," denilmiş ise, bu +geçerli olur. + 97- Bir ölü hayatta iken on altın bir zata, on altın fakirlere ve on altın da haccı için +şeklinde vasiyet etmiş olduğu halde terekesinin üçte biri yirmi altın tutarında olsa, bu +üçte bir olan yirmi altın o üç yere eşit olarak bölünür. Sonra fakirlere düşen mikdar hacca +düşen mikdara ilâve edilir. Hac yaptırıldıktan sonra bir şey artarsa, o fakirlere verilir. +Çünkü farz olanın önce yerine getirilmesi daha iyidir. + 98- Bir kimse: "Adağım olsun, Allah rızası için hac edeyim veya falan işim görülürse +adağım olsun, hac edeyim" şeklinde mutlak (şartsız) veya muallâk (şarta bağlı) adak +yapmış olsa, birinci şekilde mutlak olarak ve ikinci şekilde işi görülünce hac etmesi +gerekir. Çünkü bu gibi adaklar, vücub sebeplerindendir. + İmam Azam'dan sağlam rivayete göre, sadece yemin keffareti ile bu adağın +sorumluluğundan çıkılamaz. + (İmam Malik'e göre de, hac etmeyi adayan kimsenin bu adağını yerine getirmesi +gerekir. İmam Şafiî'den bir rivayete göre, hac etmeyi adayan kimse serbesttir; dilerse +adağına bağlanarak hac eder, dilerse yemin keffareti verir, diğer bir rivayete göre de, +yalnız yemin keffareti gerekir. + 99- Bir ölü, hayatında malının üçte birini zekâtına, adağına, haccına ve diğer yerlere +harcanmak üzere vasiyet etse ve bu mal da bunların hepsini yerine getirmeye kâfi +gelmese, bakılır: Eğer bunlar zekât ve farz hac gibi farz ibadetlerden ise, önce söylemiş +olduğu farz ibadet yerine getirilir. Fakat biri farz, diğeri adak veya nafile ise, farz tercih +edilir ve o yerine getirilir. Biri adak, diğeri nafile ise, adak tercih edilir. İster adağı farzdan +önce ve nafileyi de adaktan önce söylemiş olsun... + 100- "Allah için adağım olsun. Beytullah'a veya Kabe'ye veya Mekke'ye gideyim" diye +adak yapıldığı takdirde hac veya umre gerekir. Adağı yapan bunlardan dilediğini seçebilir. + "Allah için Harem'e veya Mescid-i Haram'a veya Medine Mescidine veya Mescid-i +Aksa'ya gideyim" diye adak yapılması, İmam Azam'a göre geçerli değildir. Çünkü örfde +böyle bir ibadeti benimseme yoktur. Fakat; "Harem'e veya Mescid-i Haram'a gideyim" +şeklindeki bir adak, iki İmama göre geçerlidir. Hac ile umreden birini seçmek gerekir. + 101- Piyade olarak hac etmeyi adayan kimse, sahih olan görüşe göre, evinden ve diğer +bir görüşe göre, ihrama gireceği yerden itibaren piyade olarak gidip hac eder. Ziyaret +tavafını yapmadan önce vasıtaya binse, kurban kesmesi gerekir. + 102- Bir adak olmaksızın hac yolunda canını korumak ve usanmadan sakınmak için +binitli olmak piyade olmaktan daha faziletlidir. + Bununla beraber yürümeye gücü yeten kimse için, piyade olarak gidip hac etmenin +daha faziletli olduğunu söyleyenler de vardır. + + + + +İhsarla İlgili Meseleler + + 103- İhsar, lûgatta, bir kimseyi istediği yere ulaşmaktan alıkoymak ve hapsetmek +manasınadır. Din deyiminde: "Hac için ihrama girmiş bir kimsenin, Arafat'da vakfe ile +Ziyaret tavafından alıkonması, Umre için ihrama girmiş olanın da tavafdan engellenmesi" +demektir. Bu şekilde engellenen kimseye "Muhsar" denir. + Hac yolunda bulunan kadının kocası veya mahremi ölürse, o kadın "muhsar" sayılır. + 104- İhsar, bir nevi zorunlu cinayet sayılır. Onun için bundan dolayı kurban kesilmesi +ve bu şekilde ihramdan çıkılması gerekir. Bu kurbana "İhsar demi" denir. + Örnek: İhrama girmiş olan kimse, bir hastalıktan veya düşmandan veya parasının +tükenmesinden dolayı haccını yerine getiremezse, Harem bölgesinde kesilmek üzere +Mekke'ye bir koyun veya onun parasını gönderir. Bunun kesileceği saat arkasından +ihramdan çıkmış olur. + 105- İhsardan dolayı ihrama son vermek için, İmam Azam ile İmam Muhammed'e +göre, yalnız kurban kesilmesi yeterlidir. Ayrıca traş olmak veya saçları kısaltmak +gerekmez. İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafiî'ye göre, traş olmak veya saç kısaltmak da +gerekir. Bunlar hac işlerindendir. + Bir görüşe göre de, Harem bölgesi içinde meydana gelen bir ihsardan dolayı ihramdan +çıkmak için traş olmak veya saç kısaltmak gerekir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem +Efendimiz Hudeybiye'de böyle yapmıştır. + 106- Muhsar'a ait kurbanın nahr (kurban kesme) günlerinin içinde kesilmesi, İmam +Azam'a göre şart değildir; bu günlerden önce ve sonra da kesilebilir. + 107- Bir muhsar fakir olsa bile, kurban kesmedikçe ihramdan çıkamaz. + (İmam Şafiî'nin bir görüşüne göre, fakir olan muhsar, kurban yerine on gün oruç tutar. +Yine İmam Şafiî'ye göre ihsar kurbanı, ihsarın meydana geldiği yerde de kesilebilir.) + 108- Bir kimse, Kıran Hacca niyet ederek ihrama girdikten sonra hacdan engellenirse +(muhsar olursa), Harem bölgesinde kesilmek üzere iki adet kurban gönderir. Bunlardan +biri farz haccı, diğeri de umresi içindir. Böyle iki kurban kesilmedikçe ihramdan çıkmış +olmaz. + 109- Hac veya umreden engellenen bir muhrim, gönderdiği kurban ile ihramdan +çıktıktan sonra aynı mevsimde hacca veya umreye imkân bulsa, alıkonduğu hacca veya +umreye bedel hac veya umre etmesi gerekir. Bunlardan birini yapmadıkça ihramdan +çıkmış olmaz. Çünkü bu muhrim, başlamış olduğu bir haccı veya umreyi kaçırmış olan +kimse gibi sayılır. + 110- Kıran Hacca niyet etmiş olan kimse, hac ile umreden engellendiği cihetle Harem +bölgesinde kesilmek için kurban gönderip de ihramdan çıktıktan sonra, engeller kalktığı +için Harem'e gidip umresi ile haccını yapmaya imkân kazansa, üzerine bir hac ile iki umre +gerekir. Bunlardan bir hac ile bir umre kaza olarak gerekir. Çünkü bunlar ihrama girmesi +ile kendisine gerekli olmuştur. Diğer bir umre de, bunlara ait ihramdan çıkmış olmakdan +dolayı gerekir. Bu farz hac ile iki umre, değişik zamanlarda yapılabilir. + 111- Yalnız umre için ihrama giren bir insan, umrenin rükünleri olan tavaf ile sa'ydan +engellenecek olsa, ihramdan çıkmak için Harem bölgesine bir kurban gönderir, bu +umresini de ileride imkân bulduğu zaman kaza eder. Bu umreye "Umretü'l-Kaza" deriz. + (İmam Malik'e göre, umre yapan kimse, ihsardan dolayı kurban kesmekle ihramdan +çıkmış olmaz; çünkü umrenin vakti belli günler değildir, kaçırılmasından korkulmaz.) + 112- İhramda olan kimse hacdan engellenmekle kurban gönderip de, ondan sonra +engelin kalkması sebebiyle haccı yapmaya imkân kazansa, hemen haccını yerine +getirmeye başlar, çünkü aslı yerine getirmeye imkân bulmuştur. Bu durumda kurbanına +daha kesilmeden yetişirse, ona sahib olur ve onu istediği gibi kullanabilir. Çünkü onu +kesme zorunluğundan kurtulmuştur. + 113- Bir insan Arefe günü Arafat'da durduktan (vakfe yaptıktan) sonra, ziyaret +tavafından ve diğer hac işlerinden engellense, bununla muhsar olmaz. Çünkü haccını +tamamlamaya imkânı vardır, kaçırılmasından korkulmaz. Ziyaret tavafı her zaman +yapılabilir. + Aksine olarak Arafat'da vakfeden engellendiği halde, yalnız ziyaret tavafına muvaffak +olan kimse de muhsar değildir; çünkü haccı kaçıran kimse, tavaf ile ihramdan çıkmış olur. +İhsardan dolayı kurban gerekmez. Kaçırmış olduğu haccı kaza etmesi gerekir. + 114- Mikattan farz hacca veya adadığı hacca veya nafileye niyet ederek ihrama giren +kimse, arefe günü zevalden sonra Bayram gününün fecrine kadar bir an bile olsa, +Arafat'da bulunmazsa (vakfe yapmazsa), hac kaçırılmış olur. Artık ihramdan çıkması için +umre yapması ve bu haccı da gelecek yıl kaza etmesi gerekir. Bu umre için de ayrıca +ihram gerekmez. O kaçınlan haccın ihramı buna da yeterlidir. Bu umreye başlayınca +telbiyeye son verir. + Bu kimse eğer Kıran hacca niyet etmişse, iki defa umre yapması gerekir. Onun için iki +defa tavaf eder ve iki defa da Safa ile Merve arasında sa'y eder. Bunların birincileri, niyet +edilmiş olan hac ile umreye bedeldir. İkincileri de, haccın ihramından çıkmak içindir. Bu +ikinci umreye başlayıp Hacer-i Esved-i selâmlaması anında telbiyeye son verir. + 115- Bedel (naib) olarak ihrama giren kimse, hacdan engellense, Harem'e +gönderilecek olan kurbanın bedelini ödemek âmire gerekir. Çünkü âmirinin adına bu işe +katlanmıştır. Bundan kurtulmak için âmirinin yardımına ihtiyacı vardır. Bu durumda naib, + âmirinin malından yapmış olduğu harcamaları ödemesi gerekmez. Çünkü bu bir arızadır, +naibin isteğiyle olan iş değildir. Fakat bir naib, hac yasaklarından birini kendi iradesiyle +yapacak olursa, gereken kurbanın bedeli kendisine ait olur. Çünkü yasak olan o işi, kendi +iradesi ile yapmıştır. + + + + +Resûlullah Efendimizin Kabrini Ziyaret + + 116- Hac yolculuğunda bulunanların Medine-i Münevvere'ye giderek Resûlullah +(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin Mescid-i Şeriflerini ve Kabr-i Saadetlerini ziyaret +etmeleri pek önemli bir görevdir. + Bazı alimlerin açıklamalarına göre, önce hac görevini yerine getirmeli ve bu sebeble +Yüce Allah'ın bağışlaması ile günahlardan arınmalı da ondan sonra Hazret-i Peygamberin +ziyaretine gitmelidir. Bununla beraber Hac yapmadan önce Medine-i Münevvere'ye +gidilebilir. + 117- Şam yolcuları gibi, Mekke'ye gitmek üzere yolları Medine-i Münevvere'ye +uğrayanlar için önce Peygamber Efendimizi ziyaret etmek bir görevdir. Allah'ın rahmetine +kavuşmaya bir vesiledir. Bunu bir an önce yapmamak bir gevşeklik sayılır. Bu ziyaret, +namazların evvellerinde olan sünnetlere benzer. Bu durumda hac ve umre için ihram +sonraya bırakılmış olur. Mekke'ye gidileceği zaman, Medine'liler gibi Zülhuleyfe'den +ihrama girilir. Medine halkının Mikat'ı Zülhuleyfe'dir. + 118- Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizin nur dolu Kabri Saadetlerini +ziyaret, Allah rızasına kavuşmanın en faziletlisi ve en şereflisidir. Nasıl olmasın ki, bütün +kâinat, o şanı büyük peygamberin nurundan yaratılmıştır. Bütün beşeriyetin en büyük ve +en muhteşem rehberi (öncüsü) O'dur. Bütün insanlara Yüce Allah'ın hak dinini, mübarek +kitabını tebliğ ederek onları hakdan, faziletten ve gerçek medeniyetten haberdar eden +O'dur. + 119- Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, şanı yüksek bir +Peygamderdir ki, onun temiz hayatı, bütün işleri ve kutsal sözleri bütün insanlık âlemini +hayrete düşürecek bir fazilet ve hikmet kaynağıdır. + O, öyle değeri yüksek bir peygamberdir ki, bütün insanlığın selâmet ve mutluluğuna +çalışarak yeryüzünde en mutlu bir devrim meydana getirmiştir. + O, öyle büyük bir peygamberdir ki, saadet dolu kabrinde her an İlâhî nurlar parıldayıp +durmaktadır. + O, öyle yüksek bir varlıktır ki, onun saadet Mescidi bir güven yeri olup nurlu kabri ile +mübarek minberi arası Cennet bahçelerinden hoş bir bahçedir. + O, öyle yüce bir Peygamberdir ki, mübarek vücudunun topraklarına sonsuz bir şeref ve +üstünlük vermiş olduğu pak belde, İlâhî vahyin son tecelli yeri olup içinde İslâmiyetin +binlerce kutsal anılarını ve şerefli olaylarını saklamaktadır. Artık hayat ve yaşantısı kutsal +olan Peygamberin şeref dolu kabirlerini ziyaret etmek önemli bir görev olmaz mı? + 120- Resûlullah Efendimizin şerefli kabirlerini ziyaret etmenin faziletine nihayet yoktur. +Bir kudsî hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur: "Beni, ahirete göç edişimden sonra +ziyaret eden, beni hayatımda ziyaret etmiş gibi olur. Kabrimi ziyaret edene +şefaatim vacibdir." Bunun için her müslüman ve özellikle hacca giden her iman sahibi, +büyük bir engel karşısında kalmadıkça, muhakkak gidip Peygamber (sallallahu aleyhi ve +sellem) Efendimizi ziyaret etmelidir. + Bütün Peygamberlerin sonuncusu olan O büyük Peygamberin yüceliği sayesinde hak ve +hakikattan haberdar olup hidayete ve mutluluğa eren bir müslüman nasıl olur da, +mübarek Hicaz bölgesine gitmişken o kutsal Peygamberin, o eşsiz nimet sahibinin pak +kabrini, yüksek Mescidini ve mübarek beldesini ziyaret etmeksizin yurduna dönebilir. + Üstelik bir hadis-i şerifde: "Beytullah'ı ziyaret edip de beni ziyaret etmeyen, +bana eziyet etmiş olur," buyurulmuştur. + Diğer bir hadis-i şerifin anlamı da şöyle: "Durumu elverişli iken beni ziyaret +etmeyen bana eziyet etmiş olur." + 121- Medine-i Münevvere'ye gideceklerin gözetmeleri gereken bazı haller vardır. Şöyle +ki: + 1) Medine-i Münevvere'ye gidecek olan kimse, Peygamber Efendimizin kabr-i şerifini +ve Mescidini ziyaret niyetinde bulunmalıdır. Yolda sık sık Salât ve Selâm okumalı, +mübarek beldeye yaklaşınca yıkanmalı, yeni elbiselerini giymeli, yenileri yoksa +yıkanmışları giymeli. Bir zaruret yoksa piyade olarak edeb ve saygı ile yürümeli. O nurlu +bölgeye girince de, duaya başlamalı. Kâinatın Efendisi olan Peygamberin hicret ettiği, +Cibrîl-i Emîn'in son İlâhî vahyi indirmiş olduğu kutsal bir beldede bulunma şerefine +kavuştuğunu düşünerek Salât ve Selâm'a devam etmelidir. + 2) Medine-i Münevvere'ye girerken Besmele ile: + "De ki: Rabbim! Beni herhangi bir yere girdirirken, doğru ve mükemmel bir +girişle girdir. Beni her nereden çıkarırsan doğru ve makbul bir çıkarışla çıkar ve +bana kendi tarafından yardımcı olacak hak bir kuvvet ver," gibi bir âyeti kerîme +okumalı ve şöylece Yüce Allah'a yalvarmalıdır: + "Rabbim! Bana rahmetinin kapılarını aç, Peygamberin sallallahu aleyhi ve +sellem'in ziyaretini bana nasîb et, velilerini ve sana itaat edenleri rızıklandırdığı +gibi... Beni bağışla, bana merhamet et; ey kendisine yalvarılanların en hayırlısı!" + 3) Peygamber Efendimizin Mescid-i Saadetleri görülünce, tam bir tevazu ile salât ve +selâmı artırmalı. Mescidin içine girince, orada minber-i şerifin yanındaki direk sağ omuz +hizasında olmak üzere "Tahiyyetü'l-Mescid = Mescide hürmet" olarak iki rekât namaz +kılmalıdır. Çünkü orası Peygamber Efendimizin durdukları mutlu yerdir. Bu minber ile +Kabr-i Saadet arasındaki alan, bir Cennet bahçesi demektir. + Bu nimete kavuşmaktan dolayı iki rekât da şükür namazı kılmalı. Hatırlanan ve bilinen +dualar okunmalı. Kimse aleyhinde dua etmemelidir. + 4) Sonra Resulü Ekrem Hazretlerinin Kabr-i Saadetlerine, mübarek ayakları tarafından +gidip şerefli yüzleri karşısında üç metre kadar uzakta edeb ve huzur içinde durmalıdır. O +şanı büyük peygamberin nurlu bakışlarının kendisine yöneldiğini, selâmını alacağını, +dualarını işitip "Amîn" diyeceğini düşünerek şöyle selâm vermeli, hayırlı şeyler hakkında +dua etmelidir: + "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyu ve Rahmetullahi ve berekâtühu. Esselâmü +aleyke ya seyyidî, ya Resûlallahi, esselâmu aleyke ya Habîbellahi." + Resûl-ü Ekrem Efendimize tebliğ edilmek üzere bazı kimseler tarafından emanet edilen +selâmlar varsa, onları da o kimseler adına Peygamber Efendimize arzetmelidir. + Kabr-i Saadet önündeki duvara yaklaşıp el sürmekten ve yüksek sesle dua etmekten +sakınmalıdır. Çünkü bunlar hürmete aykırıdır. + 5) Bu ziyaretçi bir metre yürüyerek Ebu Bekir El-Sıddık (radıyallahu anh)'ın mübarek +başları karşısında durmalı. Şöylece selâm ve hürmetlerini sunmalı: + "Esselâmü aleyke ya halifete Resûlillahi. Esselâmü aleyke ya sahibe Resûlillahi ve +enîsihi fîlğari ve refîkıhi fil-esfari ve emînihi alel'esrari cezakellahu tealâ hayren." (1) + Sonra bir metre daha yürüyerek Ömeru'l-Faruk (radıyallahu teâlâ anh)'ın mübarek +başları karşısında durmalı. Şöyle selâm ve hürmetlerini arzedip dua etmelidir: + "Esselâmu aleyke ya emîrel-mü'minin, ya nasıre'l-müslimin. Esselâmu aleyke +ya müşettite şemlil-müşrikîn. Cezakellahu Teâlâ anna hayrelcezai." (2) + Bundan sonra yine dönüp Resûl-ü Ekrem Hazretlerinin mübarek huzurları karşısında +bir mikdar daha salât ve selâmda bulunmalıdır. + 6) Bundan sonra da ashab-ı kiramdan Ebû Lübabe (radıyallahu teâlâ anh) Hazretlerine +nisbet edilen ve Kabr-i Saadetle minber-i şerif arasında bulunan direğin yanına gelerek +kerahet vakti dışında dilediği kadar nafile namaz kılmak, tevbe ederek Yüce Allah'dan +dileklerde bulunmalı. + Rivayet edildiğine göre, Ebû Lübabe (radıyallahu anh) Hazretleri Tebük savaşına +katılmamış. Bundan dolayı pişman olup tevbesinin kabul edilişi zamanına kadar kalmak +üzere kendisini bu direğe bağlamıştı. Tevbesinin kabul edildiği müjdesi üzerine bundan +kurtulmuştu. + 7) Ziyaretçi bundan sonra Mescid-i Saadet'de "üstüvane-i Hannane" denilen direğin +yanına varmalı, orada da namaz kılarak salât-selâm etmeli. + Resûl-ü Ekrem Efendimiz, Mescid-i Saadet'de daha minber yapılmadan mihrab +civarında bulunan hurma ağacından bir direğe dayanarak hutbelerini okurlardı. Hicretin +sekizinci yılında minber yapılınca hutbelerini bu minberden söylemeye başlamıştı. Hazret-i +Peygamberin o direkten ayrılışından dolayı bu mübarek direk bir mucize olarak inilti +yapmakla Hazret-i Peygamber Efendimiz minberden inerek onu kucaklamış ve sükûnete +kavuşturmuştu. Halen onun bir nişanı olan bu direk, Hazret-i Peygamberin emri ile +minberin altına gömülmüştür. + 8) Ziyaretçi, bundan sonra da Bakî mezarlığına gitmeli. Fatımetüzzehra (radıyallahu +anha) validemizin mescidinde namaz kılmalıdır. Bu mezarlıktaki mübarek şehidlerin ve +İslâm mücahidlerinin, birçok Ashab-ı Kiram'ın kabirlerini ziyaret etmeli, özellikle orada +gömülü bulunan Hazret-i Abbas'ın, Hazret-i Osman'ın, Peygamberin pak zevceleri +validelerimizin ve muhterem mahdumu Hazret-i İbrahim'in, Hazret-i Hasan ile Zeynül +Abidin ve Muhammed Bakır ile Caferi Sadık Hazretlerinin kabirlerini ziyaret edip onların +fazilet ve çalışmalarını düşünmeli, onların güzel çalışmalarına ve iyi ahlâklarına kavuşma +dileğinde bulunmalıdır. + Peygamber Efendimizin halası ve Zübeyr İbni Avvam'ın annesi Hazret-i Safiyye ile +Hazret-i Ali'nin annesinin kabirleri de Bakî kabristanı yanındadır. + 9) Bundan sonra Uhud dağı tarafına giderek Şehidlerin Efendisi Hazret-i Hamza +(radıyallahu teâlâ anh) ile diğer Uhud şehidlerinin mübarek kabirlerini ziyaret etmeli. +Ondan sonra cumartesi günü Kuba Mescidine gidip iki rekât namaz kılmalı. Kapısının +yanında bulunan Eris kuyusunun suyundan içmelidir. Daha sonra da Sel dağının bir +parçası üzerinde bulunan Mescid-i Fethi ziyaret etmelidir. + Resulü Ekrem Efendimiz her cumartesi günü Kuba Mescidine giderdi. Bu mübarek +mescidin ilk taşlarını önce Peygamber Efendimiz, sonra Hazret-i Sıddık, sonra Hazret-i +Ömer, sonra Hazret-i Osman koymuştur. Peygamber Efendimizin mübarek yüzükleri +Hazret-i Osman'ın elinden hilâfeti sırasında bu "Eris" kuyusuna düşmüş ve bir daha +bulunamamıştı. + 10) Sonuç: Bir hac yolcusu Medine-i Münevvere'de bulundukça buradaki mukaddes +makamları ziyaret etmeli. Özellikle Mescid-i Resûl'e devam etmeli, orada namazlarını +kılmalıdır. Resulü Ekrem'in Kabr-i Saadetlerini ziyaret etmeyi büyük bir nimet ve ganimet +bilmelidir. + Hazret-i Peygamber Efendimizin komşularına bir şeyler ikram etmeli. Mekke-i +Mükerreme'ye veya memleketine gideceği zaman Hazret-i Peygamberin mescidinde iki +rekât namaz kılarak veda etmeli. Dilediği hayırla dualarda bulunarak tekrar tekrar salât +ve selâm okuyarak hürmetlerini arzetmeye çalışmalıdır. Bunları yapmak müstahab, güzel +görülmüştür. + Feyiz ve yardımına nihayet bulunmayan Allah Tealâ Hazretlerinden niyaz ederiz ki, bu +ziyaret şerefine bizleri de kavuştursun, amîn... + +(1) "Sana selâm olsun, ey Resûlüllah'ın halifesi! Sana selâm olsun, ey Resûlüllah'ın arkadaşı, mağarada +dostu, seferlerde yoldaşı, gizli işlerde sırdaşı. Yüce Allah sana hayırlı mükâfatlar versin." +(2) "Sana selâm olsun, ey müminlerin emiri, ey müslümanların yardımcısı! Sana selâm olsun, ey +müşriklerin topluluğunu dağıtıp perişan eden! Bizlere olan iyiliklerinden dolayı Yüce Allah sana hayırlı +mükâfatlar versin." + 7. Bölüm: Kurban Ve Av + +Kurbanın Mahiyeti, Vücubu ve Şer'î Hikmeti + + 1- Kurban Yüce Allah'ın rahmetine yaklaşmak için ibadet niyeti ile kesilen özel +hayvandır. Kurban bayramı günlerinde (ilk üç günde) böyle Allah rızası için kesilen +kurbana (Udhiyye), bunu kesmeğe de "tazhiye" denilir. + 2- Kurban Bayramında ibadet niyeti ile kurban kesmek, hür, mukîm (yolcu olmayan), +müslim ve zengin kimseye vacibdir. Zenginden maksad, temel ihtiyaçlarından başka, +artıcı olsun olmasın, en az iki yüz dirhem gümüş değerinde bir mala sahib olan, fitre +vermekle yükümlü olan kimselerdir. (Zekat bölümüne bakılsın!..) + Kurban kesme günlerinde (kurban bayramının ilk üç gününde) kurban kesmeğe gücü +varken kurban kesmeyip de sonra fakir düşse, buradaki vücub üzerinden düşmüş olmaz. + 3- Kurban kesme yükümlülüğü için, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre, akıl ve +buluğ şart değildir. Bundan dolayı zengin olan bir çocuğun veya bir delinin malından +bunların velisi kurban keser. Bu çocuk veya bu mecnun o kurbanın etinden yer. Geri +kalan kısmı da, elbise gibi aynından faydalanacakları bir şeyle değiştirilir. + Fakat İmam Muhammed'e göre, kurban yükümlülüğü için akıl ve büluğ şarttır. Bundan +dolayı çocukların ve mecnun olanların mallarından kurban kesilmesi gerekmez. Fetva da +buna göredir. Velileri onlar adına mallarından kesecek olsalar, kurban bedelini onlara +ödemeleri gerekir. Ancak bir kimsenin kendi malından çocuğu için kurban kesmesi +mendubdur. + (İmam Malik ile İmam Şafiî'ye göre, kurban vacib değil, müekked bir sünnettir.) + 4- Vacib olan kurban görevi, Hak yolunda fedakarlığın bir nişanıdır. Yüce Allah'ın +verdiği nimetlere karşı yapılan bir şükürdür. Bunun sonucu da sevaba ulaşmak ve +birtakım belalardan korunmaktır. + Şu gerçek de bilinmeli ki, insanların ihtiyaçları için yeryüzünde yüz binlerce hayvan +kesiliyor. Fakat bunlardan yalnız durumları yeterli olanlar yararlanıyor. Kurban +Bayramında ise, Hak rızası için birçok hayvan kesiliyor. Bunların etlerinden ve +derilerinden çok fakir kimseler de yararlanıyor. İktisadî olan mesele, dinî ve ahlakî bir +mahiyet kazanıyor. Şahıs menfaati yerine toplumun menfaati bulunmuş oluyor. Bunun +için kurban kesilmesi, İslama ait insanî ve sosyal büyük bir fedakarlık demektir. + 5- Kurban kesilmekle, kesilen hayvanların sayısı çok artmış olmaz; çünkü kurban +kesilen günlerde kasapların kestiği hayvan sayısı azalır ve böylece o günlerde aynı mikdar +hayvan kesilmiş olur. + Kendi zevkleri için hergün binlerce hayvanın kesilmesini çok görmeyenlerin, senede bir +defa Allah rızası için bir mikdar hayvanın muhtaçlar yararına olarak Kurban adı altında +kesilmesini çok görmeleri, doğrusu büyük bir düşüncesizliktir. + Sonuç: Kurbanın meşru olması, din, ahlak ve toplum yararı bakımından birtakım +hikmet ve hacetlere dayanır. Bunu değerlendiremeyecek bir akıl sahibi olamaz. + + + + +Kurbanın Cinsi ve Kusurlu Olup Olmaması + + 6- Kurbanlar yalnız koyun, keçi, deve ve sığır cinsi hayvanlardan kesilebilir. Mandalar +da sığır cinsindendir. Bunların erkekleri ile dişileri eşittir. Ancak koyun cinsinin erkeğini + kurban etmek daha faziletlidir. Keçinin erkeği ile dişisi kıymetçe eşit olsalar, dişisini +kesmek daha faziletli olur. Aynı şekilde devenin veya sığırın erkeği ile dişisi et ve kıymet +bakımından eşit olsalar, dişisinin kurban edilmesi daha faziletlidir. + 7- Koyun ile keçi ya birer yaşını doldurmalı veya koyunlar yedi sekiz aylık olduğu halde +birer yaşında imiş gibi gösterişli bulunmalıdır. + Deve, en az beş yaşını, sığır da en az iki yaşını bitirmiş bulunmalıdır. + 8- Tavuk, horoz ve kaz gibi evcil hayvanlar kurban olamaz. Bunları kurban niyeti ile +kesmek tahrimen mekruhtur. Çünkü bunda Mecüsîlere benzeyiş vardır. Etleri yenilen +vahşî hayvanlar da kurban edilmez. + 9- Koyun ve keçiden her biri yalnız bir kişi adına kurban edilir. Bir deve veya bir sığır, +bir kişiden yedi kişiye kadar kimseler için kurban edilebilir. Ancak bu ortakların hepsi +müslüman olup her biri kendi hissesine malik olmalı ve Allah rızası için bir ibadet niyeti +taşımalıdır. + Ortaklar kesilen kurbandan hisselerini tartı ile ayırırlar, göz kararı ile ayıramazlar. + (İmam Malik'e göre bir sığır, bir manda veya bir deve bir aile halkından yedi ve daha +çok kimse için kurban olabilir, bu caizdir. Fakat başka başka aileler için, yediden az +olsalar da caiz olmaz.) + 10- Kurbanlık hayvanın şaşı, topal, uyuz ve deli olmasında, doğuştan boynuzlu veya +boynuzsuz veya boynuzunun azı kırık bulunmasında, kulaklarının delinmiş veya enine +yarılmış olmasında, kulaklarının uçlarından kesilip sarkık bir halde bulunmasında, +dişlerinin azı düşmüş olmasında, cinsel organı bulunmamasında, burulmuş olarak +bulunmasında bir sakınca yoktur; bu hayvanlar kurban edilebilirler. + 11- İki gözü veya bir gözü kör, dişlerinin çoğu düşmüş veya kulakları kesilmiş, +boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış, kulağının veya kuyruğunun yarıdan fazlası +veya memelerinin başları kopmuş, kulakları veya kuyruğu yaratılışında bulunmayan bir +hayvan kurban olamaz. + 12- Kurbanın semiz olması daha faziletlidir. Kemikleri içinde iliği kalmamış derecede +zayıf veya aksak ayağını yere basıp kesileceği yere kadar topal veya aşikar bir halde +hasta bulunan bir hayvan da kurban olamaz. + 13- Kurban kesmekle yükümlü olan bir kimsenin satın aldığı kurbanda yukardaki +kusurlardan biri sonradan meydana gelse, yerine başkasını alıp kesmesi gerekir. Fakat +fakir bir kimsenin aldığı kurban böyle kusurlanırsa, yine kurban olarak kesilmesi caiz olur, +yerine başkasını alması gerekmez. Hatta böyle kusurlu bir hayvanı satın alıp kurban +kesmesi de yeterli olur. Çünkü bu kurban o fakir için bir nafiledir. Nafilelerde ise, genişlik +ve kolaylık vardır. +(Üç imama göre, zengin için de yeterli olur. Başkasını almaya gerek yoktur.) + 14- Zengin kimsenin aldığı kurban henüz kesilmeden ölse, yerine başkasını alması +gerekir. Fakir kimsenin aldığı kurban ölse, başkasını alması gerekmez. + 15- Zengin kimsenin aldığı kurban kaybolduktan veya çalındıktan sonra yerine başkası +kurban edilmiş olsa ve ondan sonra da kaybolan kurban bulunsa bunu da kesmesi +gerekmez. Çünkü üzerine düşen vacibi yerine getirmiştir. Fakat bu duruma düşen fakirin +o bulunan kurbanı kesmesi gerekir; çünkü fakirin satın aldığı kurban, kurban olmak üzere +belirlenmiştir; kendisine vacib olmadığı halde, bunun kurban olmasını kendisine gerekli +kılmıştır. + 16- Kurban için alınan hayvan çalındıktan veya kaybolduktan sonra onun yerine +başkası alınıp ondan sonra nahr (kurban kesme) günleri içinde bulunsa, bakılır: Sahibi +zengin ise bu iki kurbandan dilediğini keser. Ancak sonradan almış olduğu hayvanın +kıymeti ilk hayvandan daha az olur da bunu kesmiş olursa, aradaki kıymet farkını sadaka +olarak vermesi gerekir. Fakat kurban sahibi fakir ise o iki hayvanı da kesmesi gerekir. +Çünkü bu kurbanlar fakir hakkında birer adak yerindedir. Bir görüşe göre de, bunlardan +yalnız birini kesebilir. + 17- Kaybolan kurbanlık yerine alınan ikinci kurbanlık hayvan daha kesilmeden nahr +günlerinden sonra önceki kayıp hayvan bulunsa, bunların sahibi hiç birini kesmez, +bunların en kıymetlisini sadaka olarak verir. + 18- Bir kimse aldığı kurbanlık hayvanı satıp onun yerine dengini almış olsa, İmam Ebû +Yusuf'a göre caiz olmaz. Çünkü bunun aynına Allah'ın hakkı geçmiştir. Fakat İmam Azam +ile İmam Muhammed'e göre, bu kerahetle caiz olur. + 19- Kurbanlık bir hayvan kesilmeden önce doğursa, yavrusu da kendisi ile beraber +kesilir. Çünkü yavru anasına bağlıdır. Eğer yavru kesilmeyip satılırsa, parasını sadaka +olarak vermek gerekir. + + + + +Kurbanın Kesilme Vakti + + 20- Kurbanın kesilme zamanı nahr (Bayramın birinci, ikinci ve üçüncü) günleridir. Fakat birinci +günde kesilmesi daha faziletlidir. + 21- Kurbanlar, bayram namazı kılınan şehir gibi yerlerde, bayram namazı kılındıktan sonra +bayram namazı kılınmayan yerlerde ise bayram gününün fecrinden sonra kesilir. İlk vakti budur. +Kurbanı geceleyin kesmek tenzihen mekruhtur. + (İmam Şafiî'ye göre, kurbanlar bayramın dördüncü günü güneş batıncaya kadar kesilebilir.) + 22- Kurbanlar kıbleye karşı yatılarak "Bismillâhi Allahü Ekber" diye kesilir. Kurbanı, elinden +geliyorsa sahibi kesmelidir, değilse uygun gördüğü bir müslümana emredip kestirmeli ve kendisi de +başında bulunmalı. Şu ayet-i kerimeyi de okumalıdır: + "Benim namazım, ibadetlerim, yaşayışım ve ölümüm alemlerin Rabbı Allah içindir ki, +O'nun ortağı yoktur." (En'am: 162) + Yalnız kurban sahibinin Besmelesi yeterli olmaz; kurbanı kesenin Besmele'yi getirmesi şarttır. +"Bismillâhi Allahü Ekber" demelidir. + Kasden Besmele terkedilirse, kurbanın eti yenmez. Kurban sahibinin eli hayvanı kesenin eli +üzerinde olarak hayvanı kesecek olsalar, her ikisinin de Besmele çekmesi gerekir. Bunlardan biri +Besleme'yi terk ederse, hayvanın eti yenmez. + 23- Kurban Bayramında, kesilmek üzere satın alınmış kurbanlık hayvan, nahr (kurban kesme) +günlerinde kesilmemiş olsa, o hayvan mevcutsa aynını sadaka vermek gerekir. Helak olmuşsa +kıymetini sadaka olarak fakirlere vermek icab eder, ertesi seneye bırakılmaz. + 24- Kurbanın vacib olmasına nahr günlerinin sonu esastır. Bunun için Kurban Bayramının üçüncü +günü güneş batmadan önce zengin olan kimsenin kurban kesmesi gerekir. Daha önce fakir olması +bunu etkilemez. Aksine olarak o günün güneş batışından önce fakir düşen veya ölen +müslümanlardan bu kurban kesme yükümlülüğü düşer. + 25- Zilhicce'nin onuncu günü olduğuna şehadet edilip de Bayram namazları kılındıktan ve +kurbanlar kesildikten sonra, günün henüz arefe günü olduğu anlaşılsa, müslümanların itaat ve +ibadetlerini koruma bakımından, kılınan namaz ve kesilen kurbanlar geçerli sayılır. Çünkü böyle +hatalardan kaçınmak her zaman için mümkün değildir. + 26- Zilhicce'nin onuncu günü olduğu zeval vaktinden önce gerçekleşse Bayram namazı kılınır. +Ondan sonra kurbanlar kesilir. Fakat Zeval vaktinden sonra gerçekleşmiş olsa, o gün Bayram +namazı kılınmaz, kurbanlar kesilebilir. Ertesi gün de, Bayram namazı kılınır. + Hayvanı, kesim yerine yumuşak bir davranışla getirmeli ve keskin bıçak kullanılarak hayvana +eziyet verilmemelidir. Fazla acı duymaması için, hareket hali sona erdikten sonra onu yüzmelidir. +Kurban sahibi, kurban kesildiği gün, ilk yemeğini kurbanın ciğerinden seçmelidir, bu mendubdur. + + + + +Kurbanın Eti ve Derisi Üzerinde Yapılacak Şeyler + + 27- Adak olarak kesilmeyen kurbanın etinden sahibi zengin olsun olmasın, yiyebileceği gibi fakir +olmayanlara da yedirip dağıtabilir. Fetva bu şekildedir. Bununla beraber üçte birini fakirlere sadaka +olarak vermelidir. Eğer kurban sahibi orta halli olur da, geçimlerini karşılamak zorunda olduğu +kimseler kalabalık ise, o halde kurbanın etini onların yemeleri için alıkoyabilir, bu mendubdur. + Diğer bir görüşe göre, kurban bayramında kesmek üzere bir fakirin satın aldığı kurbandan +kendisi yiyemez. Çünkü kendisine kurban vacib olmadığı halde böyle kurbanlık alıp kesmesi, bir + adak sayılır. Adak yapan kimse ise, kendi adağından yiyemez. Onun etini zevcesine, usul ve +furüuna ve zengin kimselere yediremez. Bunlara yedirirse, yedirdiğinin kıymetini fakirlere vermesi +gerekir. + 28- Kurbanlık hayvanın sütünden yararlanmak, etini veya postunu satıp parasını almak veya +demirbaş olmayacak bir şeyle değiştirmek mekruhtur. Böyle bir iş yapılırsa, kıymetini sadaka +vermek gerekir. Kurbanlıktan kasab ücreti de verilmez. + 29- Kurbanın postu sadaka diye verilir veya ondan seccade ve sofra gibi evde kullanılacak eşya +yapılır. Kurban edilecek hayvanı kesilmeden önce kırkmak mekruhtur. Yünleri kırkılacak olursa, +sadaka olarak verilmelidir. Fakat hayvan kesildikten sonra yünleri kırkılabilir ve kullanılabilir. + 30- Birkaç kişi yanlışlıkla birbirinin kurbanını kesecek olsalar, her kesilen hayvan, sahibinin +kurbanı olmak üzere caiz olur. Birbirlerine bir şey borçlu olmazlar. Bu durumda herkes kendi +hayvanını, eğer mevcutsa, alır. Kesilen hayvanlar yenmiş veya dağıtılmış ise, aradaki kıymet farkını +birbirlerine helal ederler. Eğer cimrilik gösterirler de helal etmezlerse, her biri diğerine ait kurban +etinin kıymetini öder. Bu durumda, bu kıymet farkını da sadaka olarak vermek gerekir. Çünkü bu, +kurban etinin bedelidir. + 31- Bir kimse, kendisine bırakılan bir kurbanı, sahibinin izni olmaksızın bayram günü sahibi adına +kesecek olsa, bunu ödemesi gerekmez. Sahibinden kurban yükümlülüğü düşer. Çünkü buna delalet +yolu ile izin vardır. + 32- Bir kimse zorla ele geçirmiş olduğu bir hayvanı kendi adına kesecek olsa, diri halindeki +kıymetini ödemek şartı ile, sahih olur. + Fakat bir insan, kendisine emanet sureti ile bırakılan bir hayvanı böyle kurban kesecek olsa, +sahih olmaz; çünkü hayvana kesimden önce tazmin etme hükmü ile sahib olmamıştır. Rehin olarak +bırakılan hayvan da, rehini elinde bulunduran kimseye nazaran kurban hususunda bir görüşe göre +gasbedilen (zorla alınan), diğer bir görüşe göre de emanet (vedia) hükmündedir. + 33- Bir kimse kendi malından sevabını ölüye bağışlamak niyeti ile bayram günü kestiği kurbanın +etinden yiyebilir, başkalarına da verebilir. Tercih edilen hüküm budur. Fakat bir kimse, murisin emri +ile murisi adına keseceği kurbanın etinden yiyemez. Bunun tümünü sadaka vermesi gerekir. + 34- Bir kimse, tek başına kesmek niyeti ile satın aldığı kurbanlık bir deve veya sığıra sonradan +altı kişiyi ortak yapmaya razı olursa, bunu birlikte kurban olarak kesmeleri caiz olur. Ancak bunda +kerahet vardır. O kimse verdiği sözden caymış sayılır. Ortaklarından alacağı parayı sadaka olarak +vermelidir. + Bir görüşe göre de, adam fakir olduğu takdirde başkalarının ortak olmasına razı olamaz. Çünkü +onun keseceği bu kurban, bir adak yerindedir. O fakir bu kurbanı satın almakla kendine onu vacib +kılmıştır. + 35- Udhiyye'nin (Kurban kesmenin) rüknü kan akıtmaktır. Hayvan boğazlanmadıkça vacib olan +kurban ibadeti yerine getirilmiş olmaz. Onun için kurbanlık hayvanın kesilmeden sadaka olarak +verilmesi caiz olmaz. Fakat alınan kurban herhangi bir sebeple bayramın kurban kesme günlerinde +kesilemezse, bunun diri olarak sadaka edilmesi gerekir. Çünkü bu halde, kan akıtma işi sadaka +vermeye dönüşmüş olur. Artık bunun etinden sahibi yiyemez. + 36- Bir kurbanı kitab ehlinden olan birinin (bir gayr-i müslimin) kesmesi mekruhtur. Mecusîlerin, +putperestlerin kesmesi ise caiz değildir. Fakat kurban etinden herhangi bir gayr-i müslime bağış +yolu ile vermekte bir sakınca yoktur. + Kurban, Hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Bunun meşru olması, kitab, sünnet ve icma ile +sabittir. + (Şafiîlere göre, kurban, tek bir şahıs için sünnet-i ayndır. Bir aile halkı için ise, sünnet-i kifayedir. +Ailenin geçimini sağlayan kimse, kurban kesince, artık diğerlerinin üzerinden sünnete uyma borcu +düşer.) + + + + +Akîka Kurbanı + + 37- Yeni doğan çocuğun başındaki tüyüne (Akîka) denir. Böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a +şükür yerine geçmek üzere kesilen kurbana da "Akîka" adı verilmiştir. Bunun müslümanlarca asıl +adı "Nesîke"dir. + Akîka, bizce mubah ve güzeldir. Üç İmama göre ise sünnettir. Zahiriyye meshebinde vaciptir. + 38- Akîka kurbanı, çocuğun doğduğu günden büluğ çağına erinceye kadar kesilebilir. Fakat +yedinci günü kesilmesi daha faziletlidir. Çocuğun yedinci doğum günü adı konulur ve başının saçları + kesilip ağırlığınca altın veya gümüş sadaka verilir. Aynı günde bu kurban kesilir; çünkü böyle +yapılması üç İmama göre müstahabdır. + 39- Kurbana elverişli olan hayvan akîkaya da yeterli olur. Erkek çocuk için bu kurban +kesilebileceği gibi, kız çocuk için de kesilir. Bunlardan her biri için bir koyun kesilmesi yeterli olur. +Erkek çocuk için iki kurban kesilmesi gereğini söyleyenler de vardır. + 40- Akîka kurbanının kemikleri, çocuğun sağlık ve selametine bir hayır dileği olsun diye, +kırılmayıp yalnız ek yerlerinden ayrılır ve öylece pişirilir. Bunu yapmak müstahabdır. Diğer bir +bakımdan da, çocuğun mütevazi olmasına ve kötü huylardan korunmuş olmasına bir işaret olsun +diye kemiklerin kırılması müstahab görülmüştür. + Akîka kurbanının etinden sahibi yiyebilir, başkalarına da yedirebilir, sadaka da verebilir. + + + + +Zebh, Zebiha ve Tezkiyenin Mahiyetleri + + 41- Zebh, hayvanın boğazına bıçak vurup boğazlamak ve damarlarını kesmek +demektir. Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da "Zebiha" denir. + Tezkiye de, boğazlamak anlamında olup dinimizde iki türlüdür: + Birisi hakîki ve ihtiyarî tezkiyedir. Bu da bir hayvanı usulü üzere keskin bir aletle +boğazlamaktır. Diğeri de, hükmî ıztırarî tezkiyedir. Bu da, bir avın aldığı yaradan ibarettir. +Bir av, şartlarına uygun olarak bu yaradan ölürse, boğazlanmış sayılır. + 42- Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup damarlarını kesmeye "Nahr" denir. +Deveyi, zebh etmek (çenesinin altından kesmek) mekruhtur. + Zebh (Boğazlamak) İşlemi + 43- Din kurallarına uygun olarak boğazlama, nefes borusu ile yemek borusunun ve +bunların yanlarında bulunan iki damarı kesmekle yapılır. Bu dördünden üçünün kesilmesi, +İmamı Azam'a göre yeterlidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, nefes borusu ile yemek borusunu +ve iki damardan da birini kesmek şarttır. İmam Muhammed'e göre de, bu dört organdan +çoğunu kesmiş olmalıdır. + 44- Hayvanları boğazlamak hususunda damarlarını kesip kanlarını akıtacak kesici bir +alet yeterlidir. Bıçak kafi olduğu gibi, keskin kamış kabuğu ve cam parçası da yeterli olur. +Ancak bu alet, hayvana eziyet vermeyecek şekilde keskin olmalıdır. Hayvanı yere +yatırdıktan sonra bu aleti bileylemeye çalışmak mekruhtur. Hayvanı ayağından tutarak +kesim yerine çekmek ve sürüklemek de mekruhtur. Hayvanı boynunun altından +(boğazından) değil de üstünden kesmek ve daha hayvanı soymadan kafasını kesip atmak +da mekruhtur. + 45- Hayvanı boğazlarken Besmele çekmek şarttır. Boğazlamada Yüce Allah'ın mübarek +isimlerinden herhangi birini söylemek yeterlidir. Allahü Ekber, Allahü Azam, Allah +denilmesi gibi... + Fakat Allahü Teala'nın ismini dua maksadı ile söylemek yeterli olmaz. +"Allahümmeğfirlî" denilmesi gibi... + Hayvanı keserken: "Bismillahi Allahü Ekber" denilmesi müstahabdır. Hayvanı kıble +tarafına çevirerek kesmek sünnet olduğundan bunu yapmamak mekruhtur. + 46- Besmele kasden terk edilirse, hayvanın eti yenmez, haram olur. Fakat unutarak +terk edilirse, böyle kesilen hayvanın eti yenir. Çünkü unutarak yapılan kusurlar +bağışlanmıştır. + (İmam Şafiîye göre, hayvanı sadece boğazlamak yeterlidir. Besmele okunması bir +müekked sünnettir. "Bismillah" denmese de, kesilen hayvanın eti yenir, haram olmaz. Bu +görüş, Ebû Hüreyre ile İbnî Abbas'dan (radıyallahü anhüm) rivayet edilmiştir. Ancak bu +görüş diğer müctehidler tarafından kabul edilmemiştir. Bununla beraber Şafiîlerce de, +besmeleyi terk etmek mekruhtur.) + Etleri Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar + + 47- Yaratılışında vahşet ve bayağılık olmayan, iğrenç görülmeyen hayvanların etleri din +ölçüleri içinde helaldir, yenebilir. Tavuk kaz, ördek, zürafa, deve kuşu, bağırtlan kuşu, +güvercin, bıldırcın, koyun keçi, deve, sığır, manda, ekin kargası, tavus, kırlangıç, baykuş, +tavşan ve turna gibi hayvanlar bu kısım eti yenen hayvanlardandır. Serçe ve sığırcık +kuşlarını yemekte de bir sakınca yoktur. + Yarasa kuşunun yenip yenmemesinde, haram veya mekruh olup olmamasında ihtilaf +vardır. Hüdhüd kuşunu yemek mekruhtur. + Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının eti aslen helaldir. Ancak bunların etlerini +yiyenlerin bir belaya tutulacakları halk arasında söylenti haline geldiği için yenmeleri iyi +değildir. + (Şafiîlere göre, kırlangıç, tavus, hüdhüd ve papağan kuşlarının etleri haramdır. Martı +ve balıkçıl kuşları ise helaldir.) + 48- Azı dişleri ile kapıp avlayan ve parçalayan, kendisini koruyan hayvanların etleri +haramdır, yenilemez. Kurt, ayı, aslan, kaplan, pars, sincap, samur, sansar, maymun, +sırtlan, fil, köpek, kedi, keler, tilki, gelincik gibi hayvanlar etleri haram hayvanlardır. Azı +dişleri olduğu halde bunlarla başkasına saldırmayan bir hayvanın eti de yenebilir; deve +gibi... + 49- Tırnakları ile kapıp avlanan, tırmalayan ve yaratılışında bayağı olan kuşların etleri +de haram veya tahrimen mekruhtur. Kerkenez, çaylak, kartal, kuzgun, akbaba, alaca, +karga, yarasa, atmaca, şahin gibi... Bunlar leş yemekten çekinmezler. Tırnaklı olduğu +halde bununla hayvanları avlamayan bir kuşun eti yenilebilir, güvercin gibi... + 50- Yaratılışı bakımından iğrenç olan birtakım hayvanların etleri de haramdır, yenmez: +Fare, yaban faresi, akrep, yılan, kene, kurbağa, kara ve deniz kaplumbağası, arı, kara +sinek, sivrisinek, köstebek, kirpi, bit, pire gibi böcekler. + Görülüyor ki, bu haram olan hayvanlardan bir kısmı yırtıcı bir yaratılışa sahibdir, +yaratılışında zararlıdır ve bayağılık vardır. Bir kısmı ise iğrençtir ve nefret edilir haldedir. +İnsan ise temizdir, mükerrem bir yaratıktır. Bunun için insanlar, bu gibi bayağı ve zararlı +hayvanların etlerinden korunmuşlardır. Besinlerin insanlar üzerinde iyi ve kötü tesir +bıraktığı inkar edilemez. İnsanlar kendisi için yararlı olanı ararsa, İslam dininin müsaade +ettiği şeylerden yararlanmalı, yasakladığı şeylerden de kaçınmalıdır. Bundan başka +selamet yolu yoktur. + 51- Pislik gibi temiz olmayan şeyleri yemiş olan tavuk, koyun, sığır ve deve gibi +hayvanların etleri, bu hayvanlar bir müddet hapsedilmeden kesildikleri takdirde, +mekruhtur. Çünkü bu halde etleri fena bir kokudan kurtulmuş olamaz. Bunların +hapsedilme müddeti tavuklar için üç gün, koyunlar için dört gün, sığır ve develer için de +on gündür. Böyle pislik yiyen bir hayvana Celâle denir. + Bu hayvanlar, etleri, kokmayacak şekilde pis şeylerden yiyecek olsalar, hapsedilmeleri +gerekmez, etleri kerahetsiz olarak yenebilir. + 52- Domuz sütü ile beslenmiş kuzuların yenmesi helaldir; çünkü süt, tüketilerek eseri +kalmaz. + Eti yenilir bir hayvan şarap içip de arkasından kesilecek olsa, bunun eti kerahetle helal +olur. + 53- Yalnız süt emip de başka bir şey yiyemeyen küçük kuzuların öldükten sonra +karınlarından çıkarılan peynir mayaları temizdir. Aynı şekilde koyun ve deve gibi ölmüş +hayvanların memelerinden çıkacak sütler de temizdir. Bedenlerin temiz olmaması, +sütlerini etkilemez. + 54- Atlar, savaşa yarayan kıymetli hayvanlardır. Bu bakımdan bunların etlerini yemek +İmam Azam'a göre, tahrimen mekruhtur. İki İmama göre ise, tenzihen mekruhtur. + 55- Yabanî olmayan (ehli) merkeblerin ve anaları merkeb olan katırların etleri haram + veya tahrimen mekruhtur. Yabanî merkeblerin ve anaları sığır olan katırların etleri ise +haram değildir. Hayvanlar yenme bakımından anaya bağlıdırlar. + (İmam Malik'den rivayete göre, ehli merkeblerin etleri mekruh, bir rivayete göre de +haramdır. Meşhur olan görüşe göre, atların etleri de haramdır. İmam Şafiî ile İmam +Ahmed'e göre, atların etleri mekruh değildir.) + 56- Devamlı olarak suda yaşayıp barınan hayvanlardan her nevi balık etleri yenebilir, +helaldir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bunlardandır. Fakat diğer su +hayvanları çirkin şeylerden sayılır, yenmeleri caiz olmaz. Yengeç, midye, istiridye, istakoz +gibi olanlar helal değildir, etleri yenmez. + Yine, deniz insanı, deniz aygırı, deniz hınzırı gibi balık şeklinde bulunmayan deniz +hayvanlarının yenmeleri helal olmadığı gibi, avlanmaları da helal görülmemektedir. + 57- Dıştan bir etki olmaksızın kendi kendine suda ölüp su yüzüne çıkan balıklar +yenmez. Fakat suyun açılıp kurumasından, fazla sıcak veya soğuktan ölen veya kuşlar +tarafından öldürülen, su içinde bağlı tutulmakla ve buz içinde sıkışmakla ölen balıklar +yenir. Balıklarda boğazlamaya gerek yoktur. + 58- Göle veya denize atılan balık otunu yemekle göl veya deniz içinde ölen veya +avlanıp da sudan çıkarılmadan başlarına tokmakla vurulup öldürülen ve ağ içinde +kurtulamayıp ölen balıkların yenmeleri de helaldir. + 59- Balıklar temiz olmayan suların içinde bulunmuş olsalar da etleri yenebilir. + Avlanan bir balığın içinden çıkan bir balık sağlam ise, o da yenebilir, sağlam değilse +yenmez. + 60- Boğazlanan bir hayvanın karnından çıkan yavrusu, İmam Azam'a göre yenmez. +Anasının boğazlanmış olması, yavrusu için yeterli olmaz. Bir canlının boğazlanması ile iki +canlı boğazlanmış olamaz. Çıkan yavru canlı ise boğazlanmak suretiyle yenilebilir. + (Üç imamın (Şafiî, Malik ve İmam Ahmed) görüşleri de böyledir.) + 61- Canlı olup olmadığı bilinemeyen bir hayvan boğazlanırken hareket ederse veya +boğazlanan diri hayvanlardan çıkan kan gibi bir kan çıkarsa, eti yenebilir. Çünkü bunlar +hayat alametleridir. Ancak, sadece gözünü veya ağzını açması veya ayağını uzatması bir +hareket sayılmaz. Böyle bir hayvanın kesilirken gözünü yumması, hayatın varlığına +delalet eder. + 62- Hayvanların "Demi mesfuh = Akar kan" denilen kanları temiz değildir. Burada +Besmele ile kesilmiş olup olmamaları eşittir. + Eti yenen hayvanlardan Besmele ile kesilenlerin içlerinde kalıp akmayan kanları +temizdir. Bunların karaciğer ve dalakları da temizdir. Bunlardaki kanlar paktır. + Kesilen bir koyunun ödü, bezesi, idrar torbası, cinsel organları, yumurtaları mekruhtur, +bunlar yenmemelidir. + 63- Domuzun bütün cüzleri pistir, bunlar temiz olmazlar, hiç bir şeyi helal değildir. +Yalnız kıllarından yararlanıp yararlanılamayacağı konusunda ihtilaf vardır. İki imam ile +İmam Şafiîye göre domuzun kıllarından badana fırçası yapılması ve bunlarla ayakkabı +dikilmesi caizdir. Öyle ki, bu kıllardan bir mikdar az su içine düşecek olsa, o su İmam +Muhammed'e göre pislenmiş olmaz. Çünkü bu kıllarla yararlanmaya izin verilmesi, +temizliğine delildir. Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bu yararlanma için olan izin, bir +zaruretten dolayıdır, suya düşme halini kapsamaz. Onun için, içine düştüğü az bir suyu +temizlikten çıkarır, bozar. Domuzların İslam ülkesi olmayan yerlere götürülüp orada +müslüman olmayanlara satılması caizdir. + 64- Bir misafire ikram olmak üzere Besmele ile kesilen herhangi bir eti yenen hayvanın +eti yenebilir; ikram niyeti olunca Allah rızası için boğazlanmış olur. Fakat herhangi bir +adamın gelişine hürmet olsun diye sadece o şahıs için kesilirse, besmele olsa bile, +yenmez. Çünkü bu Allah için misafire ikram değil, o büyük görülen zata tazim için +kesilmiş sayılır. Onun için misafirliği gözeterek insana ikramda bulunmalı ve yedirmeli, +niyet bu olmalıdır. + Yine, herhangi bir ölüye tazim için kabir üzerinde kesilen kurbanın eti de helal olmaz. +Kurban Allah rızası için kesilir ve onun sevabı istenilen bir müslümana bağışlanabilir. + Kimlerin Boğazlayacağı Hayvanların Eti Yenir +veya Yenmez + + 65- Müslümanların ve kitab ehli olan Yahudî ve Hıristiyanların, kadın dahi olsalar, Besmele ile +(Allah'ın adını anarak) boğazlayacak oldukları hayvanların, eti yenen hayvanlar olmak şartıyle etleri +yenir. Besmele tam kesim anında olacaktır, bu şarttır. Kesim anında bir şey yemek suretiyle veya +başkası ile konuşmakla önceki besmeleye ara verilerek meclis değişirse, bu yeterli olmaz. Yeniden +Besmele getirmek gerekir. + Müslüman veya kitab ehlinden olan ve Bismillah demeye gücü yeten bir çocuğun veya delinin, +dilsizin, sünnetsizin ve sarhoşun Besmeleyle kesecekleri bu tür hayvanların etleri de yenebilir. + 66- Besmelenin unutularak terk edilmiş olması zarar vermez. Hatta kitab ehlinin Besmele deyip +demedikleri bilinmediği takdirde de kestikleri eti yenen hayvanlar helal olur. Çoğunluğun görüşü +budur. + 67- Mecûsîlerin, putlara tapanların, hak dinden çıkanların (mürtedlerin), Besmeleyi kasden terk +eden müslümanların veya kitab ehlinin kestikleri yenemez. Bu hayvanların etleri haram olur. + + + + +Meytenin Mahiyeti ve Hükmü + + 68- Kendi başına ölmüş olan herhangi bir hayvana Meyte (Leş) denir. Böyle bir hayvan +temiz değildir, yenmez. Boğazlanmayıp da boğulmuş olan, başı koparılan, başına tokmak +vurulan veya kulak tozuna şiş saplanan ve böylece öldürülen hayvanlar da meyte +hükmündedir; çünkü meşru şekilde boğazlanmamışlardır. + 69- Yüksek bir yerden düşüp ölen, başka bir hayvanın tepmesi veya toslamasıyla veya +bir taş ve ağaç parçasının çarpmasıyle ölen, bir yırtıcı hayvan tarafından parçalanarak +ölen herhangi bir hayvan da meytedir. Onun için eti yenmez. + Fakat aslen eti helal olan ve üzerinde hayat eseri bulunan böyle bir hayvan Besmele ile +boğazlanırsa eti yenebilir. Bu İmam Azam'a göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, eğer onun +benzeri bir hayvan yaşamayacak bir halde ise, boğazlanmakla onun eti helal olmaz. +İmam Muhammed'e göre de, eğer henüz boğazlanan hayvanın yaşayabileceği pek az bir +mikdardan biraz daha ziyade yaşayabilecek bir halde ise, boğazlanınca eti helal olur; +değilse olmaz. + 70- Eti yenen bir hayvanın boğazlanmadan önce, ondan kopan ve kesilen herhangi bir +parçası yenilemez, bu meyte hükmündedir. Bundan yalnız balık ile çekirge müstesnadır. +Çünkü bunlarda boğazlamaya gerek yoktur. Bir de, bir hayvanın kesildikten sonra +kendisinde hayattan henüz eser varken kopan parçası, meyte hükmünde değildir. Ancak +bu parçayı yemek mekruhtur. + + + + +Avın Mahiyeti ve Caiz Oluşu + + 71- Sayd (av), yaratılışında vahşi olup insandan kaçınan, eti yensin yenmesin, herhangi bir +hayvandır ki, ele geçirilmesi ancak bir hile ile mümkün olabilir. Böyle bir av hayvanını kaçamaz bir +hale getirip elde etmeye İstiyad (Avlamak) denir. + 72- Bir av hayvanına karşı bir köpeğini salıvermeye "İrsal", kışkırtıp sıçratmaya da "İğra" denir. + İğra irsalden sonra olur. + Ava kendiliğinden varan öğretilmiş köpek gibi bir hayvanın arkasından yapılacak "İğra", irsal +hükmündedir. + 73- Vahşi hayvanları avlamak caizdir. Bu mubah olan bir kazanç yoludur. Fakat diğer kazanç +yolları bundan daha faziletlidir. Zevk ve eğlence için av avlamak uygun değildir. Kalbe katılık ve +gaflet getirir. Yaratıklara karşı şefkat duygularını azaltır. + Bununla beraber Yüce Allah bu hayvanları insanlar için yaratmıştır. İnsanlar ya bir ihtiyaç veya +kendi cesaretlerini denemek veya bir genişlik bulmak için bazı hayvanları avlayabilirler. Çok kez +yenecek hayvanları yenmek için, yenmeyecek hayvanlar da derileri, dişleri veya zararlarını +kaldırmak için avlanır. + Ancak bunları avlamak için başkalarının ekinlerini yok etmek, onları evlerinde rahatsız etmek +caiz değildir. + + + + +Nelerle Av Yapılır? + + 74- Av, ya öğretilmiş köpek, doğan, pars, atmaca ve şahin gibi bir hayvanla yahut yaralayan ve +öldüren bir silahla veya tuzak kurmakla, çukur kazmak, bıçak, kılıç ve kamış gibi keskin bir şeyi +yere dikmekle yapılır. Bir hayvanın av için öğretilmiş hale geldiği, ya anlayış üstünlüğü ile veya +bilen kimselere başvurarak sabit olur. Çünkü bu gibi hayvanların öğretim süreleri onların +durumlarına göre değişir. Bunun için belirli bir süre yoktur. Bu, İmam Azam'a göredir. İki İmama ve +İmam Azam'dan diğer rivayete göre de, azı dişleri olan hayvanların öğretilmiş hale gelmeleri de, +salıverildikten sonra çağrıldıkları zaman hemen koşup gelmeleri ile bilinir. + Pars gibi hayvanların öğretilmiş bir hale gelmiş olmaları da, hem yemeyi terk, hem de çağrılınca +dönüp gelmeleriyle belli olur. Çünkü bunların yaratılışlarında hem yırtıcılık, hem de ürküp kaçmak +vardır. + 75- Av için öğretilmeye elverişli olmayan aslan, kaplan ve ayı gibi hayvanlarla ve tamamen necis +(pis) olan domuzla av yapmak caiz değildir. + 76- Bir av hayvanının öğretilmiş olmadığı sonradan anlaşılsa, meselâ: Öğretilmiş olduğuna +hükmedilen azı dişli bir hayvan, avladığı hayvanın etinden yese veya tırnaklı bir avcı hayvan +çağrıldığı halde geri dönüp gelmese önceden ve sonradan avladığı hayvanın eti haram olur. Çünkü +bu durumda hayvanın henüz öğretilmiş bir hale gelmedikçe, avlayacağı hayvanlar yenilmez. + + + + +Av Hayvanında Aranılan Şartlar + + 77- Bir av etinin yenilebilmesi için şu şartlar gereklidir: + 1) Av, dinimizce eti yenen hayvanlardan olmalıdır. + 2) Avcı, hayvan boğazlamaya ehil bir müslüman veya kitab ehlinden olmalıdır. +Bunlardan Besmeleyi bilen ve av kasdinde bulunan bir çocuğun veya delinin veya bir +sarhoşun avladığı av helaldir. Fakat hac ve umre için ihramda bulunan bir müslümanın +Harem Bölgesi dahilinde ve haricinde avlayacağı av helal olmaz. + Yine, bir Mecûsî, putperest veya mürtedin (hak dinden çıkmışın) avladığı hayvanın eti +de haramdır, bunlar yenmez. + 3) Avcı ava silah atarken veya hayvanı salıverirken gerçekten veya hükmen Besmele +çekmiş olmalıdır. Besmeleyi unuttuğundan dolayı terk eden bir avcı, hükmen besmele +getirmiş olur. Besmele kasden terk edilmiş olursa, avın eti yenmez, haramdır. + (İmam Şafiîye göre, Besmele getirmek şart değildir, fakat bunu terk mekruhtur.) + 4) Avlanan hayvan, avcının henüz eline geçmeden almış olduğu yaradan dolayı ölmüş + olmalıdır. Onun için henüz ölmeden ele geçirilirse, boğazlanması gerekir. Bu durumda +boğazlanmadan ölürse, eti yenmez. + 5) Avcı silahı ile vurduğu veya öğretilmiş av hayvanı ile tutturup yaraladığı avı +durdurmaksızın ele geçirmek için peşine koşmalıdır. Çünkü bu durumda avı daha ölmeden +yakalayıp boğazlaması mümkündür. Bu boğazlama mümkün oldukça hükmen boğazlama +yeterli olmaz. Onun için bir süre durduktan sonra veya başka bir şeyle uğraşıp av gözden +kaybolduktan sonra gidip de avı ölmüş bulsa, onun eti yenmez. Çünkü bu halde başka bir +sebeble ölmüş olması, düşünülebilir. Fakat böyle beklemeksizin hemen gidip de avı yaralı +olarak ölmüş bulsa, eti yenebilir. Buna göre hükmen bir boğazlama bulunmuş olur. + 6) Ava saldıran öğretilmiş hayvan da, bir süre durmayıp hemen ava doğru yürümelidir. +Buna öğretilmemiş başka bir hayvan da eşlik etmelidir. + Pars gibi öğretilmiş bir hayvanın, salıverildikten sonra dinlenmek için değil de, avını +avlamak için hile olarak bir yere saklanıp duruvermesi, zarar vermez. + 7) Av köpekleri gibi öğretilmiş azı dişli av hayvanları, tuttukları avların etinden +kendileri hiç yememelidir. Eğer bu avcı hayvanlar, tuttukları avları parçalayıp etlerinden +yiyecek olurlarsa, artık avlanan hayvanların etleri yenmez. Fakat tırnaklı olan öğretilmiş +hayvanların tutup etlerinden yedikleri hayvanlar, insanlar tarafından da yenir. Çünkü bu +ikinci kısım hayvanların öğretilmiş olmaları, yemeyi terk suretiyle değildir; çağrıldıkları +zaman geriye dönüp gelmeleri iledir. + + + + +Avla İlgili Çeşitli Meseleler + + 78- Avlanacak birçok hayvan için bir Besmele yeterlidir. Şöyle ki: Avcı silah atarken veya +öğretilmiş hayvanı salıverirken bir kez "Bismillâhi Allahü Ekber" dedikten sonra bir kaç hayvan +aldığı yara sebebiyle ölmüş olsalar, hepsinin etleri yenebilir. + Yine, bir kimsenin belli bir av hayvanına Besmele ile attığı ok veya kurşun, diğer bir avı +yaralayarak öldürse, onun da eti yenebilir. Çünkü bu şekilde yapılan Besmele, o belli ava değil, +atılan alete veya salıverilen hayvana aittir. Bununla beraber yükümlülük, güce göredir. Avcının gücü +ise, yalnız atmayadır, yoksa dilediği ava isabet ettirmek değildir. + 79- Bir ava karşı öğretilmiş bir köpeği veya doğan gibi diğer bir hayvanı Besmele ile salmak da +bu hususta kurşun atmak hükmündedir. Fakat avcı bir alet üzerine Besmele okuduğu halde, diğer +bir aleti atacak olsa, bu aletin isabet edeceği avın eti, o av Besmele ile kesilmedikçe yenmez. + Aynı şekilde, bir kimse boğazlamak üzere olduğu bir hayvanı, Besmele okuduktan sonra bırakıp +da onun yerine önceki Besmele ile başka bir hayvanı boğazlayacak olsa, bunun eti helal olmaz. +Çünkü bu ikinci hayvan üzerine Besmele yapılmamıştır. + 80- Atılan bir kurşundan aldığı bir yara sonunda henüz elde edilmeden ölen veya bir av +köpeğinin açtığı yaradan dolayı hemen ölen bir av yenebilir. Fakat atılan taşın ve diğer bir merminin +sadece ağırlığından dolayı yara bulunmaksızın ölen veya bir av köpeğinin sadece çarpmasından +veya boğmasından dolayı ölen bir av, yenmez. Çünkü yaralama, hükmen bir boğazlamadır. Yara +bulunmayınca, boğazlama da yapılmamış olur. Kabul edilen fetva budur. + 81- Av hayvanının yenebilmesi için, sadece yaralama yeterli değildir. Bununla beraber kan da +akmış olmalıdır. Fakat bazı alimlere göre kan akması şart değildir. Diğer bazı alimlere göre de, yara +büyük ise, kan çıkması gerekmez, değilse, gerekir. + İmam Ebû Yusuf ile İmam ��afiîye göre, aslında yara gerekli değildir. Yara bulunmasa da, +öğretilmiş hayvanların öldürdükleri hayvanların etleri yenebilir. + 82- Dişli öğretilmiş hayvanlar, tuttukları avların kanlarını içseler veya sahiblerinin kendilerine +atacağı et parçalarını yeseler veya sahibleri avı elde ettikten sonra bunun etinden yiyecek olsalar, +bu işler avlanmış olan hayvanın etinin yenmesine engel olmaz. + 83- Yaralı olduğu halde henüz canlı iken elde edilen bir av, besmele ile boğazlanmazsa, eti +yenmez. Ancak ele geçen bir hayvanın hayatı, yeni boğazlanmış bir hayvanın hayatı gibi hemen +sönmek üzere ise, onun boğazlanması gerekmez. Bununla beraber boğazlanması daha iyidir. + 84- Öğretilmiş bir av hayvanı, avladığı avı yaraladıktan sonra, yere çarpıp tekrar yaralayarak +öldürse, eti helal olur. Çünkü tutacağı avı bir defa yaralayıp tekrar yaralamaması hayvana +öğretilemez. Onun için bu bağışlanmıştır. + 85- Avcı tarafından atılan bir şeyle yaralanan bir av, ilk önce yere düşüp de hemen ölse, +yenebilir. Çünkü bundan kaçınmak mümkün değildir. Fakat suya, dam üzerine veya bir ağaç +üzerine, oradan da yere düşerek ölse, eti yenmez. Çünkü su ile veya dama düşmekle veya ağaca +çarpmakla ölmüş olması düşünülebilir. + Fakat başka bir görüşe göre, eğer aldığı ilk yara hemen öldürücü bir yara ise, eti yenebilir, +değilse yenmez. + 86- İki avcıdan biri silah atarak bir avı yaraladığı halde, diğeri de silah atarak öldürse, bakılır: +Eğer bu iki avcıdan biri silah atıp da avı kaçamaz hale getirdikten sonra, diğeri de silah atarak onu +öldürse, eti yenmez. Çünkü bu takdirde o avı tutup boğazlamak mümkündür. Artık ikinci avcı, bu +avın yaralı durumundaki kıymetini birinci avcıya öder. Fakat bu av, ilk yaradan dolayı, artık +yaşaması umulmayacak bir hale gelmişse, eti yenebilir. Çünkü bu durumda ölmesi, birinci avcının +silahına bağlanır, ikinci avcıya da kıymet ödemek gerekmez. + 87- Yakınlık kazanmış olan av hayvanlarını da boğazlamak gerekir. Evde beslenen geyik gibi... + Aksine olarak koyun ve deve gibi ehil bir hayvan yabanileşip de ele geçirilmesi zor olsa veya +kuyuya düşüp de boğazlanması mümkün olmasa, herhangi bir alet veya silahla yaralamak (mesela +kurşun atmak) suretiyle öldürülmesi caiz olur. Böylece yenir. Çünkü o hayvanın gerçekten +boğazlanması, imkansız olmuştur. + 88- Bir kimse öğretilmiş hayvanı, Besmeleyle bir ava gönderdiği halde o hayvan, arka arkaya +birçok av hayvanlarını avlayacak olsa, hepsi de yenebilir. + Yine, bir ava attığı ok veya kurşun birkaç av hayvanına isabet ederek bunları yaralasa ve +öldürse, hepsi de yenebilir. + (İmam Malik'e göre, ilk avlanan yenebilir, diğerleri yenmez. Çünkü bu İmama göre, ava hayvanı +göndermek veya silah atmak halinde avı belirlemek şarttır. Bu belirleme ise, yalnız birinci av için +olmuştur.) + "Doğrusunu en iyi bilen Allah'dır ve asıl güzel olan Allah katında güzel olandır." + + + + +8. Bölüm: Kerahet Ve İstihsan +Bazı Dinî Deyimler + Mübarek dinimizde helal, haram, mubah, mekruh, müstahsen veya gayri müstahsen +şeylerin bir kısmı fıkıh kitablarımızda: "Kitabu'l-Kerahiye ve'l-İstihsan, Kitabu'l-Hazer ve'l- +İbaha, Kitabu'l-Zühdi ve'l-Vera', Kitabu'l-Et'ime ve'l-Eşribe" gibi başlıklar altında yazılı +bulunmaktadır. İşte bu ilmihalimizin bu sekizinci kitabı, bu kısma ait bazı meseleleri +kapsamaktadır. + Bazı Dinî Deyimler + 1- İstihsan, bir şeyi güzel saymak ve güzel sanmaktır. Fıkıh usulünde, "Zahiren kıyası +bırakıp insanların ihtiyacına daha uygun olanı almaktır." Diğer bir ifade ile: "Kolaylık için +güç olanı terk etmek ve herkesin alışık olduğu işlerde, din yönünden bir müsaadeye bağlı, +kolaylık tarafını arayıp benimsemek" demektir. Burada İstihsan'dan maksad, çok gerekli +ve çok güzel birtakım dinî meseleleri açıklamaktır. + Dinimizin güzel gördüğü ve müstahab saydığı şeylerden her birine "Müstahsen" denir. +Bunun karşıtı da "Gayr-i müstahsen"dir. + 2- Kerahiyet, lûgat anlamı bakımından, zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi fena +görmektir. Din deyiminde ise, yapılmaması daha iyi olan bir şeyin terk edilmeyip +yapılması demektir. Buna "Kerahet" de denir. (Mükelleflerin İşleri Bölümüne bakılsın.) + 3- Hazer, lûgat anlamı bakımından engellemek demektir. Mahzur yerinde kullanılır ki, +yasak anlamındadır. Din yönünden yapılması yasak olan şeylere denir. Çoğulu +"Mahzurat"dır. + 4- İbaha, mubah kılmak, bir şeyin yapılmasını ve yapılmamasını eşit tutup caiz +görmektir. Bir şeyin yapılmasına verilen izin, bir ibahadır. Bir yemekten bir kimsenin +yemesine yetkili zatın verdiği iznine de "İbaha" denir. (Mükelleflerin İşleri Bölümüne +Bakılsın.) + 5- Zühd, birşeyden yüz çevirmek ve kaçınmak anlamındadır. Dünyaya yönelmeyip +ibadet ve hayır işleri ile fazla uğraşmak demektir. + 6- Vera', harama düşmek korkusu ile şüpheli şeylerden kaçınmak demektir. Buna +"Takva ve ittika" da denir. Vera ve takva sahibine de "Müteverri' ve Müttakî" denir. + 7- Met'umat, yenen ve içilip tadılan şeylere denir. Her yenen şeye "Taam" denir. +Bunun çoğulu "Et'ime"dir. + 8- Meşrubat, içilen sıvı şeylerdir. Lûgatta her içilen sıvıya "şarab" denilir. Bunun çoğulu +"Eşribe"dir. Din deyimide ise şarab, sarhoşluk veren herhangi bir sıvı demektir. "Hamr" +denilen içkiye de "Şarab" denegelmiştir. (Helal, haram, mubah ve mekruh tabirleri için +"Mükelleflerin İşleri" bölümüne bakılsın.) + + + + +Her Müslüman İçin Öğretme ve Öğrenmenin +Gerekliliği + + 9- İlim elde etmek, her müslüman erkek ve kadın için bir görevdir. Şöyle ki: Her +müslümanın yapmakla yükümlü bulunduğu din görevlerini yerine getirmek, hak ile batılı, +helal ile haramı ayırmak için yeterince bilgi sahibi olması üzerine farzdır. Bir hadis-i +şerifte buyurulmuştur: + "Her müslüman erkek ve kadına ilim öğrenmek bir farzdır." + Başkalarına muhtaç oldukları şeyleri öğretmek için ilim öğrenmek de sünnettir, bir +ibadettir. Bundan fazlasını bir kemal ve bir şeref olmak üzere öğrenmek de mubahtır. +Başkalarına karşı öğünmek, mücadele edip büyüklenmek için ilim elde etmek ise +mekruhtur. + 10- İlim öğrenmek aslında hem ferdler için, hem de cemiyet için gereklidir. Bu bir +zarurettir. Böyle zaruret mikdarı ilim öğrenmek, bir İslam toplumunun bütün ferdlerine +yönelen bir farzdır. Ancak ilimlerin bir kısmı, her kişi için gerekli olduğundan bu kısmın +öğrenilmesi bir farz-ı ayndır. Herkesin öğrenip bilmesi ve onu yapması gerekir. + İlimlerin bir kısmı da, her ferd için değil, cemiyet hayatı için gerekli olduğundan bunun +öğrenilmesi de bir farz-ı kifayedir. Tıb, hesab, harb ve teknik ilimleri gibi... Bu ilimleri +herkes elde edemez. Bunlarla toplumun bazı kişileri meşgul olabilirler. Bunları bir kısım +şahıslar öğrenirse, bu farz yerine getirilmiş olur. Fakat bu ilimlerle, İslam toplumunu +meydana getiren şahısların hiç biri meşgul olmazsa, o toplumun bütün ferdleri Allah +yanında sorumlu olurlar. + 11- İslam dininde ilmin kıymeti pek büyüktür. İlim bir nurdur, bir hayattır, bir +cemiyetin yaşamasına ve yükselmesine sebebdir. Cahillik ise, bir karanılıktır, bir ölüm, bir +felakettir. + Resûlü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Lokman Hekîm'in oğluna şöyle +bir öğüt vermiş olduğunu buyurmuştur: "Yavrum! Alimlerin meclisine devam et, +hekimlerin sözlerini dinle. Çünkü Yüce Allah yeryüzünü çisinti ile dirilttiği gibi, +ölü bir kalbi de şübhesiz hikmet nuru ile diriltir." + 12- İslamda her meslek sahibi için, o meslekle ilgili dinî meseleleri bilmek bir farzdır, +önemli bir görevdir. Ticaretle uğraşacak kimselerin ticaretle ilgili helal ve haram gibi işleri +önce öğrenmeleri gerekir. Böylece yapacakları işlemlerde dine aykırı bir şey bulunmamış +olur. + 13- İslam kadınları, abdest, namaz ve oruç gibi dinle ilgili bir kısım meseleleri ya +kocaları ve mahremleri aracılığı ile öğrenir veya kocalarının izni ile ara sıra bir ilim +meclisine giderek öğrenmeye çalışırlar. Fakat kocalarının rızası olmadıkça bir ilim +meclisine çıkıp gidemezler. Ancak bir kadına dinle ilgili bir meseleyi öğretmek gereği yüz +gösterirse, bakılır: Eğer kocası bu meseleyi çözer veya ehlinden öğrenip kendisine +bildirirse maksad elde edilmiş olur. Fakat kocası bunu çözemez ve sorup öğrenmekten +çekinirse, kadın o meseleyi gidip ehlinden öğrenmek yetkisine sahibdir. Yeter ki o kadın, +İslam adabına uygun hareket etmiş olsun. + 14- İlim alanında hakka yardım için, bir hakkın açıklanmasını ortaya çıkarmak için, ilim +üzerinde bilgilerin artmasını sağlamak için yapılan karşılıklı görüşmeler ve münazaralar +caizdir. Bunlar ibadetten sayılır. Fakat bir müslümanı aşağı düşürmek ve mahcub etmek +için, bir mala veya bir rütbeye kavuşmak için yapılacak etkili ve fazla konuşmalar ve +tenkidler haramdır, İslam ahlakına aykırıdır. + 15- İlim alanında "Mira Mücadele" denilen söz söyleme şekli asla caiz değildir. "Mira" +başkasının sözlerinde veya anlamında görülen bir noksandan dolayı hemen ona itiraz +edivermektir. Bu itiraz, kendini büyük görmekten ve göstermekten ileri gelir. Onun için +söylenilen bir sözü hemen düzeltmeye kalkışmamalıdır. Ancak din yönünden bir yarar +varsa, o zaman yumuşaklıkla ve kibarca hareket etmelidir. +Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Kul, haklı olduğu halde bile mirâyı (yersiz mücadeleyi) terk etmedikçe, +imanın hakîkatını tamamlamış olmaz." + Hak olan şeyde ısrarla direnmek ve büyüklük taslamak asla caiz değildir. Böyle bir +durum, gösterişten, kinden, çekememezlikten ve hırsdan ileri gelir. Bu, insan için pek +büyük bir noksanlıktır. + "Kabul edilmeğe en layık olan hakdır." + + + + +İslâmda Va'zın ve Öğüt Vermenin Önemi + + 16- İslam dininde va'z etmek ve öğüt vermek pek önemli bir görevdir, bir farz-ı +kifayedir. Kürsülerde ve minberlerde insanlara öğüt kasdi ile söylenen sözler (hutbeler) +sünnettir. Peygamberimizin yoludur. Din hükümlerine uygun olarak ihtiyaca göre tatlı +ifadelerle yapılan konuşmalardan, verilen öğütlerden herkes faydalanır. Bunlar birer +uyarmadır. Bu uyarmalar mü'minler için çok yararlıdır. + 17- Nasihat (öğüt), aslında hayır istemektir. Bir hadis-i şerîfde şöyle buyurulmuştur: + "Şübhe yok ki din, Allah için, Allah'ın kitabı ve Peygamberi için, +müslümanların imamları için ve hepsi için hayır istemekten, (öğüt vermekten) +ibarettir." + Doğrusu Allah'ın dinine hizmet için çalışmak, başkalarının hidayete ermelerine, +mutluluğa kavuşmalarına ve selametlerine hizmet için uğraşmak ne büyük bir +hayırseverliktir, ne yüksek bir harekettir!.. + Bunun içindir ki, bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Yüce Allah'ın bir kimseyi, senin aracılığınla hidayete erdirmesi, senin için, +güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden daha hayırlıdır." + 18- Nasihat, gerçekten bir hayır işidir, çok sevimli bir hizmettir. Yalnız baş olmak +sevgisi ile veya mala ve insanların takdirine kavuşmak maksadıyla yapılan öğütler ve +konuşmalar, sahibleri için birer günahtır. İyi niyet bulunmadığı için de, Yüce Allah katında +makbul değildir. + 19- Allah rızası için bir hayır olarak yapılan öğütü kabul etmemek, ilmi üstün olan +kimsenin hakka bağlı emir ve tavsiyelerine boyun eğmekten kaçınmak ise temerrüd +(İnatçılık) denen kötü bir huydur. Bu da, kıskanmaktan, kendini beğenmekten ve nefsin +arzusuna uymaktan ileri gelir. + 20- İslamda iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak da bir öğüt ve hayır dilemekten +ibaret çok önemli bir görevdir. Müslümanlar bu görevi gereği üzere yerine getirmiş +olmakla diğer milletlerden seçkin bir millet olmuşlardır. Kur'an-ı Kerîm'de de +övülmüşlerdir. + 21- Maruf yaratılışa uygun ve dince güzel görülen şeydir. Münker de, aksine yaradılışa +aykırı ve dince çirkin bulunan şeydir. Onun için her müslüman kendi din kardeşi hakkında +ve bütün insanlık hakkında hayır ister, iyiliği emreder ve öğüt verir. Kötülüklerden + sakındırmayı da bir din görevi bilir. Ancak bu görevin dereceleri vardır. Şöyle ki: Bu yol +gösterme görevinin yapılmasında, karşı taraftan bir kötülüğün ortaya çıkacağı +düşünülmüyorsa, bu görev işe el koymakla, değilse sözle yapılır. Bu da tehlikeli ise, yalnız +kalb ile yapılır. İyiliğin yapılması, kötülüğün de terk edilmesi için kalb ile dua yapılır. + 22- Bir müslüman yapacağı iyiliği tavsiye ve kötülükten alıkoma görevinin zararız +olarak kabul edileceğini üstün görüşü ile anlamış olursa, bu görevi yapmak ona vacib +olur, bunu terk edemez. Fakat bu yüzden döğülme ve sövülme gibi bir tepki göreceğini +anlarsa, bu görevi bırakması daha iyidir. Sözünün benimsenmeyeceğini bilmekle beraber +böyle bir tepki de olmayacağını anlarsa, serbestir; isterse öğüt verir, isterse vermez. +Fakat öğüt vermesi daha iyidir. Bu yolda bazı zorluklara katlanmak bir mücahededir. + 23- Bir kimsenin emrettiği veya yasakladığı şey, hakka ve ihtiyaca uygun ise, kabul +edilmelidir. Öğüt veren, söylediklerini yapmamış olsa bile, doğru olan şey kabul edilir. Şu +da gerçektir ki, bir emir ve yasağın ruhlara tesir edebilmesi için, bu görevi yapmaya +çalışan kimse şu beş vasfı kendisinde bulundurmalıdır: + 1) Bilgi sahibi olmalıdır. Çünkü bilgisi olmayan kimse bu görevi güzelce yapamaz. + 2) Söylediği şeyle kendisi de amel etmelidir. Değilse: + "Niçin yapmadığınız şeyi söylersiniz?" azarına muhatab olur. + 3) Bütün sözlerinde Yüce Allah'ın rızasını ve müslümanların yükselmelerini +gözetmelidir. Bunu hedef edinmelidir. + 4) Dinleyiciler hakkında şefkat göstermeli, irşad görevini tatlılık ve yumuşaklıkla +yapmalıdır. + 5) Sabırlı ve iyi huyu olmalı. Sertlikten ve şiddetten kaçınmalıdır. + Şunu da ekleyelim ki, halk tabakasından olan kimselerin, ilim ve irfan sahibi şahıslara +iyiliği emretmeleri ve kötülüğü yasaklamaları uygun değildir. Böyle bir davranış edebe +aykırıdır. Kendi haklarında bilmeyerek bir zarara sebeb olabilir. + + + + +Mukaddesata Hürmet ve Saygı + + 24- Yüce Allah ile ilgili olan, din yönünden pak ve temiz bulunan manevî büyüklüğü +kazanan şeylere Mukaddesat (Kutsal şeyler) denir. + Yüce Allah mukaddes olduğu gibi, onun bütün isimleri de mukaddestir. Öyle ki, bir +yüce ismi de "Kuddüs"dür. + Yine, Yüce Allah'ın kitabları, Peygamberleri ve velileri de birer kudsiyet kazanmışlardır. +İslam ibadetleri birer mukaddes görevdir, İslam mabetleri de mukaddes ve mübarek +yerlerdir. + 25- Biz müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı ve hürmetle +mükellefiz. Mukaddesata saygı ve hürmet etmeyen kimse, ruhu sönmeye başlamış, +yüksek duygulardan yoksun kalmış, gaflet içine düşmüş bir insan demektir. İnsanlık +değerini kaybetmiş olur. + 26- Mukaddesata yapılacak hürmet ve saygının şekli, mukaddesatın hüviyet ve +mahiyetine göre değişir. Biz burada bunların bir kısmına işaret edeceğiz. Şöyle ki: + 27- Herhangi mukaddes bir ibadete veya hayırlı bir işe başlayacağımız zaman, Yüce +Allah'ın adını anarak Besmele okumamız gerekir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Herhangi hayırlı bir işe Bismillah sözü ile başlanmazsa, o iş bereketsizlikdir, +güdüktür." + 28- Biz mukaddes mabudumuzun mübarek isimlerini anarken "Teala, Celle Celâlühu" +gibi bir ifade kullanırız. Allah Teala, Hak Celle ve Alâ deriz. Veya "Rabbimiz Celle Celâlühu +Hazretleri" deriz. Bunları söylemek, birer İslam terbiyesi gereğidir. + 29- Büyük Peygamberimizin yüksek isimlerinden biri anılınca salat ve selam okuruz. +"Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem," deriz. Mübarek isimlerinden birini +yazdığımız zaman da "aleyhissalatü vesselam, sallallahu aleyhi ve sellem" diye yazar + veya okuruz. + Diğer Peygamberlerin mübarek adlarını da "Selam" ile anarız. "Adem aleyhisselam, +İbrahim aleyhisselam" deriz, iki peygamber anılırsa: "aleyhimesselam", ikiden çok +olurlarsa, "aleyhimüsselâm" denilir. + 30- Peygamberlerden başka kimseler, yalnız başına oldukları zaman salat ve selam ile +anılmazlar. Ancak bunlar peygamberlerle beraber anılınca, salat ve selam'a katılabilirler. +Ebû Bekir aleyhissalatü vesselam veya aleyhisselam, demeyiz. Yine Allah Teala Ashab-ı +kirama salat ve selam buyursun, demeyiz. Ancak şöyle deriz: "Allah Teala, Hazret-i +Muhammed'e, onun âl ve ashabına salat ve selam buyursun." + Peygamberlerle onlara uyan ashabı kiramın aralarını ayırmak ve saygıdaki farka işaret +etmek için böyle yapmak, İslam adabından olarak bütün alimler arasında kabul edilmiştir. + 31- İsimleri yalnızca anılan seçkin ashab hakkında, "radıyallahü anh" deriz. Bunlardan +iki kişi için, "radıyallahü anhüma" ve ikiden çok kimseler için de. "radıyallahü anhüm" +deriz. + Diğer alimler için, "rahmetullahi aleyh, rahmetullahi aleyhima, rahmetullahi aleyhim" +denilir. + Evliya-i kiramdan tanınmış zatlar için: "Kaddesallahü Esrarehü, esrarehüma, +esrarehüm" denilebilir. Bütün bunlar, İslam adabı gereğidir. + 32- Bütün ashabı kiram ve din büyüklerini hayırla anmak, hepsine karşı sevgi ve saygı +göstermek, hiç birine dil uzatmamak gerekir. Onlar arasında geçen bazı olayları ileri +sürerek haklarında hürmete aykırı sözler söylemek hiç bir müslümana yakışmaz, ve asla +caiz olmaz. + 33- Kur'an-ı Kerimi okumaya "Euzü çekerek ve Besmele okuyarak" başlanır. +Rabbimizin bu mukaddes kitabından gereğince yararlanmak için her halde yüce varlığına +sığınmamız ve kendisinden yardım dilememiz lazımdır. + 34- Bir Kur'an-ı Kerim ele alınarak okunacağı zaman abdestli bulunmak gerekir. +Okurken kıbleye dönmeli, toparlanıp saygılı bir duruma geçmelidir. Abdestsiz kimse +kılıfsız (bir mahfaza içinde olmayan) Kur'an-ı Kerimi ele alamaz. Kutsal kitabı ancak temiz +ve abdestli olan eller tutabilir. + 35- Kur'an-ı Kerim, temiz yerlerde, avret yerleri kapalı olan kimselerin yanında, onu +dinlemeleri şartı ile, açıkça okunabilir. Pis yerlerde veya avret yerleri açık olanlarla başka +işle uğraşanlar yanında açıkça okunması mekruhtur. + Dışarda bulunup okunan Kur'an-ı Kerime karşı saygılı bir vaziyet takınmayacak +kimselerin işitecekleri şekilde aşikare Kur'an okunması uygun değildir. Bu durum, Kur'an-ı +Kerime saygısızlığı ve halk için de manevî sorumluluğu gerektireceğinden buna sebebiyet +vermemelidir. + 36- Hattat olan bir yazar, yazacağı Kur'an-ı Kerim'in yapraklarını yüksekçe tutup ince +olmayan bir kalemle ve temiz bir mürekkeble beyaz kağıt üzerine yazmalı, satırlarını +seyrekçe bırakmalıdır. Kur'an-ı Kerim nüshalarını pek küçük boyda ince kalemlerle +yazmak, tenzihen mekruhtur. Bu mübarek nüshaların altın veya gümüşle süslenmesi, bir +saygı ifade ettiğinden caiz görülmüştür. + 37- Kur'an Kerim'i, Hacer-i Esved'i, Kabe'nin eşiğini hürmet için öpmek caizdir. Buna +"Diyanet öpmesi" denilir. Mübarek bir adamın elini öpmeye de "Tahiyye Öpmesi" denir. + (İmam Şafiî'ye göre ekmeği öpmek, mubah veya hasen olan bir bid'attır. Bu öpmek, +Hanefîlerce de mubah görülebilir.) + 38- Kur'an-ı Kerimle, diğer din kitabları ile, kaşında (yüzüğün taşında) Kur'andan bir +şey yazılı yüzüğü dinde taşıyarak, bir zaruret bulunmadıkça, helaya (tuvalde) girilmez, +hürmete aykırıdır. Bunları helaya girmeden önce çıkarmalı ve temiz bir yere bırakmalıdır. + 39- Bir Kur'an-ı Kerim okunamayacak hale gelince, temiz bez parçası içine konup ayak +basılmayacak bir yere gömülmelidir. Bu, Kur'an'ı bir küçümseme değil ona bir ikramdır. +Bununla beraber üzerine toprak atılmamalı, tahtadan bir çatı yapılmalıdır. Bu gibi Kur'an-ı +Kerimleri yakmak caiz değildir. + Kur'an'dan başka diğer din kitabları eskiyince hem gömülebilir, hem de akar suya +bırakılabilir, hem de içlerindeki mukaddes isimler silindikten sonra yakılabilirler. Bu gibi +kitabların kağıtlarına bir şey sarmak dine ve ilme karşı hürmetsizliği doğuracağından caiz +olmaz. + Yine, içlerinde Yüce Allah'ın veya Resül-ü Ekrem'in isimleri yazılı kağıt parçalarına da, + bu isimler silinmeksizin bir şey sarılması mekruhtur. + 40- Mabedlere karşı saygılı olmak da vacib olan bir görevdir. Bir cami veya mescide +hürmetle girilir. Bunların içinde edeb ve saygı ile oturulur. Biçimsiz ve yersiz +hareketlerden gereksiz konuşmalardan kaçınılır. + (Mescidlere ait hükümler bölümüne bakılsın!...) + 41- Kur'an-ı Kerim'e, din ve imana, Peygamberlerden herhangi birine Peygamberin bir +sünnetine, bir hadis-i şerife, bir İslam mabedine -Allah korusun- sövmek, hakarette +bulunmak veya bunlardan birini küçümseyip hiçe saymak küfürdür. Bundan hemen tövbe +etmek, Allah'dan mağfiret dilemek ve böylece imanı ve nikahı tazelemek icab eder. + Bir insanın sarhoş halinde böyle çirkin bir işte bulunması, küfrünü gerektirmez. Çünkü +küfür inanç bölümündedir, aklın gitmesiyle beraber küfür gerçekleşmez. Böyle bir kimse +için gerekli olan günahından tevbe etmek ve içkiye son vermektir. Böyle bir harama +devam etmemektir. + 42- İnsan, aslında en güzel şekilde yaratılmış olan muhterem bir yaratıktır. Hiç bir +kimseye sövülmemesi gerekir. Hele ağıza sövülmesi büyük bir günahtır. (Hakimin takdir +edeceği ölçüde) tazir cezasını ve tevbe etmeyi gerektirir. Öyle ki, bazı fıkıh alimlerine +göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur'an +yeridir. Onun ağzına söven, Kur'ana dil uzatmış gibidir. Onun için böyle yapan kimsenin +imanını ve nikahını tazelemesi gerekir. + 43- Kur'an-ı Kerimi veya herhangi bir din kitabını bilerek temiz olmayan bir yere +atmak, Kur'an-ı Kerim ayetlerini ve kelimelerini sihir (büyü) gibi bir maksadla temiz +olmayan şeylerle yazmak ve yine bu maksadla hürmete aykırı sözler söylemek küfrü +gerektirir. Onun için bu gibi sözlerden son derece kaçınmak gerekir. + 44- Sihir (büyü), bedenlere, ruhlara ve gönüllere tesir eden, insanı hasta bırakan, +öldüren, karı-koca arasını açan birtakım dökümlerden, yazı, dua ve efsunlardan ibarettir +ki, bütün din alimlerince (müctehidlerce) kesinlikle haramdır. Böyle bir şey, fasık +kimselerin ellerinden çıkabilir. Öyle ki, bazı müctehidlere göre, sihri öğrenip başkalarına +öğreten kimseler, dinden çıkmış olurlar; öldürülmeleri gerekir. Ancak bu işin cevazına +inanmayarak yalnız kendisini büyünün fenalığından korumak için sihir yapmayı öğrenen +kimse, dinden çıkmış olmaz. + 45- "Büyücüler ve şeytanlar her istediklerini yaparlar" diye bir inanca sahib olmak da +küfrü gerektirir. + Sihrin (büyünün) bir gerçek tarafı var mıdır, yoksa bir sanattan, bir göz bağcılıktan +ibaret midir? Üç imama göre, sihrin gerçek bir yönü vardır. Bazı büyüler Yüce Allah'ın +dilemesiyle tesir ederler. Fakat İmamı Azam'dan rivayet edildiğine göre, sihrin ne hakikati +vardır, ne de eşya üzerinde bir tesiri vardır. Bazı olaylar bir rastlantı eseri olabilir. +Bununla beraber sihrin çeşitleri vardır. Bir çeşidi sadece bir sanattan ibarettir, bir +üstünlüğü yoktur. + 46- Sihir yapanların tevbeleri, bazı müctehidlere göre kabul olunur, bazılarına göre +olmaz. Muhakkak dünyada ceza görmeleri lazımdır. Çünkü bu bir zındıklıktır. + 47- Kehanette bulunmak (gaybdan haber vermek), yıldızlardan birtakım hükümler +çıkarmak, "Remil" atmak da haramdır. İslam dini bu gibi işleri kesinlikle yasaklamıştır. +Bunlarla zaman öldürmek, aydın ve düşünen insanlara asla yakışmaz. + + + + +Din ve Muamelâtta Sözleri Kabul Edilecek ve +Edilmeyecekler + + 48- Sadece dinle ilgili Allah'la kul arasındaki bir ibadet işinde adaletli olan kimselerin +sözleri kabul edilir. Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri kabul edilmez. Bir suyun temiz +olmadığını adalet sahibi bir müslüman haber verir de, başka su bulunmazsa, teyemmüm + caiz olur. Fakat bunu fasık veya ne olduğu bilinmeyen veya gayr-i müslim bir kimse +haber verirse, araştırma yapmak gerekir. O suyun gerçekten temiz olup olmadığı +araştırılır. Sonunda kuvvetli görüşe göre işlem yapılır. Şöyle ki: Eğer bu haber veren +kimsenin doğru söylediğine kuvvetli bir zan hasıl olmuşsa, yalnız teyemmüm yapılır. +Yalan söylediği hakkında kuvvetli zan varsa, o su ile abdest alınır ve ihtiyat olarak da +teyemmüm edilir. + 49- Bir suyun temiz olduğunu bir adil müslüman ve temiz olmadığını, diğer adil bir +müslüman haber verse, bu suyun temiz olduğuna hükmedilir. Çünkü suda asıl olan temiz +olmaktır. Fakat ölü bulunan bir hayvanın boğazlanmış olduğunu bir adil ve +boğazlanmamış olduğunu da diğer bir adil şahıs haber verse, burada en kuvvetli olan +kanaata göre işlem yapılır. + 50- Bir gayr-i müslimin ihtida ettiğini (İslamı kabul ettiğini) bir müslüman haber verse, +onun üzerine cenaze namazı kılınması caiz olur. + 51- Alım-satım ve benzeri muamelelere gelince, bunlarda adalet şart değildir. +Fasıkların ve gayr-i müslimlerin sözleri de bu işlerde kabul edilir. Hatta bunların bu +muameleler içinde saklı helal ve harama ait sözleri de geçerlidir. + Misal: Bir gayr-i müslim, yanında bulunan bir et hakkında: "Ben bunu bir +müslümandan veya bir kitab ehlinden aldım" dese, o eti bir müslümanın yemesi helal +olur. Aksine olarak "bir Mecûsiden aldım" dese, helâl olmaz. + Muamelat denilen işler, çok geniş ve çok kapsamlıdır. Onun için bu işlerde gayr-i +müslimlerin de sözlerini kabul etmek sosyal bir zarurettir. + + + + +İslâmda Aile ve Akrabalık İlişkileri + + 52- Müslümanlar arasında bir din kardeşliği vardır. Bu, din bakımından genel bir +yakınlık ve akrabalıktır, en kuvvetli bir bağdır. Bu yönden müslümanlar, herhangi ırka, +herhangi yurda bağlı olurlarsa olsunlar, birbirine bağlıdırlar, birbirini sever, birbiri +hakkında hayır isterler. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur. + "Mü'minler şübhe yok ki, kardeştirler." + Bundan başka müslümanlar arasında birbirinden farklı derecelerde bir soy, bir neseb, +bir hısımlık ve akrabalık vardır. Bu bakımdan da aralarında birtakım görevler haklar ve +hükümler bulunur. Bunların gözetilmesi dinimizce gereklidir. + 53- Müslümanların çoğalmaları ve kuvvetlenmeleri, yurdlarını ve varlıklarını +savunabilmeleri aralarında aile ocağının gelişmesine bağlıdır. Bu yönü ile aile kurmak ve +bu ailenin devamına çalışmak İslam'da önemli bir görevdir. Şöyle ki: Aile yuvası kurmaya +gücü yeten ve kendisinde kuvvetli bir meyil bulunan müslüman için evlenip aile sahibi +olmak vacib veya farzdır. Nefsi taşkın olmayan bir müslüman için de bir müekked +sünnettir. + Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben, kıyamet günü ümmetlere karşı sizinle +öğünürüm." + Fakat kadına zulüm ve eziyet edileceği bilinerek zevce haklarını çiğneyecek olan +kimsenin evlenmesi haramdır. Çünkü bu durumda aile hayatından beklenen yararlar elde +edilemez. + 54- Talak (boşama) işine gelince: Bu bir yönden meşru ise de, diğer bir yönden +yasaktır ve sakıncalıdır. Şöyle ki: Aile hayatından beklenen şeyler elde edilmeyince veya +iffet ve geçim bakımından bir fenalık yüz gösterirse, boşama meşrudur, müstahsendir. +Fakat böyle bir gerek ve zaruret bulunmadıkça boşama kötüdür, müstahsen değildir. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Allah katında helal olan şeylerin en sevimsizi boşanmaktır." + Onun için aile hayatını yaşatmaya çalışmalı, gereksiz olarak ayrılma ve boşama + olaylarına meydan vermemelidir. Bunun sorumluluğundan çekinmelidir. + 55- Her müslüman için aile hayatı ile ilgili din meselelerini yeteri kadar bilip onları +uygulamak da bir görevdir. Kimlerin birbiri ile evlenemeyeceğini, kimlerin evlenebileceğini +ve kimler arasında mahremiyet bulunduğunu bilmek gerekir. + 56- Nikah denilen evlenme akdi (sözleşmesi) karı-koca olacak müslümanlar veya +bunların velileri veya vekilleri arasında iki mü'min erkeğin veya bir erkekle iki mü'min +kadının şahidlikleri ile gerçekleşir. Çiftlerden biri tarafından teklif ve diğeri tarafından +kabul olur. Şöyle ki: "Ben seni zevce edindim" diye yapılan teklife, karşı taraf da "Kabul +ettim" der. Çiftlerin veli veya vekilleri de şöyle der: "Ben falanın kızı falanı, velisi veya +vekili olduğum falan için zevce kabul ettim," diye yapılan teklife karşı: "Ben de falan +kimseyi, velisi veya vekili bulunduğum falancaya veli veya vekil olarak evlendirdim." der. +Buna da şahitler şehadet ederler. Böylece icab ve kabul tamamlanıp akid yapılmış olur. +Ayrıca kadına "Mehir" adı ile emsaline kıyasla bir mal verilmesi veya anılması gerekir. Bu +"mehir" her iki tarafın rızası ile daha önce de tayin edilebilir. Kadın bu mehrini sonra +kocasına bağışlayabilir. + 57- Babalar, dedeler, anneler, nineler, erkek ve kız kardeşler, amcalar, dayılar, halalar +ve teyzeler arasında bir soy yakınlığı ve ebedî bir mahremlik vardır. Bunlar arasında nikah +asla caiz değildir. Bir kimse, hiç bir zaman bunlardan herhangi birini nikahlayamaz. + Yine, bir kimse, kendi kardeşinin kızını ve bunun torunlarını da alamaz. Fakat bir +kimse, amcasının, halasının veya teyzesinin kızını alabilir. İki kardeş çocukları birbirleriyle +evlenebilirler. Bunlar arasında akrabalık varsa da mahremiyet yoktur. + 58- Süt emme ile meydana gelen mahremiyet de, soyla sabit olan mahremiyet gibidir. +Onun için bir kimse ile süt babası, süt anası, süt dedesi, süt ninesi, süt kardeş evladı, süt +halası, süt teyzesi arasında ebedî bir mahremiyet vardır. Bunlar birbirleri ile +evlenemezler. + Süt mahremiyetinin gerçekleşmesi için, süt emen çocuğun iki buçuk yaşından küçük +olması ve emdiği sütün boğazından geçmiş olması şarttır. Bu iki buçuk yıldan sonra +emilen veya içilen süt ile süt evladlığı veya kardeşliği olmaz. Bu müddet İmam Azam'a +göredir. İki İmama göre süt emme müddeti iki senedir. + 59- Zevcenin kocasının bazı akrabaları ile ve kocasının da zevcesinin bazı akrabaları ile +Sıhriyet (Hısımlık) bakımından mahremiyetleri olur. Bu ise nikahın cevazına engeldir. +Şöyle ki: Bir kimse, kendi karısının anasını, ninesini, başka kocasından olan kızını veya +torununu asla nikahlayamaz. Karı koca arasındaki evlilik kalkmış olsa bile... + Bir insan eğer bunlardan birine, helal olmadıkları halde yaklaşmış olsa veya bunların +bir uzvunu, harareti duyurmayacak bir engel olmaksızın şehvetle tutsa veya öpse, bunun +karısı kendisine ebedî olarak haram olur. Buna "Hürmet-i Müsahere" denir. + 60- Bir kadın da kendi kocasının babası ile veya başka zevcesinden olan oğlu ile, +torunu ile evlenemez. Bunların arasında da ebedî bir hürmet vardır. Eğer aralarında helal +olmayan bir yakınlık (temas) veya şehvetli bir ilişki (dokunma) meydana gelse, bu zevce +ebediyyen kocasına haram olur. + 61- Bir erkekle, kendi karısnın kız kardeşi, halası veya teyzesi arasında geçici olarak +bir hürmet vardır. O erkeğin zevcesi ile boşama gibi bir sebeble nikah (zevciyet) kalkınca, +iddet çıktıktan sonra bunlardan herhangi birini nikahlayabilir. + 62- Bir kimse, üvey annesi ile, kendi oğlunun veya torununun karısı ile asla +evlenemez. Nikah kalksa bile bu caiz olmaz. Bunlar arasında da "Hürmeti müsahere" +vardır. Eğer bir kimse oğlunun veya torununu zevcesine veya babasının zevcesine gayr-i +meşru ilişkide bulunsa veya şehvetle dokunsa, bu kadın kocasına ebedî olarak haram +olur. + 63- Hısımlıktan doğan haramlık, meşru olmayan ilişki ile de meydana gelir. Şöyle ki: +Bir kimse, gayr-i meşru surette ilişki kurduğu veya şehvetle tuttuğu veya öptüğü veya +tenasül organına şehvetle baktığı bir kadının neseb veya süt yönünden anasını, ninesini, +kızını, torununu asla alıp nikahlayamaz. Bunlarla kendisi arasında ebedî bir haramlık +bulunmuş olur. Bu yapmış olduğu haram işin bir nevi cezasıdır. + 64- Bir müslüman başkasının nikahında veya iddetinde bulunan bir kadını alamaz. +Yine, bir müslüman Kitab Ehli denilen bir Yahudî ve Hıristiyan kadınla evlenebilirse de, bir +Mecusî veya putperest kadını nikah edemez. Ancak kadın şirkini terk ederse, o zaman +caiz olur. + Müslüman bir kadın ise, hiç bir gayr-i müslimle evlenemez. Bu İslam dininde kesinlikle +haramdır. Böyle bir durum, İslam şerefine, İslam yararına, müslüman kadının selamet ve +mutluluğuna aykırıdır. + 65- Müslümanların karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilerinde bir hürmet ve nezaket +vardır. Bir müslüman, başkasının evine rızası olmadan giremez. Başkasının evi içine, izni +olmadan dışardan bakamaz. Sözleri ile kimseyi rahatsız edemez. + Erkekler, göbekleri altından diz kapakları altına kadar olan yerleri müstesna olmak +üzere, birbirlerinin diğer bütün organlarına bakabilirler. + 66- Kadınların birbirlerine veya kocaları olmayan erkeklere bakmaları da, erkeklerin +birbirlerine bakmaları gibidir. Onun için müslüman kadın, diğer bir kadının veya bir +erkeğin göbeği altından diz kapakları altına kadar olan kısmına bakamaz, diğer uzuvlarına +bakabilir. Ancak bir şehvet duygusu, kalben bir istek ve meyil bulunmamalıdır. + 67- Bir erkek, kötü bir niyet olmaksızın yabancı olan (kendisine nikah düşen) bir +kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakabilir. Fakat kendisine ebedî olarak haram bulunan +anasının, kızının ve teyzesi gibi kimselerin yüzlerine, başlarına, göğüslerine, kulaklarına +ve baldırlanna, yine aralarında şehvet korkusu olmamak şartı ile bakabilir. + 68- Erkekle zevcesi arasında özel durum olduğundan bunlar şehvetle veya şehvetsiz +olarak birbirlerinin bütün vücudlarına bakabilirler. Yalnız cinsel organlara bakılmaması +daha iyidir, edebe uygun olan budur. + 69- Bir doktor tedavisinde bulunan bir kadının hasta olan herhangi bir organına zaruret +mikdarı bakabilir. Fakat onun tedavisini bir kadına öğreterek ona yaptırması daha +uygundur. + + + + +İslâmda Kazancın (Kesbin) Önemi + + 70- İslamda kazanç (geçim sağlama) alanına atılmak, aslında ilim gibi bütün +müslümanlar için pek önemli bir görevdir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak, müslüman olan her erkek ve +kadın için bir farzdır." + Çünkü her müslüman, yükümlü olduğu görevleri kazanç sayesinde yerine getirebilir. +Bu görevlerin yapılması kuvvet ve sağlığa bağlıdır. Kuvvet ile sağlık da gıdaya ve diğer +ihtiyaçlara bağlıdır. Bunlar da ancak kazançla sağlanabilirler. Onun için kazanç alanına +atılmak önemli bir görevdir, bir farzdır. Şöyle ki: + 71- Herhangi bir müslüman kendi nefsini ve geçimleri üzerine gerekli olan kimseleri +geçindirmeye ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helaldan kazanmakla yükümlüdür, bu +bir farzdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Her müslüman üzerine helali aramak vacibdir." + 72- Fakirlere yardım, düşkünlere iyilik etmek için yetecek mikdardan fazla kazanç +sağlamak memduhtur (iyidir). Böyle bir kazanç nafile ibadetten daha faziletlidir. Çünkü +bunun yararı başkalarına dokunur. + 73- Geniş bir dirliğe ermek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak +mubahtır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Salih (iyi ve dürüst) insan için, yararlı mal ne güzeldir." + 74- İnsanlara karşı büyüklenmek ve övünüp gururlanmak için yapılan kazançlar +haramdır. Helal yoldan kazanılmış olması fark etmez. İnsanlara karşı serveti ve mevkii ile +çalım satan kimseler ahirette Yüce Allah'ın gazabına uğrayacaklardır. + Çeşitli Kazanç Yollarının Üstünlük Dereceleri + + 75- Çeşitli kazanç yolları vardır. Bunlardan en faziletlisi, cihad yoludur. Sonra sırası ile +ticaret, ziraat ve san'attır. Bazılarına göre, ziraat ticaretten daha faziletlidir. Şöyle ki: + 76- Müslümanlar için gerektiğinde cihada koşmak, İslamiyeti yüceltmek, İslam +yurdunu ve varlığını korumaya çalışmak farzdır. Bu farz duruma göre genişler. Eli silah +tutan müslümanların bir kısmına ve yetişmezse hepsine yönelen bir farz olur. Bu uğurda +düşman ile çarpışan ve düşmanı sindiren İslam mücahidleri gazi ve ölenler de şehidlik +rütbesini kazanırlar. + Şehidlere ölü denilmesi doğru değildir. Onlar ebedî bir hayata sahibdirler. Onlar Yüce +Allah'ın manevî huzurunda rızıklanır dururlar. Onun için şehidlik büyük bir rütbedir. + İşte bu cihad sonunda müslümanların galip gelerek mal elde etmeleri, en faziletli bir +kazançtır. Çünkü bu sayede İslam üstün kılınmış olarak maddeye de sahib olunur. Bu +mallar İslam devlet başkanı tarafından bir ölçü içerisinde mücahidlere bölünür. Bu malları +mücahidlerin kendilerinin almaları, karışıklığa sebeb olacağı, diğer mücahidlerle hazinenin +haklarına aykırı düşeceği için helal değildir. + 77- İslamda ticaret de pek önemli bir kazanç yoludur. Çünkü ticaret cemiyetlerin +yükselmesine ve mutluluğuna sebebdir. Bir hadis-i şerifde: + "Rızkın onda dokuzu ticarettedir." buyurulmuştur. +Diğer bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur. + "Muamelesi doğru müslüman bir tacir, peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle +bir arada bulunur." + 78- İslamda ziraat da pek önemli bir kazanç yoludur. Bunun yararı çok geniştir. +Ekincilik insanlarla beraber doğmuştur. Bununla ilk uğraşan zat, Hazret-i Adem +aleyhisselam'dır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Rızkı yerin altında bulunan şeylerde arayınız." + Bu yüksek emir, hem ziraat, hem de madencilik için geçerlidir. + 79- İslam'da san'at da, pek geçerli bir kazanç yoludur. Birçok san'atlar vardır. Bunların +bir kısmı cemiyet hayatı için gereklidir. İnsan kendine, en yararlı ve seçkin san'atlardan +birini seçmelidir. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir: + "San'at, fakirlikten koruyan bir güvencedir." + 80- İslam'da dilenme aslında bir kazanç yolu değildir. Az çok kazanabilmeye gücü +yeten bir müslüman için dilenme haramdır. Müslüman yüksek bir şerefe sahib olduğu için +onun ruhu dilenmeye tenezzül etmez. Ancak kazançtan tamamen aciz kalan bir kimse için +dilenme gerekli olur. Böyle aciz bir kimse, dilenmeyi bırakıp açlıktan ölecek olsa, günah +işlemiş olur. Çünkü kendisini tehlikeye atmış ve bir nevi intihar etmiş sayılır. Bu durumda +dilenmek bir mecburiyet olduğu için zillet sayılmaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Dilenme, kulun en son kazancıd��r." + 81- Bir fakir dilenemeyecek durumda olursa, halini anlayan her müslüman için ona +bizzat yardım edip yedirmek veya başkasını vasıta kılmak ve böylece onun hayatını +kurtarmak farz olur. Bu farz yapılmazsa, durumundan haberi olan müslümanlar günahta +ortak olurlar. Şu da bilinmelidir ki, bir günlük yiyeceği olan bir fakirin dilenmesi helal +değildir. + + + + +Alış-Verişin Çeşitleri ve Kâr (Kazanç) Mikdarı + + 82- Satış, "Malı malla değişmek" demektir. Bir kimse, elindeki malını aza çoğa satabilir +mi? Bu mesele açıklanmaya muhtaçtır. Şöyle ki: Satış işlemi başlıca dört kısma ayrılır: + 1) Bir malı maliyet fiyatına satmaktır. Buna "Tevliye" denir ve caizdir. Bir satıcı, bazan +elindeki malını hiç kâr gözetmeksizin aldığı fiata satar. Bu kendi hakkıdır. Ancak burada +gözetilecek şey, maliyet fiatını doğru söylemektir. Değilse, satıcı Allah katında sorumlu +olur. Alıcı da, dilerse alış muamelesini bozdurur, dilerse fazla bedeli geri alır. + 2) Bir malı maliyetinden noksana satmaktır. Buna da, "Vazı'a" denir. Burada da +doğruyu söylemek gerekir. Burada alıcıya düşen ahlakî bir görev vardır. Şöyle ki: Eğer +malını böyle noksan fiyatla satmakta olan kimse fakirse, onun zararına meydan +vermemeli, o malı değeri ile satın almalıdır. Bu bir yardım ve sadaka yerine geçer. + 3) Bir mala masraflarını ilave ederek maliyetini çıkardıktan sonra bir mikdar fazlası ile +satmaktır. Buna da "Murabaha" denir. Sermayenin ve masrafların hepsini tam olarak +tayin eden bir tüccar, elindeki malı az çok bir kârla satabilir, bu caizdir. Ancak alıcının o +mala olan ihtiyacından faydalanmaya kalkışmamalı, insafı elden bırakmamalıdır. Aksi +halde, böyle bir muamele kerahetten ve sorumluluktan kurtulmaz. + 4) Bir malı, maliyetini söylemeksizin az çok istenilen bir bedel karşılığında satmaktır. +Buna da "Müsaveme" denir. Böyle bir satış da caizdir. Hatta yalan söylemiş olmak ve +sermayenin tayininde hataya düşmüş olmak tehlikesinden kurtulmak için bu tür satış +iyidir. Ancak satıcı alıcıyı aldatırsa, onun piyasayı bilmemesinden faydalanarak o malın +başka bir yerde bulunamayacağını ve malın çok kıymetli olduğunu söyleyerek aldatırsa ve +böylece o malı Gabn-i Fahiş (aşırı aldanma) ile satarsa bu yaptığı iş helal olmaz. Satıcı +Allah katında sorumlu olur. Alıcı da, böyle bir aldatmadan dolayı o malı geri verebilir. + Gabn-i fahiş (aşın aldanma), mal ve eşya cinsinden olan bir şeyi değerinden yüzde +yirmi fazlasıyle, hayvanı yüzde on fazlasıyla, emlak ve akarı da yüzde beş fazlasıyla veya +daha çoğa satmaktır. Fakat böyle bir aldatma bulunmayınca yapılan satış muamelesi +zorla bozulamaz. + + + + +İhtikârın Mahiyeti ve Hükümleri + + 83- İhtikarın lûgat anlamı, azalsın ve kıymetlensin diye bir malı saklamaktır. Din +deyiminde ise: "İnsanların ve evcil hayvanların yiyecek ve içecekleri olan maddeleri ucuz +yerlerden alıp kıymetleri yükselsin diye kırk gün bekletmektir." Böyle yapan kimseye +"Muhtekir" denir. + İhtikarın kırk gün ile bağlanması, dünyaca yapılacak ceza bakımındandır. Yoksa bir gün +bile ihtikare meydan veren kimse günahkar olup ahiret azabına hak kazanır. + 84- Bir beldeye dışardan gelecek malları, şehirde serbest satılmaması için şehir dışında +karşılayarak satın almak da bir nevi ihtikârdır. + 85- İhtikâr, tarifinden de anlaşıldığı gibi, İmam Azam'a göre yalnız yenecek ve içilecek +maddelerde olur. Fakat İmam Muhammed'e göre, elbiselik mallarda da ihtikâr olur. İmam +Ebû Yusuf'a göre de, topluma zarar veren her hangi bir maddede ihtikâr olur. Altın, +gümüş, demir ve diğer maddeler gibi... + 86- İhtikarın hükümlerine gelince: Topluma zararlı olan bir ihtikâr, tahrimen +mekruhtur. Yüce Allah katında sorumluluğu gerektirir. + İihtikârın sonu iflastır. İhtikâr yapan, kendi adi yararı için toplumu zarara ve sıkıntıya +sokuyor. Bunun sonucu olarak da toplumun hayatına kasdetmiş oluyor. Onun için yetkili +idareci, ihtikâr mallarını satmasına hüküm verebilir. Eğer satmaz da karşı çıkarsa, uygun +şekilde cezalandırılır ve o mallar ihtikârcının adına satılır. + 87- İhtikar zamanında yetkili olan idareci eşyaya kıymet koyabilir. Şöyle ki: İdareci +veya yetkili kıldığı kimse, bir zaruret görülmedikçe, ticaret mallarına kıymet biçemez. Bu +durumda mallara "Fiat koymak" mekruhtur. Çünkü ticaretin gelişmesine engel olabilir. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Gerçekte kıymet takdir buyuran, daraltan, +genişleten ve rızık veren Yüce Allah'dır." Fakat bu malların sahihleri aşırı giderlerse +ve böylece en az iki kat fiyatla satmaya başlarlarsa, idareci veya yetkili kılacağı kimse, bu + konuda bilgi sahiblerinin fikirlerini alarak mallara fiyat koyabilir. Bunda bir sakınca yoktur. +Hatta İmam Malik'e göre, kıtlık yıllarında fiatları belirlemek, vali bulunan zat üzerine vacib +olur; İsterse fiatlarda bir aşırılık bulunmasın. + 88- Bir kimse, kendi arazisinin ürünlerini hapsetmekle ihtikâr yapmış sayılmaz. Çünkü +bu ürünler kendisinin katıksız bir hakkıdır. Buna toplumun hakkı girmez. Bir kimse, kendi +arazisini ekmeyebilir. Bunun için ürününü de satmayabilir. Ancak kıtlık ve pahalılık +zamanını beklediği için günaha girer. Çünkü müslümanlar için kötü bir niyette bulunmuş +olur. + 89- Başka bir memleketten kendi memleketine getirmiş olduğu bir malı hapseden +kimse, İmam Azam'a göre ihtikâr yapmış sayılmaz. Çünkü toplumun hakkı, bulundukları +memleketten veya o memleketin çevresinden toplanan mallarda olur. Bununla beraber +dış memleketlerden getirilen malları satmak müstahabdır. Bunları hapsetmekte kerahet +bulunur. + İmam Ebû Yusuf'a göre, bu kimse de ihtikâr yapmış sayılır. Bunun hakkında muhtekir +işlemi uygulanır. İmam Muhammed'e göre ise, adete uygun olarak dışardan getirilen +malları hapsetmek (bekletmek) mekruhtur. Fakat adete aykırı olarak pek uzak yerlerden +getirilen malları bekletmek mekruh değildir. Çünkü bunlarda toplumun hakkı bulunmaz. + Sonuç: İhtikârda hayır yoktur. Bu, şefkat ve merhamet duygularına aykırıdır. İnsanlık +ve hayırseverlik duygularına karşı olduğundan bundan kaçınmalıdır. + + + + +Ribanın Mahiyeti ve Nevileri + + 90- Riba'nın lûgat anlamı ziyade demektir. Din deyiminde, alış-verişlerde bir karşılık +olmaksızın akidler arasında ziyade bir mikdarı şart koymaktır. On dirhem gümüşü, on bir +dirhem gümüş karşılığında satmak gibi. + 91- Riba, tartı ile satılan altın ve gümüş gibi mallarla ölçekle satılan buğday, arpa, +hurma, tuz, kuru üzüm gibi şeylerin alış-verişinde olur. + (Malikîlere göre riba, yalnız altın ile gümüşte ve geçim sağlanan erzakta olur. Şafîlere +göre de, yalnız altın ve gümüşle, yiyecek sayılan şeylerde olur.) + 92- Riba, iki nevidir: Riba-i Fazl ve Riba-i Nesîe. Riba-i Fazl, tartılan veya ölçülen bir +cins eşyanın kendi cinsi karşılığında peşin olarak ziyadesi ile satılması şeklinde olur. Onun +için altın, gümüş, bakır, buğday, arpa ve tuz gibi bir madde, kendi cinsi ile hemen +değiştirilecek olsa, mikdarları birbirine eşit olması gerekir. Birinin mikdarı biraz fazla +olunca, bu bir riba olmuş olur. Bu fazlalık haramdır. Allah yanında cezası pek büyüktür. +Aynı cinsten olan bu iki kısım eşyadan biri, sanat ve kıymet bakımından veya bir +diğerinden iyi olma bakımından farklı olsalar bile, yine riba olur. + Altın ile gümüş, sanat bakımından veya darb edilmiş para haline geçmekle tartıya bağlı +olmaktan çıkmazlar. Ağırlıkları ile işlem görürler. Çünkü bunların tartıya bağlı olmaları +dinin bir hükmüdür. Misal: On gram altın, yine on gram altın karşılığında peşin olarak +satılır. On bir gram karşılığında satılamaz. Bu bir gram fazlalık riba olur. + Yine, on kile buğday, on kile buğday karşılığında peşin olarak satılabilir. Fakat dokuz +veya on bir kile karşılığında satılamaz. Ziyade olan mikdar ribadır. + 93- Riba-i Fazl'den kurtulmak için, bir cinsten olan riba ile ilgili mallardan her birini ya +tamamen veya kısmen kendi cinslerinden başkası ile değiştirmelidir. + Misal: On gram altın, yüz gram gümüş karşılığında ve on kile buğday, on beş kile arpa +karşığında peşin olarak satılmalıdır. Yine on gram altın, dokuz gram altın ile bir mikdar +gümüş ağırlığı karşılığında veya on kile buğday, beş kile buğday ile sekiz kile arpa +karşılığında peşin olarak değiştirilebilir. + 94- Riba-i Nesîe'ye gelince: Bu da tartılan ve ölçülen şeyleri, birbiri karşılığında +veresiye olarak değiştirmektir. Mikdarları eşit olsa bile, haramdır. + Örnek: On gram gümüş, bu ağırlıktaki gümüş para karşılığında veresiye olarak + satılamaz. Çünkü bunların cinsleri ve mikdarları birdir. Biri peşin, diğeri veresiyedir. Bu +şekilde aralarında bir fark vardır. Onun için bu bir riba işlemidir ve günahtır. + Yine, eldeki bir kile buğday ile sonradan harman zamanında verilecek bir kile buğday +satın alınamaz. Bunlar iyi veya düşük cins olma bakımından farklı olsalar da yine ribadır. +Çünkü cinsleri ve mikdarları aynıdır. Böyle olmakla beraber biri peşin, diğeri veresiyedir. +Veresiye ise, peşine karşılık olamaz. Arada bir fazlalık bulunmuş olur. + 95- Tartıya bağlı olan şeyler, cinsleri değişik olsa da, birbirleri ile veresiye olarak +değiştirilemezler. Şu kadar kilo demir karşılığında, o kadar kilo bakır veresiye olarak +satılamaz. Çünkü bunlar ağırlığa bağlı olmak bakımından birdirler. + Yine, şu kadar kile buğday o kadar kile arpa karşılığında veya tuz karşılığında veresiye +olarak satılamaz. Çünkü bunlar ölçeğe bağlıdır. Bu esastan yalnız nakid para +müstesnadır. Şöyle ki: + Nakid paralar karşılığında, nakid cinsinden olmayan tartılır ve ölçülür şeyler peşin +olarak alınabileceği gibi, veresiye olarak da alınabilir. Çünkü alış-veriş için buna ihtiyaç +vardır. + + + + +İstikraz (Ödünç Alma) Meseleleri + + 96- İstikraz (borç alıp verme) muamelesi, altın ve gümüş gibi yalnız misliyat denilen +tartılır şeylerde, ölçeğe bağlı buğday ve arpa gibi şeylerde ve taneleri arasında kıymet +değiştirecek derecede fark bulunmayan yumurta ve ceviz gibi sayıya bağlı şeylerde olur. +Hayvanlarda ve kumaş gibi değere bağlı şeylerde olmaz. + 97- Gerek altından ve gümüşten ve diğer maddelerden olan nakid paralar, gerekse +diğer tartılan veya ölçülen şeyler, sonradan yalnız misilleri alınmak üzere borç olarak +alınıp verilebilir. Buna "Karz-ı Hasen" denilir. Sosyal bir yardım olduğundan büyük bir +sevabdır. Fakat bunun karşılığında fazla bir şey verilmesi şart kılınırsa, bu bir faiz olur ki, +riba hükmündedir. Borç verenin bir veya birkaç kişi olması arasında bir fark yoktur. + 98- Borç alınan şeyler, sonradan kendi misilleri ile ödenir. Borç alınan bir altın para, +yine aynı bir altın para olarak ödendiği gibi, bir altın para ile bir mikdar buğday, yine +fazlalık yapmaksızın aynı altın para ve aynı ölçek buğdayla ziyade yapmaksızın ödenir. +Ancak borç alınan para, geçer kağıt para iken sonradan piyasada bulunmasa veya +geçmez bir hale gelse, kabul edilen fetvaya göre, son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile +ödenir. + 99- Bir kimse, borç verdiği para ve başka şeylerin tamamını veya bir kısmını +borçlusuna bağışlayabilir. Borç alanda, arada bir şart olmaksızın alacaklı olan kimseye +hediye verebilir. + Sonuç: İstikraz işlemlerinde iki taraftan birine şart kılınan bir menfaat helal değilse de, +şart koşulmayan bir menfaat helaldir. Onun için bir borçlu, borcunu ödemekle beraber +kendiliğinden, bir adet olmayarak, bir mikdar fazla verse, bu helal olur. + 100- Bir kimsenin bir parayı, başka bir yerde bulunan bir adama ödemek şartı ile borç +alması mekruhtur. Fakat böyle bir parayı aralarında bir şart bulunmaksızın, borç verenin +izni ile, başka bir yerde bulunan bir adama götürüp vermesi mekruh değildir. Hatta böyle +bir şart ve adet bulunmaksızın, biraz da fazla vermesinde bir haramlık yoktur. Bu, bir +bağış olur. + 101- Bir kimsenin bir adama, her ay veya her yıl belli bir mikdar ödemek üzere para +vermesi caiz değildir. Verilen bu ödünç paraya karşı alınan fazla paralar riba olmuş olur. +Fakat belli bir parayı muayyen işte kullanıp elde edilecek kârından belli bir nisbette, üçte +bir veya dörtte bir gibi, vermesi şartı ile para verilmesi caizdir. Çünkü bu bir ticaret +ortaklığı işlemidir. Bu durumda o kimsenin zarara da sermayesi nisbetinde ortak olması +gerekir. + 102- Komşular arasında ekmekler, ister sayı ile ve ister tartı ile borç alınıp verilebilir. + Bu husustaki işlem bir kolaylık ve zaruret esasına bağlıdır. Bu, İmam Muhammed'in +görüşüdür ve fetva da buna göredir. + 103- Faizin dinde yasak olmasının birçok hikmetleri vardır. Önce, muhtaç bir kimseye +verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması sosyal yardımlaşma görevine +aykırıdır. Sonra bir paranın bu şekilde artırılması, çok kere insanın çalışma gayretini +azaltır. Onu tenbelliğe sevkedebilir. Bununla beraber borç alınan paradan borç alanın bir +kazanç elde edip etmeyeceği kesin değildir. Bir ihtimalden ibarettir. Çok kere alınan borç +paralar boşuna harcanarak karşılığında birçok zararlara katlanmak gerekir. Rehin verilen +nice kıymetli malların bu yüzden hiç bahasına elden çıktığı daima görülür. Oysa ki, +verilecek fazla mikdar belli ve kesindir. Onun için düşünülen bir kazanç, kesin ve belli +olan bir mala karşı tutulamaz. + Aslında kesin bir lüzum görülmedikçe, borç alınmamalıdır. Borç huzuru ve rahatı +kaçırır, hürriyeti kısıtlar. Borç verecek durumda olanlar da, ellerinden gelen yardımı +muhtaçlardan esirgememelidirler. Sadece Allah rızası için "Karz-ı Hasen" sureti ile borç +verip mükafatını Allah'dan beklemelidir. Yerinde olarak verilen borç para, sadaka +vermekten daha faziletlidir. Bununla beraber borç alacak olanlar da, güvenilir ve sözünde +durur, ilk fırsatta borcunu öder kimselerden olmalıdırlar. Bu gibi iyi duygulardan yoksun +olmak, yardımlaşma görevini de bozar. + + + + +İslâmda Yapılması Yasak Şeyler + + 104- Ferdlerin ve cemiyetlerin selametine, selamet ve mutluluğuna aykırı olan şeyler, +İslam dininde yasaktır, haramdır. Bunların yapılması, hem dünyaca, hem, de ahiretçe +sorumluluğu gerektirir. Bunlara: "Günah, masiyet, ism" denir. + 105- Günah olan şeyleri bizzat yapmak caiz olmadığı gibi, o gibi şeylere razı olmak ve +bir zorlama olmadıkça yardım etmek de caiz değildir. Misal: Bir kimse, bir eşya çalamaz, +bu haramdır, cezayı gerektirir. Bir kimse bir şeyin çalınmasına razı da olamaz, ona +yardım da edemez. Bu da haramdır, yasaktır. + 106- Günah olan şeylere razı olmak veya yardım etmek, yerine göre ya haram, ya da +mekruh olur. Bu, dinde bir esastır. Bunun üzerine çeşitli binlerce mesele bina edilebilir. + Misal: Bir kimse, herhangi bir haksızlığı geçerli kılmak için bir kimseden bir mal +alamaz. Bu rüşvettir, haramdır. Onun için bir haksızlığı geçerli kılmak için bir insan bir +mal veremez ve böyle bir malın verilmesine aracı da olamaz. Bunlar da haramdır, +yasaktır. Çünkü böyle alınması yasak olan bir şeyin, verilmesi de, verilmesine aracı +olunması da haramdır, yasaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur: "Yüce Allah rüşvet +alana da, rüşvet verene de, bunların arasında rüşvete aracı olana da lânet +etsin." + 107- Bir kimse, murisinin (miras bırakanının) gayr-i meşru bir sebeble elde etmiş +olduğu malından veraset hissesi almamalıdır, iyi olan budur. Bu bir takva ve zühd +faziletidir. Böyle bir hisseyi almak, helal olmayan bir harekete razı olmak demektir. + Bunun için insan helal olan hisse ile yetinmeli. O malın asli sahibi biliniyorsa, ona geri +verilmelidir. Bilinmiyorsa, fakirlere sadaka olarak dağıtılmalıdır. Çünkü böyle kötü bir +maldan kurtulmanın çaresi, sahibine çevrilme imkanı olmayınca sadaka olarak vermektir. + 108- Alacağı bir gıda maddesini haram hale getireceği veya alacağı genç bir köleye +fena muamelede bulunacağı veya satın alacağı silahı kötülükte kullanacağı anlaşılan bir +kimseye bunları satmamalıdır. Bu satış tenzihen mekruhtur. + Yenip İçilmesi Helâl Olan ve Olmayan Şeyler + + 109- Eşyada yenip içilme bakımından asıl olan mubah olmaktır. Bütün eşya, aslında +insanların yararlanmaları için yaratılmıştır. Onun için aslında temiz olan, akla ve sağlığa +zararlı olmayan bir kısım hayvan elleri ve buğday, arpa, pirinç gibi ürünler, sebzeler, +meyveler ve sıvılar helaldir. Bunlar yenip içilebilir. + Fakat bazı şeyleri yeyip içmek, insanlara zararlı, hikmet ve ihtiyaca aykırı olduğu için +İslam dininde haramdır. + 110- Hayvanlardan yaratılış gereği iğrenç olanların, dişleri veya tırnakları ile kendilerini +savunup başkalarına saldıranların etleri haramdır. (Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar +bölümüne bakılsın.) + 111- Bitkilerden insanı öldüren veya aklını gideren, vücudu zehirleyen veya herhangi +bir şekilde sağlığa zararlı olan şeyleri yemek haramdır. + Misal: Afyon, haşhaş, penç gibi sarhoşluk veren ve aklı bozan şeyleri yemek caiz +değildir. Bunlardan sarhoş olanlar için, İslam ahkamına göre, tazir cezası gerekir. Tazir +ise, yetkili hakim tarafından uygulanacak hapis, döğme, azarlama ve uyarı gibi cezalardır. + 112- Sıvılardan bedene zararlı olan, insana sarhoşluk veren şeyleri içmek haramdır. +Çünkü sarhoşluk veren bir sıvının azı da, çoğu da müctehidlerin çoğunluğuna göre +haramdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuşlur. + "Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır." + Bu gibi sıvıların içilmesindeki zararlar, herkes tarafından bilinmektedir. Bu içkilerin +cemiyet bünyesinde açtığı yaralar çok acıdır. Bunların ahiretteki sorumlulukları ise çok +daha büyüktür. Hele hamr (şarab) denilen içkinin bir damlasını bile içmek ittifakla haram +olup dinde had denilen cezayı gerektirir. + Sonuç; Bu pek zararlı olan şeylerden kaçınmalıdır. Bunlardan kaçınmak, gerek ferdler, +gerekse cemiyet için selamettir. + 113- Temiz olan içilecek bir sıvı, bedene zarar verecek bir hale gelmedikçe bozulması +ile haram olmaz. Fakat etler kokunca yenmesi haram olur. Süt, tereyağı, zeytinyağı +kokmakla haram olmaz. Yiyeceklere gelince, bunlar bozulurda keskinleşirse temizliklerini +yitirir. Onun için yenmeleri haram olur. + 114- Hamamların ve benzeri yerlerin pis sularını sebze bahçelerine akıtmak +mekruhtur. Fakat bu gibi pis sularla sulanan bostanların sebzelerini yemek haram +değildir. Birçok alimlere göre, mekruh da değildir. + İnsan pisliğini satmak mekruhtur; fakat başka maddelerle karıştırılmış olan pislikleri ve +herhangi bir hayvan gübresini satmak mekruh değildir. + 115- Pâk olmayan, kokmuş et gibi şeyleri yiyebilecek olan hayvanlara yedirmek caiz +değildir. + 116- İçine temiz olmayan bir şey düşen veya akıtılan belli bir ölçüdeki sıvı temizliğini +kaybederek içilmesi haram olur. Belli bir ölçünün üstünde bulunan geniş havuzlarda da, +içine düşen pisliğin tad, koku ve renginden biri kendini gösterirse yine temiz olmaktan +çıkar. Artık içilmesi haram olur. (İkinci Kitaba bak��lsın.) + 117- Yukarda haram oldukları yazılan şeyler zatları bakımından haram (haram liaynihi) +dir. Bir de başka bir sebeble haram olan (haram ligayrihi) şeyler vardır ki, onlar da +başkalarına ait olan mallardır. Şöyle ki: Başkasının malını rızası olmaksızın haksız yere +almak haramdır. Aksi halde mal hürriyeti kalmaz, insanların mülkiyet ve tasarruf +haklarına sahib olarak cemiyetle yaşanmaz. + 118- Bir baba, muhtaç olmadıkça, yaratılışta kötü davranışlı olan evladının malını +kendi kendine yiyemez. Fakat bir ihtiyaç bulunmasa bile, iyi olan evladının malını alıp +yiyebilir. + Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Sen de, senin malın da babanındır." + 119- Tedavi için temiz olan ilaçları yiyip içmek ve kullanmak caizdir. Çünkü Peygamber +Efendimiz buyurmuştur: + "Ey Allah'ın kulları! Tedavi olunuz; çünkü Yüce Allah yarattığı her hastalık için +bir deva (ilaç) yaratmıştır. Yalnız bir tane müstesnadır ki, o da ihtiyarlıktır." + Onun için birçok hastalıklar tedavi sebebiyle giderilir. Allah'ın düzeni böyle devam +edegelmiştir. Bununla beraber şifayı ilaçtan değil, yüce Allah'dan bilmelidir. + 120- Helal ve temiz olmayan şeylerle tedavide bulunmak esas olarak caiz değildir. +Ancak bazı fıkıh alimlerine göre, başka bir ilaç bulunmayınca müslüman ve ehliyet sahibi +bir doktorun göstereceği lüzum üzerine caiz olabilir. Şöyle ki: + Bir hastalığın veya bir hastalığa sürükleyecek bir halsizliğin tedavisi için mubah (helal) +bir ilaç bulunmazsa böyle bir doktorun "şifa ümidi vardır" diye tavsiyesi üzerine, aslında +haram olan bir şeyle zaruret mikdarı tedavi caiz olur. + Fakat yalnız görünüşle yararı olan semizleme gibi bir şey için böyle bir ilacı kullanmak +caiz değildir. Bunda tedavi mahiyeti yoktur. Onun için bunun haram olduğunda ittifak +vardır. + Görülen lüzum üzerine, bir organında ameliyat yapılacak olan bir kimseye, aklını +giderecek temiz bir ilaç içirilmesinde bir sakınca görülmemekledir. + + + + +Yiyip İçme Mikdarı ve Bunların Edebleri + + 121- Ölmeyecek kadar yiyip içmek farzdır. Çünkü böyle bir yemekle insan oruç +tutmaya ve ayakta namaz kılmaya güç kazanabilir. Öyle ki, insan canını helak olmaktan +kurtaramayacak kadar helal bir şey bulamazsa, haram olan bir şeyden ölmeyecek kadar +yiyebilir. Yine, boğazında kalan bir lokmayı gidermek için başka bir su bulamayınca, +yeteri kadar haram bir içkiden içebilir. Fakat fazlasını yiyip içemez. Çünkü zaruretler, +kendi mikdarlarına göre değerlendirilir. + 122- Bir insan kuvvetlenmek ve kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yiyip içebilir, +bu mubahtır. Bundan daha çok yiyip içmek haramdır. Bunun ölçüsü, mideyi bozacağına +üstün kanaat hasıl olacağı mikdardır. Bununla beraber ikram için veya ertesi gün tutacağı +oruca kuvvet kazanmak için biraz fazla yiyip içmekle bir sakınca yoktur. + 123- Misafir için veya her birinden bir mikdar yemek suretiyle ihtiyaca yetecek şekilde +gıda alabilmek için, sofrada çeşitli yemek bulunmasında bir sakınca yoktur. Bununla +beraber gereğinden fazlası israf sayılacağından uygun olmaz. + Sofrada çeşitli yemişlerin bulunmasında da bir sakınca yoktur. Fakat yapılmaması daha +iyidir. Fazla çeşitli şeyler mideyi bozabilir. + Sonuç: Mubah olan şeyleri bir gerek olmaksızın çoğaltmak da israf sayılır, bundan +kaçınılmalıdır. Sofra üzerinde gereğinden fazla ekmek bulundurmak da böyledir. + 124- Ayakta su içilmemesi daha iyidir. Fakat yürürken su içilmesi zararlı olduğundan +uygun olmaz. Suyu bir nefeste içmek sağlık bakımından zararlı görülmektedir. + 125- Farz olan ibadetleri yapamayacak şekilde yiyip içmeyi azatıp riyazette bulunmak +caiz değildir. Fakat orta bir şekilde yapılacak bir riyazet mubahtır. + 126- Yiyip içmenin edeblerine gelince: Yemekten önce ve sonra eller yıkanmalıdır. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Yemekten önce el yıkamak bir hasenedir. +Yemekten sonru ise iki hasenedir, iki kat sevabdır." + 127- Cünüb olan erkekler ve kadınlar için, ellerini ve ağızlarını yıkamadan yiyip içmek +mekruhtur. Adet görmekte olan kadınların da yemekten önce ellerini ve ağızlarını +yıkamaları iyidir. + 128- Yemeklerin başında "Besmele" okumalı, sonunda da "Elhamdülillah" +demelidir. Bu nimeti bize veren, bu nimetten yararlanma kuvvetini bize ihsan eden +merhameti geniş ve ikramı bol olan Allah'ımıza bu sebeble hamd ederek şükretmelidir. +Yemeğin başında Besmele unululursa, hatırlanınca "Bismillâhi alâ evvelihi ve ahirihi" +denilmelidir. + 129- Yemeğe başlarken, Besmeleyi sofra başında bulunanların işitebileceği şekilde +okumalıdır. Bu bir uyarma ve hatırlatma olur. Fakat yemek sonunda işililecek bir sesle +"Elhamdülillah" denilmesi uygun değildir. Ancak sofradakilerin hepsi yemeklerini + tamamlamış ise söylenir. + 130- Yemeklere az bir tuzla başlamak ve tuz ile tamamlamak yararlıdır, sünnettir. +Ekmek parçalarına hürmet etmeli, bunların üzerine bir eşya koymamalı, bunlara +parmakları, ağzı ve bıçakları silip atmamalıdır. Yemekler pek sıcak olarak yenmemelidir. +Yemekler koklanmamalı, yemeklere ve sulara üflenmemelidir. Bunları yapmak edebe +aykırıdır. + 131- Yemek yerken konuşulmaması mekruhtur. Yemek yerken iyi kimselerin hallerini +anlatmalıdır. Güzel bir şekilde konuşmalıdır. Hele misafirlerin yanında ev sahibinin +susması hiç doğru değildir. Ev sahibi misafirlerin yanından ayrılmamalı, bizzat onlara +hizmet gayretinde bulunmalı ve hizmetçisini misafirlerin yanında azarlamamalıdır. Yemek +arasında ısrar etmeksizin "buyurunuz" demekle yetinmelidir. Böyle davranmak +müstahabdır. + 132- Ev sahibi, misafırlerine ağırlık verecek olan kimseleri, misafirlerle beraber +bulundurmamalıdır. Misafirlerde, ev sahibinin rızası bilinmedikçe başkalarını +beraberlerinde davete getirmemelidirler. Ziyafetten sonra ev sahibinden izin istemeden +ve "Allah'a ısmarladık, Allah'a emanet olunuz" gibi sözler söylemeden çıkıp +gitmemelidirler. + + + + +Giyilmesi ve Kullanılması Gerekli ve Caiz Olup +Olmayan Şeyler + + 133- Her müslüman için avret yerlerini örtecek şekilde sıcaktan ve soğuktan +korunacak kadar elbise giymek farzdır. Bu elbiselerin etekleri, erkeklerde bacakların +yarısına kadar, kadınlarda ayaklarının yüzlerine kadar uzamalı, kollar da parmak uclarına +kadar uzun bulunmalıdır. + Erkeklerin elbisesi kırmızı veya sarı olmamalı, siyah veya beyaz renkte olmalıdır. Bu +renkler müstahabdır. Yeşil renk de sünnete uygundur. + 134- Elbise ne çok yüksek, ne de çok bayağı olmalı, orta derecede bulunmalıdır. Çünkü +her şeyin hayırlısı orta halde olanıdır. Bununla beraber Yüce Allah'ın verdiği nimeti +gösterip şükretmek için süs olarak yeterinden fazla elbise edinmek müstahabdır. +Peygamber Efendimiz buyurmuştur: + "Allah sana ihsan edip nimet verdiği gibi, sen de nefsine ikramda bulun." + Diğer bir hadis-i şerif'de şöyle buyurulmuştur: + "Şüphe yok ki Yüce Allah nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever." + 135- Cuma ve bayram günlerinde, toplantılarda iyi ve güzel elbise giymek mubahtır. +Fakat böyle elbiselerle daima bezenip durmak uygun değildir. Bu bir gurur eseri olur ve +çok kere muhtaç durumda olanların kinini çeker. Böbürlenmek ve büyüklenmek için elbise +giymek ise mekruhtur. + 136- Büyüklenmek maksadı ile yapılan her şey mekruhtur. İnsaniyete yakışmaz. Onun +için başkalarına karşı böbürlenmek ve zorba kılığına girmek maksadı ile pek kıymetli +elbiseler giyilmesi ve pek yüksek binalar yaptırılması mekruhtur. Hele böyle bir davranış +israf derecesine varırsa harama dönmüş olur. Aklı kemal üzere olan kimse, yalnız +gururlanmak için ve yalnız gösteriş için israfa düşmez. Parasını boş şeylere harcayarak +tutuma ve tedbire aykırı hareket etmez. Başkalarına kötü örnek olacak şekilde, cemiyet +hayatında gedikler açılmasına sebebiyet vermez. + 137- Fakirlerin veya geçimleri orta halde olanların büyük zenginleri taklid ederek israfa +düşmeleri caiz değildir. Bu çok acınacak bir haldir. Bir zengin için giyilmesi mubah olan +bir elbise, bir fakir için mekruhtur, hatta haram olabilir. Herkes haline ve servetine göre +hareket etmeli, takdire rıza göstermelidir. Din ölçüleri içinde hayatını düzenlemeye +çalışmalıdır. + 138- İpek kumaşlardan elbise giymek kadınlar için caizdir; erkekler için caiz değildir. +Beden ile elbise arasında bir engel bulunsun veya bulunmasın eşittir. Fakat yalnız uzatma +iplikleri ipek olan veya üzerinde dört parmak eninde ipek işlemeler, saçaklar ve kenarlar +bulunan kumaşlardan elbise giymek erkekler için de caizdir. Bir de erkeklerin savaş +halinde ipekli elbise giymeleri, iki İmam'a göre caizdir. Bu gibi elbiseler mücahidleri +düşmana karşı heybetli gösterir ve kılıç darbelerine karşı dayanıklı bulunur. + 139- Erkekler için ipek kumaşlar ve ipek takkeler mekruhtur. Erkek çocuklara da, +ipekli ve altın sırmalı kumaşlar giydirmek kerahetten kurtulmaz. Fakat bir erkek ağrıyan +gözüne ipekli bir mendil bağlayabilir, bunda bir sakınca yoktur. + 140- İpekli eşyadan başka bir şekilde yararlanılabilir. İbrişimden dokunmuş bir +seccade üzerinde namaz kılınabilir, bunda bir kerahet yoktur. Yine evin iç kısmını ipekli +kumaşlarla süslemek de caizdir. Fakat bunlar bir övünme için olmamalıdır. + Yüzleri ipek kumaştan yapılan minderler üzerine oturmak ve böyle yataklarda yatmak +da İmamı Azam'a göre helaldir. + 141- Üzerinde "Maşallah" veya "Elhamdülillah" gibi bir yazı işlenmiş bir seccadeyi +veya herhangi bir döşemeyi yere sermek mekruhtur. Yazıların araları açılmış ve bazı +harflerin üzerine örgü örülmüş olsa bile fark etmez, keraheti vardır. Çünkü tek başına +yazılan harflere de saygı göstermek gerekir. Harflerdeki bitişikliği kaldırmak keraheti +gidermez. + 142- Altın-gümüş ve diğer mücevherat ile kadınların süslenmeleri caizdir. Erkekler +ancak süs maksadı olmaksızın gümüşten halkalı mühür kullanabilirler. Süs için olsa bile, +gümüşlü kemer, altın yaldızlı ve işlemeli kılıç kullanabilirler. Fakat altından, demirden, +tunçtan, şişeden ve taştan halkalı mühür kullanamazlar; bu haramdır. + Mühürde kaşa değil, halkaya itibar edilir. Mühürün kaşı taştan akîkden, yakuttan ve +diğer şeylerden olabilir. Ancak ihtiyaç olmadıkça mühür kullanılmaması daha iyidir. + 143- Yalnız süs maksadı ile evlerde altın ve gümüş kaplar, tabla ve benzeri şeyler +bulundurmak caizdir. Fakat altın ve gümüş kaplardan yemek yenmesi, su içilmesi, +yağlanılması ve koku sürünülmesi hem erkeklere, hem de kadınlara mekruhtur. Gümüş +veya altın çatal-kaşıkla yemek yenmesi de böyledir. Gümüş veya altın kalem veya hokka +kullanmak da kerahetten boş değildir. Ancak altın veya gümüş bir kap içinde bulunan bir +yiyeceği başka bir kaba aktararak sonra yemek, içmek ve kullanmakla bir kerahet yoktur. + Yine gümüşle süslenmiş kaplardan su içilmesi de mekruh değildir. Yeter ki gümüşlü +tarafı ağza alınmasın. + 144- Kalaylanmamış bakır ve tunç kaplardan yemek yenmesi mekruhtur. En iyi olan +porselen cinsi kaplardır. Şişeden, billurdan ve akîkden yapılmış kapların kullanılmasında +bir kerahet yoktur. Bunların temizlenmesi kolaydır. Bunlar, sağlık yönünden madenî +kaplardan daha iyidirler. + 145- Sallanan bir dişi gümüş bir tel ile bağlamak caizdir. Fakat altın bir tel ile +bağlamak, İmamı Azam'a göre caiz değildir. İmam Muhammed'e göre, her ikisi ile de +bağlamak caizdir, bunda bir kerahet yoktur. Bir rivayete göre, İmam Ebû Yusuf'un +içtihadı da böyledir. + Yine, çıkan bir dişi yerine koyarak gümüş veya altın bir tel ile bağlamak, İmamı +Azam'dan bir rivayete göre mekruhtur, çünkü bu diş ölünün dişi hükmündedir. Bunun +yerine besmele ile boğazlanmış bir koyunun dişi gümüş bir tel ile bağlanabilir. Bunun +yerine gümüşten bir diş de edinilebilir. + Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, çıkan bir dişi yerine koyarak gümüş veya altın bir tel ile +bağlamakta veya onun yerine gümüşten bir diş edinilmesinde bir sakınca yoktur. Çıkan +bir dişin yerine konulmasına İmamı Azam'ın da katıldığı, İmam Ebû Yusuf'dan rivayet +edilmiştir. İmam Muhammed'e göre ise, çıkan dişin yerine gümüşten de, altından da diş +konulabilir. + Düşmüş veya kesilmiş bir burun yerine altından burun yapılabilir. Fena kokacağı için +gümüşten yapılmaz. + 146- Nazar değmesin diye, çocukların elbisesine boncuk işlenmesi ve nazarlıklar +takılması caiz değildir. Bunlar cahiliyet devrine ait adetlerdir. + Fakat ekin tarlalannda ve bostanlarda birer değnek üzerine hayvan kafası takılmasında +bir sakınca yoktur. Bunlar hem birer korkuluktur, bazı zararlı kuş ve hayvanların buralara +sokulmasına engel olur, hem de göz değmemesine sebeb olabilir. Çünkü göz değmesi, + çok kez olagelen bir afettir. İnsana da, hayvana da, mala da değebilir. Onun için tarlaya +ve bostana bakacak kimselerin gözleri, önce bu yüksek korkuluklara değer. Artık ondan +sonra ekin ve diğer şeylere dokunmasında bir zarar kalmayabilir. + 147- Nazardan (göz değmesinden) Yüce Allah'a sığınmalıdır. Peygamber Efendimiz +(sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur: "Bir kimsenin kendisinin veya kardeşinin +bir şeyi hoşuna giderse, bereketle ona dua etsin çünkü göz değmesi hakdır." + Bereketle dua ise şöyle yapılır: + "Şekil verenlerin en güzeli olan Allah ne yücedir! Allah'ım, buna bereket ver." + Bizlerce: "Maşallah Tebarekallah" denilmesi adet olmuştur. Bir hadis-i şerifde de: +"Her kim hoşuna giden bir şeyi görünce, "Maşallah lâ kuvvete illâ billâh" derse, +ona göz zarar vermez" diye buyurulmuştur. + + + + +Lukataların (Buluntu Malların) Mahiyeti ve +Hükümleri + + 148- Bir yerde bulunan ve sahibi bilinmeyen yitik bir mala "Lukata" denir. Bunu o +yerden alıp kaldırmaya "İltikat" ve bunu kaldırıp alan kimseye de "Mültakıt" denir. + Başkalarının rızası olmaksızın mallarını haksız yere almak haram olduğu gibi, yitik +malları alıp benimsemek de haramdır. + 149- Bir kimse bir yerde yitik bir mikdar para veya eşya bulsa, bunu sahibine vermek +üzere, oradan alıp kaldırabilir. Fakat kendisi için alıp kaldıramaz. Bu bir hırsızlık sayılır. + 150- Yitik eşyayı alıp kaldırmakta şu hükümler vardır: + 1) Görüldüğü yerde alınmayıp bırakıldığı zaman zayi olmasından korkulmayan bir yitiği +alıp kaldırmak mubahtır. + 2) Alınmayıp bırakıldığı takdirde zayi olmak ihtimali bulunan bir yitiği almak ve sahibi +için saklamak mendubdur. + 3) Zayi olacağı anlaşılan bir yitiği almak ve saklamak vacibdir. + 4) Herhangi bir yitiği sahibine vermeyip kendisine mal edinmek maksadı ile almak +haramdır. + 151- Bir kimse, bir yitiği bulunca bunu sahibine vermek üzere aldığına başkasını şahid +tutar, sonra sahibi çıkınca, kendisine ait olduğunu isbat edince malı ona teslim eder. +Sahibine verilmek üzere şahitlik huzuruna alınıp saklanan bir yitik, onu bulanın yanında +bir kusuru olmaksızın zayi olsa, sahibine bedelini ödemesi gerekmez. + 152- Yitikleri hükümete teslim etmek de caizdir. Hele gayrimüslimlere ait olduğu +anlaşılan yitikler, devlet hazinesine konmalıdır. Sahipleri çıkarsa, aynen kendilerine +verilir, eğer satılmışlarsa, bedelleri ödenir. Sahibleri çıkmazsa, toplumun ihtiyaçlarına +harcanır. + 153- Yitiği bulan, kendisindeki yitiği uygun bir şekilde ilan eder ve yitiğin kıymetine +göre uygun bir müddet bekler. Sahibi çıkmazsa onu fakirlere sadaka olarak verir. Onu +bulan fakir ise, bundan faydalanabilir. Fakat sonradan sahibi çıkarsa bedelini borçlanır. + Sahibinin aramayacağı anlaşılan pek az şeyler ise, bir müddet beklemeye gerek +yoktur. Bir kuruş, bir meyve, adi bir mendil gibi... + 154- Yollarda, bostanlarda, ağaçların altlarında bulunan başaklarla meyveler hakkına +da yitik hükümleri uygulanır. Bu konuyu açıklamak gerekir. Şöyle ki: Yazın şehirlerde +ağaçların altlarına dökülen meyveler, açık olarak veya adeta bağlı olarak herkesin +faydalanmasına bırakılmışsa, bunlar alınıp yenilebilir; değilse, yenilemez, haramdır. + Şehirlerde bahçe ve bostan içinde bulunan meyveler, ceviz gibi bozulmayıp kalabilecek +şeylerden, sahiblerinin açık izni bulunmadıkça yenmez. Çabuk bozulacak şeylerden ise, +sahih görülen görüşe göre, açıkça veya adet bakımından yasaklık yoksa alınıp yenebilir. +Diğer bir görüşe göre de, sahiblerinin rızaları bilinmedikçe alınıp yenmez. + Bu durum köylerde olunca bakılır: Eğer meyveler bozulmayıp kalabilecek şeylerden +ise, sahiblerinin izinleri bilinmedikçe, onlar alınıp yenmez. Fakat bozulacak şeylerden +olurlarsa, sahih görüşe göre, yasaklandığı bilinmedikçe (ortaya çıkmadıkça) alınıp +yenebilir. + Ağaç üzerinde bulunan meyvalara gelince, bunlar her nerede bulunurlarsa bulunsun, +sahiblerinin izinleri bulunmadıkça, iyi olan alınıp yenmemesidir. Ancak çok bol olurda, +yenmesi sahiblerine ağır gelmezse, yenilebilir. Bu durumda o meyvalardan bir mikdar +alınıp orada yenebilir. Fakat toplanıp başka bir yere götürülemez, bu caiz değildir. + 155- Akar ırmak suları üzerinde bulunan meyveleri, çok olsa da, toplayıp yemek +caizdir. Çünkü bunlar, bu halde bırakılırlarsa çabuk bozulurlar. Onun için bunları +toplamaya hal delâleti ile izin vardır. Fakat böyle bir su üzerinde bulunan ağaçlara +gelince, bakılır: Eğer sudan çıkarılacakları zaman kıymetleri yoksa, alınmaları helal olur. +Fakat kıymetli şeyler ise, alınmaları helal değildir, bunlar üzerinde yitik işlemi uygulanır. + 156- Bahçe ve bostanların içinde, duvarların diplerinde değil de, başka yerlerde +dağınık veya toplu olarak bulunan meyveler hakkında da yitik eşya hükmü uygulanır. +Sahipleri biliniyorsa onlara, bilinmiyorsa fakirlere verilir. Bunları bulan kimse fakir değilse, +onlardan kendisi faydalanamaz. + 157- Yollara dökülmüş olan ağaç yaprakları, eğer dut yaprakları gibi kendisi ile +yararlanacak şeyler ise, bunları başkalarının toplaması caiz değildir. Yoksa bunların +değerini ağaç sahibine ödemek gerekir. Fakat bunlar, yararlanılmayacak şeyler ise, +toplanıp alınabilirler, ödenmeleri gerekmez. + 158- Ekin ve bostan tarlalarında ekinler ve bostanlar alındıktan sonra, başkalarının +toplamasına adet olarak izin verilmişse, arta kalan ekin veya kavun, karpuz, hıyar gibi +döküntü şeyleri, başkalarının toplaması caizdir. + 159- Sünnet veya düğün toplantılarında şeker veya para serpmekte bir sakınca yoktur. +Bu serpilen şeyleri, orada bulunanlar toplayıp alabilirler. Bunları almak için avuçlarını ve +eteklerini açanlar, avuçlarına veya eteklerine düşen şeylere sahib olurlar, bunları +başkaları alamazlar. Alırlarsa, kendilerinden geri alınabilirler. + + + + +İslamda Eğlence ve Yarışmaların Hükmü + + 160- İslamda meşru sayılan eğlenceler mubahtır. Oyun ve eğlence denilen birtakım +zararlı ve faydasız eğlenceler ise caiz değildir. Bunların bir kısmı haramdır. Bir kısmı da +harama yakın mekruhtur. Bunlar aslında boş şeylerdir. İnsanın hayatı ise çok kıymetlidir, +daima yararlı şeylerde harcanmalıdır. Zararlı ve faydasız şeylere harcanması doğru +olmaz. + Örnek: Kumar oyunu haramdır. Çünkü bunun zararı herkesçe bilinen şeydir. Kumar +yüzünden kurtuluşa eren kimse gösterilemez. Fakat kumar yüzünden helak olmuş, +perişan olmuş, acı ve kederler içine düşmüş binlerce insan ve aile gösterilebilir. + Tavla, satranç gibi oyunlar harama yakın mekruhtur. Bunlar kıymetli zamanın +kaybolmasına sebep ve kumara itici olacağı için, iyi şeyler değildir. + Yalnız İmam Şafiî Hazretleri, bir rivayete göre de İmam Ebû Yusuf Hazretleri satrancın +mubah olduğunu söylemişlerdir. Fakat satrancın bu mubah görülmesi, kumar şeklinde +oynanmadığı ve bir vacibi terke sebeb olmadığı takdirdedir. Değilse, ittifakla haramdır. + 161- Bir hadis-i şerife: + "Üç oyundan başka diğer bütün oyunlar (eğlenceler) müslümana haramdır. Bu +üç şey, ailesi ile eğlenmesi, atını eğitmesi ve oku ile yarışmasıdır." + Bunlar yararlı olan meşru eğlencelerdir. Aile ile eğlence, aile hayatının bir muhabbet ve +neşe içinde devamını sağlar. Binek atlarını terbiye edip savaşa hazırlamak ve silah eğitimi +görmek İslam yurdunun korunması için çok gerekli bir hizmettir. Bu önemli yararlarından + dolayı bunlar caiz bulunmuştur. + 162- Boş bir eğlence ve kumar maksadı olmaksızın savaş için spor ve kuvvet +kazanmak için yapılan birtakım yarışmalar caizdir. Bunlarla yararlı bir gayeye ulaşmak +imkanı elde edileceği için, bunlar oyun ve eğlence sayılmazlar. Bunlar birer alışma ve +cihad için hazırlıktır. Güreşler, silah atmalar, piyade ve binitli olarak yapılan yarışmalar +hep bu kısımdandır. Bu yarışmalara katılanlara mükafat olarak para ve hediye verilmesi +caizdir. Bunlar cihad yapmaya bir hazırlık ve teşviktir. + + + + +İslâm'da İnsanların Hayat ve Organ +Dokunulmazlığı + + 163- İnsanların bedenleri ve organları hayatta olduğu gibi, öldükten sonra da hürmet +edilmeye layıktır ve dokunulmazlığı vardır. Onun için herhangi bir insanın hayatına haksız +yere kasdedilmesi haramdır, bir cinayettir. Yine bir insanın herhangi bir organını, kendi +hayatına ait bir zaruret bulunmaksızın haksız yere kesmek ve yarmak da haramdır, bir +suçtur. Bir insanı hadım etmek, haksız yere döğmek de caiz değildir. + 164- İnsan hürmete değer bir yaratık olduğundan onun organlanndan hiçbiri ile +koparılarak faydalanılamaz. Onun saç, tırnak ve çekilmiş diş gibi, herhangi bir parçası +satılamaz, bunları gömmek gerekir. Onun için bir kadının saçları alınıp başka bir kadının +saçlarına katılamaz. Böyle bir davranış insanın şerefine bir tecavüzdür, bir nevi +uydurmacılıktan ibarettir. İnsanoğlunun bir parçası ile faydalanmak demektir. Öyle ki, bir +kadın kendi saçlarına, kendisinin dökülmüş olan saçlarını da ilave edemez, bu da +kerahetten beri değildir. Fakat insandan başka temiz bir yaratığın saçlarını ilave edebilir. + 165- Yiyecek bir şey bulamayıp çaresiz kalan bir insan, kendi vücudundan et koparıp +yiyemez. Başka birinin organlarından da, onun izni ile kesip yiyemez. Böyle bir emir ve +müsaade doğru değildir. Fakat böyle çaresiz kalan kimse, bulacağı bir ölüden, hayatını +kurtaracak kadar yer. Eğer yemez de ölürse, günaha girmiş olur. Oruç tutan kimse de, +aynı şekilde ölünceye kadar bir şey yemezse, günah işlemiş olur. Yine, yiyecek bir şey +bulunduğu halde, ondan yemeyip açlıktan ölen kimse de günahkar olur. + 166- Ana rahminde bulunan bir bebeği düşürmek de caiz değildir, keraheti vardır ve +bir nevi cinayettir. Ancak henüz canlı hale gelmemiş bulunan bir yavru, gerçek bir +zarurete dayanarak tıbbî bir danışma sonunda düşürülebilir. + Bir de gebe bulunan bir kadın, vücudunun sağlığı için ilaç içebilir. Bunun etkisi ile +düşecek bebekten dolayı sorumlu olmaz. + 167- Çocuk olmasın diye azilde bulunmak (geri çekilerek korunmak) uygun değildir. +Fakat zevcesinin muvafakatı ile caizdir. Ancak bir hastalık ve fesad korkusu ile (zevce +muvafakatı olmadan) azil yapılabilir. Netice olarak, İslam nüfusunu azaltacak şeylere +başvurmak doğru değildir. + 168- Bir müslüman için intihar, ahirette büyük bir azabı gerektirdiği gibi, kendi +ölümünü istemek de caiz değildir. Bir öfke veya geçim sebebiyle ölümü istemek +mekruhtur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: "Sizden biriniz, kendisine dokunacak +bir zarardan ve felaketten dolayı ölümü istemek zorunda kalırsa; Ey Rabbim! +Benim hakkımda yaşamak hayırlı ise beni yaşat, eğer ölmek hayırlı ise beni +öldür, diye dua etsin." + 169- Bazı hayatî zaruretlerden dolayı insanlar üzerinde ameliyat yapılması caizdir. +İçinde taş bulunan bir mesaneyi usulüne göre yarmak veya bütün vücuda dağılacak olan +bir hastalıktan dolayı bir organı kesmek caizdir, bunda sakınca yoktur. + 170- Ölen bir kadının rahminde diri bir bebek bulunsa, bu çocuğu kurtarmak için, o +kadının karnını sol taraftan yarmak gerekir. + Yine, ana rahminde bulunan bir çocuk, parçalanmaksızın çıkarılamayacak şekilde + bulunuyorsa, bu durum ana için bir tehlike arz eder. Onun için bakılır: Eğer çocuk hayatta +değilse, parçalanarak çıkarılır. Eğer hayatla ise, böyle parçalanarak çıkarılması caiz +değildir. Çünkü bir hayat sahibini kurtarmak için diğer bir günahsızı parçalamak +gerekecektir. + 171- İnsanlara yararlı ve temizliğe yardımcı olduğundan dolayı Hitan (sünnet) işlemi, +öteden beri bir sünnettir. + Bilindiği gibi, erkek çocukların sünnet edilmelerine "Hitan" denilir. Bu, bir İslam +alametidir. Bunun müstahab olan zamanı, çocuğun yedinci yaşından on ikinci yaşına +kadardır. Daha önce de sünnet yapılması caizdir. + Büluğa ermiş bir kimse sünnet edilmemişse, ya bizzat kendisi veya başarabiliyorsa +zevcesi tarafından sünnet edilir. Bu da mümkün olmayınca bir sünnetçiye baş vurulur. + 172- İhtida eden (İslamı kabul eden) bir gayrimüslim, yaşlılığı sebebiyle sünnete +dayanamayacağı, yetkililer tarafından haber verilirse, sünnet yapılmayabilir. Çünkü bir +özre dayanarak vacibin bile terk edilmesi caizdir. O halde sünnetin terki daha elverişli +olur. + + + + +Hayvanlara Yumuşak Davranmanın Gereği + + 173- İslam dininde bütün yaratıklara şefkatle muamele yapılması bir görevdir. +Özellikle hayvanlara zulüm yapılmayıp iyi bakılması gerekir. Hayvanları fazla +yormamalıdır, dövmemelidir. Hayvanlara eziyet cezası ağırdır. Çünkü hayvanların +Allah'dan başka yardımcısı ve koruyucusu yoktur. + "Allah'dan başka yardımcısı bulunmayanlara zulmedenler hakkında Hak +Teala'nın gazabı pek şiddetli olacaktır" diye buyurulmuşlur. + 174- Hayvanların gözetilecek hakları vardır. Bir kısmı: Evcil hayvanların yiyecek ve +içeceklerini zamanında vermek, tımarlarına bakmak, onlara yumuşak davranıp iyi +muamele yapmak gerekir. Her cins hayvan ayrı bir hizmet için yaratılmıştır. Buna aykın +davranmamalıdır. Misal: + Sığır cinsi öküzler, arabalara koşulmak ve tarlalarda çalıştırılmak için yaratılmıştır. +Bunlara binilmemeli, yük vurulmamalı, merkeb gibi kullanılmamalıdır. + 175- Zararlı olmayan serçe ve hüdhüd gibi kuşları ve hayvanları boş yere +öldürmemelidir. Hiçbir hayvanın yüzüne vurmamalıdır, yüzünü dağlamamalıdır. Hiçbir +hayvanı nişan almak için hedef edinmemelidir. Kuşların yuvalarına geceleyin +gitmemelidir. Geceler, onlar için bir güven ve istirahat zamanıdır. + 176- Zararlarını kaldırmak için, yılan, akrep, fare, çaylak, kara karga, kudurmuş köpek +gibi hayvanlar öldürülür. Bununla beraber hiçbir hayvanı ateşe almak suretiyle öldürmek +caiz değildir. + 177- Öldürülecek bir yılanın veya akrebin eşi intikam alır, diye söylenen sözün aslı +yoktur. Bunların intikamından korkmak, fazla bir korkaklık eseridir, erkeklere yakışmaz. + + + + +İslâmda Maddî ve Manevî Temizlik + + 178- İslam dini, hem maddî, hem de manevî temizliğe büyük bir önem vermiştir. Bu iki kısım +temizlik arasında büyük bir ilgi vardır. Bunlardan biri diğerinden ayrılmaz. Öyle ki bunlardan her + biri, bir bakımdan maddî ise, diğer bir bakımdan da manevîdir. Abdest gibi... + 179- İslamda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir yeri temizlemek bir görev +olduğu gibi, günah denilen manevî kötülüklerle kirlenmiş bulunan bir ruhu temizlemek de bir +vazifedir. + 180- Başlıca maddî temizlikler şunlardır: + 1) İslamda, maddî şeylerle kirlenen bir vücudu, bir elbiseyi, bir mekanı (yeri) ve diğer şeyleri su +ile temizlemek esastır. Bu temizleme işlemi, temizlenecek şeyin durumuna göre farz, sünnet ve +müstahabdır. + 2) İslamda namaz kılabilmek için abdest almak ve gerekince gusletmek farz olan bir temizlik +görevidir. + 3) Müslümanlar için, yüzde, kulakta, burunda, tırnaklarda ve saç-sakallarda bulunan kirleri +gidermek, saçları tarayıp bağlamak ve insanların tiksinmesine meydan vermemek sünnet olan bir +temizlik görevidir. + 4) Her müslüman için haftada bir kez olsun, vücudunu yıkamak müstahabdır. Fazileti çok olan +cuma gününde yıkanmaktır. Çünkü cuma, müslümanların bir bayramıdır, bir toplantı zamanıdır. O +gün her yönden temiz olmak pek güzeldir. + 5) Müslümanlar için, uzayan tırnakları ve fazla uzayan bıyıkları kesmek müstahabdır. Sakalda +sünnet olan bir kabza mikdarı uzun olmaktır. Ondan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur. + 6) Koltuklarla kasıklarda bulunan tüyleri yolmak veya traş etmek müstahabdır. Bunlar haftada +veya on beş günde bir temizlenmelidir. Bunu kırk güne kadar uzatmak harama yakın mekruhtur. + 7) Erkeklerin veya kadınların, temizlenmek için özel hamamlara grtmelerinde bir sakınca yoktur. +Genel bir ihtiyaçtan dolayı bu caiz görülmüştür. Yeter ki avret yerlerini örtsünler. Erkeklerin kendi +aralarında, kadınların da kendi aralannda peştemal tutmayarak açık bir halde yıkanmaları haramdır. +Hatta bir kimse yalnız başına bir yerde yıkanacağı zaman bir peştemal tutmalıdır. Edebe uygun olan +budur. Tenha bir yerde peştemalı sıkmak veya temizlik yapmak için az bir zaman peştemalsız +durmak caiz olabilir. + 8) Hamamda vücudun baştan göbeğe kadar ve dizlerden topuklara kadar olan kısmını tellaka +ovdurmakta bir sakınca yoktur. Fakat bazı alimlere göre, bir zaruret bulunmadıkça ovdurmak +mekruhtur. Göbek ile dizler arasındaki kısmı ovdurmak ise, caiz görülemez. Ayakları ovdurmak da +edebe aykırıdır. İhtiyacından dolayı bu hizmeti gören kimseyi küçültmemelidir. + 181- Başlıca manevî temizlikler de şunlardır: + 1) Kalbleri güzel ahlakla, güzel niyetlerle temizleyip süslemeye ve nurlandırmaya çalışmalıdır. +Manevî temizlik bunlarla ortaya çıkar. + 2) Günahlarla kirlenen kalbleri tevbe ve istiğfarla temizlemeye çalışmalıdır. Bilindiği gibi, +günahlar büyük ve küçük diye iki kısımdır. Büyük günahların başlıcaları şunlardır: Yüce Allah'ı inkar +etmek, Yüce Allah'a ortak koşmak, kesinlikle sabit olan bir dinî hükme inanmamak. Bu üçü, Allah +korusun, küfürdür. Allah'ın rahmetinden ümidi kesmek, Allah'ın azabından ve mekrinden emin +olmak. Günah üzerine devam edip ısrar etmek (herhangi bir günahı devamlı olarak işleyip durmak). +Namazı, orucu terk etmek. Allah yolunda cihaddan kaçınmak. Anaya ve babaya asî olmak. Yalan +yere şahidlikte bulunmak ve yemin etmek. Bir kimseyi haksız yere öldürmek. Bir kimsenin bir +organını haksız yere kesmek veya işlemez hale sokmak. Faiz yemek, hırsızlık etmek ve rüşvet +almak. Yetim malı yemek. Zina ve livata denilen çirkin işleri yapmak. İffetli kadınlara fuhuş isnad +etmek. + İşte bunlar, dereceleri farklı olan birer büyük günahtır. Diğer bir çok günahlar da küçük +günahlardır. + 3) Günahların bir kısmı, yalnız Allah Teala'nın hakkına aiddir. Diğer bir kısmı da insanların hakları +ile ilgilidir. Birinci kısım günahlar için insan kalbi ile pişman olup Yüce Allah'dan af dilemeli ve bir +daha öyle bir günah işlememeye kesinlikle karar vermelidir. O günah küfrü gerektiren bir iş ise, +hemen imanı yenilemeli ve nikahı tazelemelidir. Namaz ve oruç gibi, kazası gereken bir ibadetin +terkinden ibaret ise, hemen onu kazaya çalışmalıdır. + Günahların insanlarla ilgili kısmında ise, yine kalben bir pişmanlık duyarak hem Yüce Allah'dan af +dilemeli, hem de hakkına tecavüz edilen kimseden mümkünse, helallık istemelidir. Hak sahibini razı +etmeye ve tecavüz edilen hakkı ödemeye çalışmalıdır. Ruhların seyyiat (kötülükler) denilen günah +kirlerinden temizlenmesi, ancak böyle yapmakla olabilir. + 182- Görülüyor ki, kutsal İslam dini, hem maddî hem de manevî temizlikleri birer dinî hükme +bağlamış, bunları yalnız insanların keyiflerine bırakmamıştır. Peygamber Efendimiz de: "Temizlik +imandandır" buyurarak temizliğe büyük önem vermiş, onun değerini göstermiştir. Diğer bir +hadis-i şerifde de şöyle buyurmuşlardır: "Şüphe yok ki Yüce Allah temizdir, temizliği +sever. İkramı boldur, ikramı sever. Cömerttir, cömertliği sever. Artık evlerinizin +çevresini temiz tutun; Yahudilere benzemeye çalışmayın." + 183- Bilindiği gibi, Yüce Allah bizi imtihan için yaratıp bu dünyaya getirmiş ve birtakım görevlerle +yükümlü tutmuştur. Bizim mutluluğumuz ancak bu görevleri yapmakla olur. Bu görevleri +yapmayanlar, Yaratıcımızın kutsal emirlerine aykırı davranmış olurlar. Böyle bir kimsenin kıymeti + alçalmış, kalbi kararmış, ruhu kirlenmiş ve kendisi azaba hak kazanmış olur. Artık bu durumda +yapılacak şey tevbedir. Allah'dan mağfiret dilemektir. İlahî emirlere göre hareket etmektir. Kirlenen +bir ruhun temizliği, ancak bunları yapmakla olur. + 184- İnsan, temiz ve günahsız olarak dünyaya getirilmiştir. Artık kirli ve günahkar bir halde +ahirete gitmekten sakınmalıdır. İnsan şöyle bir düşünmelidir: Kendisini yaratan Yüce Allah'ın kutsal +emirlerine karşı nasıl karşı çıkabilir! İnsanın ruhu böyle bir isyandan dolayı sızlamalı değil mi? +İnsan, kudret ve büyüklüğüne nihayet olmayan O büyük yaradanından korkmalı, O'nun tükenmez +nimetlerine kavuştuğunu düşünerek utanmalı değil mi? + İnsan, insanlık gereği olarak günahtan kurtulamıyor, bu bir gerçektir. Fakat insanın kalbi bu +günahtan dolayı sızlasın, ruhunda pişmanlık duysun, hemen Allah'a yönelsin. Günahının +bağışlanmasını ve örtülmesini dilesin, daha tevbe imkanları elde iken günahlardan kurtulmaya +çalışsın. + Allahü Teala Hazretleri buyuruyor: "Ey müzminler! Hepiniz Allah'a tevbe ediniz ki, +kurtulasınız." Resûlü Ekrem Efendimiz de: "Günahından tevbe eden, günah işlememiş +kimse gibidir," buyurmuştur. + Artık bizim görevimiz, günahlarımızdan dolayı, için için yanarak hakka dönmek ve istiğfarın başı +denilen şu mübarek cümle ile Hak Teala Hazretlerinden tevbe ve istiğfar ederek, af ve kerem +dilemektir. + "Hayy olan, Kayyûm olan, kendisinden başka bir İlâh bulunmayan Yüce +Allah'dan mağfiret dilerim." + Ya Rabbi! Bizi uyandır, bizim dualarımızı ve tevbelerimizi kabul buyur, amîn... Vel-hamdü leke ya +Rabbe'l-alemîn (Hamd sana mahsustur, ey bütün âlemlerin Rabbi!) + 9. Bölüm: İslâm Ahlâkı +Ahlâkın Mahiyeti, Nevileri ve Ahlak İlminin +Kısımları + + 1- Ahlâk sözü, hulk kelimesinin çoğuludur. Hulk, insanın ruhundaki "huy" dediğimiz bir +meleke, özel bir hal demektir. Böyle bir meleke, ya hayırlı bir semere verir veya hayırsız +ve zararlı bir semere verir. Bu bakımdan ahlak özellikleri güzel ve çirkin diye ikiye ayrılır. +Şöyle ki: Güzel huylara ve bunların güzel meyve ve neticelerine: "Ahlak-ı Hasene, Ahlak-ı +Hamide, Mehasin-i Ahlak, Mekârim-i Ahlak (Güzel Huylar)" adı verilir. Aksine çirkin +huylara ve bunların meyvelerine de: "Ahlak-ı Kabiha, Ahlak-ı Zemîme, Mesavi-i Ahlak, +Rezail-i Ahlak (Çirkin huylar)" denir. Örnek: Edeb, tevazu, kerem, birer güzel huy +eseridir. Sefahat, kibir, cimrilik de birer çirkin huy eseridir. + İşte bütün bu huylardan ve neticelerinden bahseden ilme "Ahlak İlmi" denilmektedir. + 2- Ahlak ilmi, nezarî ve amelî ahlak diye iki kısma ayrılır. + Nazarî Ahlak: Ahlak esaslarına ve kanunlarına ait görüşleri ve fikirleri gösterir. + Amelî Ahlak: Ahlakla ilgili görevlerin nelerden ibaret olduğunu bildirir. + İnsanlar, hayatlarındaki uygulama bakımından Nazarî ahlaktan çok, Amelî ahlaka +muhtaçtırlar. Biz de bu eserimizde bu amelî ahlak kısmını biraz anlatacağız. Yalnız şunu +da belirtelim ki, filozofların birtakımı, ahlak esaslarını lezzete, zevke, maddî menfaate, +kalbin duygularına veya görev ve kemal duygusuna dayandırmak istemişlerdir. Oysa ki, +bunlardan hiç biri, ahlak için yeterli bir dayanak olamaz. Bunlara dayanan ahlak +müesseseleri, insanların bu konudaki ihtiyaçlarını karşılayamaz. Ancak hak bir dine +bağlanan ve dayanan, bu yönden İlâhî bir mana taşıyan ahlak müessesesi, insanın +manevî ihtiyaçlarını karşılar ve yükselmesine yeterli olur. + İşte, Allah'a hamd olsun, bizler İslam dini sayesinde böyle yüksek bir ahlak +müessesesine sahip bulunmaktayız. + + + + +Ahlâkın Önemi ve Arındırmaya Elverişli Olması + + 3- İslam dini, ahlaka pek büyük bir kıymet ve önem vermiştir. Aslında İslam, bir ahlak +ve fazilet, bir hikmet dinidir. Öyle ki, Peygamber Efendimiz buyurmuştur: + "Ben, ancak mekâkim-i ahlakı (ahlakın iyi ve güzel olanlarını) tamamlamak için +gönderildim." + İslamda, insanların manevî kıymetleri, sahib oldukları ahlaka göredir. Bir hadis-i +şerifde buyurulmuştur: + "Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır." + Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer bir hadis-i şerifde +buyurmuştur: + "Allahü Teala'ya kullarının en sevgilisi, ahlakça en güzel olanıdır." + Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle dua buyururdu: + "Allah'ım! Ben, senden sağlık, afiyet ve güzel ahlak dilerim." + 4- İnsanların ahlakı değişebilir. Çirkin huyları güzel huylara çevirmek işine "Tehzib-i +ahlâk" denir. Bu değiştirme her halde mümkündür. Mümkün olmasaydı, Peygamber +efendimiz: + "Ahlakınızı güzelleştirin'' diye emretmezdi. + Nefisleri ile mücadele eden çok kimselerin başarıya ulaşarak çok güzel huylar +kazandıkları daima görülmektedir. Nefis terbiyesi (riyazet-alıştırma), hayvanlara, otlara, +çiçekler ve hatta taşlara tesir edip dururken, insanlara tesir etmez mi? "Huy canın +altındadır. Can çıkmadıkça huy çıkmaz," sözü, her yönü ile doğru değildir. Bazı huyları +değiştirmek güçtür; fakat imkansız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar tesirsiz hale +geldiği gibi, terbiye ve mücahede sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa, tesirini +gösteremez bir hale gelir, güzel huyların karşısında siner kalır. + + + + +Görevlerin Mahiyetleri (Esasları) ve Nevileri + + 5- Görev, yapılması dinen zorunlu olan veya tavsiye edilen herhangi bir hayır, bir +kemal ve güzel bir şey demektir. Bu tarife göre, görevler iki nevidir. Biri, dince zorunlu +olan görevlerdir ki, bunları yapmamak herhalde azabı ve sorumluluğu gerektirir. Namaz, +oruç, zekat gibi... + Diğer nevi, dinen her halde zorunlu olmamakla beraber istenen ve tavsiye edilen +ahlakî birtakım görevlerdir ki, bunlara riayet edilmesi bir kemaldir ve iyi haldir. İnsanın +sevaba kavuşmasına ve övülmesine sebeb olur. Yapılmaması ise, bir noksan olmakla +beraber her halde bir sorguyu ve azabı gerektirmez. Nafile kılınan namazlar, fakirlere +verilen sadakalar, insanlara karşı yapılan güzel ve kibar davranı��lar gibi... + 6- İnsanlara ait bütün görevler, İslam dininin çerçevesi içinde bulunmaktadır. +Bunlardan dinen mecburi olan görevleri ve yapılması zorunlu işleri, kitabımızın ibadetler +kısmında yazmış bulunuyoruz. Bu ahlak kısmında ise, en ziyade ahlakî, ihtiyarî +görevlerden bahsedeceğiz. + 7- Görevler, diğer bir bakımdan başka bir bölüme tabi bulunmaktadır. Şöyle ki: +Görevleri, ya sırf Allah için veya insanın kendi şahsına ve ailesine karşı veyahut da +cemiyete karşı yapılır. Bu bakımdan görevler, İlâhî şahsî, ailevî ve içtimaî (toplumsal) +nevilerine ayrılır. + + + + +İlahi Görevler + + 8- Her akıl sahibi ve baliğ kimse, Allahü Teala Hazretlerini bilip ona kullukta +bulunmakla yükümlüdür. Bir insan için bu kulluktan daha büyük bir nimet ve şeref +olamaz. Biz önce büyük yaratanımızın varlığını, birliğini kudret ve azametini, kutsal +emirlerini ve yasaklarını bilir ve doğrularız. Bunlar bizim inançla ilgili görevlerimizdir. +Sonra da, namaz, oruç, zekat ve hac gibi sırf bedenî veya sırf malî veya hem bedenî ve +hem de malî olan ibadetlerle yükümlü bulunduğumuzu bilir ve bunları seve seve yaparız, +bunlardan feyiz alır, büyük zevk duyarız. Bunlar da bizim birer amelî görevimizdir. + 9- İslam yurdunu koruma ve savunma da îlahî bir görev demektir. Cihad, İslam +yurdunu koruma görevi bazan farz-ı kifaye, bazan da farz-ı ayın olur. Kesin bir zaruret +bulunmadığı halde, İslam ordusuna katılmakla cihada, İslam yurdunu korumaya gönüllü +olarak katılmak İlahî ve vatanî bir ahlak görevidir. + Dine ve İslam varlığına hizmetten daha büyük ne olabilir? Bir hadis-i şerîfde +buyurulmuştur: + "Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad edin." + Onun için Allah yolunda cihad, beden ile olacağı gibi para ve dil ile de olur. + Diğer bir hadîs-i şerifde de şöyle buyurulmuştur: + "Cennetin kapıları, kılıçların gölgesi altındadır." + İşte bütün bunlar, İslam'da askerliğin, dine ve İslam yurduna hizmetin ne kadar +kıymetli olduğunu göstermeye yeterlidir. Ne mutlu İslam askerlerine, İslam'ın kahramanı +mücahidlerine!.. + 10- Nefs ile mücadele de büyük bir cihaddır. Bundan dolayı çok önemli îlahî bir +görevdir. İslamiyetin verdiği bir terbiye içerisinde nefsini korumayan kimse, ne kendisine +ne de İslam yurduna gereği gibi hizmet edemez. Yüksek fedakarlıklar, yüksek bir İslam +terbiyesi sayesinde meydana gelir. Buna dünya tarihi şahiddir. Bunun içindir ki, +Peygamber Efendimiz bir savaştan döndükleri zaman ashab-ı kirama şöyle +buyurmuşlardı: "Biz şimdi küçük bir cihaddan büyük bir cihada dönmüş +bulunmaktayız." Bununla nefisle mücahedeye işaret buyurmuşlardı. + 11- Bir kısım nafile ibadetler de birer İlahî görevdir. Örnek: Biz, Yüce Allah'ın rızasını +kazanmak için nafile namaz kılar, oruç tutarız. Kalblerimizin nurlanması için zaman +zaman Kur'an-ı Kerîm okuruz. İmanımızın nurunu artırmak için her şeyde yüce olan +yaratıcımızın kutsal isimlerini anarız (zikrederiz). Anlayışlı ve uyanık bir ruha sahib olmak +için büyük yaratıcımızın yüce kudretini ve eserlerindeki yüksekliği derin derin düşünürüz. +İşte bütün bunlar, birer İlahî görevdir. + + + + +Şahsa Ait Görevler + + 12- İnsanların kendi nefislerine karşı da birtakım görevleri vardır. Bu görevlerin bir +kısmı bedenlerine, bir kısmı da ruhlarına aittir. Başlıcaları şunlardır: + 1) Beden terbiyesi: Öyle ki, her insan için temiz ve pak olmak, güçlü bir bedene +sahib olmak gereklidir. + Bir hadîs-i şerirde buyurulmuştur: "Kuvvetli olan mü'min, zayıf olan bir +mü'minden hayırlıdır." + 2) Sağlığı koruma: Sağlık büyük bir nimettir. Onun için sağlığa zararlı şeylerden +kaçınmak ve gereğinde tedaviye önem vermek gerekir. Bir hadîs-i şerife göre: +''Ölümden başka her hastalığın bir devası vardır." Yeter ki, ilaç bulunsun... + 3) Zararlı riyazetlerden kaçınmak: İslamda Ruhbaniyet (toplumdan ayrılıp yalnız +başına ibadetle uğraşmak) yoktur. Geceli gündüzlü aç durmak, helal şeylerden büsbütün +nefsini kesmek caiz değildir. + Dinimizin emrettiği ibadet ve riyazetler orta bir halde olup hayatın mutluluğuna pek +ziyade elverişlidir. Bunlara aykırı olarak yapılan riyazetler hayatı ters yönden etkileyip +gevşeklik getireceği için caiz olmaz. Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur: "Nefsin, senin +bineğindir, artık ona yumuşak davran." + 4) Vücudu yıpratacak şeylerden sakınmak: İslamda içki haramdır. Herhangi bir +organı kesin bir gerek bulunmaksızın kesmek haramdır. İntihar denilen cinayet haramdır. +Çünkü bunları yapmak, Yüce Allah'ın insanlara ikram ettiği hayata suikast demektir. Onun +için bu gibi haram şeylerden kaçınmak şahısla igili bir görevdir. Aksi halde insan birçok +pişmanlıklardan ve azablardan kurtulamaz. + 5) İradeyi kuvvetlendirmek: İnsan, sağlam bir irade sahibi olmalıdır. Yararlı şeyleri +öğrenip yapmalı, yararsız şeyleri de, sırf şunu bunu taklid hevesi ile yapmamalıdır. İnsan +bir inanca ve bir huya sahib olmalıdır. Hakkı kabul etmeli, haksız ve zararlı olan bir şeyi +de, herhangi bir düşünce ile öne sürüp kıymetlendirmeğe çalışmamalıdır. Böyle bir hafiflik +insana yakışmaz. + 6) Aklı ve zihni ilim, irfan nurları ile aydınlatmak, kalbde yararlı ve yüksek duyguları +uyandırmak, İslamda ilim ve marifet kazanmak pek önemli bir görevdir. İnsan akıllıca +yaşamalı ve daima gerçek arkasından koşmalıdır. Yanlış fikirlerden, aldatıcı sözlerden, +yaldızlı muhakemelerden, zararlı törelerden, batıl inançlardan, hasis duygulardan +kaçınmalıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "İnsanın dayanacağı şey aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur." + Ailevi Görevler + + 13- Aile hayatı, toplumsal varlığın başlangıcıdır. İslamda aile teşkilatı pek önemlidir. +Aile ferdleri, başta zevc ile zevceden ve bunların çocuklarından ibarettir. Bunların karşılıklı +görevleri vardır. + 1) Kocasının başlıca görevleri: Zevcesi ile güzel geçinmek, onu korumak, onun +nafakasını (geçim ihtiyaçlarını) karşılamak, kendisine doğruluktan ayrılmamaktır. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Sizin hayırlılarınız, kadınları için hayırlı olanlarınızdır." + Diğer bir hadîs-i şerîf de, şöyle: + "Kadınlara ancak kerim olanlar ikram eder, kötü olanlar da ihanet eder." + 2) Kadınların başlıca görevleri: Kocasının dine uygun olan emirlerini tutmak, onun +namus ve şerefini korumak, bulunduğu hale kanaat etmek, israftan kaçınmak, ev hanımı +olacak bir şekilde bulunmaktır. Mutlu bir şekilde yaşamanın yolu budur. + 3) Çocukların ana-babalarına karşı başlıca görevleri: Onlara saygı gösterip itaat +etmektir. Kendilerinin hayatına sebeb olan, kendilerini yıllarca sevgi ve şefkatla +kucaklarında beslemiş bulunan ana-babalarına karşı "öf" bile demeleri caiz değildir. Ana- +babasına bakmayan, onların dine uygun emirlerini dinlemeyen, onların ihtiyaç +zamanlarında yardımlarına koşmayan bir çocuk, hayırlı evlad olma şerefinden yoksun +kalır, toplum içinde yararlı olmaktan çıkar, hem de Yüce Allah'ın azabını hak etmiş olur. + Babalar saygı bakımından, analar da yardım bakımından önde gelirler. Bununla +beraber ananın hakkı babadan iki kat fazladır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Cennet anaların ayakları altındadır." + Hayırlı çocuklar, yalnız babalarına ve analarına değil, onların ölümünden sonra onların +dostlarına da saygı gösterir ve mezarlarını ziyaret ederler. Çünkü bu saygı da, ana- +babaya hürmet kısmındandır. + 4) Ana-babanın çocuklarına karşı görevleri: Dünyaya gelmelerine sebeb oldukları +bu yavrularını güçleri yettiği kadar beslemek, terbiye etmek ve okutup bir kazanç yoluna +koymaktır. + Baba ile ana, çocuklarına karşı eşit hareket etmeli, onları okşamak ve gözetmek +hususunda eşit tutmalıdır ki, bir kırgınlık ve bir çekememezlik duygusu meydana +gelmesin. + Ana ile baba, çocuklarına yumuşak davranmalı, kendilerini isyana götürmeyecek +şekilde onları terbiye etmeye çalışmalı ve onlara karşı güzel bir fazilet örneği olmalıdır. +Dokuz yaşına giren çocuklarını yataklarından ayırmalı, on üç yaşına girdikleri zaman +namaz kılmayan çocuklarını hafifçe döğmeli, on altı yaşına giren çocuklarını da bir engel +yoksa evlendirmeye çalışmalıdır. İyi çocuklar, Allah'ın birer kıymetli ihsanı demektir. + 5) Kardeşlerin başlıca görevleri: Birbirini sevmek, birbirine yardım edip saygı ve +merhamet göstermektir. Kardeşler arasında pek kuvvetli bir bağ vardır; bunu daima +korumalıdır. Hele büyük kardeşler, baba ve ana yerindedirler. Bunlara karşı büyük bir +saygı göstermelidir. + Maddî bir yarar yüzünden birbirine düşman kesilen kardeşler, iyi ruhlu kimseler +sayılamazlar. Birbirine tutkun olan kardeşler, hayatta daima başarı sağlarlar. + Şunu da ekleyelim ki, hizmetçiler de aile ferdlerinden sayılırlar. Bunlara karşı da, iyilik +ve tatlılıkla hareket edip okşamalı, güçleri yetmeyecek olan işleri onlara yüklememelidir. + Hizmetçiler de, insanlık bakımından efendilerine eşittirler. Bunların da mümkün olduğu +kadar terbiyelerine ve güzelce yaşamalarına bakmalıdır. Kusurlarını bağışlayarak onların +hallerini güzellikle düzeltmeye çalışmalıdır. + İçtimaî (Toplumsal) Görevler + + 14- Bilindiği üzere, insanlar yaratılış bakımından medenîdirler. Toplu bir halde +yaşamak ihtiyacındadırlar. Bu yönden aralarında karşılıklı bir takım görevler bulunur. +Bunlar gözetilmedikçe, toplum hayatı devam edemez, hiç bir işte düzen bulunamaz. Bu +görevlerin başlıcalan şunlardır: + 1) Cemiyet ferdlerinin hayatını gözetmek: Her insan yaşamak hakkına sahibdir. +Hiç bir kimsenin hayatına haksız yere tecavüz edilemez. İslam gözünde bir insanı haksız +yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Aksine bir insanın yaşamasına sebeb +olan bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur. + 2) Ferdlerin hürriyetini gözetmek: Yüce Allah aslında bütün insanları hür olarak +yaratmıştır. Hiç bir kimse meşru bir sebep olmaksızın esir edilemez. Ancak hürriyetlerin +çerçevesi belirlidir. Her insan her istediğini yapmak yetkisine sahib değildir. Öyle olsa, +cemiyetin hürriyeti kaybolur gider. Herhangi bir sebeble esir olmuş kimseleri +hürriyetlerine kavuşturmak, İslamda büyük bir hayır sayılmaktadır. + 3) Ferdlerin vicdanlarını gözetmek: Vicdan İlahî bir kuvvettir, ruhun bir özelliğidir. +İnsan, bozulmayan bir vicdanla, iyi şeylerle kötü şeylerin arasını ayırabilir. Vicdanın +kıymeti dışardaki eserlerinden anlaşılır. Fena harekette bulunan insanın, iyi bir vicdana +sahib olduğu söylenemez. İslam, bütün insanların hidayet ve mutluluğunu isteyen +vicdanlara büyük önem verir. Kirli vicdan sahiblerinin de hallerine acır, kendilerini doğru +yola getirmeye çalışır. Fakat hiç bir kimsenin vicdanına başkalarının musallat olmasına +cevaz vermez. İnsanlar birbirlerini iyilikle uyandırmaya ve hallerini düzeltmeye çalışırlar. +Birbirlerinin vicdanına hakim olmaya çalışamazlar. Vicdanlara bakan ancak Yüce Allah'dır. +Herkesi vicdanındaki duygularından dolayı mükafatlandınr veya azab eder. Yalnız şunu da +söyleyelim ki, kötü vicdanları düzeltmek için yapılacak olan bilinçli uyarıları ve öğütleri, +vicdanlara karışma şeklinde anlamak doğru değildir. + 4) Ferdlerin ilmî görüşlerim gözetmek: İslamda onun bunun fikrine, ilmî görüşüne +tecavüz edilmesi caiz değildir. Şu kadar ki, herhangi bir fikrin ve kanaatin doğru olup +olmadığına, yine ilmî bir şekilde müdahale etmelidir. Çünkü bir hakkın meydana çıkması, +ancak bu sayede mümkün olur. Bir batılın kötülüğünden cemiyetin kurtulabilmesi de +ancak böyle yapmakla mümkündür. + 5) Ferdlerin namus ve şereflerini gözetmek: İslam dininde herkesin namus ve +şerefi saldırıdan korunmuştur. Böyle bir saldırı ağır bir cezayı gerektirir. Bunun içindir ki, +İslamda gıybet, iftira, alay etme, sövme ve kötü söylemek kesinlikle haramdır. +Başkalarının namus ve şerefine saygı göstermeyen kimse, namus ve şeref duygusundan +yoksundur. Cemiyetin kutsal duygularına saldıran bir canavar gibidir. + 6) Ferdlerin mülkiyet haklarını gözetmek: İslamda herhangi kimsenin mülkiyet +hakkına, mülküne ve tasarruf hakkına tecavüz etmek haramdır. Herkesin kazancı kendine +aittir. Herkesin meşru surette kazandığı malları tecavüzden korunmuştur. Cemiyetin +ilerlemesi ve medenî bir halde yaşayabilmesi, ancak bu korunma ile mümkün olur. Bir +cemiyeti meydana getiren ferdlerin servet ve meslek bakımından değişik derecelerde +olmaları, hikmet ve ihtiyaç gereğidir. Herkes Allah'ın taksimine razı olmalıdır. Herkes +meşru şekilde çalışıp servet kazanmalıdır. Temiz ve huzurlu bir cemiyet hayatının başka +şekilde devamına imkan yoktur. + + + + +İslâmda Muaşeret (Güzel Geçinme) Âdâbı + + 15- İslam dini, insanların muaşeretine (birbiriyle görüşüp konuşmalarına, toplum +halinde medeniyet üzere yaşamalarına) büyük bir önem vermiştir. + Müslümanların birbirleriyle geçinmelerinde samimiyet, tevazu, sadelik, zorlanmama, +karşılıklı yardım, nezaket, saygı, sevgi ve hayırseverlik bir esastır. + 16- İslamda halk ile geçinmenin çeşitli yönleri ve dereceleri vardır. Bunların bir kısmı +şunlardır: + 1) Herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü, açık kalbli olmak. Bir müslüman daima +güleryüzlü bulunur. Hiç bir kimseyi asık bir yüzle karşılamaz. Bir hadis-i şerifde +buyurulmuştur: + "Şüphe yok ki, Allah yumuşak huylu, açık yüzlü kimseyi sever." + 2) Herkesle güzel şekilde görüşmek, insanlara eziyet vermekten kaçınmak. + Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Müslüman odur ki, dilinden ve elinden müslümanlar selamette bulunur. + 3) İnsanların eziyetlerine katlanmak, kötülüğe karşı iyilik yapmak. + Bir hadîis-i şerifde buyurulmuştur: + "Sıddîkların (özü-sözü dosdoğru olanların) derecelerine geçmek istersen, +senden ilgiyi kesene bağlan, senden esirgeyene sen ver, sana zulmedeni de +bağışla." + 4) Dargınlığa hemen son vermek. Müslümanlar arasında bir dargınlık olursa hemen +barışırlar, birbirlerinden üç günden ziyade ayrı kalmazlar. Müslümanların gönüllerinde +düşmanlık ve kin duyguları yaşamaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Üç günden ziyade kardeşine dargın kalmak bir müslümana helal olmaz." + 5) Dargınların arasını düzeltmeye çalışmak. Bir müslüman, iki din kardeşi +arasında her nasılsa bir dargınlık olduğunu görünce aralarını bulmaya ve küskünlüğü +gidermeye çalışır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Sadakanın en faziletlisi, dargınların aralarını bulup düzeltmektir." + 6) İnsanların kusurlarım araştırmamak ve yaymamak, aksine örtmeye çalışmak. +Müslümanlar kimsenin kusurlarını araştırmazlar. Kimsenin ayıbını ve kusurunu araştırıp +ortaya çıkarmaya ve göstermeye çalışmazlar. Buna aykırı hareket dinde yasaktır. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Bir kul bir kulun kusurunu örterse, Allahü Teala Hazretleri de onu kıyamette +örter. (günahlarını açığa vurmaz)." + 7) Dostları arkalarından savunma. Bir müslüman gerektiğinde dostlarını, din +kardeşlerini arkalarından savunur. Onlar hakkındaki yanlış fikirleri düzeltmeye çalışır. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Bir kul kardeşine yardımda bulundukça, kendisine de Allah daima yardım +eder." + 8) İnsanların kalblerini kötü zandan korumak için sakıncalı yerlerden uzak +durmak. Buna aykırı davranmak birçok kimselerin günaha girmesine sebeb olur, insanlar +arasında dedi-koduya ve nefrete yol açar. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Töhmet yerlerinden kaçınız..." + 9) Değişik halk sınıfları ile makamlarına göre sohbet edip ilişki kurmak. +Herkese kabiliyet ve durumuna göre hitab etmeli. Bir alimden, bir zahidden, bir +zenginden beklenen vasıfları, bir cahilden, bir fasıkdan, bir fakirden beklememelidir. + 10) Yaşlılara hürmet, çocuklara, düşkünlere merhamet ve şefkat göstermek. +İslamda büyüklere karşı saygı, küçüklere karşı sevgi bir esastır. Bu esas, aileler arasında +bir kat daha önemlidir. Anaya-babaya pek ziyade hürmet etmek bunun bir örneğidir. +Bunları adları ile çağırmak terbiyeye aykırıdır. Bir kadının kocasını adı ile çağırması da +edebe aykırı olduğundan mekruhtur. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir: "Bir genç bir +yaşlıya sadece yaşından dolayı hürmet etti mi, Allah da ona bir mükafat olmak +üzere, ihtiyarlığı zamanında hürmet edecek bir kimseyi muhakkak yaratır." + Bu mübarek hadis, yaşlılara saygı gösteren gençlerin sevab kazanacaklarını ve çok +yaşayacaklarını müjdelemektedir. Artık ihtiyarları bir yük kabul eden gençler, bunu biraz +düşünmelidirler. + 11) Hayırsever olmak, yardım etmek ve arka çıkmak. Şöyle ki: Müslümanlar +herkes için hayır ister, herkese yardımda bulunmaktan haz duyar. Müslümanların din +ölçüleri içinde birbirlerine yardım etmesi ve şefaatta bulunması, aralarındaki kardeşliğin +bir gereğidir. Kendisi için hayırlı görüp istediği bir şeyi, başkaları için de islemeyen kimse, +İslam muaşeretinin temiz esaslarını gözetmemiş olur. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Sizden biriniz kendi nefsi için sevip istediği bir şeyi kardeşi (veya komşusu) +için de sevip istemedikçe, gerçek mü'min olamaz." + 12) Selam vermek. Şöyle ki: Müslümanlar arasında selam vermek bir sünnettir, bir +dostluk ve hayırseverlik alametidir. Selam almak da bir farzdır. Bir hadis-i şerifde +buyurulmuştur: + "Siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman +etmiş olamazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki, onu yaptığınız zaman +birbirinizi sevmiş olursunuz: Aranızda selamı yayınız." + Selam vermenin bazı edebleri vardır. Bunlardan bir kısmı: Bir topluluğun yanma +girilirken konuşulmadan önce "Esselâmu aleyküm" diye selam verilir. + İçinde insan olmayan bir yere girildiği zaman "Esselâmu aleyna ve alâ +ibadillahissalihîn" denir. + Gençler yaşlılara, süvariler yayalara, yürüyenler oturanlara, arkadan gelenler önden +gidenlere selam verirler. Bir topluma verilen selama: "Ve aleykümüsselâm" diye +içlerinden birisi karşılık verirse, diğerlerinden selam alma görevi düşmüş olur. Fakat o +topluluk içinden hiç biri karşılık vermezse, hepsi de günahkar olur. + Bir toplantıdan ayrılırken de selam vermek iyidir. + Kendisine selam verilen kimse, daha güzel bir karşılıkta bulunarak şöyle der: "Ve +aleykümüsselâmu ve rahmetullahi ve berekâtüh." + Bunu söylemek yerine göre pek güzeldir. + Bir kimsenin selamım getirip tebliği edene "Aleyke ve aleyhisselâm" diye karşılık +verilir. Bir mektubla selam yazılmış olursa, ya dil ile veya yazı ile; "Ve aleykesselâm" +denilir. + Selama karşılık veremeyecek durumda olanlara selam vermek mekruhtur. Onun için +yemek yiyene, Kur'an okuyana, hutbe dinleyene, namaz kılana selam vermemelidir. +Verilirse, cevablanması mutlaka gerekmez. İşlediği günahı açıkça söylemekten +çekinmeyen kimselere (fasıklara) selam vermek mekruhtur. + Sonuç: Selam verip almak, bir dostluk belirtisidir, sevgi alametidir. Fakat selam +verirken aşağı doğru bükülmek mekruhtur. Öyle ki, bazı alimlere göre, selam verirken +rükü haline yakın eğilmek, secde etmek gibidir. Yaratıklara saygı için yapılacak bir secde +ise imana aykırıdır. + 13) Musafa (el sıkışmak). Şöyle ki: İki müslüman bir araya gelince birbirinin elini +tutarlar. Salat-selam getirerek birbirinin hatırını sorarlar. Bu da sevgi ve dostluk nişanıdır. +Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Birbirine rasgelen iki müslüman musafahada bulundu mu, onlar daha +birbirinden ayrılmadan bağışlanırlar." + 14) Teşmitte bulunmak (aksırana hayır ve bereket istemek). Şöyle ki: Bir +müslüman aksırınca: "Elhamdülillâh" der. Yanındaki müslüman kardeşi de: +"Yerhamükallah = Allah sana rahmet etsin" diye dua eder. Aksıran adam da: "Yehdina +ve yehdikümullah = Allah, bizleri de sizleri de hidayet üzere bulundursun" diyerek +karşılık verir. + 15) Toplantılarda temiz bulunmak ve edebe uygun davranmak. Şöyle ki: +Müslümanlar, toplantılarda yıkanmış olarak temiz bir halde bulunurlar, içleri ve dışları +temiz olur. Toplantılarda ilim sahipteri ve yaşlılar baş tarafa geçirilir. Gerek olmadıkça +söze karışmazlar, söylenilen yararlı şeyleri dinlerler. Toplantıya sonradan gelenlere yer +verir ve birbirlerine karşı güleryüzlü bulunurlar. + Müslümanlar toplantılarda kendiliklerinden başka tarafa geçip oturmazlar. Kendilerine +saygı için kalkarak yer vermek isteyenlerin hemen yerlerine oturmazlar. İki kişinin +arasına rızaları olmadıkça girip oturmazlar. Bir toplantıda üç müslümandan ikisi başbaşa +verip gizlice konuşmazlar. Böylece üçüncü kimsenin üzülmesine ve yanlış fikre +kapılmasına meydan vermezler. + Müslümanlar bulundukları bir toplantıdan, arkadaşlarından izin alarak ayrılırlar. Geçici +olarak toplantıdan ayrılanların yerine de hemen oturmazlar. + 16) Dostları ziyaret: Müslümanlar uygun zamanlarda gidip din kardeşlerini, +büyüklerini ve yakınlarını ziyaret ederler. Bu ziyaret de, bir sevgi ve bağlılık nişanıdır. +Ancak bu ziyaret, usandırıcı ve pek sık olmamalıdır. Ziyarete gelen misafirlere mümkün +olduğu kadar ikram edilmesi gerekir. + Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Sizi ziyarete gelenlere ikram ediniz" + 17) Ziyafetlere (davetlere) icabet etmek. Bir müslüman, din kardeşinin davetine +uyar, ziyafetinde bulunur. Böylece aralarındaki sevgi ve yakınlık artmış olur. Bir hadîs-i +şerîfde buyurulmuştur: + "Sizden birinizi, kardeşi düğün yemeğine veya başka bir şeye çağırsa, ona +icabet etsin (uysun)" + Yeter ki, ziyafet yerinde haram bir şey bulunmasın. Çünkü bir müslüman, haramların +işleneceğini bildiği bir yere gidemez. Ancak o haramları engelleyebilecekse veya kendisine +saygı için işlenmeyecekse, gidebilir. + Ziyafetlerde, misafirlere ağırlık verecek kimseleri bulundurmamalıdır. Misafirler gitmek +isteyince, ev sahibi ısrar etmeksizin biraz daha oturmalarını istemelidir. Toplantılar sade +ve külfetsiz olmalıdır. + 18) Saygı için ayağa kalkmak. Müslümanlar, yanlarına gelen din kardeşlerine karşı +ayağa kalkabilirler. Bu bir hürmet belirtisidir. Mescidde bulunan veya Kur'an okuyan bir +kimsenin, hürmet edilmeğe hak kazanmış bir kimse için ayağa kalkması mekruh değildir. +Bir toplantıya gelenler için ayağa kalkılması adet olan yerlerde, ayağa kalkılması +müstahabdır. Böyle yapılmazsa, kin ve nefrete yol açılmış olabilir. + 19) Değerli zatların ellerini öpmek. Müslümanlar, alimlerin, takva sahibi kimselerin +ve adaletli hakimlerin ellerini sevgi ve saygı göstermek niyetiyle öperler, onlarla +musafahada bulunurlar; bunda bir sakınca yoktur. Bunlardan başka büyüklerin ellerini +dindarlıklanna saygı ve ikram için öpmek de caizdir. Fakat dünyaya ait bir maksad için +öpmek mekruhtur. + Bir de, bir müslümanın, başkası ile karşılaştığı zaman kendi elini öpmesi tahrimen +mekruhtur. Alimlerin ve diğer büyüklerin huzurunda yerleri öpmek de haramdır. Bunu +yapanlar ve yapılmasına razı olanlar günaha girmiş olurlar. Bu, bir nevi putlara yapılan +ibadeti andırır. Bir müslüman için asla caiz değildir. + 20) Komşuluk haklarını gözetmek. Şöyle ki: İslamda komşuluğun büyük önemi +vardır. Bir hadîs-i şerifde buyurulmuştur: + "Ev satın almadan önce komşu, yola çıkmadan önce de yoldaş arayınız." + Komşulara ikram bir sünnettir. Bir müslüman komşusunun hakkını fazla gözetir, ona +güleryüz gösterir, gerektiğinde ödünç verir, bir kaderi olunca onu tesilli etmeye çalışır, +taziyede (baş sağlığı dileğinde) bulunur. Komşusuna eziyet verecek şeyleri yapmaktan +sakınır. Evin akıntı suları ile ve çöplerle komşularını rahatsız etmez. Yüksek sesle devam +eden çalgı ve radyo sesleri ile komşularını rahatsız edenler, hasta ve okur-yazarlarını +düşünmeyenler komşuluk haklarını gözetmemiş olur ve topluma karşı görevlerini +çiğnemiş sayılırlar. + Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Kötülüklerinden komşusu emin olmayan kimse, gereği üzere Allah'a iman +etmiş olmaz." + Sonuç: İnsan, komşularının sevgi ve övgülerini kazanmalıdır. Hazret-i Ömer +(radıyallahu anh) buyurmuştur: "Komşusu, yakını ve yol arkadaşı tarafindan övülen +kimsenin güzel hal ve ahlak sahibi olduğundan şübhe etmeyiniz." + 21) Hastaları ziyaret etmek. Müslümanlar hasta olan dostlarını ve komşularını +uygun zamanlarda yanlarına giderek ziyaret ederler. Sağlıklarına duada bulunurlar. Bu da +sevgiyi kuvvetlendirmeye ve kalbleri hoşlandırmaya yardım eden bir görevdir. Bunun da +bir takım edebleri vardır. Şöyle ki: Bu ziyaretler pek sık yapılmamalıdır, hastanın yanında +çok oturmamalı, hastanın canını sıkacak sözler söylememelidir. + Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Beş şey vardır ki, bunlar kardeşine karşı müslümana vacib olur; Verilen +selamı almak, aksırana teşmit (hayır dua) etmek, davete gitmek (icabet etmek), +hastayı ziyaret etmek, cenazelerin arkasından gitmek" + 22) Cenazeleri teşyî etmek (uğurlamak). Bu da önemli ve sevabı çok olan bir +kardeşlik görevidir. Müslümanlar, ölen din kardeşlerinin cenazelerini mezarlarına kadar +üzgün ve düşünceli olarak götürürler. Rahmet toprağına bırakırlar. Haklarında rahmet +isteyerek duada bulunurlar. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Bir cenaze üzerine namaz kılana bir kırat, gömülmesinde bulunana da iki + kırat (sevab) vardır. Bir kırat ise, Uhud dağı kadardır." + 23) Müslümanların mezarlıklarını ziyaret etmek. Müslümanlar kendi aralarında, +ahirete göçmüş olanların, özellikle yüksek alimlerin ve salih kimselerin, mezarlarını +zaman zaman ziyaret ederler, onları rahmetle anarlar. Bu da bir vefakarlıktır, değer +bilmedir. Bir hadîs-i şerîfde beyan olunduğu üzere, mezarları ziyaret etmek ölümü +hatırlatır, uyanmaya sebeb olur. Onun için kabirleri saygı ve ibretle ziyaret etmeli, +insanlığın acıklı sonucunu düşünerek gaflet içinde yaşamaktan kaçınmalıdır. + + + + +Güzel ve Çirkin Huylar + + 17) İttika: Yüce Allah'dan korkmak, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmaktır. +Böyle bir hale "Takva" denir. Bunun sahibine de "Müttakî" denilir. Müttakî olan bir zat, +güvenilir ve itimat edilir bir insan demektir. Ondan hiç bir kimseye zarar gelmez. + İslam önünde insanlar esasen birbirine eşittirler. Bunların seçkinliği ancak takva iledir. +Kur'an-ı Kerîm'de buyurulmuştur: + "Şüphe yok ki, Allah yanında en iyiniz, en çok müttakî olanınızdır." + İttikanın karşıtı fısk'dır, fücur'dur. Daha açığı, doğru yoldan çıkmak, Allah'a asi +olmak, haram ve şüpheli şeylerden kaçınmamaktır. Böyle bir halin sonucu da felakettir, +azabdır. + 18) Edeb: Güzel terbiye ve güzel huylarla vasıflanmaktır, utanılacak şeylerden insanı +koruyan bir hal demektir. + Edeb, insan için büyük bir şereftir. Edebin karşıtı İsaet'dir ki, kötülük yapmak ve +terbiyeye aykırı davranmak demektir. + Edeb, insanın süsüdür. Edeb, insanı nefsin arzusuna uymaktan korur ve kurtarır. + "İnsanın edebi, zehebinden (altınından) iyidir" denilmiştir. + Edebden yoksun olan bir insan, bir toplum için zararlı mikroplardan daha tehlikelidir. + 19- İhsan: Bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır olarak yapılması uygun olan bir +şeyi yapma demektir. İhsan, adaletin üstünde bir faziletdir. Bir ayet-i kerimede +buyurulmuştur: + "İhsan ediniz; şübhe yok ki, Allah ihsan edenleri sever." + Diğer bir ayet-i kerimede de buyurulmuştur: + "Yüce Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsan et." + 20- İhlas: Herhangi bir işi güzel bir niyetle ve saf bir kalb ile yapmak, işe başka bir +şey karıştırmamaktır. Böyle bir hale, "Hulûs" da denir. Yapılan görevlerin değerleri ihlasa +göre artar. İhlasın karşıtı Riya (gösteriş) 'dır. Bir görevi yalnız bir gösteriş için veya maddi +bir yarar için yapmaktır. + Riyakar bir insan, temiz ruhlu, iyi bir insan değildir. Yaptığı işlerin mükafatını Allah'dan +dilemeğe yüzü olmaz. Bir hadî is-i şerifde buyurulmuştur: + "Şüphe yok ki, Allah, sadece kendisi için yapılan ve kendi rızası için istenen +bir işi kabul eder." + 21- İstikamet: Her işte doğruluk üzere bulunmak, adaletten ve doğruluktan +ayrılmayıp din ve akıl çerçevesi içinde yürümek demektir. Din ve dünya görevlerini +olduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman, tam istikamet sahibi bir insandır. Böyle bir +insan toplumun en önemli bir organı sayılır. + İstikametin karşıtı, hıyanettir ki, doğruluğu bırakıp verilen sözü gözetmemek, caymak, +emanete riayet etmemektir, insanların haklarına tecavüz etmektir. Bir ayet-i kerimede, +Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyurulmuştur: + "Emrolunduğun gibi istikamette bulun." + İşte bu ayet-i kerime, istikametin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu göstermeğe +yeter. + 22- İtaat: Üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip ona göre yürümektir. +Yüce Allah'ın buyruklarını dinleyip tutmak bir taattır. İnsanın mutluluğu da bu taata + bağlıdır. Bunun karşıtı isyandır. Yüce Allah'ın emirlerini dinlemeyen bir insan günahkar ve +hayırsız bir kimsedir ki, kendisini tehlikeye atmış olur. Artık böyle bir kimseden insanlık +ne bekleyebilir: + Kur'an-i Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: + "Allah'a itaat ediniz; Allah'ın Peygamberine de, sizden olan idarecilere de +itaat ediniz." + 23- İtimad: Güvenmek ve emniyet etmek, bir şeye kalben güvenip dayanmak +demektir. Halkın güvenini kazanmak bir başarı eseridir. İktisadî ve içtimaî hayatın devamı +itimadın varlığına bağlıdır. Onun için insan, güzel ve doğru hareketleriyle herkesin +güvenini kazanmaya çalışmalıdır. İtimada aykırı olan şey, hiyanettir, işi kötüye +kullanmaktır ki, bunun sonucu pek korkunçtur. + 24- İktisad: Her işte denge üzerinde bulunmaktır. Gereğinden fazla veya noksan +harcama yapmaktan kaçınmaktır. İnsan iktisada uyma sayesinde rahat yaşar, hadis-i +şerîfde buyurulmuştur: + "İktisad üzere bulunan fakir olmaz." + İktisadın karşıtı israf dır, aşırı gitmektir. İsraf, yemek, içmek, giyinip gezmek gibi +işlerde belli bir ölçüyü aşmaktır ki, haramdır. Ferdlerin ve cemiyetlerin yıkılmasına +sebebdir. Bunun için ki, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: + "Allah israf edenleri sevmez." + Bir de "Takdîr" vardır ki, bir şeyi gereğinden çok fazla kısmaktır. Bu da uygun değildir. + 25- Ülfet: Uygun kimselerle güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar +devamlı olarak yalnız başlarına yaşayamazlar. Birbirleri ile görüşmek zorundadırlar. Güzel +bir ahlaka sahib olan kimse, herkesle güzel görüşür, onların sevgisini kazanır. Bu hale, +"Ünsiyet" de denir. Bunun karşıtı "Uzlet" kenara çekilmek, yalnız başına kalmak, +herkesten uzaklaşmaktır. Herkesle görüşmek uygun olmadığı gibi, herkesten kaçınmak +da uygun değildir. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Mü'min ülfet eder ve ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve ülfet olunmayan kimsede +ise hayır yoktur. İnsanların hayırlısı, insanlar için hayırlı olanıdır." + 26- Emniyet: Bir şeye güvenmek manasına geldiği gibi, insanda doğruluktan ileri +gelen bir huy anlamına da gelir, insanların sırlarını ve mallarını güzelce saklamak da, bir +emniyet halidir. Emniyetin karşılığı "Hiyanettir", sözünde durmamaktır. + Ferdleri arasında emniyet bulunmayan bir toplum geleceğinden güven içinde +bulunamaz. Emniyeti kötüye kullanmak münafıklık alametidir. Bir hadîs-i şerîfde şöyle +buyurulmuştur: + "Münafıkın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince cayar, emanet +edilince hiyanette bulunur." + 27- İnsaf: Adalet içinde hareket etmek ve gerçeği kabul etmektir. İnsaf, ciddî ve iyi +huylu bir insanın alametidir. Bunun karşılığı zulümdür, haksızlık etmektir, hak olan şeyi +inkardır. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "İnsaf dinin yarısıdır." + Çünkü gerçek din, faydalı olan şeylerin kabul edilerek yapılması ve zararlı şeylerden +sakınılması demektir. İnsaf sahibi olan kimse, muhakkak dinin yarısını teşkil eden o +yararlı şeyleri anlar ve kabullenir. Böylece insaf, kendisinde dinin yarısı gibi sayılır. + 28- Beşaşet: Güleryüzlü olmak ve hoş bir hale sahib olmak demektir. Beşaşet, ruhtaki +saflık ve neş'enin yüzde parıltısı demektir. Karşılığı Ubuset, yüz ekşiliğidir. İnsan daima +güler yüzlü olmalı, hiç kimseye karşı çatık kaşlı bulunmamalıdır. Güleryüzlülük bir sadaka +ve bahşiş sayılır. Bir hadîs-i şerîfde buyurulmuştur: + "Allah muhakkak ki yumuşak huylu va parlak yüzlü kulunu sever." + 29- Te'dib: Terbiye etmek, edeb ve ahlak üzere yetiştirmek demektir. Bunun karşıtı +da, terbiyeyi terk etmek, yapmamaktır. Terbiye işinde asla gevşeklik yapılmamalıdır. +Kendi çocuklarını güzelce terbiye etmeye çalışmak, her aile idarecileri için vacib olan bir +görevdir. Burada yapılacak dikkatsizliğin zararları yalnız bir aileye ve ferde değil, koca bir +topluma aittir. Denmiştir ki: + "Baba ile ananın terbiye etmediğini, gece ile gündüz (zaman) terbiye eder. +Zamanın terbiye etmediğini de, Cehennem terbiye eder." + 30- Teenni: Bir işte acele etmeyip düşünerek hareket etmektir. Böyle bir davranışa +"Teüde" de denir. Vakti gelip çatan hayırlı bir iş için teenniye (yavaş davranmaya) gerek + yoktur. Fakat henüz zamanı gelmeyen bir iş içinde acele etmek, pişmanlık +doğuracağından doğru değildir. + Teenni'nin karşıtı istical, acele etmektir. Bir şeyi zamanından önce elde etmeğe +çalışmaktır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Yavaş davranmak (teenni) Rahman'dan, acele ise Şeytandandır." + Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur: + "Ahiret işi müstesna, her işte yavaş ve tedbirli davranmak hayırlıdır." + 31- Ta'zîm: Hürmete değer bir kimse hakkında, büyük sayıldığını gösterecek şekilde +güzel bir davranışta bulunmak demektir. Bunun karşıtı "Tahkîr"dir, küçümseme +hareketidir ki, asla caiz değildir. + İlim, edeb ve yaş bakımından bizden büyük olanlara saygı göstermek, bizden küçük +olanlara da sevgi göstermek bizim için bir görevdir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Bizim büyüklerimize saygı göstermeyen ve küçüklerimize merhamet +etmeyen bizden değildir." + 32- Tefe'ül: Bir şeyi uğur saymak, bir olayı bir hayrın başlangıcı görmektir. Bu güzel +bir zan işi olduğundan iyidir. Bunun karşıtı "Teşe'üm ve Tatayyür'dür. Bu da bir şeyi +uğursuz görmek, nefsin nefret duyduğu bir işi uğursuzluğa bir alamet saymak demektir. +Bir kuşun ötüşünü veya bir tarafa uçuşunu uğursuzluğa yormak gibi... Bu ise, kötü bir +zan ve kuruntu eseri olduğundan caiz değildir. + Herhangi bir olaydan uğursuzluk hükmü çıkararak ümitsizliğe ve kuruntuya saplanmak +doğru değildir. Bazı günlere ve zamanlara uğursuzluk yorumunda bulunmak da uygun +değildir. + Peygamber Efendimiz buyurmuştur: + "Hayıra yorma, güzel söz, temiz laf hoşuma gider." + İnsan hayırlı söz söylemeli, fena ve uğursuz sözlerden dilini korumalıdır. + 33- Tefekkür: Düşünmek ve bir iş üzerinde fikri geliştirmek demektir. Yüce Allah'ın +kudretine delalet eden varlıkları düşünmeye dalmak bir ibadettir. Birçok maddî ve manevî +buluşlar ve yükselmeler hep tefekkür (düşünme) sayesinde olmuştur. + Tefekkürün karşıtı, Gaflet'tir. Düşünceden yoksun olmaktır ki, insana asla yakışmaz. + Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Yüce Allah'ın yaratmış olduğu şeyler üzerinde düşününüz; fakat Allah'ın zatı +hakkında düşünmeyiniz, helak olursunuz." + 34- Tevazu: Kendini büyük görmemek, bulunduğu dereceden daha aşağı derecede +saymaktır. Bunun karşıtı "Tekebbür'dür, "Tecebbür"dür. Kendini büyük görmek, +bulunduğu derecenin çok üstünde saymak, geçici şeylere güvenerek ona buna çalım +satmak ve gururlanmaktır ki, çok kötü bir huydur. Bir hadis-i şerif şu anlamdadır: + "Yüce Allah ölçülü davrananı zengin eder, israf edeni de fakir düşürür. Tevazu +göstereni yükseltir, büyüklenen kimseyi de kırıp geçirir." + 35- Tevekkül: Allah'a güvenmek, kulluk görevini yaptıktan sonra başarıyı Allah'dan +beklemek ve insan gücünün yetişemediği şeyleri Yüce Allah'a bırakıp ümitsizliğe ve keder +içine düşmemektir. Tevekkülden yoksun olmak büyük bir noksanlıktır. Bir mü'min bilir ki, +herhangi bir işin elde edilmesi için, sadece sebeblerin varlığı yeterli değildir. Allah'ın +dilemediği bir iş, hiç bir zaman meydana gelemez. O'nun dilediği bir şeyi de hiç kimse +engelleyemez. Bununla beraber tevekkül, sebeblere sarılmaya engel değildir. Yüce Allah +olayları birer sebebe bağlamıştır. Bu konuda ilahî kanunlara uymak gerekir. Peygamber +Efendimiz, devesini bir şeye bağlamaksızın dışarıda bırakıp Peygamberin huzuruna gelen +Amr ibni Umeyye'ye şöyle buyurmuştur: "Deveni bağla da, tevekkül et." + 36- Sebat: Sözde durmak, verilen sözü yerine getirmek, bir işte, bir inançta veya bir +düşüncede kararlı bulunmak demektir. "Sabit (kararlı) olanlar nabit (başarılı) olurlar" +sözü meşhurdur. Sebat başarının bir şartıdır. Doğrusu hayırlı ve hakka bağlı olan işlerde +sebat etmek bir fazilettir. Faydasız olan boş şeylerde sebat göstermek ise, aklın +noksanlığına ve insafın yokluğuna delalet edeceği için büyük bir kusurdur. + 37- Cûd: Cömert davranmak, insanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan +vermeksizin ihsan ve ikramda bulunmaktır. Verilmesi uygun olan şeyleri, uygun yerlere +kolayca vermek huyudur ki, buna sehavet de denir. + Cûd ve seha (cömertlik), insana yaraşan iyi bir huydur. Bunların karşıtı, hasislik, +cimrilik ve tama'dır ki, insanlara asla yakışmaz. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Cömert kimsenin yemeği şifadır. Hasis (cimri) kimsenin yemeği de +hastalıktır." + 38- Hazm: Anlayışla yürümek, tedbirli davranmak ve sonucu bilinmeyen şeylere +hemen atılmamaktır. Karşıtı, tedbirsizliktir. Tedbirli hareket edenler pişmanlık duymazlar. +Bununla beraber hazm (ihtiyatlı bulunmak), bazan kötü kuruntulardan da ileri gelir. Onun +için hazm deyip de teşebbüste tereddüt ve kuruntuya düşmemelidir. Onun için bir hadis-i +şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Hazm bir kötü zan'dır." + 39- Hüsnüzan: Güzel sanma veya bir şeyin iyiliği üzerinde inanç beslemedir. Bunun +karşıtı Suizan (kötü sanma)'dır. İnsan kötüzan beslemekte hiç bir zaman aşırı +gitmemelidir. Hiç kimse hakkında da yok yere kötüzanda bulunmamalıdır. + Doğrusu, herhangi bir kimse hakkında körü körüne "Pek iyi bir insandır" diye hüküm +vermek de hüsnü zannı kötüye kullanmak olacağından iyi bir davranış değildir. Onun +bunun işlerini araştırmak, kusurlarını öğrenme arzusunda bulunmak, tecessüs denilen, +kötü zandan doğan ve ahlaka aykırı olan bir harekettir ve haramdır. Bunun hakkında +Kur'an-ı Kerim'de buyurulmuştur: + "Şüphe yok ki, zannın bir kısmı günahtır." + 40- Hıfz-ı Lisan: Dili gereksiz sözlerden koruyup ihtiyaçtan fazla söz söylememek +halidir ki, çok iyidir. Bunun karşıtı "Malâyani" denilen faydasız şeylerle uğraşmak ve +ağzına gelen her şeyi söylemektir. + Akıllı olanlar çok kez susarlar. Gerek görülmedikçe söz söylemek istemezler. Susmak +çok güzel bir şeydir. Yeter ki, bir hakkın kaybolmasına veya bir gerçeğin yanlış +anlaşılmasına sebebiyet vermiş olmasın. + Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır: + "Her kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa, hayır söylesin veya +sussun.'' + 41- Hakk: Yüce Allah'ın mübarek bir ismidir. Her doğru olan ve değişmeyen şeye de +hak denir. Bunun karşıtı "Batıl" sözüdür. + Herkesin meşru bir şekilde elinde bulundurduğu yetkiye veya mülke de hak denilmiştir. +Bunun çoğulu "Hukuk"dur. + Her hak karşılığında bir görev vardır. Bir insan hayat (yaşama) hakkına, namus ve +şeref hakkında sahibdir. Bunlara hiç kimsenin tecavüz hakkı yoktur. Her insan karşılıklı +olarak bu hakka sahib olduğu için herkes karşısındakinin hakkını kabul ve ona uygun +hareket etmekle görevlidir ve bu görevleri korumakla yükümlüdür. Bu haklara tecavüz +haramdır, cezayı gerektirir. Toplum düzenine engel olur. + Hak hiç bir zaman değişmez. Hakka, kuvvet ve diğer şeyler üstün gelemez. Geçici +olarak kaybolan bir hak, bir gün dünyada değilse bile ahirette meydana çıkacaktır. + 42- Hikmet: İlim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. +Bilmeyen veya bildiği ile amel etmeyen kimse hikmet sahibi değildir. Her şeyin aslını +öğrenmek için edinilen bilgiye de hikmet denir. Adaba, ahlaka, öğütlere ait güzel sözlere +ve fıkralara da hikmet denir. + Hikmet sahibi olan insanda, zeka, ezberleme, güzel düşünme, kolaylıkla öğrenme, açık +zihin, iyi anlayış ve kavramları hafızada tutma gibi duygular belirir. Bir ayet-i kerimede +buyurulmuştur: + "Kendisine hikmet verilen kimseye, muhakkak birçok hayır verilmiş olur." + Bir hadis-i şerif de şöyle: + "Hikmet, mü'minin yitiğidir. Onu nerede bulursa alır." + 43- Hilm: Şiddete sabredip tahammül etmek, öfke ateşini söndürmek ve nefsi +heyecandan korumaktır. Yerinde yapılan böyle bir davranış büyük bir fazilettir. Bunun +karşıtı "Hiddet, tehevvür"dür. Bu da bir öfke, titizlik ve kızgınlık halidir. Hoşa gitmeyen bir +olaydan dolayı gazab kuvvetinin parlayıp meydana çıkmasıdır. + Kızgınlık ve darılma halleri, kalbdeki kanın taşması zamanında meydana gelen bir nefis +değişikliğidir ki, haksız yere olunca bir kusur sayılır, pişmanlığı gerektirir. Fakat akla +uyarak haksızlığa karşı olan bir öfke iyidir. Çünkü kutsal inançlar bununla korunur. + Hilm, ilim ve hikmete bağlı olmalıdır. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Hiç bir şeyin bir kimsede birleşmesi ilimle hilmin birleşmesinden daha üstün +olamaz." + 44- Hamiyet: Kutsal şeyleri ve milletin haklarını gözetmek, namus, şerefi ve fikirleri +töhmetten korumak yolunda gösterilen çabaya hamiyet denir. Bu çok güzel bir haslettir. +Fakat batıl fikir ve akideleri korumak yolunda gösterilen gayrete "Cahilce hamiyet" +denir ki, bu pek kötüdür. + 45- Haya: Utanma, hicab, ar, namus manalarına gelir. Çirkin şeylerden nefsin +darlanması, edebe aykırı bir işin meydana çıkmasından dolayı kalbin duygulanıp sıkıntı +içinde kalması demektir. Bunun eseri hemen yüzde belirmeye başlar. + Haya pek güzel bir huydur. Bunun karşıtı Vakahat (utanmazlık)'tır. Batılı hak şeklinde +görüp çekinmeksizin onu yapmaktır. + Hayasızlık, insanı insanlıktan çıkarır, hayvanlardan daha aşağı düşürür. Bir hadis-i +şerifin anlamı şöyle: + "Haya imandan bir bölümdür. İnsanlardan utanmayan Allah'dan da utanmaz." + 46- Huşu: Tevazu göstermek, hakka boyun eğmek, korku ile sevgi karışımı olan +saygılı bir tavır takınmak demektir. Karşıtı, gaflet içinde kendini büyük görme, kalb +huzurundan yoksun olmadır. Bir ibadetin değeri, huşua olan yakınlığı nisbetinde artar. +Haşyet de, saygı ile karışık kalble ilgili bir korkudur. Allah korkusuna "Haşyetullah" denir. +Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kimsenin her çeşit fenalığı yapması mümkündür. Bir +hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Hikmetin başı Allah korkusudur." + Yüce Allah'ın kudret ve azametini düşünen bir mü'minin kalbinde Allah korkusu parlar +ve onu daima iyiliğe götürür. + 47- Hayır: İyilik demektir. Her helal olan mal ve yarar da bir hayırdır, Allah'ın +ihsanıdır. Allah rızasını kazanmaya sebeb olan her güzel iş bir hayırdır. Geçerli olan asıl +hayır da budur. + Hayrın karşıtı "Şerr"dir. Hakka ve yaratılışa uymayan ve kötü bir sonucu gerektiren her +şey bir şerdir, fenalıktır. + Herkes için iyilik istemeye "Hayırhahlık" denir. Bu ruhun temizliğinden ileri gelir. Bütün +hayır müesseseleri, hayırseverliğin bir eseridir. Başkasının fenalığını istemek de, +"Bedhahlık"tır. Bu, bir ruh hastalığıdır ki, sahibinin kötü kimse olduğuna bir alamettir. + İşte "hased", çekememezlik ve kıskançlık denilen kötü hal, bu kötülük severlikten +başkası değildir. + Başkasının hak kazanarak elde etliği nimetlerden rahatsız olup da o nimetlerin +kaybolmasını istemek bir hasedden ibarettir. Bu pek fena bir huy olduğundan bundan çok +sakınmalıdır. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Hasedden kaçınınız; çünkü ateş, odunları yakıp bitirdiği gibi, hased de güzel +işleri (salih amelleri) yer bitirir." + Kötülüğe alet olan bir varlığın kaybolmasını istemek hased sayılmaz. Yine başkasının +elde ettiği bir nimetin benzerine kavuşmayı istemek de hased değildir. Bu isteğe "Gıbta +ve Münafese" denir ki, bazı hallerde caizdir. Yüksek bir alimin ilmine ve faziletine gıbta +edilmesi (imrenilmesi) gibi... + 48- Dostluk: İki ve daha çok kimseler arasında meydana gelen samimi bir sevgi ve +bağlılık demektir. Allah için olan dostluk devam eder. Dünya için olan dostluk da bir akan +yıldız gibi parlayıp söner. + Dostluğun karşıtı, düşmanlık, davet ve kindarlıktır. Bütün müslümanlar birbirine +dosttur. Çünkü aralarında sönmeyen bir din kardeşliği vardır. Peygamber Efendimiz +(sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetine şöyle emretmiştir: + "Birbirinize kin tutmayınız, hased (kıskançlık) etmeyiniz, birbirinizden yüz +çevirmeyiniz, ey Allah'ın kulları!.. Kardeş olunuz. Bir müslümanın müslüman +kardeşine üç günden çok dargın kalması helal olmaz." + Başkasının bir kederinden ötürü sevinmek de bir düşmanlık eseri olduğundan caiz +değildir. Buna "Şematet" denir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Kardeşin için şematet eyleme (kötü haline sevinme); sonra Allah ona +merhamet eder de, seni belaya düşürür." + 49- Diyanet: Dindarlık yapmak, dinin kutsal emirlerine uyarak gereği üzere hareket +etmektir. Karşıtı dinsizliktir, din hükümlerine aykırı davranmaktır, bütün fenalıkların en +büyük kaynağıdır. + İnsanların kurtuluşu, temiz bir halde yaşayış ve mutluluğa ermesi, ancak diyanet + sayesindedir. Diyanet doğuştan vardır. Gerek ferdler için ve gerekse cemiyetler için +zorunludur. Onun için diyanete sımsıkı sarılmalıdır. Bu, insanlığın yararı ve selameti +bakımından son derece gereklidir. + 50- Zikir: Anmak ve hatırlamak manasınadır. Yüce Allah'ın kutsal isimlerini anmak ve +vacib olan bir görevdir, en yüksek bir zikirdir. + Yüce Allah'ı zikretmek, ya büyüklüğünü düşünmekle olur ki, bundan yüceltme ve tazim +meydana gelir. Ya da Allah'ın sonsuz kudretini düşünmekle olur. Bundan da korku ve +hüzün doğar. Bir de nimetlerini anmakla olur ki, bundan şükür ve hamd meydana gelir. +Yahut pek acaib ve üstün olan eserlerini düşünmekle olur. Bundan da uyanma ve ibret +alma yüz gösterir. + Zikrin karşıtı, "Nisyan (unutma)"dır. Yüce Allah'ın mübarek isimleri ile kulun gönlünü +süslememesidir. Bu çok acınacak bir dalgınlık eseridir. Bir ayet-i kerimede şöyle +buyurulmuştur: + "Allah'ı çok zikrediniz ki, kurtulasınız." + Bir hadis-i şerifde de: "Zikrin en faziletlisi Lâ ilâhe İllallah'dır. Duanın da en faziletlisi +Elhamdülillah'dır" buyurulmuştur. + 51- Rıza: Hoşnut olmak, uygunluk göstermek herhangi bir hükmü veya işi kalben hoş +görüp kabul etmektir. Bunun karşıtı kabul etmemek, red etmek, itiraz etmektir. + Yüce Allah'ın her hükmüne ve her takdirine razı olmak bir kulluk görevidir. Gerçek olan +bir şeye razı olmamak bir ahmaklık işareti olduğu gibi, batıl bir şeye razı olmak da bir +taşkınlık ve isyan eseridir. + Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Allah bir kulu severse, yalvarmasını dinlemek için onu bir sıkıntıyla sınar." + 52- Rıfk: Yumuşaklık, yavaşlık, nezaket ve tatlılıkla iş yapmak, sonu güzel olan bir +şeye güzelce boyun eğmek anlamındadır. Bunun karşıtı "Unf (şiddet, sertlik kabalıkdır)" +ki, katı yürekli olmaktan, sertlik göstermekten, nezakete aykırı davranmaktan ibarettir. +İnsan, yumuşaklık sayesinde en güç neticeleri elde edebilir. Düşmanca davranmak +yüzünden de, elde edilmesi pek yakın olan şeyleri imkansız bir hale getirmiş olur. Hadis-i +şerifde buyurulmuştur: + "Şüphesiz ki, Allah, yumuşak huyludur ve yumuşak huyluluğu sever. Ve +sertlik uzerine vermediği şeyi yumuşak huyluluk üzerine verir." + Diğer bir hadis-i şerifde de şöyle buyurmuştur: + "Yumuşaklıktan yoksun olan, hayırdan da yoksun bulunur." + 53- Sa'y: Çalışmak, bir maksadın elde edilmesi için gerekli gücü harcamaktır. Karşıtı +"Atalet, bataet, meskenet (gevşeklik, miskinlik, umursamazlık)"dır. Bu İslam ruhuna asla +uygun değildir. İnsan hak olan şeyleri elde etmek için düzenli bir çalışma ve gayret sahibi +olmalıdır. Bütün ilerlemeler gayret ve çalışmanın neticesidir. Kur'an-ı Kerîm'de +buyurulmuştur: + "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." + 54- Ayıpları örtmek: İnsanların kusurlarını örtmek, görmemezlikten gelmek, +başkalarına açıklamamak demektir. Karşıtı "Kusurları yayma"dır. + Başkalarının kusurlarını arkalarından söylemek gıybettir. Öyle ki, bir kimsenin +arkasından boyuna, elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürümesine varıncaya kadar bir +kusurunu dil göz veya el ile işaret ederek göstermek de bir gıybettir. Çünkü bunları +öğrenince üzüleceğinde şübhe yoktur. + Başkalarına, yapmadıkları kusurları yüklemek de iftiradır, buhtandır. Bunlar İslam +terbiyesine aykırıdır, kesinlikle haramdır. + Bir hadis-i şerif şöyle buyurulmuştur: + "Ne mutlu o kimseye ki, kendi kusuru kendisine, başkalarının kusurlarını +görmeye zaman bırakmaz." + Onun için insan, kendi kusurunu görüp onu düzeltmeye çalışmalıdır. Ancak uygunsuz +işleri hiç çekinmeksizin yapıp duran günahkar kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından +söylemek gıybet sayılmaz. Bu söyleme ile çirkin işler kötülenmiş ve başkaları bundan +korunmuş olur. Bir İslam toplumuna karşı, küstahça hareket ederek ahlaka uymayan +şeyleri açıkça yapıp duran kimselerin bu rezaletini söylemek, toplumsal anlayışın güzel bir +tepkisidir. Yeter ki, bu söyleyiş şahsî bir kırgınlık neticesi olmasın. + Gıybetin sorumluluğundan kurtulmak için, mümkünse gıybet edilen kimseden helallık + dilemeli, özür dilemelidir. Bazı alimlere göre, yapılan gıybetten pişman olup istiğfarda +bulunmak yeterlidir. Çünkü durumu haber verip gıybet edilen kimseden helallik dilemek, +bir üzüntüye, bir dargınlığa sebebiyet vermiş olabilir. Ancak o kimse bu gıybetten +haberdar olmuşsa, o zaman kendisinden özür dileyerek helallık istemek gerekir. + İki dargının özür dilemek için musafaha yapması (görüşüp el sıkışması) helallaşmak +sayılır. + 55- Şecaat: Yiğitlik, kahramanlık, kalb metinliği, gereğinde tehlikelere atılabilme +özelliği demektir. Karşıtı "Cebanet (korkaklık)"dır. Hak yolunda mukaddesatı korumak için +gösterilen yiğitlik (şecaat), çok kıymetli bir huydur. + 56- Şefkat: Korku ile karışık merhametten ileri gelen acıyıp esirgeme halidir. +Başkalarının başına gelen veya gelmesi düşünülen fena bir hal karşısında kendisini +gösterir. Bunun karşıtı merhamet ve yumuşaklık duygusundan yoksunluktur ki, pek kötü +bir huydur. + Şefkat, temiz ve saf kalblerin bir özelliğidir. İslamda, "Yüce Allah'ın emirlerine saygı, +yaratıklarına şefkat" büyük bir esastır. + 57- Şükür: Görülen, iyiliğe karşı, söz veya işle memnuniyet göstermek ve yapılan +iyiliğin kıymetini bildirmektir. Görülen bir iyiliği överek anmak da bir şükürdür. Karşıtı +"Küfran-ı nimet (nimeti inkâr)"dır. + Biz her an binlerce nimetlerine kavuştuğumuz Yüce Allah'a şükretmeğe borçlu +bulunduğumuz gibi, iyiliğini gördüğümüz kimselere karşı da teşekkür etmeğe borçluyuz. +Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "İnsanlara şükretmeyen, Allah'a da şükretmez." + 58- Şehvet: İstek, nefse uygun olan bir şeyi istemek, hayat hareketi için insanların +birbirlerine karşı olan doğal meyilleri demektir. + Dinde yasak olmayan bir şey hakkında kararınca bir şehvet ve meyil iyidir. Dinde +yasak olan bir şey hakkında ise, şehvet hayvani bir hal olduğundan pek kötüdür, +zararlıdır. Bundan kaçınmak gerekir. + Heva, boşuna arzu, meşru bir sebeb olmaksızın nefsin bir şeye meyletmesidir. Heves +de, bir şey üzerinde gösterilen ham ve noksan bir aşk ve sevda demektir. Bunların ikisi +de iyi değildir. İnsanın feyiz ve şerefine engel olurlar. Peygamber Efendimiz şöyle dua +ederlerdi: + "Ya Rabbi! Beni ahlakın çirkin olanlarından ve hevalardan uzak bulundur." + 59- Sabır: Acıya katlanmak, bedene uygun düşmeyen hallere telaş göstermeksizin +karşı koymaktır. Bunun karşıtı sabırsızlık (ceze')'dir. İnsan yaşadıkça birtakım acı olaylar +karşısında kalır. İşte bunlara karşı sabretmek gerekir. Bir ayet-i kerimede de: + "Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyurulmuştur. + Sabnn sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır; fakat sonucu tatlıdır. + Sabırsızlık ruhun gevşekliğinden ileri gelir. Ancak, dine uymayan şeyler hakkında sabır +caiz değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması ve mümkün ise mücadele yapılması +gerekir. Savulması mümkün olan kötülüklere veya ihtiyaçlara katlanmak sabır değil, bir +acziyet ve miskinliktir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır. + "Allah'ım! Ben acziyetten ve tenbellikten sana sığınırım." + 60- Sadakat: Doğruluk, gerçeğe uygun olan doğru sözdür. Garaz lekesinden +temizlenmiş ve her yönden halis olan bir dostluk da sadakatdır. Herhangi bir doğruluğa +da sadakat denir. Doğruluğun karşıtı yalandır. Sadakatın karşılığı hiyanettir, doğruluktan +yoksun olmaktır. İnsanlara sıdk ve sadakat yakışır. Yalancı bir kimseyi ne Allah sever, ne +de kulları... + Yalan haramdır. Yalancı bir kimsenin insanlık bakımından hiç bir kıymeti olamaz. +Söylediği yalan sözleri ile insanları aldatan, yaptığı hile ve uydurmalarla ötekini berikini +saptırmaya çalışan kimseler çok büyük günahkardır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Bize hiyanet eden bizden değildir. Hile ve aldatmayı yapanlar +cehennemdedirler." + Sonuç olarak, insanın sözü de, özü de doğru olmalıdır. Doğru olmayanlar için mutluluk +kapıları kapalıdır. İslamiyet gibi, hikmet ve gerçek esasları üzerinde kurulmuş bir dinde +doğruluğa aykırı bir şey asla yer bulamaz. + 61- Salah: İyi hal, her hayrı kendinde toplayan faziletlerden ibaret yüksek bir vasıftır. +Karşıtı "Fesad ve Fücur'dur. Bir millet, kendi ferdlerinin iyiliğine çalışmalıdır. Çalışmazsa, + fesadçıların eline esir düşer. Bir müslüman, din ve dünya görevlerini öğrenip güzelce +uygulamadıkça iyi hal sahibi olamaz. + 62- Sılâ-i Rahim: Akrabayı arayıp sormak, akrabanın kusurlarını bağışlamak +muhtaçlarına yardım etmektir. Akraba ile görüşmek, sohbette bulunmak, kendilerine +selam ve hediye göndermek sıla-i rahim sayılır. Yakın bulunan akrabayı, mümkün ise, +bulundukları yerlere gidip ziyaret etmek, uzak akraba ile de mektuplaşmak gerekir. +Karşıtı "Kat-ı Rahîm (akrabayı unutup onlarla ilgiyi kesmek)"dir. Böyle bir tutum, İslamın +öğütlediği ailevî ve içtimaî görevlere aykırıdır. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Sılâ-i rahim, ömrü uzatır." + 63- Salabet: Metin olmak, kutsal varlıkları korumak için insanın sahib olduğu kalb +kuvveti demektir. Karşıtı, gevşeklik ve inanç bozukluğudur. Salabet çok kıymetli bir +huydur. Bazan salabat yerine taassub da kullanılır. Taassub, aslında adet ve +geleneklerde veya maddî ve manevî şeylerde fazla direnip taraftarlık yapmaktır. Bu +yönden iki türlüdür: Biri dine uygun olan taassubdur. İnançlara ve din gerçeklerine +gösterilen sebattır. Bu çok iyidir. Diğeri ise, batıl ve faydasız adetler, modalar, fikirler, +yapılıp yapılmamasında dinî bir sakınca bulunmayan işler üzerinde gösterilen taassubdur +ki, bu pek kötüdür. Ne yazıktır ki, bazı kimseler, bu ikinci kısımdan olan asılsız şeylere +dört elle sarıldıkları halde, mukaddesata ve din esaslarına bağlı kalan kimselere bir kusur +olmak üzere taassub isnad etmekten kendilerini alamazlar. Bu, cahilce bir görüşün +sonucudur, bundan kaçınılmalıdır. Gerçeği gerçek, batılı da batıl görmeye çalışmalıdır. + 64- Zarafet: İncelik, kibarlık, ince zeka eseri hoş söz ve işler ile vasıflanma huyudur. +Karşıtı, kabalık denilen bir haldır. Bu, ruhlar üzerine fena tesir yaptığından kötüdür. +Yaratılışta olan zarafetler, ölçüyü taşırmamak şartıyla iyidir. Fakat her işte ve her sözde +zarafet göstermeye çalışmak, vakar ve ciddiyete aykırıdır, hafiflikten ibarettir. Onun için +bu hususta aşırı davranmamalıdır. + 65- Adl, Adalet: Hakka yönelmek, haksızlıktan kaçınmak, her hakkı sahibine vermeye +çalışmaktır. Karşıtı "Zulüm, gadr"dır, insafsızlıktır. Dünyanın bütün düzeni ve düzgünlüğü +adaletle kazanılır. Yüce Allah bize adaleti emrediyor. Onun için insan, her davranışını bir +ölçü ve adalet içerisinde yapmaya çalışmalıdır. Görevinde adaleti gözetmeyen bir insan, +kendisine de, vatanına da, bütün insanlığa da fenalık etmiş olur. Herhangi bir hakkın +kaybolmasına veya geciktirilmesine sebeb olmak bir zulümdür. Her hangi kimseden +haksız yere bir şey almak zulümdür. Herhangi bir insana veya hayvana haksız yere eziyet +vermek de bir zulümdür. Zulmün sonucu ise, azabdır, felakettir. Bir hadis-i şerifde şöyle +buyurulmuştur: + "Zulme uğramışın duasından kork; çünkü onunla Allah arasında perde +yoktur." + 66- Azim: Bir işe kesinlikle niyet etmek, bir işi yapmaya kalbi bağlayarak yönelmektir. +Karşıtı, "Tereddüt ve Terahi (geciktirme)"dir. Haklı gayeler uğrunda azimli olmak bir +özelliktir. Bir ayet-i kerîme şu anlamdadır: + "Azmedince de Allah'a tevekkül et, artık tereddüt etme, şüphe yok ki Allah +Teala tevekkül edenleri sever." + 67- Aşk: Fazla sevgi ve ilgiden bir şey hakkında kalbin pek ziyade ilgi ve çekicilik +kazanmasıdır. İnsanlar, maddeten veya manen güzel ve lezzetli buldukları şeylere karşı +kalblerinde bir meyil duyarlar. Bu meyil ılımlı olursa "muhabbet", pek kuvvetli olursa +"aşk" adını alır. İnsanlar hoşlarına gitmeyen şeylere karşı da bir "nefret" duyarlar. Bu +nefret ılımlı olunca "buğz", pek kuvvetli olunca da "Makt (kin)" adı ile anılır. + Mukaddesata karşı olan meyil bir aşk derecesinde bulunması pek sevimlidir. Fakat +ölümlü varlıklara, geçici güzelliklere karşı aşk derecesinde olan meyil, kalbin +gevşekliğinden, düşüncenin noksanlığından ileri geldiği için kötüdür. + Mukaddesat hakkındaki aşka: "Gerçek aşk, Rahmanî aşk" denir Geçici ve nefsanî +şeyler hakkındaki aşk da "mecazî aşk, himarî aşk" adını alır. Onun için bu ikinci kısımdan +kaçınmak, her faziletli insan için bir görevdir. + 68- İsmet: Günahlardan kaçınma huyuna sahib olmak. Hak Teala'nın korkusu ile +bütün çirkin şeylerden beri bulunmak demektir. Fena şeylerden uzakta kalmak da, Yüce +Allah'ın bir koruması olduğundan bir ismet sayılır. + İsmetin karşıtı, suçluluk ve günahkarlık halidir. İnsanın asıl güzelliği ve şerefi kazandığı +ismet sayesindedir. + 69- İffet: Namus, perhizkârlık, nefsi hayvanî sarkıntılıklardan engellemek huyudur. +Karşıtı "Fuhş"dur. Namusa aykırı harekettir. + Ruhların temizliği iffetledir. İffetsiz bir kimse, zehirli mikroplardan daha zararlı bir +yaratıktır, kendisinden her halde uzaklaşmak gerekir. Peygamber Efendimiz şöyle +buyurmuştur: + "Allah'ım! Ben senden dünyam, dinim, ehlim ve malım hakkında iffet dilerim." + 70- Af: Bağışlamak, suçtan geçmek, günahkar kimse hakkında layık olduğu azarlamayı +bir lütuf olarak terk etmek anlamındadır. Safh da bir meseleden dolayı göz yummak, +başa kakmamaktır ki, af ile beraber kullanılır. + Af ve safh'ın karşıtı, intikam ve muahaza (azarlama)dır. İntikam ki, acı çıkarmak, fena +bir işe karşı göğüs ferahlığı için diğer bir fena iş yapmaktan ibarettir, bazı şartlarla caiz +olabilir. Fakat af ile muamele yapmak, şüphe yok ki daha iyidir. Affın zevki, intikamın +zevkinden daha çoktur. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur: + "Yüce Allah bir kula af sebebiyle, izzetten başka bir şey arttırmaz." + Bir şahsa karşı kalben tutulan bir buğz, öfke ve zarar verme arzusuna da "Kin" denir +ki, bu da çok defa insanlığa uygun olmaz. Yalnız mukaddesata düşman olanlara karşı, +kalbde devamlı bir kin ve düşmanlık beslenmesi gerekir. + 71- Ahd: Söz vermektir. Gözetilmesi gereken sözleşmeye de "ahd" denir. Ahdin +(sözleşmenin) gereğine uymak vacibdir. Verilen sözü yerine getirmemek bir zulümdür. +İnsanlar verdikleri sözde durmalıdırlar. Bundan sorumludurlar. Verilen bir sözde, haklı bir +sebeb olmaksızın durmamak insanın kıymetini ayaklar altına alacak kadar büyük bir +alçaklıktır. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Ahdin güzelliği (verilen sözün yerine getirilmesi) imandandır." + 72- Fazl, Fazilet: Üstünlüğe, iyilik ve ihsana, ilim ve marifete "fazl" denir. İlim ve +irfan bakımından olan yüksek dereceye ve ahlak görevlerine bağlanmak huyuna da +"fazilet" denir. Fazlın karşıtı, kötülük, hasislik ve cehalettir. Faziletin karşıtı da, rezillik ve +alçaklıktır. Faziletin çoğulu "fezail" dir. Hikmek, adalet, şecaat ve iffet sıfatlarına "Fezail-i +asliye" adı verilmiştir. Bunlardan birçok faziletler doğar, insan, fazl ve faziletle +vasflanmalıdır. İnsanlık şerefi ancak bu sayede kazanılmış olur. + 73- Fütüvvet: Yiğitlik, nefis şerefi, iyilik ve cömertlik, dostların kusurlarını af ve +bağışlama demektir. Bunun karşıtı, cebanet (korkaklık), zillet, hasislik ve ürkekliktir. +Yiğitlik, sahibine dine ve iyiliğe aykırı işlerden korur, fedakarlığa ve efendiliğe götürür. +Onun için yiğitlikle (fütüvvetle) vasıflanmaya çalışmalıdır. + 74- Feraset: Zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlak ve +davranışını yüzünden anlamek halidir. + Feraset iki türlüdür: Biri, bir çeşit ilham eseridir ki, sebebi bilinmeksizin meydana gelir. +Diğeri kazanılan bir haldir ki, çeşitli huylara dair bilgi edinmek sebebiyle olur. + Ferasetin karşıtı, belâhet (anlayışsızlık), zekadan yoksunluktur. Ferasetli insanların +yanında uyanık olmalı, edeb ve fazilete aykırı şeylerden kaçınmalıdır. "Mü'minin +ferasetinden sakınınız; çünkü o, Allah'ın nuru ile bakar," buyurulmuştur. + 75- Kadirşinaslık: Herkesin gerçek yerini ve değerini bilip hakkında ona göre işlem +yapmaktır. Karşıtı, Kadirnaşinaslık (değer bilmemezlik)dir. Sosyal hayatta, değer +bilmenin büyük bir önemi vardır. Kıymet bilen milletler arasında ilim ve hüner sahipleri +çoğalır. Kadir ve kıymet bilmeyen milletler de, bilgi ve marifetten yoksun kalırlar. Bir +hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "İnsanları kendi yerlerine indiriniz (herkese derecesine göre muamele ediniz)." + 76- Kanaat: Kısmete razı olmak, yemek ve içmek gibi şeylerde tutumlu olarak orta bir +halde hareket etmektir. Karşıtı, israf (savurganlık)dır. Kanaati yanlış anlamamalıdır. +Kanaat, mutlaka az ile yetinip tembellik içinde yaşamak değildir. Hırsla hareketten +kaçınmak, başkalarının nimetlerine göz dikmeyip hakkına razı olmak ve bir gönül huzuru +ile yaşamaktır. Birçok hırsızlıklar ve cinayetler, kanaatsizliğin sonucudur. Bir hadis-i +şerifde buyurulmuştur: + "Kanaat tükenmez bir hazinedir" + Gerçekten kanaat sahibi bir kimse, işini yoluna kor, başkalarına muhtaç olmaktan +kurtulur. Hazinelere sahibmiş gibi, şeref ve huzur içinde yaşar. Diğer bir hadis-i şerifde de +şöyle buyurulmuştur: + "Kanaat eden aziz olur, hırslı olan da zelil olur." + Herhangi bir işte bilinen mikdarı aşmak bir israfdır. Bir şeyi boş yere dağıtmak, uygun +olmayan yerlere harcamak bir tebzir (savurganlık)dır. Bir şeyin elde edilmesini hasislikle +karışık bir şekilde isteyip durmak da tama'dır kir, bunlar kesinlikle kötü huylardır. + Hırs'a gelince, bu da bir şey hakkında gösterilen aşırı bir istek ve meyilden ibarettir ki, +iki türlü olur: Biri, adi şeyler hakkında olan hırstır ki, bu kötüdür. Kalbin ihtiyacından ve +gevşekliğinden ileri gelir. Diğeri ise, yüksek ve güzel şeyler hakkındaki hırstır. Bu iyidir, +ruhun iyiliğine ve himmetine delalet eder. + 77- Kerem: Cömertlik, şeref, kıymetli şeyleri gönül hoşluğu ile vermek demektir. +Bunun karşıtı, hasisliktir. +Kerem, yüksek bir huy üzere yaratılmış insanlara ait bir özelliktir. + 78- Lutf: İyilik ve güzelliktir. Yumuşaklıkla ve okşama ile muamele yapmaktır ki, +insanlık nişanıdır. Karşıtı, cevr (eziyet)dir ki, insanlığa yakışmaz. Yaratıklar hakkından +gösterilen lütuf ve kerem, yaratıcının yardımına kavuşmaya bir yoldur. + 79- Lâtife, Mizah: Şaka ve hoş duygulu söz demektir. Karşıtı, ciddiyet'dir. Sırf bir +eğlence ve iltifat için yapılan ve hiç bir kimsenin gönlüne dokunmayan latifeler caizdir. +Yeter ki hoş olsun, gereğinden fazla olmasın. + Latifenin çokluğu gülmeyi artırır, kalbi öldürür, heybeti giderir, düşmanlığa sebeb olur. +Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "İnsan bir söz söylerken bununla yanındakiler gülüşürse, kendisi Süreyya'dan +(yıldızdan) daha uzağa uçar gider." Şeref ve heybeti havaya gider, demektir. Bundan +dolayı, bu gibi latifelerden çekinmelidir. + 80- Muhabat: Öğünme, böbürlenme, maddî ve manevî bazı vasıflardan dolayı +öğünmek demektir. Takdir edilmeye değer yüksek şeylere sahib olmaktan dolayı +övünmede bulunmak caizdir. Fakat herhangi bir geçici varlıktan dolayı öğünmek, +kendisini yüksek görmek caiz değildir. Böyle bir davranışa "Ucb, gurur, cahilce öğünme" +denir ki, pek kötüdür. + Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "Üç şey helak edicidir: Fazla cimrilik, kendisine uyulan heva (nefis arzusu), +kişinin kendi nefsini beğenmesi." + 81- Metanet: Sağlamlık, dayanıklık manasınadır. Deyim olarak: İnsanın fikrinde sabit +olması, tutumunda kuvvetli ve inancında köklü bulunması demektir. Bunun karşıtı, +gevşeklik ve kuvvetsizliktir. Hak uğrunda metanet göstermek, kıymetli bir huydur. + 82- Medh: Övmek, irade ile yapılan güzel işlerden dolayı dil ile övme demektir. Karşıtı, +zem (yermek)dir. Birinin aleyhine fena sözler söylemek, onun kötü hallerini meydana +koymaktır. + Övgüye layık kimseleri övmek, cemiyet arasında fazilet ve kemalin artmasına sebeb +olabileceği için iyidir. Fakat övülmeye layık olmayanları övmek, gerçeğe aykırı, ahlaka zıd +ve başkalarını aldatmaya sebeb olacağından pek kötüdür. Bir hadis-i şerifde +buyurulmuştur: + "Övücüleri gördüğünüz zaman yüzlerine toprak saçınız." + Doğrusu, şahsî bir çıkar düşüncesi ile layık olmayanları övmeye kalkışanlar, böyle bir +muameleye hak kazanırlar. Herhangi bin insanı haksız yere yermek de haramdır. + 83- Müdara, Mümaşat: Yüze gülmek, görünüşte dost olmak, insanlara karşı güzel +davranışlarda bulunmak, başkalarının fikirlerine uyarcasına hareket etmek, sükun ve +anlayış üzere durmaktır. Din esaslarına uygun olarak yapılan müdara iyidir, başarıya +sebebdir. Bir hadis-i şerifde buyurulmuştur: + "İnsanlara müdara etmek bir sadakadır." + Diğer bir hadis-i şerif de şöyle: + "Ben farzlarla emrolunduğum gibi, insanlara müdara ile de emrolundum." + Fakat güzel bir sonuç düşüncesiyle olmaksızın, herhangi bir kimsenin makamından ve +servetinden dolayı yüzüne gülmek, ona müdarada bulunmak çok kötüdür. Böyle bir +davranışa, temellük, tabasbus, müdahane (yağcılık), yaltaklanmak, dalkavukluk denir ki, +insaniyete asla yakışmaz. Dince yasak, aklen de çirkindir. + 84- Muhabbet: Sevgi, dostluk ve lezzet duyulan bir şeye gönlün meyletmesi +demektir. Bunun karşıtı Buğz (nefret), düşmanlıktır. + Muhabbetler iki türlüdür: Biri sebebi kaybolan muhabbetlerdir. Bir kimseyi yalnız +dünyalığından dolayı sevmek. O dünyalık aradan kalkınca, muhabbet de aradan kalkar. + Diğeri sebebi kaybolmayan muhabbettir. Herhangi bir insanı, yalnız Allah için sevmek +gibi... Bu tür muhabbetler devam eder. İşte ahlakça bir fazilet sayılan muhabbetlerden +maksad da, bu tür sevgilerdir. Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "Yüce Allah'a amellerin en sevgilisi, Allah için muhabbet ve Allah için +buğzdur." Onun için insan Yüce Allah'ın sevdiği şeyleri sevmeli ve sevmediği şeyleri de +sevmemelidir. + 85- Merhamet, Rahm: Esirgemek, acımak, şefkat göstermek, çaresizlerin hallerine +kalben acıyarak kendilerine yardımda bulunmak demektir. Merhamet, temiz ruhların bir +süsüdür. Yalnız insanlara değil, hayvanlara da merhamet etmeli, acımalıdır. Bir hadis-i +şerifde buyurulmuştur: + "Yerde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olanlar size merhamet etsin." + 86- Mürüvvet: Erkeklik, insanlığa uygun olan şeyi yapmak, güzel görünen şeyleri alıp +yerilmeyi gerektiren hallerden kaçınmak demektir. Bunun karşıtı, namerdliktir. + Açıkça yapılmasından utanılacak bir işi, gizlice yapmamak da bir mürüvvet sayılır. +Görülen bir iyiliği unutmamak ve fırsat düştükçe karşılığında iyilik yapmak da bir +mürüvvet eseridir. + 87- Müşavere: Danışma, bir işin hayırlı olup olmadığını anlamak için uygun görülen +kimselerle görüşüp fikirlerini almak demektir. Karşıtı dediğim dediklik ve kendini +beğenmişlik. + Müşavere bir sünnettir. İnsan danışma sonunda aydınlanır, bilmediği ve hatırına +gelmeyen şeyleri öğrenir, tedbirli olarak hareket etmiş olur. Yalnız kendi fikri ile hareket +eden, çok kez pişmanlık çeker. Bir hadis-i şerifin anlamı şöyledir: + "Müşavere eden (danışan) zarar görmemiştir." + Ancak kendisine danışılacak kimse, doğru sözlü, tecrübeli, danışılan iş üzerinde bilgili, +hiddet ve gurur gibi hallerden beri olmalı, düşüncesini olduğu gibi söylemekten +çekinmemelidir. + 88- Muavenet, Teavün: İnsanların birbirine yardımda ve hizmette bulunmaları +demektir. İnsanlar daima birbirlerinin yardımına muhtaçtırlar. İnsan, elinden gelen +yardımı akrabasından ve dostlarından, din kardeşlerinden esirgememelidir. Ancak +yardımlar iyi işlerde olmalıdır. Kötü işlerde yardımcı olmak günahtır, zarardır. Kur'an-ı +Kerîm'de buyurulmuştur: "Birbirinize iyilik ve takva üzere yardım ediniz. Günah ve +düşmanlık üzere yardımlaşmayınız." + 89- Minnet: İyilik etmek manasına geldiği gibi yapılan iyilikleri birer birer sayarak +başa kakmak anlamına da gelir. Bu ikinci anlamda olan minnet, fena bir huydur, yapılan +iyilikleri siler. Bir ayet-i kerimede buyurulmuştur: + "Ey mü'minler! Sadakalarınızı, minnet altında bırakarak ve eziyet ederek boşa +çıkarmayın." + Fakat iyilik edilen kimse nankör olursa, uyarılabilir, nankörlüğe son verilmesi +kendisinden istenebilir. + 90- Namus: Şeref, iffet, edeb, haya, emniyet ve istikamet gibi faziletlerin tümünden +ibaret olan pek kıymetli bir vasıftır. Şeriata ve kanuna da namus denir. Melek Cibril-i +Emîn'e Namus-i Ekber denilmiştir. Namusun karşıtı, iffet ve istikametten yoksun +bulunmaktır. + Namus, değişmeyen bir gerçektir. Onun bunun anlayışına göre değildir. İslam ahlak ve +adabına uymayan herhangi bir şeyin namus vasfı ile ilgisi yoktur. Onun için İslam +ahlakına uymayan şeylerden kaçınmak gerekir. + 91- Nifak: İki yüzlü olma, dil ile mü'min veya dost görünüp kalbde küfür ve +düşmanlığı gizlemek anlamındadır. Böyle bir insana Münafık, Zülvecheyn (iki yüzlü) denir. +Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: + "İki yüzlü olan kimse, Allah katında bir mevki sahibi olamaz." + Onun için insan samimi olmalı, dili kalbine, sözü de özüne uygun bulunmalıdır. + 92- Nemime: Söz gezdirmek, koğuculuk yapmak, bir kimse aleyhine söylenen sözleri +bir kötülük maksadı ile o kimseye ulaştırmak demektir. Bu çok kötü bir huydur. Bu +yüzden nice dostların arası açılır, nice düşmanlıklar yüz gösterir. Bir hadis-i şerifde +buyurulmuştur: "Koğucu olan Cennet'e giremez" Böyle bir müslüman azaba hak +kazanır demektir. Doğrudan doğruya cennete girmeye layık olamaz. Ne büyük bir +korkutma!.. Böyle çirkin bir halden Allah'a sığınırız. + 93- Va'd: Söz vermektir. Söz verilen bir şey, bir kimsenin yapacağına dair söz verdiği +iştir. İnsan gerek olmadıkça bir şey için söz vermemelidir. Söz verince de "İnşaallah" +deyip onu yerine getirmelidir. + Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur: "Va'd (verilen söz) borçtur." Onun için, +verilen sözü yerine getirmek insanlık borcudur. + 94- Vefa: Verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, din ve akla uygun olarak +gereken şeyi yerine getirip altından çıkmak demektir. Bu pek şerefli bir görevdir. Karşıtı +Hulf, caymak sözünde durmamak, verilen sözü yerine getirmemektir ki, bu haramdır. +Eski dostluğu, korumaya da "Vefakârlık" denir. İnsan vefalı olmalı, dostluk haklarını +unutmamalıdır. + 95- Vakar: Ağırbaşlı olmak, yapılacak işlerde tedbirli ve yavaş davranmaktır. Bunun +karşın "Hafiflik"dir. Samimi olan vakar, insanın kıymetini yükseltir. Bunun işareti, insanlar +arasında ve yalnızlıktan eşit bir hal üzere bulunmaktır. Hafiflik ise, insanın şerefini giderir. + Vakar, bir büyüklenme hali değildir. Düşünceden ve şerefi koruma duygusundan, ilmin +ve hilmin kuvvetinden ileri gelir. Hafiflik ise, ahmaklık ve az akıllılık nişanıdır. Gereksiz +yere öteye beriye bakıp durmak veya gidip gelmek, bazı organları oynatmak, her söze +önemle kulak vermek, gereksiz sorular sormak, soru ve cevablarda acele etmek, elbise +ve kıyafete gereğinden fazla düzen vermek hep hafiflik eseridir. Onun için insan, böyle +hafif sayılacak hareketlerden kendisini korumalıdır. + 96- Himmet: Yüksek bir irade, kalbin bütün ruh kuvveti ile Yüce Allah'a ve kutsal +amaçlara yönelmesi demektir. Bunun karşıtı, huyun aşağılığı ve bayağı şeylere istek +göstermesidir. İnsan himmetine göre yükselir. "Himmetin yüksekliği imandandır." Yüksek +gayelere yetişmek arzusu, üstün bir himmetin nişanıdır. + Daima yükseklik aynasına gözünü dik ki, + Gözünden himmet nuru yansıyıp parlasın... + 97- Yüsr: Kolaylık, zenginlik, bir şeyin yapılması veya yapılmaması üzerinde kolaylık +göstermek demektir. Karşıtı, Usr (güçlük) sözüdür. Çetinlik demektir. İslamda kolaylık bir +esastır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır: + "Müjdeleyiniz, tiksindirmeyiniz. Kolaylık gösteriniz, güçleştirmeyiniz." + Onun için insanların kalblerini sevindirmek, nefret doğuracak şeylerden kaçınmak ve +insanlara her işte kolaylık göstermek esastır. Bir hadis-i şerifin yüksek anlamı şöyledir: + "Din kolaylıktır. Dinde üstünlük yarışına çıkan herhangi bir kimseye, din +muhakkak üstün gelir." + Artık kutsal İslam dininin bütün insanlık için rahmet olan bu mübarek esasını güzelce +bilmeli, onun her yönü ile kolay olan ve uygulaması çok uygun olan emirlerine ve +hükümlerine gereği üzre bağlanmalıdır. Onun gösterdiği geniş ve nurlu yolu izlemeye +çalışmalıdır. İnsan ancak bu şekilde selamete ve hidayete kavuşur, mutluluğa erer. Bizleri +böyle yüksek bir dine kavuşturan Yüce İlahımıza ne kadar şükretsek yine kulluk +görevimizin milyonda birini yerine getirmiş olamayız. Ancak onun ezelî ve ebedî olan yüce +varlığına sığınarak kusurlarımızın ve günahlarımızın bize bağışlanmasını kırık bir duygu +ile, değersiz bir ifade ile istirham eder, af ve keremlerine kavuşmayı şu değersiz ve +günahkar yalvarışımızla dileriz. + "Övgü ve sevgi âlemlerin Rabbına, yardım ve teslimiyetler efendimiz +Muhammed'e, soyundan gelenlere ve bütün sohbet dostlarına olsun." + 10. Bölüm: Siyer-i Enbiya + +Peygamberlere Ait Siyerin Anlamı, Yararları ve +Kaynakları + + 1- Peygamberlerin siyeri, mübarek peygamberlerin yüksek hayatlarına ait bilgiler olup +genel tarihin pek kıymetli bir bölümüdür. + Bilindiği gibi, Yüce Allah, önce insanlara kendi içlerinden zaman zaman peygamberler +göndermiştir. İnsanların bir kısmı bu mukaddes peygamberlere uymuşlar ve böylece hem +dünya, hem de ahiret görevlerini yapmışlardır. Düzenli medeniyetler kurmuş ve faziletlere +ermişlerdir. Diğer bir kısmı da, bu mübarek peygamberlere karşı çıkıp onlara aykırı +harekette bulunmuşlardır.Bu tutumları ile gerçek insanlık vasfından yoksun kalmış ve +küfrü imana, rezaleti ve fazilete tercih etmişlerdir. Bu yüzden de sonunda felâketlere +düşüp sönüp gitmişlerdir. + İşte "Siyer-i Enbiya (Peygamberler tarihçesi)" dediğimiz Peygamberlerin hayatları ile +ilgili bilgiler, onların güzel hallerini bildirir, onların ümmetlerini ne şekilde dine +çağırdıklarını gösterir, kavimleri ile olan bazı olayları ve savaşları kaydeder. Bunlar bizim +için ibret alınacak ve yararlanacak birer büyük öğüt olur. + 2- Peygamberler tarihinin birçok yararları vardır. Şöyle ki: İnsan, Peygamberler tarihini +okuyunca, bazı peygamberlerin yüksek varlıklarını ve güzel ahlâklarını öğrenir. Onların +hak yolunda ne kadar çalıştıklarını, insaniyete ve medeniyete ne kadar yükseklik +kazandırdıklarını anlar. Böylece zihni açılır ve zekâsı artar, kendisinde bir uyanıklık olur. +Kalbinde din duygusu kuvvetlenir. Din büyüklerine saygı çoğalır ve onların güzel ahlâkları +ile ahlâklanmaya çalışır. + 3- Peygamberler tarihinin kaynaklarına gelince: Bunların başlıcası Kur'ân-ı Kerîm ile +hadis-i şerîf kitablarıdır. Bunlar iki kutsal kaynaktır. En doğru bilgi, ancak bu iki gerçek +kaynaktan alınır. Şu da bir gerçek ki, bir kısım peygamberlere ait Tevrat'da, İncil'de ve +diğer önceki din kitablarında olan bazı bilgiler değişikliğe uğramış olduğundan bunlara +asla güvenilmez. + Tarih kitablarına gelince, bunların verdikleri bilgilerin çoğu da birer sağlam belgeye +dayanmadığından olduğu gibi kabul edilemez. Zaten Peygamber Efendimizin zamanından +önceki çağlara "İlk Çağlar" denir ki, bu çağlara ait tarih bilgileri pek noksandır. Bunun +içindir ki, birçok peygamberlerin hayatları bizce bilinmemektedir. + 4- Büyük peygamberler arasında bütün hayatı bilinen peygamber, ancak bizim +peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'dir. Peygamber Efendimiz +bütün kutsal hayatı, olanca ayrıntılarına kadar tamamen kaydedilmiştir. Bu özellik ve +şeref, dünyada başka hiç bir kimseye nasib olmamıştır. + 5- Peygamberlerin yüksek hayatları üzerinde yazılmış birçok Siyer kitabları vardır. +Fakat bunların en geniş ve en mükemmelleri, bizim peygamberimizin yüksek hayat +hallerine dair olanlardır. Peygamberimizin hakkında olan ilk siyer kitabını, Tabiîn'den +(ashabı görenlerden) "Urve" ile, talebelerinden "Zührî'dir. Diğer bir rivayete göre, +Peygamber Efendimiz kutsal sîretlerini ilk yazan zat, hicretin (150) yılında Bağdad'da +vefat eden Muhammed İbni İshak'dır. + 6- Bugün elde bulunan Siyer kitablarının en eskisi ve en güvenilir olanları şu üç +eserdir: (207) tarihinde Bağdad'da vefat etmiş olan Vakıdî'nin Siyer Kitabı. (313) de vefat +eden Basra'lı İbni Hişam'ın Siyer Kitabı. (315) yılında Bağdad'da vefat eden Muhammed +Taberî'nin yazmış olduğu Siyer kitabıdır. + İslam âlimleri, Peygamber Efendimiz hakkında daha birçok kitablar yazmış oldukları +gibi, Avrupalı şarkiyatçı tarihçiler de bu konuda pek çok kitablar yazmışlardır. + 1) Adem Aleyhisselâm + + 7- Yüce Allah önceleri birçok peygamber göndermiştir. Fakat bunların yalnız yirmi +beşinin mübarek adları Kur'ân-ı Kerîmde açıklanmıştır. Bizlere bir uyarı ve ders olmak +üzere o kutsal peygamberlerin yüksek hallerinden haber vermiştir. Biz kendilerine iman +etmekle yükümlü bulunduğumuz o büyük peygamberlerden kısaca bilgi vereceğiz: + 1) Adem Aleyhisselâm + 8- Bütün insanların ilk babası ve ilk Peygamberi Adem aleyhisselâm'dır. Şöyle ki: Yüce +Allah, bu âlemi yoktan var etmiş, birçok devirler geçtikten sonra da yeryüzünde insan +cinsinin ilk babası olmak üzere büyük kudret ile Hazret-i Âdem'in cesedini topraktan +yaratmış ve onu ruhla, ilimle seçkin kılmış ve ona eş olmak için de Hazret-i Havva'yı +yaratmıştır. + Bütün melekler Hazret-i Allah'ın emri ile Âdem'e secde ettiler, yalnız meleklerin +arasında yaşayan ve aslında cinlerden bulunan İblis (Şeytan), kendisinin ateşten +yaratılmakla Âdem'den daha üstün olduğunu söyleyerek büyüklenmiş ve secde etmekten +kaçınmıştı. Bunun cezası olarak da melekler arasından kovulmuş ve lanete uğramıştır. + 9- Yüce Allah özel bir ikram olarak Âdem ile Havva'yı Cennet'e koymuş ve hikmeti +gereği olarak cennette bulunan bir ağacın meyvesinden yemelerini kendilerine +yasaklamıştı. Oysa ki, Şeytan, bir yolunu bularak Cennet'e girmiş ve bunlara kuşku +vermiş. Demiş ki: Bu meyveden yerseniz, devamlı olarak burada kalırsınız. Hem de +onlara bunu yemin ederek söylemişti. Âdem ve Havva yasak durumu unutarak o +meyveden yemişler. Bunun üzerine Cennet'den çıkırılarak tekrar yeyüzüne +indirilmişlerdir. Rivayete göre Âdem aleyhisselâm Serendib adasına, Hazret-i Havva da +Cidde'ye indirilmiş. Sonradan Mekke civarında "Müzdelife" denilen yerde buluşmuşlardır. + Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva hemen pişman oldular, tevbe edip istiğfarda +bulundular. Yüce Allah tevbelerini kabul buyurmuş ve Adem'i kendi evlâd ve torunlarına +Peygamber yapmıştır. Kendisine on sayfalık bir kitab vermiştir. + 10- Rivayete göre Âdem aleyhisselâm bin sene veya dokuz yüz otuz sene yaşamıştır. +Vefat edince, Serendip adasında veya Mekke-i Mükerrem'de Ebû'l Kubeys dağında +gömülmüştür. Nuh aleyhisselâm tarafından gemiye alınmış olan mübarek cesedlerinin +sonradan Beyt-i Makdis'de gömülmüş olduğu da rivayet edilmiştir. + Hazret-i Âdem'den bir sene sonra da, Hazret-i Havva vefat edip Cidde'de veya Hazret-i +Âdem'in yanında gömülmüştür. + 11- Bilindiği gibi, Yüce Allah kudret ve hikmet sahibidir, dilediğini dilediği şekilde +yaratır. Onun için Âdem aleyhisselâm'ı insanların ilk babası olmak üzere mükemmel bir +halde yaratmıştır, yoksa başka bir yaratıktan tekâmül yolu ile meydana getirmiş değildir. +Buna aykırı olan sözler, birer kuru görüşten ibarettir. İnsanların kadrini ve şanını bozduğu +ve din bilgilerine aykırı bulunduğu için, bizce hiç bir önemi yoktur. + 12- Âdem aleyhisselâm'dam, sonra peygamberlik, Allah tarafından Hazret-i Şît'e +verilmiştir. Şit aleyhisselâm, Hazret-i Âdem'in en güzel ve en sevgili oğludur. Rivayete +göre, Hazret-i Âdem'in yaratılışından yüz yirmi sene sonra doğmuş ve 912 yıl yaşamıştır. +Ölünce Ebû Kubeys dağında Hazret-i Âdem'in yanına gömülmüştür. + Hazret-i Şît'e peygamberlik, tevhid ve tesbih esaslarını kapsayan, elli sayfalık bir kitab +verilmiş ve Hazret-i Âdem'in vasiyeti üzerine kadeşlerinin reisi bulunmuştur. Bir rivayete +göre Kâbe-i Muazzama'yı Hazret-i Âdem, diğer bir rivayete göre de Hazret-i Şît ilk kez +olarak taştan bina etmiştir. Şît'in anlamı "Hibetullah (Allah'ın bağışı)" dır. Hazret-i Âdem'e +Kabil tarafından şehid edilen Habil'e bedel olarak Allah tarafından ihsan buyurulmuş +demektir. Bu zata "Şiş" de denilmektedir. + 2) İdris Aleyhisselâm + + 13- Hazret-i İdris büyük bir peygamberdir. Hazret-i Şît'den sonra peygamber +olmuştur. Birçok ilimlere, hikmetlere, göklerin esrarına dair bilgisi vardı. Bir rivayete göre +ilk yazı yazan ve ilk elbise giyen Hazret-i İdris'dir. Yeryüzünde üç yüz altmış sene +yaşadığı rivayet edilir. Sonunda Hak Teâlâ tarafından yüksek bir makama kaldırılmıştır. + + + + +3) Nuh Aleyhisselâm + + 14- Hazret-i Âdem'den sonra insanlar çoğalmış, bir çok yerleri imar etmiş; fakat +Allah'ın birliğine dayanan gerçek tevhid dinini bırakıp putlara tapınmaya başlamışlardı. +Kendilerine kırk veya elli yaşında bulunan Hazret-i Nuh aleyhisselâm peygamber +gönderildi. Bu muhterem peygamberin dokuz yüz elli sene süren öğütlerini dinlemediler. +Sonunda Hazret-i Nuh, Yüce Allah'ın emri ile gemi yaptı. Bu gemi tamamlandıktan sonra +gökten yağmurlar yağmaya, yerden sular fışkırmaya, denizler kaynayıp taşmaya başladı, +sular bütün yeryüzünü kapladı. Dağların tepelerini bile aştı. Buna "Tufan" olayı denir ki, +rivayete göre Hazret-i Âdem'in yaratılışından "2242" sene sonra olmuş, beş veya yedi ay +devam etmiştir. + 15- Nuh aleyhisselâm, Sam, Ham, Ham ve Yafes adındaki üç oğlu ile diğer mü'minleri +ve uygun gördüğü hayvanlardan birer çifti gemiye almış, bunun dışında kalanlar suların +içinde boğulup gitmişlerdir. Hazret-i Nuh'un Yam veya Ken'an adındaki oğlu da kendisine +inanmayıp bu günahkâr kavim arasında boğulup gitmiştir. + Daha sonra yağmurlar kesilmiş, sular çekilmeye başlamış, Hazret-i Nuh'un gemisi de, +Musul civarında "Cudî" denilen dağın üzerine Muharrem'in onuna raslayan "Aşura" +gününde oturmuştu. Rivayete göre kırkı erkek kırkı dişi olmak üzere seksen kişiden ibaret +bulunan gemi halkı karaya çıkmış, Yüce Allah'ın dinine bağlı kaldıkları için selâmete +ermişlerdi. + 16- Hazret-i Nuh'a ikinci Âdem denir. Çünkü yeryüzündeki insanlar Tufan'dan sonra +bütün onun neslinden türeyip yeryüzüne dağılmış, aralarında başka başka diller meydana +gelmiştir. + Rivayete göre Hazret-i Nuh'un oğlu bulunan Sam, Arabların, Parsların, Rumların, Ham +Sudan kavminin, Yafes de Türklerin ilk babasıdır. + Hazret-i Nuh Tufan'dan sonra altmış sene veya üç yüz elli sene kadar daha yaşamıştır. + 17- Nuh aleyhisselâm ve diğer kimselerin çok uzun seneler yaşamış oldukları çok +görülemez. Yüce Allah ilk insanları, hikmeti gereği çok yaşatmıştır. Allah'ın kudretine göre +güçlük yoktur. Zaten varlığımızın her anı onun kudreti ile ayaktadır. Yoksa bir an bile +yaşamak mümkün değildir. Onun için Yüce Allah dilediğini uzun ömre kavuşturur. Artık +bu seneleri ay ve mevsimlere çevirmeye gerek yoktur. + Tufan olayına gelince, bu alimlerin çoğunluğuna göre genel olmuştur. Bütün yeryüzünü +kapsamıştır. En yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanlarının fosilleri de bunu +kuvvetlendiriyor. Bazı alimlere göre de, özel bir bölgede olmuştur. Yalnız Hazret-i Nuh'un +bulunduğu Babil bölgesine ve etrafına aittir. Gerçeğini Allahü Teâlâ Hazretleri bilir. + 4) Hud Aleyhisselâm + + 18- Hazret-i Hud, Yemen'de Hadremut civarında "Ahkaf denilen yerde yaşayan "Ad" +kavmine peygamber gönderilmiştir. Şöyle ki: İnsanlar, Tufan felâketinden sonra yine +azıtmışlar, yollarını sapıtmışlar, Allah'ın dinine aykırı işlere sarılmışlardı. Bunlardan bir +kısmı da "Ad" kavmi idi. Bunlar, birçok nimetlere ve kuvvetlere kavuşmuş muhteşem +binalar yapmış; fakat Yüce Allah'ın birliğini inkâr ederek putlara tapınmakta +bulunmuşlardı. Kendilerine Hud aleyhisselâm gönderildi. Bu muhterem peygamber, birçok +mucizeler gösterdi. Fakat inanmadılar. Nihayet yedi gün sekiz gün devam eden şiddetli +bir rüzgâr ile helak oldular. Hazret-i Hud da, kendisine iman edenlerle beraber çıkıp başka +tarafa gitti. Yüz elli sene yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme'de veya Hadremut'ta +gömüldüğü rivayet edilmiştir. + + + + +5) Salih Aleyhisselâm + + 19- Hazret-i Salih, Şam ile Hicaz arasında "HİCR" denilen yerde yaşayan "Semud" +kavmine peygamber gönderilmiştir. Bu kavim de dağları delmiş, taşları oymuş, +kendilerine pek sağlam binalar yapmışlardı. Fakat, bunlar da doğru yoldan çıkmış +bulunuyorlardı. Hazret-i Salih'in yirmi sene devam eden emirlerine ve öğütlerine +muhalefet ettiler. "Bu deveye dokunmayınız" dediği ve bir mucize olarak taştan Allah'ın +emri ile çıkardığı hayvanı boğazladılar. Nihayet şiddetli bir gürültü ile yerlere serilip helak +oldular. Salih peygamber de, kendisine iman edenlerle beraber çıkıp önce Şam'a, +Filistin'e, sonra da Mekke-i Mükerreme'ye gitti. Seksen beş sene veya iki yüz sene +yaşadığı ve Mekke-i Mükerreme'de rükün ile makam arasında gömüldüğü rivayet edilir. + + + + +6) İbrahim Aleyhisselâm + + 20- Hazret-i İbrahim "Ulü'l-Azm (azm sahibleri)" denilen büyük peygamberlerden +biridir. Bunlar, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm, Nuh +aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm ve İsa aleyhisselâm olmak üzere beş peygamberdir. + Nuh peygamberin çocukları yeryüzüne dağıldıktan sonra Ham'ın soyundan "Nemrud" +adında bir adam, birçok kabileleri başına toplayarak Babil'de, şimdiki Musul şehrinin +bulunduğu yerlerde Babil hükümetini kurmuştu. Babil ülkesine "Geldanistan" denildiği +gibi, hükümdarlarına da "Nemrud" denilir. + Babil halkı arasında "Saibe" denilen sapık bir din türemişti. Bunlar, güneşe, aya, +yıldızlara, putlara ve hükümdarlara tapmakta idiler. Yüce Allah, Nemrud İbni Ken'an +zamanında Babil halkına İbrahim aleyhisselâm'ı peygamber olarak gönderdi. O'na on +sayfalık kitab verdi. + 21- Hazret-i İbrahim, Babil halkına gerçek dini bildirmeye başladı, onları hak dine +çağırdı. Doğup batan, sönüp giden şeylerin tapılmaya uygun bulunmadıklarını onlara +söyledi. Fakat onlar aldırmadılar. Bir yortu günü insanlar şehir dışına çıkmışlardı. İbrahim +aleyhisselâm şehirde kaldı. Putların bulunduğu yere giderek bir kısım putları kırdı. +Elindeki baltayı da büyük bir putun boynuna astı. İnsanlar şehire dönüp bu durumu +görünce, bunu Hazret-i İbrahim'in yaptığını anladılar. + Hazret-i İbrahim de: + - "Eğer söyleyebilirse sorunuz; bunu bu büyük put yapmıştır!" dedi. Dediler ki: + - "Hiç cansız olan bir put böyle bir şey yapabilir mi?" Hazret-i İbrahim de: + -"Madem ki bunlar cansız, ellerinden bir şey gelmez şeylerdir; artık niçin bunlara +tapıyorsunuz?" dedi. + İbrahim aleyhisselâm bu cahil kavme, ne kadar sapıklık ve anlayışlık içinde kaldıklarını +bu hareketi ile anlatmak istemişti. Bunun üzerine hepsi de biraz sustular, cahilliklerini +anlar gibi oldular. Ne yazık ki, cehalet gururları tekrar baş gösterdi. Sapıklıklarında ısrar +ettiler. Hazret-i İbrahim'i, yaktıkları büyük bir ateş içine attılar. Fakat ateş, Yüce Allah'ın +emri ile gül bahçesi kesildi, O'nu yakmadı. Bu Allah'ın büyük bir mucizesi idi. Bunu +görenlerden bazıları iman ettiler. Hazret-i İbrahim de bu iman edenleri ve kendi aile +halkını yanına alarak Şam memleketine hicret etti. Bir aralık kıtlık olunca Mısır'a gitti. +Sonra da dönüp Ken'an ilinde (Beyt-i Makdis) çevresinde bulundu. + 22- İbrahim aleyhisselâm rivayete göre, Âdem aleyhisselâm'ın yaratılışından üç bin üç +yüz otuz yedi sene sonra Babil'de doğmuş ve yüz yetmiş beş veya iki yüz sene +yaşamıştır. Kudüs'e bağlı "Halilürrahman" kasabasında bir mağara içinde zevcesi Sare ile +beraber gömülmüştür. + Hazret-i İbrahim'e "Halilullah" denir. Ona bütün milletler saygı gösterir. Son derece +misafirsever idi. Minberde hutbe okumak, misvak kullanmak, sünnet olmak, tırnak +kesmek işleri, Hazret-i İbrahim'in bazı sünnetlerindendir. Kâbe-i Muazzama'yı, oğlu İsmail +aleyhisselâm ile ilk olarak veya yenileyerek inşa etmiştir. + + + + +7) Lût Aleyhisselâm + + 23- Hazret-i Lût, İbrahim aleyhisselâm'ın kardeşi Haran'ın oğludur. Onunla beraber +Şam'a hicret etmişti. Sonra Sedum memleketine peygamber gönderildi. Buranın halkı +dinden çıkmış ve o zamana kadar hiç bir kavmin yapmadığı fenalıklara atılmışlardı. +Hazret-i Lut'un öğütlerini dinlemediler. Sonunda başlarına taşlar yağdı, gönderilen +meleklerle yurdları altüst oldu. + Lût aleyhisselâm da çıkıp İbrahim aleyhisselâm'ın yanına gitti. O da Halilürrahman +kasabasında gömülüdür. + + + + +8) İsmail Aleyhisselâm + + 24- Hazret-i İsmail, İbrahim aleyhisselâm'ın oğludur. Hacer adındaki zevcesinden +dünyaya gelmiştir. Bu muhterem Hacer bir cariye idi. Bunu Mısır Hükümdarı, İbrahim +peygamberin zevcesi "Sare"ye bağışlamıştı. Sare de, bunu kocası, İbrahim aleyhisselâm'a +vermişti. Sahih görülen bir rivayete göre, Hacer, Sare'den önce vefat etmiştir. + 25- İbrahim aleyhisselâm, Allah'ın emri ile Hacer'i ve oğlu İsmail'i alıp Hicaz'da +Kabe'nin bulunduğu yere kadar götürdü. Onları orada bıraktı. Yemen'den gelmekte olan +"Cürhüm" kabileleri de bunlara arkadaşlık ettiler. O zamana kadar ıssız ve susuz bulunan +Mekke vadisini bunlar imar ettiler. Bunların ayakları bereketiyle "Zemzem" denilen su +meydana çıktı. Artık oralar şenlenmiştir. + 26- Hazret-i İbrahim, bir aralık bir rüya gördü. Bu, Yüce Allah'ın bir vahyi idi. Ona, +oğlu İsmail'i kurban etmesi emrolunmuştu. Bunun üzerine henüz on iki yaşında bulunan +oğlu Hazret-i İsmail'i, Mekke'de Sebîr dağının eteğinde tenha bir yere götürdü. Onu, Allah + rızası için kurban etmek istiyordu. Bu sevgili yavru da: "Babacığım, emrolunduğun şeyi +yap! İnşallah beni sabredenlerden bulursun," diyordu. Bu, Allah yolunda olan fedâkârlığın +en yüksek bir nişanı idi. Fakat Yüce Allah lütfetti. Baba ile oğlun şu teslimiyetine mükâfat +olarak Hazret-i İsmail yerine kurban edilecek bir koç ihsan etti. Böylece bu masum yavru, +kurban edilmekten kurtuldu. + 27- İsmail aleyhisselâm, büyüdü ye Cürhüm kabilesinden bir kızla evlendi. On iki +çocuğu oldu. İbrahim aleyhisselâm ara sıra gelir, oğlunu görürdü. Sonra Hazret-i İsmail'in +oğulları ve torunları çoğalıp etrafa hakim olmuşlardı. + Hazret-i İsmail, babası Hazret-i İbrahim'in şeriatı (dini) ile amel etmek üzere Yemen +kabilelerine ve "Amalika" denilen eski bir kavme peygamber gönderilmişti. Hazret-i +İbrahim'den kırk sene sonra yüz otuz yedi yaşında vefat ettiği ve anası Hacer'in +"Hicr"deki kabri civarına gömüldüğü rivayet edilir. + + + + +9) İshak Aleyhisselâm + + 28- Hazret-i İshak, İbrahim aleyhisselâm'in ikinci oğludur. Sare'nin çocuğu olmuyordu. +Hazret-i İsmail doğduğu zaman, buna üzülmüştü. Yüce Allah lütfederek Sare'ye de +ihtiyarlığı zamanında Hazret-i İshak'ı verdi. İshak aleyhisselâm, daha Hazret-i İbrahim +hayatta iken Şam halkına Allah tarafından peygamber gönderildi. İbrahim aleyhisselâm'ın +vefatından sonra onun yerine geçti. Soyundan birçok peygamberler gelip geçti. + 29- Bazı rivayetlere göre, İbrahim aleyhisselâm, Hazret-i İsmail'i değil, Hazret-i İshak'ı +kurban etmekle emredilmişti. + İshak aleyhisselâm, rivayete göre altmış yaşında iken vefat etmiştir. Hazret-i +İbrahim'in yattığı mağarada gömülmüştür. Annesi Sare de yüz yirmi yedi yaşında Şam'da +vefat etmiştir. + + + + +10) Yakub Aleyhisselâm + + 30- Hazret-i Yakub, İshak aleyhisselâm'ın oğludur. Lâkabı "İsrail" olduğundan +oğullarına ve torunlarına "Beni İsrail (İsrail Oğulları)" denmiştir. + Hazret-i İshak'dan sonra, yerine peygamber olarak Kenan ilinde kalmıştı. Sonradan +Mısır'a gitmiş ve orada vefat etmiştir. Oradan da vasiyeti üzerine, dedesi, Hazret-i +İbrahim'in gömülü bulunduğu "Halilürrahman" kasabasındaki mağaraya taşınmıştır. + + + + +11) Yûsuf Aleyhisselâm + + 31- Hazret-i Yûsuf, Yakub aleyhisselâm'ın oğludur. Hazreti Yakub'un on iki oğlu vardı. +Fakat hepsinden çok Hazret-i Yusuf'u severdi. Onda başka bir güzellik, başka bir zekâ ve +kabiliyet belirtisi vardı. Daha on iki yaşında iken, bir gece rüyasında, on bir yıldız ile +güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü. Bu rüyasını babası Hazret-i Yakub'a +söyledi. O da, kıskançlık doğurmasın diye: + - "Çocuğum! Bu rüyayı kardeşlerine söyleme," dedi. + Hazret-i Yusuf'un kardeşleri, babalarının Yusuf hakkındaki sevgisini kıskanıyorlardı. +Nihayet bir gün onu eğlence maksadı ile kıra götürüp kör bir kuyuya bıraktılar. Sonra +gelip kuyudan çıkaran bir kafileye, kölemizdir diyerek sattılar. Eve döndükleri zaman da, +babalarına: + - "Yusuf'u kurt yedi" diye yalan söylediler. + Kafile, henüz on yedi yaşında bulunan Hazret-i Yusuf'u alıp Mısır'a götürdü. Orada +Mısır'ın Azizi'ne (Maliye bakanı Kıtfır'a) sattı. + 32- Yusuf aleyhisselâm çok güzeldi. Yüzünden-gözünden nurlar akardı. Kendisine önce +hikmet ilmi, sonra da peygamberlik verilmiştir. Aziz'in zevcesi Zeliha'nın kendisine olan +meylini, son derece iffet ve temizliğinden dolayı kabul etmemişti. Bunun üzerine iftiraya +uğrayarak yedi sene zindanda kaldı. Sonra suçsuzluğu anlaşılarak zindandan çıkarıldı. +Mısır'a Maliye Bakanı oldu. İffet ve temizliğinin mükâfatına kavuştu. + 33- Hazret-i Yusuf zindanda iken, Amalika kavminden olan Reyyan İbni Velid adındaki +Firavun'un (Mısır hükümdarının) aşçısı ile şerbetçisi de zindana atılmışlardı. Bunlar +gördükleri birer rüyayı Hazret-i Yusuf'a anlatarak yorumlamasını istediler. Hazret-i Yusuf +da bunlara, önce biraz öğüt verdi. Sonra da rüyalarını yorumladı. Bunlar bir zaman sonra +Hazret-i Yusuf'un yorumuna uygun olarak zindandan çıkarıldılar. Biri, Firavun'a yine +şerbetçi oldu. Diğeri de asıldı. Hazret-i Yusuf bir müddet daha zindanda kaldı. Sonra Mısır +Hükümdarı da bir rüya gördü. Bunu kimse yorumlayamadı. Şerbetçinin uyarması üzerine +Hazret-i Yusuf'a başvuruldu. Bu rüyaya göre, yeryüzünde yedi yıl bolluk, ondan sonra +yedi yıl kıtlık olacak. Sonra da bir yıl halk pek ziyade varlık görecekti. + Hazret-i Yusuf'u zindandan çıkardılar. Mısır'ın Aziz'i vefat etmişti. Hazret-i Yusuf'u +Mısır'a Maliye Bakanı tayin ettiler. Zeliha'yı da ona nikahladılar. Rivayete göre bu +Hükümdar, Hazret-i Yusuf'a iman etmiştir. + 34- Yusuf aleyhisselâm'ın emriyle bolluk senelerindeki fazla ekinler, başakları ile +beraber ambarlarda biriktirildi. Sonra kıtlık yılları başladı. Artık insanlar bu ambarlara +koşup duruyorlardı. Hazret-i Yusuf bu kıtlık günlerinde bazan aç kalırdı. Ona: + - "Elinin altında bu kadar yiyecek bulunduğu halde, neden aç kalıyorsun?" denildiği +zaman şu cevabı veriyordu: + - "Aç kalanların hallerini anlayabilmek için!.." + Yusuf aleyhisselâm'ın kardeşleri de zahire almak için bir iki kez Kenan ilinden çıkıp +Mısır'a geldiler. Sonunda Hazret-i Yusuf kendisini kardeşlerine tanıttı ve onlara şöyle +söyledi: + - "Yüce Allah, merhamet edenlerin en merhametlisidir, sizi bağışlar. Bana yapmış +olduğunuz işden dolayı siz bugün kınanmayacaksınız." Böylece onlara büyük bir ikramda +bulundu. Muhterem babası Yakub aleyhisselâm ile annesini ve bütün kardeşlerini Mısır'a +davet etti. + 35- Yakub aleyhisselâm'ın artık sevgili oğluna kavuşması zamanı gelmişti. Zevcesi ve +oğulları ile beraber Mısır'a şeref verdiler. Hazret-i Yusuf'un sarayında hepsi şükür +secdesine kapandılar. Yusuf aleyhisselâm'ın evvelce görmüş olduğu rüya da böylece +gerçekleşmiş oldu. Bu tarihten başlayarak İsrail oğulları Mısır'da yerleşip kaldılar. + Rivayete göre, Hazret-i Yakub Mısır'da on yedi sene kadar kalmıştır. Hazret-i Yusuf da, +muhterem babasından sonra elli dört yıl daha yaşayıp yüz on yaşında vefat etmiştir. +Daha sonra Hazret-i Musa, Mısır'dan çıkarken Hazret-i Yusuf'un mermer tabut içinde +bulunan mübarek naşını da beraber çıkarıp götürmüştü. Kabri Hazret-i İbrahim'in gömülü +bulunduğu mağaradadır. + + + + +12) Eyyub Aleyhisselâm + + 36- Hazret-i Eyyub, İshak aleyhisselâm'ın "lys" adındaki oğlunun soyundan olup +Hazret-i Yusuf'la aynı asırda yaşamış büyük bir peygamberdir. Çok sayıda çocukları ve + Şam çevresinde birçok malları vardı. Yüce Allah tarafından bir imtihan olarak bütün +malları elinden çıkmış ve çocukları da ölmüştü. Kendisi de ağır bir hastalığa tutulmuştu. +Zevcesi Rahme veya Liyya ona bakıyordu. Rivayete göre Rahme, Yakub aleyhisselâm'ın +kızıdır. Liyya da, Yusuf aleyhisselâm'ın oğlu Efrayim'in kızıdır. + Eyyub aleyhisselâm, bütün musibetlere sabretti. Sonunda Yüce Allah ona şifa verdi. +Yeniden birçok mala ve evlâda kavuştu. + 37- Hazret-i Eyyüb'ün doksan üç yaşında vefat ettiği ve kendisinden sonra "Bişr" +adındaki oğlunun da Şam'da peygamber olduğu rivayet edilir. Bu peygambere "Zülkifl" +denilmiştir. + Eyyüb aleyhisselâm'ın hastalığı, insanların kendisinden kaçınacağı şekilde değildi. Bazı +tarihçilerin bu konudaki sözleri gerçeğe aykırıdır. Bütün peygamberler, insanların +kendilerinden kaçınmalarını gerektirecek hallerden korunmuşlardır. Taşıdıkları +peygamberlik görevi bunu gerekli kılar. + + + + +13) Şuayb Aleyhisselâm + + 38- Hazret-i Şuayb, İbrahim aleyhisselâm'ın torunlarından veya onunla beraber Şam +diyarına hicret etmiş olan bir kabiledendir. Büyük annesi Lût aleyhisselâm'ın kızıdır. +Kendisi Medyen ve Eyke şehirlerinin putlara tapan halkına peygamber gönderilmişti. +Bunlara çok dokunaklı, çok güzel öğütler vermişti. Fakat dinsiz, ahlâksız, hırsız bulunan +bu insanlar verilen öğütleri dinlemediler. Kötü davranışlarını bırakmadılar. Sonunda Eyke +halkı, yedi gün süren şiddetli bir sıcak arkasından üzerlerine bir buluttan yağan ateş +yağmuru ile yok oldular. Medyen halkı da bir azabın gürültüsü ile, bir yer sarsıntısı ile +helak oldu. + Şuayb aleyhisselâm Arabça konuşurdu. Fesahat ve belagat sahibi idi. Çok etkileyici +olan hikmetli konuşmalar yapardı. Bundan dolayı Peygamberimiz ona "Hatibu'l-Enbiya" +ünvanını vermiştir. + Hazret-i Şuayb'ın Mekke'ye hicret ettiği ve üç yüz yaşında vefat ettiği, Rükn ile Makam +arasında (Kabe önünde) gömüldüğü rivayet edilmiştir. + + + + +14) Musa Aleyhisselâm + + 39- Hazret-i Musa, Beni İsrail'den (İsraîl Oğullarından) İmran adındaki bir şahsın +oğludur, Mısır'da doğmuştur. İsraîl Oğulları Mısır'da çoğalarak on iki kabileye +ayrılmışlardı. Bunlara "Beni İsraîl Esbatı (İsraîl oğullarının torunları)" denirdi. Bunların +böyle çoğalmaları, Mısır'ın eski halkı olan Kıptî'lerin hoşuna gitmiyordu. Onun için bunlara +eziyet ediyorlardı. + Bir gün Mısır kâhinlerinden biri, Firavun'a (Kabus ibni Mus'ab adlı hükümdara) şöyle bir +haber vermişti: "İsraîl Oğullarından gelecek bir çocuk, Mısır devletinin batmasına sebeb +olacak." Firavunda, İsraîl Oğullarının yeni doğan çocuklarını öldürmeye başlamıştı. İşte bu +sırada Hazret-i Musa doğdu. Annesi, onu, Firavun tarafından öldürülmesin diye bir sandık +içine koyarak Nil nehrine atmayı uygun buldu. Nil nehrinin kenara attığı bu sandığı +Firavun'un zevcesi Asiye ele geçirip açtı. İçinden çıkan pek sevimli ve nurlu çocuğu çok +sevdi ve onu kendisine evlâd edindi. Hazret-i Musa'nın annesi de, bir yolunu bularak, +kendisini bu seçkin çocuğa süt anne tayin ettirdi. + 40- Hazret-i Musa, kendisine düşman olacak Firavun'un sarayında besleniyordu. Bu, + Yüce Allah'ın ibret alınacak pek büyük bir hikmeti idi. + Hazret-i Musa büyüdü. Bir gün İsraîl Oğullarından biri ile sokakta kavga eden bir +Kıptî'ye bir tokat attı. Kıptî yere düşüp can verdi. Hazret-i Musa yaptığına pişman oldu. +Firavun'dan korkarak Medyen şehrine çıkıp gitti. Orada Şuayb aleyhisselâm'ın kızı +"Safura" ile evlendi. Bir süre sonra Mısır'a dönüp gitmek üzere zevcesi ile beraber yola +çıktı. Giderken Tûr dağına uğradı. Orada Yüce Allah'ın hitabına kavuştu, kendisine +peygamberlik verildi. Büyük kardeşi Harun'la Firavun'u dine çağırmaya Allah tarafından +görevli kılındılar. + 41- Hazret-i Musa'nın eli ay gibi parladı. Elindeki asa da, dilediği vakit büyük bir +ejderha oluverirdi. Bunlar birer mucize idi. O zaman Mısır çevresinde büyücülük çok +ilerlemişti. Firavun bu mucizeleri birer sihir (büyü) sanmıştı. Büyücüleri topladı. Bunlar +Hazret-i Musa'ya meydan okudular. Fakat Hazret-i Musa'nın asa mucizesini görünce, +büyücülerin hepsi iman ettiler. Bunun bir büyü olmadığını hemen anladılar. Çünkü bu asa +bir ejderha kesilerek büyücülerin ortaya atmış olduğu hünerlerin hepsini yutmuştu. Eğer +Hazret-i Musa'nın gösterdiği şey, bir gözbağcılık olsaydı, böyle yok etme üstünlüğü +meydana gelemezdi. + 42- Çekinmeden Rab olma davasında bulunan Firavun ile Mısır'ın eski halkı Kıptî'ler, +Hazret-i Musa'nın bu mucezisini gördükleri halde, ne yazık ki, iman etmediler. Daha sonra +bir gece, Musa aleyhisselâm İsraîl Oğullarını alıp Mısır'dan çıktı. Süveyş denizi bir mucize +olarak yarıldı. On iki yola ayrıldı. İsraîl Oğullarının on iki kabilesi bu yollardan karşı +yakaya geçtiler. Bunları izleyen Firavun ile onun ordusu suların tekrar kapanması üzerine +boğulup gittiler. Yalnız Firavun'un cesedi, suların çarpması ile sahile atılmıştı. Kendi +ölümlü varlığına güvenerek yaradanını unutmuş, Tanrılık davasında bulunmuştu. İşte +böyle büyük bir gaflet içine düşen bir şahsın akıbeti büyük bir ibret levhası olmuştu. + 43- Musa aleyhisselâm artık Firavun'dan kurtulmuş, İsraîl Oğulları ile beraber +selâmetle denizi geçerek Tiyh sahrasına gelmişti. Onları burada bırakarak "Tur-i Sîna" +denilen Tûr dağına gitti. Orada kırk gün kadar Yüce Allah'a ibadette ve yalvarışta +bulundu. Mekândan ve zamandan münezzeh olan Yüce Allah'ın hitabına kavuştu. +Kendisine Tevrat kitabı verildi. + 44- Hazret-i Musa, Tur-i Sîna'dan Tiyh sahrasına dönünce, kavminin bir kısmını, Samirî +adında birinin altından yapmış olduğu bir buzağıya tapar halde buldu. Buna çok +üzülmüştü. Bunlar Harun peygamberin öğütlerini dinlemeyerek böyle bir sapıklık içine +düşmüşlerdi. Sonra tevbe edip yaptıklarına pişman oldular. + 45- Musa aleyhisselâm, Ken'an topraklarını, Arz-ı Mukaddes'i almak için Amalika ile +savaşmak istiyordu. İsrail Oğulları ise savaştan kaçındılar. Böylece o mübarek +peygemberin bedduasına uğrayarak kırk sene Tiyh sahrasında kaldılar. Aradan bir hayli +zaman geçti. İsrail Oğullan arasında çölde büyümüş yiğitler yetişti. Hazret-i Musa bunları +alıp Lût denizinin güney taraflarına götürdü. Daha ileriye giderek Amalika'dan Avc ibn +Unk adındaki hükümdara savaş açtı. Şeria nehrinin doğu taraflarındaki beldeleri elde etti. + 46- Hazret-i Musa, bir aralık gidip İbrahim aleyhisselâm'ın zamanından beri yaşayan +veya Hazret-i İbrahim ile hicret eden kimselerin soyundan olan Hızır aleyhisselâm ile +görüşmüş, ona verilen "Ledün ilmine (Allah'ın verdiği özel ilme)" şahid olmuştu. + Hızır aleyhisselâm'ın bir peygamber olduğunu ve kıyamete kadar yaşayacağını +söyleyenler vardır. Zülkarneyn ile yolculukta bulunmuş, hayat kaynağına varıp ab-ı +hayattan (ölmezlik suyundan) içmekle böyle uzun bir ömre kavuşmuş olduğu +söylenmektedir. Bir kısım alimlere göre de, ölmüş bulunmaktadır. Zaten bu gibi büyük +şahsiyetlerin ölümleri ile hayatları birdir. Onlar sonsuz ve yüksek bir hayata +kavuşmuşlardır. + Musa aleyhisselâm rivayete göre, Kenan ili hududuna yakın bir yerde yüz yirmi yaşında +olduğu halde vefat etmiştir. Hazret-i Âdem devrinin üç bin sekiz yüz altmış sekizinci yılına +ve Mısır'dan çıkışlarının kırkıncı yılına raslar. + Hazret-i Musa'ya "Kelimullah" denir. (Yüce Allah, kendisi ile arada bir vasıta +bulunmaksızın, niteliği bilinemeyen bir şekilde doğrudan doğruya konuştuğu için bu ismi +almıştır.) Pek büyük bir peygamberdir. Dağınık bir halde yaşayan İsrail Oğullarını bir +araya toplamış, onları esaret hayatından kurtarmış ve özgürlüğe kavuşturmuştu. Ne yazık +ki, İsrail oğulları daha sonra zaman zaman yoldan çıkmış, gerçek dinlerini yitirmiş, tekrar +esaretten esarete düşmüşlerdir. + 15) Harun Aleyhisselâm + + 48- Hazret-i Harun, Musa aleyhisselâm'ın ana-baba bir kardeşi ve peygamberlik +görevlerinde yardımcı (veziri) idi. Çok güzel ve beyaz yüzü, konuşması açık-seçik, +yumuşak huylu bir zat idi. Hazret-i Musa Tûr'a gittiği zaman Harun aleyhisselâm İsrail +Oğullarının başında bulunmuş ve buzağıya tapanlara: "Siz bu yüzden fitneye düşmüş +bulunuyorsunuz. Sizin Rabbiniz Rahman ve Rahîm olan Yüce Allah'dır. Bana uyunuz, +benim sözümü dinleyiniz. Samirî gibi bir münafıkın sözüne bakmayınız," diyerek onlara +etkili öğütler vermişse de, kabul etmediklerinden bir tarafa çekilerek Hazret-i Musa'nın +dönüşünü beklemiştir. İsrail Oğulları bölünüp iki kısma ayrılmasınlar ve birbirleriyle +mücadele etmesinler diye, Hazret-i Harun daha ileriye gitmemişti. + Rivayete göre Harun aleyhisselâm, Hazret-i Musa'dan yedi ay önce veya üç sene önce, +yüz yirmi üç yaşında olduğu halde Tiyh sahrasında ölmüştür. Tûr-i Sîna civarında +"Mürran" dağındaki bir mağaraya gömülmüştür. Kabri meşhurdur. + 49- Her ikisine selâm olsun, Musa ile Harun'dan sonra, Hazret-i Musa'nın halifesi +bulunan ve sonradan kendisine peygamberlik verilen Yuşa aleyhisselâm, İsrail Oğullarını +alıp çölden çıkarmış ve Kenan ilini Kenanî'lerden almış, Şam diyarını fethetmiştir. + Yuşa aleyhisselâm yirmi sekiz sene kadar İsrail Oğullarına hakim olup yüz on yaşında +vefat etmiştir. Kendisinden sonra, on altı kadar hakim daha gelip İsrail Oğullarına reislik +yapmışlardır. Bunlann sonuncusu "İşmuil" aleyhisselâmdır. Bu zatların idareleri (493) +sene kadar sürmüştür. Bu zamana "Harimler devri" denilir. Sonra İsrail Oğulları, +kendilerine "Talût" adındaki bir zatı hükümdar tayin ettiler. Bu tarihten sonra da, İsrail +Oğulları arasında "Melikler Devri" başlamıştı. + + + + +16) Davud Aleyhisselâm + + 50- Hazret-i Davud, Yakub aleyhisselâm'ın oğlu Yehuda'nın soyundandır. İsmail +aleyhisselâm'ın vefatından sonra, kendisine peygamberlik verilmiş ve kayınpederi +Talut'un ölümünden sonra da İsrail Oğullarına hükümdar olmuştur. + Hazret-i Davud'a verilen "Zebur" adlı kitab, hep öğütlerden, iman esaslarından ve +dualardan ibarettir. Şeriata ait hükümleri kapsamıyordu. Kendisi de, Musa aleyhisselâm'ın +şeriatı ile amel etmiştir. + 51- Davud aleyhisselâm'ın çok hoş bir sesi vardı. Zebur'u okudukça, dinleyenler pek +ruhanî zevklere dalardı. Bir mucize olmak üzere, mübarek elleri ile demiri mum gibi +yumuşatır ve demirden zırh yapardı. Kendi elinin emeği ile yiyeceğini kazanırdı. Devlet +hazinesinden para almak istemezdi. İnsanlara daima öğütler verir, adaletle hüküm +vermeye çalışır dururdu. Kudüs şehrini fethederek hükümet merkezi yapmıştı. Umman +beldelerini, Halep'i, Nusaybin'i, Ermenistanı ele geçirmişti. Kırk sene hükümette +bulunduktan sonra yetmiş yaşında vefat etmiştir. + + + + +17) Süleyman Aleyhisselâm + 52- Hazret-i Süleyman, Davud aleyhisselâm'ın oğludur. Onun ölümünden sonra on üç +yaşında olarak yerine geçmiş. Sonra kendisine peygamberlik de verilmiştir. Bu bakımdan, +babası gibi peygamberlikle hükümet etme görevlerini bir arada toplamıştır. + Hazret-i Süleyman'a doğuda ve batıda olan hükümdarlar itaat ederek kıymetli +hediyeler göndermişler. Yemen Melikesi, Belkıs dahi, kendisi ile görüşmeye gelmişti. Kızıl +denizinde hazırlattığı donanmayı Okyanus sahillerine yollamıştı. Tetmür ve Balebek +şehirlerini ve yedi senede de Mescid-i Aksa'yı yaptırıp tamamlamıştı. + 53- Süleyman aleyhisselâm, bir mucize olmak üzere kuşların dillerini ve maksadlarını +anlarlardı. Onun hükmü insanlara ve cinlere, hatta rüzgârlara geçerdi. Ahlâk ve hikmete +dair yazıları vardır. Kırk yıl pek muhteşem bir hüküm sürdükten sonra elli üç veya altmış +yaşında vefat etmiştir. + Hazret-i Süleyman'dan sonra İsrail Oğulları iki devlete ayrıldı. Bunlardan biri "Yehuda" +devletidir ki, hükümet merkezi Kudüs şehri idi. Bu devlet insanlar arasında daha çok +itibar kazanmıştı. Diğeri de "İsraîl" devleti idi. İdare merkezi de Nablus ve daha sonra +Samire şehri olmuştu. + Bu devletler, sonradan doğru yoldan çıktılar. İsrail Devleti, Asûrî'ler tarafından yok +edildi. Yehuda Devleti de, "Buhti Nassar'ın saldırısına uğradı. Yahudilerin birçoğu Babil +esaretine düştü. Daha sonraları İsraîl Oğulları, İranlıların, Yunanlıların ve Romalıların +hakimiyetleri altına düşerek kendi hakimiyetlerini elden çıkardılar. + 54- Buhti Nassar, Kudüs'ü ele geçirdiği zaman Beyt-i Makdis'i yıkmış, Tevrat +nüshalarını yakmıştı. Üzeyr aleyhisselâm ile Daniyel aleyhisselâm'ı da diğer İsraîl alimleri +ile beraber Babil'e götürmüştü. Daha sonra İran'daki Kiyaniyan Hükümeti Babil'i ele +geçirip Geldaniye hükümetini yok edince, İsraîl Oğulları esaretten kurtularak vatanlarına +dönmüşler ve Beyt-i Makdis'i yeniden inşa etmişlerdi. Hazret-i Uzeyir de, Tevrat'ı ezber +okuyup yeniden yazdırmış ve böylece çoktan beri unutulmuş olan Musa peygamberin +şeriatı yeniden meydana çıkmış oldu. + 55- Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Üzeyr'e dair bilgi vermektedir. Fakat peygamber olup +olmadığını açıklamamaktadır. İslâm alimlerden bir kısmına göre, Hazret-i Uzeyir bir +peygamber değildir, velilerden büyük bir zattır. Önceleri Yahudilerden bazıları Hazret-i +Üzeyr için "Allah'ın oğludur" diyerek şirke saplanmışlardı. + 56- Kur'ân-ı Kerîm'de isimleri anılan Zülkarneyn ile Lokman'ın peygamberliğinde de +ihtilâf vardır. Zülkarneyn'in adı, bir rivayete göre "Mus'ab"dır. İbrahim aleyhisselâm'ın +zamanında yaşadığı rivayet edilir. Dünyanın doğusuna ve batısına gitmiş, Ye'cüc ve +Me'cüc denilen bir kabileye karşı bir sed (engel) yapmış, pek büyük başarılar elde +etmiştir. Her halde Yunanlıların İskender'inden başkasıdır. Bunun hayatı bizce tamamen +bilinmemektedir. + Hazeret-i Lokman'a gelince, bu da rivayete göre Davut aleyhisselâm'ın zamanında +yaşamış ve ona kavuşmuştur. Salih ve hikmet sahibi bir zattır. Yunus aleyhisselâm'ın +zamanına kadar yaşamış olduğu rivayet edilir. Oğluna olan çok önemli öğütleri Kur'ân-ı +Kerîm'de anılmıştır. + + + + +18) İlyas Aleyhisselâm + + 57- Hazret-i İlyas, İsrail Oğullarına gönderilmiş mübarek bir peygamberdir. İsraîl +Oğulları, Hazret-i Süleyman'dan sonra ayrılığa düşmüşler. İçlerinden bazıları, Belebek +Hakiminin yaptırmış olduğu "Ba'l" adındaki puta tapmaya başlamışlardı. Kendilerine Allah +tarafından bir lütuf olarak gönderilen peygamber Hazret-i İlyas'ın öğütlerini dinlemediler. +Bu peygamberi beldelerinden çıkardılar. Fakat bunun üzerine pek fena bir kıtlığa +tutuldular, yaptıklarına pişman oldular. İlyas aleyhisselâm'ı arayıp buldular. Bir süre onun +öğütlerini dinledilerse de, sonra yine isyana başladılar. Hazret-i İlyas da onların arasından +çekilerek bir yerde kutsal bir şekilde yalnızca yaşamayı tercih etti. + 19) Elyasa' Aleyhisselâm + + 58- Hazret-i Elyasa, Beni İsraîl peygamberlerindendir. İsraîl Oğulları İlyas +aleyhisselâm'dan sonra bu peygamberin de öğütlerini kabul etmediler. Hazret-i Musa'nın +şeriatını bırakarak birbirleri ile uğraştılar. Sonunda üzerlerine Asuriye Devleti musallat +oldu, hakimiyet kurdu. + Hazret-i Elyasa, İsraîl Oğullarının bu yolsuz hareketlerinden usanarak hilâfeti Zülkifl +aleyhisselâma bıraktı ve arkasından vefat etti. + + + + +20) Zülkifl Aleyhisselâm + + 59- Hazret-i Zülkifl muhterem bir peygamberdir. Elyasa' hazretlerine halife olduktan +sonra peygamberliğe kavuşmuştur. Kavmini tevhid dinine çağırmış, kendilerine birçok +etkili öğütler vermiştir. Bitlis şehri yakınında gömülü bulunduğu rivayet edilir. Şam ve +başka yerlerde makamları vardır. + + + + +21) Yunus Aleyhisselâm + + 60- Hazret-i Yunus, İsrail Oğullarından gelen mübarek bir peygamberdir. Annesine +nisbetle "Yunus ibni Metta" diye anılır. Asuriye Devletinin hükümet merkezi olan bugünkü +Musul şehrinin karşısında harabesi görülen "Ninova" halkına peygamber gönderilmiştir. +Putlara tapmakta olan Ninova halkı, Hazret-i Yunus'un otuz üç sene devam eden +öğütlerini dinlemediler. Hazreti Yunus da, Allah tarafından kendisine izin verilmeden +Ninova'yı terk etti. Dicle kenarına gitti. Bir gemiye binerek bir tarafa gitmek istedi. Fakat +gemi yürümedi, içinde bulunanlar: "Aramızda bir suçlu var," demeye ve suçluyu bulmak +için kur'a atmaya başladılar. Hazret-i Yunus, "O suçlu kul benim. Rabbimden izin almadan +kavmimi bıraktım," diyerek kendisini suya attı. Hemen büyük bir balık tarafından yutuldu. +Bereket versin ki, hemen tevbe ve istiğfara başlamış oldu. "La ilahe illâ ente +sübhaneke innî küntü minezzalimîn = Senden başka hiçbir İlâh yoktur. Seni bütün +noksanlıklardan tenzih ederim. Hiç şüphesiz ben, böyle yapmakla zalimlerden oldum," +diyerek Allah'ı tesbihe devam etti. Bir süre sonra balık kendisini çıkarıp sahile attı. + 61- Yunus aleyhisselâm'dan sonra Ninova şehrini korkunç bir kara duman sarmıştı. +Oranın halkı hemen Allah Teâlâ'ya yalvararak tevbe ettiler. Yaptıklarına pişman oldular. O +duman da üzerlerinden açılıp gitti. Başlarına gelecek belâlardan kurtulmuş oldular. + Hazret-i Yunus tekrar Ninova'ya gelip bir süre daha kutsal görevine devam etmeye +çalıştı. Sonra bu şehri bırakarak yalnızlık köşesine çekildi ve orada vefat etti. + 62- Asurî Devleti sonradan yıkılmıştır. Şöyle ki: Medye hükümdarı ile Babil valisi, +Ninova şehrini çembere alarak yakıp yıktılar. Asurîlerin son hükümdarı bu duruma çok +üzüldü. Ailesi halkı ile beraber yaktırdığı büyük bir ateşin içine atılarak yanıp gittiler. Bu +şekilde sona eren Asurî Devleti'nin yerinde "Medye ve Geldan Devletleri" kuruldu. + 22) Zekeriyya Aleyhisselâm + + 63- Hazret-i Zekeriyya, Süleyman aleyhisselâm'ın soyundan pek büyük bir +peygamberdir. Beytü'l-Makdis'de Reis idi. Kendisine peygamberlik ihsan edilmiştir. +Hazret-i Zekeriyya'nın zevcesi "İşa'ın kız kardeşi olan Hanne, kocası İmran'dan Meryem +adında bir kız doğurmuştu. Daha önce yapmış olduğu adağa dayanarak bu kızını Beyt-i +Makdis'in hizmetine bağlamıştı. Zekeriyya teyzesinin yanında büyüdükten sonra, Beytü'l- +Makdis'de kendisine özel olarak ayrılan bir odada ibadetle meşgul oluyordu. Bu pek temiz +ve iffetli kız, koca yüzü görmediği halde, Yüce Allah'ın bir kudret ve hikmet eseri olarak +gebe kaldı. Hazret-i İsa'yı doğurdu. + 64- Hazret-i İsa'nın babasız olarak doğmasından dolayı, Yahudiler şüpheye düştüler. +Babasız çocuk olmaz diyorlardı. Oysa ki Âdem aleyhiselâm'ın hem babasız, hem de anasız +yaratılmış olduğuna inanmıyorlardı. Hazret-i İsa'nın da bir mucize çocuk olduğunu görüp +duruyorlardı. Sonunda Zekeriyya aleyhisselâm gibi şanı pek yüksek bir peygambere iftira +ederek yaşlı halinde onu şehid ettiler. + Bir rivayete göre, Zekeriyya aleyhisselâm, oğlu Yahya aleyhisselâm'ın şehid edilişinden +sonra şehid edilmiştir. + + + + +23) Yahya Aleyhisselâm + + 65- Hazret-i Yahya, Zekeriyya aleyhisselâm'ın oğludur. Babası yaşlı iken annesi +İşa'dan doğmuştur. Yüce Allah'ın azabından son derece korkar, günleri ah ve inilti ile +geçerdi. Daha genç yaşta kendisine peygamberlik ihsan edildi. Rivayete göre, Hazret-i +İsa'dan üç sene veya altı ay önce doğmuştur. İlk önce Hazret-i Musa'nın şeriatı ile amel +ederdi. Sonra İncil'in Hazret-i İsa'ya verilmesi üzerine, İsa aleyhisselâm'ın şeriatı ile amel +etmekle görevlendirildi. + 66- Yahya aleyhisselâm, Hazret-i İsa'nın şeriatı ile amele başladığı bir anda idi ki, İsrail +Oğullarının Reisi "Hiredus". Musa peygamberin şeriatı üzere kendi kardeşinin kızını almak +istedi. Fakat Hazret-i Yahya, İsa peygamberin şeriatına dayanarak, artık bu nikâhın caiz +olamayacağını bildirdi. Bunun üzerine hırsa kapılan Reis, O masum peygamberi henüz +otuz yaşlarında iken şehid etti. Bu şehid edilişi, rivayete göre, göğe yükseltilmesinden bir +yıl önce meydana gelmiştir. Bu cinayeti işleyenler, bunun cezasını çekmiştir. Yurdları +harab olmuş, nesilleri kesilip gitmiştir. Ahirette görecekleri azab ise, çok daha korkunçtur. + + + + +24) İsa Aleyhisselâm + + 67- İsa aleyhisselâm, Hazret-i Meryem'in oğludur. Onun doğuşu büyük bir mucize +olmuştur. Yahudiler bunu anlayamadılar. Kötü zanna düşerek Hazret-i Meryem'i +cezalandırmak istediler. Fakat Hazret-i İsa daha beşikte yatan bir çocuk iken, Yüce +Allah'ın kudreti ile konuşmaya başladı: "Ben Allah'ın kuluyum, bana kitab verdi, bana + peygamberlik verdi. Beni, her nerede bulunursam bulunayım mübarek kıldı," dedi. Bu +mucizeyi gören Yahudiler, Hazret-i Meryem'i cezalandırmaktan el çektiler. + Rivayete göre Hazret-i İsa, Beyt-i Makdis'e birkaç kilometre uzaklıkta bulunan "Beyt-i +Lahm" köyünde aralık ayının yirmi dördüne raslayan çarşamba gecesi doğmuştur. + 68- Hazret-i Meryem kocaya varmamış olan ve melekler kadar temiz ve iffetli bir halde +bulunan bir hal içinde yaşarken, sadece Allah'ın kudreti ile İsa'ya gebe kalmıştı. Kur'ân-ı +Kerîm bunu açıkça beyan buyurmaktadır. Bütün rnüslümanlar bu inancı taşımaktadır. +Yüce Allah'ımızın büyük kudretini düşünenler, O'nun nice mucizeler gösterdiğini +hatırlayanlar, Hazret-i Âdem'in anasız-babasız yaratıldığını düşünenler, artık Hazret-i +İsa'nın bu yaratılışını uzak göremezler. Bunu hiç bir zaman inkâr edemezler. Hazret-i +İsa'nın böyle bir mucize olarak yaratılışını inkâr etmek, Kur'ân-ı Kerîm'in şahidliğini +yalanlamak demektir. Bunu ise, hiç bir mü'min yapamaz; çünkü imandan çıkmış olur. + Hazret-i İsa'nın öyle babasız yaratılmış olduğunu inkâr etmek, Yüce Allah'ın kudretini +hudutlandırmak, Kur'ân'ın açık ifadesini değiştirmek, milyonlarca müslümanın asırlardan +beri devam eden gerçek inancını bozmak demektir ki, böyle yanlış bir düşünceden Yüce +Allah'a sığınırız. + 69- İsa aleyhisselâm otuz yaşına erince, mübarek İncil'e ve peygamberlik görevine +kavuştu. Yahudileri doğru yola çağırdı, kendilerine güzel öğütler verdi. Onlara büyük +mucizeler gösterdi. Fakat kendisine pek az insan iman etmişti. Onlara "Havarî'ler" denilir. +Rivayete göre bunlar on iki kişiden ibaretti. + Hazret-i İsa, bir süre annesi ile beraber Ürdün'e bağlı "Nasıre" köyünde oturdu. +Bundan dolayı kendisine bağlı olanlara "Nasara" ve dinlerine de "Nasraniyet" denilmiştir. +Böyle rivayet edilmektedir. + Yahudiler nihayet Hazret-i İsa'yı öldürmeye karar verdiler. Ona benzettikleri bir adamı +tutup Kudüs'de siyaset meydanında darağacına astılar. İsa aleyhisselâm ise, Allah'ın emri +ve kudreti ile göğe yükseltildi. Orada melek şekline büründü. Kendisine "Ruhullah" denir. +Babasız olarak bir kudret ilhamı ile meydana gelmiş olduğu için bu seçkin ünvana sahib +olmuştur. + 70- Nasara'nın inançlarına göre Hazret-i İsa, İskender'in Babil'e üstün gelmesinden üç +yüz altmış sene sonra doğmuştur. Hazret-i İsa doğduğunda annesi Meryem henüz on +üçon beş veya yirmi yaşında bulunuyordu. Hazret-i İsa otuz yaşında peygamber olmuş, +doğduğundan otuz iki sene ve birkaç gün sonra göğe kaldırılmıştır. Hazret-i Meryem de, +bundan sonra altı yıl daha yaşamıştır. + Fakat İslâm âlimlerinden bir kısmına göre, İsa aleyhisselâm kırk yaşında iken +peygamber olmuş, yüz yirmi yaşında iken de göğe yükselmiştir. + 71- Hazret-i İsa'yı öldürmek isteyen Yahudiler, sonradan cezalarını çektiler. Şöyle ki: +Roma'lılar Kudüs şehrini ele geçirerek Beyt-i Makdis'i yıktılar, kitabları yaktılar. +Yahudilerin bir kısmını öldürdüler, bir kısmını da esir ettiler. Bunun sonunda ne gerçek +Musevîlikten, ne de gerçek İsevilikten eser kalmadı. + Gerçekten Hazret-i Musa dini gibi, Hazret-i İsa'nın dini de asıl halini yitirmiş, hiç de +yeryüzüne yayılamamıştır. + Şu da bir gerçek ki, Hazret-i İsa'nın vasiyeti üzerine Havarilerden bazıları öteye beriye +dağılıp Hazret-i İsa'nın dinini yaymaya çalışmak istediler. Fakat o zaman dünyanın her +tarafı cehalet, küfür ve şirk içinde kalmış bulunuyordu. Yahudilerle putperest olan +Romalılar da, Hazret-i İsa'ya bağlı olanların azılı düşmanları idiler. İsa dinini kabul +edenler, dinlerini gizliyor, gizlice ibadet ediyorlardı. Bundan dolayı Nasraniyet üç yüz sene +kadar genişleyemedi. Bu süre içinde de asıl özelliğini yitirmiş İlâhî bir din olmaktan +çıkmıştı. + 72- Yahudiler Hazret-i İsa'nın hayatına kasdettikleri gibi, tebliğ ettiği dine de pek çok +saldırılarda bulunmuşlar. İçlerinden bazıları Hazret-i İsa dinini görünüşte kabul ederek +dostluk kurmuş ve halkın bilgisizliğinden faydalanarak Hazret-i İsa'nın tebliğlerini +değiştirmişlerdir. Hıristiyanlığı akıl ve hikmete aykırı bir hale sokmuşlardı. + Romalılar ise, Hazret-i İsa dinine karşı açık bir düşman kesilmişlerdi. Fakat ne olursa +olsun, din duygusu yaratılışta vardır. Bundan kalbleri büsbütün yoksun bırakacak bir +kuvvet yoktur. Romalılar görünüşte üstün bir durumda iken, Hazret-i İsa dinine manen +yenildiler. Söndürmek istedikleri bir dini parlatmaya hizmet ettiler. Ancak gerçek bir din +yerine, onun adını taşıyan, hıristiyanlık da denilen aslını yitirmiş ve değiştirilmiş bir din + yerleşmiş oldu. + 73- Roma imparatoru Konstantin, Hazret-i İsa'nın doğuşundan üç yüz on sene sonra, +siyasî bir maksada dayanarak Hazret-i İsa'ya nisbet edilmiş olan muharref dini kabul etti. +Bayraklarına hac işareti koydu. Yenilen ordusuna güç kazandırmak istedi. Hıristiyanlığın +yayılması için de birçok gayretler gösterdi. + Konstantin, eski Bizans kasabasının bulunduğu yerde Konstantiniye (İstanbul) şehrini +kurdu. Hükümet merkezini de, Roma'dan buraya nakletmişti. Bu tarihe kadar Mukaddes +İncil'in asıl nüshaları kaybolmuş, İncil adına Havarî'lerle onların talebeleri tarafından +birçok risaleler ve tarih kitabları yazılmıştı. Bundan dolayı Hıristiyanlar arasında pek çok +ayrılık vardı. Konstantin'in emri ile "İznik" şehrinde bir din meclisi toplandı. Bu meclisin +binden fazla üyesi vardı. Birçoğu birbirinin dilini anlamıyordu. Yüzlerce risale ve +kitablardan yalnız dördü, hem de üyelerin sadece bir kısmı tarafından seçilerek İncil adı +sadece bunlara verildi. + 74- Roma İmparatorluğu daha sonra, doğu ve batı imparatorluğu adıyla ikiye +ayrılmıştır. Bu devletler birbirini kıskanıyordu. Nihayet mezheb bakımından da ikiye +bölündüler. Roma'da "Rimpapa"ya bağlı kalanlara "Katolik" denildi. İstanbul patriğine +bağlı kalanlara da "Ortodoks" denildi. Daha sonra, bir de "Protestanlık" meydana +çıkmıştır. Buna göre, bugün Hazret-i İsa'ya bağlı olanların başlıca mezhebleri üçtür. +Bunların da birtakım dalları vardır. + Sonuç: İsa aleyhisselâm'ın bildirmiş olduğu "Tevhid inancına" dayanan bir din, +sonradan aslını yitirmiş, şekilden şekile girmiştir. Bu dine bağlı olanlar, Hazret-i İsa'ya ve +diğer yaratıklara ulûhiyet makamı vermişler, mabedlerini resim ve haçlarla doldurmuşlar, +böylece müşriklerin mabedlerine benzer bir hale getirmişlerdir. + 75- Milâttan itibaren altı asır geçmiş, cihanın her tarafı cehalet ve sapıklık içinde +kalmıştı. Gerek Roma Hükümeti, gerek İran'daki "Sasaniyan" devleti ahlâk bozukluğu +yüzünden çözülmeye yüz tutmuştu. Bütün milletler arasında dinsizlik ve ahlâksızlık başta +geliyordu. Bu bir fetret (boşluk) devri idi. Artık dünyayı hak ve hakikata çağırmak, +dünyayı düzeltmek için, en büyük ve en son peygamberin gelmesine ihtiyaç vardı. Bunun +üzerine Yüce Allah beşeriyete ihsanda bulunarak onlara en büyük peygamberi ve +peygamberlerin sonuncusu Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) +Efendimizi gönderdi. Artık insanlık ufuklarını yeni bir hidayet nuru, o ana kadar +görülmemiş bir azamet ve letafetle aydınlatmaya başlamış oldu. + Hakkın en parlak nuru ortaya çıktı; + Doğdu Kur'ân güneşi, karanlık gece bitti... + + + + +25) Hazret-i Muhammed Mustafa + +(salallahu aleyhi ve sellem) + 76- Yüce Allah'ın bütün insanlara son Peygamberi olan Hazret-i Muhammed (sallallahu +aleyhi ve sellem) Efendimiz, Arabistan'da Mekke-i Mükerreme şehrinde milâdın beş yüz +yetmiş birinci yılında dünyayı şereflendirmişlerdir. + İslâm'ın ilk yayıldığı yer Arabistan'dır. Buraya Ceziretü'l Arab (Arab yarımadası)'da +denir. Burası Asya Kıt'asının güney batısında büyük bir yarımadadır. Hicaz, Yemen, +Umman, Hadremut, Necd bölgelerine ayrılır. İşte Mekke-i Mükerreme ile Medine-i +Münevvere şehirleri, bu araziden olan Hicaz bölgesindedir. + 77- Arabistan'da oturanlar, öteden beri Arab kabileleridir. Bunlar şu dört kısma +ayrılmıştır: + 1) Arab-ı Baide: Bunlar Arabistan'ın en eski halkıdır. Ad ve Semud kavimleri +bunlardandır. Bunların tarihleri bilinmemektedir. Onlar sönüp gitmişlerdir. + 2) Arab-ı Aribe (Mütearribe): Bunlar, Yemen'de hükümet kurmuş olan Kahtan'a +mensubdurlar. Kahtan'm asıl dili, Süryanî idi. Bunların evlâdı, Arab-ı Baide'ye +karıştığından, bu Arab-ı Aribe türemiş ve Arabça konuşmaya başlamışlardır. Cürhüm +kabilesi bunlardandı. Bu arabların da nesilleri kesilip gitmişlerdir. + 3) Arab-ı Müstaribe: Bunlar, İsmail aleyhisselâm'a mensubdurlar. Hazret-i İsmail'in +evladı, Arab-ı Aribe arasına karışmış olduğundan, bu Arab-ı Müsta'ribe meydana +gelmiştir. Hazret-i İsmail'in asıl dili, İbranî iken, Cürhüm kabilesi arasında yaşamakla +Arabça konuşmuş ve bu dili evlâdına iletmiştir. + Arab-ı Müstaribe, birçok kabilelere ayrılmıştır. Peygamberimizin zamanında Arabistan +halkı da bu Arab-ı Müstarebeden ibaretti. Bu kabilelerin en seçkini Kureyş kabilesidir. + 4) Arab-ı Müsta'cime: Bunlar, İslâmiyet'in ortaya çıkışından sonra, İslâmiyeti kabul +edip Arablaşmış olan kavimlerdir. Suriye, Irak, Mısır ve Mağrib halkı bunlardandır. Bunlar +da kendi dillerini bırakarak Arabça konuşmaya başlamışlardır. + + + + +Peygamberimiz'in Mübarek Nesebleri + + 78- Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Kureyş kabilesindendir. +Haşim ailesinden gelmiştir. Muhterem babasının adı Abdullah, dedesinin adı Abdülmutalib +ve annesinin adı "Amine"dir. + Peygamber Efendimizin baba tarafından mübarek nesebleri şöyledir: + Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) İbni Abdullah, İbni Abdülmuttalib, +Haşim, Abdi Menaf, Kusey, Hakim, Mürre, Kâ'b, Lüey, Galib, Fihr, Malik, Nadir, Kinane, +Hüzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Mead, Adnan. Adnan da İsmail aleyhisselâm'ın +oğlu "Kıyzar"ın neslindendir. Adlarını yazdığımız bu zatlardan her birinin evlâdı birçok +kabilelere ayrılmıştır. Malik'in oğlu Fihr'in evlâdından da Kureyş kabilesi meydana +gelmiştir. + 79- Peygamber Efendimizin anne tarafından yüksek nesebleri de şöyledir: + Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) İbni Amine, binti Vehb, İbni Abdi +Menaf, İbni Zühre, İbni Hakim. + Buna göre, Peygamber Efendimizin babası tarafından mübarek nesebleriyle ana +tarafından nesebleri Mürre oğlu Hakim'de birleşiyor. + 80- Kureyş kabilesinin Reisi bulunan Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin hem +dedesi, hem de Kabe'nin Mütevellisi idi (Kabe'nin idare ve ihtiyaçlarını görüyordu). +Bunun, Ebû Talib, Ebû Leheb, Haris, Zübeyr, Hamza, Abbas, Abdullah ve diğerleri olmak +üzere on üç oğlu vardı. Fakat bunlardan en ziyade Abdullah'ı severdi. Çünkü onda başka +bir güzellik, başka bir nüraniyet vardı. Abdulmuttalib bu sevgili oğluna Beni Zühre Reisi +Vehb'in kızı olan ve Kureyş kızları içinde her yönden seçkin bulunan Hazret-i Amine'yi +nikahladı. İşte bu iki kutsal varlıktan Peygamber Efendimiz dünyaya şeref vermiştir. + Abdullah Hazretleri, Peygamber Efendimizin doğuşundan iki ay önce bir ticaret kafilesi +ile Medine-i Münevvere'ye gidip orada vefat etti. O zaman yirmi beş yaşındaydı. Böylece +Peygamber Efendimiz yetim kalmıştı. + + + + +Hazret-i Peygamberin Çocukluğu ve İlk +Evlenmeleri + + 81- Peygamber Efendimizin çocukluk çağı, pek kutsal bir halde geçti. Daha doğar +doğmaz birtakım mucizeler belirmiş, kavim ve kabilesi arasında bir bolluk ve bereket +meydana gelmişti. Kâbe-i Muazzama içinde bulunan müşriklere ait putlar, yüzleri üzere +yere düşmüş, ateşe tapanların ateşleri sönmüş, acaib rüyalar görülmüştü. + Peygamber Efendimizin dedeleri arasında evlâddan evlâda geçen bir nur vardı. Bu nur +sonunda Peygamber Efendimize geçti ve onun mübarek yüzünde parlamaya başladı. + 82- Mekke-i Mükerreme halkı, yeni doğan çocukları, havası hoş olan yerlerde yaşayan +ve dilleri pek açık olan aşiretlerden birer süt anneye verirlerdi. Hazret-i Muhammed'i de, +Beni Sa'd kabilesinden Haris adındaki adamın karısı Halime'ye verdiler. Halime, bu +meleklerden daha güzel ve daha pak olan çocuğu bağrına bastı, yurduna alıp götürdü. +Onu dört yıl besledi. Bu süre içinde Hazret-i Muhammed'de gördüğü üstün hallere ve +yurdunda beliren berekete nihayet yoktu. Artık onu getirip annesi Amine'ye teslim etti. +Hazret-i Amine de bu masum yavrusunu alıp dayı çocukları bulunan Neccar oğullarını +ziyaret için Medine-i Münevvere'ye götürdü. Bir süre orada kaldılar. Sonra Mekke'ye +dönerken, Hazret-i Amine Ebva denilen yerde daha yirmi yaşında iken vefat etti. +Peygamber Efendimiz henüz altı yaşında iken annesini de kaybederek öksüz kalmış oldu. +Ümmü Eymen adındaki dadısı, kendisini alıp Mekke'ye getirdi ve dedesi Abdulmuttalib'e +teslim etti. İki yıl sonra da Abdulmuttalib vefat etti. Ondan sonra Peygamber Efendimiz, +amcası Ebû Talib'in yanında kaldı. + 83- Ebû Talib, kardeşinin oğlu Hazret-i Muhammed'i pek çok sever, pek ziyade +korurdu. Ebû Talib bazen ticaret için kafile ile Şam tarafına gidiyordu. Henüz on iki +yaşında bulunan Hazret-i Muhammed'i de beraber götürdü. Busra denilen yere kadar +gittiler. Alış-verişi bitirip birkaç gün sonra geri döndüler. + Peygamber Efendimiz on yedi yaşında iken de, diğer amcası Zübeyr ile Yemen'e gidip +az sonra dönmüşlerdi. + 84- Hazret-i Peygamber Efendimiz artık Kureyş arasında büyük bir şeref ve şan sahibi +olmuştu. Kendisine Muhamme-dü'l-Emîn deniliyordu. Kureyş kabilesinin pek şerefli +ailesinden Huveylid kızı Hadice adında çok muhterem ve zengin bir hanım vardı. Daha +genç iken dul kalmıştı. Bazı adamlara sermaye vererek ticaret yaptırıyordu. + Peygamber Efendimize de sermaye verdi. Kölesi Meysere'yi de beraberine verip Şam +tarafına gitmelerini istedi. Peygamber Efendimiz bu teklifi kabul ederek Busra'ya kadar +gitti. Orada işlerini görüp birkaç gün içinde geri döndüler. + İşte Peygamber Efendimizin gençliğindeki seyahetleri bundan ibarettir. Bu seyahatler +süresince kendisinden bazı mucizeler çıkmış, kendisinin büyüklüğünü bazı kimseler görüp +anlamışlardı. Fakat yazdığımız gibi, bu yolculuklar uzun bir zaman devam etmediği için, +Peygamber Efendimiz birtakım şahıslarla görüşme imkânını bulamamıştı. + 85- Peygamber Efendimiz henüz yirmi beş yaşında idi. Hazret-i Hadice de, kırk yaşını +geçmişti. Pek yüksek bir ruha sahib olan ve çok şerefli bir aileye mensub bulunan Hazret- +i Hadice, Peygamber Efendimizin muhterem zevcesi olmak şerefine her yönden lâyıktı. +Onun için Peygamber Efendimiz Hazret-i Hadice ile evlenmiş, o mübarek annemiz de ilk +zevcesi olmak şerefine kavuşmuştur. + 86- Peygamber Efendimizin, cariyesi Mariye'den doğan İbrahim adındaki oğlundan +başka, bütün erkek ve kız evlâdı Haticetü'l-Kübra validemizden dünyaya gelmiştir. Önce +Kasım adındaki oğlu doğmuş, bunun üzerine Hazret-i Peygambere künye olarak Ebû'l- +Kasım (Kasım'ın Babası) denilmiştir. Sonra oğlu Abdullah ile Zeyneb, Rukiye, Ümmü +Gülsüm ve Fatımetü'z-Zehra adındaki kızları dünyaya gelmiştir. Kasım, İbrahim ve +Abdullah Hazretleri daha çocuk iken vefat etmişlerdir. Peygamber Efendimizden sonra +yalnız Fatma kaldı. O da altı ay geçmeden Peygamber Efendimizden sonra vefat etmiştir. +Böylece iki oğlu Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin'i öksüz bırakmıştır. Yüce Allah +hepsinden razı olsun. + + + + +Peygamber Efendimiz'in Allah'ın Vahyine ve +Elçiliğine Kavuşması + + 87- Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, çocukluğundan beri +üstün bir fazilet ve çok güzel bir ahlâk içinde yaşamıştı. Kavminin cahilce yaptıkları +işlerden ve âdetlerden tamamen uzaktı. Kimseden bir şey okumamış, bir şey yazmamıştı. +Kimse ile dini konulara ait bir şey konuşmamıştı. Onun üzerinde kimsenin hocalık hakkı + olamazdı. O, bütün cihanın en büyük hocası ve en yüksek mürşidi olmaya adaydı. Onu, +Yüce Allah bir mucize olarak yaratmıştı. Onun kalbine bütün ilim ve hikmetleri doğrudan +doğruya Cenâb-ı Hakk bırakacaktı. O, tam bir masumiyet içinde kırk yaşına yaklaşmıştı. +O sırada mübarek gözlerine melekler görünür, "Ya Muhammed!" diye ortalıktan +seslenilirdi. Kendisine taşlardan ve ağaçlardan selâm sesleri gelirdi. Aklı, zekâsı, maddî +manevî sağlığı üstün bir şekilde mükemmeldi. + 88- Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz tam kırk yaşına +girince, peygamberlik şerefine kavuştu. Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, Mekke halkından +bazı büyüklerin âdetleri üzere kırk yaşlarına yakın yılda bir ay kadar gider, Hira dağında +bir mağarada bekleyip Yüce Allah'ın kudret ve azametini düşünür, oradan geçen yolculara +yiyecek ve içecek verirdi. Tam kırk yaşına girince, önce altı ay kadar rüyasında gördüğü +şeyler sabah aydınlığı gibi açık olarak meydana çıkmaya başladı. Bu, Peygamberliğin bir +başlangıcı idi. Yüce Allah'ın vahy suretiyle vereceği hükümleri ve indireceği Kur'ân +âyetlerini kavrayabilmesi için bir alıştırma demekti. Bu altı aydan sonra, yine Hira'da iken +bir gün Melek Cibrîl-i Emîn geldi. "İkra" sûresinin ilk âyetini getirdi. Kendisini +peygamberlikle müjdeledi. + 89- Peygamber Efendimiz, Kur'ân-ı Kerîm'in inmeye başlaması dehşetinden titremiş, +kim bilir ne büyük manevî haz ve heyecan içinde kalmıştı. Hemen muhterem zevcesi +Hadice'nin yanına giderek durumu anlatmış, böylece peygamberliğe kavuştuğu +gerçekleşmişti. + Bundan sonra bir süre İlâhî vahy kesildi. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri inmedi. Çok şiddetli +olan Allah'ın vahyine güç kazanabilmek için ve tam bir istek kazanmak için böyle bir süre +beklemeye gerek vardı. Rivayete göre bu süre üç yıldır. Bundan sonra tekrar Cibrîl-i Emîn +göründü. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini getirmeye başladı. Peygamber Efendimiz de, gerek +kendi kavmini ve gerekse diğer bütün insanları hak dine (İslama) çağırmaya +görevlendirilmiş oldu. + 90- Peygamber Efendimiz Allah tarafından aldığı göreve, Nübüvvet, Risalet denildiği +gibi, Bi'set ve Meb'usiyet de denir. Onun için Hazret-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve +sellem), Yüce Allah'ın bir Nebîsidir, bir Resulüdür, Bir Meb'usudur (elçisi ve +peygamberidir). O bütün peygamberlerin sonuncusu ve en faziletlisidir. + Peygamber Efendimize Allah tarafından Kur'ân âyetlerinin gelmesine "Nüzul-i Kur'ân" +denir. Bu âyetleri Cibrîl-i Emîn'in getirmesine de: "İnzal, Tenzil" denilir. Bu yönden +Kur'ân-ı Kerîm'e "'Kitab-ı Münzel" denilmektedir. + + + + +İslâm'ın Çıkışında Arabistan'ın Dinî ve İçtimaî +Durumu + + 91- Peygamber Efendimizin doğduğu ve daha sonra peygamberliğe kavuşmakla İslâm +dinini her tarafa yaymaya başladığı zaman, bütün dünya gibi, Arabistan'da büyük bir +cehalet ve sapıklık içinde bulunuyordu. Arablar o zaman değişik batıl din ve mezheblere +bağlı idiler. Birçoğu yıldızlara, ağaçlara, taşlara ve heykellere tapmaktaydı. Hepsi de cahil +idi. Aralarında okuryazar kimseler çok azdı. Medeniyetten yoksundular. Dağınık bir halde +yaşarlardı. Bazı kabileler yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömer de bundan acı +bile duymazlardı. + 92- Arabistan, önceleri böyle acıklı bir cehalet ve gaflet içinde yaşamakla beraber, +Bedevîlik sayesinde asıl geleneklerini bir dereceye kadar koruyabilmişlerdi. Yaratılış +bakımından zevki ve cesur idiler. Misafire hürmet eder, emaneti gözetirlerdi. Yalan +söylemekten kaçınırlardı. Özellikle aralarında güzel söz söylemek ve şiir okumak san'atı +ileriye bir düzeyde idi. Çok şairler ortaya çıkmış, pek parlak kaside ve manzumeler +söylenmiş ve yazılmıştı. Artık bunlar da, bütün insanlık âlemi gibi, İlâhî bir dine +muhtaçtılar. Gerçek bir din sayesinde yüksek ve temiz bir hayata kavuşmaya muhtaç +idiler. Yüce Allah onlara lütfetti, İslâm dini sayesinde bu ihtiyaçtan kurtuldular. + Cihanda misli görülmemiş bir yükselişe kavuştular. Az bir zaman içinde dünyanın +doğusuna ve batısına hakim kesilerek bütün beşeriyeti uyandırmaya çalıştılar. Hak ve +hakikati, fazilet ve medeniyeti öğretmeye koyuldular ve başarı sağladılar. İslâmiyetin +yüksek esaslarına ve prensiplerine sarıldıkça yükselişten yükselişe, başarıdan başarıya +kavuştular. + + + + +İslâmiyeti İlk Kabul Edenler + + 93- Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisine peygamberlik gelince, ilk önce çevresinde +bulunan bazı kişileri özel şekilde İslâm dinine çağırdı. Bu daveti ilk önce Hazret-i Hatice +validemiz kabul edip İslâmiyet şerefine kavuştu. Sonra Kureyş'in büyüklerinden olan Ebû +Bekir ile Peygamberirimizin azadlısı Zeyd İbni Harise ve peygamberimizin amcası Ebû +Talip'in oğlu olan 9-10 yaşlarındaki Hazret-i Ali İslâmı kabul etmişlerdi. Az sonra da +Hazret-i Ebû Bekir'in delâleti ile Osman İbnî Affan, Abdurrahman İbnî Avf, Sa'd İbni Ebû +Vakkas, Zübeyr İbnî Avvam, Talha İbnî Ubeydullah hazretleri İslâmiyetle şereflendiler. + 94- Peygamber Efendimiz, daha sonra insanları açıkça dine çağırmaya başladı. +Herkese Yüce Allah'ın birliğini, varlığını ve büyüklüğünü anlatarak ondan başka hiçbir +şeye tapılmamasını söyledi. Bunun üzerine gerçeği anlayanlar müslüman olmaya can +atıyorlardı. Cehaletten kurtulup mutluluğa eriyorlardı. Bir süre sonra peygamberimizin +amcalarından Hazret-i Hamza İslâmiyeti kabul etti. Bundan az sonra da Ömer İbnî Hattab +müslüman olarak İslâm dininin yayılmasına çalıştı. Artık müslümanların sayısı günden +güne artıyordu. + 95- Peygamber Efendimizi görüp de ona iman edenlere çoğul olarak sahabe ve ashab +denir. Bunun tekili "Sahabî'dir. Bu şerefe kavaşan hanımlara da "Sahabiyyat" denir ki, +tekili "Sahabiyye"dir. + Ashab-ı Kiramın en büyüklerinden olan Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali Hazretlerine +"Hulefa-i Raşidin, Çaryar-i Güzin" denir ki, bunlar Hazret-i Peygamberden sonra sırasıyla +halifelik makamına geçmişlerdir. İslâm dinine pek çok hizmetler etmişlerdir. Bu dört +sahabi ile Abdurrahman İbnî Avf, Sa'd İbnî Vakkas, Zübeyr İbnî Avvam, Talha İbnî +Ubeydullah, Saîd İbnî Zeyd, Ebû Ubeyde İbnî Cerrah Hazretlerine de Aşere-i Mübeşşere +(cennetle müjdelenen on kişi) denir ki, bunlar Hazret-i Peygamber tarafından cennetle, +müjdelenmişlerdir. + 96- Peygamber Efendimiz görüp de ona iman edenlerin hepsi de mübarek, mukaddes, +her yönden saygı değerdirler. Onların değer ve şerefleri diğer bütün müslümanlardan +daha yüksektir. Bu da Peygamber Efendimize kavuşma şerefine erişmelerinin ve İslâm +dinine ilk hizmet etmenin bir neticesi, bir mükâfatıdır. + Onun için biz o yüksek zatların hepsine istisnasız hürmet ve sevgi besleriz. Onların +arasında meydana gelmiş bazı olaylar, birer içtihada ve hikmete dayandığından biz o +olayları kurcalamayız. O olaylardan dolayı hiç birine dil uzatamayız. Peygamberin ve diğer +din büyüklerinin bizlere emir ve öğütleri bu şekildedir. + Allah'a hamd olsun ki, Sünnet ehlinden olan bütün müslümanlar bu şekilde hareket +eder, bütün ashab-ı kiramdan, "radıyallahu anhüm = Allah onlardan razı olsun," diyerek +hayır dua ile anarlar. Bu konuda "Ashab-ı Kiram Hakkında müslümanların Nezih İtikatları" +adlı eserimizde geniş bilgi vardır. Yüce Allah Hazretleri bütün ashab-ı kiramdan razı olsun, +amîn... + + + +İlk Müslümanların Çektikleri Eziyetler, +Habeşistan'a Hicretleri ve Çember İçinde +Kalmaları + 97- Peygamber Efendimizi doğrulayıp İslâm dinini kabul eden ashab-ı kiramdan +birçokları, bu uğurda pek çok eziyetler çekmiş, birçok maddî mahrumiyetlere katlanmış, +dinleri uğrunda mallarını ve canlarını vermişlerdir. Peygamber Efendimiz dahi birçok +eziyetlere uğramış, hiç bir peygamberin görmediği eza ve cefaya uğrayarak bunlara +sabretmiş ve metanet göstermiştir. Yüksek Peygamberlik görevini en üstün bir şekilde +çalışarak yerine getirmiştir. + 98- Kölelerden ilk önce müslüman olan "Bilâl-i Habeşî" idi. Bu zat müslüman olunca, +görmediği eziyet kalmamıştır. Müşrikler bu muhterem zatın boynuna ip takmışlar ve onu +çocukların eline vererek sokaklarda ve kızgın kumların üzerinde dolandırmışlardır. Onu +bayıltıncaya kadar döğmeye devam etmişlerdir. Fakat Hazret-i Bilâl: "Allah birdir, Allah +birdir," diyerek dininde direniyor, bu eziyetlere katlanıyordu. Sonra onu Ebû Bekir +Hazretleri satın alarak azad etmişti. Dinindeki sebat ve metanetinin mükâfatıdır ki, onun +mübarek ismi asırlardan beri bütün İslâm ümmeti tarafından saygı ile anılıp durmaktadır. +(Allah ondan razı olsun). + 99- İslâmiyeti kabul edenlerden bir kısmı da, gördükleri eziyet yüzünden vatanların +terk ederek Habeşistan'a hicrete mecbur kalmışlardı. Şöyle ki: Bunlardan ilk defa on bir +erkek ile dört kadın, sonra seksen iki erkek ile yirmi kadın hicret etmiştir. +Peygamberimizin muhterem kızı Rukiye ile kocası Hazret-i Osman da bu ilk hicret +edenlerdendir. Habeşistan hükümdarı olan Necaşî bu muhacirlere çok hürmet etmiş, +onlara yer göstermiş ve sonra da İslâmiyeti kabul etmişti. + 100- Peygamberimize elçilik görevi verildiğinin yedinci senesi olmuştu. Mekke'deki +müşrikler, müslümanların günden güne artmakta olduklarını ve güçlendiklerin görerek +onlara bir kat daha şiddet kullanmaya başladılar. Peygamber Efendimizin mensub olduğu +Beni Haşim (Haşim Oğulları) ile alışverişi kesmiş, onlara yararlı olan şeyleri bildirmeye +karar vermişlerdi. Onların yoksulluk içinde yaşamaları için kendileriyle her türlü ilgiyi +kesmek hasusunda bir sözleşme yazıp Kabe'nin bir duvarına asmışlardı. Artık Haşim +Oğullarından gerek müslüman ve gerekse müslüman olmayanlar, "Şa'b-i Ebû Talib" +denilen bir mahallede çember altına alınmış duruma sokulmuşlardı. Son derece sıkıntı +içinde vakit geçiriyorlardı. Diğer müslümanlar da gelip bu mahallede toplanmışlardı. Fakat +bu sözleşmenin başındaki "Bismikallahümme (Allah'ımızın adı ile)" yazısından başka +bütün yazıların güvelerin yemiş olduğunu, Peygamber Efendimiz bir mucize olarak haber +vermişti. Onlar gidip baktılar, bu gerçeği anlayınca biraz utandılar. Böylece müşrikler +Haşim Oğullarına karşı olan sözleşmelerini bozdular. Haşim Oğulları da, diğer +müslümanlar gibi, bu çemberden kurtulup biraz nefes aldılar. + + + + +Ebû Talib İle Hazret-i Hadice'nin Vefatları + + 101- Amcası Ebû Talib, Peygamberimizi çok sever, pek ziyade korurdu. Efendimizin +pek muhterem ve pek doğru sözlü bir zat olduğunu bilirdi. Fakat kavminin +dedikodusundan çekinerek görünüşte iman etmiş değildi. Kalben iman etmiş olduğu +kendisine isnad edilen bazı şiirlerinden anlaşılmaktadır. Gerçeği ancak Yüce Allah bilir. +Seksen yaşında olduğu halde, Risaletin onuncu yılında vefat etmiştir. + 102- Ebû Talib ölümüne yakın bir zamanda Kureyş büyüklerini yanına çağırarak onlara +şöyle bir öğüt vermiş: "Ey Arab'ın seçkinleri! Kimsesizlere sevgi, fakirlere yardım ediniz. +Namus ve fazileti gözetiniz. Daima birlik ve beraberlik içinde hareket ediniz. Özellikle +Muhammedül'l-Emîn'e itaat edip onu gözetiniz. İyi biliniz ki, Hazret-i Muhammed her +sözünde doğrudur. O, Allah'ın hidayetine başarısına kavuşmuştur. Bütün Kureyş +oymakları ve bütün çevre insanları onun emrine boyun eğecek, onun çağrısına koşacaktır. +Eğer daha yaşayacak olsaydım, her türlü zorluklara katlanarak ona yardıma davem +ederdim." + 103- Ebû Talib'den üç gün sonra da "Hadicetü'l-Kübra" validemiz vefat etmiştir. +Bunların ölümleri Peygamber Efendimizi çok duygulandırmıştı. Peygamber Efendimiz + Hazret-i Hatice'den çok memnundu. Onun üzerine başkası ile evlenmemişti. Onun için +şöyle buyurmuştur: "Bana ondan daha hayırlı bir zevce nasib olmadı. Beni kimseler +doğrulamadığı bir zamanda o doğruladı. Benden herkes malını esirgerken o, mallarını +bana harcadı. Benim dünyada bir dostum vardı; o da Hatice idi." + Peygamber Efendimiz Hazret-i Hatice'nin vefatından sonra Zem'anın kızı "Sevde" +validemizle, Hazret-i Ebû Bekir'in kızı "Aişe-i Sıddıka" validemizle, daha sonra Hazret-i +Ömer'in kızı "Hafsa" validemizle, Hazret-i Ebû Süfyan'ın kızı "Ümmü Habibe" validemizle +evlenmiştir. Yüce Allah hepsinden razı olsun. + + + +Peygamberimizin Kabileleri Dine Daveti ve Akabe +Bey'atı + + 104- Mekke'deki müşrikler, Ebû Talib'in öğütlerini dinlemediler. Onun ölümünden +sonra Hazret-i Peygambere daha ziyade düşmanlık ettiler. Eziyet etmeğe kalkıştılar. +Peygamber Efendimiz de azadlısı olan Zeyd'le beraber Mekke'den çıkıp Taife gitti. Önce +civarında bulunan "Bakr ibni Vail" kabilesi ile "Kahtan" kabilelerinden birini dine davet +etti; fakat bunlar daveti kabul etmediler. Sonra Taife vardılar. Orada "Benî Sakıf' +kabilesini dine çağırdı; onlar da kabul etmediler, uygunsuz sözler söylediler. Hazret-i +Peygamber Mekke'ye döndü, Mekke'ye bir konaklık mesafede bulunan "Batni Nahle" +vadisine gelince, bir gece orada kalıp ibadetle meşgul oldu. "Errahman" sûresini okurken +cinlerden bir bölük gelip okunan âyetleri dinlediler ve Peygamber Efendimize iman ettiler. +Duyduklarını gidip diğer cinlere de anlattılar. Bu bir gerçektir. Bunu Kur'ân-ı Kerîm +bildirmektedir. + 105- Peygamber Efendimiz yalnız insanlara değil, cinlere de peygamber gönderilmiş +bulunmaktadır. Bunun içindir ki, kendisine Resulü's Sakaleyn (insanların ve cinlerin +peygamberi) denilmiştir. Meleklere de peygamber olarak gönderilmiş bulunduğunu +söyleyenler vardır. Gerçek şu ki, onun varlığı bütün âlemler ve yaratıklar için Allah +tarafından bir rahmet olmuştur. + 106-Peygamber Efendimiz Taif'den Mekke'ye dönünce, yine her türlü eziyetlere +katlanarak halkı İslâm dinine çağırmaya devam etti. Her sene hac mevsiminde civardan +Mekke'ye gelen ve "Suk-ı Ukaz" denilen panayırda toplanan kabilelerle görüşüp onları +İslâm dinine çağırıyordu. Bunlardan bir kısmı daveti kabul ederek müslüman olmuş ve +böylece İslâmiyet yavaşça Arab yarımadasına yayılmaya başlamıştı. Mekke müşrikleri de, +bu yayılmanın önüne geçmek istiyorlardı. Peygamberimize iftira ediyor, ona şair, kâhin, +mecnun, sahir demek küstahlığında bulunuyorlardı. + Ne garipdir ki, içlerinde "Velid ibni Muğire" gibi cin fikirli adamlar, Hazret-i peygamber +için şöyle diyorlardı: + "Biz Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) nasıl kâhin diyebiliriz ki, onun sözleri +asla kâhinin sözlerine benzemiyor. Biz ona nasıl mecnun diyelim ki, onda asla cinnet +alâmeti yoktur. Biz ona şair de diyemeyiz; çünkü biz şiirin bütün kısımlarını biliriz. Onun +sözleri bunlardan hiç birine benzemiyor. Ona büyücü veya sihirbaz da diyemeyiz; çünkü o +ne okuyup üflüyor, ne düğüm bağlıyor. Onun neresi sihirbaza benziyor? Doğrusu bu +dediklerimizin hiç biri ona yakışmıyor." + 107- Birtakım hayırsız kimseler, peygamberde görülen İlâhi nuları ve olgunluk hallerini +anlayamayıp ondan yararlanamadıkları gibi, başkalarının da yararlanmasına engel +oluyorlardı. Fakat zavallılar bilmiyorlar ki, Yüce Allah'ın güneşini hiç kimse perdeleyemez. +Allah'ın nurunu kimse söndüremez. Böyle tehlikeli hareketlerde bulunanlar ve kötü +kuruntu taşıyanlar yıkılıp giderler. Allah'ın nuru yine anlayış sahibi mü'minlerin gönlünü +aydınlatmaya devam edip gider. Dünya tarihi buna şahiddir. + 108- Peygamberliğin on birinci yılı idi. Peygamber Efendimiz yine hac mevsiminde +kabileleri dine davet ediyordu. Medine halkından ve Hazreç kabilesinden bir topluluğa +"Akabe" denilen tepede rasgeldi. Kendilerine İslâm dinini anlattı. Kalbleri duygulandıran +ve aklı düşünmeye götüren Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinden bir mikdar okudu. O muhterem + topluluk da, İslâmiyetin ne yüksek bir din olduğunu anlayarak Allah'ın peygamberini +doğruladılar ve iman ettiler. Bir yıl sonra bunlardan beş kişi ile yine Medine halkından +diğer yedi kişi gelip "Akabe" isimli yerde Hazret-i Peygamberle görüştüler. "Bundan sonra +Yüce Allah'a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina etmeyeceklerine, hiç kimseye +iftirada bulunmayacaklarına, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine" dair Hazret-i +Peygambere söz verdi, and içtiler. İşte bu şekilde yapılan sözleşme'ye (and'a), "Birinci +Akabe Bey'atı" denir. + 109- Birinci Akabe Bey'atını yapan ashab-ı kiram Medine'ye döndüler, orada İslâmiyeti +yaymaya başladılar. Peygamberliğin on üçüncü yılında, Medine'deki Evs ve Hazreç +kabilelerinden yetmiş üç erkek ile iki hanım yeniden geldiler. Ebu Eyyüb El-Ensarî de +bunların arasında idi. Peygamber Efendimizle Akabe denilen yerde buluştular ve +İslâmiyeti kabul ettiler. Ayrıca Peygamber Efendimizi Medine'ye davet ettiler. Medine'ye +şeref verdikleri zaman da kendisini canları gibi koruyacaklarını ve emirlerine uyacaklarını, +müslümanların fakirlerine ve zayıflarına yardım edeceklerine yemin ederek kabullendiler +ve buna söz verdi, and içtiler. İşte bununla "İkinci Akabe Bey'atı" meydana gelmiştir. + + + + +Ayın Bölünmesi ve Miraç Mucizeleri + + 110- Ayın iki parçaya ayrılması, peygamberliğin sekizinci yılında olmuştur. Şöyle ki: +Müşriklerden bir kısım kimseler, mehtaplı bir gecede, ayın ikiye ayrılıp sonra birleşmesini +Peygamber Efendimizden istediler. Böyle bir mucize gösterilmedikçe, iman +etmeyeceklerini söylediler. Hazret-i Peygamber de Yüce Allah'a dua etti. Ay da, Yüce +Allah'ın kudreti ile iki parçaya ayrıldı. Bir parçası Nur (Hira) dağının bir tarafında, diğer +parçası da öbür tarafında yüksekten göründü. Sonra birleşip eski halini aldı. Bu mucizeyi, +o gece bazı yolcular da görmüştü. Mekke'ye geldikleri zaman bu olayı anlattılar. Ne yazık +ki, müşrikler yine iman etmediler. Bu olayı bir sihir sandılar. Oysa ki, Yüce Allah'ın kudreti +her şeye yeterlidir. Bir peygamber için mucize olmak üzere böyle bir olayı meydana +getirmesine ne engel vardır? Gökyüzünde nur saçan birçok yıldızların veya diğer +varlıkların güneşten ayrılarak onun çevresinde bir düzen kurduklarını bug��nkü alimler +iddia edip duruyorlar. Artık bu üstün âlemleri yaratıp düzene sokan Yüce Allah böyle bir +mucizeyi yaratamaz mı?.. + Çok yazıktır ki, inkarcı ve gafil insanlar, Yüce Allah'ın sonsuz kudretini hudutlandırmış +oluyorlar da, bundan haberleri olmuyor. Doğrusu böyle tabiatla ilgili mucizeleri inkâr +etmeye veya başka türlü yorumlamaya asla ihtiyaç yoktur. Yazıklar olsun buna aykırı bir +düşünceye sahib olanlara!.. + 111- Peygamberliğin on üçüncü senesinde de "Miraç" mucizesi olmuştur. Şöyle ki: +Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazretleri, Medine'ye hicretlerinden +sekiz ay önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi idi. Cibril-i Emin geldi ve "Burak"adında bi +binit getirdi. Peygamberimizi alıp Kudüs'deki "Mescid-i Aksa"ya götürdü. Oradan göklere +çıkardı. Peygamber Efendimiz nice âlemler gördü. Diğer peygamberlerin ruhları ile +görüştü. "Sidretü'l-Münteha" denilen makama kadar vardı. Yüce Allah'ın birçok tecellisine +kavuştu. Peygamberin kendisine ve ümmetine beş vakit namaz farz kılındı. Aynı gece ve +kısa bir zaman içinde evine geri getirildi. Sabahleyin bu olağanüstü olayı insanlara haber +verince, mü'minler onu tebrik ettiler. Müşrikler ise, "Böyle bir şey olamaz" diyerek +inkârda bulundular. + O bilgisiz ve düşüncesiz insanlar hayvanlara, taşlara ve ağaçlara tapıyorlardı. Yüce +Allah'ın kudretini de, bu taptıkları şeylerin kudretine ve kuvvetine benzeterek böyle üstün +bir olayın meydana gelmesine imkân göremiyorlardı. Eğer bunlar, bu kâinatı yaratanın +nasıl büyük bir yaratıcı olduğunu biraz bilseler ve eğer o hikmet sahibi Allah'ın şu +üstümüzdeki sonsuz boşlukta milyonlarca büyük küçük küreleri tutup büyük bir hızla +hareket ettirmekte olduğunu düşünselerdi, böyle bir mucizeyi inkâra gerek görmezlerdi. +Zavallı insanlar!.. Kendi yapacakları taşıtlarla, füzelerle Merih'lere ve Zühre'lere yükselip + çıkabileceklerini düşündükleri halde, Miraç olayının sadece Allah'ın kudreti ile olmasını +nasıl uzak görebilirler?.. + Şüphe yok ki, Yüce Allah'ın gücü her şeye yeter. + + + + +İslâmiyetin Medine'de Yayılması ve +Müslümanların Oraya Hicreti + + 112- Medine'nin eski adı "Yesrib" idi. Oraya Yemen'in Ezd kabilesinden bir toplum gelip +yerleşmişlerdi. Bu toplumun başkanı olan Haris ölünce, Evs ve Hazreç adlarındaki iki +oğlunu bırakmıştı. O toplum da ikiye ayrıldı. Bir kısım Evs, diğer bir kısmı da Hazreç'e +bağlandı. Böylece Medine'de Evs ve Hazreç adında iki kabile türemiş oldu. Daha sonra +bunların arasına şiddetli düşmanlık girdi. Daima birbirleriyle çarpışıp dururlardı. Dünyayı +verseler aralarını bulmak ve kalblerini birleştirmek mümkün değildi. Fakat ne zaman ki +İslâmiyet nurları parlamaya başladı, hemen o eski düşmanlığı unuttular. Bu düşmanlık +yerine bir sevgi ve bir kardeşlik meydana geldi. Birbirine din bağı ile bağlandılar ve +birbirinin selâmetine,mutluluğuna çalıştılar. Böylece ortak düşmanları olan Yahudilere +üstün geldiler. + İşte İslâmiyet Medine'de bu iki kabile arasında günden güne hızla yayılıyordu. Ashab-ı +kiramdan ''Umeyr oğlu Mus'ab" bunlara Kur'ân-ı Kerîm ve İslâm ahlâkını öğretmek için +Medine'ye gönderilmişti. Sonra Başkanları olan "Sa'd ibni Muaz ve Üseyyid ibni Hudayr" +de müslüman olunca, bu iki kabile arasında İslâm olma nimetine kavuşmayan kalmamış +gibiydi. + 113- Mekke'deki müslümanlar, müşriklerden çekilemeyecek derecede eziyet +görüyorlardı. İkinci Akabe Bey'atından sonra, azar azar gizlice Medine'ye hicrete +başladılar. Yalnız Hazret-i Ömer Mekke'den çıkacağı zaman Kabe'yi ziyaret edip orada +toplanmış bulunan müşriklere açıkça şöyle söyledi: "Siz ne akılsız kimselersiniz ki, taştan +ve ağaçtan yapılmış şeyleri mabud tanıyorsunuz!.. İşte ben gidiyorum... Babasını +evlâdsız, evlâdını babasız, karısını kocasız bırakmak isteyenler varsa, beni izlesin." Bu +konuşmayı açıktan yaparak çıkıp gitmişti. + Medine-i münevvere'ye hicret eden ashab-ı kirama, Muhacirin (göç edenler) denir. +Medine halkından olan ashab-ı kirama da Ensar (yardım edenler) denir. Bu zatlar +muhacirlere çok büyük yardımlarda bulundukları için kendilerine "Ensar" unvanı +verilmiştir. Yüce Allah hepsinden razı olsun. + + + +Peygamberimizin Medine'ye Hicretleri ve Oradaki +Bazı Çalışmaları + + 114- Peygamberliğin on dördüncü yılı idi. Mekke'deki müslümanlar Medine'ye hicret +etmişlerdi. Mekke şehrinde yalnız Hazret-i Peygamber ile aile halkı ve Hazret-i Ebû Bekir +ile Hazret-i Ali kalmışlardı. + Müslümanların böyle Medine'ye gidip orada bir kuvvet meydana getirmeleri, +Mekke'deki gayrimüslimleri düşündürüyordu. Darü'n-Nedve denilen bir binada toplandılar. +Müslümanların en büyük düşmanı olan Ebû Cehil adındaki şahsın sözüne uydular. Hazret-i +Peygamberi öldürmeye karar verdiler. Her kabileden bir şahıs ayrılarak geceleyin Hazret-i +Peygamberin evini kuşattılar. Uyumasını bekliyorlardı, onu öldüreceklerdi. + İşte o gece, Cibril-i Emîn geldi, durumu Hazret-i Peygambere bildirdi ve Medine'ye +hicret için kendisine izin verildiğini söyledi. Hazret-i Peygamber kendi yatağına Hazret-i +Ali'yi yatırdı. Yerden bir avuç toprak alıp dışarda bekleyen müşriklerin üzerlerine saçtı. Hiç + birisi görmeksizin aralarından çıkıp gitti. O gece bir yerde kaldı. Gündüzün öğle vakti +Hazret-i Ebû Bekir'in evine gitti ve beraberce hicret edeceklerini müjdeledi. + 115- Rebiülevvel ayının ilk günleri idi. Peygamber Efendimiz Hazret-i Ebû Bekir ile +geceleyin Mekke'den çıktılar. Mekke'ye bir saatlik uzaklıkta bulunan "Sevr" dağına gittiler. +Orada "Athal" denilen bir mağarada saklandılar. O gece orada kaldılar. Mekke müşrikleri +durumu öğrenince, Hazret-i Peygamberin peşine düştüler. Her tarafı yokladılar. Öyle ki, +bu mağaranın yanına bile geldiler. Fakat mağaranın kapısına örümcekler hemen ağlarını +örmüş, güvercinler de oracıkta yuva kurmuşlardı. Orada kimsenin bulunamayacağını +anlayarak geri döndüler. Bu bir mucize idi. + Sonra Peygamber Efendimiz muhterem arkadaşı ile mağaradan çıktı. Daha önce, +Abdullah ibni Ureykıt adında biri aracılığı ile hazırlanmış oldukları iki deveden birine +Hazret-i Peygamber ile Hazret-i Ebû Bekir, diğerine de Hazret-i Ebû Bekir'in oğlu Abdullah +ile "Âmir ibni Füheyre" binerek Medine tarafına yöneldiler. Yolda birçok üstün haller +meydana geldi. + 116- Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin Mekke'den çıkmış +olduğunu öğrenen müşrikler, Peygamberi ve arkadaşı Ebû Bekir'i yakalayıp getirecek +kimselere yüz deve vereceklerini ilân etmişlerdi. Bunu almak için Benî Müdliç aşiretinden +"Süraka" adında birisi Peygamberimizin arkasına düştü. Kudeyd denilen yerde +Peygamberimize yetişti. Fakat atının ayakları dizlerine kadar yere battı. Bundan +davranışının kötü olduğunu anladı. Peygamberimizden güvenlik sözü istedi ve onu +peygamberden aldı, bu şekilde kurtuldu. Mekke'nin Fethinde de İslâmiyeti kabul etti. + Benî Eslem kabilesinde "Büreydetü'bnü'l-Huseyb" adındaki biri de, yetmiş kadar atlı ile +Hazret-i Peygamberi yakalatmak sevdasına düştü. Fakat Hazret-i Peygambere yetişince, +fikrini değiştirdi. Kalbinde iman parlamaya başladı, beyaz sarığını çözdü: "Ey Allah'ın +Resulü! Sizin böyle bayraksız yürümenize gönlüm razı olmuyor; izin veriniz de, +alemdarınız (sancaktarınız) olmak şerefine kavuşayım," dedi ve aldığı izin üzerine, +sarığını kargısının ucuna bağladı. Medine'ye bir saat uzaklıkta olan "Kuba" köyüne kadar +Peygamberin yanından ayrılmadı. İslâmın ilk bayrağı bu mübarek sarıktır. + 117- Peygamberimizin Medine'ye varacağını Medineliler işitmişti. Her sabah Medine +dışına çıkar, sıcaklar basıncaya kadar beklerlerdi. Bir pazartesi günü, Hazret-i Peygamber +ile mağara arkadaşı Ebû Bekir'in gelmekte oldukları görüldü. Hemen karşılamaya koştular +ve Kuba köyünde onlarla buluştular. + Peygamber Efendimiz Kuba'da üç gün kaldı ve meşhur Kuba mescidini yaptırdı. +İslâmda yapılan ilk mescid budur. Sonra Hazret-i Ali arkadan yetişip Kuba'da Hazret-i +Peygamberle buluştu. Ashab-ı kiramdan meşhur "Selman-ı Farisî" de Kuba'ya gelip İslâm +dinini kabul etti. + 118- Peygamber Efendimiz, Rebiülevvel ayının on altısına raslayan bir cuma günü idi +ki, sabahleyin müslümanlardan yüz kişi ile Kuba'dan ayrılıp medine'ye yürüdüler. Yolda +"Ranuna" denilen derenin üst tarafına indiler. Peygamber Efendimiz orada çok açık ve +güzel hutbe okuyup cuma namazını kıldırdı. Hazret-i Peygamberin ilk kıldırdığı cuma +namazı budur. + Peygamber Efendimiz, o gün Medine'ye şeref verdiler. O gün müslümanlar için bayram +olmuştu. Her ağızdan: "Ya Resûlallah" Hoş geldiniz," sesleri yükseliyordu. Her yüzde bir +neşe ve sevinç parlıyordu. Güzel şiirler okunuyordu. Ensar-ı kiramdan her biri: "Ya +Resûlallah! Benim evimi şereflendir," diye yalvarıyordu. Fakat Peygamber Efendimiz, hiç +birinin gönlü kalmasın diye: "Devemi bırakınız, Yüce Allah tarafından görevlendirildiği +tarafa gidiyor. Bakalım nerede duracak!" buyurdu. Deve de önce "Malik ibni Neccar"ın evi +önündeki boş arsada çöktü. Sonra kalkıp Beni Neccar'dan "Halid Ebû Eyyüb El-Ensarî'nin +evinin önünde çöktü. Oradan da kalkıp yine eski yerine dönerek orada durdu. Peygamber +Efendimiz: "İnşallah konağımız burasıdır," diyerek Hazret-i Halid'in evine şereflendirdi. +Yedi ay o evde oturdu. + 119- Ensar-ı kiram (Medineli ashab), her gün peygamberi ziyaret ederek nöbetle +yemek getirir ve hizmette bulunurlardı. O süre içinde, adı geçen boş arsa on miskal altına +satın alınarak üzerinde bir mescid bina edildi. Bugün imarına pek büyük önem verilerek +yapılmış olan Mescid-i Nebevi (Peygamberin Mescidi) işte aslen bu mübarek mesciddir. +Bunun çevresinde yapılmış olan hücreler (odalar) tamamlanınca Peygamber Efendimiz +bunlara taşındı. Mekke'de kalmış olan mü'minlerin annesi Hazret-i Sevde ile + Peygamberimizin diğer aileleri Medine'ye getirildi. Artık Medine-i Münevvere bu mübarek +mü'minlerin ikinci yurdu olmuştu. + Müslümanlar tarafından kubul edilen "Hicrî Tarih", Peygamber Efendimizin Medine'ye +hicret ettikleri yılın Muharrem ayından başlar. Bu tarihten itibaren müslümanlar için pek +parlak bir ilerleme ve açılma devresi başlamış oldu. + 120- Mescid-i Nebevi (Peygamberin Mescidi) yapıldıktan sonra, ashab-ı kiram toplanıp +beş vakit namazı cemaatla kılmaya başlamışlardı. Fakat namaz vakitlerini ilân edip +bildirmek gerekiyordu. Başka milletlerin ibadete çağrı için boru öttürmek, çan çalmak, +yüksek bir yerde ateş yakmak gibi kabul etmiş oldukları anlamsız işaretler İslâmiyete +yakışmazdı. Bir aralık Hazret-i Ömer'in teklifi ile: "Essalâte Camiaten (topluca namaza)" +diye seslenildi. Sonra Ensar-ı kiramdan Abdullah ibni Zeyd'e rüyasında bildiğimiz şekilde +ezan öğretildi. Hazret-i Ömer de böyle bir rüya gördü. Peygamber Efendimiz bunu +işitince: "İnşaallah bu rüya hakdır, namaza böyle çağrılmalıdır," diye emretti. Sonra bu +rüya, Allah'ın vahyi ile de sağlamlaştırıldı. Artık namaz vakitleri bu şekilde ilân edilir oldu. + Yeryüzünda namaz vakitleri değişik saat ve zamanlara rast geldiği için, hiç bir saat +yoktur ki, orada, Muhammedi Ezan okunmasın. Bu şekilde Yüce Allah'ın birliği ve +büyüklüğü, Peygamberimizin elçiliği, namazın kurtuluşa sebeb olduğu bütün insanlık +âlemine yüksek bir sesle ilân edilmiş oluyor. + Peygamber Efendimiz ilk müezzini Bilâl Habeşî'dir. Ebu Mahzure Samure İle Amr ibni +Ümmi Mektüm ve Sa'dü'l-Karaz da Peygamberimizin müezzinlerindendir. (Radıyallahu +Teâlâ anhüm). + + + + +Peygamberimizin Cihada Mezuniyeti ve Başlıca +Düşmanları + + 121- Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz, bütün âlemlere rahmettir. O, insanlık âlemini +bir kardeşlik düzeni üzere yaşatmak ve yükseltmek isterdi. Cehalet karanlıkları içinde +kalmış insanları hidayet nurları ile aydınlatmaya çalışırdı. Bunun için kavmine çok güzel +öğütler verdi. On üç senede çok yumuşaklık ve tatlılık gösterdi. Ne yazık ki, onlardan +birçokları bu mutlu hayatın kıymetini bilemediler. Müslümanların canlarına saldırmaktan +geri durmadılar. Sonunda onları yurdlarından çıkmaya da mecbur bıraktılar. Fakat +bununla da yetinmediler. Diğer Arab kabilelerini de müslümanların aleyhine kışkırttılar. +Bazı şairleri alet kullanarak müslümanların şereflerine dil uzatmaktan çekinmediler. Artık +öğüt ve tatlılıkla hareket etmek zamanı geçmiş, müslümanlar kuvvet bulmuş, İslâm +fazilet ve medeniyetini bütün dünyaya yaymak zamanı gelmişti. + 122- Hicretin birinci yılı idi. Yüce Allah tarafından cihad için müslümanlara izin verildi. +İslâm dinini söndürmek isteyenlere karşı kuvvet kullanılmasına müsaade edildi. Bunun +üzerine birçok savaşlar yapıldı, düşmanlara karşı birlikler gönderildi. Bütün bunlar, İslâm +varlığını koruma yolunda yapılmıştır. + Peygamber Efendimizin bizzat bulunduğu savaşlara "Gazve" denilmiştir ki, bunun +çoğulu "Gazevat'dır. Ashab-ı kiramdan bir zatın kumandası altında savaşa giden az bir +kuvvete de "Seriyye" adı verilmiştir. Bir Seriyye, beş kişiden dört yüz kişiye kadar olan +seçkin askeri bir birlik demektir. + Peygamberimizin gazveleri (savaşları) sayı olarak yirmi yedidir. Seriyyelerin sayısı da +kırk dört veya elli altıdır. Biz bunların önemleri hakkında biraz bilgi vereceğiz. + 123- Peygamber Efendimizin karşısında bulunan başlıca düşmanlara (gayrimüslimlere) +gelince, bunlar üç sınıf idiler. Şöyle ki: + Birinci sınıf: Mekke'de bulunup da henüz iman etmemiş olan Kureyş kabilesi idi. Bunlar +baştan beri müslümanların en büyük düşmanı kesilmişlerdi. Peygamber Efendimiz +Mekke'de bulunduğu süre içinde onları tatlılıkla ve hoş bir şekilde öğütlerle yola +getirmeğe çalıştı. Fakat bunların düşmanlık ve saldırıları hicretten sonra da devam +ettiğinden, artık onlara karşı silâh kullanılmasına mecburiyet görülmüştür. + İkinci sınıf: Tarafsızlar idi. Bunlar, işin sonunu gözlüyorlardı. Bunların bir kısmı +müslümanları severdi. Benî Hüzaa gibi... Diğer bir kısmı da müslümanların ilerlemesini +istemezdi. Benî Bekr kabilesi gibi... + Üçüncü sınıf: Bunlar müslümanlara sulh ve anlaşma yapan Yahudi kabileleri idi. Benî +Kurayza, Benî Nadir, Benî Kaynuka kabileleri gibi. + Bunlar hicretin birinci yılında Hazret-i Peygamberle sözleşme yapmışlardı. +Müslümanlara asla saldırmayacaklardı. Buna karşılık da, kendileri dinî ayinlerini serbestçe +yapabilecekler, mal ve canları korunmuş olacaktı. Fakat bunlar verdikleri sözde +durmadılar. Müslümanların aleyhinde bulunmuşlardır. + 124- Yukardaki üç sınıftan başka bir de "Münafıklar Topluluğu" meydana çıkmıştı. +Bunlar görünüşte müslüman idiler; fakat içerden müslümanlığın aleyhinde bulunuyorlardı, +bozgunculuk çıkarıyorlardı. Hazreç kabilesinden "Abdullah ibni Ubeyy ibni Selül" ve Evs +kabilesinden "Haris ibni Süheyl" gibi... + Bir de, bazı şairler vardı. Bunlar önceden kabilelerinin en büyük adamları sayılıyordu. +Yazdıkları şiirlerle insanların fikirlerine hakim bulunurlardı. Bunlar cahiliyet duygusu ile +müslümanların aleyhine şiirler söylerler, putperestliği överlerdi. "Übeyyetü'bnü Ebi Salt" +bunlardandı. + Bu gayrimüslim şairlere karşı, müslümanların da pek seçkin şairleri vardı. Bunlar İslâm +dinini savunurlar, gayrimüslim şairlere cevab verirlerdi. Ensar'dan "Hassan ibni Sabit, +Kâ'b İbni Malik, Abdullah ibni Revahe" gibi... + + + + +Müslümanların İlk Sancaktarı ve İlk Seriyyesi + + 125- Mekke'de bulunan gayrimüslimler, müslümanları bu mübarek yurdlarından +çıkarmışlar, mallarını ellerinden almışlar, canlarına da düşman kesilmişlerdi. Yüce Allah +buna karşılık cihada izin vererek bunların mallarını, canlarını ve yurdlarını müslümanlara +helâl kılmıştır. + Bunun için hicretin ikinci yılında, Mekkelilerin ticaret için Şam'a gönderdikleri bir ticaret +kervanına taaruz edilmesine karar verildi. Böyle yapılmakla, düşmanların müslümanlar +aleyhindeki tecavüz hareketleri son bulacak, kuvvet ve cesaretleri de kırılacaktı. + Peygamber Efendimiz altmış süvari ile bu kafileyi izlemeye çıktı. "Benî Damre" +kabilesinin yurduna kadar vardı. Fakat kafileye raslanamadı. Beni Damre kabilesi ile +karşılıklı yardımlaşma esası üzerine bir sözleşme yapıldı ve Medine'ye dönüldü. + Bu sefer esnasında Peygamber Efendimizin amcası Hazret-i Hamza sancaktar tayin +edilmiştir. Kendisine beyaz bir sancak verilmişti. İşte müslümanların ilk sancaktarı +Hazret-i Hamza'dır. İlk sancağı da bu sancaktır. + 126- Yine hicretin ikinci yılı idi. Ebu Cehil'in idaresi altında Şam'dan Mekke'ye bir +Kureyş kervanı dönmüş bulunuyordu. Bunu vurmak üzere Hazret-i Hamza'nın kumandası +altında otuz kişilik bir kuvvet hazırlandı. Bu kuvvet, üç yüz kişiden ibaret olan Kureyş +kabilesine ansızın rastgeldi. Aralarında savaş çıkacağı sırada, iki tarafla da barışık bulunan +"Cüheyne" kabilesinden Amr oğlu Mecdi ortaya çıktı; yatıştırıcı sözlerle bunların arasını +buldu ve anlaştırdı. İslâm birliği bir ganimet sağlayamadı. Fakat kendisinden sayıca on +kat fazla olan bir düşmanı korkutup anlaşmaya mecbur etti. Bu bakımdan maneviyat +yönünden büyük bir başarı kazanmış oldular. + İşte ilk İslâm seriyyesi de bu otuz kişilik kuvvettir. + + + + +Birinci ve İkinci Bedir Savaşları + 127- Kureyş kabilesinden bir seriyye (çete), Medine ve civarına kadar sokulup +müslümanların hayvanlarını vurmuşlardı. Peygamber Efendimiz bunu öğrenince, Hazret-i +Ali'yi sancaktar tayin ederek Muhacirlerden bir birlik ile bu çeteyi izlemeye çıktı. Bedir +denilen yere kadar gittiler. Fakat çete savuşup gittiğinden, geri döndüler. İşte buna +Birinci Bedir Savaşı denmiştir. + 128- İkinci Bedir savaşına gelince, bu da hicretin yine ikinci yılı Ramazan ayında +olmuştur. Buna "Bedr-i Kübra" da denilir. Şöyle ki: + Peygamber Efendimiz, Mekkelilere ait olup Şam'dan geri dönmüş bulunan bir ticaret +kafilesini elde etmek için üç yüz beş kişi ile Medine'den "Revha" denilen yere çıkmıştı. Bu +askerlerin altmış dördü muhacirlerdendi. Geri kalanı da Ensar'dandı. + Müslümanların ilk ordusunu bunlar teşkil ediyordu. Ticaret kafilesi bunu öğrenince, +başka bir yola saparak Mekkelilere haber göndermişlerdi. Mekkeliler dokuz yüz elli kişilik +bir ordu ile kafileyi kurtarmaya koştular. Kafilenin Bedir'den savuşup kurtulduğunu +öğrendikleri halde, sadece Ebu Cehil'in ısrarı üzerine geri dönmediler. Bedir'e kadar +geldiler. Müslümanlarla savaşmak istiyorlardı. + 129- Peygamber Efendimiz, düşmanın bu hareketini öğrendi. Ashabı ile müşavere +(danışma) yaptı. Kafileyi mi izleyelim, Kureyş ordusuna karşı mı çıkalım? Yüce Allah +bunlardan birini bana va'd etmiştir, buyurdu. Ashabdan bazıları, biz böyle bir kuvvetle +savaşacağımızı bilmiyorduk, yoksa daha hazırlıklı olurduk, diyerek kafileyi izlemek +istediler. Fakat Hazret-i Peygamberin savaş etmeye meyilli olduğunu anlayınca: "Ya +Resûlallah! Biz sana bağlıyız; sen ne tarafa yürürsen, biz de seninle beraberiz. Denizlere +atılacak olsan, biz de beraber atılırız," şeklindeki sözleri ile dinlerindeki sağlamlığı ve +Hazret-i Peygambere olan bağlılıklarını isbat ettiler. + Böylece İslâm ordusu Bedir'e doğru yürüdü. Peygamber Efendimiz mübarek elleri ile: +"Burası Kureyş'ten falanın, şurası da falanın ve falanın öldürüleceği yerdir," diyerek +işaret etti. Sonra hep öyle oldu. + 130- Düşman ordusu önceden Bedir suyunu tutmuş olduğundan İslâm ordusu susuz +kalmıştı. Yüce Allah o gece müslümanlara tatlı bir uyku verdi. Karşılarında düşman +yokmuş gibi, korkusuzca uyuyup yorgunluklarını giderdiler. Ertesi gün de yağmurlar +yağdı, dereler aktı. Müslümanlar su sıkıntısından kurtuldular. Bulundukları yer savaşa +elverişli bir hale geldi. Nihayet savaş başladı. Düşman tarafından atılan bir ok ile Hazret-i +Ömer'in azadlısı olan "Mihca" şehid düştü. Peygamber Efendimiz, "Mihca şehidlerin +seyyididir," buyurmuştur. Müslümanlardan savaş meydanında ilk şehid budur. Allah +ondan ve diğerlerinden razı olsun... + 131- Peygamber Efendimiz:"Allah'ım! Müslümanlara zafer ver. Eğer bugün bu İslâm +topluluğunu helak edersen, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse bulunmayacaktır," +anlamında dua etti ve yerden bir avuç ufacık taşlar alarak,' Yüzleri kara olsun" deyip +düşmanların üzerine saçtı. Bu taşlardan her biri bir mucize olarak müşriklerden birinin +gözüne veya kulağına isabet etti. Sonunda düşman ordusu fena bir halde bozuldu. Hain +Ebu Cehil iki müslüman genç tarafından öldürüldü. Düşmandan yetmiş kişi öldürülmüş, +yetmiş kişi kadar da esir alınmıştı. Müslümanlar ise, on dört şehid vermişlerdi. + Düşmandan alınan esirlerin bir kısmı para karşılığında, bir kısmı da parasız azad +edilmişti. Bazıları da, Ensar'dan on çocuğa yazı öğretmek şartı ile azad edilmişti. Esirleri +öldürmeye Peygamber Efendimiz razı olmamıştı. + 132- Bedir savaşının İslâm tarihinde önemi pek büyüktür. Bu savaşa birçok melekler +katılmış, müslümanların kuvvetini artırmışlardı. + Bedir savaşında düşman ordusu, İslâm kuvvetinin üç mislinden fazla idi. Fakat yine de +İslâm ordusuna yenildiler. Çünkü düşmanların arasında kavmiyet (ırkçılık) duygusundan, +cahilce bir gururdan başka bir bağ yoktu. Müslümanlar ise dine ve insanlığa hizmet etmek +arzusunda idiler. Aralarında din bağlılığı vardı. Manevî kuvvetleri çok yüksek idi. Şehidlik +rütbesinin çok yüksek olduğuna inanmışlardı. Baş kumandanları olan Hazret-i Peygamber +(sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin her emrine itaat ediyorlardı. Din uğrunda can +vermeyi mutluluk biliyorlardı. İşte bu duygularla parlak bir zafere ulaştılar. Müslümanlar +kuvvet buldu. Birçok kimseler gelip İslâmı kabul etti. + Bedir savaşında bulunan ashab-ı kiram ile özürlerinden dolayı bulunamayan sekiz + kişiye "Ashab-ı Bedir" denir ki, bunların hepsi üç yüz on üç sahabidir. Seçkin ashab +arasında bunların dereceleri pek yüksektir. Yüce Allah onların hepsinden razı olsun. + + + + +Beni Kaynuka ve Uhud Savaşları + + 133- Peygamber Efendimiz, Medine'nin "Aliye" denilen bölgesinde oturmakta olan Beni +Kaynuka Yahudileri ile sözleşme yapmıştı. Sonra bir müslümanı haksız yere öldürerek +verdikleri sözü bozdular. İslâmiyetin ilerlemesinden telâşa düşmüşlerdi. Müslümanlar +arasında gizlice bozgunculuk yapıyorlardı. + Peygamber Efendimiz onların reislerini çağırarak ona şöyle dedi: "Ey Kaynuka Oğulları! +Benim gerçek bir peygamber olduğumu biliyorsunuz. Bana iman ediniz ki, Kureyş'in +(Bedir'de) uğradığı felâkete uğramıyasınız." Onlar da şu cevabı vermişlerdi: "Sen bizi +Kureyş gibi savaş bilmez mi sanıyorsun? Biz savaşa hazırız." + Bunun üzerine İslâm ordusu, hicretin ikinci yılında onların çok sağlam olan kalelerini +on beş gün kuşattı. Teslime mecbur oldular ve aldıkları izin üzerine yedi yüz kişi oldukları +halde Şam tarafına çıkıp gittiler. Kendilerinden alınan ganimet mallarının beşte biri ilk +olarak Devlet Hazinesine yatırıldı. Geri kalanı da gaziler arasında bölüşüldü. + 134- Uhud Savaşına gelince: Bu savaş hicretin üçüncü yılında olmuştur. Şöyle ki: +Mekke'de bulunan gayrimüslimler toplanmışlar. Üç bin kişiden ibaret bir oldu ile +Medine'ye yakın Uhud dağının civarına kadar gelmiş ve yerleşmişler. Bedir savaşının +acısını çıkarmak istemişlerdi. Yanlarında on beş kadın da vardı. + Peygamber Efendimiz bu sırada bir rüya görmüştü. Bu rüyasında bir sığırın +boğazlandığını, Zülfikar adındaki kılıcının ucu kırılıp bir gedik açıldığını ve arkasına sağlam +bir zırh giyip elini o zırhın yakasına soktuğunu gördü. Bu rüyayı tabir ederek: +"Boğazlanan sığır, ashabdan bazılarının şehid olacağına, kılıcımdaki gedik de Ehl-i +Beytimden birinin şehid olacağına, sağlam zırh da Medine'ye işarettir." buyurdu. "Bunun +için Medine'den çıkmayalım. Düşman saldırırsa, savunma yapalım," diye öğütledi. + Medine'nin her tarafı bina ve duvarlarla çevrilmiş bir kale halinde bulunduğundan bu +şekilde hareket pek uygun olacaktı. Fakat Bedir savaşında bulunmamış gençler, bu defa +düşmanla çarpışarak cihad şerefine kavuşmak istediler. Yüce Allah'ın aslanı olan Hazret-i +Hamza'nın da Medine'de kapanıp kalmaya gönlü yatmıyordu. Bunun üzerine Peygamber +Efendimiz Medine dışına çıkmaya karar verdi ve üstüste iki zırh giydi. Kılıcını kuşandı. + 135- Hazret-i Peygamberin tavsiyesine aykırı olarak fikir yürütenler pişman olup: "Ya +Resûlallah! Biz senin emrine bağlıyız, nasıl uygun görürseniz öyle yapalım," dediler. Fakat +Hazreti Peygamber: + "Silâhını kuşandıktan sonra savaş yapmadan geri dönmek, bir peygambere yakışmaz," +buyurdu ve bin kişiden ibaret bir kuvvetle şehir dışına çıktı. + Münafıkların başı olan Ubeyy İbni Selül'ün oğlu Abdullah: "Resûlüllah gençlerin sözüne +uydu da şehir dışına çıktı," diyerek başlarında bulunduğu üçyüz münafıkla geri döndü. +İslâm ordusundaki kuvvetin sayısı yedi yüze indi. + 136- Nihayet iki ordu karşılamıştı. Peygamber Efendimiz, ashabdan Cübeyr oğlu +Abdullah'ı elli ok atıcı ile bir derenin ağzında görevlendirdi. Onlara şu talimatı verdi: +"Buradan düşmanın saldırısı beklenir. Sakın benden emir almadıkça ayrılmayınız." Savaş +sonunda düşman fena bir şekilde bozularak kaçmaya yüz tutmuştu. Abdullah'ın +kumandası altındaki erler, düşmanın tamamen bozulmuş olduğunu sanarak arkalarına +düşmek ve ganimet malı almak istediler. Komutanlarının emrini dinlemeyerek dağıldılar. +Düşman bunu görünce, o dereden İslâm ordusunun sol yanına saldırdı. İslâm ordusunda +ansızın bir yenilgi baş gösterdi. Bu esnada Hazret-i Hamza ile daha birçok sahabi şehid +olmuştu. + Peygamber Efendimiz savaş meydanında yalnız kalmıştı. Yanlarında birkaç kişi +bulunuyordu Mübarek dudağı yarılmış, bir dişi kırılmış, zırhının iki halkası kırılmış ve +güllerden daha nazik olan vücuduna saplanmıştı. Bir ara Peygamberimizin şehid + düştüğüne dair bir haber yayılmıştı. Bu esnada Hazret-i Ali, Peygamberimize saldıran +düşman kuvvetlerini geri püskürtüyordu. Sa'd ibni Ebi Vakkas da düşmana ok atıp +duruyordu. Ummü Ümare denilen "Nesibe" adındaki muhterem kadın da vücudu kanlar +içinde kaldığı halde savaşa devam ediyordu. Hazret-i Peygamberi düşmanlardan +koruyordu. + 137- Peygamber Efendimizin şehid edildiğine dair yayılan haberden dolayı, +müslümanlar büsbütün perişan olmuş, her biri kendi başının çaresine düşmüş, +merkezlerini kaybetmiş yıldızlar gibi hareketlerini şaşırarak dağılmışlardı. Oysa ki, +Peygamber Efendimiz savaş meydanında Yüce Allah'ın koruması ile ayak diretiyordu. Bu +durumu ilk önce ashabdan Kâ'b ibni Malik görmüştü. "İşte Resûlullah! Hamd olsun sağ ve +selâmette!" diye seslenmişti. Bunun üzerine müslümanlar tekrar toplanmaya başladılar. +Düşmanın saldırısını kırdılar. + Düşman daha fazla savaşmaya cesaret edemeyip geri döndü. Yirmi iki kadar ölü +vermişlerdi. Müslümanların şehidleri ise, yetmiş iki kadardı. Bu mübarek şehidler, birer, +ikişer ve üçer olarak gömüldü. Yüce Allah hepsinden razı olsun. + 138- Müslümanlar Uhud savaşında yenilgiye uğrayarak üzgün bir şekilde Medine'ye +dönmüşlerdi. Fakat bu savaş onlar için bir uyarı olmuştu. Çünkü içlerinden bir kısmı, +Hazret-i Peygamberin arzusuna aykırı olarak şehirden dışarı çıkmak istemişti. Bir kısmıda +korumakla görevlendirildikleri yeri bırakıp ganimet peşine düşmüştü. Böylece savaşın +sonunda, Hazret-i Peygambere uymamanın ve verilen görevi yerine getirmemenin ne +kadar tehlikeli bir şey olduğunu gösterdi. Gelecekte müslümanlar için bir ibret levhası ve +bir uyanma dersi oldu. Bir de savaş sonunda gerçek müslümanlar seçilmiş oldu, münafık +olanlar anlaşıldı. Dost düşman belirlendi. + + + +Beni Nadir, Hendek ve Beni Kurayza Savaşları + + 139- Benî Nadir Yahudileri, Medine'ye iki saat uzakta olan "Zühre" köyünde +otururlardı. Müslümanların aleyhinde çalışmamak üzere verdikleri sözü bozmaya +başladılar. Uhud savaşında da, fikirlerini büsbütün bozdular. Yayılan uyarmaları +dinlemediler. Hicretin dördüncü yılı Rebiülevvel ayında, Hazret-i Peygamber tarafından +kaleleri on beş gün kuşatıldı. Aldıkları izin üzerine, bir kısmı Hayber'e, bir kısmı da Şam +ve Filistine gittiler. + 140- Hendek savaşına gelince, bu da hicretin beşinci yılında olmuştur. Şöyle ki: +Yahudilerin teşvikiyle, Kureyş topluluğu diğer birtakım kabileleri birlikleri içine alarak on +bin kişiden fazla bir ordu ile Medine'ye doğru yürüdüler. + Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, ashab-ı kiramla istişarede +bulundu. Selman-ı Farisî'nin tavsiyesi üzerine Medine şehrinin düşman gelecek yönüne +hendek kazdılar ve savunma durumuna geçtiler. Hendek kazma işinde Peygamberimiz de +arkadaşları ile çalışıyordu. O sırada büyük bir kaya çıkmış, çalışmaya engel olmuştu. +Durumu Peygamber Efendimize bildirdiler. Hazret-i Peygamber mübarek eline aldığı bir +balyozu, "Bismillah" diyerek kayaya indirdi. Kayanın üçte birini kopardı. Kayadan bir +kıvılcım çıkıp Yemen tarafına sıçradı. Peygamber Efendimiz: "Allahu Ekber, bana Yemen'in +anahtarları verildi. Şu anda San'anın kapılarını görüyorum," dedi. Sonra "Bismillah" +diyerek bir daha vurdu. Kayanın bir parçası daha koptu. Bu defa da çıkan kıvılcım, Şam +tarafına sıçradı. Hazret-i Peygamber: "Allahü Ekber, bana Şam'ın anahtarları verildi. +Şam'ın kırmızı köşklerini görüyorum." dedi. Bir daha vurunca, kaya büsbütün parçalandı. +Bu defa da çıkan kıvılcım İran tarafına sıçradı. Peygamber Efendimiz: "Allahü Ekber, bana +Fars bölgesinin anahtarları verildi. Medayin'de Kisra'nın beyaz köşklerini görüyorum," +dedi. Sonra Selma-ı Farisî Hazretlerine şöyle buyurdu: "Ey Selman! Bu fetihler benden +sonra ümmetime nasib olacaktır." Doğrusu bu müjdeyi verdiği gibi oldu. + Diğer taraftan münafıklar da: "Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) bize, Kayser'in +ve Kisra'nın hazinelerini va'd ediyor. Biz ise, Medine'nin dışına çıkamayıp hendek +kazmakla uğraşıyoruz," diye mırıldanıyorlardı. + 141-İki hafta içinde Hendek işleri bitmişti. Düşman da görünmeye başladı. Fakat + önlerine çıkan hendeği görünce şaşırdılar. O zamana kadar Arabistan'da böyle bir savaş +usulü görülmemişti. Hendeği geçmek isteyenler, beri taraftan ok ve taşlarla +engelleniyorlardı. Hendeği atlayarak beri tarafa geçen ve bir bölük süvariye denk tutulan +Amr İbni Abdi Vud adında bir düşman eri, müslümanlara meydan okumaya başladı. +Benimle çarpışacak er varsa, karşıma çıksın, dedi. Karşısına çıkan Hazret-i Ali +(kerremellahu vechehu) tarafından çatışma sonunda öldürüldü. + Kuşatma on beş gün kadar uzadı. Mevsim soğuktu. Düşmana usanç gelmeye +başlamıştı. Bir gece çıkan şiddetli bir fırtına ile çadırları alt-üst oldu. Artık ertesi gün +dağılıp gittiler. Bıraktıkları yiyecekleri ve develeri müslümanlar elde ederek kıtlık +sıkıntısından kurtuldular. Bu Hendek savaşında müslümanlar beş şehid vermişlerdi. +Düşmanın da dört eri ölmüştü. + Hendek savaşında, Necd diyarında bulunan Gatfan ve Beni Eslem gibi birçok kabileler +düşmanla birlikte olmuşlardı. Bunun için bu savaşa "Ahzâb Savaşı" da denilmişti. Bundan +sonra meydan artık müslümanlara kalmıştı. + 142- Benî Kurayza savaşına gelince: Bu da Yahudilerin hiyanetinden ileri gelmişti. +Şöyle ki: Medine'ye yakın bir köyde oturan "Benî Kurayza" Yahudileri, Hendek savaşında +düşmanlarla birleşmiş, önceden Hazret-i Peygamberle yapmış oldukları sözleşmeyi +bozmuşlardı. Müslümanları zor bir duruma sokmuşlardı. Hazret-i Peygamber henüz +Hendek savaşından dönerek mü'minler silâhlarını bırakmıştı ki, Cibrîl-Emîn geldi. Benî +Kurayza üzerine yürümesi için Yüce Allah'dan emir getirdi. Peygamber Efendimiz tekrar +silâh kuşandı. Üç bin kişilik bir ordu ile Benî Kurayza kalesini on beş gün kuşattı. Kalede +bulunanlar, Ashabdan Sa'd İbnî Muaz (radıyallahu anh) Hazretlerinin vereceği hükme razı +olacaklarını bildirdiler. O da hüküm verdi: Eli silâh tutan erkekler öldürüldü. Toprakları +Ensar'ın rızası üzere muhacirlere verildi. Artık Benî Kurayza'nın haince olan sözleşmeyi +bozma olayı da böyle uygun bir ceza ile son buldu. Tarihin ibretli sayfalarına karıştı. + + + + +Hudeybiye Andlaşması ve Hayber Savaşı + + 143- Hicretin altıncı yılı idi. Peygamber Efendimiz Beytullah'ı ziyaret için Zilkade ayının +başında bin beş yüz kadar ashabla Medine'den çıktı, Mekke'ye yöneldi. Maksadları savaş +olmadığı için, müslümanlar yanlarına mükemmel savaş aletleri almayıp yalnız birer kılıç +kuşanmışlardı. + Mekke müşrikleri, Hazret-i Peygamberin Medine'den Mekke'ye doğru yola çıktığını +haber alınca, bir ordu halinde Mekke'den çıkmış ve engel olmaya karar vermişlerdi. +Hazret-i Peygamber onlara Hazret-i Osman'ı gönderdi. Maksadlarının savaş değil bir Umre +ziyareti olduğunu bildirdi. Fakat onlar yine razı olmadılar. + 144- Mes'ud Sakafî'nin oğlu Urve, yolda Peygamber Efendimize rast gelerek +müslümanların davranışlarına dikkat etmişti. Müslümanların Hazret-i Peygamber etrafında +pervane gibi dolaştıklarını, bütün emirlerini hemen yerine getirdiklerini, huzurlar��nda son +derece edeble hareket ederek yavaşça konuştuklarını, peygamber abdest alırken serpilen +damlaları alıp yüzlerine ve gözlerine sürdüklerini görmüştü. + Urve Mekkelilerin yanına gidince; "Ey cemaat! Ben Kayserin, Kisra ile Necaşî'nin +divanlarında bulundum. Birçok hükümdarlarla görüştüm. Vallahi ben, Muhammed +(sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında arkadaşlarının yaptığı hürmet ve itaatin bir +benzerini görmedim. Bunlar öyle kolay kolay dağılacak bir toplum değil!" diyerek +kendilerini uzlaşmaya götürmek istedi. Mekkeliler, Arabların en güzel söz söyleyeni olan +Amr oğlu "Süheyl"i Peygamberin huzuruna gönderdiler. Sonunda on sene müddetle sulh +karar verildi. Buna "Hudeybiye Musalahası (Barış Andlaşması)" denir. + 145- Hudeybiye Barış Andlaşması sırasında, Hazret-i Osman'ın Mekke'de şehid +edildiğine dair bir heber yayıldı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bir ağacın altına +oturdu. Bütün müslümanlar toplandı. Ölünceye kadar direnip savaştan kaçmayacaklarına +dair Peygambere söz verdiler. Buna "Bey'atü'l-Rıdvan" denilmiştir. Çünkü böyle söz verip, + bey'at eden müslümanlardan Yüce Allah razı olduğunu Kur'ân-ı Kerîm'de bildirmiştir. + Fakat Hazret-i Osman hakkındaki bu haberin doğru olmadığı anlaşıldı. Düşmanlar, +müslümanların bu kararını duyunca korktular. Hazret-i Osman'ı serbest bıraktılar. Sulh +andlaşması imzalandı. Hazret-i Peygamber ile ashab-ı kiram kurbanlarını keserek +Medine'ye döndüler. + 146- Hudeybiye Musalahasının (Barış Andlaşmasının) başlıca şartları şunlardır: + 1) Müslümanlarla karşı taraf arasında on sene savaş olmayacak iki tarafın hiç biri +diğerinin malına ve canına el atmayacak. + 2) Müslümanlar bu yıl Beytullah'ı ziyaret etmeksizin geri dönecekler. Gelecek yıl üç +günden fazla olmamak üzere Mekke'ye gelip Beytullah'ı ziyaret edecekler. Bu üç gün +içinde Mekkeliler şehir dışına çıkacaklar. + 3) Müslümanlardan Kureyş'e sığınacak olursa, geri döndürülmeyecek, fakat onlardan +müslümanlara sığınanlar geri döndürülecek + 4) Müslümanlardan Hac, Umre ve ticaret için Mekke'ye gideceklerin canları ve malları +güven altında olacak. Kureyş tarafından Mısır'a ve Şam'a gidenlerle ticarette bulunmak +üzere Medine'ye gelenlerin de canları ve malları güven altında bulunacak. + 5) Kureyş'den başka diğer kabileler isterlerse müslümanların, isterlerse Kureyş'in +koruması altına girebilecek. + Bu anlaşma üzerine, Huza'a kabilesi müslümanların ve Beni Bekr kabilesi de Kureyş'in +koruması altına girdiler. + 147- Hudeybiye Andlaşmasının önemi İslâm tarihinde pek büyüktür. Bunun çok +yararları görülmüştür. Bu, büyük bir başarı demekti. Fakat önceden bunu bilen sadece +Peygamber Efendimiz olmuştur. + Bu yararların bir kısmı şunlardır: + 1) Ashab-ı kiram savaş için hazırlanmışlardı, silâhları noksandı. Düşman ise son derece +hazırlıklı idi. Bu durumda âdete göre savaş yapılması uygun değildi. Bu andlaşma ile +böyle bir savaş önlenmiş oldu. + 2) Müslümanlar çok iyi bir şekilde eğitilmiş oldukları için, belki de düşmanlarına üstün +geleceklerdi; fakat kesin bir gerek olmadığı halde savaş ile Mekke'ye girmek, Kabe'ye +saygısızlık olacaktı. Bununla beraber Mekke'de kalıp da İslâm olduklarını saklayan bazı +müslümanlar da çiğnenmiş olabilirdi. Bu anlaşma böyle işlere engel olmuştu. + 3) Mekkeliler, Medine'de kurulan İslâm hükümetini o zamana kadar tanımıyorlardı. Bu +andlaşma ile müslümanlar kendi devletlerini onlara tanıtmış oldular. + 4) Müslümanlar bu andlaşma sebebiyle Kureyş'in saldırısından emin olarak başka +düşmanları ile uğraşmaya zaman kazandılar. Başka yerlerde fetihlerde bulundular. + 5) Bu andlaşma ile birçok kabile müslümanlarla serbestçe görüşerek İslâmın +yüksekliğini anlamış oldular. İslâmiyeti kabul edenlerin sayısı birden bire çoğaldı. Sonuç +bakımından Hudeybiye Andlaşması açık bir zaferdi. + 148- Hayber Savaşına gelince: Bu da hicretin yedinci yılında olmuştur. Şöyle ki: +Hayber, Medine'nin Şam yönünde dört günlük uzaklıkta bulunan bir şehirdi. Çevresinde +birçok kaleler, hurmalıklar ve tarlalar vardı. Bu ülkede Yahudi'ler oturuyordu. Birçok +İslâm düşmanları da bunlara katılıyordu. Bunlar müslümanlar için bir tehlike oluyordu. +Hicretin yedinci yılı muharrem ayında Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) +Hazretleri dört yüz piyade ve iki yüz süvari ile burasını kuşattı. + 149- İslâm ordusunun Hayber'e ulaşması geceye rastlamıştı. Fakat bir kavmi ansızın +habersiz bir şekilde basmak Peygamberimizin âdetleri değildi. Sabaha kadar beklenildi. +Sabahleyin kuşatma başladı. Hayber kaleleri çok sağlamdı. İslâm sancağı her gün +ashabdan büyük bir zata teslim ediliyordu. Fakat kesin sonuç alınamıyordu. Sonra bir +gece Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yarın İslâm sancağını öyle bir kimseye teslim +edeceğim ki, o devamlı olarak düşmana saldırır, asla geri çekilmez. O, Allah'ı ve onun +Peygamberini sever; Allah ve onun peygamberi de, onu sever. Allah onun elleri ile fetih +(zafer) verecektir." + Ertesi gün Hazret-i Ali Medine'den gelip orduya yetişti. Göz ağrısından rahatsız olduğu +için geri kalmıştı. Peygamber Efendimiz İslâm sancağını Hazret-i Ali'ye verdi. O da, +hemen Kamus kalesi üzerine yürüyüp önünde sancağı dikti. Birçok Yahudi ile +mübaredezede (açık çarpışmada) bulundu ve hepsini öldürdü. Sonunda Kamus kalesini +ele geçirdi. Diğer kaleler de birer birer ele geçirildi. + 150- Hayber arazisi Devlet Hazinesine bırakıldı. Halkı da , bu araziyi ekip gelirinin +yarısını Hazineye vermek üzere yerlerinde bırakıldı. + O tarihe kadar İslâm ordusunda, yalnız Reislere ait olmak üzere bir sancak bulunurdu. +Hayber savaşında ise, askerlere de bayraklar verilmişti. + Hayber savaşında müslümanlar on beş şehid vermişti. Düşmanın kaybı da doksan üç +kişi idi. + Hayber savaşından sonra, Haris kızı Zeyneb ismindeki bir Yahudi kadın, +peygamberimize hediye diye kızartılmış bir koyun ikram etti. Peygamber Efendimiz +bundan bir lokma alır almaz: "Bu zehirlidir, sakın yemeyiniz!" buyurdu. Sonra mübarek +omuzları arasından kan aldırdı. Bu kadını da kendisi için cezalandırmayıp bağışladı. Fakat +Bera oğlu Bişr adındaki sahabi, yediği zehirli lokma yüzünden hemen öldü. Zeyheb de +suçunu itiraf ettiğinde, Bişr'in varislerinin isteği üzerine Zeyneb kısas cezası ile öldürüldü. +İşlediği cinayetin cezasını çekti. + + + + +Hazret-i Peygamberin Hükümdarları İslâm Dinine +Davet Etmesi + + 151- Hazret-i Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, bütün milletlere +peygamber gönderilmiş olduğundan İslâm dinine davet için Hicretin yedinci yılı muharrem +ayında birer davet mektubu yazdırıp onları mühürledikten sonra, birer elçi ile +çevresindeki hükümdarlara göndermişti. Bu mektubları, Necaşi denilen Habeş Hükümdarı +"Ashane"ye, Mısır Hükümdarı "Muhavkıs"e, Doğu Roma İmparatoru "Hirakl"e, Şam Meliki +olup Hirakl'in bir valisi hükmünde olan "Haris"e, Yemame Meliki Hıristiyan Ali oğlu +"Hevze"ye, İran hükümdarı "Hüsrev Perviz"e ve başkalarına hitab edilerek yazılmıştı. + 152- Necaşi, Hazret-i Peygamberin mektubunu alır almaz öpüp yüzüne gözüne sürmüş +ve Habeştan'a hicret etmiş bulunan Hazret-i Cafer'in huzurunda İslâmiyeti kabul etmişti. + Mısır Hükümdarı da Hazret-i Peygamberin elçisine hürmet etmiş ve peygamberimize +dört cariye ile Düldül adındaki meşhur katırı hediye olarak göndermişti. Bu cariyelerden +biri "Mariye" (radıyallahu anha)'dır ki, Peygamber Efendimizin İbrahim adındaki oğlu +bundan doğmuştur. Rum Kayseri de birçok hediyeler göndermiş; fakat kavminden +çekindiği ve saltanatına düşkün olduğu için müslüman olmamıştı. + Haris ise, Peygamberin mektubunu yere atmış olduğundan peygamberin duası ile az +sonra kahrolup cehenneme gitmiştir. + Yemame Meliki de; "Hazret-i Peygamber beni kendisine Başvezir yaparsa müslüman +olurum, değilse kendisi ile savaşırım," diye terbiyesizce hareket ettiğinden az sonra helak +olmuştur. + Acem Hükümdarı da, mektubu alır almaz parçalanmış olduğundan Peygamber +Efendimiz şöyle dua etmişti: "Allah'ım! O benim mektubumu nasıl parçaladıysa sen +de onun mülkünü öyle parçala!..." + Az sonra İran Devleti parçalandı, büsbütün sönüp İran ülkesi müslümanların eline +geçti. + + + +Umretü'l-Kaza ve Mu'te Savaşı + + 153- Peygamber Efendimiz Hicretin yedinci yılı Zilkade ayında Umre için (Kâbeyi tavaf +ve sa'y için) Medine'den iki bin ashabı ile çıktı. Ashabın ileri gelenlerinden meşhur şair +Abdullah İbni Revahe de önde yürüyerek güzel şiirler okuyordu. Peygamber Efendimiz +Hudeybiye Andlaşmasına dayanarak Mekke'de yalnız üç gün kaldı. Sonra Medine'ye +döndü. + Bu Umre, Hicretin altıncı yılında yapılması istenilen ve fakat Hudeybiye olayı sebebiyle +yerine getirilemeyen Umre'ye bedel olduğundan buna "Umretü'l-Kaza (Kaza umresi)" +denilmiştir. + 154- Mu'te savaşına gelince: Bu da Hicretin sekinci yılında olmuştur. Şöyle ki: +Peygamber Efendimiz Busra valisine, Haris İbni Umeyr ile bir mektub göndermişti. Haris, +Şam diyarında "Mu'te" denilen yere varınca, elçi olduğu bilindiği halde, Rum Kayser'inin +kumandanlarından "Şürahbil" tarafından şehid edildi. Bundan dolayı Şürahbil üzerine üç +bin kişilik bir ordu gönderildi. "Vadi'l-Kıra" da düşmanla savaş yapıldı. İlk saldırıda +düşman bozuldu. İslâm ordusu Maan'a vardı. Kayser'in yüz bin askerden ziyade bir ordu +çıkardığı duyuldu. Fakat İslam ordusu geri dönmeyip Mu'te'ye kadar yürüdü. Burada +şiddetli bir savaş oldu. + 155- Mu'te savaşında İslâm sancağını tutan Zeyd İbni Harise, sonra Cafer İbni Ebû +Talib ve daha sonra Abdullah İbni Revahe Hazretleri şehid düştüler. Sonunda Allah'ın kılıcı +(Seyfullah) ünvanını taşıyan meşhur Halid İbni Velid, İslâm askerlerini başına topladı. O +gün başarı ile savaştı. Ertesi gün yine aslanca savaşa başladı. Ordunun iki kanadına yer +değiştirdi. + Müslümanlara yardımcı kuvvet gelmiş zannı ile düşmanın gözü yıldı. Sonunda düşman +ordusu bozulup geri çekildi. Hazret-i Halid de bundan faydalanarak İslâm ordusu ile +Medine'ye döndü. + 156- Müslümanların Romalılarla yaptıkları ilk savaş bu Mu'te savaşıdır. Bu savaşta üç +bin müslüman, yüz bin Rum'a galib gelmişti. Bu olay, müslümanların ne yüksek manevî +bir kuvvete sahib olduklarını isbata yeterlidir. + Bu savaş Mu'te'de devam ederken, Peygamber Efendimiz savaş alanında neler +olduğunu, gözleri önünde imiş gibi görüyordu. İslâm sancaktarlarının şehid düştüklerini, +gözleri yaşlı olarak yanında bulunan ashaba haber veriyordu. Hazret-i Cafer'e kesilen iki +koluna karşılık, Allah tarafından iki kanat verildiğini de müjdeliyordu. Bundan dolayı bu +muhterem şehide Cafer-i Tayyar (Uçan Cafer) denilmiştir. Yüce Allah bütün ashab-ı +kiramdan razı olsun, âmin... + + + + +Mekke'nin Fethi + + 157- Hicretin sekizinci yılında Beni Bekr kabilesi, müslümanların koruması altında +bulunan Huzaa kabilesi üzerine ansızın saldırırdı. Kureyş Reislerinden bazıları da Beni +Bekr kabilesine yardımda bulunmuştu. Bu arada Huzaa kabilesinden yirmi üç kişi +öldürülmüştü. Böylece Mekkeliler Hudeybiye Andlaşmasını bozmuşlardı. Huzaa +kabilesinden bir cemaat Medine'ye gelerek uğradıkları felâketi anlattı ve yardım istediler +Peygamber Efendimiz Ramazan ayının onuncu gününden sonra, on bin kişilik bir ordu ile +Medine'den yola çıktı. Yolda "Beni Süleym" kabilesi de bu orduya katıldı. Mekke'ye doğru +yürüdüler. + 158- Peygamber Efendimizin muhterem amcası Abbas (radıyallahu anh) evvelce +müslüman olmuştu; fakat Mekke'de oturduğu için müslümanlığını gizlemişti. Bu defa +İslâm olduğunu açığa vurarak Medine'ye doğru gelmekte iken İslâm ordusuna rastgeldi. +Bu kutsal ordu ile tekrar Mekke'ye döndü. Peygamber Efendimiz buna çok sevindi ve ona +şöyle hitab etti: "Ey Abbas! Sen muhacirlerin sonuncusu oldun." + 159- Peygamber Efendimiz: "Kureyş tarafından bize saldırı olmadıkça savaşmayınız." +diye emretmişti. İslâm ordusu savaşmaksızın Mekke'ye girdi. Tekbir sesleri dağları, taşları +titretiyordu. Yalnız Hazret-i Halid İbni Velid'in kumandası altındaki birlik, "Handame" +denilen yerde düşmanın saldırısına uğradığından savaşmaya mecbur olmuş ve bir +saldırıda düşmanı dağıtıp Mekke'ye girmişti. + 160- Peygamber Efendimiz Mekke'ye girmeden önce İslâm ordusunu gözden +geçirmişti. Bir an Mekke'den yalnızca hicret ettikleri zamanı hatırladı. Bir de bu büyük +başarıyı düşündü. Hemen Yüce Allah'ın büyük ihsanına karşı devesinin boynu üzerinde +secdeye kapandı. Ne yüksek bir kulluk ifadesi, ne büyük bir şükür belirtisi!.. + 161- Cuma günü idi. İnsanlar Harem-i Şerif'de toplanmıştı. Önceden Hazret-i +Peygambere verdikleri eziyetleri hatırlayarak kendilerinden bugün nasıl bir intikam +alınacağını düşünüyorlardı. Oysa ki, O yüce Peygamber hepsini bağışlamıştı. Hepsine +merhamet ve şefkat gösterdi. "Hepiniz haydi gidiniz, hürsünüz," diye onlara dokunmadı. + Kabe'yi temizletti. Ötede beride bulunan putları da kırdırdı. Mekke'de bulunan erkekler +ve kadınlar akın akın gelip müslüman oldular. Artık çok yüksek bir inkılâb (devrim) +olmuştu. O zamana kadar taşlara, ağaçlara ve insanlara tapanlar, şimdi sadece Yüce +Allah'a tapmaya başlamışlardı. Şimdiye kadar Hazret-i Peygambere düşman olanlar, +şimdi onu canlarından çok seviyorlardı. Yeryüzünün bu mübarek beldesinden tabaka +tabaka karanlıklar kalkıp açılmış, onların yerine hidayet, fazilet, diyanet ve gerçek +medeniyet nurları yerleşmişti. + Hazret-i Peygamber, Mekke-i Mükerreme'ye, pek genç yaşta bulunan fakat her yönü +ile yeterli olan Esîd oğlu Attab'ı (radıyallahu anh) vali tayin etti. Zilkade ayının son +günlerinde Medine-i Münevvere'ye dönüldü. + + + + +Huneyn Savaşı İle Evtas Olayı + + 162- Mekke'nin fethi üzerine birçok kabileler müslüman oldular. Ancak en büyük +kabilelerden olan "Beni Havazin ve Beni Sakıf' kabileleri savaşa kalkıştılar. Taif ve Mekke +arasında "Huneyn" denilen yerde toplandılar. Hazret-i Peygamber henüz Mekke'de idi. +Şevvalin yedinci günü on bin kişilik bir ordu ile Huneyn'e doğru yürüdü. + Müslümanlardan bazıları: "Bu ordu, hiç bir zaman azlıktan dolayı yenilmez," demişti. +Bu, yanlış bir düşünce idi. Çünkü zafer ancak Allah tarafındandır. Askerin çokluğu ise +görünüşte olan bir sebebdir. İnsan bu sebebleri hazırlamalı, fakat başarıyı Yüce Allah'dan +beklemelidir. İşte kendilerine bir uyarı dersi olmak üzere, müslümanlar bu savaşta önce +bozuldular. Fakat sonra Yüce Allah'ın lütfü ile yine üstün geldiler. Şöyle ki: + Büyük kumandan Halid İbni Velid Hazretleri, yanındaki erlerle beraber tedbirsiz +yürürken pusuda bulunan Mekkeli müslüman erler de dağıldı. Böylece bozgun bütün +İslâm ordusuna sıçradı. Savaş alanında yalnız Peygamber Efendimizle ashabdan birkaç +kişi kalmıştı. Hazret-i Peygamberin gösterdiği metanet ve cesaret çok üstündü. Şöyle +sesleniyordu: "Ey Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım edenler! Nereye +gidiyorsunuz? Geliniz, ben Allah'ın kulu ve peygamberiyim!.." Sonra müslümanlar +uykudan uyanır gibi uyandı, toplarlanmaya başladılar. Düşmana çok şiddetli bir saldırıda +bulunarak şanlı bir zafer kazandılar. + 163- Evtas olayına gelince: Huneyn savaşı sonunda Beni Hevazin kabilesi İslâmiyeti +kabul ettiği için azad edilmişti. Kaçan düşmanlardan bazıları "Evtas" denilen vadide +toplanmışlardı. Gönderilen bir İslâm birliği tarafından esir edildiler. İçlerinde Beni Sa'd +kabilesinden Haris'in kızı "Şeyma" da vardı. Şeyma, Hazret-i Peygamberin süt kızkardeşi +idi. Hazreti Peygamber onun esir düştüğünü öğrenince üzüldü ve mübarek gözlerinden +yaşlar aktı. Onu okşayıp birçok ikramda bulunduktan sonra kabilesine gönderdi. + Savaştan kaçan Beni Sakıf kabilesi de gidip Taif'e kapanmışlardı. Taif şehri İslâm +ordusu tarafından on sekiz gün kuşatıldı. Fakat o sırada fethedilemedi, çember kaldırıldı. +Bir yıl sonra Taif halkı gelip müslüman oldular. + + + + +Tebük Savaşı + 164- Hicretin dokuzuncu yılı idi. Romalıların Şam'da İslama karşı büyük bir ordu +hazırlamış oldukları haberi geldi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz otuz bin kişilik bir +ordu ile Medine'den çıkarak "Tebük" denilen yere kadar vardı. Yirmi gün orada kaldı. +Fakat düşmandan hiç bir hareket görülmedi. Artık Şam'a kadar gidilmesi uygun +görülmeyerek Medine'ye dönüldü. + 165- Tebük seferi sırasında Medine'de kıtlık vardı. İslâm ordusu güçlükler içinde +hazırlanmış olduğundan bu orduya Ceyşü'l-Usre (Güçlük Ordusu) denilmiştir. Bu orduya, +zenginlerin yanı sıra fakirler de yardıma koşmuştu. Bir çok kadınlar küpelerini, +bileziklerini ve mücevherlerini bağış yaptılar. + Hazret-i Ebû Bekir, bütün malını getirip teslim etti. Hazret-i Ömer malının yarısını +verdi. Hazret-i Osman, Şam'a göndermek üzere hazırladığı bir ticaret kervanını tamamen +bağışladı. İşte bunlar, bizler için Allah yolunda yapılan birer fedâkârlık örneğidir. + 166- Tebük seferi esnasında bazı kabilelerle münafıklardan birçokları birer bahane ile +sefere katılmayıp geri kalmışlardı. Bir kısım münafıklar: "Böyle sıcak bir mevsimde yola +çıkılır mı? Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), Roma devletini oyuncak mı sanıyor?" +diye insanlara korku ve ürkeklik veriyorlardı. Hatta yolculuk esnasında Hazret-i +Peygamber'in devesi kaybolmuştu. Münafıklardan biri: "Muhammed (sallallahu aleyhi ve +sellem) peygamberim diyor, yerden gökten haber veriyor, fakat devesinin nerede +olduğunu bilmiyor," demişti. + Zaten münafıkların ve İslâm düşmanlarının âdetleri budur. Her olaydan yararlanarak +müslümanları şüpheye düşürmek, temiz inançlarını sarsmak ve böylece onların kutsal +varlığını perişan etmek isterler. Fakat ileri görüşlü müslümanların asıl maksadlarının ne +olduğunu, ne gibi bozuk fikirler taşıdıklarını çok güzel bilir ve değerlendirirler. + Sonuç: Peygamber Efendimiz o münafıkın yukarda geçen cahilce sözlerini, Yüce +Allah'ın bildirmesiyle ashaba anlatmış ve: "Vallahi ben Yüce Allah'ın bildirdiği şeylerden +başkasını bilmem. Şimdi Yüce Allah bana bildirdi: Deve falan derededir, yuları bir ağacın +dalına sarılıp kalmıştır. Gidin getirin," diye emretti. Onlar da koşup gittiler ve deveyi o hal +üzere buldular. Oradan alıp getirdiler. + 167- Tebük seferinden savaş yapılmaksızın dönülmüştü. Fakat bu seferin birçok +yararları görülmüştür. Bir kısmı: Müslümanların koca bir Roma imparatorluğuna böyle +meydan okuması herkese dehşet saldı. İslâm ruhundaki kahramanlığı gösterdi. Birçok +memleket idarecileri, müslümanlara cizye ismi ile vergi vermeyi kabul ettiler. Yemen'den, +Necid'den ve diğer yönlerden birçok kabileler müslüman olmak üzere Medine'ye elçiler +gönderdiler. + Artık Arab Yarımadası'nda, müslümanlara karşı durabilecek bir kuvvet kalmamıştı. +Müslümanlığın çevreye yayılması beklenmedik bir genişlemeye varmıştı. + + + + +Veda Haccı + + 168- Hicretin onuncu yılında Veda Haccı olmuştur. Şöyle ki: Zilhicce ayına on gün +vardı. Hazret-i Peygamber Efendimiz hac farizasını yerine getirmek için ashabdan kırk bin +kişi ile Mekke'ye yollandı. Arefe cuma gününe rastlamıştı. Peygamber Efendimiz, yüz +binden çok müslümanla birlikte Hacc-ı Ekber yaptı. O gün çok etkili bir hutbe okudu, +ümmetine öğüt verdi. Şöyle buyurdu: + "Ey İnsanlar! Dinleyiniz, anlayınız ve biliniz ki, müslümanlar hep birbirinin +kardeşidir. Bir kimseye kardeşinin malı helâl olmaz; ancak gönül rızası ile +olabilir. Sakın nefislerinize zulmetmeyiniz. Ey İnsanlar; kadınlarınızın üstünde +sizin hakkınız, fakat sizin üzerinizde de onların hakları vardır. Onlar, sizin +haklarınızı gözetmelidirler. Siz de onlara güzel davranmalısınız. Ey insanlar! Ben +size gerekli olan din hükümlerini tebliğ ettim ve size bir şey bıraktım ki, ona +sarıldıkça hiç bir zaman sapıklığa düşmezsiniz. O da, Allah'ın kitabı ile + Peygamberinin sünnetidir." + Daha birçok yüksek öğütlerden sonra: "Ey İnsanlar! Kıyamet gününde, "Muhammed +size risaletini tebliğ etti mi? diye sorulur. O vakit siz ne cevab verirsiniz?" diye +sordu. Onlar da: "Evet, tebliğ etti, diye şahidlik ederiz." dediler. Bunun üzerine Hazret-i +Peygamber, üç kez: "Şahid ol, Allah'ım!.." dedi. + 169- O gün akşam üstü: + "Bugün size dininizi tamamladım," âyet-i kerîmesi nazil oldu. + Bu âyet-i kerîme, İslâm dininin en mükemmel ve en son din olduğunu gösteriyor. Bu +din ile müslümanlara ne büyük nimetler verildiği ve İslâm'dan başka hiç bir dinin geçerli +olmadığı adı geçen âyet-i kerîmenin devamından açıkça anlaşılıyor. + Her müslüman, kavuştuğu bu büyük nimet ve mutluluğu bilir, takdir eder, buna aykırı +hiç bir söz ve hareket aklına gelemez. + Bu âyet-i kerîme, Hazret-i Peygamber'in âhiret âlemine göçeceklerine işaret ediyordu. +Çünkü artık Peygamberin kutsal görevi tamamen yerine getirilmiş, insanlar kısım kısım +İslâm dinine girmiş ve girmeye devam ediyordu. Artık Hazret-i Peygamber'in Yüce +Allah'ın sonsuz rahmetine kavuşması zamanı gelmişti. + 170- Hazret-i Peygamber "Mina" denilen kasabaya inince bir hutbe daha okudu. +İnsanlara şöyle hitab etti: + "Ey insanlar! Her birinizin canı ve malı diğerine haramdır. Kıyamet gününde +Rabbınızın huzuruna çıkacaksınız. O da, size yaptıklarınızdan soracak ve +yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Sakın benden sonra, gayrimüslimler gibi, +ayrılığa düşerek birbirinizin boynunu vurmayın. Ey topluluk! Hac işlerini ve +yapılma şeklini benden öğreniniz. Bilmem ama, belki bundan sonra benimle bir +daha buluşamazsınız." + Bu hac, Peygamber Efendimizin son haccı olmuştu. Bu hac görevini Mekke'de on gün +içinde tamamladı. Oradaki mü'minlerle vedalaşarak Medine'ye döndü. Bundan dolayı bu +hacca "Haccetü'l-Veda (Veda haccı)" denilmiştir. + + + + +Peygamber Efendimizin Ahirete Göç Etmeleri + + 171- Peygamber Efendimiz, Veda haccından sonra ahiret hazırlıklarına başlamıştı. +Hicretin on birinci yılı Sefer ayının son günlerinde şiddetli bir baş ağrısı ile ateşli bir +hastalığa tutuldu. Hastalığı ağırdı; buna rağmen Mescid-i Saadete çıkıp bir hutbe okudu. +Ashabı kirama çok yüksek bir ifade ile hitab etti. Onlara yüksek bir adalet ve fazilet ve bir +hakseverlik dersi vermek için şöyle buyurdu: + "Ey insanlar! Her kimin arkasına vurmuşsam, işte arkam! Kalksın bana +vursun. Her kimin bende alacağı varsa, işte malım! Gelsin alsın." + Kendisinden sonra, Arab Yarımadası'ndan müşriklerin çıkarılmasını emretti. Çevreden +gelecek elçilere ikramda bulunulmasını öğütledi. Sonra ahiret âlemine göçeceğine işaret +eden şu konuşmayı yaptı: + "Yüce Allah, kulunu, dünya ile kendisine kavuşma arasında serbest bıraktı. O +kul da, O'na kavuşmayı seçti." + 172- Peygamber Efendimizin hastalığı ağırlaşınca, Ensar "Acaba halimiz ne olacak?" +diye endişelenmişlerdi. Bunu duyan, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, amcası +Hazret-i Abbas'ın oğlu Fadl'ın kollarına dayanarak tekrar Mescid-i Şerife çıktı. Etkili bir +hutbe okudu. Şöyle öğüt verdi: + "Ey İnsanlar! Benim vefat edeceğimi düşünerek telâşlanıyormuşsunuz. Hiç bir +peygamber ümmeti arasında ebedî kalmadı ki, ben de sizin aranızda ebedî +kalayım. Ey ensar! Size öğüdüm şudur: İlk muhacirlere hürmet ediniz ve onları +gözetiniz. Ey Muhacirler! Size de öğüdüm şudur: Ensar'a güzel muamele yapınız. +Ey insanlar! Günah, nimetin kaybolmasına sebep olur. Eğer insanlar Allah'ın +emirlerine boyun eğerlerse, onların amirleri de öyle olur. İnsanlar âsi olursa, + onların amirleri de böyle olur." + 173- Peygamber Efendimiz hasta olduğu halde, her ezan okundukça Mescid-i Şerife +çıkıyor, ashab-ı kirama imam olup namaz kıldırıyordu. Fakat göçmelerine üç gün kala, +hastalığı arttı. Artık Mescide çıkamaz oldu. Ebû Bekir'e söyleyiniz, imamet etsin;" diye +buyurdu. + Rebiülevvel ayının on ikinci pazartesi günü, Ebû Bekir Hazretleri ashab-ı kirama sabah +namazını kıldırıyordu. Hazret-i Peygamber kendisinde bir kuvvet buldu, mescide çıktı. +Ashabının saf saf olup ibadet ettiklerini görünce, bundan pek hoşlandı ve Ebû Bekir'e +uyup namaz kıldı. + 174- Ashab-ı kiram Peygamberimizin iyileştiğini sanarak çok sevinmişlerdi. Oysa ki, +Peygamber Efendimiz namazdan sonra saadetli evlerine dönüp rahat döşeğine yattı. Artık +Yüce Allah'ın manevî huzurlarına kavuşacakları zaman gelmişti. O güllerden daha tatlı +olan mübarek yüzleri bazen kızarıyor, bazen sararıyordu. Alnından jaleler gibi ter +damlaları serpiliyordu. Nihayet zeval vakti idi ki, birer hidayet yıldızı olan o güzel gözlerini +semaya doğru kaldırdı: "Allah'ım! Beni en yüce dosta kavuştur," diye dua etti. Sonra da +mübarek başları aşağıya doğru meylediverdi. Artık kutsal ruhu en yüksek mertebeye +uçup gitti. (Sallallahu tealâ aleyhi ve sellem) + + + +EK: Peygamberimizde Görülen Olgunluk ve +Güzellikler + + 178- Bilindiği gibi, insanlara ait olgunluk halleri başlıca iki kısımdır. Bir kısmı (insanın +iradesine bağlı olmayı insanın doğuştan sahib olduğu kemallerdir! Asalet, güzel biçim, akıl +ve zekâ üstünlükleri gibi... Diğer kısmı da, insanların tamamen istekleri ve çalışıp +kazanmaları ile elde edilen kemallerdir. İlim ve irfan sahibi olmak, doğruluk, emanet, +tevazu, zühd ve takva gibi güzel huylar edinmek bu kısımdandır. + Bu iki kısım kemallerden yalnız biri veya birkaçı bir insanda bulunursa, ona büyük bir +şeref verir, onun için bir öğünme sebebi olur. Ya bu kemallerin hepsi bir insanda +toplanırsa, artık onun ne kadar büyük bir şerefe ve yüksek bir mertebeye ulaşmış +olduğunu düşünmelidir. İşte Hazret-i Peygamber Efendimizde bu iki kısım kemallerin +tümü ve güzelliklerin hepsi pek yüksek bir şekilde toplanmıştır. Bunlardan başka +Peygamberlik şerefine de kavuşmuştur. O'nun çok yüksek güzel huylarından bazılarını +kısaca anlatacağız: + Hazret-i Peygamber'in Asaleti + 179- Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz Kureyş kabilesinden ve Haşim ailesinden +gelmiştir. Kureyşîler ise, Hazret-i İsmail'in soyundan bulundukları için pek büyük bir +asalet ve şeref sahibidirler. Bununla beraber, öteden beri en kutsal bir mabed olan +Kabe'nin hizmet ve idare işlerini yürütüyorlardı. Daima başkanlık görevinde +bulunmuşlardır. İşte Peygamber Efendimiz böyle şerefli bir kavme ve seçkin bir aileye +bağlı idi. Bu bağlılık da, O'nun başarısına yardım etmiştir. + Hazret-i Peygamber'in Şekil Güzelliği + 180- Hazret-i Peygamber bütün yaratılışların en güzeli idi. Azalaranın hepsi birbirine +uygundu. Kıyafetinde aşırılık yoktu, yakışıklı idi. Mübarek vücudu güçlü ve kuvvetli idi. +Ne zayıf, ne de semizdi; orta halde idi, etleri sıkıca idi. Nurlu cildi ipekten yumuşaktı. Lâtif +cisminin kokusu çok hoş idi. Okşadığı şeylerden günlerce güzel kokular alınırdı. Pak +vücudu beyazdı, nurlu idi. Bu beyazlık içinde hoş bir pembelik parıldardı. Pek sevimli olan +mübarek boyu, ne kısa ve ne de uzundu. Bununla beraber yanında bulunanlardan daima +uzun görünürdü. Göğsü berrak ve mübarek omuzlarının arası genişti. Nurlu omuzlarının +arasında güvercin yumurtası gibi bir kırmızı ben vardı ki, bu "Nübüvvet Mühürü" idi. + Parmakları uzunca, bilekleri kalınca idi. Mübarek başı uyumlu ve çok güzel bir ölçüde +büyükçe idi. Ön dişleri seyrekçe idi. Söz söyledikçe inci danelerinden daha berrak olan +dişlerinin parıltısı görülürdü. Parlak alnı genişti. Hilâl kaşları uzunca idi. Kaşlarının arası +açıkça idi. İki kaşının arasında öfkelendiği zaman, kabarıp beliren bir damar vardı. Letafet + nişanı olan kirpikleri, uzun ve siyahdı. Mübarek sakalı sıkça idi, bir tutam boyunda +bulunurdu. Ahirete göçmeleri sırasında mübarek başının ve sakalının beyaz kıllarının +sayısı henüz yirmi kadardı. Sünbüllerden daha zarif ve daha hoş kokulu bulunan saçları +ne pek kıvırcık, ne de pek düzdü ve boyca kulak yumuşaklarını geçmezdi. + Hazret-i Enes (radıyallahu anh) demiştir ki: + - "Ben Allah'ın Resulünden daha güzel bir kimse görmedim. Mübarek yüzünde +sanki güneşin nurları parlardı. O güzel yüzünde parlayan letafet nurları, +gülümsedikçe lâtif dişlerinden saçılan berraklık parıltıları, karşısında bulunan +duvarlara yansırdı." + Evet... Peygamber Efendimizin bütün azaları, bütün duyuları ve kuvvetleri pek +mükemmeldi. Başkalarının göremeyecekleri ve duyamayacakları kadar uzak yerlerde +bulunan şeyleri görür, sesleri de işitirdi. Pek vakarlı olan yürüyüşü, yokuştan aşağı iner +gibi hızlıca idi. Onda her yönden bir mükemmellik ve üstünlük görünürdü. O'nu ilk gören +kimse, muhabbet içinde kalırdı. O'nunla görüşüp konuşmak şerefine kavuşan kimse, +O'na karşı derin bir sevgi duyardı. Onun yüksek hallerini görüp anlatanlar, O'nun bir +dengini ne daha önce, ne de sonra görmediklerini itiraf ederlerdi. Sonuç olarak: O, bir +letafet ve mükemmeliyet mucizesi idi. Sallallahu aleyhi ve Sellem. + Hazret-i Peygamber'in Pek Yüksek Akıl ve Zekâsı + 181- Peygamber Efendimizin mübarek akıl ve zekâsı, her türlü düşüncenin üstündedir. +O'nun pek yüksek aklı ve zekâsı yanında, en büyük dahilerin ve en parlak fikir +adamlarının akıl ve dehaları pek sönük kalırdı. Bu gerçeğe, O'nun büyük hayatı pek güzel +şahiddir. Arab Yarımadasının peygamberlik döneminden önceki durumu ile, peygamberlik +döneminden sonraki durumunu düşünmek yeterlidir. Yüce Allah'ın o büyük ve son +peygamberi kadar insanların ruhî hallerini anlamış, insanları güzel bir siyasetle idare +etmiş, İnsanları doğru yola getirip hallerini düzeltmeyi başarmış, bu konularda gereken +esasları hazırlamış bir akıl ve hikmet sahibi gösterilemez. + Hazret-i Peygamber'in Fesahat ve Belâgatı + 182- Hazret-i Peygamber Efendimiz yaratılışça pek fasih (açık ifadeli) idi. Yüksek +maksatlarını açıkça ve parlak bir şekilde söylerdi. Huzurlarına gelen elçilerin +konuşmalarına pek açık bir şekilde karşılık verirdi. O'nun mübarek sözleri arasında birçok +manaları toplayan öyle yüksek parçalar vardır ki, onlara "Cevami'ül-Kelim" denir. Yine +O'nun mübarek sözleri arasında öyle güzel ve hikmet dolu parçalar vardır ki, bunlara +"Bedayi'ül-Hikem" denilir. Biz bunların bir kısmını ahlâk bölümünde yazmış bulunuyoruz. +Şu anlamdaki hadîs-i şerîfler, bu ahlâk ve hikmet esaslarından bazısıdır: + "Hikmetin başı Allah korkusudur." + "İnsanlar altın ve gümüş madenleri gibidir." + "İnsanlar, tarak dişleri gibi, hukuk bakımından eşittirler." + "Kendi değerini bilen kişi helak olmaz." + "Kendisi için istediğini senin için de istemeyen kimsenin dostluğunda hayır +yoktur." + "Kendisi için sevdiğini, kardeşi için de sevmedikçe, kişinin imânı kâmil +olmaz." + "Yalan yere yemin etmek yurdları harabeye çevirir." + "Emaneti, sana güvenen kimseye teslim et; sana hıyanet edene sen hıyanet +etme." + "Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır." + "Alış-verişinde en çok ziyan eden o kimsedir ki, başkasının dünyası uğrunda, +kendi âhiretini yitirir." + "Kardeşinin uğradığı musibetten dolayı sen sevinç gösterme; yoksa Yüce +Allah onu kurtarır da seni musibete düşürür." + "Cezası en çabuk verilen şey, zulümdür." + "İnsanlara kendini sevdirmek aklın yarısıdır." + "Kanaat tükenmez bir hazinedir." + "Pişmanlık bir tevbedir..." + Hazret-i Peygamber'in Mübarek Ahlâkı + 183-Hazret-i Peygamberin ahlâkı, tamamen Kur'ân-ı Kerîm'e uygundu. Kur'ân-ı +Kerîm'in gösterdiği güzel huyların hepsini kendisinde toplamıştı. O'nun kadar güzel ahlâka + sahib bir kimse görülmemiştir. + Onun içindir ki, hakkında Kur'ân âyeti ile: + "Şüphe yok ki sen, pek büyük ahlâk üzere yaratılmış bulunuyorsun," +buyurulmuştur. + Bir hadîs-i şerîfde de buyurmuştur: + "Ben, ahlâk güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." + Gerçekten Peygamber Efendimiz, ahlâkın en güzel ve en iyi hallerini kendinde +toplamış, bunları ümmetine de öğütlemiş ve kendisine uyanları melekler derecesine +yükseltmiştir. + Hazret-i Peygamber'in Pek Yüksek İlim ve İrfanı + 184- Hazret-i Peygamber, Yüce Allah'ın vahy ve ilhamı ile pek büyük gerçeklere ve +ilme ulaşmıştı. Hiç kimse ilim ve irfan bakımından O'nun derecesine yetişmemiştir, +yetişemez de... Semavî kitablardaki şeriatların hükümlerine, geçmiş ümmetlerin tarihine, +her kavmin siyaset ve idare hallerine, harb fenlerine ve daha birçok yüksek ilimlere sahib +bulunuyordu. Meydana getirdiği dinî müessesenin büyüklüğü buna şahiddir. Kendisi hiç +bir medrese ve hoca görmemiş, okuyup yazma öğrenmemiş (bir ümmî) idi. Böyle +olduğunu bütün kavmi ve kabilesi biliyordu. İşte O'nun bu üstün hali bir mucize idi. Artık +O'nun, Allah'ın vahyine kavuştuğundan ve büyük bir peygamber olduğundan nasıl şübhe +edilebilir? + Hazret-i Peygamber'in Üstün Nezafeti + 185- Peygamber Efendimiz nezafete ve temizliğe çok önem verirdi. O'nun beden +bakımından temizliği çok üstün olduğu gibi, hal ve gidişat bakımından da nezafetleri her +türlü düşüncenin üstündeydi. Öyle ki, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: +"Nezafete fazlasıyla önem veriniz. Allah İslâm dinini nezafet üzerine bina +etmiştir. Cennete ancak nezafeti olanlar girecektir." + Mübarek vücudlarının çok güzel bir rayihası vardı. Bu hoş rayiha, yaratılışında vardı. +Bununla beraber hoş koku da kullanırdı. + Hazret-i Peygamber'in Çok Büyük Cömertliği + 186- Peygamber Efendimiz, son derece cömert ve mükrim idi. Hiç bir dilenciye "Yok" +diyerek cevab vermezdi. Eğer yanlarında verilecek bir şey bulunmazsa, ya ashabından +ödünç alarak verir yahut yarın gel, gibi bir şey söylerdi. + Huneyn savaşında ganimet mallarından bir vadide toplanmış olan develer için, Safvan +İbni Umeyye: "Ne iyi develer!" demekle, Peygamber Efendimiz: "Öyle ise, onlar senin +olsun," deyip bu yüz deveyi Safvan'a bağışlamıştı. Safvan bu ikramı görünce: "Bu kadar +cömertlik ancak peygamberlerde bulunur," diyerek hemen müslüman olmuştur. Oysa ki, +müslüman olmak için evvelce dört ay süre almış bulunuyordu. + Hazret-i Peygamber'in Eşsiz Cesareti + 187- Peygamber Efendimiz, son derece yüksek bir cesarete, kuvvet ve kahramanlığa +sahib idi. Birçok savaşlarda nice zırh giymiş kahramanlar kaçmaya mecbur kaldıklarını +gördükleri halde o sebat etmiştir. Uhud ve Huneyn savaşlarında gösterdiği metinlik ve +cesaret, her türlü düşüncenin üstündedir. + Bir gece Medine dışından korkunç bir gürültü işitilmişti. Düşman tarafından bir baskın +olduğu sanılmıştı. Herkesten önce Hazret-i Peygamber kılıcını kuşanarak gürültü tarafına +koşmuş ve başkaları daha yeni hazırlanırken kendisi geri dönerek: "Korkacak bir şey +yok!" diye halkı sükûnete kavuşturmuştu. Hazret-i Ali der ki: "Savaşlarda Hazret-i +Peygamber kadar düşmana yaklaşan bir kimse bulunmazdı. Birçok kez, savaş kızışıp +başımız dara düşünce, Hazret-i Peygambere sığınırdık." + Hazret-i Peygamber'in Yumuşak Huyu, Bağışlaması ve Keremi + 188- Peygamber Efendimiz son derece yumuşak huylu, bağışlayıcı ve mükrim idi. +Öfkelenecek yerlerde sükûnetini korur, mübarek hayatına kasdedenleri bile bağışlardı. +Uhud savaşında mübarek bir dişi şehid edilmiş, lâtif çehresi kanlar içinde kalmış olduğu +halde, yine düşmanlarına bedduada bulunmamış: + "Ya Rabbi! Kavmime hidayet et; çünkü onlar bilmiyorlar," diye yalvarmıştı. + — Niçin bunların aleyhine dua etmiyorsun? diyenlere de: + "Ben lânetleyici olarak gönderilmedim; insanları hak yoluna ve Allah'ın +rahmetine çağırmak için gönderildim," diye cevab vermişti. + Mekke-i Mükerreme'yi fethettikleri gün, Kureyş hakkında uygulanan lütuf ve ikram, + Hazret-i Peygamber'in ne derece büyük bir ihsan sahibi olduğuna şahiddir. + Hazret-i Peygamber'in Yüksek Hayası + 189- Peygamber Efendimiz, gerek yaratılış ve gerek dinî haya bakımından da bütün +insanların üstünde idi. Kendisinde bulunan hayanın kemalinden dolayı hiç kimsenin +sözünü kesmez, yüzüne uzun boylu bakmazdı. Utanılacak veya çirkin görülecek şeyleri +açıkça söylemeyip kapalı bir şekilde anlatırdı. Hoşuna gitmeyen bir sözün bir kimseden +çıktığını işitince: "Falan kimse, neden böyle yaptı?" demezdi; "Bazı kimseler neden böyle +yapıyormuş?" demekle yetinirdi. + Ashabdan biri, pek ziyade utangaç olduğundan bazı arkadaşları ayıplamak istemişlerdi. +Hazret-i Peygamber bunu duyunca: "Onu kendi haline bırakın; çünkü haya +(utanma) imandandır," buyurmuş. + Diğer hir hadîs-i şerîfde de: "Haya (utanma) insan için bir süsdür" buyurulmuştur. + Hazret-i Peygamber'in Emsalsiz Vefası + 190- Peygamber Efendimiz son derece vefekâr idi. Ashabını, akrabasını, ehl-i beytine +bağlı olanları unutmaz, daima onları arar ve sorar, gönüllerini hoş tutardı. Bir defa Habeş +Hükümdarı Necaşî tarafından Hazret-i Peygamber'in huzuruna elçiler gelmişti. Bunlara +doğrudan doğruya kendisi hizmet etti. Ashabdan bazıları: "Ya Resûlallah! Biz hizmete +yetişiriz." dediler. Şu cevabı verdi: + "Bunlar, Habeşiştana hicret etmiş olan ashabına yer göstermişler ve ikram +etmişlerdi. Şimdi ben de bunlara hizmet etmek isterim." + Bazan saadetli evlerine hediye gelince: "Bunu falan hanımın evine götürün; çünkü +o, Hatice'nin dostu idi, onu severdi," diye emreder, rahmetli zevcesinin hakkını +gözetirdi. + Bir defa saadetli evlerine gelen bir hanımın hatırını tam bir iltifatla sormuş sonra +buyurmuştu ki: "Bu hanım Hatice zamanında evimize gelir giderdi. Eski bağlara +riayet etmek imandandır." + Hazret-i Peygamber'in Şefkat ve Merhameti + 191- Peygamber Efendimiz, ümmeti hakkında son derece şefkatli ve merhametli idi. +Ümmeti hakkında daima kolaylık tarafını seçerdi. Namazda iken bir çocuğun ağladığını +işitse, ona acıyarak namazını hafifçe kılar, çocuğun sesini durdurmak isterdi. Hele hakdan +kaçınanların hallerine pek acı duyar iyi hale kavuşmalarına dua ederdi. O büyük +peygamberin, O kutsal varlığın merhameti yalnız insanlara değil, hayvanlara, ağaçlara, +ekinlere de şamil idi. + Mu'te savaşında bulunacak olan İslâm ordusuna hitaben şu anlamda öğütler vermişti: +"Yüce Allah'ın adına sığınarak onun ve sizin düşmanlarınızla savaşınız. Fakat +gideceğiniz yerlerde dünyadan çekilmiş rahibler göreceksiniz. Onlara asla +dokunmayınız. Kadınlar ile çocuklara şefkatle muamele ediniz, hurma ağaçlarını +kesmeyiniz, evlerini yıkmayınız." + Hicretin onuncu yılı idi, muhterem oğlu Hazret-i İbrahim, henüz on altı aylık bir masum +olduğu halde vefat etmiş, kızı Fatımetü'z-Zehra'dan başka evlâdı kalmamıştı. Bir gül +goncası gibi açılmadan solan o masumun haline acıyarak ağlamış, mübarek gözlerinden +şebnem gibi yaşlar dökülmüştü. Orada bulunan İbni Avf: "Ya Resûlallah! Sen de mi +ağlıyorsun?" demekle Hazret-i Peygamber Efendimiz: "Gözümüz ağlar, kalbimiz +mahzun olur. Fakat bizden Allah rızasına aykırı bir söz çıkmaz," diyerek ruhundaki +yüksek duyguyu göstermiştir. + Sonuç: O Yüce Peyamber'in kutsal vücudu, bütün kâinat için bir İlâhî rahmet +timsalidir. Bunun içindir ki. hakkında: + "Biz seni âlemlere bir rahmet olarak gönderdik," âyet-i kerîmesi nazil olmuştur. + Hazret-i Peygamber'in Güzel Geçinmesi + 192- Peygamber Efendimiz, insanlarla geçinme hususunda da insanların en iyisi idi. +Herkesle güzel görüşür, daima güler-yüzlü bulunurdu. Sohbet esnasında kimsenin sözünü +kesmezdi. Ancak yersiz bir söz olması hali müstesna. Her kavmin büyüklerine daime +ikram eder, onları kendi kabilelerinin reisliğine tayin buyururdu. Yapılan davetlere icabet +eder, verilen hediyeleri kabul buyurur, karşılığında da hediyeler verirdi. Dine aykırı +olmayan işlerde insanlara aykırı davranışta bulunmazdı. Hoşuna gitmeyen bir şey +görünce, görmemezlikten gelirdi. Ancak günahı gerektiren şeylerde böyle davranmaz, işi +düzeltirdi. Hele ashabı hakkında pek okşayıcı idi. Kendilerine rasgelince selâm verir, + ellerini tutar ve müsafaha ederdi. İçlerinde görünmeyenleri araştırır, hasta olanları +ziyarete gider ve gönüllerini hoşlandırırdı. Hatta ashabı ile bazen latifeler de yapardı. +Bununla beraber şakalarında da birer gerçek parlardı. Hazret-i Enes diyor ki: "Ben +Hazret-i Peygamber'e on sene hizmet ettim. Hiç bir gün bana darılarak Öf demedi. +Yaptığım hiç bir şey için neden yaptın, yapmadığım bir şey için de neden yapmadın, diye +buyurmadı." + Hazret-i Peygamber'in Yüksek Tevazuu + 193- Peygamber Efendimiz, yaratıkların en şereflisidir. O kadar yüksek mertebesiyle +beraber pek ziyade mütevazi idi. Fakirleri ve zayıfları daima okşar, misafirlerin altlarına +kendi mübarek elbiselerini döşeyecek kadar ikramda bulunurdu. Bir meclise girince, +nerede boş yer bulursa orada oturmak ister, bulunduğu meclislerde elbisesini toplu tutup +etrafa yaymazdı. Bununla beraber bulunduğu meclislerde herkesden çok vakarını +korurdu. Söze gerek görmedikçe susardı. Gülmek gerekince, tebessümle yetinirdi. +Huzurlarında bulunanlar da son derece edebe riayet eder, başlarını aşağıya eğerlerdi. +Konuşurken seslerini yükseltmezlerdi. Gülmeleri de tebessümü aşmazdı. Peygamber +Efendimiz acizlere, yoksullara o kadar iltifat ve tevazu gösterdiği halde, kendileri ile +görüşmelerde bulunduğu hükümdarlara karşı asla tezellül (küçülme) göstermez. Risalet +makamının ulviyetini korumadan hiç bir zaman geri durmazdı. Kayserlere, Kisralara +gönderdiği mektublarında daima mübarek ismini önce belirtir, "Allah'ın kulu ve +Peygamber'i Muhammed tarafından Rum büyüğü Hirakl'e" şeklinde yazdırırdı. +Kendilerini hiç çekinmeden İslâm dinine davet ederdi. Kabul etmedikleri takdirde, azaba +uğrayacaklarını, saltanatlarının ellerinden çıkacağını kendilerine açıkça duyururdu. + Hazret-i Peygamber'in Pek Nezih Zühd ve Takvası + 194- Peygamber Efendimiz, daima ibadetle meşgul olur, Allah'ın rızası için ümmetinin +hidayet ve mutluluğuna çalışırdı. Hatta geceleri o kadar namaz kılardı ki, çokça ayakta +durmaktan mübarek ayakları şişerdi. "Ya Resûlallah! Neden kendine bu kazar eziyet +veriyorsun? Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış değil mi?" diyenlere: + "Ben Rabbımın çok şükreden kulu olmayayım mı?" diye cevab verirdi. Peygamber +Efendimiz, dünyada bulundukça bu yoldan asla ayrılmadı. Hayatları boyunca, Arab +yarımadası fethedildi, Medine'ye her taraftan ganimet malları gelmeye başladı. +Hükümdarlar tarafından kıymetli hediyeler gönderildi. Dünya olanca varlığı ile ona yüz +gösterdi, fakat O Yüce Peygamber, bunların hiç birine önem vermedi. Bütün bunları, +fakirlere, gazilere, müslümanların yükselmelerine harcardı. Bir gün kendisine bir kese +altın gelmişti. Onu ashabına dağıtmıştı. Saadet evlerinde yalnız altı altın kalmıştı. Gece +uyumadı, kalkıp bunları da dağıtt��. "Şimdi rahat ettim" buyurdu. Hazret-i Aişe +validemiz diyor ki: "Resûlullah dünyadan göç edişlerine kadar arka arkaya üç gün +doyacak şekilde yemek yememişti. Halbuki isteseydi, Yüce Allah ona hatır ve hayale +gelmedik nimetler verirdi. Bazan bir ay kadar, biz peygamber zevcelerinin evlerimizde +yemek pişirmek için ocak yanmazdı. Yiyip içtiğimiz, yalnız hurma ile sudan ibaret olurdu. +Bazan peygamberin haline acır, ağlardım. Bir gün: "Canım sana feda olsun, dünya +dirliğinden yeterince kabul buyursan olmaz mı" Buyurdular: "Ben nerede, dünya +nerede! Kardeşlerim olan büyük peygamberler, bundan daha çetin hallere +sabrettiler, öylece gidip Allah'a kavuştular. Yüce Allah da onlara büyük sevablar, +makamlar verdi. Şimdi ben geniş bir geçime kavuşursam, Yüce Allah'dan +utanırım. Benim derecemin onlarınkinden aşağı kalmasından sıkılırım, benim en +özlediğim, o kardeşlerime kavuşmaktır." + Mukaddes ve şanı büyük peygamberimiz bu mübarek sözlerinden sonra dünyada +ancak bir ay daha yaşamışlardı. Ahirete göç ettikleri zaman ailesine ne bir altın, ne bir +deve veya bir koyun bırakmıştı. Geri bıraktığı şey, yalnız silâhları ile bindikleri katırdan ve +gelirini bağışladığı ufak bir araziden ibaretti. İşte Hazret-i Peygamber Efendimiz bu kadar +yüksek kalbe sahipti. Hak yolunda bu kadar samimi, bu kadar fedakârdı. O'nun yüksek +maksadı, yalnız Allah'ına kulluk etmek, İslâm dinini yaymak, insanlan cehaletten +kurtarmak, yeryüzünü insanlık ve medeniyet nurları içinde bırakmak idi. + Hazret-i Peygamber'in Emsalsiz Başarıları + 195- Hazret-i Peygamber Efendimiz, sahip olduğu yüksek vasıf ve tecelliler sayesinde +yayılmasına muvaffak olduğu yüksek ve İlâhî din doğrultusunda hedef edindiği pek +mukaddes gayeye erdi. Dünya tarihinde hiç kimseye nasib olmayan pek büyük başarılara + kavuştu. + Evet... O yüce Peygamber, Hak Teâlâ'nın kitabını, beşeriyete maddî ve manevî +mutluluk yollarını gösteren Kur'ân-ı Kerîm'i, o ebedî mucizeyi bütün insanlara tebliğ etti. +Bütün hükümleri akla, hikmete, ihtiyaca uygun ve her asrın ihtiyacına fazlasıyle yetecek +şeriatı, İslâmiyeti yaymağa muvaffak oldu. Kendisine uyan insanları gerçek hürriyete +kavuşturdu. İnsanlar arasında bir eşitlik kurdu. İnsanlık bakımından, hukuk bakımından, +Yüce Allah'a kulluk bakımından insanlar arasında fark olmadığını ilân ederek zorbaların +burunlarını kırdı. Hazret-i Peygamberin manevî huzurunda yerlere kapanarak kullukta +bulunmak şerefinden bütün insanların aynı şekilde faydalanmaları gerektiğini bildirdi. +Gerçek münevverliğin tam bir tevazu ile hakka boyun eğmek ve ibadetten, fazilet ve +nezahet dairesinde yaşamaktan, diğer insanlara karşı üstünlük iddiasında bulunmaksızın +kulluk görevini herkesle beraber aynı şekilde yerine getirmeğe çalışmaktan ibaret +olduğunu ilân etti. Ölümlü, maddî bilgilere ve servetlere güvenerek ona buna karşı +cahilâane bir gurura uyanların, Yüce Allah'ın fakir ve zayıf kulları ile beraber bulunarak +kulluk görevini aynı şekilde yerine getirmekten kaçınanların münevver değil, mana +bakımından karanlıklar içinde kalmış zavallı kimseler olduğunu açıkladı. Ruhlarında +kabiliyet olan bahtiyar kimseler, onun bu yüksek beyanatını takdir ettiler, onun mutluluk +hayatına can attılar, mutluluğa erdiler. + 196- Hazret-i Peygamber, daha ahiret âlemine göçmeden müslümanların sayısı bir +milyonu geçmiş ve kendisi yüz yirmi bin müslüman ile "Hacc-ı Ekber" eylemişti. Bugünkü +gün, yeryüzündeki müslümanların sayısı bir milyara yakın bulunmaktadır. Bu miktarın +günden güne çoğalacağı da pek umulmaktadır. + Sonuç olarak, O kutsal peygamberin mübarek ismi, bin dört yüz seneden beridir ki, +daima milyonlarca dilleri süsleyip durmaktadır. Yaymış olduğu kutsal İslâm dini de +yüzlerce milyon insanın nezih ruhlarına hâkim bulunmaktadır. Artık çocukluk zamanları, +meleklerin üstünde bir saflık ve nezahetle geçmiş, kırk yaşlarından itibaren peygamberlik +ve risalete ulaşmakla cihanı karanlıktan aydınlığa çıkarmış, altmış üç senelik mübarek +hayatları bütün şeref ve kutsallık parıltıları ile çevrilmiş olan O büyük ve O en son şerefli +peygambere ümmet olduğumuzdan dolayı ne kadar sevinsek, ne kadar ögünsek, Yüce +Allah'a ne kadar şükretsek yine de azdır. + Ya İlâhî! Sen bizi, O kutsal peygamberin korumasından uzak düşürme. Sen O mübarek +peygamberine ve diğer aziz peygamberlerine ve hepsinin muhterem soyuna ve ashabına +nihayetsiz salât ve selâm buyur, âmin... + Ey Âlemlerin Rabbi! Hamd sana mahsustur... + Bu Eserin Başlıca Kaynakları + * Kur'ân-ı Kerîm, Sahih-i Buharî, Sahîh-i Müslim, Camiu's Sağîr, Kitabu't-Terğîb ve't- +Terhîb, Şemail-i Tirmizi, Şifa-i Şerif, Mevahib-i Ledünniye. + * Akaid-i Nesefiye, ��erh-i Mekasıd, Şerh-i Mevakıf. + * Mebsut-ı Serahsî, El-Bedayi, El-Hidaye, El-Bahru'r-Raik, Ed-Dürer ve'l-Gurer, +Mülteka, Halebi, Merakı'l-Felâh, Haşiye-i Tahtavî, Ed-Dürrü'l-Muhtar, Reddü'l-Muhtar, +Mecmua-i İbni Abidin. + * Handiyye, Feyziyye, Behçe, Netice, Ali Efendi, Abdurrahim Fetvaları ve Mecmua-i +Cedide. + * Muhtasar-ı Ebi'z-Ziya, Şerh-i Ebi'l-Berekât, Haşiye-i Düsukî, Kitabu'l-Ümm, Tuhfetü'l- +Muhtaç, Neylü'l-Meraib, Keşşafü'l-Kına, Kitabu'l-Muhallâ, Bidayetü'l-Müctehid, Nihayetü'l- +Muktasit, El-Mizanü'l-Kübra. + * İhya'ul-Ulûm, Tarikat-ı Muhammediye, Şerh-i Şir'atü'l İslâm. + * Siyer-i İbni Hişam, Tarih-i İbni Esîr, Siyer-i Halebî... + \ No newline at end of file