|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 14 - Unknown 167530 40626 9042 _____ Sebilürreşad Dini ilmi edebi siyasi haftalık mecmua-i İslamiyyedir Cilt – – Tarikat-i enbiya diğer bir i’tibar ile iki tarika münkasem olur: Tarik-ı ehl-i ilm tarik-ı ehl-i irade. Tarik-ı ehl-i kidir. Ehl-i kelam ilme tarik-ı ilme ta’zim eder tarik-ı ilm: Delil tarik-ı ilme süluk: Nazardır; ehl-i kelamın ulum ve maarifi nazar ve istidlale mübteni kılındığından kendilerine ehl-i enzar ve istidlaliyyin denilmiştir. Ehl-i tasavvuf iradeye tarik-ı iradeye ta’zim eder. Tarik-ı irade: Feyz tarik-ı iradeye süluk: Zevk ve vecddir; ehl-i tasavvufun ulum ve maarifi iradeye bina kılındığından salike mürid denilmiştir. Ehl-i kelamda kuvve-i ilmiyye ehl-i tasavvufda kuvve-i evvela murad ve maksud olan ma’bud-ı Hakk’ı bilmek saniyen ma’bud-ı Hakk’a ne vechile ibadet olunacağını bilmek lazımdır. Bundan sonra ma’bud-ı Hakk’a ibadet etmek Allah’ın emrettiği vechile ibadet eylemek iktiza eder. İradeye bakmayıp mücerred ilme nazar eden ehl-i kelam ile ilme bakmayıp mücerred iradeye nazar eden ehl-i tasavvuf arasında tenafür ve tebaguz vardır. Hak olan tarik hem ilme hem iradeye ta’zim edenlerin ehl-i kelam ile ehl-i tasavvuf arasındaki tenafür ve tebaguzu men’ eyleyenlerin tarikidir. Gerek ehl-i kelamın ta’zim ettiği ilim gerek ehl-i tasavvufun ta’zim ettiği irade Resul-i ekrem efendimiz hazretlerinin getirdiğine muvafık bulunmalıdır. İlme ta’zim eden ehl-i tasavvuf iradeye ta’zim eden ehl-i kelam tarik-ı hakka süluk etmişlerdir. Binaenaleyh tarikat-i enbiya şu neticeyi verir: hazretlerinin getirdiğine muhalif olarak irade ve ilmi taleb eden dalldir. hazretlerine ittiba’ etmeksizin irade ve ilmi taleb eden dalldir. ederek ve getirdiğine muvafık olarak ilim ve iradeyi taleb eden raşid ve mehdidir. Ehl-i bahs ü nazarın ta’zim ettiği ilmin medarı ikidir: ğini bilmek. Resul-i efham efendimiz hazretlerinin haber verdiği şey hem zahiren hem batınan haktır hilafı cehl-i mürekkeb ve i’tikad-ı batıldır; emrettiği şey adldir hilafı zulümdür. Bu halde Resul-i ekrem efendimiz hazretlerinin getirdiği şeye muhalefet cehl ve zulüm dalalet ve gavayettir. Muhalifin guya burhan-ı kat’i zannederek bir delil-i akli getirirler yahud guya hücec-i sem’iyyeye temessük Başmuharrir ederler yahud guya zevk ve vecd ile varidatlarına tabi’ olurlar; evvelce de söylendiği vech ile muhalifin delil-i akli zannettiği delil kıyas-ı fasid ve cehl-i mürekkebdir hüccet-i sem’iyye olarak irad ettiği haber ya hadis-i mekzub veya asla ihticaca şayan olmayan bir hadisdir varidat-ı rahmaniyye zannettiği de vesavis-i şeytaniyyedir. Bu babda mizan emr-i celili mucebince kitap ve sünnnettir. Tarik-ı hakkı kasdeden nazır veya salik delil veya feyzi kitap ve sünnete arz etmelidir. Ehl-i irade ve sülukun ta’zim ettikleri irade ancak vahid olan Allahü Zü’l-celal’e ibadeti dilemektir; ibadet ancak meşru’ bir surette olur. Yoksa bida’ ile ibadet meşru’ olmaz. hadisinin rivayetinde nakıdin-i hadisin tasrihleri vechile kezzab müttehem bi’lkizb vardır. Haber-i mezkur hiçbir vech ile şayan-ı ihticac olmaz. Din-i mübin-i İslam ibadet hususunda iki asıl üzere deveran eder: Asl-ı evvel asl-ı din olmağla aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz hazretleri Allah’dan başkasına yemin etmeyi nehy buyurmuşlardır. Buna mebni ulema-i din Ka’be ve emsali gibi mahlukun hiç birine yemin etmenin adem-i cevazı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine bu asla binaen Nebiyy-i zi-şan efendimiz hazretleri Ka’be’ye secde etmeyi kuburu mesacid edinmeyi nehy buyurmuşlardır. Cenab-ı Hak asl-ı din olan tevhid ile ameli kabul eder tevhid sahibine mağfiret eder. Tevhidi terk edene mağfiret etmez. Nitekim Nazm-ı celilde buyurulmuştur. Tevhid efdal-i kelam a’zam-ı kelamdır. Nazm-ı celildeki a’zam-ı ayet Ayetü’l-kürsidir. - Ancak Allah’ın emredip meşru’ kıldığı vech ile ibadet edip bida’ ile ibadet etmemektir. ayet-i celileleri zikr olunan iki aslı haber veriyor. Evet amel-i salih: İhsan ihsan: Fi’l-i hasenat hasenat: Allah ve Resulullah’ın sevdikleridir Allah ve Resulullah’ın sevdikleri: Emrettikleridir. Allah ve Resulullah asla şirki ibadette bid’ati sevmez. Ümem-i salifeden dalalette kalanlar içinde bir takım abidler zahidler var idi. Fakat onlar ya Allah’dan başkasına değil belki bid’atler ile ibadet eylerler idi. Allah’ın sevdiği ve razı olduğu amel-i makbulün iki şartı vardır: Biri amel-i savab olmak diğeri amel-i halis olmaktır savab: Sünnet-i seniyye üzere olan halis: Li-vechillah olan ameldir. Bu halde a’mal makbul ve merdud olmak değildir. Hülasa a’mali iki şey merdud kılıyor: Riya ve süm’a bid’at. Riya ve süm’a ile olan amel Allah için değildir. Belki nasın görmesi veya işitmesi içindir; bid’at ile olan amel Cenab-ı Hakk’ın emir ve teşri’ ettiği vech üzere değildir heva ve hevesin teşehhinin muktezasıdır. – – Tarikat-ı enbiyada her halde bir vasıta-i tebliğ lazımdır fakat tarikat-ı hükemada bir vasıta-i tebliğe lüzum yoktur. Tarikat-ı enbiyada vesait-i tebliğ rusül-i kiram ve onların verese-i ilm ü dinleri olan meşayih-i ilm ü dindir. Buna mebni hem Resul-i zi-şana hem meşayih-i ilm ü dine ihtiyac vardır. Evvela– Resul-i ekrem’e ihtiyac vardır. Çünkü halk Allah’ın sevdiği razı olduğu emrettiği nehyettiği va’dettiği inzar ettiği şeyleri şan-ı ilahiyetine uluhiyyetine layık olan esma-i hüsnasını sıfat-ı ulyasını ve emsalini akıl ile bilemez. Bu cihet metalib-i nakliyyedendir. Bu gibi metalib-i nakliyye ancak Cenab-ı Hakk’ın ibadına irsal eylediği rusül-i kiramı vasıtasıyla bilinir. Rusül-i kirama ittiba’ etmeyenler Cenab-ı Hakk’ı bulamazlar. Buna mebni onlara “mahcubin” denir. nazm-ı celili mucebince ittiba’-ı rusül mucib-i hidayettir. Bu hususda müslimin nasara yehud ittifak etmişlerdir. Milel-i selase vesaiti yani Allah bir resul isbat ederler. İnkar-ı rusül milel-i selasenin icma’larıyla küfürdür. İman bi’r-rusül usul-i selase-i İslamiyye’den biridir. Vesait-i tebliğ olan rusül-i kiram nazm-ı celilleri mucebine muta’dır mukteda-bihdir metbu’dur. Şu kadar ki Cenab-ı Hak ile halk arasında celb-i menafi’ def’-i mazarrat nazm-ı celili mucebince Allah’dan başka kaşif-i durr dafi’-i zarar yoktur. nazm-ı celilleri mucebince enbiyanın şefaatleri de mutlak değildir. havf ederler. Bunun gibi rahmet-i Bari’yi de reca ederler; kabul-i münacat için rızk için Allah’a takarrüb için gufran-ı zünub için hidayet-i kulub için Cenab-ı Hak ile halk arasında vasıtaya ihtiyac yoktur. Hususan müşrikinin kavvalini hikaye eden nazm-ı celili mucebince takarrüb ilallah Hak ile halk arasında padişah ile re’aya arasında olduğu gibi mabeynci perdedar yoktur. Halk Cenab-ı Hakk’a doğrudan doğruya ref’-i hacat eder. Çünkü padişah cuh-ı selasenin birinden naşidir. Vücuh-ı selaseden hiçbiri ahval-i nası haber verir. Semi’ ve basir olan Cenab-ı Hak a’daya kadir olamaz. Her halde a’van ve ensara muhtac olur. Gani ani’l-alemin olan Cenab-ı Hak için bu cihet de asla mutasavver değildir. kasd etmez. Buna mebni padişaha bir nasıh ve mürşid lazım olur. Erhamü’r-rahimin ahkemü’l-hakimin olan Cenab-ı Hak için bu cihet de hiçbir vechile tasavvur olunamaz. Duayı kabul eden Allah’dır şefaati kabul eden Allah’dır mazarratı def’ eden Allah’dır; hem sebebi hem müsebbibi halk eden Allah’dır. Esbaba teşebbüs lazımdır. Fakat esbaba i’timad tevhidde şirk esbabdan bi’l-külliye i’raz-ı şer’-i enveri kadhdır padişah ile re’aya arasında olduğu gibi bir takım vesait isbatı ise bila-şek şirktir. Saniyen– Meşayih-ı ilm ü dine ihtiyac vardır. Çünkü Resul-i ekremin getirdiğini bilmeyenler bilenlerden daha çoktur. Buna mebni enbiyanın getirdiğini tebliğ etmek ta’lim etmek. Halkı enbiyanın getirdiği vech ile te’dib etmek ve bu hususda halka mukteda-bih olmak için resul ile ümmet arasında bir vasıta lazımdır. O vasıta ise meşayih-ı ilm ü dindir meşayih-ı ilm ü din icma’ ederler din dalalet üzere icma’ etmezler. Şayed beynlerinde bir niza’ vaki’ olur ise nazm-ı celili mucebince mizan kitap ve sünnettir. Çünkü meşayih-ı ilm ü dinin hiçbiri ala-hidetin ma’sum değildir. Resulullah’dan maadasının kavli hem ahz olunur hem terk olunur. Kavli daima ahz olunup asla terk olunamayacak olan zat ancak nebiyy-i zi-şan sallallahu aleyhi vesellem efendimiz hazretleridir. – – Şu temhidattan sonra şeriat-i İslamiyye’nin sarıkın tamamen veya atiyen beyan edeceğimiz vechile kısmen kat’-ı yedi hakkındaki nokta-i nazarından biraz bahsedelim. Sirkat ya birkaç kuruşun yahud cüz’i bir meta’ın zıya’ı istisna edilirse mühim zararlara bais olmayacak bir seyyie tevehhüm edilir de ukul-i basita ashabı bunun ehemmiyet-i maddiyyesini ve husule getireceği netayic-i vahimeyi takdir edemezler. Bu gibiler mes’elenin bütün şümulüyle mahiyet ve ehemmiyetini ihata edebilecek bir vüs’at-i fikr ve karihadan esasen mahrum oldukları için bunları bir tarafa bırakarak hakayık-ı atiyyeyi erbab-ı fikr u iz’anın enzar-ı takdirine arz edelim: Az bir şey çalmak mürtekibine çoğu çalmak cür’eti mikdarıyla ta’yin ve takdir edilmemek icab eder. Umur-ı müsellemedendir ki sarık maksadına vusul kın güzergahına tesadüf eden kadın çocuk ve aciz bir takım erkekleri feryad ve istimdada kıyam edip izinin belli olmasına sebebiyet vermeleri endişesiyle katl eylediği üzerinde zi-kıymet bir şey bulabilmek vehmiyle bir kimsenin hayatına kasd ettiği vukuat-ı nadireden değildir. Birkaç para elde etmek vehm-i mücerrediyle beni nev’inin hayat-ı kıymetdarına kasd etmeyi ehemmiyetsiz bir iş telakkı etmek derecesinde hunharlığı göze aldıran bir kimsenin hal ve hareketini nazar-ı lakaydi ile görmek nasıl tecviz olunabilir? Her an görülegeldiği üzere hırsızlığı medar-ı kesb ya müracaatı hatır ve hayalinden bile geçirmiyor. Binaenaleyh hırsız güruhunun elleri bazı kuteh-nazaranın dedikleri gibi hey’et-i ictimaiyye miyanından eksiltilmeyecek eller değildir. Onlar başka her hangi bir vasıta-i maişete mesleklerini feda etmemek hususunda tarik-ı tese’ülü ihtiyar etmiş olanlarla hem-haldirler. Binaenaleyh sarıkların a’za-yı vücudiyyelerine halel getirmemekle hey’et-i ictimaiyyenin onların a’za ve cevarihinden intifaına hizmet edilmiş olacağı nazariyesi gayr-i variddir. Görülmüyor mu ki hangi bir beldede hırsızlık çoğalırsa oranın müessesat-ı sınaiyye ve iktisadiyyesinde çalışan eller cidden peyda-yı nedret ediyor. Acaba bunun sebebi sarıkların sirkati i’tiyat edinmiş olmasından ve sirkat vasıtasıyla te’min-i maişeti sair vesait-i kesbiyyeye tercih etmelerinden başka bir şey midir? Kavaid ve ahkam-ı İslamiyye’ye muhalif olarak tese’ül vasıtasıyla geçinmeye kar ü kisbe muktedir olanlar hakkında bile kanunen mesağ bulunan yerlerde aynı hali müşahede etmekteyiz. Bugün İngiltere hükumeti tese’ülü bila-şart umum hakkında mübah kılsa sirkatle me’lufiyet saikasıyla kesb ü amelden atıl kalan ellerden eyadi-i amileden mahrum kalır. Zannetmem ki kariin-i kiram şu hakıkat-i sabitenin sırrını derk ve takdirden aciz olsunlar. İnsan daima hiçbir bedel mukabili olmayan ve yahud pek cüz’i bir bedel ile ticareti te’min eden vesaile teşebbüs etmek için nefsinde bir meyl-i tabii hisseder. Sirkat tese’ül ve gasb aleni şıkk-ı evveli teşkil ettiği gibi meydana koyduğu birkaç para ile azim bir servet istihsal etmek isteyen kumarbazlar da ikinci kısma dahil bedbahtlardır. Vukuat-ı cariye ve tecarib-i mütevaliye isbat ediyor ki sirkati irtikab edenler diğer bir çok ceraimi irtikab etmekten ihtiraz kaydında bulunmuyorlar. Bir sarık kizb hud’a mekr ve hile gibi fezayıh-ı ahlakıyyeden ictinab etmediği gibi ayyaşlık esrarkeşlik gibi haller onun nazarında ahval-i adiyyeden ma’duddur. Zannetmeyiz ki şu rezaili irtikab hususunda zerrece tereddüd edebilecek bir hırsız bulunabilsin. Sözümüzün hakıkate derece-i mukarenetini tedkık etmek isteyenler muhtelif memleketlerde sarıkların ahvalini tedkık ve tefahhus etsin; serd ettiğimiz hakayık nazarlarında bütün vuzuhuyla tecelli edecektir. Anifen zikr ü temhid ettiğimiz esbabdan dolayıdır ki şeriat-i mutahhara bu gibi emraz-ı ahlakıyyeyi esasından kal’ etmek için kat’-ı yed ukubetini takdir ve kabul etmiştir. Böyle bir ceza hey’et-i ictimaiyyeyi bir yed-i amilden mahrum etmekle beraber bu cezaya giriftar olanın halinden mütenassıh ve ibret-bin olan bir çok kimselerin ellerini de bu sayede sıyanet etmiş oluyor. Maamafih yed-i sarıkın tamamen kat’ı hakkında beyne’l-müslimin bir icma’ da yoktur. Bazıları kat’ cezasının sarıkta müz’ic ve mühdiş bir hatıra bırakması ve tekerrür-i cürm halinde şeriatin müsamahadan kat’-ı nazar daha ziyade iltizam-ı şiddet edeceğini yakınen bilmesi daire-i salah ve iffete avdetine bais olur fikir ve ümidiyle fazaten kısmen ellerinin kesilmesiyle iktifa etmişlerdir. Bu rivayeti biz kendiliğimizden icad ve ihdas etmiyoruz. şu yolda rivayet ediyor: İmam Şafii İhtilafu Ali bin Ebi Talib ve ibni Mes’ud nam kitabında zikrediyor ki: Hazreti Ali bir sarıkın hınsır ve binsır ve vüsta parmaklarını kat’ eder. Ve “Sarıkı işsiz amelden sakıt bir hale getirmek hususunda Allah’dan haya ederim.” der idi. Serdettiğimiz delail ve izahat ile nazarlarda tamamen teayyün etmek gerekdir ki şeriat-i garra-yı Muhammediyye sirkat anın ve cezası hakkında efkar-ı beşerin lahık olamayacağı bir seviye-i i’caz ve kemale peyveste olmuştur. Zaten mantıksız bir takım mütalaat zunun ve evham ve şahsi temayülat üzerine müesses olan bir medeniyetle medeniyet-i Kur’an iyye beşerin ara-i kasırasıyla hakim-i alim olan zat-ı Hak tarafından mevzu’ kavanin-i ezeliyye arasında bir nisbet arayıp bulmak ne kadar uzaktır! Şurada tenvir-i müddeaya hadim olmak ve enzar-ı mutaliine tarihi bir ibret teşkil etmek üzere Kahire hapishanelerinden birinde mahbus bulunduğum esnada muttali’ olduğum bir hali zikretmek istiyorum: Mısır’da bulunan bil-cümle hapishanelerde o sırada kırk binden fazla mevkuf bulunduğuna vukuf hasıl ettim. Bu hal beni bunların esbab-ı tevkıfini tedkıke sevketti. Anladım ki mahbusinden iki sülüsü ya fi’len irtikab-ı sirkat ya esbab-ı sirkate teşebbüs yahud esna-yı sirkatte irtikab edilen bir cinayet töhmetiyle mahkum bulunuyorlar. Sonra bu mahkuminin ekseriyeti sevk-i adetle sirkati san’at edinmiş kimseler teşkil ediyor. Aynı sebebden dolayı dördüncü defa olarak mahbese ilka edilmiş kimseler de eksik değil. Fakat acaba bunlardan birkaç tanesi şer’-i enverin ta’yin ettiği ukubetle cezalandırılmış olsaydı bu nasıl bir netice verir idi? Yine aynı kimseler böyle mahbesleri doldururlar hukuk-ı ibadı istihfaf ve sirkat kasdıyla hadsiz hesapsız ceraim ve cinayat irtikab ederler mi idi? Hülasa beşeriyetin ruhunu dakayık-ı ahvalini nafiz bir nazarla tahlil ve tedkıke muvaffak olanlar Kitab-ı kerimin beşeriyye mukteziyyatına zıd ve münafi bir şey bulabilmelerine nin hakıkatine dair birkaç söz söylemek mecburiyetinde olmayaydık hal ve mevkiin istilzam ettiği müsta’celiyet dahilinde ahkam-ı Kur’an iyye’de mündemic hüküm ve serairi keşf ü tebyine mecal olmadığı için bu kadarla gerek hatime-i makal ittihaz edeceğimiz riba bahsi hakkındaki Efendim aleyhinde çalıştım. Taleb ve mülahazalarım mutasarrıf beyefendi tarafından kabul buyuruldu. Ve melfuf beyannameden anlaşılacağı üzere bütün liva dahilindeki meyhaneler kapattırılarak elhak şan-ı İslam’a layık bir mu’amele yapıldı. Umum müslümanlar müteşekkir ve hükumete dua-han olmaktalardır. Keyfiyetin Sebilürreşad’a derci ile hükumet-i mahalliyyenin bu hayırlı himmetinden bütün alem-i İslam’ı haberdar etmenizi rica ederim. Ümid ederim ki başkalarına da numune-i imtisal oluruz. Bakı arz-ı ihtiramat eylerim efendim. Fi Nisan Ey din kardeşleri Şu beyannamem ile size dünyanızı ahiretinizi kazandıracak bazı nasihatlerde bulunacağım. Biliyorsunuz ki yirmi günden beri Antalya’daki meyhaneleri kapattım. Müslüman memleketi olan ve din-i resmisi Din-i Mübin-i de Antalya gibi nihayet yirmi beş bin nüfusu havi küçük bir kasabada ben şimdiye kadar beş altı meyhane var zannederken kapattığımız sırada anladım ve gördüm ki evvelce ruhsat-ı resmiyyesi istihsal edilmiş ve edilmemiş kırk kadar meyhane var imiş.. Buna ne kadar teessüf etsek ne kadar ağlasak layıktır. Peygamberlerin eşref ve efhamı Peygamber-i zi-şanımız efendimiz hazretlerinin “Ümmü’l-habais yani fenalıklar validesi ve menba’ı” diye tavsif buyurdukları içki için bu kadar merbutiyet ve düşkünlük gösterirsek sonra o büyük Peygamber’in şefaatini ne yüzle bekleye ve isteyebiliriz? Bir kere içki içmekle ahiretimizi harab eder ve Cenab-ı Hakk’ın azab ve ikabına duçar oluruz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de bir çok ayat-ı kerime ile müslümanlar Hazret-i Peygamber-i zi-şan ümmetini işretin mazarrat-ı diniyye ve dünyeviyyesinden tahvif ve tahzir buyurmuşlardır. Saniyen: Akıl ve basiret haricinde hareket etmiş oluruz. Çünkü bugün fenn-i tababet yüzlerce seneden beri tedkıkatı neticesinde güneş gibi meydana çıkarmıştır ki rakı olsun şarap olsun hasılı içinde ispirto bulunan ve mevadd-ı küuliyye denilen sarhoşluk veren şeylerin hepsinin bir katresi bile insanın vücud ve sıhhatine zarar verir. Mesela işret eden bir adam işret kullanmayan adamdan daha çabuk verem olur daha kolay humma hastalığına tutulur daha çabuk sıtma yakalar. Hasılı bir vücud hastalığa ma’ruz kalınca eğer o vücudun kanında kolay kolay yakalayamaz vücud karşı kor ve hastalık da ale’l-ekser bi-iznihi teala bir şey yapamayarak geçer. Binaenaleyh herşeyden aziz olan sıhhatini bile bile ihlal eden ve hayatı yavaş yavaş söndürüp ölümü intac eden fena bir şeyi yapmak yani içki içmek akıllı adamların karı addolunur mu? Şübhesiz bunu yapmak bir nevi’ intihar bir nevi’ deliliktir. Salisen: İnsanlık kavaidine nazaran da mezmum ve makbul addettiği iyi insanlar ailesini seven çoluğunun çocuğunun istikbalini düşünen insanlardır. Halbuki işret eden bir adam bir kere bina-yı ilahi olan kendi hayatını zehirlemekle cem’iyet-i beşeriyyeye ihanet etmekle beraber namerde muhtac olmasına sebeb oluyor; diğer taraftan ailesinin saadet ve refahına sarfedeceği parayı götürüp düşünmeyen adamlardan cem’iyet-i beşeriyyeye millete bir hayır beklenir mi? Elbette beklenmez. Herkes bilir ki bir atalar sözü vardır: “Kendine hayrı olmayanın başkasına hiç hayrı olmaz” denilmiştir. Ne kadar doğru bir söz! Rabian: Bugün dünyada İslamiyet’in merkezi ve halife-i Resulullah’ın devleti olan hükumetimiz maazallahi teala nur-ı ali-i İslamiyyet’e kasd etmiş hain düşmanlarla muharebe ediyor. Evladlarımızdan ekaribimizden baba ve kardeşlerimizden binlerce dindaşlarımız bugün hudud boylarında vatan-ı mukaddesimizi düşmana çiğnetmemek kafaları koltuklarında gavga eyliyor. Böyle zamanda bizim gibi memlekette kalanlarımıza içki içmek yakışır mı? Her an her dakıka Cenab-ı Hak’dan ordu-yı hümayunların muzaffer olmasına dua etmeli ve elimizden geldiği kadar askeri işlere yardım eylemeli değil miyiz? Halbuki Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde “Ey mü’minler siz benim dinime nusret ederseniz ben de size nusret ederim” buyurmuştur. Şu halde bizim Cenab-ı Hak’dan nusret temenni edebilmekliğimiz nusret talebine yüzümüz olabilmek için evvela Din-i Mübin-i İslam’a nusret yani Cenab-ı Hakk’ın ve Peygamberimiz’in nehy buyurdukları şeylerden mücanebet eylemekliğimiz lazım gelir. Yoksa bir taraftan içki içmek ve sair nevahi irtikab eylemek mış ve belki mukallid olmuş oluruz. Halbuki maazallah mukallidin imanı bile şübhelidir. Eskiden batıl bir i’tikad var idi: Bazı yarım hekimler sanki az mikdarda ispirto kullanılırsa guya sıtmaya tutulmamak için iyi imiş derlerdi. Halbuki Avrupalıların hekimlikde çok ileri gitmiş doktorları uğraşa uğraşa son zamanlarda isbat ettiler ki rar verir. Bakınız hatem-i enbiya olan Peygamberimiz’in bin üç yüz küsür sene evvel müslümanlara men’ ettiği Şu hal bile Peygamberimiz’in büyüklüğüne ne azim bir delil adeta bir mu’cize değil midir? Şu sözlerim mahza hususi bir nasihattir bir hasbihal kabilindendir. Yoksa hükumet resmen lazım gelen şeyleri yapacaktır. Bir kere buradaki meyhanelerin kanunen hükumetten almaları muktezi ruhsat-ı resmiyyeyi almadıkları yirmi sene evvel meclis-i idarece verilmiş bir karara istinaden içki sattıkları ve hatta bazıları için böyle bir karar dahi olmadığı anlaşıldığından hepsi kanun mucebince sed ve ilga edilmiş kaymakamlara da bu babda tebligat ifa edilmiştir. Binaenaleyh hal-i hazırda ne merkez ne mülhakat-ı livada hiç meyhane yoktur. Meyhane olmayınca bi’t-tabi’ kimsenin çarşıda pazarda de birleşip işret etmek kalır. Fakat böyle meclislerde işret yüzünden ale’l-ekser gavga ve gürültü çıkması ve zabıtanın müdahalesini icab eder vukuat eksik olmadığından böyle bir sebeble zabıtaca tevkıf olunanlar hakkında – hal-i hazırdaki idare-i örfiyye şöyle dursun– Kanun-ı Ceza’nın’inci maddesinin tatbiki tabiidir. Bu maddeyi herkes okusun pek ağır olan mücazat-ı kanuniyyeden korksun. İnşaallah bu fenalık büsbütün kalkarsa ahalinin sıhhati ve meşru’ bir surette mesela top oyunu oynamak güleş etmek riyazat-ı bedeniyyede bulunmak hasılı hem sıhhatimize nafi’ hem şer’an ve kanunen memduh ve makbul eğlenceler yapmak ve ihzar edilmekte olan mahall-i mahsusun hep beraber resm-i küşadını yaparız. Binaenaleyh bütün müslüman kardeşlerimin el birliğiyle şu adet-i seyyieden kurtulmamız için benim ile birlikte çalışarak ve işret kullanan bir kardeşini görürse hemen nasihat vererek kanunun mücazatını anlatarak kendisini vazgeçirmeye çalışması halisane tavsiye ve i’lan olunur. Cenab-ı Hak cümlemizi tevfikat-ı Sübhaniyyesi’ne mazhar buyursun amin. Harb-i umumi başlayalı tam on ay oldu geçiyor. Bidayette Fransa ve İngiltere müttefikleri bulunan Rusya’ya bel bağlamışlardı. Onlar zannediyorlardı ki Rusya bir iki ay içinde Berlin ve Viyana’yı istila edecek Kazaklarına bir resm-i geçit tertib ettirecekti! Fransızlar da Alzas-Loren’in lardı. İngiltere’ye gelince o son derece ümidvar bulunuyor; donanmasına bol şilinlerine güveniyordu. Hatta Fransa ve Rusya’yı Almanlara musallat etmeye muvaffak olduğundan dolayı seviniyordu. Fil-hakıka Almanya ve Avusturya’nın hazırlığına layıkıyla vakıf olmayanlar bidayet-i emrde İ’tilaf Devletleri’nin galebe çalacaklarına zahib idiler. Bunda da pek haklı idiler. Çünkü dünyada üç büyük kuvvet vardır ki üçü de İ’tilafçılarda mebzul kuvve-i kahire-i bahriyyesiyle Ruslar da milyonlarca askerleriyle dünyayı yakıp yıkacak alt üst edecek zannediliyordu. Lakin hakıkat başka türlü tecelli etti. Bi’t-tecrübe anlaşıldı ki Almanya her üç kuvvetin fazlasına maliktir. Almanlar ulum ve fünun-ı harbiyye ile ta’biye ve sevkü’l-ceyş noktasından Rusları her gün mağlubiyetten mağlubiyete uğrattılar yüz binlerce esir aldılar büyük büyük ordularını bataklıklarda mahveylediler. Sonra Belçika gibi oldukça muktedir bir hükumetin birkaç hafta sa toprağına girdiler. Diğer taraftan İngiltere’nin donanmasına meydan okudular. İngiltere açlıkla Almanya ve Avusturya’yı tehdid edebileceğini zannediyordu. Lakin leri İngiltere’yi abluka altına aldılar. Şimdi kaht ve cu’ felaketine ma’ruz kalan giremiyor. Vapurlar amed-şüdlerini kestiler. Vapurlarda çalışan taifeler seyr ü seferden korkmaya başladılar. Luzitanyalar bile deniz altına inmeye mahkum oldular. mete mahkum bulundu. Bu ana kadar ortaya çıkabilen harp gemisi –ki kruvazörlerle muavin kruvazörler bu sayıya dahil değildir battı. Fransa daru’l-harbinde yüz binlerce askeriyle binlerce zabitini gaib etti. Parası da tükendi. Zavallı Fransa’ya ne askerce ne de paraca hiçbir yardımı dokunamadı. Kitchener’le Churchill sırf lakırtı durdular. Fransa gençlerini mütefekkirlerini zabitlerini askerlerini Alman güllelerine süngülerine kızgın kurşunlarına kurban ettiler. En sonra Fransa ve efradını da taht-ı silaha da’vet ettiği halde yine bir şey yapamıyor Almanlara karşı asker yetiştiremiyor. Bundan başka hazinesinde milletin cebindeki son frankları kısmen ihtiyacat-ı mübreme-i harbiyyeye sarfetti kısmen de Rusya’ya peşkeş eyledi. Bu fedakarlıklara mukabil ne İngiltere’den ne de en çok güvendiği Rusya’dan bir hayır göremedi. Rusya’ya gelince bu ana kadar budalacasına dört milyon askerini gaib etmiş; her taraftan koğulmuş memleketi Alman istilasına ma’ruz kalmıştır. Hele şu son Karpat –Galiçya– hezimetleri Rusların belini kırdı şeref ve haysiyetlerini berbad etti. Kömür ve mühimmat-ı harbiyyece Rusya bugün pek müşkil mevki’de kalmıştır. Bir çok mahallerinde ihtilaller başlamıştır. Zira ri fabrika yangınları polis faciaları her günkü vekayi’-i mu’tade sırasına geçmiştir. Ahalide emsali gayr-i mesbuk bir na-hoşnudi hüküm-fermadır. Rusya’nın bu felaket ve izmihlalinin en mühim sebeblerinden biri de Boğazlar’ın kapalı olmasıdır. Boğazlar kapandı mı Rusya’nın nefes-gahı boğazı sıkılmış demektir. Ne Fransa ne İngiltere bugün Rusya’ya hiçbir muavenette bulunamıyor. Demir çenberlerle her taraftan Görülüyor ki Almanya ve Avusturya’nın ahval-i ziraiyye ve iktisadiyyeleri me’mulün fevkindedir. Hazineleri milyarlarca altınla anbarları milyonlarca hububatla doludur. Fabrikaları her gün akıllara hayret verecek derecede mühimmat yetiştiriyor. Bu senenin hasadı neticesinde daha iki senelik yiyeceğin te’mini mümkündür. Sonra fedakarlık askerlik muhafaza-i şeref ve izzet hisleri Almanlarla Avusturyalılarda –düşmanlarına nisbetle– kıyas kabul edemeyecek bir surette yüksektir. Hususiyle Devlet-i Aliyye gibi kuvvetli ve cesur sadık ve ali-cenab bir müttefike malik olduktan sonra her aydan beri Çanakkale önünde Fransızlarla İngilizler hiçbir şey yapamadılar. Bir incir çekirdeğini dolduracak kadar bir muvaffiyet ihraz edemediler. Bilakis bir çok zırhlılarını kruvazörlerini tahte’l-bahrlerini torpido ve nakliye sefinelerini gaib eylediler. Beş yüz milyon frank kıymetinde gülle ve barut sarfettikleri halde el-an ne bir kaleyi ne bir istihkamı hatta ne de bir bataryayı iskata muvaffak olamadılar. Tam bir aydan beri şu son hücumlarında da bir iş göremediler. On binlerce askerlerini mahvettiler. Mecruhlarını ise vapurlar taşımakla bitiremiyor. Böyle iken sahilin bir adım daha ötesine geçemediler. Göz önünde bir Osmanlı torpidosu koca bir Goliath zırhlılarını iki saniye içinde denizin a’makına gömdü. Mahiyet-i harbiyye ve iktisadiyyeleri bu kadar bozuk çürük olan İ’tilaf-ı Müselles hükumetlerinin Çanakkale Boğazı’nı zorlamaktan maksadları Devlet-i Osmaniyye lah” İstanbul’u teshir etmekle bütün memalik-i Şarkıyye mekten ibarettir. Lakin inayet-i Hak’la bu hulyaları bu kuruntuları tamamıyla boşa çıktıktan maada; öteden beri Balkanlarda bi-taraf Avrupa hükumetleri nezdinde çevirdikleri entrikalarla siyasi me’murlarının oynadıkları roller de akamete mahkum oldu. Hiçbir hükumeti kandıramadılar. Portekiz’den ve Japonya’dan başlayarak en sonra Yunanistan’a Bulgaristan’a ve Romanya’ya bile müracaat ettikleri halde hiçbirisinden sadra şifa verecek bir cevaba nail olamadılar. En sonra keşküllerini döneceklerini vukuat-ı siyasiyye ve cereyan-ı ahval gösteriyor. runun alem-i İslam hakkındaki bunca mezalimleri bedhahlıkları su’-i niyyetleri daha doğrusu hakka karşı tuğyan ve isyanları Müntakim-i Zü’l-celal’in gayret-i Sübhaniyyesi’ne dokundu. Allah onları en müdhiş felaketlere duçar etti. İnşaallah yakında bütün tac u tahtları tarac olacaktır. Bugün yeryüzündeki her müslümana bu parlak fırsatlardan istifade etmesi istifadeye şitaban olması farzdır. Uzak İslam memleketlerinde de bu cereyan-ı rat ve men’i hakkında Lozan’dan bir mektup gönderiyor. Şayan-ı dikkat mülahazatı muhtevi olan bu mektubun bazı parçalarını ber-vech-i ati nakl ile enzar-ı ibrete vaz’ ediyoruz: “Rusya ile İngiltere’de şu aralık müskiratın men’ edildiği ma’lumdur. Ulum-ı ictimaiyye ulemasından olup elyevm Lozan’da bulunan Mösyö Broda Ahali Yurdu’nda bu fırsattan istifade ederek bir konferans verdi. Rusya ve Men’-i müskirat netice i’tibarıyla bir hayır ise de şimdi men’ kararını veren hükumetlerin İngiltere ve Rusya’nın maksadları efrad-ı askeriyyenin harb ve cidal kuvvetini ruhi ve cismani gayretini arttırıp hasma karşı koymaktan başka bir şey değildir. Hakıkaten icra edilen tedkıkat gayretini kırıyor kuvve-i tahammüliyyeyi bitiriyor. Bazen hücumlarda efrada müskirat verildiğini işitmiş Fakat müskiratın te’siri bir cinnet bir delilik getirmekten kolayca atabilir ise de şimdiki gibi mütemadi ve müteakıb hücumlarda sarhoşluk gayretinin arkası gelmez. Görüyoruz ki mütekabilen birbiri arkası sıra üç dört kere süngü hücumu vaki’ oluyor. Bir istihkamı zabt etmek için yirmi bir defa hücum vaki’ oluyor. Muharebe-i hazıranın verdiği yorgunluk ta’rif haricindedir. İnsan meşakkatin bu derecesine karşı gelebilmek için fikren ve cismen demir gibi olmalıdır. yor ne satılıyor. Bunu tedarik etmenin ihtimali yoktur. Mösyö Broda dedi ki men’-i müskirat için dinin nehyi vaaz ve nasihat kifayet etmez. Mutlaka bir emr-i kanuni ister. Zaten müskirata alışmış kimseler ibadethanelere gelmezler ki me’murin-i diniyyenin nesayihini dinlesinler. Mösyö Broda’nın dediği gibi yalnız vaaz ve nasihat kar etmez. Bizde de hükumet rakı i’malini külliyyen men’ dahi külliyyen nehy etmelidir. Rusya’da votkanın mucib olduğu varidat azim idi. Hükumet bundan vazgeçti. Bizim de Duyun-ı Umumiyyemiz rakı varidatını defterlerinden çizmelidir. Yoksa bu seyyie memleketimizi ruhen cismen iktisaden tahribe sebeb olur. Men’-i müskiratın bizim için tam zamanıdır. Bu zamandan istifade etmek saadet-i atiyyemiz için fal-i hayr olur. Mösyö Broda’nın dediği vech ile hükumet bunu men’ etmekle varidat-ı millete hakıkaten nakısa arız olmaz. Duyun-ı Umumiyye’nin kasasına para girmez ama rakı parası kesede kalır. Hiç olmazsa onunla evin ekmeği Mehmed ile Fatma’nın mektep kitapları tedarik olunur.” Fransızların geçen gün Antalya Körfezi’nde bir hırsız çetesi gibi köylere çoluk çocuklara acizlere karşı vuku’ bulan tecavüzlerinden dolayı galeyana gelen Tanin refikımız numaralı nüshasında yazdığı bir başmakalede diyor ki: “Fransızlar haftalarca aç kalmış vahşi bir kurd sürüsü gibi top ve silahla beş on evli köylere hücum ederek tecavüz ediyorlar; Fransa’da “medeniyet” kelimesi ile anlaşılan ma’na bu ise hiçbir diyeceğimiz yoktur fakat eğer medenilik düşmana insanca bir harb yapmak emr ediniyorsa şu kruvazör tarafından yapılan şeylerden dolayı bizzat Fransızların da yüzleri kızarmak lazım gelir. Biz bu rezaletleri gördükçe bu memlekette senelerden beri Fransızlar hakkında perverde edilen hissiyatta ne derecelere kadar aldanılmış olduğunu görerek derin bir teessür ve teessüf hissediyoruz.” Afrika’daki biçare müslüman kardeşlerimize karşı yapmadık fenalık irtikab etmedik zulüm ve şenaat bırakmayan bu medeniyet maskesine bürünmüş vahşilere müslümanlar daima aynı hissiyatı perverde ediyorlar: Nefret ve la’net! Çanakkale: Çanakkale Cephesi’nde kara cihetinde mühim bir vak’a olmamıştır. Çanakkale Boğazı medhali kurbunda Morto Limanı’nda bulunan bir İngiliz zırhlısına bu sabah öğleden evvel donanmamızın bir kısmı hücum etmiş ve zırhlı kumandan köprüsü hizasından ortasından ve gerisinden aldığı üç isabet neticesinde derhal batmıştır. Çanakkale Cephesi’nde Gelibolu Şibh-i Ceziresi’nde Arıburnu’ndaki düşman yeniden takviye kıtaatı aldığı halde siperlerinden ayrılamıyor. Ara sıra bazı noktalarda göstermek istedikleri faaliyetin müessir mukabelelerimizle akım bırakılıyor. Cenubda Seddülbahr mıntıkasında ise düşman aynı vaz’iyette sakindir. Bir tayyaremiz ordugahlarına muvaffakiyetle bombalar atmıştır. Düşman telefatını ikmale gelen iki taburluk kadar kuvvet dün ileri sürülen bataryalarımızın müessir ateşiyle perişan dağıtılmıştır. Dün sabah Morto Limanı’nda batırılan zırhlı Goliath namında İngiliz zırhlısıdır. Mürettebatından kısm-ı a’zamı boğulmuştur. Bu muzafferiyet Muavenet-i Milliyye Torpido Muhribi tarafından kazanılmıştır. Vazifelerini muvaffakiyetle ifa ve salimen avdet eden bu bir kısım donanmamız bir çok düşman torpidoları tarafından şiddetle ta’kıb olunmuşlarsa da sahil bataryalarımızın müessir ateşleri altında işbu düşman torpidoları çekilmeye mecbur olmuşlardır. Bu esnada düşman torpidoları arasında şedid üç büyük iştial gürültüleri dülbahr’deki düşman iskeleleriyle ordugahlarına te’sirli ateşler etmektedir. Bu ateşlerden dün o civarda büyük bir iştial husule gelmiştir. Nisan’da bu bataryalarımıza neticesiz ateş etmekte olan Fransız Charles Martel Zırhlısı’na zörü bugün Antalya Limanı’nın garbında Finike’ye asker çıkarmak istemişse de düşman efradı tarafımızdan edilen mukabele üzerine telefata uğrayarak firar ve kruvazör de bilahare tebaüd eylemiştir. Çanakkale’de dün karada ve denizde mühim bir hareket olmamıştır. Evvelki gün Seddülbahr’daki düşman ordugah ve mevzi’lerini müessir bir surette ta’ciz eden ileri bataryalarımıza karşı düşmanın birkaç zırhlısı bila-muvaffakiyet ateş etmiş ve ba’dehu bunlardan Majestic zırhlısı ile Albion zırhlısı medhalden boğaza girmeye teşebbüs etmişler ise de mukabil ateşlerimizle mükerreren def’ ve tard edilmişlerdir. Çanakkale Cephesi’nde Arıburnu’ndaki düşmanın üç tabur kadar piyade ve buna munzam istihkam kıtaatı dün sabaha karşı sağ cenah mevziimize baskın tarzında yapmak istediği mükerrer hücumları her defasında telefat ile def’ edilmiş ve bir kısım kuvvetimizin mukabil taarruzlarıyla düşman mevzi’-i aslilerine sürülmüştür. Mevzi’ civarında sayılabilen düşman maktulleri üç yüzü bulmuştur. Düşmanın bu hücum neticesindeki zayiatı kadar tahmin olunuyor. İki yüzden fazla silah ve bir çok techizat-ı harbiyye iğtinam olunmuştur. Düşmanın bu zayiatına karşı zayiatımız pek cüz’i olmuştur. Boğazın medhal civarındaki bataryalarımız dün dahi bila-te’sir düşman sefaini tarafından bombardıman edildi. Buna rağmen Seddülbahr’deki düşman mevaziini bataryalarımız şiddetle topa tutmaktadır. Üç mermi Vanjans Tayyarelerimiz dün Seddülbahr’de düşman üzerine muvaffakiyetle bombalar atmıştır. Çanakkale Cephesi’nde dün Arıburnu’nda mühim bir hareket olmadı. Yalnız hafif piyade ve topçu ateşleri teati edilmiştir. Topçu mermilerimizle ufak bir düşman nakliye gemisi hasara uğramış içindekiler sandallara atlayarak vapur uzaklara çekilmiştir. Cenubda Seddülbahr mıntıkasında sağ cenahdaki kıtaatımız iki yüz metre ileride bir tepeyi düşmandan istirdad eylemiştir. Çanakkale Cephesi’nde dünkü vaz’iyet. Karada bir tebeddül olmamıştır. Denizde düşman sefaini pek uzaklardan medhal civarındaki bataryalarımızı fasılalı fakat te’sirsiz bombardıman etti. Albion Zırhlısı’na bu sırada bir mermi isabet etmiştir. Tayyarelerimiz Seddülbahr üzerinde faideli tayeranlar yapmıştır. Bir Fransız kruvazörü dün İzmir’in cenub sahilinde Megri’nin garbında Sarsala İskelesi’ne altmış kadar asker çıkarmakta iken muhafızlarımızın mukabelesiyle cümlesi gemilerine firar eylemiştir. Keza diğer bir kruvazör himayesinde Finike’nin garbında Sofat İskelesi’ne yüzden fazla düşman askeri çıkarılmış ise de civardan yetişen kıtaatımızın taarruzlarıyla on maktul ve mecruh vererek mütebakısi kamilen istimbotlarla kruvazöre kaçabilmiştir. gecesi iki düşman kruvazörü İzmir istihkamatı karşısında dolaşmakta iken bataryalarımızın ateşinden kruvazörden birinin baş tarafı sakatlanmasıyla her iki kruvazör uzaklaşmıştır. Mayıs’da Akabe Körfezi’nde dolaşan Fransız Victor Hugo Harp Gemisi’nden uçurulan bir tayyare ateşlerimizle sakatlanarak denize düşürüldü. Tayyare motorbotla gemiye nakl olunmuştur. Mayıs’da yine bu gemiden asker dolu bir sandal karaya sokulmak ister çekildi. Ba’dehu gemi körfezden açılmıştır. Sebilürreşad’ın devam-ı intişarını arzu eden kariin-i muhteremenin şu sırada abone bedelatını te’diyede ihmal ve terahi göstermemek lazım geldiğini lütfen takdir buyurmaları rica olunur. – – Mebhas-i rabi’de beyan olunduğu vech ile tarikat-i enbiya iki vech ile telakkı olunmuştur: Tarik-ı sünni tarik-ı bid’i. Tarik-ı sünniye süluk eden ehl-i sünnet ve cemaat: dimiz hazretlerinden sabit olan sünnet-i seniyyeye mütemessik olan ehl-i tevhiddir. Ehl-i sünnet: Nebiyy-i efham efendimiz hazretlerinin sünnetleri üzere olan Resul-i ekrem Ehl-i cemaat: Dinde tefrikada bulunmayıp cemaatten ayrılmayan zevat demektir. Ehl-i sünnetin mebnası: Kitap ve Sünnet’e ve daima Kitap ve Sünnet’e muvafık olan akl-ı sariha mutabaattır. Çünkü Cenab-ı Hak nazm-ı celili mucebince Kitab’ı mizan ber verir yoksa muhalat-ı ukulü haber vermez. Tarik-i bid’iye süluk eden ehl-i bid’at ehl-i sünnet ve cemaate muhalif olanlardır. Ehl-i bid’atin mebnası: Resul-i ekrem efendimiz hazretlerinin getirdiği şeyi kendi re’ylerine tabi’ kılarak tebdil ve tahrif etmek hücec-i kat’iyye-i sem’iyyede bir kuvvet bırakmamaktır. Kariben ber-tafsil beyan olunacağı vech ile İslam’da hudus eden bida’-ı i’tikadiyyenin usulü beştir: Bid’at-i Rafiza bid’at-i Marika bid’at-i Kaderiyye bid’at-i Mürcie bid’at-i Cehmiyye’dir. Ehl-i sünnet iki kısma ayrılır: Ehl-i sünnet-i hassa ehl-i sünnet-i amme. Ehl-i Sünnet-i Hassa: Kemal-i sünnet üzere olan zevattır. Selef-i ümmet meşayih-i Hanefiyye meşayih-i Malikiyye meşayih-i Şafiiyye sadat-ı Hanabile ehl-i sünnet-i hassa tarikindedirler. Ehl-i Sünnet-i Amme: Kemal-i sünnette taksirleri bulunan zevattır: tarihinden bir az sonra vefat eden Ebu Muhammed Abdillah bin Said bin Kilab el-Basri’ye el-Eş’ari el-Basri’ye intisab eden Eş’ariye ehl-i sünnet-i amme tarikindedirler. Kerramiye ve Salimiye fırkalarını da ehl-i sünnet-i ammeden saymışlardır. Kerramiye ile Kilabiyye; Salimiye ile Eş’ariye arasında tenafür ve tekabül vardır. – – Asr-ı evvel-i hicride fukaha-i din asar-ı şer’iyye ve ehadis-i celilenin cem’ ve tertibi ile meşgul idiler. Ehl-i ulumu menabii ile me’hazlarıyla beraber tetebbu’ ederler harekatları idi. Asr-ı evvelde bir devlete bir millete evvel be-evvel lazım olan ulum ile meşgul olmuşlar idi. Henüz ulum-ı saireye ba-husus felsefeye ihtiyac görülmüyor olanlar var ise de ehl-i İslam onlara teveccüh göstermez Ulum-ı şer’iyye kema-yeliku vaz’ ve te’sis olduktan sonra artık nevbet ulum-ı akliyyeye gelmiş idi; ümem-i mütemeddine indinde ma’ruf olan ulum ve fünun lisan-ı dini olan lisan-ı Arab’a nakl olundu; akvam-ı mütemedBaşmuharrir dineden hiçbiri terk olunmayıp her bir kavimden en ziyade terakkı eden ulum ahz olundu en ziyade ahz-ı ulum olunan akvam kadim Yunaniler kadim Hindliler kadim İraniler idi. Şurası şayan-ı dikkattir ki tarih ve edebiyat kadim Yunanilerden ahz olunmamış belki komşu bulunan kadim Hindliler ile kadim İranilerden ahz olunmuş Kadim Yunanilerden ahz olunan felsefe tıp nücum Eflatun’un müsül nazariyyesi Fisagors hikmeti Rüstem hikayatı vekayi’-i İran ve Turan siyer-i Nuşirevan pek ziyade şayi’ olduğu halde Omiros edebiyatı vekayi’-i Yunan şayi’ değil idi. Bunun gibi Mecus BrahmaSemniyye mezhebleri ma’lum olduğu halde Yunan alihesi ma’lum değil idi. Kariben zikr olunacağı vechile felsefe Me’mun zamanında lisan-ı Arab’a nakl olunmuştur. – – Felsefe bidayet-i emrde Yehud ve Nasara ve Sabii ile Mu’tezili elinde idi. Ehl-i i’tizal ezyal-ı felasifeye sarılarak usul-i felsefe ile usul-i kelamiyyeyi mezc etmişler idi. Buna mebni selef-i ümmet mezhebinde bulunan ehl-i sünnet felsefeye hatta ilm-i kelama bile meyl ve rağbet etmiyorlar idi. Sahabe-i güzin ve ahyar-ı tabiin mezheblerinin haricinde hiçbir şey kabul etmezler idi. Maamafih bidayette ehl-i İslam’dan bazıları doğrudan doğruya felsefeyi tetebbu’ ederler idi. Kudema-yı kelamiyyin-i ehl-i sünnet de selef-i ümmet mezhebinde bulunan ehl-i sünnet gibi felsefeye asla rağbet göstermiyorlar idi; ehl-i kelamdan felsefeye ehemmiyet veren Mu’tezile ile Karamita ve bunlara peyrev olan fırka idi. Felsefe Mu’tezile tarafından ilm-i kelama Karamita tarafından tasavvuf ve kelama idhal olunmuş idi. Asr-ı rabi’-i Hicri evasıtında “İhvanü’s-Safa” namıyla zuhur eden bir cem’iyet şeriat felsefe teşeyyü’ beynlerini cem’ etmek istemiş idi. Bu cem’iyetin kendilerine mahsus olan felsefelerinin dışı şeriat içi hikmet idi. Mütekellimin-i ehl-i sünnetin felsefeden i’razları Gazzali zamanına kadar devam etti. Gazzali’den i’tibaren kelamiyyin-i ehl-i sünnet de felsefeye rağbet gösterdiler. Mütekaddimin-i sufiyye de selef-i ümmet gibi ne kelama ne felsefeye rağbet göstermemişler idi. Fakat müteahhirin-i mutasavvıfe müteahhirin-i kelamiyyin gibi felsefeye rağbet göstermişler felsefeyi ilm-i tasavvuf ile birleştirmişlerdir. rında alem-i İslam’da başlıca altı muhtelif mesalik zuhur etmiştir: doğrudan doğruya tetebbu’ edip din ve şeriatin taht-ı te’sirinde bırakmayan meslektir. Asıl felsefe budur. Kütüb-i kelamiyyedeki hükema ve felasife bu mesleğe salik olanlardır. Bu meslek erbabının en meşhur simaları: Yakub bin İshak el-Kindi Ebu Nasr-ı Farabi Ebu Ali bin Sina Ebubekir bin Bacce Ebu’l-berekat el-Bağdadi Ebu’l-velid bin Rüşd’dür. usul-ı kelamiyyeyi mezc ederek kavaid-i kelamiyye haricine çıkan meslektir. Ehl-i i’tizalin ve bunlara peyrev olanların mesleği budur. Bu meslek erbabının en meşhur simaları Ebu’l-Hüzeyl el-Allaf İbrahim en-Nazzam Ma’mer bin Abbad es-Sülemi Amr bin Bahr el-Cahız Ebu Ali el-Cübbai Ebu Haşim bin Ebi Ali el-Cübbai Kadı Abdülcabbar el-Hamedani Ebu’l-Hüseyin el-Basri’dir. darik-i felsefiyyeyi tahayyülat-ı vecdiyye ve şübühat-ı kelamiyye ile mezc eden ve beyne’l-müslimin ilhad neşr eyleyen meslektir. Bu mesleğe süluk edenlere Karamita denir. Karamita’nın her yerde isimleri ayrıdır: Irak’da Batıniyye Karamita Mezdekiyye; Horasan taraflarında Ta’limiyye Melahide denir. Karamita’nın dışı mezheb-i Rafıza içi mezheb-i Mecus ve Saibedir. Zenadikanın galiyye-i Ravafızın İbahiye’nin Muattıla’nın meslekleri budur. Hamdan-ı Karamıt Ebu Said el-Cennabi Sinan-ı Mısri Hasan Sabbah bu meslek erbabının en meşhur simasındandır. şeriat ile felsefe ve teşeyyü’ beynlerini cem’ edip i’tikadlarınca kemali bulan bir meslektir. Felsefe-i Safaiyye Bağdad’da asr-ı rabi’-i hicrinin evasıtında teşekkül etmiş olan “İhvanü’s-Safa” Cem’iyeti’nin ortaya koydukları bir felsefedir. İhvanü’s-Safa risalelerini yazanlardan isimleri söylenilen şunlardır: Zeyd bin Rifaa Ebu Süleyman bin Muhammed bin Ma’şer el-Büsti Ebu’l-Hasen Ali bin Harun ez-Zencani Ebu Ahmed el-Mihricani el-Avfi. İhvanü’s-Safa resailinin intişarına en ziyade hizmet eden ehl-i i’tizaldir. Endülüs’e resail-i İhvanü’s-Safa’yı idhal eyleyen Ebu’l-Hakem el-Kirmani el-Kurtubi Vefatı: dir. Resail-i İhvanü’s-Safa Endülüs’de felsefenin terakkısine hayli hizmet etmiştir. sefiyye ile mesail-i kelamiyyeyi mezc edip her ikisini bir fen hükmünde tutarak kavaid-i kelamiyye haricine çıkmayan meslektir. Müteahhirin-i mütekellimin-i ehl-i sünnetin mesleği budur. Bu mesleği te’sis edenler Gazzali Razi Amidi ve Beyzavi’dir. Fakat müşarun-ileyhimin tarikatleri mütesavi değildir. Gazzali tariki: Felasife-i meşşaiyyeyi veyahud İbni Sina ve Farabi felsefelerini ta’bir-i umumi ile felsefeyi reddetmeyi akaidden ma’dud kılan bir tariki; Razi ile Amidi tarikatleri kelam ile felsefeyi karıştıran bir tarikati Beyzavi tarikati ise kelam ile felsefeyi daha ziyade karıştırıp mevzu’-ı fende eşbah ve da Urmevi Şemsüddin el-Isfahani Kadı Adudü’l-Ici Taftazani Şerif el-Cürcani İbni Hümmam Devvani bu mesleğin en meşhur simalarındandır. tasavvuf ile beraber tetebbu’ edip medarik-i vicdaniyyelerini mesail-i nazariyye sırasına idhal eyleyen meslektir. Müteahhirin-i mutasavvıfenin mesleği budur. Şeyh Muhyiddin-i Arabi İbni Sem’in Tilmisani Sadrüddin-i Konevi Bedrüddin-i Simavi İbni Hud İbnü’t-Tufeyl İbrahim el-Cili Davud el-Kayseri Abdurrahman Cami bu meslek erbabının en meşhur simalarındandır. Mesalik-i sitte arasında tedahül bulunabilir. Bugün de felsefe-i cedideyi tetebbu’ etmek isteyenler her halde mesalik-i mezkurenin birine süluk edeceklerdir. Felsefe-i Karmatiyye mesleğinden maadası taharri-i hak uğrunda çalışmışlardır. Felsefe-i Karmatiyye mesleği müntemin-i vecheyn olanların mülhidinin meslek-i mahsuslarıdır. – – Riba mes’elesi de diğer bazı mesail gibi müslümanlardan bir çoğunun akıl ve basiretlerine hafi kalmıştır. Onlar anlayamamışlardır ki mes’elede bugün bir muğlakıyet ve mübhemiyet varsa bunun başlıca töhmet ve mes’uliyeti kendilerine aiddir. Şahid-i İslam’ı onların nazarlarında pejmürde kıyafetli taakub-ı a’sar ile kadd ü kameti bükülmüş kuva-yı umumiyyesine vehn-i piri tari olmuş bir fertut-ı kühen-sal şeklinde tecelli ettiren başlıca sebeb onların hakayık-ı aliyye-i İslamiyye’yi idrak ve takviye hususundaki acz ve taksirleridir. Evet fukaha riba hakkında pek çok şeyler yazmışlar ve bunun mahiyet ve teferruatı hakkında lüzumundan fazla ahkam istinbat etmişlerdir. Lakin bizim üzerimize de terettüb eden bir vazife vardı ki o da fukahanın vaz’-ı mevki’-i ictihad ettikleri bu ahkamın hal ve mevki’ te’sirinde sanih olmuş birer netayic-i fikriyye hududunu tecavüz edemeyeceğini idrak ve takdir etmekti. Biz anlamalı idik ki İslam’ın daima piş-i nigah-ı takdis ve tebcilimizde kaim ve paydar olan bir kitabı var ki şaibe-i tahrif ve tebdilden masuniyetini Münzil-i Kerim’i taht-ı daman-ı kudsiyyetine almış. Binaenaleyh o bugün daha bidayet-i nüzulünde olduğu gibi bütün taravet ve bekaretini muhafaza edip duruyor. Hazreti Ömer bin el-Hattab radiyallahu-anhın Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin ser-i balin-i ihtizarında dediği o kitab-ı mukaddestir. Onun Münzil-i Akdes’i bir mes’ele-i şer’iyyede ya bir hadise-i fasılına müracaat etmekliğimizi emrediyor: Bu ayet-i kerimede fasl-ı husumetin Allah’a ircaından maksad Kur’an’a; Resulullah’a ircaından maksad sünnet-i sahiha-i sabiteye red ve iadesidir. Bu böyle olunca artık bizim için gözümüzün önünde durmakta olan bu iki merci’-i muazzamı bırakıp da fukahanın kadimen kabul ve takviye ettikleri esasata nasb-ı nazar etmek ve onların bu babdaki akvalini ahval-i hazıraya tevafuk etmese de mukteziyyatından udul ve inhiraf asla caiz olamayan umumi birer düstur şeklinde telakkı etmek ma’kul ve makbul bir hareket addolunabilir mi? Maamafih şurasını da der-hatır etmek icab eder ki fukaha-yı izam bu ahkamın vaz’ında mukteziyat-ı ahvale ve zaman ve muhitlerinin dikkate almışlardır. Ahkam-ı ictihadiyye arasında görülegelmekte olan ihtilaf ve tebayün hakıkatin bu merkezde olduğunu vazıhan isbat eder. Ulema-yı mütekaddimin mahsul-i ictihadları olarak bir takım ahkam vaz’ ve takrir ettiler. Fakat kendilerinden sonra gelenler mesail-i diniyyede yince eslafı taklid ve onların vaz’ etmiş oldukları usul ve kavaide temessük kaydı altına girmeyi bir zaruret telakkı eylediler. Fakat taklid Kur’an’ın kabul etmediği usret ve hareci ber-taraf etmeye kafi gelmiyordu. Bu sefer de celb-i teysir ve tesehhül için hiyel-i şer’iyye kapılarını açmak mecburiyetinde kaldılar. Müteahhirin-i fukahanın istinbat-ı ahkam namına sarf ettikleri mesainin semere-i gaiyyesi olan bu tedbirden maksadları Allah’a karşı hud’a ve muhalefet giriveşeklinde Ahmed ibn Hanbel sine süluk etmek değil kudret-i fikriyyelerinin müsaadesi nisbetinde saha-i muamelatı tevsi’den ibaret olduğuna şübhe yoktur. Yalnız Cenab-ı Hak müctehid-i musibe se bundaki hikmet ümmet-i İslamiyye’yi ictihada tergıb ve teşvik ve kendi kendilerini taklid vartalarına atmak umur-ı ictihadiyyede fikir ve teemmül ve bunların ihtiyacat-ı hal ve zamana derece-i tevafukunu tedkık zahmetini ederek o dairede mahsur kalmak gibi halattan tevakkıye sevk etmekten başka bir şey midir? Biz hiyel-i şer’iyyenin kabul ve tervicine tarafdar olmamakla beraber şeriate bu gibi şeyleri vaz’ ve idhal edenlerin serair-i mahlukatı alim ve habir olan Halık-ı Zü’l-celal’e karşı irtikab-ı hud’a daiyesinde bulunmadıklarına da vicdanen kaniiz. Bu haller ulema-yı şer’in def’-i meşakkat ve celb-i teysir yolundaki ictihadat-ı fikriyyelerinin bir şekl-i garibde tecellisinden başka bir şey değildir. Kavaid-i umumiyye hakkındaki mütalaatımızda bu kadarla iktifa ederek riba mes’elesi hakkındaki fikr-i kat’imizi serd ve izah edelim. Alem-i İslam’daki ahkam-ı rabt etmek hususunda tesadüf edilegelmekte olan müşkilatın hakıkı amillerinden biri şudur ki: Fukaha kendi aralarında bir takım elfazı ıstılah şeklinde kabul ve bunlara mahdud ve muayyen bir takım ma’nalar kabul ve tahsis etmişlerdir ki bu ma’nalar Kur’an’ın hin-i nüzulünde müsta’mel ve beyne’l-Arab ma’ruf ve me’luf olarak kasd etmiş olduğu maaniye muhalif de olsa bu tehalüf ve tebayün makasıd-ı ıstılahiyyenin tağyir ve tebdili için bir sebeb teşkil edemez. Onlar mesela ribadan bahs ettiler mi şu ve şudur diye ta’rif ve onu riba-yı fazl ve riba-yı nesieye taksim ederler. Sonra tahrim-i ribanın illeti hakkında bir çok efkar ve mütalaat serd edilir. Mahiyet-i illet hakkındaki ihtilaf-ı ara enva’-ı ribaya dahil olan olmayan a’yanın takdir ve ta’yini hususundaki re’y ve mezheblerine de sirayet eder ve bu babda dur u diraz akval serd ve ityan edilir. Ben birkaç seneden beri bu riba mes’elesinin müslümanlar da deveran eden sözlerden anlıyordum. Müslümanların Cenab-ı Hakk’a karşı irtikab-ı kizb ve iftira etmek ve Kitab-ı Kerim’in tazammun ettiği ayat-ı muhkemeye karşı kalben bir hiss-i muhalefet ve i’tiraz beslemek mevki’-i hatar-nakinde kalmalarından korktuğum için bu babda mufassal bir nutuk irad etmiş idim ki muhteviyatı esas-ı mes’ele etrafında deveran etmekte olan bütün şübhe ve tereddüdleri izaleye kifayet edeceğine şübhe yoktur. Bu nutuk matbu’ ve mütedavildir. Şurada nutkun ihtiva ettiği olmadığından icmalen hikaye-i meali ile iktifa edeceğiz. Kur’an-ı Kerim’in nüzulü anında Araplarca ma’lum olan riba riba-yı nesie idi. Riba-yı nesie birinin diğerine faiz mukabilinde bir mal ikraz etmesinden ve müddet-i muayyenenin hululünde medyun eda-yı deyn etmediği takdirde ikraz müddeti temdid ve nemanın taz’if edilmesinden ribayı tezyid ederler ve bu suretle nema re’sü’l-malın ez’af-ı muzaafına baliğ olurdu. ayet-i kerimesi bundan dolayı nazil olmuştur. Müfessirin riba-yı muzaafın ayette tahsis bi’z-zikr edilmesi nüzul-i ayet hengamında Araplarca ancak bu nevi’ ribanın ma’lum ve mevcud olmasından ileri geldiğini söylüyorlar. riba-yı muza’af hakkında nazil olmuştur. Bu nevi’ ribayı helal i’tikad edenler nass-ı sarih-i Kur’an’ı inkar ettiklerine binaen kafirdirler. Maamafih milel-i gayr-i müslime de kavanin mevzu’alarında bi’l-ittifak bu nevi’ ribayı tecviz etmezler. Muzaaf olmayan ribaya gelince bu kıyas tarikiyle tahrim edilmiştir. Binaenaleyh bu mes’ele riba-yı muzaaf mes’elesi gibi değildir çünkü riba-yı muzaafın hürmeti sırf nass-ı Kur’an ile sabit olup gayr-ı muzaaf olan ribanın tahrimi ise bir mes’ele-i ictihadiyyedir. Tefasire şayan-ı i’timad fıkıh kitaplarına müracaat etmeden bu babda serd-i i’tiraz hakkına kimse malik değildir. Sözlerimiz kariin-i kirama kanaat bahş olmazsa eimme-i mezahib ve muhakkıkın-i ulemaya aid akval-i adide ile iddiamızı te’yid edebiliriz. Riba-yı gayr-ı muzaaf bir mes’ele-i ictihadiyye olunca muazzam mevcud iken ve elimizde Kur’an’a sünnete usule aid bu ve belki de bundan daha müşkil ve mu’dıl mesailin halline kafi kavaid-i külliyye bulunurken bu mes’eleyi bir suret-i halle iktiran ettirmekten ibaret idi. Esasen kavaid-i atiyye meydanda iken daha başka türlü ne gibi kavaid-i külliyye aramaya ihtiyac vardır: – Kur’an-ı Kerim – Hadis-i şerif – Kaide-i usuliyye Bu gibi kavaid şeriat-i mutahharada cidden kesirdir. diyyesinin ibtina diyanet-i Hanifiyye’nin usul ve erkanının lardır. Eimme-i sabıka ile kıyasat ve ictihadat-ı zatiyyelerini münakaşa edebilmek bizim de salahiyet-i diniyye ve mezhebiyyemiz dahilinde olduğu esası kabul edilince artık bu babda yapılacak şey kibar-ı ulemamız biraraya gelerek selef-i salihin bu mes’ele hakkında ictihad tarikiyle vermiş oldukları hükümleri tedkık ve bu babda bir hüküm ve karar ittihaz etmektir. Ahkam-ı ictihadiyyede eimme-i selefle mücadele kapısını açmamayı iltizam ediyorsak o zaman da ashab-ı re’y ve nazardan ve ulü’lemrden bir hey’et teşekkül ederek tedkıkat-ı amikada bulunmalı. Bunlar mesail-i mebhusenin ta’dil ve tağyiriyçün zaruret hissederlerse kaidesine tevfikan icab eden ta’dilat ve tağyirat yapılmalı ve fakat bunda mikdar-ı zaruret tecavüz edilmemelidir. havass-ı müslimin için yapılması her zaman taht-ı imkanda bulunan şey budur. Bu şerait dahilinde ittihaz edilecek bir karar şübhe yok ki ahkam-ı diniyye sırasına geçer. ayat-ı kerimesinin medlulü de bunu iktiza ediyor. Eslaf-ı ulemanın kabul ettiği asl-ı kıyas hakkındaki fikrimize gelince onlar bu babda kaidesine ittiba’ etmişler ve elhak isabet de etmişlerdir. Çünkü bu kaide-i fıkhiyye kadar muhafaza-i hukuk-ı amme ve beyne’l-halk te’yid-i erkan-ı adl ü merhamet gayesini damin olabilecek alemde bir düstur-ı hikmet bulmak imkanı yoktur. Cenab-ı Hak bir işin külfet-i husulünü başkaları çeksin de menfaati bir şahsa aid olsun buna adalet ve re’fet-i ilahiye hiçbir vechile kail olmuyor. Bunun içindir ki sa’y ü amelin bir cihete ve re’sü’l-malin diğer cihete aidiyetinden ibaret olan şirket-i mudarebeyi şeriat mübah kılmıştır. Çünkü bu nevi’ şirket muamelat-ı iştirakiyyenin intac edeceği kar ve zarar mütesaviyyen her iki cihete tevzi’ ve taksim ediyor. Şeriat-i İslamiyye Kur’an’ın an-ı nüzulünde bile bugünkü iktisadiyyun arasında cari olan nazariyyeye muvafık olarak malı nakid ve amelden ibaret olmak üzekelimesi şeklinde yazılmıştır. “Zaruretler mahzurları re iki kısma tefrik etmiştir. Nazar-ı şer’de amel ile nakid maliyet hususunda mahiyetleri yekdiğerine müsavi birer nevi’ olup her ikisi de istifade ve tenmiye için isti’mal olunurlar. Binaenaleyh az mikdarda ribanın cevazı kabul edildiği takdirde bu müstakrizin deyni riba ile beraber taahhüd ve tahammül etmesini intac eder. Fakat olabilir ki bu kimse aldığı parayı tenmiye ettiği esnada ya tabii bir afet veyahud kesad-ı ticaret sevkiyle re’sü’l-malini gaib eder. Bu surette şöyle bir hal muvacehesinde bulunulmuş olacak ki medyun bütün zarar ve ziyanların bar-ı tazyikı altında ezilecek; dayin ise ala külli hal re’sü’l-malini ve onunla beraber mikdar-ı muayyen nemasını da taht-ı emniyette bulundurmuş olacak. Böyle bir hal ise gerek tinet-i beşeriyyede merkuz olan hiss-i nasfete gerek adalet ve merhamet-i ilahiyyeye her vechile münafidir. Fakat bir de şirket-i mudarebeye atf-ı nazar eder isek onun şerait-i in’ıkadiyyesi arasında Cenab-ı Hakk’ın insanlar arasındaki adalet-i bahiresinin tecelli-i asarını pek celi bir surette müşahede ederiz. Eğer alem-i İslam muamelat-ı iktisadiyyelerinde mudarebe buriyetinden vareste olsalar riba muamelatını ihtiyara olur ve binaenaleyh mikdarı neden ibaret olursa olsun enva’-ı ribadan birini istibahaya ihtiyac olmayacağı fikrinin en büyük mürevviclerinden olur idik. Fakat madem ki bugün kaffe-i aktar-ı İslamiyye Avrupa’nın garet-i iktisadiyyesine hedef olmuş ve ümem-i İslamiyye muamelat-ı mütekabile-i ticariyyeleri i’tibarıyla ictinabı gayr-ı kabil bir surette birbirine girişmiştir; artık bugün yapılması kat’iyyen lazım olan bir şey varsa o da bu mes’eleyi haiz olduğu ciddiyet ve ehemmiyetle mütenasib bir surette nazar-ı dikkate almak ve hile-i şer’iyye ve emsali tedabiri bir tarafa bırakarak müslümanların vicdanlarını büyük siklet ve ıztırabdan kurtaracak ve muamelat-ı hayatiyyelerinde kendilerine suhulet bahş olacak kat’i ve hakıkı bir hüküm ve karar ittihaz etmektir. Eğer onlar bu hususda te’lif-i efkara muvaffak olabilirlerse müslümanlar El-yevm mevcud olan zaruretler hakkında söylenecek bir çok sözlerimiz vardır ki şu vechile icmali kabildir: El-yevm hükümran olan zaruretler üç kısımdır: Zaruret-i ahad Zaruret-i akvam Zaruret-i hükumat. Şu mebhasde sözü saded haricine çıkmak derecesinde uzatmış olduğumuzdan bunların tafsilini fırsat-ı diğerin zuhuruna ta’likan hatm-i kelam ediyorum. Thames nehrinin kenarında korkunç Gotik tarz-ı mi’marisiyle arz-ı endam eden İngiliz Parlamentosu müslüman düşmanlarının gayur uzuvlarına ictima’gah olmuş bir mefsedet ocağıdır. İslam düşmanı olan İngiliz meb’usları hep bu ocağın muhit-i zulmet-nisarı altında Müslümanlık alemi için kanlı vak’alar istihzarıyla meşgul oldular. Hak ve adaletin hürriyet ve medeniyetin bugünkü kahraman müdafi’leri ! hep burada ictima’ ederler. Avrupa parlamentoları miyanında bizim için en ziyade tedkık ve mütalaaya şayan bu karanlık ocak bu mahuf binadır. İngiliz liberalleri dahisi olan Gladstone mekteb-i siyasisinin tilmizleri bir zamanlar kainata adl ü hürriyet derslerini telkıne yeltenen bülend-avaz hatibleri o meşhur nutuklarını burada irad ederlerdi. Hadd-i zatında pek büyük ve kıymetdar olan ve fakat İngiliz ruhuyla asla münasebeti bulunmayan efkar-ı aliyyeyi haricte herkes takdir eder alkışlardı. O zamanlar akvam-ı cihana bunların mahiyet-i redielerini bildirmek inandırmak mümkün müydü? Kalleş herifler dünyayı aldatmışlar; hürriyet ve medeniyetin yegane hamisi kendileri olduğuna herkesi ne kadar hadim-i insaniyyet ve hürriyyet ne kadar hakşinas ve medeniyetperver oldukları tezahür etti. Bilhassa müslümanlarca pek ma’ruf olan Mister Gladstone İslam aleyhindeki şedid beyanatını hep bu meş’um ocağın siyaset sahnesinde irad eder Müslümanlığı –kendi siyasi hulyasınca– mahvedecek düsturları hep bu parlamento köşelerinde müzakere ederdi. Bu sal-hurde siyasi koridorlarda gezerken bile redingotunun cebinden asılan kırmızı mendile enfiyesini siler ve her vesileden bi’l-istifade Kur’an-ı Kerim -i zi-şanı tahkır etmekle yalnız müslüman düşmanlığını izhar etmiş olmadı; hakıkı Protestan evsafını da haiz olmadığını isbat etti. lı zamanlarında icra-yı fesad eden Gladstone’u istihlaf eden aynı fırkaya Liberaller Fırkası’na mensub Asquith o makama geldi. Asquith kabinesi tarih-i teşekkülünde Gladstone’dan bu İngiliz liberalinin ta’kıb ettiği İslam düşmanlığı siyasetinden asla inhiraf etmedi belki bu tarz-ı siyaseti teşdid etti. Asquith kabinesinin en başında medeniyet düşmanı Sir Edvard Grey’i zikr edersek yanlış bir zehabda bulunmuş olmayız. Mister Winston Churchill Mister Samuel Lord Kitchener de bunun peykidirler. Asquith ve Grey’in Balkan Muharebesi’nde hissiyat-ı parlamento a’zaları arasında İslam’a Balkanlar’da bir darbe indirmeye saik bir komitanın teşekkülü Mısır’da Lord Cromer riyasetinde Danişvay hadisesinin faslındaki haksızlıklar Hindistan’da Kanpur hadisesinde Lord Hardinge’in tarz-ı hareketi… İşte Liberal hükumeti adamlarının bu kabil harekat-ı gayr-ı layıkası alem-i İslam’da galeyanlar husule getirdi. Hindistan’dan Mısır’dan avaze-i nefret bütün kuvvetiyle yükseldi. Londra tiyatrolarında binbir gece hikayeleri vaz’-ı sahne edildi. Sinemalarda gösterilmesine İngiliz hükumeti muavenet-i nakdiyyede müzaherette bulundu. Bu suretle İngiliz efkar-ı umumiyyesine Müslümanlık vahşetten ibaret olduğu fikrini verecek piyesler oynatıldı korkunç kurdeleler gösterildi makaleler yazdırıldı konferanslar verildi. Hasılı efkar-ı umumiyyeyi kendi lehlerine celb edip harekatlarında daha serbest bulunmak için zeminler hazırladılar. İşte hep bunlar Liberal kabinesinin icraat-ı siyasiyyesinden Birkaç sene evvel İrlanda Muhtariyet İdaresi Kanunu mes’elesinin zuhuruyla İngiltere’de Liberallere karşı hoşnudsuzluklar başgösterdi. Maliye Nazırı Lloyd George’un Anşurans aktInsurance act Kanunu’nun mevki’-i tatbika vaz’ olunmasıyla muhalefetler tezayüd etti. Geçen sene İrlanda mes’elesi Mister Edward Carson’un gayret ve teşebbüsat-ı vataniyyesiyle Liberaller kabinesine pek büyük endişeler verdi. Liberaller dahil-i memlekette icraatlarıyla halk arasında tahassul eden alaim-i na-hoşnudiyi ma karışık bir hale gelmiş iken sulh-ı umumiyi ihlal edip bugünkü müdhiş harbe sebebiyet verdiler. Fakat garb ve şarkda on aydan beri cereyan eden bu muharebat da İngilizler umumiyyesi galeyana başladı. Zaten birkaç seneden beri Liberaller kabinesine karşı mevcud olan hoşnudsuzluklar büsbütün şiddet kesb etti. Nihayet Asquith ve şürekası muhafaza-i mevki’ edemeyeceklerini anlamaları üzerine atılmış oldukları girdab-ı siyasiye tarihi rakıbleri olan Muhafazakarları da sürüklemek istediler. Şimdi muzmahil olmak üzere bulunan Liberallerin yegane maksadları Muhafazakar dostlarını da tutulmuş oldukları bu tayfun-ı siyasette kendileriyle birlikte mahv ü harab etmektir. Biz İngiltere’de teşekkül edecek muhtelit kabineye Balfor gibi siyasi ve alim-i iktisadi bir zatın dahil olmayacağını düşünmekte haklıyız. Çanakkale’de Osmanlı bahadırlarının kalpleri nur-ı imanla münceli olan bu mücahidin-i İslamiyye’nin şanlı süngüleriyle Akdeniz’in köpüklü dalgaları arasında mahv olup gitmekte olan İngiliz askerleri kurbanı oldukları Liberal Fırkası’nın rezaletlerini ancak onların kanlarıyla temizleyebilirler. Garbda Alman ve Avusturya’nın şarkda bizim temadi etmekte olan zaferlerimiz inşaallah yakında İngiliz kabinesini alt üst edeceğine emin olalım. Bey’in İsviçre’den gönderip numaralı nüshasında münderic başmakalesinden şu fıkrayı ber-vech-i ati kayd ediyoruz: “Avrupa medeniyetinin fenalıkları sefahetin haddi aşmasından ileri geliyor. Kadınların ahvali dolayısıyla bize i’tiraz eden Avrupa’nın dahi kadın hali asla ve kat’a lak kaidesine tevfik edebilmek yolunu bulursa o zaman Avrupa’daki medeniyet daha insaniyetkarane devam edebilir.” Yine muma-ileyh numaralı İkdam’da yazıyor. Müellif Revuepolitik İnternasyonal mecmuasında bir makale neşreden İngiliz muharrirlerinden Marmaduce Pickthall İngiltere’nin Şark hakkındaki yanlış zanlarını tashih ediyor ve ez-cümle Hilafet’e nakl-i kelam ediyor ve bütün efrad-ı İslamiyye’nin ırk farkı olmaksızın Hilafet’e sadık olduğunu ve bu hususda muhalefetten bahis olan sözlerin doğru olmadığını ve ehl-i İslam Halife’nin beka ve muvaffakiyeti için dualar ettiklerini beyan lamiyet’le münasebetleri olmadığını ityan ediyor.” diği irtibatın ne kadar metin ne kadar harikulade olduğunu gören düşmanlar bu rabıta-i vahdeti parçalamak için ellerinden gelen her türlü fenalığı her türlü mefsedeti Bu uğurda şimdiye kadar nice milyonlar sarfettiler birbirinin öz kardeşi bulunan akvam-ı İslamiyye arasına ne kadar müfsidler saldırdılar. Öyle iken hiçbir teşebbüs hiçbir cereyan bu rabıta-i diniyyeyi zerre kadar sarsamadı. Onun karşısına dikilmek onu söndürmek isteyen her ruzgar parça parça dağılıp mahvoluyor. Bu hakıkat güneş gibi parlayıp dururken düşmanlar hiçbir şeyden ümidvar olmasınlar. Vahdet ve uhuvvet-i İslamiyye ezelidir ebedidir. Kur’an yeryüzünde bakı kaldıkça bu rabıta da bütün kulub-ı İslam’da rasih ve paydardır. İngilizler Asya’daki müslüman kavimlerini tarihce an’anatce ayırmak; bu suretle aralarına yabancılık hissi sokarak o vahdet-i uzmayı sarsmak istiyorlar. Lakin beyhude yorgunluk boşuna mesa’i! bah’da mevzu’-ı bahs ettiği bu mes’eledir. Muma-ileyh kimiyetini akvam-ı İslamiyye arasında te’sis ettiği vahdetin hiçbir şeyle sarsılmak mümkün olmadığını ne kadar vakıfane ne kadar müdellel izah ediyor. Şayan-ı ehemmiyet olan bu makalenin ber-vech-i ati aynen naklettiğimiz fıkarat-ı mühimmesi kemal-i dikkatle mütalaa edilmelidir: “Bilmem iki ay oldu mu? Yoksa daha ziyade mi geçti. Times gazetesi gülünç bir mes’ele meydana çıkarmıştı. Tarih ve an’anat bahsi! Buna bir de edebiyat karıştırılıyordu. Times’in fikrine göre İran’la Hindistan’ın geçirdiği hayat-ı tarihiyye Asya’daki akvam-ı İslamiyye’yi Osmanlılar arasında rabıta-i diniyyenin izale edemediği bir yabancılık tasavvuru Times’in ta’kıb ettiği makasıd-ı mehinaneyi okşamış. İki muhtasar cümle ile uhuvvet-i lem– inkar ediliverilmek isteniliyor. Buna karşı insan kendi nezahet hissine isyan edip de amiyane bir ta’birin şiddet-i belağatine müracaat etmek ister: “Kaparmısın?” diyeceği gelir. Guya arada vahdet-i İslamiyye bir irtibat husulünü te’min edemiyor imiş de mesela edebiyatta sathi bir fark sanayi’deki başkalık şerait-i muaşeret hususundaki ihtilaf yukarıda dediğimiz gibi yabancılığı mucib oluyormuş! timaiyyata nüfuzudur. Nüfuzu mu? Bunu yanlış söylüyorum. değil sade hakimi de değil müessis ve hakimidir. Edyan-ı saire bizim vahdet-i ruhiyyemizi anlayamaz. Çünkü ekser-i mezahib yalnız dua ibadet i’tikadiyat üzerine müessesdir. Bu üç esas haricinde diyanetin müdahale edeceği pek az hususat görülüyor. timaiyyesinde intizam ve adaleti emreden bir mürşid olmuş onun şahs-ı ma’nevisi üzerinde ikame-i nüfuz etmiş mürebbi gibi yaşamış evlad gibi yaşatmıştır. Badiyede köyde şehirde el-hasıl dünyanın her tarafında bir müslüman ta muhit-i aileden maişet vatan milliyet hatta bütün insaniyet alemine kadar hayat ve hilkatin kendi uhdesine tevdi’ ettiği vezaifi tabi’ olduğu kanun-ı mukaddese tevfik eder. Revabıt-ı muaşeret ahlakıyat tarih ve an’anat belki bir çok ihtisasat bile bu kanunun ahkamından külliyyen hariç değildir. Terakkıyat-ı a’sarın tevlid ettiği asar-ı tahavvülü İslamiyet namusca fedakarlıktan –çünkü bu mümkün değildir– müsamaha-i ahlaktan –daha kat’i söyleyeyim– fenalıktan mücerred bir müsaade ile kabul eder. Kendi terakkıden korkmaz. Cehl mani’ olmadıkça terakkıyi lütf-ı imdadı hazırlar. İctihadatı önünde hasenatın kapıları kendi kendine açılır. bilmeyenleri her zaman irşad ederler. Bir noktada ayrılır gibi olanlar diğer noktada tamamen birleşirler. Bu zabıta-i diyanet bin üç yüz otuz senedir dünyanın dört ucundaki anasır-ı İslamiyye arasında esasa aid vahdeti vikaye ettikten sonra mümaselet-i etvarı ittifakı ittihad-ı fikr ve nazarı halelden mahfuz tutmuştur. Adatın ne hükmü olur? Tarih birdir. Edebiyat fikr-i hikmet yazı san’at görüş düşünüş arada mevcud olan temas noktalarını gaib etmemiştir. Bir Hindli bir Buharalı Arap Acem yekdiğerini tanıyıp anlamakta güçlük çekmez. Konuşursa ruhunu okuyabilir. Ticarette hayat-ı siyasiyyede umumi mefkurelerin te’sisinde bu tanışmanın ne büyük bir kıymeti olduğunu müterakkı milletler takdir ederler. Harici düşmanlarımız akvam-ı İslamiyye’nin ittihad-ı müstakbeli karşısında yalnız adat an’anatça yabancı kalmalarını kendileri için bir zafer bir medar-ı tesliyet addediyorlar. Tarihen ittihadımız söz götürmez. Benim büyük tanıdığım zevat Ömerler Aliler radiyallahu anhüma kimler ise Çin’deki anasır-ı İslamiyye’nin büyükleri de onlardır. Adatça ayrılığımız dine değil kavmiyete bile müessir olmuyor. Terakkıyat-ı garbiyye kucaklandığı sırada üç yüz milyon müslümanın natıka-i müşterekesi olan lisanlar edebiyat gözden düşürülmemeli! Her tarzı her revişi başka başka takdir ve ihya etmeli. İşte ancak bu sayededir ki büyük ümidlere doğru yürümek müyesser olur. İşte bu sayededir ki harici düşmanlarımız bizim tanışmamamızdan Çanakkale: Çanakkale Cephesi’nde dün dahi kara cihetinde bir hareket olmadı. Denizde: Dört Mayıs’da mestur sahil bataryalarımızın ateşleriyle Defence zırhlısı demir attığı mahalli terke ve hem de karadaki bataryalarımıza karşı icra etmekte olduğu ateşi kesmeye mecbur edilmiştir. Mayıs’da sabahleyin bir torpido muhrible Şarlman [Charlemagne] Henri zırhlıları Rumeli mıntıkasında piyade mevzi’lerimize ateş açmışlar ve Anadolu’daki bataryalarımızın mukabelesiyle geri çekilmişlerdir. Öğleden sonra İnflexible ve Lord Nelson zırhlıları da aynı suretle ateş etmeye kalkışmışlar bunlar da aynı mukabele ile tard olunmuşlardır. Lord Nelson yanlış endahtıyla denize mermi düşürmüştür. Zayiatımız iki nefer mecruhdan Çanakkale Cephesi’nde Mayıs sabaha karşı Arıburnu’ndaki düşman mevzi’-i müstahkemine taarruz edildi. Kıtaatımızın tasavvur olunmaz yararlıklarıyla bu taarruzdan beklenen maksad hemen elde edilmiştir. Sağ ve sol cenahda düşman ileri mevzi’lerinden tard olundu. Merkezde düşman siperlerine takarrüb edildi. Sol cenahdaki kıtaatımız düşmanın kısmen siperlerini tüfenk mitralyöz iğtinam eylemiştir. Öğleden sonra her zaman olduğu gibi düşmanın gemi ateşleri himayesinde sağ cenahımıza karşı yapmak istediği mukabil taarruzları pek külli telefat ile püskürtülmüştür. Tayyarelerimiz bu taarruzlarımızda muvaffakiyetli hizmetler ifa ettiler. Cenubda Seddülbahr mıntıkasında - Mayıs gecesi düşmanın icra eylediği mukabil ta’arruz suhuletle def’ edilmiştir. Boğaz medhal karşısındaki düşman zırhlıları ettiler. Şarlman zırhlısına bir mermi isabet etmiştir. Seddülbahr’de düşman ordugahıyla topçu mevzi’leri sahil bataryalarımızın muvaffakiyetli ateşleriyle döğülmektedir. Düşman bu netice ile topçu mevzi’lerini tebdile mecbur olmuştur. Çanakkale Cephesi’nde: Şimalde Arıburnu’nda karşı düşmanın taarruz teşebbüsü tarafımızdan gördüğü şedid mukabelelerle akım kalmış merkez ve sol cenahımıza doğru icra eylediği taarruzlar dahi aynı suretle azim zayiatla püskürtülmüş ve telaşla ric’atlerinde seksen kadar maktullerini mevzi’de terk etmişlerdir. Bu mıntıkada dün bir hareket olmadı. Yalnız tayyaremiz düşman üzerine nesine düşmüştür. Dün sabah cenubda Seddülbahr’de denizden gemi ateşleriyle himaye gördükleri sol cenahımıza ateş baskını suretinde icrasına kalkıştıkları taarruzu başaramayarak mukabil taarruz ve süngü hücumlarımızla def’ edilmişlerdir. Medhal civarındaki düşman sefaini sol cenahımıza karşı akım kalan taarruzlarını şiddetli ateşleriyle himaye ve ileri götürmeye çalıştıkları sırada Anadolu sahilindeki ileri bataryalarımız düşman zırhlılarına muvaffakiyetli endahtlar icra eylemiş ve Majestic Albion sisteminde iki zırhlısına müteaddid isabetler görülmüştür. Dün Çanakkale Cephesi’nde karada hafif piyade ve topçu ateşleri teatisinden başka bir hareket olmamıştır. Rumeli’deki piyade mevzi’lerimizi bombardıman ederken sahil bataryalarımızdan biri İngiliz zırhlısına iki mermi etmiş ve ba’dehu boğaz haricine çekilmiştir. Çanakkale Cephesi’nde Seddülbahr’deki düşman öğleden evvel saat sekizden on buçuğa kadar kara bataryaları ve donanma toplarının uzun müddet devam eden ateşleri himayesinde bütün kuvvetleriyle taarruza kalktı. Geriden mütemadiyen takviye kıtaatı alarak taarruzu beslemek istemiş ise de zabitan ve efradımızın pek fedakarane şevk ve gayretleriyle icra edilen mukabil taarruz düşmanın bu kat’i taarruzunu tamamıyla akım bırakmış ve düşman geriden gördüğü tazyik sahasında iki binden ziyade maktul bırakmıştır. Mukabil taarruza iştirak eden bir kıt’amız düşmandan bir makineli tüfenk mitralyöz iğtinam eyledi. Muharebe esnasında düşmanın bir tayyaresi ateşlerimizle sakatlanarak denize düştü. Dokuz saat devam eden bu muharebede hamd olsun zayiatımız mecruh ve şehidden ibarettir. Çanakkale sahil bataryalarımız dünkü kara muharebesine bataryalarına epey hasarat vermiştir. Anadolu sahilinde bir bataryamız Majestic sisteminde bir zırhlıya dört mermi nun yerine gelen Vanjans sisteminde bir zırhlıya da iki mermi isabet ettiği görülmüştür. Bataryada altı mecruhumuz vardır. Dün Arıburnu mıntıkasında bir tebeddül olmamıştır. Çanakkale Cephesi’nde - Mayıs gecesi Arıburnu’ndaki düşman sol cenahımıza takarrüb teşebbüsünde bulunmuş telefat verdirilerek def’ edilmiştir. Mayıs sabahı bir zırhlının Kabatepe karşısında bir müddet hareketten kaldığı görülmüş topçu ateşlerimizle epey hasarata uğratılmış ve bir tayyaremiz zırhlıya iki bomba düşürmüş bilahare tahlisine gelen beş sefine-i harbiyye tarafından uzaklara çekilmiştir. Dün Arıburnu’nda ve Seddülbahr cihetinde bir hareket olmamıştır. Mayıs Seddülbahr muharebesinde düşman zayiatının maktul ve mecruh dört binden fazla olduğu tahakkuk etmektedir. Düşman sefaini dün boğaz medhali tarafeyninde piyade mevzi’lerimize hafif ve te’sirsiz surette ateş ettiler. bataryasının toplarını tahrib etmiştir. Bugün öğleden sonra saat yarımda İngilizlerin Triumph zırhlısı Saros Körfezi’ndeki Arıburnu önünde atılan bir torpil neticesinde gark olmuştur. Çanakkale Cephesi’nde ve diğer cephelerde dün şayan-ı kayd bir hareket olmamıştır. Yirmi beş sene evvel i’mal edilmiş Peleng-i derya gambotu bu sabah bir düşman tahte’l-bahrının taarruzuna uğrayarak batırılmıştır. Peleng-i Derya batıncaya kadar toplarını tahte’l-bahre karşı isti’mal etmiş ise de tahte’l-bahrın akıbeti ma’lum olamamıştır. Mürettebatından bir mülazım ile bir nefer şehid olmuş diğerleri kamilen kurtarılmıştır. Menba’-ı resmiden istihsal ettiğimiz ma’lumat neticesinde ber-vech-i ati tafsilat i’tasına me’zunuz: Rusya’nın Panteleimon –eski Potemkin– zırhlısı Osmanlı donanmasının tahte’l-bahr yeni bir alet-i harbiyyesiyle batırılmıştır. Şimdiye kadar edilen sükut münbais idi. Panteleimon’a yapılan te’sir artık bu aletin mevcudiyetini setre lüzum bırakmamıştır. Panteleimon zırhlısı tonilato hacme mil sür’ate malik olup dört aded’luk on altı aded on dört aded altı aded santimlik topu var idi. Sebilürreşad’ın devam-ı intişarını arzu eden kariin-i muhteremenin şu sırada abone bedelatını te’diyede ihmal ve terahi göstermemek lazım geldiğini lütfen takdir buyurmaları rica olunur. Başmuharririmiz Mehmed Akif Beyefendi Ceziretü’l-arab’a azimet etmiştir. ESRAR-I KUR’AN Selef-i salih measir-i memduha ve mesalik-i mergubeleriyle hayat-ı faniyyeye veda’ edip gittiler. Onlara halef olanlar ise ya dinde bi-nihaye bid’atler ihdas etmek yahud umur-ı şer’iyye ve mezhebiyyede bir hareket-i fikriyye göstermek kudret ve isti’dadını ibraz edemeyecek surette bir vaz’-ı cümud ve sükun almak şıklarına inkısam etti. Bu temayülat-ı mütezaddenin hasıl ettiği te’sir tulmak imkanı bulunamayacak mahuf vadilere sevk etmekten Ayat-ı Kur’an iyye’den birini makasıd-ı asliyyesinden tahvil onu haiz olduğu belağat ve cezaletle gayr-i kabil-i te’lif te’villere kıyam etmek gibi mehaziri irtikaba mecburiyeti istilzam etse de kendi re’y ve mezheblerinin delail-i müeyyedesinden olmak üzere irad ve ityana cür’etleri mesalik ve mezahib-i diniyyenin daha ziyade tenevvu’ ve teşe’ubuna hizmet eden amillerden birini teşkil etti. Bu suretle iş bir mertebeye vardı ki kütüb-i tefasiri tefahhus edip de bunların cami’ oldukları tezadlara vakıf olanlar şerait-i fesahati ve münteha-yı meratib-i belağati haiz olan Kur’an -ı Mübin’in nasıl olup da böyle bir takım tezadları cami’ olduğuna bir çok sakatat-ı fikriyyenin sıhhatine delil teşkil edebildiğine hayret etmemek kabil olamaz. Bir takım müfessirin saha-i nakz u tenkıdi cazibedar bir cevelangah görüyor ma’reke-i cidal ve hilafın hevayı mesmum-i ta’n u darbı kendilerine gayet hoş geliyor takdir edemediler; Kur’an’ı üslub-ı beyan ve meal ve mefhum-ı hakıkısine ibarat ve ayatının medlul-ı sarihine muhalif de olsa iltizam ettikleri bir fikrin ihdas eyledikleri bir bid’atin tevarüs ettikleri bir hurafenin tervicine vasıta lar bu hareketleriyle Resul-i ekrem’in İmam-ı Buhari’nin rivayet ve ehl-i hadisin sıhhatinde ittifak ettikleri meal-i münifine tevfik-ı hareketten pek uzaklaşıyorlardı. Müfessirinden herbiri yazdıkları kitaplarda hudud-ı ma’kule ve münakaşat-ı makbule dairesini tecavüz etmemek şartıyla kendilerine has ve muayyen bir meslek ta’kıb edeydiler mes’ele o kadar haiz-i ehemmiyyet addedilmeyebilir idi. Fakat bunlar miyanında öylelerini gördük ki içlerinden biri: “Bu beyazdır” dedi mi diğeri derhal: “Yok yalan söylüyorsun o siyahdır.” diyor. Müfessirin arasında Kur’an’ın esrar-ı belağatini keşf ve izaha çalışan i’rabını esbab-ı nüzulünü serde kıyam; ahkam-ı Kur’an iyye’yi usul-i tecvid ve adab-ı tilavetini beyana tasaddi edenlerin bulunmasına nazar-ı afv u safh ile bakılabilir. Fakat nusus-ı Kur’an iyye’yi efkar ve mütalaat-ı zatiyyelerine tevfik Kur’an’ı temayülat-ı mezhebiyyelerinin tervicine alet ittihaz etmek isteyenlerin şu hareketlerine karşı iğmaz-ı ayn etmek; yahud lügat-i Kur’an’a vakıf olmadıkları onun esrar-ı belağatine akıl erdiremedikleri halde bi-muhaba tefsir vadisinBaşmuharrir de söz söylemek; Kur’an’a i’cazkar esalibiyle na-kabil-i te’lif muamma-amiz bir takım makasıd isnad etmek nasıl sükut ile geçiştirilebilir? Kitabullah’ı Yehud efsaneleriyle tefsire cür’et edenlerin Cenab-ı Hak Kur’an’ı sarf-ı Arabi maani ve makasıdı vazıh ve aşikar olarak tenzil etmişken onun çehre-i latifini perdedar-ı iltibas ve ibham eyleyenlerin bu hataları nasıl nazar-ı müsamaha ile telakkı olunabilir? Asırlar gelip geçti ki müslümanlar ümem-i saire ile hal-i temasda bulunmuyor aktar-ı alemde teessüs eden nüfuz ve satvetleri afak-ı cihana mehabetler saçıyor saha-i mülk-i İslam melce’-i emn ü eman oluyor idi. Ne bir kimse diyar-ı İslam’a karşı fikr-i tecavüz besleyebilir ne de bir mütecebbir onların dahili fenalıklarını yolsuzluklarını keşf ve i’lana cür’et-yab olur idi. Fakat zaman değişti ehl-i İslam’ın cehl ü gafletinden bi’l-istifade küffarın bilad-ı İslam’a karşı uzanan elleri alem-i İslam’daki vahdet ve cem’iyeti tefrika ve perişaniye münkalib etmekte gecikmedi. Akvam-ı Salibiyye’nin müslümanlar üzerindeki nüfuz ve tagallübleri bir dereceye vardı ki yüzlerine karşı istediklerini söylemeye hissiyat-ı diniyyelerini rencide edecek her şeyi bi-perva Memalik-i İslamiyye’den hangi birinde olursa olsun bir yere gitmeyiz ki Cizvitleri cerad-ı münteşir gibi halk arasına yayılarak ta’n-ı din ve kadh-ı Resul’e müteallık bi-nihaye tefevvühatta bulunduklarını nazar-ı teessürle görmeyelim. Bunlar bir taraftan neşriyat-ı müfsidanelerinde mazhar-ı suhulet olabilmek hususunda matbaaların vücudundan istifade etmekte oldukları gibi; diğer taraftan da Salibiyyun’un haklarında ibzal etmekte oldukları semahat ve muavenet-i fevkalade kara ve denizlerde ve her sınıf akvam-ı insaniyye arasında yerleşmelerine olmalarına imkan bahşediyor. Onlar böyle. Müslümanlara gelince bunlar bilakis uyuşmuş atalet ve meskenete müstağrak olmuş bir halde bulunuyorlar. Biçare müslümanlar! An’anat-ı kadimelerine sarılarak donup kalmış kurun-ı mütevaliyyenin eskidip çürüttüğü asar-ı sufiyye ve mebahis-i felsefiyyeye perestiş derecesinde bir meyl ve merbutiyetle vakf-ı kalb ve vicdan eylemiş. Kitabullah’ı teemmül ve tedebbür kaydından azade bir halde bulunuyorlar. Esasen de onların ayat-ı mukaddesine; insanın dünyada intizam-ı hayatını ukbada felah ve saadetini te’mine medar olmak üzere tevdi’ ettiği ahlak ve adab-ı kerime ve ahkam-ı Rabbaniyyeyi tefekkürden mahrumiyetlerinin yegane saikı bu değil mi? Müslümanların sınıf-ı avamıyla tabaka-i havassından bir çoğunun ahkam-ı Kur’an iyye’yi gayr-i müdrik ve esrar-ı dinden gafil olduklarını gören misyonerler fırsattan mücehhez olmayan ehl-i İslam ile açtıkları mübareze-i diniyye ve i’tikadiyyede üzerlerine şek ve şübhe mermileri yağdırmaya onların aba’ ve ecdadından tevarüs ettikleri akaid-i taklidiyyeyi kökünden baltalamaya başladılar. Misyonerler bu babda her ne kadar nail-i meram ve müslümanları fevc fevc dinden çıkarmak gayesine ma’tuf olan emellerine dest-res olamamışlar ise de şübhe yok ki ilka ettikleri şübühat-ı diniyye Nebiyy-i güzin efendimize azv ü isnad suretiyle ihtira’ ettikleri bir takım kısas ve hikayat ile bir çok müslümanların pa-yı metanetlerini sarsmaya muvaffak olmuşlardır. Ne kadar gördük ki papasların medaris ve mehafil-i hususiyyelerinde vuku’ bulan tesvilat ve telkınat-ı mudıllanelerinden bi-karar olup düştükleri varta-i tereddüdden kurtulmaları için kendilerine rehber olabileceklerini zan ve tahmin ettikleri kimselerin yanından nevmid çıkmakla kalmamışlar fazla olarak ıztırabat-ı vicdaniyyelerinin teşrihi sırasında ortaya koydukları mes’elelerden dolayı bu kimselerin şetm ve la’netine de hedef olmuşlardır. Bunun böyle olması hiç de şayan-ı taaccüb değildir. Çünkü ulema-yı asr arasında pek az kimse bulabilirsiniz ki hıristiyanların terakkıyat-ı hazıraları hakkında tedkıkatta bulunmuş; bunların diyanet-i İslamiyye hakkında ne gibi tenkıdatta bulunduklarına Nebiyy-i güzin aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimizin nam-ı bülend-i risaletini nakısadar etmek maksadıyla ne gibi bedhahane Eğer ulema-yı İslam arasında akvam-ı hıristiyaniyyenin lisanlarına vakıf kimseler bulunsa bunlar hıristiyanların kendi mekteplerinde çocuklarımıza onların saf ve nezih kalplerinde türlü türlü şek ve şübhe uyandıracak ne gibi şeyler okuttuklarını okuyup anlarlar; derhal bu kabıl eserler müslümanların efkarını tesmim maksadıyla uydurulmuş şeyler olduğunu o müslüman evladları nazarında bedaheten teayyün ettirecek surette müdafaaya şitab ederler idi. Lakin ulemamız dine karşı düşmanları tarafından tertib olunan her hücumu ehemmiyetten ari görüyor bilmedikleri her şeye karşı bir hiss-i husumet besliyorlar. İşte bunun içindir ki onlar miyanında fünun-ı cedidenin ulum-ı maddiyyenin ecnebi lisanlarının esassız ve hikmet ve ciddiyetten ari olmakla beraber neşr ve tervici yolunda milyonlarla liralar sarf edilmekte olan edyan-ı sairenin lüzum-ı tahsil ve tetebbuuna ehemmiyet veren bir ferd görülememektedir. Hal böyle devam eder ulemamız bu vaz’-ı camidlerini muhafaza edilirse tavaif-i İslamiyye’nin dinde zaafa ve onun ahkamı erkanı taalimi ve tarihi hakkında şek ve tereddüdlere duçar olmaktan tahlis-i nefs edebilmeleri ümidi kalmayacaktır. Fakat hep bu hallerden nezd-i ulemadır. Müslümanların azim bir girdab-ı izmihlale doğru sürüklenip gitmekte olduğunu görmek ve bugünkü hallerinin elim bir akıbete müncer olabileceği fikr-i müz’icinin taht-ı te’sirinde kalmak beni cidden tahammül-suz bir takım mesa’iyi iktihama sevk etti. Öyle külfetli taahhüdat-ı vicdaniyye altına girdim ki kudret-i baliğa-i Samedaniyye’ye takım vazifeleri der’uhde etmeye kat’iyyen cesaret edemezdim. Hususan ki bu yolda yalnız başıma bulunuyorum. Başladığım mücahede-i diniyyede bana zahir olabilecek Allah’dan başka ne bir kimsem ne de param var. men taahhüd ettiğim vezaiften birini bir tefsir yazmak mes’elesi teşkil ediyor. Fakat bir tefsir ki Kur’an -ı azim’de meknuz olup da nice asırlardan beri bir takım bid’at ve hurafat perdeleriyle enzar-ı müsliminden mestur ve muhtecib kalmış olan hazain-i giran-bahayı meydana çıkarsın. Bu tefsirin havass-ı mümeyyizesinden biri de mündericatı miyanında münakaşat-ı kelamiyye mücadelat-ı lafziyyenin İsrailiyyata aid efsanelerle ehadis-i mevzu’anın cay-ı kabul bulamaması münhasıran Kitabullah’ın demic ahlak-ı ilahiyye adab-ı aliyyeyi vaz’-ı mevki’-i teşhir etmekle iktifa edilmiş olmasıdır. Tefsirimizde muarız-ı din olanların akval ve müddeayatını sarih ve vazıh delail ve ifadat ile red ve cerh etmekle beraber hasmımızın namını tasrih etmek ve nakz ettiğimiz şükuk ve tesvilatı aynen zikr etmek mesleğini ve din ve Kur’an aleyhindeki asarı mütalaa ve tedkık edenlere hedef ve maksadını ta’yin ve irae edecektir. Tefsire başlamazdan evvel şu mukaddimeyi bir takım mebahis ile tezyil etmek icab ediyor ki onlar her an ve zaman ehl-i Salib’den Kur’an-ı Kerim’i hedef-i ta’n ve tezyif ittihaz ve müslümanları vadi-i dalalete sevk etmek fikir ve emeline hizmet edenlerin amaline vasi’ bir cevelangah teşkil ediyor. Vakıa bir takım müfessirler bu mebahisi beyan ve teşrih sadedinde bir çok akval ve mütalaat serd etmişler bir çok şeyler yazmış ve mücahede-i diniyyede büyük bir gayret ibraz etmiş olmakla beraber düşmanların din aleyhindeki mekr ü keydlerini red ve sine-i İslam’a tevcih eyledikleri ta’ne-i tesvilatı ber-taraf etmek yararlığını gösterememişlerdir. Mebahis-i mesrude şunlardır. Kur’an’ın keyfiyyet-i nüzulü Kur’an’ın kitabet ve tilavet suretiyle keyfiyet-i cem’i Kur’an’ın yedi harf üzerine nüzulünün ma’nası Kur’an’dan garaz-ı fıtri Kur’an’ın esalib ve ibaratı Kıssaların tekerrüründeki hikmet Muhkem müteşabih ve te’vil Mebhas-i nesh. Bu mebahisin her biri hakkında vereceğimiz izahat-ı mufassala erbab-ı im’ana Kitab-ı Kerim’in kolaylıkla ma’nasını anlamak ve gavamız ve esrarına peyda-yı ıttıla’ etmek rüsuh ve kudretini verebilecektir. Kariin-i kirama layık olan yazacağımız şeylerin hakıkat olduğuna kesb-i kanaat ettikleri takdirde bunları muhtelif lisanlara tercüme ederek aktar-ı aleme neşr etmektir. Belki bu suretle bir takım papasların neşriyat-ı mudıllanelerinin bir dereceye kadar önü alınmış bir çok müslümanların merkez-i iman ve yakınde paydar olmalarına hizmet edilmiş olur. Abdülaziz Çaviş – – Asr-ı salis-i hicriden i’tibaren ehl-i İslam felsefeyi tetebbua koyuldukları zaman Selefiye Sufiye Kelamiye-i sünniyye ile ehl-i i’tizalden maada olan ehl-i bid’at felsefeye asla rağbet etmiyorlar idi. Selefiye: Sahabe-i güzin tabiin etba’-ı tabiin olan selef-i ümmet mezhebinde bulunan fukaha ve muhaddisindir. Eş’ariyye mezhebinin teessüsüne kadar Selefiye pek çok idi. Selefiye’nin başlıca havass-ı mümeyyizesi esma ve sıfat-ı Bari’yi nusus-ı celilede varid olduğu ve vasf olunduğu gibi şan-ı ilahiye muvafık celal-i Bari’ye layık bir surette bila-tekyif vela-temsil bila-ta’til vela-tahrif isbat; meşiyyet-i ilahiyye ve kudret-i Sübnaniyye’nin tealluk ettiği ef’al ve sıfat-ı ihtiyariyyenin Cenab-ı Bari ile kıyamıdır. Buna mebni esma ve sıfat ve ef’al-i ilahiyyede re’y ile hüküm olunmaz. Esma ve sıfat ve ef’al-i Bari’yi ta’til veya tahrifi mucib olan re’yler kıyaslar batıldır esma ve sıfat ve ef’al-i ilahiyye te’vil olunmaz; zat-ı Bari mevcud olduğu halde nasıl keyfiyeti ma’lum değil ise sıfat-ı Bari de mevcud olduğu halde keyfiyeti ma’lum değildir. Sıfat-ı Bari sıfat-ı mahluka da müşabih değildir. Selefiye sıfat-ı Bari hususunda ehl-i ta’til olan Cehmiyye ile ehl-i temsil olan Müşebbihe arasında ef’al hususunda irade-i amme-i Bari’yi nefy eden Kaderiyye ashab-ı Nebi hakkında Hazreti Ali ve ehl-i beyt-i Nebi hakkında zeban-dırazlık eden Nasıbe ve Marika ile Hazreti Ebubekir es-Sıddik ve Ömer el-Faruk ve Osman-ı Zinnureyn hakkında zeban-dırazlık eden Rafıza arasında Tasavvufun esası zeharif-i dünyadan i’raz amme-i nassın meyl edegeldikleri manasıb ve lezaiz-i dünyeviyyeden ittika ile halktan uzlet Hakk’a teveccüh ve inabe ibadat ve taate muvazabettir. Bu hal selefde umumi idi. Sonraları hubb-i dünya şayi’ olunca ibadata rağbet ve meyl edenler Sufiye ve Mutasavvıfe isimleriyle ayrıldılar. Sufiye ismi asr-ı sani esnasında tahaddüs etmiş idi. Böylece ehl-i fıkıh ve fetvadan ayrı bir sınıf vücuda geldi. Ehl-i fıkıh ve fetva ilm-i fıkıhda beyan olunduğu vechile ibadat ve taatı ihlas ile eda eder; ehl-i tasavvuf muttali’ olmak için zevk ve vecd ile ibadatın netayicini anlamak ister. Bu hususda muhasebe-i nefse kıyam ile mücahede-i nefsiden hasıl olan zevk ve vecdden bahseder. Vaz’ ettikleri ilm-i tasavvuf: Mücahede ve muhasebe-i nefsden naşi arız olan zevk ve vecdlere bir zevkten diğer bir zevke terakkı etmenin keyfiyyetine bunlara dair olan ıstılahata aid bir ilimdir. Fi’l-vaki’ ehl-i tasavvuf mücahede ve muhasebe-i nefs neticesi olarak bir takım ahval-i ruhaniyyeye muttali’ oluyorlar ise de gayeleri müteahhirin-i mutasavvifenin gayeleri gibi ahval-i ruhaniyyeye ve enva’-ı idrakata ıttıla’ olmayıp mücerred zemaim-i ahlakdan tenezzüh ile kalbi masivadan tahliye zikrullah ile tahliyedir. Davud-ı Tai İbrahim bin Edhem Ebu Süleyman-ı Darani Fudayl bin İyaz Ma’ruf-ı Kerhi Ebu Yezid-i Bestami Zünnun-ı Mısri Haris el-Muhasibi Ebubekir-i Şibli Bişr-i Hafi Sırrı-i Sakati Sehl bin Abdullah et-Tüsteri Cüneyd-i Bağdadi Ebu Said el-Harraz Adi bin Musafir Abdülkadir-i Geylani mütekaddimin-i Sufiyye’nin en meşhur simalarındandır. Kelamiye-i Sünniyye: İbni Kilab’a ve daha sonra Eş’ari’ye intisab edenlerin tarikidir. Kilabiyye’nin Selefiye’den başlıca farkları ef’al-i Bari hususundadır. Selefiye “Meşiyyet-i ilahiyye ve kudret-i Sübhaniyye’nin tealluk ettiği ef’al ve sıfatullah ile kaimdir” dedikleri halde İbni Kilab ve etbaı bunu inkar ettiler. Bu hususda Cehmiyye ile Mu’tezile’ye muvafakat ettiler. Eş’ariye’nin Selefiye’den farkı ise ef’al-i Bari ile hikmet-i Bari ve irade hususundadır. Eş’ari meşiyyet-i ilahiyye ve kudret-i Sübhaniyye’nin tealluk ettiği ef’alin Cenab-ı Hak ile kıyamını hikmet-i sıfatı inkar ediyor irade hususunda da Selefiye’den ayrılarak Cebriyye’ye yaklaşıyor. Buna mebni Eş’ari İbni Kilab’dan daha ziyade Selefiye’ye uzaktır. İbni Furek’ten i’tibaren Mezheb-i Eş’ariye’de bab-ı te’vil açılmakla Eş’ariye gittikçe Selefiye’den uzaklaşmış oluyor. Gerek İbni Kilab gerek Eş’ari ehl-i bid’ati ehl-i sünnet namına red ve müdafaa ederler idi. Eş’ari’nin ashabı Eş’ari Mezhebi’ni neşre kıyam ettiler. Meşahir-i ulemadan bir cemaat de Mezheb-i Eş’ari’ye intisar edip Mezheb-i Eş’ari’ye “Mezheb-i ehl-i sünnet” demekle Eş’ariye Mezhebi teeyyüd etti Kilabiye yerine kaim oldu. Eş’ariye en ziyade nusret edenler başta Ebubekir el-Bakıllani olduğu halde Ebu İshak İsferaini İbni Furek Ebu Zer el-Herevi Semnani Ebu’l-Maali idi. Eş’ariye Selefiye ile ehl-i bid’at arasında bir mezheb-i mutavassıttır. Eş’ariye Mezhebi’nin yerleşmesi ile iki büyük mezheb geride kaldı: Selefiye Kelamiye-i bid’iyye. Zikr olunan zevattan maada Ebu İshak el-İsferaini hammed bin Mücahid Ebubekir el-Ebheri Hakim enNisaburi Abdülvehhab-ı Bağdadi Ebu Mansur-ı Bağdadi Beyhakı Kuşeyri Hatib-i Bağdadi Ebu’l-Velid el-Bacci Ebubekir bin Arabi kelamiye-i Sünniye’nin Eş’ariye’nin en büyük simalarındandır. Kelamiye-i Bid’iyye meslek-i kelamilerine felsefe karıştırmayıp ancak ehl-i sünnete muhalif olan ehl-i bid’attir. Kariben bunlara dair tafsilat verileceğinden burada havass-ı mümeyyizelerini zikirden sarf-ı nazar olunmuştur. Hal-i hazır dolayısıyla herkes din ve vatana elinden gelen hizmeti diriğ etmemek hissini vicdanında duyduğu zaman bu aciz de bu babda birkaç söz söylemek hatırıma geldi. Ma’lumdur ki şu sırada bütün millet-i İslamiyye bir cihad-ı mukaddesle meşgul bulunuyor. Biz şimdi burada cihadın farziyetinden ve sair ahkamından bahsedecek değiliz. Çünkü harbin ta bidayetinde i’lan olunan fetva-yı şerif bu vazifeyi belegan ma-belağ ifa etti. Gaza ve şehadetin fazileti bahsine gelince buna dair de ulema-yı kiram efendiler tarafından verilen mevaiz-i diniyye bu babda tul ü dıraz söz söylemekten mugni ise de dersde bulunamayanların dahi nazarına tesadüf etmek ve sem’ine vasıl olmak için gazete sütunları üzerinde dahi birkaç söz neşretmeyi münasib addeyledim. Cenab-ı Bari teala hazretleri Kur’an-ı Kerim’inde müteaddid ayat-ı Kur’an iyye ile cihadı emreylediği gibi gaza ve şehadetin fezailini de beyan buyurmuşlardır. Ez-cümle fezail-i cihada aid olarak ... ayet-i kerimesinde Cenab-ı Bari teala hazretleri malı ile nefsi buyuruyor. Pek bedihi bir hakıkat pek bahir bir hikmet. Dinin milletin selameti için soğukta sıcakta kar ve çamur risinde yüzen bir gazi-i mücahid ile evinde hanesinde kaba döşeğinin üzerinde yatan ve soba karşısında oturan bir kimse nasıl müsavi olabilir? Bir de o yolda feda-yı can eden şühedayı düşününüz. Yalnız insanlarca değil bütün can taşıyan mahlukatca bile dünyada candan aziz hiçbir şey yoktur. Dini milleti için bu en aziz canı feda eden bir şehidin nail olacağı dereceyi ona göre takdir etmek lazım gelir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde bu şüheda hakkında “Hak yolunda katl olunanları ölü zannetmeyiniz bunlar hayattadırlar. Rabb-i Kerim’lerinin kimseler ölmez bir hayat-ı ebediye bir ni’met-i sermediye nail olurlar. Cenab-ı Hakk’ın fazlından kendilerine verdiği şey ile ferah-nak olurlar geri kalanlara da müjde verirler demektir. Ancak bu her şeyden aziz olan canını din ve milletin selameti için feda eden şühedanın bu büyük hizmetlerini acaba mensub oldukları millet hakkıyla takdir ediyor mu? İşte asıl kemal-i ehemmiyetle nazar-ı i’tibar ve tefekküre alınacak cihet burasıdır. Bu gaziler kışta kıymette karlar çamurlar içinde yuvarlanıyor. Bazıları gazilik şerefini ihraz ediyor. Bazıları da rütbe-i şehadete nail oluyor. Bunların burada aramızda perişan aileleri gözü yaşlı ma’sum evladcıkları yok mudur? Biz acaba bunlara layık olduğu derecede muavenet ve muvasat ediyor muyuz? Yukarıda mazmunu derc olunan ayet-i celilede Cenab-ı Hak cihad-ı mali ile cihad-ı bedeninin her ikisini de zikretmiş bunların faziletlerini beyan buyurmuş. Bugün silah be-dest olarak düşman karşısında bulunan kahramanlarımız cihad-ı bedeni farizasını ifa ediyorlar. Lakin geride kalanlarımız da cihad-ı mali farizasını hakkıyla evet diyerek bir müsbet cevap veremeyeceğiz. Şurada kariin-i kiramın nazar-ı dikkatine bir hakıkat dahi arz etmek istiyoruz. Bugün dünyada takriben üç yüz milyon nüfus-ı İslamiyye vardır. Biz her vakit bunların vücuduyla iftihar ediyoruz. İslamiyet aksa-yı şarktan aksa-yı garba kadar yayılmış; Hind’de Çin’de Sibirya’da Türkistan’da Habeşistan’da Sudan’da Sahra-yı Kebir’de Afrika vasatlarında Cava’da Avustralya’da Zengibar’da Madagaskar’da Malai adalarında daha bilmediğimiz yerlerde her köşede bucakta lehü’l-hamd vardır. Bu muhtelif bu geniş memleketlerde mevcud olan müslümanlar her biri bir kavme mensubdurlar. İslamiyet’i kabul etmezden evvel bunların her biri vahşi bir halde idiler. Bu kadar memalik-i vasiada yaşayan bunca akvam-ı muhtelifeye İslamiyet’i neşretmek bunlara me’luf oldukları adat ve i’tikadat-ı batılayı terk ettirmek ne kadar müşkil bir iş olduğunu söylemeye bile hacet yoktur zannederim. Acaba bu muvaffakiyet nasıl husule gelmiş buna muvaffak olanlar ne ile muvaffak olmuşlar? Şübhe yoktur ki himmet ile gayret ile nefislerini bu yolda feda etmekle malen ve bedenen cihad ile!... Asr-ı saadette vuku’ bulan muharebatın bazılarına kadınlar bile iştirak etmişlerdir. Uhud gazasında li-hikmetin asakir-i İslam’ın bozulması üzerine a’da Fahr-i Kainat efendimizin üzerine hücuma başladılar. Guzat miyanında Nesibe namında bir kadın bulunuyordu. Fahr-i kainat efendimizin üzerine hücum eden bir düşman süvarisinin bacağına bir kılıç çaldı; kesti atından yere düşürdü; tepeledi. Bu gaziye şu büyük vazifeyi ifa ettiği sırada birkaç yerinden yaralanmış cerihalarından kanlar akıyordu. Ondan sonra bir ikinci düşman daha hücum etti. Kahraman Nesibe buna da üç defa kılıç çaldı ise de mel’un birbiri üzerine iki zırh giymiş olduğu cihetle te’sir etmedi. Nihayetü’l-emr düşman kendisini şehid etti. Radiyallahu anha Bedir gazasında Ensar’dan “Afra” namında bir hatun yedi evladının cümlesini birden gazaya göndermiş idi. Kezalik Fahr-i Kainat efendimiz Bahr-i Ahmer sevahiline Ebu Ubeyde hazretlerinin taht-ı kumandasında bir müfreze göndermiş idi. Bunların bir çölde erzakı tükendi. Kumandan Ebu Ubeyde hazretleri cümlesinin dağarcıklarını yokladı. Hurmadan başka zad ü zahireleri zaten yok idi. Dağarcıklarda bulunan hurmaları bir araya topladı. Mecmuundan umum askere derece-i mütesaviyede ta’yin verdi. Ama ne mikdar? Şöyle birer hurma tanesi. Günlerce bu kahramanlar böyle yevmiye yalnız birer hurma ile iktifa ederek sabır ve metanet ibraz ettiler. Sabrın sonu selamettir. Bir müddet sonra karaya büyük bir balık düştü. Bunu parçaladılar. On yedi gün kadar da bununla taayyüş ettiler. Kezalik Fahr-i Kainat efendimiz hazretleri Zeyd bin Harise’nin taht-ı kumandasında Şam cihetine bir müfreze zamanın usulünce esna-yı harbde sancak-ı şerifi bizzat ordunun kumandanı hamil bulunur idi. Fahr-i Kainat efendimiz sancak-ı şerifi kendi eliyle Zeyd’e teslim etmiş eğer şehid olursa muahharan Tayyar lakabıyla telkıb olunan Ca’fer ibni Ebu Talib’e o da şehid olursa Abdullah bin Revaha’ya teslim olunmasını emir ve tenbih buyurmuşlar meti idaresinde bulunuyor idi. Vakta ki bu müfreze Şam mülhakatından Mu’te nam mevki’e vasıl oldular karşılarında bin kişilik bir orduya tesadüf ettiler. Harbe girişip girişmemek hususunda bir müddet tereddüd ve müşavere olunduktan sonra girişmeye karar verdiler. Hazret-i Zeyd şehid oldu. Sancağı derhal tavsiye-i peygamberi vechile Ca’fer-i Tayyar hazretleri aldılar. Muahharan bunun da sağ eli kesildi. Sancak-ı şerifi sol eline aldı. O da kesildi. Yere düşmemek üzere çolak kalan iki kolu ile sancak-ı şerife sarıldı ve göğsü üzerinde sıkı tuttu. O halde o da şehid oldu. Ondan sonra yine tavsiye-i peygamberi mucebince sancak-ı şerifi Abdullah bin Revaha aldı. O da şehid oldu. Velhasıl sancak-ı şerifi hamil olmakla me’mur buyurulan üç kişinin kaffesi birer birer bu suretle sancak-ı şerif ellerinde olduğu halde şehid oldular. Müfrezeden pek az kimseler ber-hayat kalarak Medine’ye avdet ettiler. Kezalik Hendek gazasında mahsur kalan Medine-i Münevvere ahalisine Hazret-i Peygamber dahi miyanelerinde bulunduğu halde kaht u gala müstevli oldu. Muhasara müddetince açlıktan nice zahmetler çekildi. Sabır ve metanet ile hüsn-i neticeye vasıl oldular. Muhasırin ordusu def’ olup gittiler. efendimiz hazretleri daha kendileri ber-hayat bulunduğu bir zamanda mücahidin-i İslam’ın gerek açlık susuzluk gibi mesaibe gerekse düşmanın savlet-i seyfine karşı gösterdikleri sabır ve metanetin derecesine birer numunedir. Bunlar cihadın bedeni kısmına aiddir. Bir de cihad-ı mali kısmı vardır ki bunda ihtiyar olunan fedakarlıklar da az değildir. Hazret-i Hadice radiyallahu anha ile Ebubekir es-Sıddik hazretleri Mekke-i Mükerreme’nin en birinci ağniyasından idiler. Hazret-i Hadice’nin serveti kamilen bu yolda sarf olunmuş idi ki hin-i vefatında veresesine hemen de terekesi kalmadı gibi bir şeydir. Ebubekir’e gelince o da servetini bu yolda o kadar sarf etmiş idi ki Fahr-i Kainat efendimizden sonra hilafete intihab olunduğu zaman yegane sermayesi bir top kumaşla bir arşından ibaret idi. Hatta fahr-i kainat efendimiz hayatında Suriye cihetine gitmek üzere bir ordu techiz buyurmuşlar idi. Mevsim yaz hava sıcak olmakla beraber o sene bir de kaht senesi idi. Bu techizata ashab tarafından o kadar muavenet ve gayret olundu ki kadınlar bile yüzük ve küpe gibi huliyyatını verdiler. Ebubekir de servetinin son bakıyyesini tamamını verdi. Hazret-i Osman üç yüz deve yükü zahire ile bin dinar verdi ki o vakte göre bir servet-i azime demektir. İşte bunlar da Asr-ı Saadet’te cihad-ı mali hususunda sebk eden ali himmet ve gayretlerin numunesidir. Şimdi bir de Hulefa-yı Raşidin zamanına nakl-i kelam edelim. Fahr-i Kainat efendimizin vefatı akıbinde Mekke Medine ve Taif ahalisinden maada tekmil aşair ve urban ket ahalisinden teslih edebildiği bir avuç mücahidin ile mikdarları yüz binlere baliğ olan mürteddinin müddet-i kalile zarfında hakkından geldi. İslamiyet’i takrir ve asayişi tamamıyla iade eyledi. Ondan sonra harice taarruz eylemek sırası gelmiş idi. Şurasını söyleyelim ki o tarihde hilafet-i İslamiyye cem’an ancak yetmiş bin kişi raddelerinde mücahid çıkarabilir vetlisi de merkezi İstanbul olan Şarkı Roma hükumeti ile Fars hükumeti idi. Hazret-i Sıddik bu kuvvet-i kalile ile bu en kavi hükumetlerin her ikisine birden i’lan-ı harb eyledi. Her iki hükumetin üzerine asker sevk eyledi. Acemistan Devleti üzerine gönderilen mücahidin-i İslam’ın adedleri otuz bin Roma-yı Şarkı üzerine gönderilenler de kırk altı bin kişi raddesinde idi. Acem hükumeti işbu otuz bin mücahide karşı yüz küsür bin kişilik bir ordu çıkardı. Şurası da zikre şayandır ki Acemlerin saff-ı harbe sevk eyledikleri ordunun o vakte göre silah ve sair edevat-ı harbiyyesi ve tertibatı pek mükemmel olduktan başka ordunun önünde müteaddid muallem filler de var lam ordusuna karşı yine esliha ve alatı mükemmel iki yüz kırk bin kişilik bir ordu çıkardı. Her iki kol düşmanlarıyla kanlı muharebelere tutuştular. Acem ordusuna karşı bulunan mücahidin öyle sabırlar öyle metanetler gösterdiler ki fillere karşı kılıçlarla mücahede ettiler. Hatta mücahidin-i hücum eden bir filin hortumunu kılıcıyla kesmeye kadar cesaret ibraz eyledi. Bunun üzerine bu hortumu kesilen fil mücahid-i müşarun-ileyhi derhal ayaklarının altına aldı ve parçaladı. Beri tarafta Şam ordusu da Rumlarla kan içerisinde yüzercesine boğuşup çarpışmakta idi. Harb her iki tarafta böylece hun-rizane bir surette devam etmekte iken Hazret-i Ebubekir’in vefatı vuku’ bulmakla Hazret-i Ömer’e bey’at olundu. Hazreti müşarun-ileyh makam-ı hilafete geldikten sonra ordu kumandanlarınca bazı tebeddülat icra eyledi ki bunun zamanında şark ordusu kumandanlığı da yine aşere-i mübeşşereden Sa’d ibni Ebi Vakkas hazretlerine şimal ordusu kumandanlığı da yine aşere-i mübeşşereden Ebu Ubeyde hazretlerine tevcih olunmuş idi. Şarkta meşhur Kadisiye muharebesi işte bu Sa’d hazretlerinin kumandanlığı zamanına müsadifdir. Hazret-i Sa’d bu esnada basur illetine mübtela olup rükub ve nüzule muktedir olamadıkları gibi ale’l-ade oturmaya bile muktedir değil dasına devam ettiler. Muharebede izhar olunan gayret ve himmet sabır ve sebat her türlü ta’rif ve tasavvurun fevkinde idi. İşte bu suretle otuz bin kişilik bir ordu ile üç bin küsür senelik bir Fars-ı kadim hükumetini ta temelinden yıktılar nam ve nişanını na-bedid ettiler. Bu ne fedakarlık ittifak ve ittihad ile… Cenub ordusuna gelince: Burada da vuku’ bulan muharebatın en kanlı ve şanlısı da Yermuk muharebesidir. Bu muharebe harbin hitamı addolunmamış ise de galebe-i hakıkıyyeyi İslam tarafına te’min etmiş idi. Yermuk muharebesi esnasında umum kumandanlık henüz daha Halid bin Velid hazretlerinin uhdesinde idi. Muharebe gayet hun-rizane bir suretle günlerce devam ettikten sonra zaten adedleri kalil olan İslam ordusunun bir kısmı şehid bir kısmı mecruh olmak suretiyle orduya hissolunacak derecede zaaf tari olmuş ve asakir-i İslam’da inhizam alametleri görülmeye başlamış idi. O esnada bir gece umum kumandan Hazreti Halid ümera ve rüesayı cem’ ile bir meclis-i harb akd eyledi. Bazı tedabir ittihazı müzakere olunduktan sonra ber-vech-i ati karar verildi: Ebu Cehil’in oğlu Hazret-i İkrime tarafından bir fedai alayı teşkil edilecek Hazret-i Ebu Süfyan da ordu ile bulunan aile çadırlarının ta saff-ı harbin arkasına kadar getirilecek asakir-i İslam bozulup da ric’at edecek olursa kadınlar çadır sırıklarıyla bunların önüne çıkıp başlarını gözlerini yararak saff-ı harbe iade edilecekler…. Ertesi gün bu tedbirlerin her ikisi de icra olundu Hazret-i İkrime kendi riyasetleri tahtında dört yüz kişilik bir fedai alayı teşkil etti. Aile çadırları da saff-ı harbin arkasına kuruldu. Bir taraftan İkrime fedailerle diğer taraftan umum kumandan Halid bin Velid sair ümera ve mücahidin düşman üzerine gazanferane bir hücum ve savlet gösterdiler. Fedai İkrime’nin hücum ve savleti o derece şedid idi ki biraz kendisini muhafaza etmesi bazı kimseler tarafından tavsiye olunduğu halde “Ben zaman-ı cahiliyyette esnam için fedakarane muharebe ediyor idim şimdi tevhid-i Rabbani yolunda telef olursam ne lazım gelir?” cevabını verdi. Fil-hakıka hem kendisi hem oğlu bu muharebede şehid oldular. Dört yüz fedaiden pek az bir bakıyye kaldı. Asakir-i İslam bozgunluk gösterdi ric’ate başladılar. Evvelce de hatıra geldiği gibi aile çadırları üzerine düştüler. Tertib-i sabık vechile kadınlar hemen çadır sırıklarıyla bunları karşıladılar: “Gayretsiz herifler! Bizi düşmanlar eline esir mi vereceksiniz?” diyerek sırıklarla gözlerini başlarını yardılar. Tekrar saff-ı harbe lid’in elinde o gün tam dokuz kılıç kırıldı. Düşman askeri seyf ile başa çıkamayacaklarını anlamaları üzerine ok atmak tedbirine müracaat ettiler. Bir ok tufanıdır koptu. Mücahidinden hemen de hiçbir kimse kalmadı ki ok Düşman asakiri inhizam-ı külliye uğradı. O gece guzat-ı müslimin çadırlarından hiçbir çadır yok idi ki ah u enin sadası işitilmesin. İsabet eden okların ekserisi göze isabet ettiği için mücahidin o güne Yevmü’l-avra’ tesmiye etmişler ok isabet etti ve gözü kapandı. bir kuvvete bu suretle galebe çaldı. Bu ne sayede oldu? Hep sabır ve sebat metanet gayret ittihad ve ittifak sayesinde. Çanakkale: günü öğleden sonra saat yarımda İngilizlerin Triumph zırhlısı torpil ağlarını yaymış olduğu halde Saros Körfezi’nde Arıburnu önünde bir seyr-i bati ile geçiyordu. Triumph’un maksadı geçen ayın nihayetinden beri burada İngilizlerle harb etmekte olan askerlerimizin mevzi’lerini bombardıman etmek olduğu aşikar Vanjans sisteminde diğer bir zırhlı da biraz açıklarda bulunmakta idi. Taarruz eden zırhlıları tahte’l-bahr hücumlarına karşı muhafaza etmek üzere bir çok torpido muhribleriyle karakol vapurları açıklarda dolaşmakta bahriyesine mensub bir tahte’l-bahr hiçbir taraftan fark edilmeksizin Triumph zırhlısına hücuma muvaffak oldu. Attığı torpil zırhlının ağlarını kesip ortasında iştial etti. Torpillendikten sonra zırhlı derhal güvertesi suya girinceye kadar yan tarafa meyl etti ve dokuz dakıka sonra devrildi. Omurgası yukarıya gelmiş olduğu halde daha yirmi bir dakıka yüzdükten sonra büsbütün battı gitti. Mürettebatından bir kısmı güverteye can atmış ve mahall-i vak’aya şitab eden torpido muhribleriyle vapurlar tarafından kurtarılmıştır. Tahlisiye sandallarıyla denizde yüzmekte olan düşman efradını şarapnel ateşleriyle mahvetmek gayet kolay olduğu halde topçularımız hiss-i necib-i insaniyyetperveraneleri sevkiyle işbu tahlisiye ameliyatını işkal etmemişlerdir. Tahte’l-bahr müteaddid edilmiş ise de bila-hasar kurtulmuştur. Triumph zırhlısı on iki bin tonu hacminde olup nefer mürettebatı vardır. İştialin te’siriyle mürettebat-ı mezkurenin kısm-ı a’zamı mahvolmuş olmalıdır. Harik bidayetinde bu zırhlı bir Japon amiralinin idaresi altında Çingtav bombardımanına mühim surette hasara uğratılmış idi. Nisan’da mezkur zırhlıya bizim Turgud Reis Zırhlısı tarafından büyük çaplı bir mermi ile tam isabet vaki’ olmuşidi. Alman tahte’l-bahrlerinin zuhuru Çanakkale önündeki sair düşman sefain-i harbiyyesi arasında pek büyük heyecanı mucib olmuştur. Çanakkale Cephesi’nde Arıburnu ve Seddülbahr mıntıkasında topçu ve piyade ateşlerinden başka bir vak’a olmamıştır. Morto Limanı istikametinden Rumeli sahilindeki mevzi’lerimize ateş eden bir zırhlı Anadolu bataryalarımızın ateşlerinden müteessiren geri çekilmiştir. Çanakkale Cephesi’nde: Bu sabah öğleden evvel saat altı buçukta Majestic sisteminde bir İngiliz zırhlısı müttefikimiz Alman bahriyesine mensub bir tahte’l-bahr tarafından atılıp mükemmelen isabet ettirilen bir torpil kıç tarafına isabet etmiş ve iştiali müteakib sefine derhal yan tarafa iyiden iyiye batmıştır. Cüz’i zaman sonra sefinenin evvela kıç tarafı batmış ba’dehu arka üstü devrilerek büsbütün gark olmuştur. Zırhlının bu müdhiş enkazı omurgası denizin sath-ı fevkanisinde olduğu halde görülmektedir. Arıburnu ve Seddülbahr mıntıkasında dün dahi hafif piyade ve topçu ateşleri devam etmiştir. Kabatepe sahilinde yüklü dört büyük saç mavnayı çekmek üzere gelen düşman römorkörleri sahilden piyade ateşlerimizin te’siriyle mavnalara yaklaştırılmamış ve efradımız büyük bir basiret ve fedakarlık göstererek düşman ateşleri altında denize girip mavnalarda bulunan nakliye arabasını karaya ihrac ve iğtinam eylemişlerdir. Çanakkale Cephesi’nde: Dün karada mühim bir hareket olmadı. Deniz vekayii hakkında henüz etraflı ma’lumat alınmamıştır. Zeyl: Dün öğleden evvel saat altı buçukta Majestic zırhlısı batırılmıştı. Yine öğleden evvel saat dokuza doğru muhtelif mahallerden görüldüğüne nazaran iki direkli iki bacalı bir zırhlı torpillenmiş gibi bir şey oldu. Büyük bir su sütunu yükseldi. Ba’dehu zırhlı bir tarafa meyl etti. Büyük bir torpido muhribi tarafından İmroz Adası’na çekildi. Aynı sefinenin öğleden evvel saat on birde İmroz Adası’nın cenub-ı şarkı sahilinde birkaç küçük vapurla birlikte durduğu görüldü. Görünüşe nazaran torpillenen zırhlı Agamemnon sistemine benziyordu. Etrafı sis istila etmesinden naşi tayyaremiz keşfi yarıda bırakmaya mecbur olmuştur. Çanakkale Cephesi’nde: Bu sabah öğleden evvel saat üç buçukta Arıburnu’ndaki düşmanın merkezine tesadüf eden muhkem yapılmış siperlerinden bir kısmına kıtaatımız tarafından icra edilen fedakarane süngü hücumları muvaffakiyetle neticelenmiştir. Zabt edilen işbu siperler düşmana karşı tahkim edilmektedir. Seddülbahr’de sağ cenahımız son iki gün zarfında düşman mıntıkasından sahile doğru metre yer kazanarak mevaziine dün muvaffakiyetle bombalar atmıştır. Evvelki gün torpillenerek İmroz Adası’na çekilen Agamemnon sistemindeki düşman zırhlısı ortadan gaib olmuş akıbeti anlaşılamamıştır. Çanakkale Cephesi’nde dün Arıburnu’ndaki düşman merkezinden zabt ettiğimiz siperleri tahkim ettirmemek için ateşleriyle hayli çalışmış ise de neticesiz kalmıştır. Seddülbahr mıntıkasında düşman Mayıs tarihinde uğradığı pek azim telefatın ikmaliyle meşgul görünüyor. Boğazda Anadolu bataryalarımızdan dün Seddülbahr’deki düşman kıtaatına müessir endahtlar Çanakkale Cephesi’nde düşmanın dün Arıburnu’nda sağ cenahımıza karşı taarruz teşebbüsü telefatla püskürtüldü. Yüze yakın maktul bıraktı. Ayrıca dereler içinde bir çok maktulleri görülmüştür. Merkezde evvelki gün terke mecbur olduğu bir kısım siperleri istirdad emeliyle dün akşam saat sekizde işbu siperlere baskın tul ve silah ve bombalar bırakarak eski mahalline tard edilmiştir. Seddülbahr mıntıkasında dün yalnız piyade ve topçu ateşleri teati edilmiştir. Çanakkale Cephesi’nde - Mayıs gecesi Seddülbahr karşısında sol cenah kıtaatımız düşmanın pek çok malzeme ve fedakarlığıyla tahkim ettiği siperlerini baskın suretiyle zabt etmiş ve gemilerinin daima müessir ateşleriyle himaye edilmekte olan işbu siperler tamamen tahrib edilmiştir. Anadolu bataryalarımız dün düşman gemilerinin mukabelesine ma’ruz kalmaksızın Seddülbahr’de düşman mevziine muvaffakiyetli ateşler açmıştır. Arıburnu cihetinde dün mühim bir hareket olmadı. Bugün Bodrum Limanı’na gelen Jul Michel Fransız kruvazörü ufak topla mücehhez ve içinde müsellah asker dolu bir büyük filikayı limana sokarak sahile taarruz ve asker çıkarmak teşebbüsünde bulunması üzerine muhafız kıtaatımız derhal mukabele eylemiş ve aynı zamanda Fransız kruvazörü şehri bombardımana başlamıştır. Sahile takarrüb eden filikadan bir zabit ile nefer maktul ve beş mecruh olmuştur. Mezkur filika askerlerimiz tarafından sahile çekilerek filikadaki top bir sandık cephane sekiz tüfenk iğtinam edilmiş ve yaralı beş düşman askeri taht-ı tedaviye alınmıştır. Askerden üç ahaliden iki yaralımız vardır. Dün Bodrum’a karaya ihrac teşebbüsünde muhafızlarımızın kahramanca mukabelelerinde adem-i muvaffakiyete uğrayan Fransız kruvazörü Bodrum’a mermi endaht etmiş neticede birkaç hane ile bir cami’ bir iki dükkan ve bir kilise tahrib etmiştir. Mayıs gecesi devriye askerlerimiz kruvazörden bir kayık kerinden birisini yaralı ve beşini sağlam olarak cümlesini esir ve yedi tüfenk bir sancak iğtinam eylemişlerdir. Bugün mezkur kruvazör Bodrum ve civarından çekilmiştir. Evvelki gün İzmir’in cenub sahilinde Kuşadası karşısında kuma oturan küçük bir Fransız kruvazörü üzerine açılan top ateşlerimizle kruvazörde yangın zuhur etmiş ve ba’dehu imdadına gelen iki düşman torpidosu tarafından yüzdürülüp çekilmiştir. Fransız Ernest Renan kruvazörü dün açık limanlarımızdan olan Hayfa Limanı’nda Alman Konsoloshanesi’ni bombardıman etmiştir. Mayıs gecesi Kurna’daki düşman ordugahına seyyar müfrezelerimiz muvaffakiyetli baskınlar düşman yelkenli gemisini zabt eylemişlerdir. Kanalı’nda Küçük Acıgöl’de İngilizlerin ufak bir vapurunu zabt ile vapurun makine ve kazanlarını tahrib eylemiştir. Diğer bir müfrezemiz aynı gece Kanal’dan geçmekte olan düşmanın bir nakliye gemisini müessir ateş altına almış ve mezkur vapurdan te’sirsiz mukabele görmüştür. MUKADDIME Kur’an -ı Hakim nasıl nazil oldu? Kur’an kelam-ı resul müdür? Kıssaların tekrarındaki hikmet nedir? Bu ve buna mümasil bir takım mesail var ki İslam’da sadr-ı evvel ricali istisna edilecek olursa bütün mütekaddimin ve müteahhirin için uzun uzadı sermaye-i bahs ü makal olmuş ve bu mesailin bugüne kadar tevlid eylediği ihtilafat bir hall-i kat’iye iktiran edememiştir. Şurası bilinmelidir ki bi-nefsihi ayat-ı Kur’an iyye kitab-ı kerimin Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem üzerine ne vechile nüzul ettiğini beyan ve izah etmektedir. Ayat-ı kerimeden bazısı Kur’an’ın kelam-ı resul olduğunu bildiriyor: ayeti gibi. Görülüyor ki bu ayet Kur’an’ın şiir ve kehanet nev’inden bir şey “Muhammed bin Abdillah” sallallahu aleyhi ve sellem emr-i risaletin bed’inden beri mecnun bir şair seci’-perdaz bir kahin olduğu zu’munda bulunanların bu zanlarını red için nazil olmuştur. Müşrikinin Risalet-penah efendimiz hakkındaki zunun ve i’tikadat-ı batılalarının red ve kavlinden maksad-ı ilahi kable’n-nübüvve kendisine azv ü isnad olunan halattan hiçbiriyle muttasıf olmadığı derkar olan Muhammed aleyhi’s-salatü ve’sselam’dır. nazm-ı kerimi de aynı hükmü müeyyiddir. Diğer bir takım ayat-ı kerime de var ki Kur’an’ın Cenab-ı Hak tarafından vahiy tarikiyle Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimize nazil olduğuna delalet ediyor. Şu i’tibarla Kur’an’ın Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine ne vechile nazil olduğunu ve ondan evvel gelip geçen enbiya ve mürseline kütüb-i semaviyyenin keyfiyet-i nüzulünü vazıhan beyan etmek icab ediyor. Esasen vahy-i ilahinin enbiyaya suret-i vürudunu celi bir surette irae eden ayetler vardır. ayeti gibi. Şu ayet vahy-i ilahinin doğrudan doğruya enbiya-yı izamın kalplerine nüzul ettiğini gösterir. Bu takdire göre vahiy Cenab-ı Hakk’ın peygamberler vasıtasıyla nasa tebliğ etmek istediği evamiri ahkam ve mevaizi kulub-i enbiyaya ilham etmesinden ibaret olur. bunu müeyyiddir. Başmuharrir Mesahif-i şerifenin ihtiva ettiği nukuş bila-şek hadis olduğu gibi lisan ile kıraat edilen bütün ayetler gerek Cenab-ı Peygamber’in gerek sair insanların lisanıyla olsun aynı mahiyettedir. Zaten ayat-ı kerimesinde Kur’an-ı Kerim’in kendini zikr-i muhdes ünvanıyla tavsif etmesi de hakıkatin bu merkezde olduğuna bir burhan-ı celi teşkil eder. Maamafih bu sözlerden Kur’an’ın kelam-ı resul olduğunu yani Resulullah’ın bizzat Kur’an’ın hadd-i i’caza peyveste olan sebk u rabtını elfaz ve ibaratını terkib ve te’lif havi olduğu kıssaları ahkam-ı şer’iyyeyi ihtira’ etmiş olduğu ma’nası bi’t-tabi’ anlaşılamaz. Çünkü Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin kable’l-bi’se okuyup yazma bilmeyen bir ümmi olması bu tarz-ı telakkıye meydan vermeyeceği bedihidir. Evet Nebiyy-i güzin efendimiz kavmi arasında tamam kırk senelik bir hayat geçirdi ki bu müddet zarfında Arap’ın sermaye-i fahr u mübahatı olan şiir ve hitabete müteallık bir şeyle iştigali bir kahin olduğuna hükmettirecek seci’-perdazlığa rağbet ve temayülü görülmediği gibi kütüb ve esatire vakıf bir hibr müluk ve enbiya-yı kadimenin ahval ve vekayi’-i tarihiyyelerine aşina bir müverrih de değildi. Risalet-meab sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz cehalet put-perestlik ve hayat-ı serseriyaneden başka mevcudiyetleri olmayan bir kavm-i ümmi arasında neş’et etti. Mahiyet ve evsafı bu merkezde olan bir ümmet arasında geçirdiği kırk senelik hayatı sıdk mekarim-i ahlak vefa ve emanet gibi mehasin-i zatiyye ve hısal-i ber-güzideden başka bir şeyle temayüz etmedi. Kırk senelik şuun-ı hayatiyyesi miyanında teallüm tederrüs telakkı-i hikmet; yahud akvam-ı saireye aid kavanin nizamat ve ahkam-ı teamüliyyeyi tedkık ve tetebbu’ gibi şeylerle iştigal ettiği ma’hud ve mukayyed değil. Fakat kırk yaşına girince lisanı i’caz-nüma bir fesahatın kalbi ilim ve hikmetin tecelligah-ı feyza-feyzi oldu. Bilahare Cenab-ı Hak tarafından tebliğ-i risalete neşr-i ahkam-ı dine ve halkı tarik-ı müstakım ve din-i kavime hidayet ve irşada me’mur edildi. O andan i’tibaren kaffe-i nasa karşı Beşir ve Nezir ünvan-ı celiline mazhar oldu. Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şeref-i risaletle tekrim edildiği andan i’tibaren canib-i Bari’den bir veya birkaç ayet bizim bugün okuduğumuz şekil ve surette ve aynı nesak ve tertib dahilinde kalb-i pakine ilka ve ifham olunur ve bu ayetler tercüman-ı kalb olan lisanından kemahiye sadır olurdu. Ayat-ı Kur’an iyye’nin zat-ı peygamberi ile kıyamını ve kalb-i pakine suret-i intıbaını birimizin bir mektup yazmak veya bir kaside söylemek istediğimiz zaman hasıl ettiğimiz halat ve te’sirata kıyas etmek doğru olamaz. Biz böyle bir şeye teşebbüs ettiğimiz zaman evvel emirde uzun uzadı zihnimizde maaniyi tertib ve te’lif elfaz ve yin sebk u rabtı yerinde; tarz-ı tahriri mükemmel olabilmek mantıkıyyeye aid ma’lumat ve müktesebatımızdan istiane eder; fikrimizde istihzar ettiğimiz suver-i zihniyye ve ibarat-ı nefsiyyeye bir hayli düşünerek mahv u isbat ederek bir şekl-i muayyen ve sabit verdikten sonra bu müstahzarat-ı fikriyyemizi ibarat-ı lisaniyye ile tercüme ve beyan ederiz. İşte bu şerait dahilinde ifade edilen bir fikir ve meram vaz’-ı tertib ve ma’na i’tibarıyla makasıd-ı kalbiyyeye mutabık olunabilir. Beyana hacet yoktur ki eşya suver-i hariciyyesinin aynı yahud ona yakın suretlerle temessül etmedikçe zihinde vücud-pezir olabilmesi kabil değildir. Binaenaleyh mesela İskenderiye kelimesini duyan bir insan eğer evvelce orayı görmüş dolaşmış ise o anda kuvve-i hafızasında mahzun olan suver-i kadimeyi der-hatır eder şehrin caddeleri dükkanları mescid ve mesireleri gördüğü vechile fikrinde temessül eder. Fakat burayı gidip görmemiş olan bir kimse İskenderiye lafzını işitince zihninde hasıl olacak şey görenlerden kararlaştırdığı suver ve eşkal-i muhayyeleden ibaret kalır. Eğer İskenderiye’nin şuun ve ahvaline dair bir şey işitmemiş gezip gördüğü memleketlerde müşahede ettiği caddeler sokaklar gelip geçenler binalar tarzında fikrinin ihtira’ edebileceği suver ve eşkale münhasır kalır. Buna binaen insan bir memleketin ismini işitir yahud ahval ve evsafı kendine ta’rif edilir. Bilahare oraya gittiği zaman ya onu evvelce her işittiği zaman zihninde temessül eden surete yakın bulur yahud o suret-i zihniyyeye külliyyen mübayin görür ki bunu seyahati adet edinenler bilir ve tasdik ederler. Maamafih hakıkat-i mes’eleyi daha iyi anlamak isteyen görmediği her hangi bir beldeyi zihninde istihzar ve onu ne yolda tahayyül edeceğini tedkık ettikten sonra oraya gitsin tahayyülatı derece-i sıhhatini nazarında isbat eder. Bilhassa bu hal nebatat hayvanat coğrafya ve tarihe aid eserler okuyanların nazarında daha ziyade vuzuh ve kat’iyyetle teayyün eder. Bu gibi şeylerle iştigal esnasında yalnız evsaf ve eşkale aid nazariyyat ile iktifa edilmek ezhan-ı kariinde hakıkı ve vakıa mutabık olmayan ve eşyanın yekdiğerinden nev’ama temeyyüzüne hadim maani-i zihniyyeden başka bir mahiyeti haiz bulunmayan suver-i takribiyyeden başka bir şey bırakmaz. Biz kendi hesabımıza çok oldu ki bir nebat ve hayvanın evsafına havass-ı mümeyyizesine aid bir çok şeyler okuyor sonra bunları gözümüzle gördükmü acaba havas ve evsafını okuduğumuz şey bu mu değil mi? diye tereddüdlere duçar oluyorduk. Bu hikmete mebnidir ki nebatat hayvanat hikmet kimya tarih coğrafya ve saire mütehassısları bugün eslafın mın beyan ve teşrih ettikleri havas ve evsafını da cami’ olmak şartıyla müteaddid numunelerini de gösteriyorlar. Bundaki maksad da suver-i eşyanın suret-i muayyene ve hudud-ı mahsuresi olmaksızın mücmel ve mübhem bir halde ezhanda peyda-yı istikrar etmesi ihtimalini izale etmekten ibarettir. Bütün bu muhakemat ecsamdan suver-i hariciyyesi olan şeylere aiddir. Nübüvvet übüvvet nefy ve isbat gibi madde veya madde ile kaim olan a’raz-ı mahsüse idadına dahil olmayan umur-ı ma’neviyye-i mahzaya gelince: Elfaz işarat ve rümuz gibi bir takım vesait-i maddiyye olmadıkça bunların zihinde istihzar ve fikren temsili kabil değildir. Bunun içindir ki salifü’z-zikr ma’ani-i nisbiyyeden birinin ibarenin delaleti remzin işareti olmadıkça zihinde temessülü imkan dahilinde değildir. Mes’elenin bu ciheti tenevvür ettikten sonra kolaylıkla anlaşılır ki Cenab-ı Hak kullarından birine ayat ve şerayiinden bir şey vahy etmek isteyince onun kalbine evamir ve nevahisini adab ve şerayiini mutazammın hakkında onda bir ilm-i zaruri halk eder. Telakkı-i vahy eden zat ise tertib ve te’lifinde te’sir-i şahsisi olmaksızın zihninde temessül eden ve şerayi’-i muhkeme ve ayat-ı mufassalayı havi olarak na-gehani bir surette kalbinde mütecelli olan ibarat-ı vahye ibare-i lisaniyyesiyle tercüman olur. Bundan maada nazm-ı keriminde olduğu vechile ayat ve ibarat-ı vahyi tefsir tebdil ziyade ve noksan etmeksizin tebliğe me’mur olduklarını ayrıca vahiy ayet-i kerimesi de bu maksadla şeref-bahş-ı mevki’-i nüzul olmuştur. Bu hususa müteallık olarak nazil olan ayat-ı Kur’an Sure-i Kıyamet’teki kavl-i şerifleridir. Bu iki ayet-i kerime sarahaten beyan ediyor ki Kur’an’ı terkib ve te’lif ettikten sonra onu hey’etiyle sadr-ı Risalet-penahiye tevdi’ ve onu lisan-ı peygamberiden ısdar ve tefhim ve beyanını taahhüd eden doğrudan doğruya zat-ı Bari’dir. Nüzul-i Kur’an mes’elesini ser-rişte ittihaz ederek kulub-ı müsliminde guna-gun tesvilat ile şek ve tereddüd uyandırmak yapabileceklerdir? Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin tiyle mü’min ve kafir bütün insanların müttefikan tasdik ve i’tiraflarıyla sabit ve bir hakıkat olduğuna göre ibarat-ı Kur’an iyye’nin kendi nefsimizde tecrübe ettiğimiz vechile medid bir devre-i tahsil ve mümarese neticesi olmaksızın kalb-i peygamberide husul-pezir olabilmesine nasıl imkan tasavvur olunur? O Nebiyy-i ümmi ki ilim ve hikmetle kıraat ve kitabetle iştigal bir an için kendine nasib olmamıştır. Hülasa-i kelam ibarat-ı Kur’an iyye bugün bizce ma’lum ve ma’hud olan hal-i üslub ve ma’nasıyla irade ve ihtiyarının taalluku olmaksızın ve sırf vahiy ve ilham tarikiyle kalbinde nakş-pezir olur o da lisanıyla tercüme ve telkın eder. İşte o sırada ibarat-ı nefsiyye ibarat-ı lafziyyeye münkalib olur. lisan-ı Kur’an’ın hali olduğu nuut ve evsafa muvafık olarak münzel min indillah kavl-i resul zikr-i muhdes i’tibar edilebilmesi sahih olur. – – Evvelki iki mebhasde zikr olunan turuk-ı aşere salikini sunuf-ı hamseye raci’ olur: – Selefiye: Selef-i ümmet mezhebine salik olanlardır. Selefiye içinde asla ehl-i bid’at yoktur hepsi ehl-i sünnet ve cemaattir. – Mütekellimin: Ehl-i kelam mesleğine salik olanlardır. Mesalik-i aşereden dördü mütekellimin namı altında ictima’ eder. Gerek asr-ı ashabda zuhur edip felsefeye hacet görmeyen kelamiyye-i bid’iyye olsun gerek asr-ı salis-i hicride zuhur edip felsefeden olsun gerek yine üçüncü asırda zuhur edip kavaid-i kelamiyye ile kavaid-i felsefiyyeyi mezc eden ehl-i i’tizal olsun gerek altıncı asırda zuhur edip mesail-i felsefiyyeyi mesail-i kelamiyye idadına idhal eyleyen müteahhirin-i mütekellimin-i ehl-i sünnet olsun hepsine ta’bir-i umumi Mütekelliminin hepsi ehl-i sünnet değildir belki bir kısmı ehl-i sünnet bir kısmı ehl-i bid’attir. – Mutasavvıfe: Ehl-i tasavvuf mesleğine salik olanlardır. Mesalik-i aşereden ikisi Mutasavvıfe namı altında ictima’ eder. Gerek asr-ı sani-i hicriden ve vecd olsun gerek medarik-i vicdaniyyelerini mesail-i nazariyye sırasına idhal eyleyen müteahhirin-i mutasavvıfe olsun hepsine ta’bir-i umumi ile Mutasavvıfe veya Sufiye denir. Mutasavvıfenin de hepsi ehl-i sünnet değildir içlerinde ehl-i sünnet bulunduğu gibi ehl-i bid’at de vardır. – Felasife: Ehl-i felsefe mesleğine salik olanlardır. Mesalik-i aşereden ikisi Felasife namı altında Gerek doğrudan doğruya felsefeyi tetebbu’ edip makasıd-ı felsefiyyeyi ta’birat-ı felsefiyye ile ifade etsin gerek makasıd-ı felsefiyyeyi ta’birat-ı şer’iyye ile ifade ederek sureten felsefeyi ta’dil etmiş bulunsun hepsine Felasife ıtlak olunur. Felasife’nin her birinin meşrebi başkadır. Kimi zahir-i şeriate riayet eder kimi ona da riayet etmez. Kiminin içi dışı felsefe; kiminin içi felsefe dışı şeriattir. – Karamita: İlhad ve fesad maksadıyla şeriat ağzı kullananlardır. Karamita felasifeden mutasavvıfeden mütekelliminden olur. Karamita’nın hepsi gulattır. Hepsi azgın taşkın sapıktır hepsi mülhid müfsiddir. Karamita’nın dışı kelam tasavvuf veya hikmet; içi fesad ve ilhaddır. Karamita ilhada bab-ı şeriatten batıla bab-ı haktan girerler. – – Selef Mezhebi sahabe-i güzinin Resul-i Rabbü’l-alemin’den ahyar-ı tabiinin sahabe-i güzinden etba’-ı tabiinin ahyar-ı tabiinden ahz u telakkı ettikleri mezhebtir. Eimme-i müctehidinin mezhebi budur. El-yevm Selef Mezhebi’ne süluk edenler vardır Mezheb-i Selef ber-hayattır ve daimi ber-hayat olacaktır. Mezheb-i Selef meslek-i eslem olmakla her ne kadar salikini bi’n-nisbe az sınıf-ı mümtaz enfa’-ı ulum ile ba-husus ulum-ı fıkhiyye tevhid ve sıfat ile iktifa edip nizaı mucib ve halli müşkil olan mesail-i uluma felsefe tasavvuf ve kelamın mesail-i mu’dılasına rağbet eylemez. Mezheb-i Selef tegayyürden masundur. Yalnız lüzum görüldüğü surette vesail demek olan delaili tecdid olunabilir ise de usulü mesaili vechen mine’l-vücuh tegayyür etmez. Mezheb-i Selef’de teceddüd ancak delaildedir yoksa usulde mesailde değildir. Felsefe-i cedidenin ulum-ı asriyyenin Selef Mezhebi’nin usulüne mesailine te’siri görülemez. Selefiye Mezhebi’ne göre felsefenin halledebileceği mesail-i aliyyeyi nusus-ı celile şek ve şübheden ari olarak halleder. Ulum-ı asriyyenin haytası başkadır. Ulum-ı asriyye ilm-i tevhid mesaili ile felsefe mesaili ile meşgul olmaz. Selefiye Mezhebi ulum-ı asriyye-i nafiayı teceddüd-i nafii hürmetle karşılar. Mütekelliminin cüz’ün la-yetecezza cevher ve araz kadimin havadisden hali olması ve emsali mesaili ile mutasavvıfenin vahdet-i vücud şuhud-ı kader hazarat-ı hams mesaili ile asla iştigal etmez. Selef Mezhebi Eş’ariyye Mezhebi’nin zuhuruna kadar bilad-ı İslamiyye’nin her tarafında pek ziyade şayi’ tır. Sekizinci asr-ı hicride Şeyhülislam Ahmed bin Teymiye ve telamizesi ba-husus İbnü’l-Kayyım el-Cevziye Selef Mezhebi’nin ta’mim ve intişarına pek ziyade sa’y ü gayret etmişler ise de eimme-i erbaa müntesibleriyle kuvvet bulan müteahhirin-i mütekellimin-i ehl-i sünnet mezhebinin intişarına mani’ olamamışlardır. Selef Mezhebi bizim diyarımızda tanınmamıştır. Bizim diyarımızda ehl-i sünnet ve cemaat müteahhirin-i mütekellimin-i ehl-i sünnettir. Hanefiye Selefiye Mezhebi’ni bırakmış Nesefiye Mezhebi’ne dahil olmuştur. – – Yeni ilm-i kelam Daru’l-hilafeti’l-aliyye ve sair bilad-ı mahruse-i Osmaniyye’de zuhur eden ehl-i kelam müteahhirin-i mütekelliminin en meşhur simalarından bulunan Seyyid ile Sa’d’ın telamizesidir. İcazetnameler ya Seyyid Şerif ya Sadeddin kavlidir. Memleketimizde en büyük me’hazler Seyyid’in Şerh-i Mevakıf’ı Sa’d’ın Şerh-i Makasıd’ıdır. Memleketimizde mütekellimin-i ehl-i sünnet iki vechile tanınmıştır: Kudema-yı Mütekellimin Müteahhirin-i Mütekellimin. Kudema-yı Mütekellimin üçüncü asr-ı hicride İbni Kilab ile zuhur edip beşinci asrın nihayetlerinde Ebu’lmaali kellimin felsefeden i’raz edip mücerred ehl-i bid’ati reddeylemişler üç asır kadar şevketlerini muhafaza etmişlerdir. Kudema-yı mütekellimin ilm-i kelamı sekiz asırdan beri münkarız olup yerine müteahhirin-i mütekellimin eden ma’lum değildir. İhtimal ki bir kısım halk efkar-ı kadimeye meclubiyetten naşi selef mezhebinden inhiraf eyler felsefe ve tasavvufa rağbet eylemez. Ya İbni Kilab mezhebine ya Eş’ari mezhebine ya Bakıllani mezhebine ya Ebu’l-maali mezhebine intisab eder. Böylece kudema-yı mütekellimin mezhebine intisab eden bulunur. Müteahhirin-i mütekellimin altıncı asırdan i’tibaren devam edegelen ve memleketimizde yegane ehl-i sünnet olmak üzere tanınmış olan ehl-i kelamdır. Müteahhirin-i mütekellimin ilm-i kelamı bizim resmi ilm-i kelamımızdır. Fakat bugün bu ilm-i kelam hal-i tezebzübdedir. Bu ilm-i kelam erbabı bin tarihlerinden sonra kesb-i nedret etmekle mesail-i kelamiyyeyi bi-hakkın bilene pek az tesadüf olunur. Yalnız kütüb-i kelamiyyeyi ibare kuvvetiyle anlayan bi’n-nisbe daha ziyade bulunur. İlm-i kelam hemen Şerh-i Akaid ile Celal mesailine münhasır kalmıştır. Makasıd’ı Mevakıf’ ı Tavali’i anlayanlar parmak ile gösteriliyor. İlm-i kelamın mukteza-yı asra göre teceddüd edeceğini Sadeddin-i Taftazani haber veriyor. Şöyle ki: Akaid-i hakkayı muhafaza ve bida’ ve dalalatı ibtal için kudema tarafından bir ilm-i kelam tedvin olunmuş idi. Fakat felsefe-i Yunan beyne’l-müslimin intişar etmekle ehl-i İslam üzerinde te’sirini göstermiş buna mebni ehl-i kelam tarafından felsefe-i Yunan ile ilm-i kelamın mezcine usul-i akaid-i İslamiyye ile kabil-i tevfik olmayan mesail-i felsefiyyenin red ve ibtaline lüzum hissolunmuş böylece müteahhirin ilm-i kelamı zuhur etmiş idi. Halbuki felsefe-i Yunan üç asırdan beri munkarız olmuş yerine Avrupa felsefesi kaim olmuştur. Avrupa felsefesi tarda hakim olan felsefe-i cedide işte bu felsefedir. Felsefe-i cedidenin memleketimize duhulünden evvel ilm-i kelamın teceddüdü mes’elesi ortaya konmuyor idi. Fakat felsefe-i cedidenin duhulü üzerine felsefe-i Yunan ile memzuc olan ve nazariyat-ı kadime-i felsefiyyenin taht-ı te’sirinde bulunan ilm-i kelamın teceddüdü mes’elesi meydan bulmuştur. Müteahhirin-i mütekelliminin ilm-i kelamı olan resmi ilm-i kelamımızın adem-i kifayetini zaten selef mezhebine salik olanlar ez-cümle Şeyhülislam İbni Teymiye ile Hüccetülislam İbnü’l-Kayyım el-Cevziye ve saire an-burhanin beyan ediyorlar me her tarafda şark ve garbda hakim olmakla her yerde Aristo felsefesi ile memzuc olan ilm-i kelamın tarafdarları pek çok idi. Müşarun-ileyhimin sözlerini dinlemiyorlar ve onun taht-ı te’sirinde bulunan ilm-i kelam da inkıraza yüz tutmuştur. El-yevm ilm-i kelam ile meşgul olan bir takım zevat da bunu tasdik ediyorlar. Bugün müteahhirin-i mütekellimin ilm-i kelamı kıymet-i tarihiyyesini muhafaza ediyor ise de kıymet-i ilmiyyesini zayi’ etmiştir. Bugün kıymet-i ilmiyyesini muhafaza eden resmi ilm-i kelam değil belki selef-i ümmetin elzem ise felsefe-i kadime ile değil belki felsefe-i cedide Şübhe yok ki felsefe-i cedidenin istikrada mebde’ olarak kabul ettiği “Aynı esbab aynı netayic tevlid eder” düsturu mucebince ilm-i kelamdan munkarız olan felsefe-i Yunan’ı ref’ ederek yerine İngiliz Fransız Alman felsefelerini ikame etmek daha doğrudur. Müteahhirin-i mütekelliminin kabul ettikleri usul mucebince mesail-i felsefiyye-i cedide mesail-i kelamiyye ile tevhid olunarak efkar ve mesail-i cedideden usul-i i’tikadiyye-i kabul etmek ve kabil-i tevfik olmayanları an-burhanin red ve ibtal etmek daha münasibdir. Nazariyat-ı kelamiyyeyi bir felsefe-i cedideye göre tevsi’ ihtiyacat-ı asriyyeye göre ta’dil etmek meslek-i ehl-i kelama daha layıktır. Kütüb-i kelamiyyede çokça zikr olunan Thales Anaksagoras Empedocles Demokritos Sokrat Eflatun Epiküros Phyrrhon Platon Zenon Calinus Porfirios Batlamyus Oklitus isimlerine bedel ilm-i kelama nisbetleri müsavi olan Bacon Decartes Spinoza Leipnich Luc Malebranche Hum Condillak Kant Fichte Schilling Hegel Herbart Büchner Schopenhauer Victor Cousin Auguste Comte Jane Renovbe Hamilton Stuart Mill Spencer Bergson Vond isimlerini zikr etmek; Hesbaniyyun Tabiiyyun Meşşaiyyun İşrakıyyun Revakıyyun Sofistaiyye Semniyye Brahma Karamita mezheblerine bedel Maddiyyun Ruhiyyun İsbatiyye lerini beyan etmek elbette daha nafi’dir. Yunan felasifesinin efkar ve tasavvuratını ilimlerine olmuş olsalar idi şübhe yok ki Alman Fransız İngiliz felasifesinin intikadatını ve efkar ve tasavvuratını ilimlerine Aristo mantığı üzerine müesses olan ve kanun-ı münazara üzerine müdafaa etmeyi mebna Aristo mantığını mizan ittihaz eden ilm-i kelam akaid-i İslamiyye’ye muhalif olan ara ve efkarı nazariyat-ı cedide-i felsefiyye kim olan Menahic kavaidi ile müdafaa etmeyi; Skolastik müdafaa yerine metodik müdafaada bulunmayı bilaşek kabul edecektir. El-yevm münderis olan fırak-i İslamiyye mesalik-i felsefiyye ve mezahib-i milliyyeden sarf-ı nazar edip mevcud olan ve kütüb-i müdevveneleri bulunan fırak-i mevcude-i milliyeye atf-ı nazar etmek mukteza-yı maslahattır. Usul-i akaid-i İslamiyye’de muhal-i zati ile hiçbir muhal bulunmadığını usul-i akaid-i İslamiyye’nin kavanin-i zaruriyye muhkeme ve kat’iyye olan kavanin-i riyaziyyeye vechen mine’l-vücuh muhalif olmadığını ve olamayacağını tamamıyla kavanin-i riyaziyyeye mutabık ve muvafık bulunduğunu nazariyat-ı cedide ile Akaid-i İslamiyye’nin mebnası olan vahyin imkanını sem’iyyatın imkanını bugün nazariyat-ı kadime-i felsefiyye fiyye ile isbat etmek muvafık-ı hikmettir. Akaid-i İslamiyye kavaid-i kelamiyyeden menahic-i felsefiyyeden ahz olunmaz ancak nusus-ı celileden ahz olunur; meslek-i kelami üzere ilm-i kelama ihtiyac hasmın şübühatını asra göre hakim olan nazariyat ile isbat eylemekten münbaistir. Bugün hakim olan nazariyat nazariyat-ı cedidedir. Nazariyat-ı cedide bulunmaz ise üçüncü asırda zuhur eden mütekaddimin ilm-i kelamı ile altıncı asırda zuhur eden müteahhirin ilm-i kelamının ne kıymeti kalır? El-hasıl mezheb-i selefi bildiren ilm-i tevhid her müslüman kelamın yeri yoktur. Ancak sahabe-i güzin tabiin etba’-ı tabiin ve eimme-i müctehidinin mezahibi vechile i’tikadat-ı sem’iyye ile izah eden ve mesail-i mu’dıla-i felsefiyye ile mahlut olmayan ilm-i tevhidin yeri vardır. Şayed nazariyat-ı cedide-i felsefiyye ile müteahhirin-i mütekellimin-i ehl-i sünnet mesleği gibi mesail-i kelamiyyeyi veya ehl-i i’tizal mesleği gibi usul-i kelamiyyeyi birleştirmeye ihtiyac görülüyor ise köhne nazariyat atik felsefiyat yerine bugünkü nazariyat cedid felsefiyat ile birleştirip ona göre mesail-i kelamiyyeyi tevsi’ ve ta’dil etmek iktiza eder. Her hangi bir dini bir mezhebi bir mesleği tedkık ve onun hakkında idare-i kelam etmek; esasat-ı tabiiyye ve ahkam-ı fıtriyye ile kabil-i te’lif olup olmadığına dair doğru bir hüküm verebilmek için yalnız o dinin o mezhebin o mesleğin müntesiblerini gözden geçirivermek onların ahval ve ahlakını nazar-ı i’tibara almak kafi değildir. Böyle bir hükümde bulunabilmek için behemehal o dinin o mezhebin müştemil olduğu ahkam-ı esasiyyeyi inceden tikbali de nazar-ı dikkate almak; hey’et-i ictimaiyye için kabil-i tatbik olup olmadığını bütün inceliğiyle teemmül etmek lazımdır. Bu suretle olmayıp da gelişi güzel verilen hükümlerin pek çoklarının hata-alud olduğunu zaman göstermektedir. Çünkü o dinin o mezhebin istinad ettiği esaslar nefsü’l-emrde pek muhkem kavanin-i tabiiyyeye son derece muvafık olduğu halde zaman geçtikçe müntesibleri arasındaki tarz-ı telakkı başkalaştığı; dinden olmayan hatta dinin ahkam-ı asliyyesiyle taban tabana zıd olan pek çok şeyler guya dinden imiş gibi kabul edileceği şübhesizdir. Bu her yerde kabil-i tatbik olan bir esas-ı metindir. Mesela: Müslümanlık hakkında bir hüküm verebilmek onun muhtevi olduğu ahkamın kavanin-i tabiiyye ve ihtiyacat-ı beşeriyye ile muvafık olup olmadığını anlamak yelerini nazara almak kafi değildir. Maatteessüf pek çoklarımız bu dakıkadan gaflet veya tegafül ediyoruz. Son zamanlarda Avrupa müteassıbları tarafından Müslümanlık aleyhinde pek çok müftereyat icad edildi. Ahkam-ı İslamiyye hakkında neler söylenmedi. Onun bir din-i ibtidai olup asr-ı hazır insanlarının zihniyetiyle kabil-i te’lif olmadığı terakkıye engel olduğu… yolunda mugayir-i hakıkat ne kadar herzeler neşrolundu. Halbuki bunları söyleyenler ya doğrudan doğruya müslümanların halini nazar-ı i’tibara alarak söylüyorlar yahud Müslümanlığın hakıkatine nüfuz-ı nazar edemeyerek kısa bir düşünce neticesinde böyle bir hükümde bulunuyorlardı. Çünkü Müslümanlık tabii fıtri bir din olduğu cihetle ahkamının her asırda bulunan hey’et-i ictimaiyye için kabil-i tatbik olacağında şübhe yoktur: Maatteessüf Avrupa mutaassıbları tarafından ortaya çıkarılan bu hezeyanlar mütefekkirin-i İslamiyye’den geçinen bazı kimseler tarafından da mazhar-ı kabul oluyor; Din-i İslam’ın asr-ı hazır ile kabil-i te’lif olmayan bir çok ahkamı muhtevi olduğu söyleniyor. Maamafih zaman geçtikçe Müslümanlık aleyhinde söylenilen bu gibi sathi fikirlerin birer serab olduğu anlaşılmaktadır. Bize bu satırları yazdıran geçenlerde İkdam gazetesi sahibi Ahmed Cevdet Bey’in Lozan’dan kendi gazetesine gönderdiği bir mektuptur. Muma-ileyh İngiltere ile Rusya’da şu sırada içkinin men’ edildiğini söyledikten sonra bizim için şu zamanın da tam bir fırsat olduğunu binaenaleyh hükumet tarafından içkinin men’ edilmesi her nokta-i nazardan muvafık-ı hakıkat olacağını evliya-yı umurun nazar-ı dikkatine vaz’ ediyor idi. İşte bu münasebetle bu mes’ele hakkında biz de birkaç söz söylemek istiyoruz. Ma’lumdur ki Müslümanlık bin üç yüz bu kadar sene evvel içkiyi kat’i surette men’ ederek faili hakkında maddi ve ma’nevi pek çok cezalar göstermiş idi. Şübhe yoktur ki bunu men’ etmekte hey’et-i ictimaiyye namına pek çok faideler mevcud idi. Fakat son zamanlarda bizde ahlak öyle bir dereceye geldi ki bir çok menhiyyat adeta mübah sırasına geçti; bir kısım halk menhi ve haram olduğunu vazgeçmiyor diğer bir kısmı ise Avrupa’ya meclubiyetle bu gibi şeyleri adet-i levazım-ı medeniyyetten sayıyordu. Halbuki bugün erbabı nazarında anlaşılıyor ki bunlar levazım-ı medeniyyet değil belki muhrib-i cem’iyyettir. Bunun için Avrupa’nın her tarafında men’-i müskirat cem’iyetleri teşekkül ediyor. On dört asır evvel İslamiyet’in men’ ettiği şürb-i hamr bugün nizam ve kanun ile men’ olunmaya çalışılıyor. İşte bu gibi hakayık ile pek a’la tezahür ediyor ki İslamiyet din-i ibtidai değil din-i umumi ve fıtridir. Bundan tahminen bir sene mukaddem elime geçen kelimesi olmaksızın Buhari ceraidin birinde Alman cenerallerinden birinin taht-ı kumandasındaki askere ber-vech-i ati bir nutku nazar-ı dikkatimi celb etmişti: “Gerek zabit gerek efrad bütün askerler manevradan ta’limden avdet ile vazifelerini ifa ettikten yüzlerinin tozlarını toprağını yıkadıktan sonra rakı ile üzüm suyu ile serhoş olmayı i’tiyad edindiler. Bu ise insaniyet nezzül eden failleri için ne kadar ayıp ne kadar mucib-i haybettir. Nasıl ayıp olmasın ki bunun failleri toprakların üzerine yatarak muttasıl hezeyan eder ifakat bulduktan sonra da baş ağrısıyla musab olup zelil ve perişan olur. Binaenaleyh sizden her kim keyfi zevki peşinde koşuyorsa elini yüzünü yıkayıp tuvaletini yaptıktan sonra kahve yahud çay içsin! İyi biliniz ki: İnsanların lezzet keyif yalnız yalnız şürb-i hamra münhasırdır zannettikleri zamanlar geçmiştir. Tecarib-i sahiha kat’iyyen meydana çıkardı ki: Lezzet keyif şürb-i hamra mahsus değildir. Ondan daha leziz çok şeyler vardır. Binaenaleyh sahib-i akıl olanlar için şürb-i hamr ile aklını gidermeye çalışmak layık değildir.” Bu ceneralin naklettiğimiz şu sözleri şübhe yok ki ulu orta söyleniyormuş kıymetsiz sözlerden değildir. Zira çok zamanlar olmuşdur ki Cenaral de şürb-i hamr adet-i zemimesini takbih değil belki de bugün kendi fikrini levm edenler gibi o da müstahsen görüyordu. Evet cenaralin bunu söylemesi nefsinin mecbul olduğu fıtrat-ı selimeye rücu’ ettikten sonradır; çünkü nüfus-ı insaniyye ayine-i kalbi denis-i heva ile mestur olarak nur-ı hidayetin ziyasından mahrum kalmadıkça daima insafa mütemayil hakaika vasıl olmak hassasına maliktir. Ruhunu ne muhite ne de başka bir şeyin te’sirine kaptırmayarak yalnız tabiat ve fıtrat-ı asliyyesiyle düşünecek olursa o zaman şübhe yok bütün eşya kendisine olduğu gibi tecelli eder; onlarda olan kubh ve hüsnü anlamaya muvaffak olur. Fakat kendisini bir takım avamilin te’sirine kaptıracak olursa o zaman eşyayı olduğu gibi göremeyeceği bi-iştibahdır. On üç asırdan beri Müslümanlık bize esrar-ı kainatı anlatmış mebadi ve esas-ı ıslahı bildirmiş salikleri için tarik-ı saadeti göstermiş idi. Nüfusları şaibe-i taassub ve şehvetten tecerrüd edenler Müslümanlık’ın saadet-i beşeriyye için ortaya koyduğu bu esas-ı kavimi her zaman telakkı bi’l-kabul eylemişler bir kısım halk ise ona karşı zeban-ı taarruzlarını uzatmayı kendilerine adeta bir vazife edinmişlerdir. Gerek bilerek gerek bilmeyerek ahkam-ı fie-i kalile ta bidayet-i İslam’dan bu ana kadar ağızlarına gelen müftereyat ile nur-ı ilahiyi söndürmeye şitab etmişlerse de onlara rağmen bu nur daima tezayüd etmekte bulunmuştur: Garb aleminin bir tarafında Müslümanlık’ın mani’-i terakkı olup beşeriyet için bir saadet te’minine gayr-i kafi bir din-i ibtidai olduğu kanaati neşr edilmeye çalışılırken diğer tarafında da ahval-i ictimaiyyelerini ıslah ve tanzim Bundan beş altı sene evvel Fransa men’-i müskirat cem’iyeti a’zasından biri İstanbul’a gelerek bir konferans veriyor: “Bizim mazarratını henüz anlayarak beşeriyeti bundan kurtarmak için cem’iyetler teşkiline lüzum gördüğümüz surette men’ etmiş ise de siz müslümanlar bunu ihmal etmişsiniz…” gibi bizim için hem mucib-i ar hem de mucib-i mefharet olacak beyanatta bulunuyordu. Balaya hitabesini naklettiğimiz Alman ceneralinin de ordusuna sirayet eden fesad tohumlarını İslam’ın meydana koyduğu turuk-ı hikemiye ve esrar-ı baliğa ile nez’ etmeye şitab ettiğini görüyoruz. Evet bu hassa ile mümtaz olan yalnız o Fransız yahud Alman kumandanı değildir. Belki bugün munsıfane düşünen her garb ve şarklı bu hakıkati teslim etmektedir. Nasıl ki garb ve şarkdaki harb-i umumide bugün Rusya ve İngiltere devletlerinin askerinin bize karşı daha sağlam bir vücud daha metin bir fikir ile muharebe edebilmelerini te’min için –o kadar varidata rağmen– bunu men’ etmeye çalışmaları da bu hakıkati göstermektedir. Bu ise şeriat-i İslamiyye’nin sıdkına onun fıtri bir din olduğuna pek vazıh bir şahiddir. Zaten bizde gayr-i kabil-i tezelzül bir iman bir kanaat vardır ki: Zaman geçtikçe İslam’ın kaffe-i ahkamının hak ve hakıkati muarızları tarafından da teslim olunacaktır. Bütün etibba-yı hazıka ve erbab-ı insaf nazarında hey’et-i ictimaiyye için pek büyük bir musibet olduğu tezahür etmiş olan şürb-i hamr mes’elesi bundan tam on dört asır evvel İslamiyet tarafından suret-i kat’iyyede men’ edilmiş o yüzden hey’et-i ictimaiyyeye terettüb edecek bi-nihaye mazarratlar gösterilmiş; kaffe-i saadetin aslı mesalih-i ictimaiyyenin imadı olan aklı mahvettiği cem’iyet-i beşeriyyenin nizamını muhil olduğu pek veciz bir surette anlatılmış idi. Nasıl ki şu hadis-i şerifler bu hakayıkı pek beliğ bir surette ifade ediyorlar: Hamr kaffe-i fısk u fücurun; bilumum fenalıkların anasıdır. yerine et-Taberani Evet şürb-i hamr bütün fenalığın başı olduğu hatta fıtri olan İslamiyet bunu men’ etmiş onu göstermek için zeval-i imanın esbabından addetmiştir. Bu hadis-i şerifde şübhe yok ki şürb-i hamrın mebadi-i imana olan şiddet-i münaferetine şakaya dai olduğuna tenbih vardır. Çünkü mü’minin dini saadet ve terakkı dinidir. Hülasa şeriat-i İslamiyye şürb-i hamrdan bizi birkaç suretle tenfir ediyor: Bazen onu amel-i şeytan ile bazen ümmü’l-habais ile tavsif bazen de [terk-i] imana sebeb göstermek suretiyle şürb-i [hamrı] tenfir ediyor ki bunda muhatabın hali de nazar-ı dikkate alınıyor. Şimdi bu makalemizde kariin-i kiramın nazar-ı dikkatlerine gayet mühim bir hadise arz etmek isteriz. Geçen haftaki makalede zikr olunduğu vechile Hazret-i Ömer’in Halid bin Velid’i umum kumandanlıktan azl ile kumandanlığın Ebu Ubeyde’ye tevcihi işbu harb esnasına tesadüf etmiş idi. Kumandanlık menşurunu hamil olan sai o esnada orduya vasıl oldu. Ve menşuru Ebu Ubeyde hazretlerine teslim eyledi. Ebu Ubeyde hazretleri menşuru kıraat buyurduktan sonra gelen saiye keyfiyetin ketm ve ihfasını tenbih eylediği gibi kendisi de menşuru ketm ve ihfa eyledi. Yine eskisi gibi Halid’in taht-ı kumandasında olarak fırka kumandanlığıyla vazife-i cihada devam eyledi. Ta Dımeşk-i Şam feth oluncaya kadar bu menşuru ibraz etmedi ve umum kumandanlığa da el sürmedi. Buna sebeb ne idi? Hiç şübhesiz ordudaki ittihad ve ittifakı muhafaza. Ebu Ubeyde menşuru ibraz edip de kumandanlığı der’uhde edecek olsa idi ihtimal ki orduda nifak ve şikak zuhur edecek ve muzafferiyet olamayacak suretle feda eyledi. Menşuru ibraz ettikten sonra Hazret-i Halid de kat’iyyen bir guna teessür ve infial göstermeyerek: “Ben neferlikle olsun mücahidin miyanına kabul olunamayacak mıyım?” diye Ebu Ubeyde’den sual eyledi. Ebu Ubeyde de kendisini fırka kumandanlığına nasb ve ta’yin eyledi. şeklinde Ahmed ibn Hanbel Şimdi burada bu iki büyük zatın her ikisinin de ibraz eyledikleri ulüvv-i cenab ile İslam ordusunu şikak ve nifaktan vikaye ve muhafaza için ihtiyar ettikleri fedakarlıklara kariin-i kiramın ve ba-husus asker evladlarımızın nazar-ı dikkatlerini celb etmekten geri duramayacağız. Buraya kadar zikr olunan muharebat ile bu yolda ihtiyar olunan tahammül-fersa fedakarlıklar Asr-ı saadet ile Hulefa-yı Raşidin zamanına aid olanlardır. Şimdi bir de bunu vely eden tabiin zamanına atf-ı nazar edelim. Emevilerden Velid bin Abdilmelik’in zamanında biri kılındı. Irak ordusunun umum kumandanlığı Kuteybe bin Müslim Mısır ordusunun kumandanlığı da Musa bin Nusayr nam kahramanlara tevdi’ olunmuş idi. Bu kahramanların her birinin rayeti altında bulunan mücahidinin adedi kırkar bin kişi raddesinde idi. Kuteybe ordusuyla şarka Musa garba müteveccihen hareket ettiler. Memalik-i İraniyye zaten Hazreti Ömer zamanında feth olunmuş olduğu cihetle şark ordusu fütuhata Türkistan-ı Kebir’den başladı. Kuteybe merkezden pek uzak düştüğü cihetle geriden imdad almak ihtimali külliyyen mefkud Türkistan-ı Kebir’de mevcud büyük ve küçük müteaddid hükumetleri havza-i İslam’a aldıktan sonra ta Çin hududuna vasıl oldu Çin hükumetini de haraca kesti. Hangi kuvvetle? İşte o maiyyetinde bulunan kırk bin kişi ile ki bunların da cümlesi ber-hayat olarak oraya vasıl olmadılar. Pek tabiidir ki bir çokları ya mecruh veya şehid oldular. Kuteybe’nin bu kadar cesim fütuhata nail olması Çin hükumeti gibi bir hükumet-i cesime-i kaviyyeyi tehdid ederek bila-harb haraç-güzar eylemesi ne sayede oldu? Hiç şübhesiz ittifak ve ittihad sabır ve metanet sayesinde. Kahraman Musa bin Nusayr ise taht-ı kumandasında bulunan gazilerle Afrika’ya susuz ateşin kum deryalarını yararak Berberi taifesi gibi muharib anud bir taifeyi seyf-i kahramananesine ram ederek müddet-i kalile zarfında Bahr-i Muhit-i Atlasi sahiline Kanarya Adaları karşısına vasıl oldu. Kahraman Musa galeyana gelerek atını yahud ala-rivayetin devesini denize sürdü. Bir müddet gittikten sonra tevakkuf etti. Yüzünü semaya çevirdi: Ya Rab sen şahid ol ki işte bu deniz seyr ü hareketime mani’ oldu. Eğer olmaya idi senin tevhid-i Rabbani’ni münteha-yı arza kadar neşr ü i’lan edecek idim.” dedi. Kur’an’ın hurma yapraklarıyla kemikler üzerinden cem’ ve telfikı esnasında tahrif ve tebdil ziyade ve noksan gibi şeyler vukua gelmiş olduğuna dair vaktiyle çıkarılıp bugün bile bazı sebük-magzan nezdinde revac-pezir olabilen şayialar esasat-ı diniyyeye müteallık meydana konulan şübhelerin en zaif ve en hükümsüzüdür. Hıristiyanlık’ın neşr u ta’mimine çalışan misyonerler tarafından bu yolda bir çok şeyler söylenilmiş ve yazılmış; onların bu yoldaki akval-i bi-meali müslümanlardan siret-i nebeviyyeye İslam’ın usul ve erkanına nüzul-i Kur’an’ın tarihine vakıf olmayan bir takım efkar-ı basita ashabı nezdinde cay-ı kabul bulunmuştur. Son zamanlarda ulema-yı Ezher’den bir refikımız tarafından sevk-i hamiyyetle bu yolda safsata ve mugalataları red ve ibtal zımnında bir risale te’lif edilmiş ise de mündericatını tedkık ettiğimiz zaman maksada kafi ve münkirine kanaat-bahş olabilecek vesaik ve ma’lumatı cami’ olmadığını anladık. Müellifine vüs’ u iktidarı nisbetinde girişmiş olduğu mücahede-i diniyyeden dolayı minnetdarlığımızı beyan etmekle beraber selef-i salihe aid asarda müteferrik bir surette nazar-ı ıttılaımıza müsadif olup da mezkur risalede göremediğimiz asar ve vesaiki de şurada kayd ve zikr etmeden geçemeyeceğiz. Kur’an-ı Kerim’in cem’i hakkındaki akval iki noktaya Kur’an’ın tilaveten cem’i asla tereddüd ve şübhe caiz olmayan ahvaldendir ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hin-i irtihalinde Kur’an sahabe-i kiramdan bir çoğu tarafından ezber edilmekle beraber tabiinden bir sınıf da Kur’an’ı onlardan ahz u telakkı eylemiş ve hıfz-ı Kur’an o zamandan bu ana kadar tabakat-ı huffaz arasına tevali ve taakub edegelmiştir. Ayat-ı Kur’an iyye’nin tertib ve surelerdeki mevazi’-i asliyyelerine vaz’ı mes’elesine gelince aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz bir veya birkaç ayet nazil oldukça bunların felan surede felan ayetin yanına vaz’ edilmesini emreder; huffaz-ı sahabe emir ve ihtar-ı peygamberiye bit ederler idi. Ayat-ı Kur’an iyye muhtelif ve mütenevvi’ bir takım esbab ve makasıda binaen nüzul eder ve canib-i risaletten ta’yin olunan mevakıa vaz’ edilir idi. Kur’an’dan en son nazil olan ayet kerimesidir. Ulema-yı Kur’an bu ayetlerin nüzulünden sonra Risalet-penah efendimizin kaç gün yaşamış olduğu hakkında ihtilaf etmişlerdir. İhtilaf-ı rivayat dokuzla seksen bir arasında cereyan etmekte ise de ercah-ı akval dokuz gece yaşamış olmasıdır. Tabiidir ki bu kadar müddet zarfında süver ve ayat-ı Kur’an iyye’nin tertibine Başmuharrirha miyanında ahd-i Risalet-penahide ayat ve süver-i Kur’an iyye’nin tertibi hususunda ihtilaf hasıl olmuş olduğunu gösterecek bir rivayete tesadüf edilmemektedir. Bilakis ehadis-i sahiha-i mütevatire delaletiyle anlaşılmaktadır ki Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz dar-ı bekaya irtihal ettikleri zaman sahabe-i kiramdan bir kısmı Kitabullah’ı ezber tilavet etmekte idiler. Kur’an’ın vefat-ı peygamberiden mukaddem ezber edilmiş olduğu muhakkak olmakla beraber hayat-ı Risalet-penahi esnasında sahabe-i kiram arasında Kur’an’a müteallık bir ihtilaf tahaddüs ettiği de işitilmemiştir. Kur’an Resul-i ekrem efendimizden rivayet ve fem-i mübareklerinden istima’ edilegelmiş ve sonraları tabiin ve etba’-ı tabiin rivayet-i sahiha ve esanid-i muhkeme vayet-i Kur’an’ın tevatür-i kat’i mertebesine vasıl olduğu şek ve şübheden varestedir. ayet-i kerimesi İbni Abbas ve Muhammed bin Ka’b el-Kurazi radiyallahu teala anhü[m]adan rivayet edildiğine göre Ashab-ı Suffe hakkında nazil olmuştur. Ashab-ı Suffe dört yüz kişiden ibaret olup bunlar Kur’an-ı Kerim’i hıfz ve taraf-ı Risalet-penahiden gönderilen seriyyelere iltihak ederek gaza etmeye vakf-ı nefs eylemişler idi. Suffe Mescid-i Nebevi dahilinde üstü örtülü bir mahal olup bu zevat-ı kiram orada ikamet ederler Ulema-yı din eskiden beri Kur’an’a Kur’an’ı hıfz edenlerin tercüme-i hallerini zabt u tescil ve bunların tabakatını beyan hususuna pek büyük bir ehemmiyet atf edegelmişlerdir. Yine bütün ulema Kur’an’ın ahd-i güzin-i risaletde sudurda mahfuz olduğunu müttefikan beyan etmekte oldukları gibi sahabe-i kiram miyanında Kur’an’ı hıfz ve onu zat-ı Risalet-penahi’ye baştan aşağı arz ve tilavet edenlerin mikdarı da mazbut ve muayyen olup bu babda beyne’l-ulema bir ihtilaf mevcud değildir. Kurra hakkında eser te’lif edenlerin en meşhuru İmam Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed bin Ahmed Osman ez-Zehebi’dir. Tarih-i vefatı Tabakatü’l-Kurra’ nam eserinin esas ve me’hazi kendi te’lif-kerdesi olan Tarih-i Kebir’idir. Zehebi bu eserine tabaka-i ula ricalinin zikriyle başlıyor ve bu tabakayı teşkil edenler Kur’an’ı zat-ı akdes-i Risalet-penahi’ye şifahen arz ve ondan semaan rivayet edenler olduğunu Emirü’l-mü’minin Osman bin Affan radiyallahu anh bu tabaka ricalinin ser-amedanından bulunduğunu söylüyor. Yine Zehebi diyor ki: Cenab-ı Osman ahd-i risalette Kur’an’ı cem’ edenlerden biridir. Mugıre bin Ebi Şihab el-Mahzumi Kur’an’ı ondan ahz ve tilavet eylemiştir. Tabaka-i ulaya mensub kurra’-i kiramın eazımından biri de Übey bin Ka’b bin Kays el-Ensari’dir. Übey ümmetin akra’i idi. Zehebi’nin rivayetine nazaran Übey bin Ka’b Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimize arz-ı Kur’an eylemiş ve İbni Abbas Ebu Hüreyre Abdullah bin Saib Abdullah bin Ayyaş bin Ebi Rebia Ebu Abdurrahman es-Sülemi kıraat hususunda ondan telakkı-i feyz etmişlerdir. Ebu Kılabe Übey bin Ka’b’ın muntazaman sekiz günde bir hatm-i Kur’an eylediğini rivayet etmektedir. Abdullah bin Mes’ud radiyallahu anh de huffaz-ı sahabedendir. Cenab-ı ibni Mes’ud Kur’an’ı cem’ ve Resulullah’a arz ve tilavet edenlerin biridir. Fem-i Risalet-penahi’den yetmiş sure hıfz etmiş olduğunu makam-ı tahdisde söyler idi. Alkame Mesruk Esved gibi bir takım zevat ondan ahz-ı kıra’at etmişlerdir. – - “Kim Kur’an’ı an-ı nüzulündeki gibi taze ve mutarra olarak kıraat etmek isterse İbni Ümmü Abdullah yani Abdullah bin Mes’ud gibi kıraat etsin hadis-i şerifi İbni Mes’ud’un bu hususdaki kemalatının hakıkı mi’yarıdır. Ebu Mes’ud diyor ki: Allah’a kasem ederim ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Kitabullah’ı şundan “İbni Mes’ud’u göstererek” daha a’lem terk ve tahlif ettiği bir kimse bilmiyorum. Revahu Müslim fi Sahih ihi Ecille-i huffaz-ı sahabeden biri de Katib-i Nebi Zeyd bin Sabit el-Ensari el-Hazreci’dir. Zehebi diyor ki: Hazret-i Zeyd ahd-i risalette ve sonra Hazret-i Sıddik’ın zaman-ı hilafetinde Kur’an’ı cem’ etmiş ve Osman-ı Zinnureyn radiyallahu anhın bilad-ı İslamiyye’ye birer nüsha tevzi’ ettiği Mushaf-ı Osman’ın vazife-i kitabetini der’uhde etmiştir. Ebu Hüreyre ve İbni Abbas Zeyd bin Sabit’ten ahz-ı Kur’an edenler miyanındadırlar. Ebu Abdurrahman es-Sülemi diyor ki: Zeyd bin Sabit Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin azim-i a’la-yı illiyyin oldukları sene iki defa Kur’an -ı azimü’ş-şanı kendilerine okumuşlardı. Benim Zeyd bin Sabit kıraatini ahz u telakkı etmekliğimin esası şudur ki Zeyd vahiy kitabetinde bulunmuş Kur’an’ı Resulullah’a okumakla beraber ve son defa Resulullah’a arz-ı Kur’an resm-i mübeccelinde isbat-ı vücud şerefini de ihraz etmiştir. Zeyd bin Sabit hazretleri halka ta’lim-i Kur’an vazife-i kudsiyyesini kendine daimi bir meşgale ittihaz etmiş olduğundandır ki cem’-i Kur’an hususunda Hazret-i Ebubekir Ömer bin el-Hattab’ın mazhar-ı i’timadı olmuş ve Osman-ı Zinnureyn mesahif-i şerifenin vazife-i Ahd-i saadette Kur’an’ı Zeyd bin Sabit Übey bin Ka’b Muaz bin Cebel ve Ebu Zeyd el-Ensari cem’ etmişlerdir. Tabaka-i ulaya aid huffazdan biri de Ebu Musa el-Eş’ari’dir. Hayber’in fethi esnasında huzur-ı Risalet-penahiye gelmiş Kur’an’ı ve ilm-i dini ondan ahz u telakkı etmiştir. Ebu Reca’ el-Utaridi Hıtan Rakkaşi Ebu Musa el-Eş’ari onun telamizindendirler. Hakim-i ümmet ünvan-ı mübeccelini ihraz etmiş olan Ebu’d-Derda’ radiyallahu anh de bu tabaka ricalindendir. Zehebi onun da Resulullah’dan kıraat-i Kur’an eylediğini rivayet etmektedir. Zeyd bin Abdilaziz diyor ki: Ebu’d-Derda’ Cami’-i Dımeşk’de sabah namazını eda eder etmez kıraat-i Kur’an için başına azim bir cemaat toplanır ve bunları onar onar tefrik ederek her on kişiye bir muid ta’y[i]n kendi de mihrabda durarak bunların ahvalini tecessüs ve tarassud eyler idi. Mütealliminden biri yanıldı mı muide müracaat eder. Muid tashihe muktedir olamazsa Ebu’d-Derda’ hall-i müşkil eylerdi. Ebu Amir bu muidlerden biri olup Ebu’d-Derda’nın Müslim bin Mişkem diyor ki: Ebu’d-Derda’ kendisinden teallüm-i Kur’an edenleri ta’dad etmekliğimi emretti. Saydım. Mecmu’-ı mikdarları bin altı yüz küsür kişiye baliğ oluyordu. Bunlardan her on kişinin başında bir muid bulunmakta olup Ebu’d-Derda’ bunlar üzerinde nezaret ve murakabe vazifesini ifa ederdi. Müteallim muid vasıtasıyla kıraatte rüsuh peyda ettikten sonra ikmal-i ma’lumat için Cenab-ı Ebu’d-Derda’nın hususi halka-i tedrisine dahil olur idi. Zehebi Emirü’l-mü’minin Ali bin Ebi Talib kerramallahu veche efendimizin mecmu’ Kur’an’ı hıfz edip etmemiş olduğunda ihtilaf mevcud olduğunu rivayet ediyor. Ali bin Ramah’dan Hazreti Ali’nin ahd-i risalette cem’-i Kur’an edenler miyanına dahil olduğunu rivayet etmekle beraber Yahya bin Adem’den şunu naklediyor: Ebubekir bin Ayyaş: –Ali radiyallahu anhin Resulullah sallallahu aleyhi vesellemden Kur’an’ı kıraat etmediği fikrinde bulunuyorsunuz değil mi?.. dedim. “Bunu söyleyen hezeyan etmiş” sözüyle mukabele etti. Zehebi tabaka-i ula ricalinin teracim-i ahvali hakkında veriyor: Hayat-ı peygamberi esnasında Kur’an’ı hıfz ve diğerlerine ta’lim eylemiş oldukları muhakkak olan zevat bunlardan ibaret olup eimme-i aşereye aid vücuh-ı kıra’atin medar-ı esanidi bunlardır. Kur’an -ı azimü’ş-şanı cem’ edenler miyanında bunlardan başka Muaz bin Cebel Ebi Zeyd Salim Mevla Huzeyfe Abdullah bin Ömer ve Ukbe bin Amir gibi bazı zevat daha var ise de bu babda esanid-i muttasılaya müstenid ma’lumatı haiz olmadığımızdan bahsimizi salifü’z-zikr yedi zata hasr etmeye mecbur olduk. Zehebi tabaka-i saniyeyi sahabe-i kiramdan olup da doğrudan doğruya zat-ı Risalet-penahiden okumamış belki tabaka-i ula ricalinden telakkı-i feyz etmiş olan zevata tahsis etmektedir. Bu tabakanın en meşhur ricali Ebu Hüreyre Abdullah bin Abbas Abdullah bin Saib Mugıre bin Şihab ve Alkame bin Kays’dır. Alkame iki sene zarfında ikmal-i kıraat ettiğini söyler idi. Sonraları muvacehe-i Beytü’l-haram’da bir gecede hatm-i Kur’an’a muvaffak olduğu rivayet edilmektedir. Alkame Kur’an’ı İbni Mes’ud’dan okumuş ve ayrıca Ömer bin el-Hattab Ali bin Ebi Talib Ebu’d-Derda’ ve Aişe radiyallahu anhümden bin Nudayle İshak ve saire onun şakird-i fazl u irfanıdırlar. Bu tabakaya mensub ricalin en büyük siması tabiinden Kufe’nin mukri’-i yeganesi Ebu Abdirrahman es-Sülemi Abdullah bin Habib’dir. Bu zat Kur’an’ın tilavet ve hıfz u tecvidi hususunda bir liyakat-ı harika göstermiş ve Kufe Cami’-i Kebiri’nde kırk sene halka ta’lim-i Kur’an vazife-i mebruresiyle dem-güzar olmuştur. Eban bin Yezid’in Asım vasıtasıyla Ebu Abdirrahman’dan rivayetine göre müşarun-ileyh Kur’an’ı Hazreti Ali ile Mansur bin Mu’temir’den ahz u telakkı etmiştir. Ata’ bin Saib Hammad bin Zübeyr ve saireden Ebu Abdirrahman’ın atideki sözünü rivayet etmektedir: Kur’an’ı bir takım kimselerden ahz ettik ki onlar on ayet öğrendiler mi onların künh ü serairine muttali’ olmadan diğer ayetlere geçmezler idi. Biz bu gibi zevattan Kur’an’ı cihet-i ilmiyyesiyle birlikte öğreniyor idik. Fakat Kur’an’a bizden sonra bir takım kimseler varis olacak ki su içer gibi külfet-i teemmül ve tedebbürden ari bir surette Kur’an’ı vird-i zeban edecek; onun feyz-i ruh-perveri kalplerine sirayet değil elini boğazının üzerine koyarak burayı bile geçmeyecektir. bize beşer ayet ta’lim eder idi. Ebu Abdirrahman diyor ki: Daima Ali’ye müracaatla bana ta’lim-i Kur’an etmesini rica eder idim. Her müracaatımda: “Zeyd bin Sabit’in yakasını bırakma!” cevabıyla mukabele ederdi. Nihayet Zeyd’in meclis-i tedrisine mülazemet ve tam on üç sene kendisinden telakkı-i Kur’an eyledim. Ata’ bin Saib Ebu Abdirrahman es-Sülemi’den şöyle rivayet ediyor: Osman İbni Mes’ud ve Übey bin Ka’b gibi üstad-ı kıra’at olan zevat bana söylerler idi ki Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendilerine on ayet ta’lim ve telkın eder ve bu ayetlerin tazammun ettiği ahkamın cihet-i ilmiyyesini de hakkıyla öğrenmeden diğer on ayete geçmelerine müsaade etmez imiş. İşte biz böyle Kur’an’ı hükmüyle amel kaziyyesiyle müterafık olarak teallüm ettik. Abdullah bin Ayyaş el-Mekki Ebu Reca’ el-Utaridi Ebu’l-Esved ed-Düeli ve Ebu’l-aliye er-Riyahi el-Basri dahi bu tabakanın rical-i meşhuresindendir. huda-pesendane himmet ve gayretleriyledir ki Kur’an-ı Kerim’in bugüne kadar tahrif ve tebdilden masuniyeti teyessür-pezir olmuştur. Kur’an’ın taraf-ı ilahiden nazil olduğu gibi rivayet edilmiş olduğunun tevatür mertebesine vusulü yine bu iki tabaka ricalinin mahsul-i feyz-i tamamen mahfuz ve bugünkü tarz-ı tilavete tamamıyla muvafık olarak tilavet edilmekte bulunduğu ve binaenaleyh bugünkü kıraatler muhdes şeyler olmayıp mevzu’-ı bahs olan her iki tabaka ricaline müntehi esanid-i sahiha ile Cenab-ı Peygamber’den telakkı ve rivayet edilmiş olduğu tebeyyün eder. Bu babda “ Kur’an’ın yedi harf üzere nüzulü” bahsinde daha ziyade tafsilat verileceğinden Kur’an’ın kitabeten cem’ine nakl-i kelam ediyoruz. Fazıl-ı muhterem Abdülaziz Çaviş Efendi hazretleri tarafından te’lif ve cüz’-i evveli bu defa mevki’-i istifadeye vaz’ edilmiş olan Esrarü’l-Kur’an ünvanlı tefsirin Tefsirin dibacesinde müellif-i muhteremin kendisini bu emr-i hatire sevk eden esbab ve avamili serd ve izah yolundaki beyanat-ı mühimmesi eserin millet-i İslamiyye’nin dini ahlakı ictimai ihtiyacatı nokta-i nazarından ne kadar mühim ve ulvi bir fikir ve ictihad mahsulü olduğunu pek güzel isbat ediyor. Eslaf-ı muhakkıkın tefsir-i Kur’an’a aid yazdıkları eserlerinde ayrı ayrı birer meslek ve gaye ta’kıb ettikleri gibi fazıl-ı müşarun-ileyh de eser-i kıymetdarında şimdiye kadar bu vadide ta’kıb edilen nikat-ı nazardan pek farklı ihtiyacat-ı hal ve zamana cidden muvafık bir gayeyi nasb-ı nazar ittihaz etmiştir. Esrar-ı Kur’an’da tefsir edilmek istenilen bir ayetin tahlil ve rabtı kelimatın maani ve ahval-i iştikakıyyesi vücuh-ı kıra’at ve esbab-ı nüzulü ve saire gibi şeylerle iştigal edilmemektedir. Hep bu mebahis ümmehat-ı tefasire mevdu’ beyanat-ı semihaneye terk ve tefviz edilmektedir. Müellif Esrar-ı Kur’an’da ayat-ı Kur’an iyye’nin ruhuna nüfuz ederek kelam-ı ezelide meknuz olan bi-nihaye hikem ve hakayıktan serair ve ahkamdan kariha-i ceyyidesinin müsaadesi nisbetinde istifazaya çalışmış deha-yı fikri ve iktidar-ı ilmisinden mülhem olarak meydana çıkardığı hakayık-ı aliyye-i diniyye İslam’ı cidden hoşnud edecek bir kıymet ve mahiyette bulunmuştur. Müellifin iltizam ettiği meslek-i nevinin mehasin-i gayr-ı mahdudesi miyanında en ziyade şayan-ı tebcil cihet beyanat-ı vakıasından da anlaşılacağı vechile efkar ve mütalaat-ı zatiyyesinin mahsulü olmayarak doğrudan doğruya nusus-ı Kur’an iyye’den telakkı ve istinbat ettiği hakayık-ı diniyye ve serair-i ledünniyyenin alem-i tatbiki hakkında gösterdiği fevkalade muvaffakiyettir. Atiyen görüleceği vechile müellif esna-yı tefsirde ayat-ı Kur’an iyye’nin gencine-i esrarından istihrac ettiği hakayık-ı bakireyi teşrih ve teşhir ettikten sonra husama-yı din tarafından maali-i İslam’a karşı fen ve felsefe ve nazariyat-ı letlerin def’i hususunda ayat-ı müfesserenin feyz-i ilham ve irşadından bi-hakkın istifade cihetini kat’iyyen ihmal etmiyor. Ve yine tekrar ederiz ki hep bu mübareze ve münakaşalarda nusus-ı Kur’an iyye’den başka kendisine bir istinadgah aramıyor. İşte esrar-ı Kur’an serd ettiğimiz havass-ı mümeyyizesiyle mücerred Kur’an -ı Hakim’i tefsir nokta-i nazarından tefasir-i mevcude miyanında cidden ali ve mümtaz bir mevki’ işgal etmiş olduğu gibi medeniyetin ictimaiyyatın fennin terakkıyat-ı mütevaliyesi ne derecelere varırsa varsın ve bu terakkıyat maddi ma’nevi ne gibi inkılabat husule getirirse getirsin diyanet-i selametini kafil olmak hasisa-i ezeliyyesinden zerre gaib etmeyeceğini gayet vazıh delail ve berahin ile enzar-ı mahiyetini haiz bulunmaktadır. Zaten eser-i müşarun-ileyh gibi dibace-i ser-nüvişt-i hayatı din ve millet uğurundaki mücahedat-ı huda-pesendanesine aid olan menakıb-ı fahire ile mutarraz ve müzeyyen olan ve bütün mesai-i hayatını sermaye-i deha ve irfanını cism-i İslam’ı günden güne zebun-ı istilası eden emraz-ı fikriyye ve ictimaiyyenin teşhis ve tedavisine vakf eden bir zata aid olması kariin-i kirama onun kıymet ve mahiyeti hakkında müessirden esere intikal suretiyle bir fikir verebilir zannederiz. Cenab-ı Hak müslümanlar üzerine namazı farz kıldığı gibi zekatı da farz kılmıştır; cem’iyet-i beşeriyye içinde fukara ve muhtacinin tehvin-i ihtiyacı için ağniya-yı müsliminin bir kısım mallarını infak etmeleri kendilerine farzdır. Din-i İslam buna o kadar ihtimam etmiştir ki Kur’an’ın her neresinde “Namaz kılınız..” emri var ise akıbinde “Zekat veriniz” emri de vardır. Şübhe yoktur ki din-i fıtri olan Din-i İslam’ın zenginler üzerine zekatı farz kılmasında pek büyük bir hikmet vardır. Bugün dünyada irtikab edilen ceraim ve sirkatin aslını tedkık ve taharri edecek olursak kısm-ı küllisinin edilecek olsa hem fukara ve muhtacinin ihtiyacı tehvin edilmiş olur; hem de onların hali ıslah nefisleri tehzib evladları terbiye ile cem’iyet-i beşeriyyeyi onların şerrinden tahlis edilmiş olur. Aynı zamanda bir çok sari hastalıkların da önü alınmış olur. Şübhe yok ki muhibb-i mal olanlardan bazıları tarafından: “Bu hal fukarayı atalete sevk etmek; onları hizmetten men’ memleketi onlar ile intifa’dan mahrum etmektir” tarzında ileriye sürülen nazariye hiç de muvafık-ı hakıkat değildir. Eğer bunların dedikleri doğru olmuş olaydı ne Cenab-ı Fatır-ı Hakim bizlere bunu farz kılar ne Cenab-ı Peygamber tarafından böyle bir emir vaki’ olur ne kütüb-i semaviyye fukaraya muavenete teşvik eder ne de bugün nev’-i insaniyyetin halini fukara için melce’ler bulunurdu. zaruri olduğu cihetle Cenab-ı Hak bunu erkan-ı İslamiyye’den bir rükn-i mühim olarak müslümanlara bildirmiştir. Kur’an’ın bir çok yerlerinde: emr-i ilahisi varid olduğu gibi Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de: “İslam beş esas üzerine bina kılındı: Allah’dan başka ma’bud-ı hakıkı olmayıp Cenab-ı Muhammed onun hak resulü olduğuna şehadet namaz kılmak zekat vermek Ramazan-ı şerif’de oruç tutmak muktedir olan kimse için hacca gitmek”tir hadis-i şerifiyle bunu beyan etmiştir. Şimdiye kadar müslümanlarca cari olageldiğine göre zekat verecek olanlar ekseriyetle Ramazan-ı şerif’de veriyorlar. Şübhe yok ki Ramazan-ı şerif takarrüb ettiği cihetle bu farz-ı ilahi yine ifa edilecektir ve edilmelidir. Çünkü dinimiz bu yolda emrediyor. Fakat bunu daha ziyade kimlere vermek lazımdır? Ve kimlere verirsek ind-i muhtacinin ihtiyacını tehvin için meşru’ kılınmış olmakla en ziyade muhtac olanlar kim ise onlara verilmek laolmaksızın Buhari zımdır. Bugün en ziyade muhtac-ı muavenet olanlar ise hudud boyunda düşman-ı din ve vatan ile göğüs göğüse çarpışan kendi vücudunu düşman kurşunlarına kalkan edinen şeci’ ve bahadır askerlerimizin memleketlerinde millete vedia olarak bırakıp gittikleri aileleridir. Müdafaa-i din ve vatan yolunda istihkar-ı hayat eden evlad ve ıyalini yetim bırakan düşmanın güllelerine karşı bi-perva göğüs geren muhafaza-i din ve vatan uğurunda ebed-nümun harikalar icad eden bahadır asker ailelerinden daha layık kimse mi olur? Bugün İslam’ın müdafaası için pederini kardeşlerini akraba ve teallukatlarını cihad meydanlarına gönderen kadınlardan; ta’lim ve terbiyesine bakacak kimsesi kalmamış olan mini mini yavrucaklardan ziyade muhtac-ı muavenet kimse mutasavver midir? Evet bugün alem-i İslam’da en ziyade muhtac-ı muavenet olanlar bizzat cihad meydanlarında düşman-ı din ve vatan ile fi sebilillah cihad eden; İslam’ın Kur’an’ını sancağını göklere kadar yükseltmek için istihkar-ı hayat eden İslam askerleriyle onların millete vediatullah olarak bırakıp gittiği efrad-ı ailesidir. Bunlara verilecek olan bir kuruş başka yere verilen bin kuruştan daha efdal ind-i Bu sene Ramazan-ı şerif’de gerek taşraya gidecek gerek İstanbul’da vaaz ve nasihat edecek olan vaizler ahali-i İslamiyye’ye bu hakıkati anlatmalı; zekatın farziyyetindeki hikmet-i baliğa-i Samedaniyye sonra mahall-i sarfın en hayırlısı bu olduğu izah olunmalı; bunun için teşvikat ve tergıbatta bulunmalıdırlar. Burada toplanan para ve saire ise müdafaai-i milliyede eytam ve eramil leketteki asker ailelerine tevzi’ olunmalıdır. Bu suretle her gani hem dini bir borcunu eda etmiş olur hem de din kardeşlerine ayrıca bir hizmette bulunmuş olur ki bu sebeble gerek insanlar yanında gerek ind-i ilahide kadri yükselir. Aksekili Ondan sonra Musa askerini bi’l-istihsal Tanca’ya geldi. Sefineler tedarik ederek Tarık bin Ziyad nam kahramanı on iki bin kişi ile Endülüs fethine gönderdi. Bu Tarık hakıkaten Musa bin Nusayr gibi bir kumandanın maiyyetinde bulunmaya layık bir kahraman idi. Tarık geldiği nakliye sefainini yakmak oldu. O tarihde İspanya toprağında hükümdar olan Got hükumeti ise cesim ve kuvvetli devletlerden ma’dud idi. Tarık’ın maiyyetinde bulunan on iki bin kişiye karşı alat ve eslihası mükemmel yüz bin kişi çıkardı ki bu cesim ordunun yanında hükümdarları Rodrik bizzat kendisi hazır bulunuyor askere kumanda ediyordu. Asakir-i İslam her ne kadar hun-rizane muharebeler ediyorlar düşman saflarına gazanferane hücumlar gösteriyorlar idiyse de ne çare ki adetçe pek azlık idiler. Binaenaleyh bunlarda alaim-i başına topladı. Bunlara kısa bir nutuk irad etti. Söylediği sözler şu idi: “Ey mücahidin! Önümüzde düşman arkamız da denizdir. Gemileri yaktım gözlerinizle gördünüz. Şu halde nereye kaçıyorsunuz? Düşmana arka çevirip de firar ederek denizde namussuzca boğulmaktansa düşman karşısında göğsünden mızrakla vurularak şeref ve namusla ölmek daha hayırlı değil midir? Bana bakınız ve beni taklid ediniz.” İşte Tarık bu sözü söyledikten sonra atının üzerinde üzengiler üzerine ayağa kalktı. Bütün gaziler de kendisini taklid ettiler. Tarık elinde kılıç olduğu halde düşman ordusunun üzerine atını sürdü. Mücahidin de bunu ta’kıb eylediler. Sağa sola kılınç sallayarak safları yararak muttasıl ilerliyordu. Berk-i hatif gibi bir sür’atle hemen düşman ordusunun kalbgahına yetişti. Kral Rodrik’in çadırı önünde atından yere atladı. Bir darbede kralın kellesini yere yuvarladı. Hükümdar ve başkumandanı katl olunan bir orduda artık bozulmaktan başka ne iş kalabilir? O dakıkadan i’tibaren ordu bozulmuş ve bütün Endülüs memaliki feth olunmuş demek hududuna kadar olan biladı feth u teshir ettikten sonra Pirene dağlarının öte tarafına geçerek Fransızlarla dahi çarpışmaya başladı. Bu esnada umum kumandan Musa dahi başka bir koldan fütuhat icra ederek gelmekte idi. İşte müddet-i kalile zarfında vuku’ bulan bu fütuhat-ı azime Avrupa’yı havf u dehşet içinde bırakmış idi. Biz şark ordusunu Çin hududunda bıraktığımız gibi garb ordusunu da Pirene dağlarının öte tarafında bırakalım da kariin-i kirama burada başka bir hakıkat arz edelim: Kuteybe’nin fütuhatı Çin hududunda tevakkuf etti. Niçin? Halife Velid’in vefatından sonra yerine gelen Hişam ile Kuteybe arasında ihtilaf ve münazaa zuhur ettiği Tarık’ın fütuhatı da Pirene dağlarının öte yüzünde tevakkuf etti. Niçin? Yine umum kumandan Musa bin Nusayr ile aralarında münazaa ve nifak zuhur ettiği için! Eğer bu ihtilaflar zuhur etmemiş olaydı müddet-i kalile zarfında Kuteybe tekmil Asya’yı Tarık da tekmil Avrupa’yı feth etmiş gitmiş idi. İşte size dahili ihtilafatın mazarratı hakkında bir numune. Hazreti Ebubekir zamanında başlanıp da Hazreti Osman’ın beşinci sene-i hilafeti nihayetine kadar devam eden fütuhat ondan sonra tevakkuf etti. Niçin? Dahil-i memalikte şikak ve nifak zuhur ettiği için! Hazreti Ali ma’lum ve ma’ruf olan şecaat ve besaletiyle beraber müddet-i hilafetinde hiçbir guna fütuhata nail olamadı. Niçin? Zamanında memalikin her tarafında alev-riz-i iştial olduğu için! Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de buyurmuş ki ayet-i celilenin meal-i kerimi “Yekdiğerinizle münazaa etmeyiniz. Ta ki bozulmayasınız. Mülkünüz saltanatınız gitmesin.” demektir. İşte zikrettiğimiz fütuhat-ı seria ve azime hep dahili münazaa sebebiyle tevakkuf etmiştir. Maa-haza iş yalnız tevakkufla kalmamıştır. Ma’lumdur ki asr-ı saadetten sonra İslamiyet’de Hulefa-yı Raşidin hükumetinden bed’ ile Osmanlıların zuhuruna kadar bir çok hükumetler teşekkül ve teessüs etmiştir. Bunların müluk-ı tavaif kabilinden olan küçükleri o kadar çoktur ki hemen de na-kabil-i ta’dad denilecek derecededir. Biz bunlardan bahsetmeyeceğiz. Yalnız Emeviye Abbasiye Endülüs şu’be-i Emeviyyesi Fatımiye Eyyubiye Selçukiye gibi cihangir addolunan hükumetlerden bahsedeceğiz. Bu hükumetler kamilen munkarız olmuşlardır. Bugünkü günde yeryüzünde bir guna nam ve nişanları yoktur. Sebeb-i inkırazları ise hep Ebu Müslim-i Horasani’nin hükumet-i Emeviyye’ye karşı hilaf bayrağını açması hükumet-i mezkurenin lam’a altı yüz bin kişiye mal oldu. Çünkü bu hadisede ol mikdar müslümanın vücudları hak-i helaka serilmiş hükumeti medeniyet ve umranın evc-i a’lasına vasıl olmuş kü memlekette tam bir ittihad-ı kelime hüküm-ferma idi. man namında birisi şakk-ı asa-yı vifak ve ittifak eyledi. Ondan sonra Endülüs’de şikak ve nifak-ı dahili başgösterdi. Gerçi müddet-i kalile zarfında Süleyman’ın vücudu ortadan kaldırılmış ise de ondan sonra artık memleketin etmeye başlamış idi. İşbu ihtilafat ve münazaat-ı dahiliyye tevessü’ ettikçe etti. Hatta Endülüs ülkesi ufak tefek bir takım hükumetlere münkasem oldu. Ondan sonra artık bu hükumetler haricen fütuhat yapmaya vakit bulmaksızın meşguliyetlerini daimi surette yekdiğeriyle suretle o numune-i ma’muriyet ve terakkı olan Endülüs kıt’ası seri’ bir inhitata başlamış bu miyanda bir çok yerler ve memleketler zayi’ etmiş idi. O tarihde medeniyet-i alemin merkezi addolunan bir milyon nüfusu havi Medinetü’z-Zehra ta’bir olunan misli na-meşhud kasrı muhtevi bulunan Kurtuba şehri de bu esnada ecanib eline düşmüş idi. ele intikal ede ede nihayetü’l-emr nevbet-i saltanat Ebu Abdullah es-Sagır’e intikal etmiş idi. O tarihde Endülüs kıt’asının payitahtı Gırnata şehri bulunuyor idi. Şehr-i mezkurda Abdullah’a bey’at olunmuş ise de biraderi Hasan kendisine bey’atten imtina’ ile beraber bir takım da tarafdarlar peyda ederek kardeşi ile ihtilaf ve münazaaya tutuştu. Bu iki kardeş artık yekdiğeriyle uğraşmaktan ne dahile ne harice bakmaya vakit bulamıyorlar idi. İdare şiraze-i intizamdan bi’l-külliye çıkmış mülhakat merkezi tanımaz olmuş idi. İşte bu sırada idi ki henüz bütün bütün munkarız olmamış olan İspanya hükumeti kralı Ferdinand zevcesi İzabella ile beraber oldukça mühim bir kuvvetle Endülüs memaliki üzerine yürüdü. Bila-mani’ vela-müzahim Gırnata surları altına vasıl oldu ve memleketi sım sıkı muhasara eyledi. İş bu raddeye geldikten sonra olsun bu iki leim birleşip de düşmana karşı çıkmaları lazım gelirken bilakis Ferdinand’a bey’at etmek hususunda dahi yekdiğeriyle rekabet ve müsabaka eylediler. Halbuki o gün nefs-i Kurtuba’da Ferdinand’ın ordusuna mukabele edebilecek eli silah tutan müslümanlar mevcud idi. İşte terakkıyatı ve medeniyeti dillerde destan olan sekiz yüz küsur senelik bir hükumet-i İslamiyye de böyle bir münazaa-i dahiliyye sebebiyle temelinden yıkıldı. Bağdad’da teessüs eden Hilafet-i Abbasiyye hükumeti evail-i devrinde pek mütemeddin bir hükumet Hasan isminde bir sergerdenin muhalefeti ile iki kısma münkasim olduktan sonra aradan çok geçmeden bir takım uğraşılmaktan naşi harice bakılmayıp fütuhat tevakkuf etmiş idi. Sonraları iş bu kadarla kalmayıp merkez-i hilafet bi’l-külliye kuvvetten sukut etmiş bir zamanda idi ki makam-ı hilafeti Mu’tasım namında bir leim işgal ediyor münazaa zuhur etti. İş katl-i amma kadar müncer olduysa da Şiilerin hasarı ziyade oldu. Halbuki Mu’tasım’ın veziri çare buldu. Cengiz’in torunu ma’hud Hülagu’ya mektup yazdı. Onu Bağdad’a da’vet etti. Bağdad’ı suhuletle bu müşrik hükümdara teslim eyledi. İşte beş yüz küsür senelik bir Abbasiye hükumeti de bu suretle yıkıldı gitti. Sebeb? Yine münazaa-i dahiliyye. Ondan sonra Mahmud Gaznevi’den bed’ ile diğer hükumat-ı İslamiyye’nin de her biri bu suretle münazaat-ı dahiliyye sebebiyle munkarız olmuş gitmiş Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’inde ayet-i celilesinin sırrı bu suretle zahir olmuştu. Hülagu askeri Bağdad’a girdikten sonra yalnız hükumeti yıkmakla iktifa etmeyip o kadar şeni’ bir katl-i am ürperir. Cenab-ı Hak yine Kur’an-ı Kerim’inde bir ayet-i kerimesinde buyuruyorlar ki ma’nası “Zararı yalnız fitne ve fesad uyandıranlara isabet etmeyip amm olan fitneden sakınınız” demektir. Hülagu vak’alarında birkaç kişinin fitne ve fesadıyla yüz binlerce müslüman mahvolup gitmiştir ki bu ayetin de ma’nası bu suretle tecelli ve tahakkuk etmiştir. Maa-haza bu babda ayet-i kerimenin ma’na-yı celilinin mahall-i zuhur ve tecellisini aramak için o kadar uzaklara gitmeye de hacet yoktur. Bizim dünkü Balkan muharebemiz bu babda herkesin bildiği ve tanıdığı bir numunedir ki gözümüzün önünde cereyan etmiş idi. Birkaç müfsidin ihtiras ve ifsadatı sebebiyle binlerce ırzlar hetk olundu yüz binlerce ma’sum kanları döküldü. Hatta ma’sum çocuklar süngülere saplanıp da havaya atıldı. mıza gelecek olan budur. Birkaç gün sonra harb-i umumi senesini bulacaktır. edenler bugün artık zan ve zehablarının hata-alud olduğunu anlamışlardır. Rus kitleleri Viyana ve Berlin’i istila ve teshir edemedikten maada Galiçya ve Karpat vadilerinden dağlarından hezimetle koğuldular. Rusların zayiat ve telefatı dört milyonu aşmıştır. Mühimmat ve alat-ı harbiyye fıkdanı Rusların belini bükmüş ve mütevali muvaffakiyetsizliklerinin neticesi olarak Rusya’nın her tarafında –bilhassa Moskova ve Odessa’da– şedid isyanlar şeklinde yazılmıştır. hezimetten hezimete uğrattıktan başka siyaseten de gerek Rusya’ya ve gerek tarafdarlarına azim darbeler urmuşlardır. Balkan hükumetlerini İ’tilaf’ın entrikalarından büsbütün tahlis edecek olan bu muvaffakiyet-i harbiyye ve askeriyye İtalya’nın İ’tilafcılara olan iltihak ve inzimamına rağmen galibiyet ve muzafferiyeti er geç ihraz edecekleri muhakkaktır. Bunun üzerine İ’tilaf matbuatında birbirleri aleyhinde olarak şikayet ve ihtilaf avazeleri gereği gibi yükselmeye başlamıştır. İngiltere kabinesindeki garib tebeddülat ile Sir Edvar Grey’in göz illeti bahanesiyle siyaset başından çekilmesi ve Sasanof’un da isti’fa etmek üzere bulunması siyasiyyelerini beleğan ma-belag isbata kafidir. dırmaya muvaffak olan İ’tilafcılar Balkanlar’da –hususiyle Galiçya ve Karpat vaz’iyet-i askeriyyesi münasebetiyle– hiçbir te’sir husule getiremeyerek me’yusane bir surette dilenci gibi azamet ve gururlarıyla gayr-ı mütenasib bir surette hemen her gün keşküllerini uzatmaktadırlar. Ta’vizatla teklifat ve vaadlerle bir şey elde edemeyen kutup kendi lehlerine olarak harbe sokmaya çalıştıkları halde muvaffakiyet te’mininden büsbütün mahrum ve me’yus bir halde kalmışlardır. Hele Yunanistan aleyhinde Adalar’da ve Mısır’da irtikab etmekte oldukları rezalet ve denaet Yunanlıları kendilerinden ebediyyen gücendirmeye sebeb oldu. Aylardan beri Çanakkale Boğazı önünde beyhude yere mezbuhane harekat ile uğraşan İngiltere ve Fransa’nın kuva-yı berriyye ve satvet-i bahriyyeleri günden güne zıya’ ve hasara mağlubiyet ve sukuta mahkum oldular. Osmanlı gazanferlerinin sivri süngüleri keskin kılıçları salabet ve metanetleri tevessül ettikleri işin eğlence olmadığını düşmanlara fiilen göstermiş ve hatta mecbur etmiştir. Sasanof’un Duma’daki bala-pervazlığıyla müttefiklerine rabt ettiği emellerin seraser hayal-i muhal hulya-yı ham olduğunu herkes öğrendi. Rusya’nın hulkumu devam edecek ve İstanbul tarikiyle hiçbir muavenete nail olamayacaktır. Rusya’da kaba bir şiddetle başlamış olan dahili ihtilaller en sonra Rusya’daki anasırı bir hükumet-i meşruta te’sisine sevk edecek ve Rusya Çarlığı kendi kendiliğinden efkar-ı umumiyye hükumet-i hazıranın aleyhine dönüp hükumetlerini yalancılıkla itham etmektedir. İngiltere’nin dört tarafında hasıl olan gala-yı es’ar ve grevlerle ta’til-i eşgal keyfiyyeti her iki memleket halkının daha uzun müddet muharebenin devamına mütehammil olamayacaklarını gösteriyor. Adası’nda Zengibar’da ve Mısır’da başgöstermekte olan mütevali tuğyan ve isyanlar işin sonu badi-i felaket olacağını şimdiden te’yid ediyor. Varşova’nın sukutuyla Rusya’nın münferiden muhasımlarıyla akd-i sulha ser-füru etmek mecburiyetini his ve idrak edeceği muhakkak addedilmektedir. Gaye ve meşreb-i ihtilafatı gerek İ’tilaf-ı Müselles’in gerek yeni müttefikleri bulunan İtalya’nın Balkan Şibh-i Ceziresi’nde bir iş göremeyeceklerini gösteriyor. Sırbistan hükumetinin Arnavutluk’a doğru vuku’ bulan harekat-ı askeriyyesiyle Yunanistan’ın İper hakkındaki tasavvurat-ı kat’iyyeleri buna inzimam eden yeni Arnavutluk kıyamı ister istemez İtalya’nın Arnavutluk hakkındaki amalinin netice-pezir olmasına büyük ve kavi bir hail teşkil ediyor. Bulgaristan’la Romanya’nın el-an mütereddidane bir vaz’iyet ta’kıbine mecbur edilmeleri i’tilaf devletlerini inkisar-ı hayale uğratmış büsbütün şaşırtmıştır. mahv u nabud olması da İ’tilaf Devletlerinin şarkta ve garbda kat’i bir hezimet ve iflasa uğradıklarını isbat etmiştir. metin mesailerine rağmen el-an mahkum ve mağlub bir halde kalmaları hakıkaten Osmanlı ve Avrupa merkezi devletlerinin satvet ve kudretlerini bi-hakkın izhara kafidir. Bir sene içinde İ’tilafcılar tasarladıkları hulyanın hiçbirisine nail olamadılar. Ne Almanya ve Avusturya’yı açlıkla tehdid ne de kendileri için bahren ve berren bir faikıyyet te’minine muvaffak oldular. Bilakis Almanya Avusturya ve diyar-ı Osmaniyye’de her şey mebzulen bulunduğu halde İngiltere ve Fransa ve Rusya’da gerek yiyecek gerek mahrukatın yoksuzluğu şu mağrur devletleri Para mes’elesine gelince Almanya ile müttefiklerinde mebzulen bulunmakta ve bu babda İ’tilaf Devletlerinden ziyade kat kat umur-ı iktisadiyye ve maliyyelerinin düzgünlüğünü Bi’n-netice İ’tilafcıların para ve silah kuvvetiyle şu bir sene içinde hiçbir muvaffakiyet elde edememiş olduklarını gören bi-taraf hükumetlerin bundan böyle daha müteyakkızane davranmalarına hakıkı bir sebeb teşkil etmiştir. Fransa ve İngiltere menabi’-i askeriyye ve sınaiyyelerinin tükenmekte olduğuna Almanya ve Avusturya’nın günden güne bir feyz bulmasına bakılırsa en nihayet harbin kimler tarafından kazanılacağını gösteriyor. İngiltere ve Fransa kendileri muavenete muhtac bulundukları bir sırada diğer taraftan Rusya ve İtalya’ya da para ve mühimmat yetiştirmek mecburiyetinde kalınmaları hakıkaten onları pek fena bir mevki’de bulundurmaktadır. Harbin ahlakıyat noktasında da İ’tilafcıların pek düşkün olduklarını vekayi’ isbat etmiştir. Bunlar hukuk-ı yip leimane ve na-merdane bir surette mecruhlara hücum etmek dom dom kurşunlarını kullanmak muhnik mevad ile barut isti’mal etmek ve buna mümasil nice ahlakan hasımlarının kat kat ma-dununda bulunduktan maada bu ana kadar insaniyet namına meydana atılıp serd ettikleri müddeayatın ne kadar vahi ve ma’nasız olduğu da alem nazarında sabit olmuştur. Demek oluyor ki menfaat-i şahsiyyelerini te’min hususunda İ’tilafcılar her denaeti irtikaba amade ve meyyal bulunup “Küllü mef’ulin caiz” kaziyyesine harfiyyen tebaiyet eden kimselerdir. Alem-i İslamiyyet’i hun-alud pençeleri altında kahr u zebun etmek isteyen bu zümre-i düveliyyeye Kahhar-ı Zü’l-celal hazretlerinin kendi mezhebdaş ve ırkdaşlarını musallat eylemiş bulunduğunu gören muvahhidinin kat ziyadeleşmesine hizmet etmiş ve bunca zamandan beri müslümanlar aleyhinde çevirdikleri entrikaların fırıldakların ceza-yı sezasını çekmiş ve daha da çekecek olduklarına iman bahşetmiştir. İnşaallah yakın zamanda muvahhidinin yüzleri gülmeye başlayacak ve düşman-ı ruriyet-i azime hasıl olacaktır. Ancak biz müslümanların da bütün diyar-ı İslamiyye’de düşmanlarımızdan intikam almak için dest be-şimşir-i celadet ve intikam olmaklığımız Borçlarını tesviyeye himmet buyuran kariin-i kirama teşekkür henüz te’diye etmeyen zevatın lütuflarına intizar olunur. Romanya ve Bulgaristan’daki umum kari’lerimizin abone bedellerini Balkan İdarehanesi’ne göndermeleri rica olunur. Kur’an’ın tedvini Hulefa-yı Raşidin devrinde ihdas edilmiş bir şey değildir. Esasen ayat-ı Kur’an iyye pey-der-pey nüzul ettikçe emr-i peygamberi ile zabt ve tedvin edilir idi. Kitabet-i vahiy vazifesini ifa edenler ma’lum ve meşhur olup Osman bin Affan ara sıra Ali bin Ebi Talib Halid bin Said Eban bin Said ve Ala’ bin el-Hadrami küttab-ı vahiy miyanındadırlar. En evvel kitabet vazifesini ifa eden Übey bin Ka’b olduğu gibi başlıca bu vazife ile iştigal edenler Zeyd bin Sabit Abdullah bin Ebi Serh Muaviye bin Ebi Süfyan ve Hanzala el-Üseydi’dir. Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hin-i irtihalinde Kur’an tamamıyla mastur ve müdevven olmakla beraber ayat-ı Kur’an iyye kağıd kürek kemiği hurma kabuğu ve enli düz taş parçaları üzerinde müteferrik bir halde bulunuyor di. Hazreti Ebubekir radiyallahu anh makam-ı hilafete geçince huffaz-ı sahabenin vuku’-ı irtihaliyle elvah-ı mütenevvia üzerinde mastur olan ayat-ı Kur’an iyye’nin ziyaı ihtimalini düşünerek bunları biraraya topladı. Bu vechile Mushaf-ı Şerif vücuda geldi. Hattabi diyor ki: Nebi aleyhi’s-selamın mushaf tarzında cem’-i Kur’an’a teşebbüs etmemesi ayat-ı münzeleden bazısının hüküm veya tilavetini nasih diğer ayat nüzulü ihtimaline mebni idi. Vuku’-ı vefat-ı peygamberi kıyam-ı haşra değin tahrif ve tebdilden mahfuziyyeti hakkındaki va’d-i kerimini ifaen Hulefa-yı Raşidin’e Kur’an’ın cem’ ve telfikını ilham etmiş ve binaenaleyh bu hizmet-i fahire-i diniyye Hazreti Ömer’in re’y ve tensibiyle ilk evvel Cenab-ı Sıddik’a nasib olmuştur. Maamafih Kur’an daha ahd-i risalette hepsi birarada ve sureleri müretteb olmamakla beraber müdevven bir halde bulunuyordu. ediyor: Yemame hadisesini müteakıb Ebubekir beni çağırttı. Yanına girdiğim zaman Ömer bin el-Hattab da orada bulunuyordu. Ebubekir radiyallahu anh biraz evvel Ömer’in nezdine gelerek Yemame’de kurra’-i Kur’an’dan bir çoğunun nail-i şehadet olduklarını mevatın-ı sairede de aynı hadise tekerrür ettiği halde Kur’an’dan bir çok şeylerin ziyaa uğraması ihtimali mevcud bulunduğunu ve binaenaleyh Kur’an’ın biraraya toplanması lüzumunu dermiyan ettiğini söyledi. Ben Ömer’e dönerek: “Resulullah’ın yapmadığı şeyi biz nasıl yaparız?” dedim. “Öyle yapılırsa çok hayırlı olur” cevabını verdi. Ebubekir beni ikna’ etmek için bir hayli zaman uğraştı. Nihayet bu emr-i hayrı onunla Faruk’un kalplerine ilham eden cenab-ı perverdigar böyle bir teşebbüsün mahz-ı isabet olacağı hakkında bana da bir kanaat-i vicdaniyye bahş etmiş olduğundan Kur’an’ı araştırmaya; hurma kabuğu taş parçaları sudur-ı rical hülasa her nerede buldumsa alıp biraraya cem’ etmeye başladım. Hatta Sure-i Tevbe’nin sonu olan dan Sure-i Başmuharrir Berae’nin hatimesine kadar olan ayat-ı celileyi Ebu Huzeyme el-Ensari’den başka kimsede bulamadığımdan ondan ahz ve tedvin eyledim. Cem’ ve tedvin ettiğim sahayif-i Kur’an vefatına değin Ebubekir’in ondan sonra Ömer’in sonra da Hafsa binti Ömer’in nezdinde kaldı. tarikiyle İmam Malik’den rivayet ediyor: Kur’an’ı kağıd sahifeleri üzerinde cem’ eden Ebubekir’dir. Bidayeten Zeyd bin Sabit’e bunu teklif ettiği halde Zeyd muvafakat etmemiş idi. Bilahare Hazreti Ömer’in yardımıyla taahhüd ettirmeye muvaffak oldu. Megazi-i Musa bin Ukbe’de İbni Şihab’dan rivayet olunuyor: Yemame vak’asında müslümanların duçar oldukları zayiat-ı mühimme bazı ayat-ı Kur’an iyye’nin de ziyaını intac edebileceği mülahazası Ebubekir es-Sıddik radiyallahu anhi düşündürmeye başladı. Nihayet onun emir ve teklifiyle herkes ezberinde olan yahud bir şey üzerine yazılı olup da nezdinde mahfuz bulunan ayat ve süveri halife-i muazzama arz ve tevdi’ ettiler. Kur’an’ın sahayif ve evrak üzerinde cem’ine bu suretle muvaffakiyet hasıl oldu. Binaenaleyh evvela Kur’an -ı Hakim’i mushaf şeklinde cem’ ve telfik şerefi Sıddik-ı a’zam’a aiddir. Kur’an’ın mushaf derununda ilk defa cem’i bu vechile vukua gelmiştir. İkinci defa cem’ine gelince bu da Hazreti Osman’ın ahd-i hilafetinde vaki’dir. Yalnız bu cem’ Kur’an’ın ecza’-i müteferrikasını telfik ve tedvin ma’nasını mutazammın değildir. Çünkü anifen beyan edildiği vechile Kur’an’ı o suretle cem’ eden doğrudan doğruya Hazreti Sıddik efendimizdir. Buhari Enes bin Malik’den rivayet ediyor: Huzeyfe bin el-Yeman bir aralık Medine-i Münevvere’ye geldi. Esasen Huzeyfe Ermeniye’nin fethinde ehl-i Şam ile Azerbaycan’ın fethinde ehl-i Irak ile birlikte gaza etmekte sında Kur’an’ın tarz-ı tilavetince gördüğü fark ve tebayün Huzeyfe’yi endişeye düşürmüş olduğundan Hazret-i Osman’a: “Yahudilerle nasara arasına düşen tefrika ve bu halin bir çaresine bak” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Osman Hafsa’ya nezdindeki Kur’an sahifelerini yine si için haber gönderdi ve Zeyd bin Sabit Abdullah bin ez-Zübeyr Said bin el-As ve Abdurrahman bin Haris bin Hişam’ı istinsaha me’mur etmekle beraber içlerinden Kureyşi olan üç zata “Sizinle Zeyd bin Sabit arasında Kur’an’ın bir noktasında ihtilaf tahaddüs ederse Kureyş lisanına muvafık olarak yazınız. Çünkü Kur’an onların yani Kureyşilerin lisanıyla nazil olmuştur” yolunda ihtaratta bulundu. Kur’an’ın istinsahı ikmal edildikten sonra Hazreti Osman suhuf-ı Kur’an iyye’yi Hafsa’ya iade ve istinsah edilen mesahifden her tarafa birer nüsha irsal etmekle beraber eyadi-i müsliminde müteferrik bir surette mevcud olan Kur’an sahifelerini de ihrak ettirdi. Şu rivayat-ı sahihadan müsteban oluyor ki Kur’an’ı mastur bulunduğu evrak ve elvah üzerlerinden toplayıp da mushaf şekline ifrağ eden Hazreti Osman değildir. O ancak şurada burada kabail-i Arabın kendi lisan ve lügatleriyle yazmış oldukları ayat-ı Kur’an iyye’yi toplayarak Kitabullah’ı lehçe ve elfaza aid şurişten kurtarmak için le Hazreti Ebubekir tarafından cem’ edilip kendisinden sonra Hazreti Ömer’e ve ondan sonra da kerimesi Hafsa’ya Erbab-ı ıdlal Hazreti Osman’ın ihtilaf vukuunda lügat-i Kureyş üzere yazılması hakkındaki sözünü Kur’an hakkında beyne’l-ashab ihtilaf mevcud olduğuna dair serd ettikleri müftereyatın tervici için sened ittihaz etmektedir. Fakat bunların İslam’ın şuun-ı cariyye ve ahval-i tarihiyyesine vukuf-ı tamları olsaydı ihtimale müstenid olarak vukuu derpiş edilen ihtilafın Kur’an’ın siyak ve sibakına cümlelerin tarz-ı terkibine tealluku olmayıp sırf resm-i hurufa aid olduğunu anlamaları icab ederdi. Çünkü Kur’an cümel ve terakib-i kelamiyyesi i’tibarıyla daha ahd-i saadette şekl-i kat’i almış beyne’l-huffaz bu hususda bir ittifak-ı tam husule gelmiş idi. Esasen tarih de sahabe-i kiramdan iki kimse arasında böyle bir ihtilaf vukua geldiğini kayd etmiyor. Buhari’nin Hazreti Osman’a aid rivayet ettiği salifü’z-zikr hadis de bu nokta-i nazarı tamamıyla te’yid ediyor. Şurası da bilinmelidir ki ayat-ı Kur’an iyye’nin surelerdeki suret-i tertibi tevkıf-i nebevi neticesidir. Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin hengam-ı relerdeki mevki’leri el-yevm manzurumuz olduğu vechile müteayyin bulunuyor idi. Surelerin yekdiğere nisbetle tertib ve ta’yin-i mevki’lerine gelince bu cihet tevkıf-i nebevi ile olmayıp Hazreti Sıddik’ın zaman-ı hilafetinde sahabe-i kiramın nebi aleyhi’s-selamda bugün mesahifde gördüğümüz vechile müretteb idiler. İbni Atiyye sure-i Kur’an iyye’den mutavvelat hamimler ve Sure-i Enfal gibi bazı surelerin tertibleri Cenab-ı Peygamber’in hal-i hayatında ma’lum bulunduğunu söylemekte ve serd ve ityanına mevkiin müsaid olmadığı daha bir çok ehadis ve asar bu ciheti te’yid etmektedir. Suyuti İtkan’da bu bahse ifadat-ı atiyyesiyle hatime vermiştir: Akval-i varide miyanında o da Sure-i Berae ile Enfal’den maada bütün surelerin keyfiyyet-i cem’ ve tertibi tevkıfi olmasıdır. Hülasa Kur’an’ın ahd-i risalette bütün ayatı tertib edilmiş ve Resul-i Ekrem’in vuku’-ı irtihali anında bütün ayatı müretteb ve bugün tilavet ettiğimiz tarza muvafık olarak huffaz-ı sahabenin sadrlarında mahfuz bulunmuş olduğu icma’ ve tevatürle mertebe-i sübuta vasıl olmuştur. Burhan’da Kurazi’den zaman-ı saadet’te Bi’r-i Maune’de huffazdan yetmiş zatın şehid oldukları rivayet ediliyor. Zeyd bin Sabit’ten rivayet edilen atideki sözler bu babda sarahat-i kafiyyeyi haizdir: Mushafı istinsah ettiğim zaman Hilafet-i Sıddik esnasında Resul-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi daima tilavet ederken işitmekte olduğum bir ayeti bulamadım. Bir hayli araştırdık. Nihayet Zeyd bin Sabit el-Ensari’de bulduk. Ayet nazm-ı celili imiş. Bunu da mushafda aid olduğu sureye ilhak ettik. Buhari Müslim ve Nesai Mesruk’dan rivayet ediyorlar: Abdullah bin Mes’ud der imiş ki: “Kendinden başka bir ilah olmayan Allahü Zü’l-celal’e kasem ederim ki hiçbir sure nazil olmamıştır ki ben onun nerede nazil olduğunu ve hiçbir ayet nazil olmamıştır ki neden dolayı nüzul ettiğini bilmeyeyim.” Bir rivayete göre de “Zat-ı akdes-i nebeviden yetmiş bu kadar sure okudum” der Mesrudat-ı anifeden müsteban oluyor ki Kur’an bidayeten eyadi-i tekrim-i ümmette müteferrik bir surette bulunmakta iken Cenab-ı Sıddik onu biraraya toplamış ve Kur’an’ın ilk önce keyfiyet-i cem’i bundan ibaret bulunmuştur. Hazreti Osman ise Hafsa binti Ömer nezdinde mahfuz olan mushaf-ı Ebibekir’den birkaç nüsha yazdırarak etrafa göndermekten başka bir şey yapmamıştır. Hazreti Osman’ın yazdırdığı mesahif rivayet-i meşhureye göre beş nüshadan ibarettir. Dört ve yedi nüsha yazdırdığı da rivayet edilmiştir. Hazreti Osman bu mesahiften Şam Yemen Bahreyn Basra ve Kufe’ye birer nüsha göndermiştir. Bunlardan bir nüshasını Mekke’ye gönderdiği ve Mekke’ye gönderilmiş olmayıp Medine-i Münevvere’de alıkonulduğu da rivayet edilmiştir. Osman bin Gafale’den rivayet olunuyor: Ali bin Ebu Talib’i işittim ki diyordu: – Ey nas Allah’dan korkunuz ve Osman hakkındaki ithamatınızı gulüvv ve ifrat mertebesine vardırıp da “Mushaf yakıcı” sözlerini kullanmayınız. Allah’a kasem ederim ki o mesahifi yaktıysa bizim gibi ashab-ı Muhammed’in re’y ve fikriyle yaktı. Evvela bize: Kıraat-ı Kur’an hususunda el-yevm meşhud olan ihtilafata ne dersiniz. Bir adam diğerine rast geliyor; biri “Benim kıraatim senin kıraatinden hayırlıdır” diğeri “Yok benim kıraatim seninkinden efdaldir” diyerek aralarında bir takım münakaşalar cereyan ediyor. Ben bunu küfre müşabih bir hal görüyorum.. dedi. –Ya emira’l-mü’minin ne yapmak lazım? Dedik. – Ben nası mushaf-ı vahid etrafında cem’ etmek re’yindeyim. Çünkü bugün siz bu hususda duçar-ı ihtilaf olursanız sizden sonra gelecekler daha ziyade ihtilaf ederler. Dedi… Re’yini tasvib etmemiz üzerine Zeyd bin Sabit ile Said bin el-As’ı çağırttı ve : –Biriniz söylesin diğeriniz yazsın. Bir şeyde ihtilaf ederseniz mes’eleyi bana arz edin! Dedi. Sure-i Bakara’da bir harfden maada hiçbir yerde aralarında ihtilaf zuhur etmedi. Mezkur ihtilaf ise Said’in “tabut” kelimesinin ta ile “et-tabut” Zeyd’in ise ha ile et-tabuh şeklinde yazılmasını iltizam etmelerinden neş’et etmişti. Osman’ın re’yine müracaat ettiler; ta ile et-tabut yazınız! Dedi. Biz de esasen yukarıda Hazreti Osman’ın Zeyd bin Sabit ve Said bin el-As’a karşı olan sözündeki ihtilafdan maksad sure ve ayetlerde yahud kelimat-ı Kur’an iyye’de cereyan edecek ihtilaf olmayıp bunun sırf resm-i hatta aid olduğunu söylemiştik. Suyuti’nin Burhan’da Eşbah’dan rivayet etmekte olduğu mes’ele-i atiyye selef-i salihin ilk yazılan mushafın şekil ve resmini muhafazaya ne mertebe i’tina etmekte olduklarını isbat eder: İmam Malik’e mushafın muahharan halk tarafından ihdas edilmiş olan hece ile yazılması caiz olup olmayacağı sual edilmiş “hayır” cevabını vermiştir. Yine imam-ı müşarun-ileyhden Kur’an’da ziyade edilen vav ve elif’da olduğu gibi misillü harflerin kabil-i hazf ve tağyir olup olmadığı sorulmuş buna da menfi cevap vermiştir. Beyhakı Şu’ab-ı iman bahsinde diyor ki: Mushaf yazan bir kimse mesahif-i mütekaddimedeki heceyi muhafaza eylemek selefin tarz-ı kitabetine muhalefet ve onların kabul etmiş oldukları bir resm-i hattı tağyir etmemek Şurası da şayan-ı kayd ve tezkardır ki mushaf-ı kadimin şekl-i tahririnin ahiran vaz’ olunan resm-i hat kavaidine muhalif olması bunların maani-i maksudeye delalet etmeleri i’tibarıyladır Suyuti Burhan’da Ebu’l-Abbas el-Merakeşi’nin bu mes’eleye dair Ünvanü’d-Delil fi Rüsumi’t-Tenzil namıyla bir kitab te’lif ve bunda Kur’an’ın resm-i hattında hurufa aid görülen olduğunu dur ü dıraz izah ve tafsil ettiğini söyledikten sonra kendi de huruf-ı mütehalifeden maksud olan bazı maaniyi ve resm-i mushafın kavaid-i esasiyyesini beyan sadedinde mühim ve müfid bazı bahis ve mütalaat serd etmiştir. – – Evvelki mebhasde beyan olunduğu vechile resmi tir. Bugünkü ilm-i kelam nazariyyat-ı cedide-i felsefiyye Bugünkü ilm-i kelamda kavaid ve mesail-i hazıra-i felsefiyye akaid-i İslamiyye ile mukayese edilerek kabil-i tevfik olanları an-burhanin kabul kabil-i tevfik olmayanları yine an-burhanin reddedilmeli; mantık-ı cedid mi’yar kılınmalıdır. Eski ilm-i kelam tabiiyyat ve felekiyyat mesailini muhtevi olduğu halde bugünkü ilm-i kelam mesail-i mezkureyi doğrudan doğruya muhtevi olmayacaktır; çünkü vaktiyle tabiiyyat ve felekiyyat ilm-i külli olan felsefe şuabatından idi. İlm-i kelam felsefe ile mezc olununca bi’t-tabi’ felekiyyat ile de mezc olunacak idi. Böylece resmi ilm-i kelamımız tabiiyyat ve felekiyyat mesailini doğrudan doğruya muhtevi olmuş idi. Terakkıyat-ı ulum sayesinde tabiiyyat ile felekiyyat felsefeden ayrılarak müstakıllen bir ilim olmakla tabiiyyat ve felekiyyat ile felsefenin mevzu’ları ayrılmış felsefe evvelki gibi tabiiyyat ve felekiyyatı sadrında tutamaz olmuştur. Tabiiyyat ve felekiyyat yalnız hissen sabit olan hadisata felsefe tabiiyyat ve felekiyyat ile istihsal olunan netayice tealluk eder; tabiiyyat ve felekiyyat hadisat arasındaki nisbet-i sabiteyi kat’i veya zanni olduğunu ve alem-i tabiat hakkında ne gibi netaciy istintac olunduğunu tetebbu’ eder. Tabiiyyat ve felekiyyat hadisat ve kavanini tetebbu’ etmekle asla hadisat-ı mahsüseyi tecavüz etmez ancak ma’rifet-i hissiyeye hasr-ı tetebbu’ eder felsefe hadisatın aslına maddesine nüfuz ederek ma’rifet-i hissiyyede kalmaz belki ma-ba’de’t-tabii olan bir mevcuda kadar varır. Meşhur Spencer: “Felsefe tamamıyla yerleşmiş bir bilgidir” diyor. Fi’l-vaki’ ulum-ı hassanın mübteni olduğu mebadi felsefenin bahsedeceği mebadiden teferru’ eder. Ulum-ı hassa eşyanın az çok karib olan esbabından; felsefe eşyanın esbab-ı ahiresinden esbab-ı aliyyesinden bahseder. Bu ma’naya göre felsefe bugün bir Yeni ilm-i kelam işte kaffe-i ulumda hakim olan felsefe-i cedide ile mezc olunacak; her ne kadar tabiiyyat ve felekiyyat mesailini doğrudan doğruya muhtevi olmayacak netaciyini hadisat-ı mahsüsenin aslını maddesini taharri edecek; mesail-i mezkureyi dolayısıyla ihtiva etmiş olacaktır. nazm-ı celili mucebince tabiiyyat nazm-ı celili mucebince felekiyyat ilm-i şeriate ilm-i tevhide ilm-i kelama hadimdir. İlm-i kelamın tabiiyyat ve felekiyyat ile başka ne işi olur? İlm-i kelam maarif-i hissiyeyi kavanin-i hadisatı nasıl inkar eder? İlm-i kelam mesail ve kavaid-i riyaziyyeden istiane eder hiçbir cihetle kavanin-i riyaziyyeye karşı gelmez hülasa ilm-i kelam kavanin-i ilmiyyeye muhalif olamaz. – – Nazariyyat-ı cedide-i felsefiyye ile memzuc ve ihtiyacat-ı asriyye ile mütenasib olacak olan yeni ilm-i kelam felsefe-i cedidenin ilmü’n-nefs ilm-i mantık ma-ba’de’ttabia sife ile mezc olunmak hal-i hazırda nusus-ı şer’iyyeye mebahis-i atiyyeyi muhtevi olmak iktiza eder: fi lüzumu minhacı. Bu kısım mukaddimeyi teşkil eder. tasnif-i ulum kazaya-yı zaruriyye ve nazariyye kavanin-i riyaziyyenin kavanin-i muhkeme olduğu kavanin-i tabiiyyenin kavanin-i mümkine olduğu kavanin-i tabiiyyenin sünen-i ilahiye idiği delil ile taleb olunan metalib delil-i akli ve nakli nazar-ı sahih ve nass-ı sarih vifak-ı akl u nakl tahlil ve terkib ta’lil ve istikra’ ve temsil iftiraz ve teemmül haber vahiy ve ilham burhan ve haytası tecrübe ve mesalik-i illet kanun-ı illiyet ve ma’iyyet istikranın haytası temsil ve teemmülün haytaları haber ve vahyin haytaları ulum-ı ma’neviyyedeki ta’lil ve istikra’ delil-i kat’i ve zanni yakın ve şek zan ve cehl-i mürekkeb safsata ve çare-i halası. Bu kısım mantık-ı cedid ile mezc olunmuştur. batiyye ve misaliyye ve intikadiyye mezhebleri. Ehl-i nazar hükmü bu babdaki mezheb-i muhtar. Bu kısım ma-ba’de’t-tabianın ilm-i intikad kısmı ile mezc olunmuştur. ve imkan ve imtina’ zat ve cevher ve mahiyet ve hüviyet vücud ve adem kuvve ve fiil vahdet ve kesret ilel maani-i evvel ve mebadi-i evvel kıdem ve hudus. mezhebleri bu babda ehl-i nazar ile ehl-i irade mezhebleri atom ve monad nazariyyeleri cevheriyye ve arziyye mezhebleri tahlil-i ecsam madde ve kuvvet hudus ve kıdem-i madde hudus-ı alem. Bu iki kısım ma-ba’de’t-tabianın ilm-i keyani-i akli kısmı ile mezc olunmuştur. kuvve-i hissiyye kuvve-i müdrike kuvve-i iradiyye kaza ve kader cebriyye ve icabiyye mezhebleri ruh ile beden diyyun ve ruhiyyun mezhebleri bu babdaki mezheb-i muhtar. Bu kısım ilmü’n-nefs-i tecrübi ve akli ile mecz olunmuştur. kavaidi ile red ve ibtal isbat-ı vacib hakkında edille-i felasife-i cedide edille-i kelamiyyin edille-i selef-i ümmet tevhid-i Bari teslis ve mezheb-i nasara sıfat ve ef’al-i tahyil mezheb-i Yehud inayet-i Sübhaniyye mezheb-i felasife esma’-i ilahiyye. Bu kısım ma-ba’de’t-tabianın ilahiyat-ı akli kısmı yun mezhebleri ihtiyac-ı din din-i tabii ve ilahi enbiya’-i salife nesh ve tahrifin esbabı siyer-i celile ve ahlak-ı fadıle ni isbat mu’cizat ve imkanı mu’cizat-ı Muhammediyye. Bu kısım ahlak ve tarih-i edyan ile mezc olunmuştur. din-i tabiinin ehemm-i kavaidi üzerine müesses idiği Din-i İslam’ın din-i fıtri olduğu Din-i İslam’ın saadet-i maddiyye ve ma’neviyyeyi kafil bulunduğu Din-i İslam’ın kanun-ı akvem idiği Din-i İslam’ın din-i akl ve din-i ilm ve din-i fazilet ve din-i umran bulunduğu Din-i şura ve din-i hakıkat ve din-i maslahat ve menfaat idiği Din-i İslam’ın hurafatı ibtal esatiri reddettiği. Bu kısım ilm-i ahlak ile mezc olunmuştur. fe ve milliyyun mezhebleri dar-ı naim ve cahim şefaat rü’yet-i Rab. Bu kısım da ma-ba’de’t-tabianın ilmü’n-nefs-i akli kısmı ile mezc olunmuştur. met hüsn ve kubh ma-la-yutak ma-ca’e bihi’ş-şer’ hayta-i tesennün ahkam-ı felasife. Bu kısım ahlak ile mezc olunmuştur. deder. Bu kısım mesail-i tabiiyye ve felekiyye ile nusus arasındaki nisbeti irae edecektir. hak. Bu kısım da ahlak ile mezc olunmuştur. tebe-i tabiin sadr-ı İslam’a bir nazar. Bu iki kısım tarih-i İslam ve tarih-i ulum ile mezc olunmuştur. Bu kısım tarih-i edyan ve tarih-i felasife ile mezc olunmuştur. Hilafiyat: Cenab-ı Hakk’ın tevfikı ve üstad-ı muhteremin himmetiyle bu haftadan i’tibaren hilafiyata dair bir kısm-ı mahsus açıyoruz. Hilafiyat ki usul-i fıkhın en mühim bir şu’besidir asırlardan beri memleketimizde münderis muyordu. Bundan birkaç sene evvel fazıl-ı muhterem defa olarak darülfünun ulum-ı şer’iyye proğramına idhal olundu ve müşarun-ileyh tarafından tedrise başlanarak Türkçe bir eser de vücuda getirildi. Her müctehidin muarızının delailini red ve cerh ile kendi nokta-i nazarını müdafaa etmesinden vücud bulan Delaildeki ihtilaf Mesalikdeki ihtilaf Mesaildeki ihtilaf. Bazı müctehid diğer müctehidin delil addettiği şeyi delil saymıyor. Müctehidlerin müttefikan delil-i şer’i addettikleri şeyler Kitap ile Sünnet’ten ibarettir. Fakat kıyas gibi icma’ gibi istihsan gibi bazı müctehidine göre delil olan şeyler diğer bazı müctehidlere göre delil addedilmiyor onlarla bir hükm-i şer’i sabit olamıyor. İşte delaildeki bu muhtelif nokta-i nazarlar birinci kısmı teşkil ediyor. Sonra müctehidlerin müttefikan delil addettikleri bir şeyi suret-i telakkıleri başka başka olur. Bundan da meslek sünnetin sünnet-i şayia olması lazımdır. Halbuki bazılarına göre şüyu’ şart değildir isnad lazımdır. Bu iki kısım ilm-i hilaf hakkında nazariyat-ı esasiyyeyi mesail-i gamızayı muhtevidir. Üstazın te’lif ve neşr buyurduğu İlm-i Hilaf bu babda izahat-ı kafiyyeyi şamildir. Bundan sonra üçüncü kısım geliyor ki bu da muhtelefün-fih mesail-i şer’iyyeyi mevzu’-ı bahs ediyor. Bu kısımda akval-i muhtelife-i fukaha zikr ve teşrih olunuyor. Bu ilim gerek usul-i fıkhın mühim bir şu’besi olmak bulunmak hasebiyle ne derece haiz-i ehemmiyet olduğu aşikardır. İslam’daki hareket-i fikriyyeyi görmek için bu gibi ulum-ı kemaliyyeyi tedkık ve tetebbu’ etmelidir. Bu hususda üstazın bezl ettiği gayretler himmetler cidden şayan-ı hayrettir. Bir taraftan bu ilimleri ihya etmek diğer taraftan onlara yeni bir revnak vermek… nı hasr ettiği; yorulmak bilmez bir tetebbu’ harikulade denecek bir sa’y ile çalıştığı yegane şey: Ulum-ı şer’iyyenin ihyası zamana göre teceddüd ve i’tilasıdır kitaplarıyla takrirleriyle talebe-i ulumun efkarında hazırladığı ketimizde günden güne ulum-ı şer’iyyeye karşı artmakta olan şevk-ı tetebbu’da üstazın tedrisat ve te’lifatı ne mühim te’sirler icra ettiği inkar olunabilir mi? Herkes siyaset dedikodularıyla dem-güzar olduğu zaman hazret-i üstaz bütün ma-melekini sarf ederek vücuda getirdiği kıymetdar kütübhanesinde tedkık ve te’lif-i asar ile meşgul idi. Herkes kahvehane peykelerinde çene çalarken hazret-i üstaz darülfünun kürsilerinde neşr-i hakayık ediyor tetebbuatını teşrih eyliyordu. Böyle çalıştı böyle harikulade gayretler gösterdi; fakat mükafatını da gördü: Medinetü’l-ilmin ümera-yı muazzamasından oldu. Te’lif ettiği eserler bugün Darülfünun’da Daru’l-hilafeti’l-aliyye medreselerinde tedris olunuyor. Üstadın asar-ı güzinini hakkıyla mütalaa edenler bunu takdir eder gıyaben de olsa muhabbet ve hürmetlerini arz etmekten kendilerini alamazlar. Sonra üstazın ulema arasında da muhterem bir mevkii vardır. Üstazın serbest neşriyat ve efkarı daima hüsn-i kabul görüyor. Çünkü hüsn-i niyyeti Din-i mübine karşı muhabbeti derkardır; nakildeki i’tina ve sadakati müsellemdir; bir garaz-ı muzmeri olmadığı ma’lumdur. Bu hususda hiç kimsenin şek ve şübhesi yoktur. Bu cihetle bütün neşriyat ve efkarı umum müslümanlar arasında mazhar-ı i’timad oluyor. Bu teveccüh-i amme bir alim için ne büyük şereftir. Bu teveccühdür ki onu harikulade gayretlere sevk ediyor. O şerefdir ki ehl-i ilmi rahle-i tedrisine cezb ediyor. Meftun-ı irfanı olan ihvan-ı samimisi yalnız te’lifatını mütalaa ile kanaat edemediler; bir de takririyle müstefiz olmak istediler. Her biri ali mektepleri ikmal ederek ilim ve irfanın yar-ı ebedisi olan mütenevvi’ ilimlerde mütehassıs bulunan bu zevat “Hilafiyat” hakkında da üstazın feyz-i semihanesine müracaat ettiler. İbni Rüşd’ün Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesıd kitabı esas mek vazifesi de bize teveccüh etti. Ta’mim-i fevaidi maksadıyla neşri de münasib görülerek bi-tevfikıhi teala bu haftadan i’tibaren dercine mübaşeret olundu. Cenab-ı Hak muvaffak bi’l-hayr buyursun. Metin: Üstaz-ı Muhteremin Takrir-i Fazılaneleri tü’l-Muktesıd kitab-ı mu’teberini te’lifden maksadı – Fakıh kime derler – Bidaye’de mevzu’-ı bahs olan mesail – Eimme-i metbuinin meşhur olanları – Bidaye’nin taksimat ve tertibatı. Fakıh-i feylesof Kadı İbni Rüşd el-Kurtubi’nin te’lif ettiği Bidayetü’l-Müctehid ünvanlı kitabı akval-i muhtelife-i fukaha hakkında yazılmış olan kitapların en güzelidir. Müellifin bu kitabı te’lifden maksadı kendi beyanı vechile müctehidin ma’ruz kalacağı mesail-i meskutün-anha nakl olunmasın usul ve kavaid hükmünde olacak müttefekun-aleyh ve muhtelefün-fih mesail-i ahkamı ümmehat-ı mesaili delaili ile nüket-i hilafı ile yani ihtilafı mucib olan esbabın usulü ile beyan etmek; bir müctehidin tefrii bir fer’i asla ircaı hakkında güzel bir kanun yazmaktır ki; bu sayede kitabdaki mesaili bilen ve esbab-ı kitabdaki mesaile kıyas edebilir. Bir hadise hakkında bir kavil nakl olunmuş ise bu kavlin hangi fakıhin mezhebine muvafık olacağını hangi fakıhin mezhebine muhalif bulunacağını bilir. Hadise hakkında bir kavil nakl olunmamış sen iltizam ettiği fakıhin usul-ı fıkhı ile ictihadı ile o hadisenin hükm-i şer’isini beyan eder. Derece-i kifayede ilm-i nahiv ilm-i lügat ilm-i usul-i fıkıh bilip bu kitabı tetebbu’ eden bir kimse mertebe-i ictihada baliğ olur fakıh olur. Fakıh la-yuad ve la-huysa mesaili hıfz eden değildir. Zamanımızda olduğu gibi müellifin zamanında da bazıları mesaili hıfz edene fakıh diyorlar. Halbuki fakıh fer’i asla hasıl olur. Nitekim haffaf her ayağa ayakkabı yapabilen kimsedir. Yoksa dükkanında pek çok ayakkabı bulunduran kimse değildir. Dükkanında bazı kimselerin ayağına uygun bir ayakkabı bulunmaz ise ne yapar? Mecburen ayakkabı yapabilen haffafa müracaat eder. Mesaili ezberleyip fer’i asla irca’ edemeyen “hafız-ı mesail” sadrında olmayan satırda bulunmayan bir mes’ele karşısında aciz kalır. Aciz kalana nasıl fakıh denir? Mecburen meleke-i fakıhe müracaat eder. Buna mebni müellif kitabın ismine Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesıd demiştir. Müellif kitabında ekseriya mantukun-bih olan mesaili veya mantukun-bihe tealluk-ı karib ile tealluk eden mesaili zikr ediyor. Meskutün-anh olan mesaili pek az zikr ediyor: Meşhur olup diğer bir mes’eleye asıl ve kaide olan kısmını veya kesirü’l-vuku’ olanını beyan ediyor. Zikr olunan mesailin bir kısmı müttefakun-aleyhdir. Diğer kısmı ise zaman-ı ashabdan rıdvanullahi teala aleyhim ecmain taklidin şayi’ olduğu zamana kadar gelip geçen fukaha’-i İslam arasında müştehir olan muhtelefün-fih mesaildir. Taklid karn-ı rabi’de zuhur etmiştir. Taklid mezmumdur bid’attir. Taklid: Hakkı bila-delil bilmek İlim: Hakkı delil ile bilmektir. Mukallid alim değildir alim de mukallid olamaz. Bid’at-i taklidin şuyuuna kadar binlerce müctehid zuhur etmiştir. Bu müctehidlerden bir kısmının etbaı vardır. Müctehidler pek çok ise de etbaı olan müctehidin eimme-i metbuin o kadar çok değildir. Eimme-i metbuinden meşhur olanlar şunlardır: Maamafih Basra’da Hasen-i Basri Vefatı: Şam’da Mekhul ed-Dımeşkı Vefatı: Kufe’de İbni Ebi Leyla Vefatı: ve İbni Şübrüme Horasan’da Muhammed bin Nasr el-Mervezi Vefatı: eimme-i metbuinden idiler. Müellif meskutün-anh olan mesail için usul ve kavaid hükmünde olan mesaili beyan etmeden evvel gayet veciz olarak ahkam-ı şer’iyyenin telakkı olunduğu tarikleri yani delaili ahkam-ı şer’iyyeyi esbab-ı ihtilafı beyan ediyor. Sonra mesail-i ahkama girişiyor. Kitap başlıca dört kısma ayrılıyor: Delail ahkam esbab-ı ihtilaf mesail. Delaili ve ahkamı usul-i Maliki üzere esbab-ı ihtilafı kendi üzere tertib ediyor. Her babda usul ve kavaid hükmünde olan mesaili delaili ile esbab-ı ihtilafı ile zikr ediyor. Harb-i hazır bütün dehşetiyle Avrupa’yı matemlere gark ediyorken bir çok müdekkikler bu felaket-i kübradan ahlakı ve dini istifadeler te’min etmek için uğraşıyorlar. Hatta “Bu felaketi Hıristiyanlık niçin men’ edemedi?” diye durbinane tefahhusatta bulunuyorlar. İstikbalin selameti için lazım olan ibret ve intibah derslerini şimdiden hazırlıyorlar. Gerçi harb bir felakettir bir vakıa-i tarihiyyedir; fakat aynı zamanda pek kıymetdar defain-i ahlakıyyeyi muhtevidir. Harbin rayet-i ahlakıyyesi onun altında cihad edenleri yükseltir ve ma’nevi düşmanları makhur ve muzmahil eder. Her harbin maddi nokta-i nazardan tedkıkı ne kadar lazım ise onu ma’nevi nokta-i nazardan da tedkık etmek o kadar elzemdir. Ve bu tedkıkatı enzar-ı millete arz etmek de bir vecibedir. Avrupalılar ve Amerikalılar bu hakıkati derpiş ederek harb-i hazırdan dini ve ahlakı istifadeler te’min etmek için vakıfane makaleler yazmakta mechul kalan hakaikı enzar-ı ammenin nigah-ı im’anına arz etmektedirler. Mesela New York’da intişar eden The Chnr Chmau ceride-i diniyyesi diyor ki: “On dokuzuncu ve yirminci asırlarda Avrupa’nın büyük hükumetleri arasında vuku’ bulan muharebelerden hiç birisi yoktur ki bugünkü harb kadar kıymetdar fevaid-i ahlakıyye te’min etmiş olsun. Bugün pek aşikar görülüyor ki harb ma’neviyet-i ictimaiyyenin zahiri bir görünüşüdür.” Fil-hakıka öyledir. Muharibler; girecekleri bir harbi meşruiyyet-i ahlakıyyesi nokta-i nazarından adilane bir muhakeme ile hasıl edecekleri kanaat üzerine müesses bir karar neticesinde silaha sarılırlar. Yoksa giriştikleri cidal-i azimde bir meşruiyyet bulunmaz. Bugün ise harb-i hazır hakkında yapılan tedkıkat meşhud olan seyyiat-ı ahlakıyye etrafındadır. Londra’da münteşir Morning Post gazetesi diyor ki: “Harb-i hazır hıristiyanlar için gayet muazzam istifadeler te’min etti. Onlara nasıl ölümü gösterdi ise dinlerini de hatırlattı. Bir taraftan servetlerini tarmar ettiyse diğer cihetten ruhani bir ta’ziyet verdi. Hubb-i nefs ile diğer ma’siyetlerin akıbetini enzar-ı ibrete arz ettiyse en derin ihtiyaclarını te’min edecek vesait-i hayatiyyeyi de öğretti. Harb ve din yekdiğeriyle beraberdirler. Harb insanlara viladetin kadınlara öğrettiğini öğretiyor. Cihan-ı ma’nevinin mahsulleri bu gibi hadisat-ı müdhişe ile biçilir. Şimdi kilisenin zer’ edeceği tohumlar yeniden neşv ü nemaya başlayacaktır. Kiliselerimiz fırsatı kaçırmaz kanaat-bahş bir akıdeyi ta’mim ederse pek feyyaz bir mahsul-i ma’neviyi hasad etmiş olurlar.” Bu satırları okuyanlar elbet bu fikirlerin aleme ilhad tohumlarını neşr eden bir muhitin içinden çıktığını düşünerek taaccüb ederler. İhtimal ki bu sözleri görmezden evvel harb-i hazırı dinin iflasına dair bir hüccet-i katıa gibi telakkı eylerlerdi. Fakat yanlış bir zehaba saptıklarını atideki tedkıkattan anlayacaklardır. Yine Londra’da intişar eden Christian Commonnwealth gazetesi atideki satırları yazıyor: “… İstediler ki dinsiz bir medeniyet teşkil etsinler istediler ki dinsiz olarak terakkı etsinler. Bu suretle dinin hukukunu ihmal evamirine isyan ettiler. İbadetten vaz geçtiler. Zevk u sefalarını ancak daru’l-fücurda duymaya başladılar. “Hayatlarını ancak para toplamak sulh ve müsalemet devrelerini teslihat ile geçirmek ile imrar ettiler. Vakta ki o yalandan kurdukları mebna-yı hayatları yıkıldı; her kusuru o tahkır ettikleri dinlerine yüklettiler. Halbuki onlar abede-i zeheb idiler. Onun parlaklığına her şeyi feda ettiler. Buna rağmen asıl onları kurtaracak onlara şifa ve hidayet bahş olacak dinlerini ihmal ediyorlar. Biz bugün görüyoruz ki maddiyet kamilen sukut etmiş yerine maddiyetin inkar ettiği din yerleşmiştir. Eğer dünyada hiç yıkılmayacak hiç sükut etmeyecek bir medeniyet varsa o da din üzerine müesses medeniyettir.” Avrupalıların harb-i hazırdan mülhem oldukları istifadeler bu derecede kalmıyor. New York’da münteşir Times gazetesi bugünkü ateş ve kan fırtınalarından Garb’ın başka bir alem daha dindar bir alem olarak çıkacağını söylüyor diyor ki: “Bugün ceneraller kayserler imparatorlar çarlar kumandanları altındaki milyonlara Allah’dan muvaffakiyet diliyorlar. Bunlar nasıl bir ilahdan bu muvaffakiyeti dua ediyorlar? Onlar öyle bir Allah’dan istimdad ediyorlar ki o onların milli ilahlarıdır. Bir ilah ki uluhiyyetten tamamıyla muarradır. Halbuki insanlar bu gibi menfaat ilahlarından bıkmışlardır. Ve bu muharebeden sonra ondan tamamıyla nefret edeceklerdir. “Bugün her milletin gerek müterakkı gerek gayr-ı müterakkı bütün akvamın rü’yalara bile girmeyecek amal-i harisane ve tama’karanesi var. Ve bu tama’larını te’min etmek için Allah’dan istimdad ediyor. Fakat bu öyle bir istimdaddır ki sahibini ancak darağacına isal eder. “Bil-cümle muharrirler mütebahhir üstadlar ‘Asrımız asr-ı maddiyettir.’ diyorlar. Fakat bugün anlıyoruz ki insanı sade ekmek beslemez. Ve bu ezeli ve ebedi hakıkatten gaflet olunduğundan dolayı milletlerin; ihtiyarlar ve çocuklar eşraf ve avam ağniya ve fukaranın hep beraber en derin girdab-ı sefalete yuvarlandığını müşahede ediyoruz.” Misal olarak arz ettiğimiz bu fıkralardan din mes’elesinin Avrupa ve Amerika’yı ne kadar şiddetle işgal ettiği görülür. Fakat mes’ele bu kadarla da kalmıyor. Bugünden Avrupa’nın dine doğru attığı hatveler ta’dad edilmektedir. Amerika’nın Philadelphia şehrinde münteşir North American gazetesi diyor ki: “Fransa gaib ettiği dinini buluyor. Herkesde dine karşı öyle bir şevk öyle bir vecd görülüyor ki neticede hükumet “Belçikalılar dine doğru herkesden fazla ilerlemişlerdir. Çünkü felaketler insanı Allah’ına irca’ eder. “Almanya taife-i akliyyunun mütehakkim olduğu bu memleket de ecdadının tevekkülünü ihya ve istirdad ediyor. “Burada herkes bugünkü kıyametin Mesih’i yine doğuracağına El-hasıl bugün Garb’da dine doğru umumi bir rücu’ meşhud olmaktadır ki bu hiç şübhesiz harb-i umuminin netaicindendir. Garblılar bu faaliyet-i diniyyeye başlamışken bizim de kendimize göre büyük bir sahne-i tedkıkatımız ulema-yı kiramımızın himmet ve hamiyyet-i diniyyelerini bekliyor. Bizim de harb-i hazırdan dini istifadeler te’min etmemiz bir farizadır. Bedihidir ki bugün ulema-yı dinimizin ekeceği tohumlar en feyyaz mahsulleri verecektir. Edille-i şer’iyyeye müstenid olmayan ve zahiri tarz-ı taat ve ibadette görünen umur hakkında Meşihat-i Celile-i Celilesi’ne yazılan tezkire-i aliyye suretidir: “Edille-i şer’iyyeye müstenid olmayan ve zahiri tarz-ı taat ve ibadette görünen umurdan amme-i müsliminin ber-vech-i ati beyan olunur: Evvela: nazm-ı Samedanisi muktezasınca Kur’an -ı vazıhu’l-burhan kıraatine şüru’ olunmazdan mukaddem istiaze emr-i mesnun ve emr-i celili müfadınca bilhassa eyyam-ı Cuma’da Cuma namazından evvel Kur’an-ı Kerim tilavet eden kimsenin tilaveti hitam bulacağı zaman ayet-i kerimenin nihayetinden birkaç kelimeyi huffazın bila-istiaze müctemian kıraatleri sünnet ve vacibi terk ve keraheti irtikabdır. Saniyen: Cuma günleri müezzinlerin Cuma namazından evvel ... diye ta’rif “Dost medet mucib ve mekruh ve bid’at olduğu gibi şürut-ı vakıfine de muhaliftir. Zira Ayasofya Cami’-i şerifi vakfiyyesinde “Bir merd-i arif cami’-i şerifde mu’arrif olup eyyam-ı Cuma’da akıbü’s-salatta hazret-i vakıf-ı cemilü’s-sıfata ve amme-i mü’minin ve mü’minata dua eyleye” diye mezkurdur. Salisen: Hatib hutbede duaya şüru’ ettiği zaman cemaatin ellerini kaldırmaları ve amin demeleri günahtır. Rabian: Müezzinlerin Allah lafza-i celalinin evveline hemze idhaliyle med ederek Allah diye sehven telaffuzları esna-yı salatta fesad-ı salatı ve ibtida-yı salatta namaza adem-i şüruu icab eder. Hamisen: Müezzinlerin kable salati’l-farz esami-i müteaddideyi ta’dad ve ervahına fatiha demeleri bid’at ve mekruhdur. Sadisen: Ba’de salati’l-farz me’sur olan “Allahümme ente’s-selamü ilh.” mikdarından fazla te’hir-i sünnet tenzihen mekruhdur. Binaenaleyh ekser cevami’-i şerifede revatibi bulunan farz namazlarından sonra tilavet olunan salat-ı münciye ve ed’iye-i sairenin hitam-ı salata te’hiri muvafık olur. fında hareket edenlere mücazat-ı intibahiyye icra ettirilmesi mütevakkıf-ı himem-i celile-i semuhileridir.” Böyle bir zamanda umum kari’ler abone bedelatını göndermedikçe tedvir-i umur mümkün değil iken bazı kariin-i kiram geçen seneki borçlarını dahi göndermemiş olurlarsa idarenin ne kadar müşkilata duçar olacağı elbette takdir olunur. Binaenaleyh her kariin elinden gelen himmet ve muaveneti diriğ etmesi bilhassa rica olunur. Bidayet-i emrde bir takım müslüman cahillerinin mevki’-i bahs ve tedkıka vaz’ ve muahharan Hıristiyanlık propagandacılarının tervic-i meram için en büyük bir vesile ve fırsat ittihaz ettikleri mesailden biri de: Mushaf’ın esna-yi kitabet ve tahririnde bir takım hatalar vukua geldiği Arab’ın selika ve meleke-i lisaniyyesi bunların tashihine kafi geleceği fikir ve i’tikadıyla hatiat-ı vakıanın kimse tarafından tashih ve ıslah edilmemiş olduğu hakkında deveran eden sözlerdir. Hatta bu hususa aid hif yazıldıktan sonra Osman’a arz edildi Osman onlarda yanlış bir takım harfler görmüş ise de “Bozmayınız Arap onları selikalarının yardımıyla tashih eder ve bir rivayette Arab’ın fesahat-i lisaniyyesi onların ta’dilini tekeffül eder” demiştir. Anbari Mushaf-ı Osman’a Karşı Muhalefet Edenlere Karşı Reddiye nam eserinde bu hususa müteallık rivayat hakkında diyor ki: Evvelemirde Osman’a isnad olunan bu nevi’ ehadis münkatı’ esanid-i muttasılaya gayr-ı müstenid bulunduğu cihetle bunların makam-ı istidlalde hiçbir kıymet-i te’yidiyyeleri yoktur. Saniyen: Osman ki zamanında ümmet-i İslamiyye’nin imam ve muktedası ve elfaza gerek resm-i hatta aid bir hata ve noksana muttali’ olup da onun ıslahına teşebbüs etmemesi kat’iyyen aklın kabul edebileceği bir ihtimal değildir. Tesadüf ettiği hataların tashihini atiye ta’lik etmiş olması imkanına zahib olmak da kabil olamayacağına dair hakkında bir takım mütalaat-ı muhıkka serd ettikten sonra diyor ki: Gerek kitabet gerek telaffuza aid elfaz-ı Kur’an’ın heceleri arasında tesadüf edeceği bir bozukluğun ta’dil ve tashihini ferdaya ta’lik etmek gibi bir ihtiyatsızlığın Hazret-i Osman gibi dur-endiş bir zattan suduru muhaldir. Ba-husus ki onun kıraat-i Kur’an’a muvazıb elfaz-ı Kur’an iyye’yi mütkın olduğu bilad ve nevahiye gönderilen mesahifin resm-i hattı kendi fikrine muvafık bulunduğu herkesçe ma’lum ve müsellemdir. Neticede İbni Anbari ifadat-ı anifesini Ebu Ubeyde’nin Abdurrahman’dan onun da Hazreti Osman’ın kölesi Hani’ el-Büreyri’den tahric ettiği hadis ile de te’yid etmektedir. Hani’ diyor ki: İstinsah-ı Kur’an’a me’mur olanlar yazdıkları mesahif-i şerifeyi Osman’a arz ettikleri sırada ben de orada hazır bulunuyor idim. Üzerinde kelimeleri yazılmış bir kürek kemiğini benimle Übey bin Ka’b’a gönderdi. Übey hokka-kalem istedi ’dan lamların birini silerek ’ i bozarak suretinde tashih etmekle beraber ’ nin ahirine bir ilave ederek yaptı. Hazreti Osman’ın ikmal-i istinsahı müteakıb mesahif-i şerifede resm-i hatta aid tesadüf ettiği bazı tahrifatı derhal tashih ve ıslah etmiş olduğunu Başmuharrir rivayet ettiği şu hadis te’yid etmektedir: Mushaf yazılıp bittikten sonra getirip Osman’a gösterdiler. Hazreti Osman nazar-ı tedkıkten geçirdikten sonra: “Pek güzel olmuş. Bazı şeyler görüyorum onu biz kendi lisanımızla ta’dil ve ıslah ederiz” dedi. Suyuti diyor ki: Bu rivayetin kabul edilemeyecek müşkil bir ciheti yoktur. Bilakis bununla rivayet-i sabıkanın ma’na ve mahiyeti tamamıyla tavazzuh etmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki Mushaf yazılıp bittikten sonra Hazret-i Osman’a arz edilmiş esna-yı tedkıkte lügat-i Kureyş’e muhalif –ez-cümle kelimesi yazılmış olduğu gibi– bazı şeyler görerek bunları bilahare tashih edeceğini söylemiş ve tashih de etmiştir. Esasen sahabe-i kiram o mertebe fesahat-ı lisaniyyeye malik oldukları halde onların Kur’an şöyle dursun hatta muhaverat-ı adiyyelerinde bile irtikab-ı hata edebileceklerini zannetmek nasıl kabil olabilir? Sonra böyle bir ihtimal teslim olunsa bile bu hatanın Nebiyy-i muhteremden nazil olduğu gibi telakkı hıfz ve itkan ettikleri Kur’an’da vukuuna nasıl ihtimal verilebilir? Bu da bir taraf bütün sahabe-i kiramın bir hatayı ika’ ettikten maada hususi bir esna-yı kitabet ve tahririnde o hatanın vukuundan haberdar olamamaları yahud Hazret-i Osman’ın hatiat-ı vakıanın tağyirinden men’ etmesi kıraat-i Kur’an selefden halefe rivayet-i mütedavire ile ahz ve telakkı edildiği halde bu hataların temadisi nasıl kabul olunur? Görülüyor ki böyle bir halin vukuu aklen şer’an adeten muhal ender-muhaldir. Maamafih anifen de beyan eylediğimiz vechile resm-i Kur’an’dan lahn vukuuna dair Hazreti Osman’dan rivayet edilen asarın isnadı zaif sıhhati meşkuk ve na-kabil-i müttefik bulunuyorlar. Asar-ı varide miyanında Buhari ve Müslim’in şartlarına göre isnad-ı sahih ile Hazret-i Aişe’den rivayet edilen bir hadis istisna edilirse diğerleri teemmül ve tevcih külfetine değer şeyler değildirler. Mevzu’-ı bahs olan hadis ise Ebu Ubeyd’in Ebu Muaviye Hişam bin Urve vasıtasıyla Urve’den rivayet ettiği şu hadistir: Aişe’den lahn-ı Kur’an ez-cümle ayetleri hakkındaki re’yi soruldu. Cevaben: “Kardeşim oğlu! Bu katiplerin işidir. Esna-yı tahrir ve kitabette hata etmişler” dedi. Suyuti İtkan’da Şeyhayn’in şartlarına göre bu hadisin lenin suret-i tevcih ve te’viline müteallık bir takım ifadat serd ediyor ki fikrimize göre bunların hiçbiri Hazreti Aişe’nin sözlerini Eğer hakıkaten söylemiş ise def’ ve reddedebilecek kuvvet ve metaneti haiz değildir. Hakıkaten söylemiş ise cümlesiyle takyid ve ta’lil etmemiz müteaddid sebeblerden naşidir: Bir kere bu hadis aynı ibare ile mesanid-i sahihadan hiçbirinde kayd ve zikr edilmemiştir. Saniyen Hazreti Aişe Kur’an’ı yazanlar bu ayetlerin resm-i hattında hata ettiklerine kail ve mu’tekıd bulunuyorsa o hataları tashih etmesine ve Mushaf’ı savab addettiği şekil ve surette tekrar yazdırmasına mani’ olan ahval ne gibi şeyler idi? Kitabullah’ı hatadan sıyanet fikrine ondan daha ziyade kim tarafdar olabilirdi? Pederi Ebubekir es-Sıddik Kur’an’ın kemik hurma kabuğu taş parçaları üzerinden cem’ ve tedvin edilmesini emrettiği zaman Hazreti Aişe nerede idi? Daha sonra Kur’an Hazreti Sıddik’ın hafızasında ahd-i risaletteki haliyle menkuş bulunduğu ve kendi de ümmi olmayıp yazı yazmayı bildiği halde ve şekl-i tahrire aid bu gibi hatiatı haliyle nasıl tilavet edildiğini ve hatta kendi zamanında bir çok huffaz bu harflerle tilavet etmekte olduklarını bildiği halde Hazreti Aişe bu harflerin hata olduğuna nasıl kail olabilirdi? Acaba ona bu rivayeti isnad edenler resm-i hatta mutabakatı derkar olan tilavet mes’elesine ne diyecekler ve bu harflerle tilavet-i Kur’an hususunda nasıl bir fikir dermiyan edebileceklerdir? Kur’an ki fesahatin mertebe-i bala-terinine reside olan Arabın bil-cümle fusaha ve bülegasını senelerce tahaddi ve muarazaya da’vet ettiği halde şa’şaa-i i’cazı karşısında vakf-ı hayret bırakan beliğ bir lisan ile nazil olmuştur; onun bu harflerle tilavet edilmesine lahn mı diyecekler? Sahib-i Keşşaf nazm-ı keriminin medh tarikiyle mansub bulunduğunu nasb ale’l-medh babı gayet vasi’ olup Sibeveyh bir çok emsile ve şevahid ve tafsil etmiş olduğunu dermiyan ettikten sonra diyor ki: Bazılarının Mushaf’ın hattında lahn vuku’ bulmuş olduğuna dair olan zan ve tahminleri asla şayan-ı iltifat değildir. Böyle bir re’ye zahib olanlar kavaid-i lisana aid asarı mütalaa ve tedkık ve Arabın ifade-i meram hususundaki esalib-i mütenevvialarına vukuf hasıl etmiş olmadıkları gibi “Nasb ale’l-ihtisas” kaidesinin yardımıyla eda-yı meram hususunda ne bedi’ ve sihirkar tefennünler göstermiş olduklarını da idrak edememektedirler. Bir de bu kabil kimseler sabıkın-i evvelinin İslam’ı sakınmak ve ona karşı mucib-i ta’n ve tesvil olabilecek her şeyi bütün kuvvetleriyle ber-taraf etmek cihetine ma’tuf olan himmet ve gayretleri Kitabullah’da ahlafın ta’mir ve telafi edebilecekleri fikir ve kanaatine istinaden böyle mühim rahneler bırakmak gibi ihtiyatsızlıkları irtikab etmek derecesinden cidden ali olduğunu takdirden aciz bulunmaktadırlar. mümasil rivayat ve asarın Ümmü’l-mü’minin’e isnadını kabule kat’a imkan bırakmıyor. Çünkü bu gibi isnadatı ciddi ve hakıkı telakkı etmek Aişe-i Sıddika’ya ve aynı zamanda İslam ve Kur’an’a karşı pek büyük bir cinayet irtikab eylemek demektir. Zikr olunan senedin sahih olduğu zu’muna gelince: Bu yalnız Ebu Ubeyd’in tahric ettiği bir rivayet-i şazze olup bunun re’y-i sedid ve zevk-ı selime vücuh ile münafi bulunduğu mülahazat-ı anife ile teayyün ve tezahür etmektedir. Kur’an -ı Hakim’de resm-i hattın yahud suret-i zahirede doğrudan doğruya lisanın kavaid ve ahkamına muhalif olan huruf-ı mebhusenin suret-i tevcihi: Bunların zımnında öyle esrar mündemicdir ki fenn-i edebde büyük bir zevk ve nasibi Arabın esalib-i beyanı hakkında hakıkı bir ihatası olmayanlar o esrar ve gavamızın hall ü istihracına kudret-yab olamazlar. Ancak bu nikat ve gavamızın mahiyatını şerh ve tafsile girişmek şu mukaddimede riayet etmek istediğimiz şerita-i icazı ihlal edeceği cihetle burada talibine bu gibi mesailin halli için bir mikyas olabilecek bazı mebahis-i esasiyyenin zikriyle Kur’an-ı Kerim ahd-i risalette müteaddid harflerle kıraat olunur idi. Müteferrik sahifeler biraraya getirilerek Mushaf-ı Ebubekir’in tahririne başlandığı esnada ma’lum olduğu vechile noktasız ve harekesiz olarak yazıldı. Mushaf-ı Ebubekir’den istinsah edilmiş olan Mushaf-ı Osman da bu vechile istinsah edilmiş ve hatt-ı Kur’an’ın kıraat-ı sahihayı muhtemil velev takdiran olsun bu kıraatlere mutabık olması bu esasa müstenid bulunmuştur. İmam Cezeri Neşr nam kitabında diyor ki: Kıraat Kur’an’ın müttefekun-aleyh olan resm-i hattına tevafuk etmezse şaz i’tibar edilerek kıraat-i sahiha olduğuna hükmedilemez. Binaenaleyh kıraatlerin şerait-i sıhhatlerinden biri de müttefekun-aleyh olan resm-i hat kavaidine muhalif olmamasıdır. İşte buradan anlaşılıyor ki ve ile ve ile kıraatleri kıraat-i sahiha olup bu kıraatlerden birinin el-yevm musahhah ve muharrek olarak elimizde bulunan mesahif-i şerifeye muhalif olması tahrif veya lahn addedilemez. Çünkü anifen zikr edildiği vechile Mushaf-ı Osman bidayet-i emrde nokta ve harekeden ari ve bu gibi huruf-ı muhtelifeyi mühtemil bulunuyor idi. Mushaf-ı Osman’da bazı harfler mevcuddur ki bunlar muhtelif kıraatleri muhtemil olmakla beraber hakıkı veya takdiri bir surette sahih olan kıraatlere mutabık bulunurlar. Ez-cümle ayet-i kerimesi hem elif ile tarzında hem de elifsiz olarak kıraat edilebilir. İkinci ihtimalin muhaverede kesretle tedavül eden ve isti’mali şayi’ olan harfleri hazf edegelmiştir. ve emsali kelimatta olduğu gibi. Bu kaidenin mütemmimatından olmak üzere şunu da zikr edelim ki bazı harf diğer bir harften bedel olur da Kur’an her ikisiyle de kıraat edilmiş olmakla beraber resm-i hat asla değil bedele mutabık bulur. Bu da harf-i asli ile olan kıraatlerin resm-i hatta muvafık olmasa da mucib-i eşkal ve iltibas bir ciheti olmadığına kanaat mevcud olmadığından ileri gelmektedir. heca’ mes’elesinde diyor ki: Sahabe-i kiramın sırat kelimesini harf-i asli olan sinden mübeddel sad harfiyle yazmaları şayan-ı dikkattir. Sin kıraati min vech resm-i hatta muhalif ise de aslı üzere varid olmuş ve bu suretle her iki kıraat arasında bir müvazenet husule gelmekle beraber kıraat-i işmam da daire-i ihtimale idhal edilmiştir fakat böyle olmayıp da sin ile yazılmış olsaydı bu fevaid fevt etmekle beraber sinin gayrı ile vuku’ bulacak kıraatin resm-i hatta ve asla muhalif addolunacağı bedihi idi. Bundan dolayıdır ki Sure-i A’raf’daki kelimesinde kıraat ihtilaf etmiş ve Sure-i Bakara’daki kelimesi şaibe-i ihtilaftan azade kalmıştır. Bunun sebebi de Sure-i Bakara’da sin ile Sure-i A’raf’da sad ile yazılmış olmasıdır. Maamafih harf gerek müdgam gerek mübeddel olsun sabit veya mahzuf bulunsun resm-i sarih-i hatta muhalif olmakla kıraate muhalif addedilemez. Fakat bunun için de kıraatin sübutu vacibü’l-ittiba’ addolunacak derece meşhur ve şayi’ olması şarttır. Resm-i hatta muhalif olmasına suret-i mutlakada mesağ olmayan doğrudan doğruya kelimata tealluku olan ahvaldir. Binaenaleyh bir kelimeyi ziyade veya noksan bir şeyi takdim veya te’hir etmek caiz olamaz. Huruf-ı maaniden kü bunlar da kelime hükmündedir. hakıkı esasları bunlardan ibarettir. sine gelince: Bu mes’ele hakıkaten bir u’cube ıtlakına şayandır. Arabın manzum ve mensur mürsel ve müsecca’ bil-cümle fünun ve esalib-i kelamda haiz olduğu fesahat ve belağatin derecesi ma’lum iken; Kur’an kendilerini daima muarazaya da’vet ettiği halde onun belağat ve bir insan ne derece akıl ve iz’andan mahrum olmalıdır ki Kur’an’da lahn esalib-i Arabiyye’ye muhalif cihetler mevcud olduğunu zannedebilsin. Ma’lumdur ki kavaid-i Arabiyye Kur’an’ın nüzulünden sonra vaz’ ve tedvin edilmiştir. Kavaid-i mebhuse bidayet-i emrde gayet sehl ve vazıh ebvab ve mündericatı zevk-ı selime mülayim asar-ı taassüf ve tasallüften beri idi. Kitab-ı Sibeveyh’i şöyle bir nazar-ı tedkıkten geçirecek olursak onun ebvab ve mebahisi arasında lügat-i Arabiyye’nin esrarını keşf esalib-i beyanının tenevvü’ ve ihtilafındaki ahkam ve makasıdı mükemmelen beyan edecek ne kadar mühim izahata tesadüf ederiz. Zemahşeri’nin Keşşaf’da serd etmiş olduğunu anifen söylediğimiz beyanat bu hakıkati bir dereceye kadar izah eder. Fakat bu devri ta’kıb eden nuhat Arabın ta’bir-i meram hususunda ne derece mütenevvi’ esalib-i beyana malik olduklarını bilmiyor. Daha doğrusu bunlar Arabın ziyade hazf harekat-ı i’rabiyye arasında mugayeret gibi ahvale riayet etmekle belağata aid ne kadar mühim maksadlar ta’kıb etmekte olduklarını takdir edemiyorlar etmiş mevki-i isti’mallerini tanımış sözlerindeki halaveti tatmış olanlardır. His ve zevkten mahrum olan nahvilere gelince onlar bu gibi makasıd-ı ulviyyeyi idrakten pek uzaktırlar. Şu bahse aid ifadatımızı ezhan-ı talibine takrib için Ebu Ubeyde’nin Hazreti Aişe’ye sorulup da “Katiplerin hatasıdır” demiş olduğunu rivayet ettiği ayetlerin vech-i sıd-ı faside erbabının Hazreti Aişe’ye karşı nasıl isnadata kıyam etmekte oldukları ve avam-ı müslimin nazarlarında onu lügat-i Kur’an’ın esrarına bigane ve belağat-i Kur’an iyye’den müteraşşih maani ve makasıd-ı mahsusadan gafil bir seviyede temessül ettirmek istedikleri bu sayede kolaylıkla münfehim olur ki Aişe cümlece ma’lum olduğu vechile ahkam-ı diniyyenin kısm-ı mühimmi kendinden rivayet edilmiş olduğu gibi Araplık mayesine A’cemilik namına hiçbir şey karışmamış belki devha-i irfan ve belağati efsah-ı Arab olan Kabile-i Kureyş sahasında perverişyab-ı kemal olmuştur. Hep bu hasayısa zamime olarak kendisine Resul-i aleyhi’s-selama şeref-i mukareneti ilim edeb fesahat ve reviyyete aid kemalatı du-bala eylemiştir. nazm-ı keriminin tevcihi: Bu ayet-i kerimedeki [ “ ] in” bir rivayette “nun”u tahfif ve diğer rivayette teşdid suretiyle kıraat edilmiştir. Ma’lumdur ki “in”-i muhaffefe ekseriyetle ihmal ve amelden ilga edilerek kendini her ikisini merfu’ mübteda ve haber ta’kıb eder ve yalnız “in”-i muhaffefeyi “in”-i nafiyeden temyize medar olmak üzere habere bir lam-ı meftuha idhal edilir. Yukarıda Mushaf-ı Osman’ın nokta ve harekeden ari olduğunu ve kıraat aslı ve mübeddel olmak üzere mutabık olmakla beraber resm-i hatta muhalif olsa da siyak-ı kelamın daire-i ihtimali dahilinde bulunduğuna binaen suret-i mübeddelenin resm ve tahriri tercih edildiğini zikr ve ityan etmiş idik. Şu esas böylece takarrur ettikten sonra deriz ki: “in” kıraatlerin birinde hilaf-ı asl olarak muhaffef irad edilmiş olup bu takdire göre onu vely eden ismin merfu’ olması tabiidir. Sair kıraatlerde “in” müşedded olarak varid olmuş ve bu kıraate göre ise ki bu kurra’-i emsardan ekserisinin kıraatidir. Bazen de “ya” ile kıraat edilmiştir. Bu suretle olan kıraatin bi’t-tabi’ muhtac-ı hall ü izah bir ciheti yoktur. “Elif” ile kıraate gelince Kufiyyun’dan bazıları diyor ki: Bu kıraat Beni el-Haris bin Ka’b ile onlara mücavir kabailin lügatlerine muvafıktır. Bu kabail tesniye sigasını halet-i ref’ nasb ve cerde elif ile isti’mal ederler. Maamafih bu suret isti’mali nadir ve kalil olmakla beraber daha ziyade muvafık-ı kıyastır. Çünkü Araplar dedikleri zaman “vav”ı zammeye ve dedikleri zaman “ya”yı “mim”in kesresine ittiba’ ediyorlar. Fakat tesniye sigasının halet-i nasb ve cerde “ya” ile isti’mali halinde “ya”nın ma-kablini kesr mümkün olmamakta ve halat-ı selasede harf-i tesniyenin ma-kablindeki fetha sabit kalmakta olduğunu görünce fethaya mücanis olan “elif”i halat-ı Zaten cümlesinde kelimesinin “elif”ini ref’ nasb [ve] cer hallerinin kaffesinde isbat hususunda Arap müttefiktir. İşte görülüyor ki “in” müşedded olduğu takdirde’da “elif”in muhafaza ve isbatının da bir vech-i makbulü vardır. Hülasa bu kelimenin kurra’-i emsardan ekserisinin rivayetinde “elif” ile kıraat edilmesi beyne’l-Arab aksi şayi’ ve mütearif olan aslı iltizam fikrine müsteniddir. Çünkü ma’lum olduğu vechile beyne’l-Arab şayi’ olan kaide “inne”nın ismi tesniye olduğu takdirde “ya” ile nasb edilmesidir. Binaenaleyh “elif”in kıyas olan “in”-i müşeddedeye aid kıraatlerden yalnız birine tevafuk etmektedir. Fakat “ ya” ile yazılırsa bu takdire göre resm-i Mushaf’ın kıraat-i tahfif ile müşedded “in”de metruk ve mehcur olan asla mutabakatını fevt eder. Ve bunun böyle olduğu esrar-ı tenzile ve vücuh-ı kıra’ata vakıf olanlar nezdinde bedihi ve aşikardır. Ancak nuhat vaz’ etmiş oldukları gayet basit ve sathi usul ve kavaide fikir ve muhakemelerini rabt ederek bunun haricinde bir tevcih ve ihtimale imale-i hatır külfetinde bulunmuyorlar. Ve böylelikle Kur’an ile onun revnak-ı hikmet ve belağati ve derecat-ı zevk ve fetanetin müntehasına reside olan makasıd-ı dakıkası arasında mühim hailler vücuda getiriyorlar. ve ayetlerinde ma’tuflar arasındaki muhalefet-i kelamın cüz’lerini yek-nesak veyahud i’rab siga ve üslub-ı beyan i’tibarıyla nev’ama mütehalif bir surette vaz’ ve ityan etmek hususunda türlü türlü maksadlar ta’kıb etmişlerdir ve bunun lisanda en bahir misalleri de ihtisas nasb ale’l-medh ve aksi bir ma’na-yı vaz’iye delalet etmeksizin bazı harflerin ziyade edilmesi gibi şeylerdir. Bunun sebebine gelince muhataba karşı irad olunan sözler siyak-ı vahid üzere serd edildiği takdirde muhatab söylenen söylenecek olan sözler arasında berahinin muttarid tahayyül etmek ve sözün önüyle sonu arasında ehemmiyet let-i fikriyyeye duçar olur. Binaenaleyh muhatabın zihni söylenen sözlerin derece-i ehemmiyetleri mütefavit olduğu ve bu sözler umumi bir hüküm teşkil etmekte [silik]kapalı olmakla beraber her birinin kendine mahsus birer meziyetleri bulunduğu noktasına imale ve tevcih edilmek istenirse samiin fikrini ikaz ve söylenen şeylerin havas ve mezaya i’tibarıyla mütefavit olduğuna celb-i dikkatini te’min edecek vesaile müracaat edilmek vücuda getiren makasıd-ı beyaniyyenin esasları hep bu tefavüt merkezine müteveccih olduğu gibi bunun terk ve şekil ve mahiyet iras eder. Arap bize sözlerinde mündemic olan makasıd-ı rakıka ve nikat-ı dakıkaya karşı muhatablarında fikren bir intibah ve neşat husule getirmek da– ne gibi fünun ve esalibe malik olduklarını göstermiştir. Sanaat-ı lafziyye erbabı büleganın mukteza-yı ahvale mutabık olarak serd ve ityan ettikleri esalib-i beyan ve belağate aid tedkıkatlarının muhassalasını kayd ve tesbit etmekten başka bir şey yapamazlar. Esrar-ı belağati fusahaya teali-i isti’dad ve liyakatten mahrum olan nahviyyuna gelince bunların kavaid ve kavanin-i kelamiyye namına ortaya koydukları şeyler kelamın derecat ve meratibini takdir için bir mikyas ittihaz olunamayacağı gibi vazı’-ı kelamın makasıdına müracaat ve onun üslub-ı beyan sebk ve rabt i’tibarıyla gösterdiği tenevvuun netice-i meram üzerindeki te’siratı teemmül edilmeksizin kavaid-i nahviyyeye istinaden bir sözün hata veya savab olduğu hakkında medar-ı hükm addolunabilecek bir kıymeti haiz değillerdir. Hilafiyat: Üstad-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Takrirleri: Ahkam-ı şer’iyyenin telakkı tarikleri – Kıyasın delil-i şer’i olup olmadığı – Kıyası inkar edenler – Münkirin-i kıyasın nokta-i nazarları – Kıyas-ı mansusü’l-ille kıyas-ı fehva – Ehl-i kıyasın delaili – Zahiriyye’nin delili. Ahkam-ı şer’iyye Fahr-i Risalet aleyhi’s-salatü ve’sselam efendimiz hazretlerinden telakkı olunur. Telakkı tarikleri ta’bir-i ahar ile ahkam-ı şer’iyyenin delilleri çoktur; fakat cins i’tibarıyla üçe raci’ olur: Lafız fiil ikrar. Lafza kavil veya nass da denir. Kavil iki nev’dir: Biri Allah’ın kavli diğeri Resulullah’ın kavlidir. Tarik-ı telakkı diğer bir i’tibar ile ikiye de raci’ olur: Kitap Sünnet. Kitap ve Sünnet. Kitap ve Sünnet olmak i’tibarıyla asla terk olunmaz daima ahz olunur. Yalnız bir takım özürlerden dolayı bazen müctehid tarafından ahz olunmaz. Müctehidin özürleri üçten hali değildir: Müctehid ayet-i kerime veya hadis-i şerif ile Cenab-ı Ahkemü’l-hakimin’in veya Resul-i Rabbü’l-alemin’in şöyle bir mes’ele kasd ve irade buyurduklarına Müctehid şöyle bir hükmün mensuh olduğuna Müctehid Resul-i zi-şan efendimizden şöyle bir hadisin suduruna i’tikad etmez. A’zar-ı selase-i mezkure şer’an makbuldür bunda şübhe yoktur. Mücdehid ki hayr-ı ümmettir nasır-ı sünnettir natık bi’l-kitabdır varis-i nebidir nücum gibi zulümatta delil-i hidayettir nususa Resul’e ittibaa mecburdur hiçbir vechile taammüden muhalefet-i Resul’e kadir değildir. Şariin sükut ettiği ahkama gelince: Burada başlıca da tarik-ı vukuf kıyas-ı şer’idir. Kıyas-ı şer’i usul-i şeriatten bir asıldır onunla ahkam-ı şer’iyyeye istidlal olunur. Cumhur-ı sahabe tabiin fukaha ve mütekellimin kıyas-ı şer’iyi isbat ederler. Kıyası inkar edenlere göre şari’ kıyasın mucebiyle ahkam vacib kılmaz. Şurası unutulmasın ki Fahr-i Alem efendimizden sadır olan kıyas bi’l-ittifak hüccettir. Edviye ve ağziye gibi umur-ı dünyeviyyede kıyas da bi’l-ittifak hüccettir. İhtilaf ancak kıyas-ı şer’idedir. En evvel kıyası inkar edip kıyas ile amel eden selef-i ümmeti ta’n eyleyen Reis-i Mu’tezile İbrahim Nazzam’dır. Nazzam’dan sonra Ca’fer bin Harb Ca’fer bin Hubşe Muhammed bin Abdillah el-Eskafi gibi Mu’tezile-i Bağdad Nazzam’a tabi’ olmuşlar ise de selef-i ümmeti ta’n etmemişlerdir belki selef-i ümmet hakkında hüsn-i te’vilde bulunmuşlardır: Ashab arasında ahval-i kıyas tariki ile cereyan etmemiş ancak sulh ve tavassut tariki ile cereyan etmiştir. Daha sonra Davud-ı Isfahani de kıyas ile ameli inkar etmiştir. Ebu’t-Tayyib et-Taberi Kasani’den Nehrevani’den Mağribi’den “Kıyasın şer’an haramdır” dediklerini hikaye ediyor. İbni Sirin’den Katade’den Şa’bi’den kıyası inkar ettikleri nakl olunuyor ise de doğru değildir. Cumhur-ı havaric İmamiyye de Zahiriyye gibi kıyası inkar ederler. Münkirin-i kıyas kıyası kitap ve sünnetten hariç zannediyorlar. Bir hadise hakkında hüküm bulmazlar ise Münkirin-i kıyasın hepsi kıyas-ı mansusü’l-illeyi kıyas-ı fehvayı inkar etmiyorlar. Davud-ı Zahiri ve etbaı kıyas-ı mansusü’l-illeyi inkar ediyorlar ise de Kaşani Nehrevani kıyas-ı mansusü’l-illeyi kabul ediyorlar. Hükmün merbut olduğu illet nassan ma’lum olur ise ona kıyas-ı mansusü’l-ille denir. ayet-i kerimesinde hadis-i şerifinde hükmün illetleri mezkurdur. Bir lafzın mantuk ve melfuzunun siyakı ile maksudu gayr-ı melfuzun hükmü münfehim olursa ona kıyas-ı fehva denir. nazm-ı celilinde te’fif yani anaya babaya üf demek men’ olunuyor. Bu ayet-i celilenin mantuk ve melfuzundan yani üf demenin haram olmasından lügaten gayr-ı melfuzun meskutün-anhin yani darb ve şetmin haram olması münfehim oluyor. Buna kıyas-ı fehva dedikleri gibi fehva’l-hitab delalet-i nass da derler. Ehl-i kıyas kitap ile sünnet ile icma’ ile akıl ile kıyasın usul-i şeriatten bir asıl olduğunu isbat ediyorlar. Zikr olunan edillenin en zaifi delil-i akli en kavisi delil-i icma’dır. nazm-ı celilindeki lafz-ı şerifinin müştakkun-minhi olan i’tibar uburdan müştaktır. Ubur geçmek ma’nasınadır. Kıyas ise uburdur aslın hükmünden fer’in hükmüne uburdur. Bu istidlale şöyle bir cevap verilmiştir: Buradaki i’tibardan maksad geçmek değil ibret almaktır. Nitekim derler. İ’tibarın geçmek ma’nasına geldiğini farz etsek bile yine istidlal tam değildir çünkü geçmek ma’nasına gelen i’tibar delil-i akli-i kat’i ile istidlale beraet-i asliyye ile istidlale kıyasü’ş-şer’i ile istidlale şamildir; bu istidlaller arasında müşterektir. Ma-bihi’l-iştirak ma-bihi’l-imtiyaza delalet edemez. İ’tibarın kıyas-ı şer’iye delalet ettiğini farz etsek bile yine maksadı isbat etmez. Çünkü burada kıyas-ı şer’iden maksad kıyas-ı fehva ile kıyas-ı mansusü’l-ille olabilir. Halbuki maksad kıyas-ı müstenbatü’l-illeyi istidlal etmektir. nazm-ı celilinde Cenab-ı Hak ehl-i istinbatı medh ediyor. İstinbat kıyastır. Bu delile de şöyle cevap veriliyor: İstinbat kitap ve sünnetten delil istihrac etmeye şamil olduğu gibi kıyas-ı şer’iye de şamil olur. Ma-bihi’l-iştirak mabihi’l-imtiyaza delalet etmez istinbatı kıyas farz etsek bile yine maksada delalet etmez. Çünkü kıyas kıyas-ı mansusü’l-ille veya kıyas-ı fehva olabilir. Yoksa kıyas-ı müstenbatü’l-illeye delalet etmez. – Hadis-i Muaz’dır. Fahr-i alem efendimiz hazretleri Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderdiği sırada “Ne ile hükmedeceksin?” derler. Muaz: “Kitap ile kitapta bulamaz isem sünnet ile amel ederim. Orada da bulamaz isem re’yim ile ictihad ederim” der. Bunun üzerine Fahr-i alem efendimiz beyan-ı memnuniyyet eylemişlerdir. Hadis-i Muaz’daki re’y ile ictihad kıyastır. Buna da şöyle bir cevap verilir: Re’y ile ictihad kitap ve sünnetten delil istihracına şamil olduğu gibi beraet-i asliyyeye temessüğe de şamil olur. Ma-bihi’l-iştirak ma-bihi’l-imtiyaza delalet etmez. Re’y ile ictihadı kıyas farz etsek bile her nevi’ kıyasa ba-husus müstenbatü’l-ille olan kıyasa şamil olmaz. Maksad kıyası müstenbatü’l-ille olan kıyası isbat etmektir. – Sahabe kıyası isti’mal ederler idi. Bu sahabenin kıyası isti’malleri bize tevatür-i ma’nevi ile baliğ olmuştur. Cumhurun i’timad ettiği delil budur. Fakat buna da cevap veriliyor: İcma’ sabit değildir deniyor. Ashab etraf ve eknafa dağılmış bir çok mesailde aralarında ihtilaf zuhur etmiştir. İcma’ ile ihticac edenler bazı ashabdan rivayet getiriyorlar. Kıyas hakkında icmaı farz etsek bile bu icma’ mansusü’l-ille olan kıyas hakkında olabilir. Bu babda delilin en kavisi iştihar-ı ameldir. Nitekim İbni Dakık el-Id buna kail olmuştur. Zaman-ı ashabdan tin kıyas ile ameli iştihar etmiştir. – Efrad-ı insaniyye arasındaki vekayi’ ve hadisat na-mütenahidir. Nusus ve ef’al ve ikrarat ise mütenahidir. Binaenaleyh na-mütenahi olan hadisat için bir tarik-ı vukuf lazımdır ki o da kıyasdır. İbni Rüşd’ün kitapta Vekayi’ ve hadisatın efradı her ne kadar na-mahdud ise de bu efrad mahdud ve mütenahi enva’ tahtında mazbut olur. Mütenahi olan enva’ mütenahi olan nusus ve ef’al ve ikrara mukabildir. Erbab-ı mezahib kusur-ı beyanları ile beraber mezheblerini helal ve haram olanları cami’ olmak üzere zabt ettikleri halde; Cenab-ı Hak ve “cevami’u’l-kelim” ile meb’us olan Resul-i zi-şan buna kadir olamazlar mı? Nebiyy-i zi-şan enva’ ve efradı cami’ olan kaziyye-i külliyye ve kaide-i umumiyye veya efradına mütenavil olan elfaz-ı külliyye-i amme ma’nasına gelen kelime-i cami’a Nitekim gibi ehadis-i şerife cevami’u’l-kelimdir. ettiği şeyin hükmü yoktur diyorlar. Buna da şöyle cevap veriliyor: Şari’ pek çok şeyde sükut etmiştir. O hadisat vuku’ bulduğu zaman hüküm etmezsek nizaı fesadı mucib olur. Hüküm edersek heva ile hükmetmiş oluruz ki nazm-ı celili mucebince şer’an caiz olmaz akıl ile hüküm halinde tenfizi vacib olmaz. Delil-i şer’i ile hüküm lazımsa bu da kıyas ile hasıl olur. Halbuki Zahiriyye’nin bir kısmı muhakkık olanları böyle demezler. Belki “Şariin haber verdiği şeylerin hükmü vardır. Hadis-i şerif mucebince helal Allah’ın helal kıldığı haram Allah’ın haram kıldığıdır. Şariin sükut ettiği şeyler umumen mübahdır” derler. Bir kısmı da derler ki: Mansus olmayan yerde –gerek hazar olsun gerek ibaha olsun– hükm-i akl bakı kalır. Halbuki hükm-i akl ile ahkam tenfiz olunamaz. Davud-ı Zahiri kıyas-ı fehvayı kabul ediyor. Kıyas-ı gayr-ı mansusü’l-illeyi kabul etmiyor. “Hiçbir nazile yoktur ki onun hakkında Kur’an’da sünnette ya sarahaten veya fehva’l-hitab ile hükmü beyan buyurulmasın” diyor. Kıyas-ı fehvayı inkar eden ma’lum değildir. Harb-i umumi başlayalı tam bir sene geçiyor. Bu ana kadar İ’tilaf-ı Müselles Devletleri her yerde ezildiler mağlub oldular. Hususiyle İngiltere Devlet-i muazzaması ! tefevvuk-ı bahrisiyle Almanya’ya hiçbir şey yapmaya muvaffak olamadı. Almanlar kuva-yı muntazama-i askeriyyeleriyle Belçika’yı ortadan kaldırdıktan başka Fransa’nın da beş altı eyaletini fiilen işgal-i askeri altına aldı. Şark daru’l-harbinde Galiçya’dan tard etti. Şimdi de Lehistan’ı istila ediyorlar. Diğer taraftan Almanya iktisadiyat vadisinde de etti. Milletin muaveneti fedakarlığı sayesinde Almanya hükumet bankaları lebaleb altınla doldu. Bütün Alman fabrikaları iş güçlerini terk ederek münhasıran hükumete lazım olan eşya ve levazım-ı harbiyyeyi i’mal ediyor. Bu hizmet ve faaliyetleri sayesinde Almanlar her hususda düşmanlarından daha değerli daha faal yaşamak hakkına kat kat ziyade malik olduklarını isbat eylediler. hener’in vaad eylediği milyonlar hala gelecek! Diğer taraftan dahili buhranlar her tarafda başladı. Fabrikaların ta’tili amelenin grevleri İngiltere’yi dehşetli sarsacak hadisat-ı mühimmedir. Biçimsiz yeni kabinede bu hallere çare-saz olamıyor. Matbuat ağzını açtı. Times lerin şiddetli ta’riz ve tenkıdleri dahil-i memlekette müdhiş akisler husule getiriyor. Çanakkale zorlanması da suya düştü. Dağ gibi zırhlılarıyla şunlarıyla bombalarıyla tayyareleriyle hasılı bunlardan müdhiş vesait ve kuvvetiyle hücum ettiği halde avn-i Hak’la bir şey yapmaya muvaffak olamadılar. Her gün binlerce zayiat veriyor milyonlar telef ediyorlar. Beş ay geçtiği halde el-an yerlerinde deniz kıyılarında adımlarını sayıp duruyorlar. Boğazın kapalı bulunmasıyla Rus orduları mühimmatsız kalarak mağlubiyetten mağlubiyete uğradı. Buğdayları anbarlarda çürüdü. Dahili ihtilaller her tarafda başladı. Netice ma’mur şehirler harab oldu. Ne kadar ordular perişan oldu. Hadsiz hesapsız mühimmat terk ettiler. Yüz binlerce esir verdiler. Her gün de fırkaları orduları sönüyor. Bütün hududlarındaki efradı içerilere doğru hicrete başladı. Milyonlarca aileler yerinden oynadı. Allah onları hezimetin ve felaketin en müdhişine duçar etti. İnşaallah daha büyük musibetlere uğradığını göreceğiz. Harb meydanlarında mağlub olan İngilizler entrikaya daha ziyade germi vererek İtalya’yı da iğfal ettiler baştan çıkardılar. İtalya’nın harbe iştirakini büyük bir kar sayıyorlardı. Bugün iki ay geçtiği halde İtalyanlar hiçbir muvaffakiyet te’min edemediler. Bilakis yüz bin kadar telefat verdiler. Birkaç zırhlı kruvazörlerini de gayb ettiler. Anlaşıldı ki İtalya’nın harbe iştiraki de bir şey te’min edemeyecektir. Venizelos’un sükutuna sebebiyet veren İ’tilafcılar hamakatleri sayesinde Yunanistan’ı da elden gaib ettiler. Şimdi ise Yunanistan’ı –İsveç Felemenk gibi– tazyik ve tehdid ile uğraşıyorlar. Bundan da bir netice elde edilemeyeceği muhakkaktır. Japonya ise çoktan İ’tilaf hükumetlerine Avrupa’da bir menfaati olmadığı cihetle kendilerine yardım etmekte ma’zur bulunduğunu beyan ederek ümidlerine nihayet verdi. Balkan hükumetlerine gelince onlar her vakitten ziyade gözlerini dört açarak İngiltere’nin tezviratını desiselerini soğukkanlılıkla dinleyerek omuz silktiler. İngiltere luk’ta ona bir takım yağlı ta’vizat göstermekle beri taraftan Sırbistan Karadağ ve saire Balkan hükumetlerinin Mösyö Radoslavo’nun İngiltere ve Fransa sefirlerine verdiği cevapta istizah eylediği noktalar Bulgaristan hükumetinin ne derece müteyakkız olduğunu isbata kafidir. Salahiyetdar Bulgar rical-i siyasiyyesinin bu son günlerdeki Bulgarya’nın İ’tilaf hükumetleriyle değil ancak İttifak-ı Müselles ile tevhid-i mesai ve harekat edebileceğini anlattı bu sebeble Sofya’daki İngiliz sefiri değiştirildi. İ’tilaf propagandasını yapan gazeteciler de oradan koğulmamak Romanya’ya gelince o da Rusya’nın her günkü hezimet ve mağlubiyetini Avusturya-Alman ordularının Besarabya hududunda cevelanını görüp dururken bi’t-tabi’ göz göre göre –Rusya’nın güzel kara gözleri için– kendisini ateşe atmayacağı muhakkaktır. Luzitanya Vapuru hadisesi üzerine İngiltere’nin tahrikiyle Almanya’ya tehdid-amiz nota veren Amerika’ya gelince; ortalık kesb-i sükunet ettikten sonra Almanya hükumeti ma’kulane ve mantıkı bir cevap vererek metalibini güzelce bast ve izah ederek Amerikalılara karşı lazıme-i nezaketi ifa etti. Almanya’nın bu metalib-i muhıkkasıyla meşru’ teklifatını Amerikalılar hüsn-i kabul edecekleri tabiidir. Demek ki entrika ve desise politikasından da İ’tilaf hükumetleri bir şey kazanamayacaklardır. Aynı zamanda cihanın efkar-ı umumiyyesi de bugün umumi esnasında irtikab ettikleri na-meşru’ vesaita vakıf oldular. Hukuk-ı düvelin kavanin-i beyne’l-milelin onlar nezdinde sırf kağıd üzerindeki mürekkepten başka bir şey olmadığını cihanda anlamayan kalmadı. Hakıkaten kendisini hürriyet-i alemin vasisi addeden İngiltere’nin bu harb-i hazır esnasındaki küçüklükleriyle hukuk-ı aleme karşı takındığı vaz’iyet-i tecavüzkaranesiyle ne kadar yalancı ve dessas ne kadar bayağı ne kadar müzevvir ve müfteri olduğunu herkes öğrendi. Yalancı şöhret ve haysiyyetini büsbütün gaib etti. Hülasa olarak arz edelim ki yakın zamanda Rusya’nın külliyyen münhezim olmasıyla Balkan hükumetleri bizim ve müttefiklerimiz lehine olarak meydan-ı kar-zara atılıp harbin hitamına yardım edeceklerdir. Şimdiden asarı görüldüğü üzere İ’tilaf hükumetleri harben mağlub ve makhur olacak Avrupa haritası yeni teşkilat ve taksimata uğrayacaktır. Müttefiklerimizle beraber Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle galibiyet-i kat’iyyeyi ihraz ettikten sonra şübhesizdir ki alem-i İslam’ın yüzü gülecek; memalik-i İslamiyye’nin bir kısmı zencir-i esaretten kurtulacak mütebakısi de her türlü tazyik ve icbardan azade olacaklardır. Fakat bu beklediğimiz gaye-i uzmaya mazhariyet için vazife-i milliyyemizde sabır ve sebat ile devam etmek ahval-i aleme ferağ-ı bal ve sükunetle intizar eylemek hükumetimize muavenette kusur etmek kat’iyyen caiz olmadığı gibi duş-i mes’uliyetlerine aldığı bu mühim mes’elede vazifelerini teshil etmekliğimiz de bir vecibe-i diniyye ve vataniyyedir. Cenab-ı Hakk’ın inayeti sayesinde ancak bu gibi ittihad ve ittifakladır ki bu varta-i uzmadan kurtularak o gaye-i mes’udeye ereceğiz. Fosişe Çay-tung gazetesinde Berlin Darülfünunu Hukuk Muallimi Josef Koller tarafından İslam Kanunları serlevhasıyla alimane bir makale neşredildi. Profesör; kabil-i tevfik olduğu yolundaki iddiaları red ve cerh ederek esasları Kur’an -ı azimü’ş-şan’dan muktebes olan İslam kanunlarının saadet-i beşeriyyeyi te’mine kafil olduğunu müdellel bir tarzda isbat eyliyor. Avrupa’da bilhassa Fransa’da hukuk tahsilinde bulunan bazı gençlerimiz kavanin vücuda getirmek kabil olmadığı mecellle-i celilenin bu ihtiyacı te’mine kafi gelmediği iddiasında bulunduklarını hukuka dair her esasın Avrupa kanunlarından Halbuki Alman hukuk muallimi bunun aksine kail bulunuyor. Profesör Josef Koller İslam’da kavanin-i sıhhiyyenin bile esas-ı şeriatte dahil olduğunu zikr eyledikten sonra diyor ki: “Hazret-i Muhammed bu hususda Hazreti İsa semavi ve ruhani olan esasat-ı aliyyesini neşr ve telkın ettiği halde Hazret-i Muhammed bu esasat-ı ruhaniyyeyi ta’lim ve teşri’ ile beraber mesail-i dünyeviyye de vücuda getirmek üzere mesail-i fıkhiyye ve ictimaiyyeye dair ahkam-ı celile ile de mübeşşir olmuştur. Esas ve menabii Kur’an-ı Kerim ve ehadis ve sünen-i nebeviyye ile icma’-ı ümmet olan ahkam-ı celile-i fıkhiyye ve kavanin-i şer’iyyenin ihtiyacat-ı İslam’a evfak bir tarzda tanzim ve ta’mimi hususunda mezheb-i Hanefi’nin imamı olan İmam-ı a’zam Ebu Hanife ile şakirdleri meşkur hizmetleri sebk etmiştir. Müşarun-ileyhim hazeratı tarafından esasat-ı hukukiyyeye dair neşr ve telfik olunan usullerdeki selamet ve salabet bugün en alim Avrupa hukukşinasanı tarafından da takdirlerle tedkık ve mütalaa olunmaktadır. Şu cihet nazar-ı im’anda tutulmak icab eder ki Şark yalnız İslam’ın yardımıyla feyz ve terakkı-i hakıkıye nail olabilir.” Bazı mevani’-i zaruriyye hasebiyle bu haftaki Sebilürreşad Perşembe günü neşr olunamamış bugüne teehhur etmiştir. ayet-i kerimesini mevzu’-ı bahs ve tedkık edelim: Bu ayet-i kerime diyenlerin sözlerini red Bir insan Allah’a ve yevm-i ahirete mü’min ve mu’tekid ve a’mal-i saliha ile mütehalli de olsa Yahudi veya Nasrani olmadıkça azab-ı kıyametten kurtulması ve naim-i cennetten müstefid olabilmesi imkanı yoktur i’tikadında bulunurlar idi. Din-i hak ve hikmet ve ma’delet mukteziyatına külliyyen muhalif olan bu i’tikad her iki millet efradının küfür ve inadlarının ve kendi milliyetlerine karşı beslemekte oldukları fart-ı taassubun din namına ka bir şey değildi. Onlar düşünemiyorlardı ki kendilerinin salik oldukları din de edyan-ı semaviyye-i saire gibi vahiy ile teessüs etmiş ve rusül-i kiram tarafından tebliğ edilmiş bir din olmak mahiyetini tecavüz edemezdi. İşte bu ayet Yahudilerle hıristiyanların serd olunan zünun ve evham-ı batılalarını red ve ibtal etmek onlara alemde her şeyin rahmet-i ilahiyyeden vaye-dar olduğunu; hiçbir kavim rahmet-i ilahiyyenin tevzi’ ve taksimi hak ve salahiyetinin kendine bahş edilmiş olduğunu iddia edemeyeceğini; Cenab-ı Hakk’a iman yevm-i ahireti tasdik a’mal-i salihayı ihtiyar edenler Yehud ve nasaranın gayrı da olsalar rahmet ve re’fet-i Sübhaniyye’ye nail olacaklarını beyan ve ifham etmektedir. Bilhassa Sabiiler ki nücuma taptıkları ve bu perestişlerini bazı müşrikin-i Arabın evsan ve esnama ibadet hususunda ve bunların Cenab-ı Hakk’a vesile-i takarrüb olduklarına kani’ bulunduklarını beyan etmeleri gibi bir fikir ve kanaatle ta’lile de lüzum görmedikleri cihetle herkesden ziyade bunların mazhar-ı afv u gufran olamamalarının efkara tebadür etmesi melhuzdur bunların bile rahmet-i Samedaniyye’den müstefid olabileceklerini zikretmek Yehud ve nasaranın bu cihete aid kaffe-i i’tikadat ve tahayyülatını zir ü zeber etmek demek olacağından bilhassa bu nokta üzerine onların fikir ve nazarlarını celb etmek lazıme-i belağat idi. Bu hikmete binaendir ki ma’tuflar arasında i’rab i’tibarıyla bir mugayeret husule getirildi. Çünkü bu fikre tarafdar olanlar bu üslub-ı mahsusu işitir fet-i lafziyyenin sırrını keşf ve taharri noktasına teveccüh edecek böyle bir teheyyü’-i fikri ile ayetin sonu guş-ı ıttıla’larına varınca kendilerinin yanlış bir takım fikirlere zahib olmuş olduklarını rahmet-i ilahiyyenin tevzi’ ve taksimi ehl-i kitabın irade ve ihtiyarına tefviz edilebiBaşmuharrir lecek şeylerden olmadığı gibi cennet cehennem nev’-i beşerden bir kimsenin hüküm ve meşiyyetine muallak ve onlardan şu veya şu taifeye münhasır bulunmadığını anlayacaklardır. Şübhe yoktur ki ehl-i kitabın mü’min ve a’mal-i saliha daire-i şümulüne dahil olabileceklerini hayal ve hatırlarına bile getirmedikleri Sabiin namının ayet-i kerimede azan-ı samiinde calib-i dikkat bir aheng husule getirecek vechile sanaat-ı lafziyyenin istilzam ettiği kaide ve usule muhalif bir tarzda serd edilmesi yani Saibin lafzının ma-kabli ve ma-ba’dı mansub iken ref’ ile ityan edilmesi rahmet-i ilahiyyenin derece-i vüs’at ve şümulü hakkında samiinin tenbih-i efkarını istilzam etmekle beraber serd edilen hüccetin son derece mevsuk ve müekked olduğunu belağat ve mukteziyat-ı ahvale mutabakatını te’min eden esbab idadına dahildir. Her ne kadar bu tarz-ı beyan sanaat-i lafziyye nokta-i nazarından takarrur eden usul ve şeraita muhalif ise de aynı muhalefet mukteziyat-ı ahvalden belağat ve hüsn-i beyan tecelliyatından ma’duddur. Böyle mukteziyat-ı ahvale mutabık şerait-i hüsn-i beyanı cami’ bir surette sevk ve irad edilmiş olan bir kelam hakkında nahvinin yapacağı şey kelimatın i’rabını yapmak; ma’lumiyyete karinenin vücuduna ve esbab-ı saireye binaen bir takım mahzuflar ta’yin ve takdir etmekten Onlara göre nazm-ı keriminde kelimesi silsile-i atfdan münkatı’ ve mübteda olmak üzere merfu’ olup haberi mahzufdur. ayet-i kerimesindeki Beyanat-ı salifemizden anlaşılır ki Kitabullah’ın mevkii esalib-i Arabiyye’ye aşina olmayan zevk-i selim ve meleke-i sahihadan mahrum bulunan bir takım kimselerin Kur’an’da lahn ve kavaid-i lisana muhalefet iddiası gibi akval-i sehife ve tenkıdat-ı vahiyyelerine hedef olmak derekesinden pek alidir. Allah’a kasem ederim ki eğer bu gibi kimselerde şemme-i dirayet ve fetanet olsa fikirlerini kalemlerini bu kabil türrehat ile yormazlar efsah-ı kelam ve ahsen-i hadis olan Kitab-ı Kerim’i küffarın ehl-i ilhad ve istikbarın na-hak yere hedef-i ta’n ve tezyif ittihaz etmelerine sebeb olmazlar idi. Maamafih İtkan sahibi Mushaf-ı İmam’ın resm-i hattına müteallık kavaid-i umumiyye ile böyle hazf ziyade ve saire gibi kavaid-i lisan haricinde varid olan şeylerin tedkıkı için müstakıl bir bab tahsis ve orada bast u temhid ettiği münakaşat-ı duradur ile bu mesailin savab ve hakıkate muvafık bir tarzda suret-i hallini irae etmiştir. Süyuti zikr olunan babda Kirmani’den rivayet ediyor ki: Hatt-ı Arabiden evvel hutut-ı mevcudede alamet-i fetha elif alamet-i zamme vav alamet-i kesre ya idi. Binaenaleyh Kur’an’ı yazanlar bu ilk usul-i hat ve tahririn te’siratından tamamıyla azade kalamadıkları için ve emsalini fetha yerine elif ile ve ’ yı kesre yerine ya ile ve emsalini zamme yerine vav ile yazmışlardır. da bile tahrif namına hiçbir şey mevcud değildir. Tahrif diye telakkı edilen şeyler ya bir takım maani-i maksudeye delaletleri i’tibarıyla Kur’an’ın nasihleri tarafından kabul edilmiş yahud Kur’an’ın hengam-ı nüzulünde Arap erbab-ı hattının kendilerince ma’lum ve ma’hud olan enva’-ı nukuşdan henüz kabil-i tatbik görülen kavaid-i hat icabatına tebaiyyet fikrinden tevellüd etmiş şeylerdir. Ve zannederiz ki ifadat-ı mesrude mevzu’-ı bahs olan mesailin mahiyyatı hakkında kariin-i kiramın tenvir-i fikr edebilmelerine kifayet etmekle beraber nasın ulum-ı Kur’an hakkında ne derece hata-alud fikirlere zahib olduklarını tarih-i Kur’an’ın takrir ve beyanı hususunda şeh-rah-ı hakk u hakıkatten nasıl tebaüd ettiklerini ta’yin ve isbat eder. Bu hatanın menşei elsine-i nasda tedavül eden asar ve ehadise ale’l-amya i’timad etmek ve bunların esanid ve ricalini tedkık mütun ve maanisi kavaid-i müselleme-i akl u mantıka ne dereceye kadar tevafuk etmekte olduğunu teemmül ve tefekkür külfetini ihtiyar eylememek kaziyyesinden ibarettir. Bu kabil kimseler hadisi rivayet edenlerin kendi ıstılahlarınca şerait-i sıhhati haiz olduklarını görünce artık fikir ve muhakemelerini o hadisin hüküm ve mealiyle takyid etmeyi ve hadisin metni ma’kulata ma’nası hakıkate muhalif de olsa saha-i tedkıkat ve tetebbuatlarını onun daire-i meali haricine çıkarmamayı bir zaruret telakkı ediyorlar. Ez-cümle Ebu Ubeyd’in cenab-ı Aişe’den Buhari ve Müslim’in şartlarına göre sened-i sahih ile mervi olduğunu zannettiği hadis bu babda bir misal-i kafi teşkil eder. Ebu Ubeyd bu hadisi ricalinin hiç birinde şaibe-i ayb ve noksan mevcud olmayan bir hadis-i sahih addediyor. Fakat ne çare ki onun metin ve meali anifen beyan ettiğimiz vechile sahih ve ma’kul olmak derecesinden pek uzak bulunuyor. Kur’an’ın yedi harf üzerine nüzulü bahsine aid asar-ı merviyye hakkında bir çok sözler söylenmiş şürrah-ı hadis ler bu harflerden maksad nedir bunlarla Kur’an nasıl nazil olmuştur bunlar canib-i Hak’tan tevkıf suretiyle mi nazil olmuştur yoksa tavaif-i Arab’ın lehçe ve lügat-ı mahsusaları icabatından olup onlar hakkında mucib-i yüsr ve hiffet olmak üzere o lehçelerle kıraat-i Kur’an’ın mübah kılınması mı bu mes’eleye vücud vermiştir? Bu cihetleri uzun uzadı sermaye-i bahs u tedkık ittihaz etmişlerdir. Bundan maada huruf-ı mebhuseden maksad meşahir-i eimme-i kıraattan mervi kıraat-ı ma’rufe olup olmadığı da ayrıca ca-yı bahs u ihtilaf olmuştur. Fakat biz bu mesailin teferruatını tedkıke başlamazdan evvel bu hususa müteallık varid olan hadis-i şerifin metnini kariin-i kiramın piş-i enzar-ı ıttılaına vaz’ etmeyi münasib gördük. Alusi tefsirinde diyor ki: Kur’an’ın yedi harf üzerine nazil olduğuna dair olan hadisi yirmi bir sahabi rivayet etmiş hatta Ebu Ubeyd bu hadisin mertebe-i tevatüre vusulünü iddia eylemiştir. Biz de deriz ki: Buhari’de İbni Abbas’dan rivayeten varid olmuştur ki Nebi aleyhi’s-selam “Cibril bana Kur’an’ı bir harf üzerine okuttu. Ziyade etmesini teklif ettikçe yedi harfe kadar çıkardı” buyurmuştur. varid olan asar-ı sahiha bunlardır. Daha bir takım asar da var ki bunlar Kur’an’ın altı veya beş yahud üç harf üzerine nazil olduğuna delalet etmektedir. Asar-ı varidenin ma’na ve mazmunu layıkıyla bilinmek için ibarat-ı ehadisde varid olan harf kelimesinin tazammun ettiği maaninin vuzuh ve inkişafı icab eder: Lisan-ı Arab’da harf: Lügat canib ve huruf-ı ma’rufeden biri ma’nasına tefsir edilebilir. Kelimenin bu derece muhtelif ma’nalara delalet etmesi ehadis-i varidenin tefsirine tasaddi edenlerin te’vilat-ı adidesine meydan vermiştir. Bunlardan bazısı hurufdan maksad kıraat-ı seb’; bazısı muhkem müteşabih umum husus nasih ve mensuh olduğuna; diğer bazıları da emir nehiy vaad vaid ibaha ve irşaddan Mevzu’-ı bahs olan hurufun idgam izhar tefhim terkık teşdid tahfif telyin ve tahkık gibi fenn-i kıraatin keyfiyyat ve esalibinden ibaret olduğunu iddia edenler bundan murad eşher-i lügat-ı Arab’dır diyenler bunlara mümasil daha bir takım efkar ve mütalaat dermiyan edenler vardır ki bu sözlerin ehadis-i şerifede varid harf lafzının vaz’-ı aslisi i’tibarıyla bu gibi te’vilatı daire-i ihtimale almış olmasından başka bir vecih ve delil-i ma’kul ve makbulü yoktur. Bizim fikrimize göre harf lafzı vaz’-ı lügavi ve isti’mal-i örfisi i’tibarıyla maani-i mesrudeyi muhtemil olmakla beraber Buhari’nin rivayet ettiği hadis kelimeden maksud olan ma’nayı şek ve tereddüde mahal bırakmayacak surette beyan ve izah etmektedir. Resul-i ekrem’in “Cibril bana Kur’an’ı bir harf üzerine okuttu” kavlinden maksad ya o vakit beyne’l-Arab şayi’ ve münteşir olan lügat veyahud Kur’an-ı Kerim’in tilavet edilmekte olduğu vücuh-ı kıra’at olduğu zahir olup her iki vechin kabul ve tasvibi için sebeb mevcuddur. Fakat dermiyan edilen te’vilat-ı saireye gelince bunlar hadis-i Buhari ile diğer bu babdaki ehadisin daire-i ihtimalatından hariçtirler. Hakıkat-i mes’elenin bu merkezde olduğunu İbni Mace ile Darimi’den maada cemaat-i muhaddisinin Ömer bin el-Hattab’dan ber-vech-i ati rivayet ettiği hadis te’yid eder: Cenab-ı Peygamber’in hal-i hayatında Hakim bin Hişam Sure-i Furkan’ı tilavet ediyor idi. Kulak verdim. Bakdım ki Resulullah’ın bana okutmadığı bir çok harflerle okuyor. Hiddetimden daha o namazda iken üzerine atılmak derecesine geldim bekledim selam verir vermez yakasına yapışarak “Sana bu sureyi böyle kim okuttu?” diye sordum. “Resulullah okuttu” cevabını verdi. “Yalan söylüyorsun. Çünkü Cenab-ı Resul onu bana başka türlü okuttu” dedim ve kendisini tutup huzur-ı risalete ta’lim etmediğin bir takım harflerle okuyor” dedim. “Bırak. Ya Hişam! Oku!” buyurdular Hişam benim kendisinden duyduğum gibi kıraat etti. Resul-i ekrem “Böyle nazil oldu” buyurdular. Sonra bana “Ya Ömer! Oku” buyurdular. Ben de zat-ı risalet-meamın bana okuttuğu gibi okudum. “Böyle nazil oldu. Bu Kur’an yedi harf üzerine nazil olmuştur. Nasıl kolayınıza gelirse öyle okuyunuz” buyurdular. Şu hadis hurufdan maksad Kur’an’ın medar-ı tilaveti olan vücuh-ı kıraat olduğunu ne mükemmel isbat ediyor. Nebi aleyhi’s-selamdan telakkı edildiği vechile rivayet edilmiş olan vücuh-ı mezkurenin kabul ve takririndeki maksad-ı şari’ şübhe yoktur ki halka tilavet hususunda suhulet irae etmek yalnız lügat-ı Kureyş üzere tilavet-i Kur’an’a mecbur edildikleri takdirde duçar olacakları müşkilat nazar-ı dikkate alınarak bunun izalesiyle Kitab-ı Kerim’in sair aktar-ı Arabiyye’de revac ve taammümünü te’min eylemekten ibarettir. Çünkü böyle yapılmayıp da tilavet-i Kur’an yalnız Kureyş lehçesine hasr edilmiş olsaydı bu hal tabiatıyla Kur’an’ın daire-i feyz ve intişarını tahdid edecek huffaz-ı Kelamullah’ın mikdarı azalacak Kureşi olmayanlar Kur’an’ı ezberlemeye tecvid-i tilavete vakf-ı hayat ve mesai etmedikçe herkesin onu serbestçe arayiş-i zeban-ı tertil etmesine imkan kalmayacak niyye lisan-ı Kureyş üzere nüzul eden Kur’an’ın ümem-i Kur’an’da tasarruf ve vücuh-ı muhtelife ile kıraat eylemesine mesağ vermiştir. Meal-i Münifi: Ey mü’minler mevcudiyetinizi vikaye düşmanı terhib edecek her nevi’ esliha ve vesaiti istihzar ederek düşmana karşı bölük bölük yahud hepiniz birden cihada koşunuz. Kur’an -ı Mübin’i yalnız namaz ve oruç kitabı zanneden binaenaleyh onda ahkam-ı medeniyye ve siyasiyye aramak ma’nasız olacağı zehabında bulunanlar ne büyük hata ediyorlar; bunların İslamların yegane kitabı olan Kur’an -ı Hakim’deki ayat-ı kerimeden bile maatteessüf bi-haber oldukları anlaşılıyor. İnsan Kur’an-ı Kerim’i açıp da bir milletin gavail-i dahiliyye ve hariciyyeden ne suretle emin olabileceğini mevcudiyet-i diniyye ve siyasiyyesini nasıl muhafaza edebileceğini pek veciz bir surette izah ve beyan eden bu gibi ayat-ı beyyinatı gördükçe artık onun bir kitab-ı semavi olduğunda bu kitab-ı semaviye ittiba’ edenlerin dünya ve ahirette muhakkak surette fevz ü felaha erişeceklerinde zerre kadar şübhesi kalmıyor. Çünkü İslam hem din hem de şeriati cami’ olarak gelmiştir. Binaenaleyh Din-i İslam’ın ta’lim ve takrir buyurduğu ahkam yalnız umur-ı uhreviyyeye müteallık olmayıp aynı zamanda bir millet için lazım olan ahkam-ı medeniyye ve siyasiyyeyi de baligan ma-belağ cami’dir. Mesela: Tefsir ve izahı sadedinde bulunduğumuz şu ayet-i kerimeye nazar-ı im’an ile bakılacak olursa fenn-i harb nokta-i nazarından ne büyük bir düstur-ı kat’i olduğu anlaşılır. Ayet-i kerime Sure-i Nisa’ya mensubdur. Cenab-ı Fatır-ı Hakim bu sure-i celilede: gibi ayet-i kerimeler ile hükumet-i İslamiyye’nin istinad eylediği esasları gösterdiği gibi ahkam-ı diniyye ahkam-ı şahsiyye ve medeniyyenin en mühimlerini de beyan buyuruyor. Sonra Resul-i ekrem’in hükmünü bırakıp da ehl-i tuğyanın hükmüne meyl edenlerin halini de anlatıyor. Bunların hepsini beyan ettikten sonra o esas-ı metin o usul-i muhkeme üzerine müesses olan devletimizi milletimizi a’da’-i dinin mekr ü keydinden onların tecavüzat-ı zalimanesinden muhafaza edebilmek için tebaiyyete mecbur olduğumuz bazı ahkam-ı harbiyye ve siyasiyyeyi de bize pek beliğ pek veciz bir surette beyan ediyor. Eğer müslümanlar gerek bu ayet-i kerime ve gerek diğer süver-i Kur’an iyye’de olan: gibi bir ümmetin gavail-i hariciyyeden ne suretle azade olabileceğini baligan ma-belağ göstermiş olan ayet-i kerimeler ile bi-hakkın amil olsalardı bugün cihanın en büyük en zi-nüfuz hükumeti hükumet-i İslamiyye olmak lazım gelirdi. Muhakkıkın-i müfessirinin beyanı vechile ayet-i kerimedeki ’ in ma’nası düşmanın şerrinden korunabilmek mak bu babda lazım gelen şeylerin hepsine vakıf olmaktır. Bu ise düşmanın halini derece-i kuvvet ve isti’dadını bütün teferruatıyla bilmekle olur. Eğer düşman birden ziyade olursa onların ayrı ayrı her birisinin kuvvet ve isti’dadına vukuf peyda etmekle beraber aralarında caygir olan münasebat-ı dostanenin vifak ve ittihadın hilaf ve takdirinde mukavemet edebilmek için lazım olan esbab ve vesaili kezalik o vesaili i’mal etmeyi de bilmek lazımdır. İşte bunların hepsi: nass-ı celilinde dahildir; bu emr-i ilahi mucebince mevcudiyetimizi muhafaza için bu yolda harekete mecburuz. Bu yolda hareket etmediğimiz takdirde hem dünyada perişan hem de ahirette haib ü hüsran olacağımız muhakkaktır. Çünkü düşman bizim gafil ve kendisi hakkında ma’lumata malik olmadığımızı bildiği gibi derhal bize hücum eder; bil-fiil hücum etmese bile daima onun taht-ı tehdidinde bulunuruz; dini milli hiçbir arzumuzu istediğimiz gibi ifa edemeyeceğimiz cihetle artık hiçbir suretle inkişaf ve terakkıye yol kalmayacağı bedihidir. Eğer dini milli emellerimizin hayyiz-i husule çıkması için engel olan mevanii kırmak maksadıyla düşman memleketine hücum lazım gelirse o zaman da bizim için muhatara var. İşte bunların hepsi: nass-ı Kur’an isinde dahildir. Nasıl ki yukarıda dediğimiz gibi diğer bir ayette de: buyuruluyor. Bu ayet-i kerimelerde düşmana mukavemet için lazım gelen her türlü esbab ve vesaitin vüs’at-i beşerin son noktasına kadar istihzar olunması müslümanlara emr olunuyor; düşmanı terhin edecek onu hücuma cesaret edemeyecek bir halde bulundurmak için lazım gelen kuvvetin istihzarı lazım olduğunu bildiriyor. Muhakkıkın-i müfessirinden Hakimü’l-İslam Şeyh Muhammed Abduh merhum diyor ki: “Bu emre imtisal ne gibi ilim ve amele mütevakkıf ise onları elde etmek de bu ayet-i kerimeler muktezasınca üzerimize lazımdır. Şu halde düşmanın hal ve mevkiini memleketini yollarını dağlarını nehirlerini ... hasılı düşmanın her hususunu bilmek de ayetlerinde dahildir. Çünkü düşmanı te’dib nunla beraber düşman memleketi hakkında ma’lumatımız da olmazsa artık kendimizi bütün ma’nasıyla tehlikeye atmış oluruz. Düşman memleketini bu yolda bilmemiz o emr-i Kur’an iyye cümlesinden olduğu gibi kendi memleketimizi de daha ziyade bilmek öyledir. ayet-i kerimelerinde zamana göre her nevi’ silah yapmasını onların suret-i isti’malini bilmek de dahildir. Bu silahları i’mal ve isti’mal her neye mütevakkıf ise onları tahsil etmek de vacibdir. Şu halde hendese kimya ulum-ı tabiiyye mihanik!.. gibi ulumu tahsil etmek de vacibdir; yani ümmeti vikaye ne ile mütahakkık ise onlar tamamen tahakkuk etmedikçe emr-i ilahiye imtisal de tahakkuk etmez. Demek ki bu ayet-i kerime muktezasınca bu asırda müslümanlar üzerine mükemmel tersaneler vücuda getirmek mevcudiyetlerini vikaye ve muhafaza için her nevi’ esliha-i harbiyye lonlar denizin dibinde denizin üstünde havada yerde ların hepsini hazırlamak müslümanlar üzerine vacibdir. Tabii bunlar vacib olduğu gibi bunların mevkufün-aleyhi olan ulum ve fünunu tahsil de vacibdir. Gerek Cenab-ı Peygamber gerek sahabe-i kiram hazeratı düşmanın memleketini biliyorlar ona göre tedarikatta bulunuyorlardı. Cenab-ı Peygamber’in bir takım keşif kolları vardı ki onlar daimi surette düşmanın ahvalini haber verirlerdi. Hatta düşman memleketinde bile bir çok kimseler bulunarak düşmanın vaz’iyetinden Hazret-i Peygamberi haberdar ederlerdi. Bunun içindir ki küffar-ı Kureyş’in Cenab-ı Peygamber’e karşı olan mu’ahedeyi nakz ettiği sem’-i Risalet-penahiye vasıl olunca derhal feth-i Mekke için hazırlanmış bilahare –Cenab-ı Peygamber efendimizin nakz-ı ahdden ma’lumatı yok zannıyla– be-tekrar tecdid-i ahd Yemame muharebesinde Ebubekir’in Cenab-ı Halid’e karşı “Düşman ne ile muharebe ederse sen de o suretle muharebe et.” dediği mervidir. Bunların hepsi delalet ediyor ki: Düşmana karşı yapılacak hazırlık düşmanın hal ve kuvvetinin ihtilafıyla muhtelif olur… Sonra Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Ayet-i kerimenin burası: üzerine müteferri’ ve ondan maksad ve gayenin ne olduğunu beyandır; yahud onu mütemmimdir. zam ve feth ile’nin cem’i olup cemaat-i münferide ma’nasınadır. Şu halde ma’na-yı ayet: “Düşmana karşı bölük bölük yürüyünüz yahud hepiniz birden hücum-ı umumide bulununuz” demek oluyor ki artık bu ahval ve zamanın icabına göre teayyün eder. Şeyh Muhammed Abduh merhum diyor ki: “Nefer huruc ile’l-harbde müsta’meldir; da cema’at-i münferide demektir. Bu cema’at aded-i mu’ayyen ile mukayyed değildir. dan maksad ale’l-ıtlak kaffe-i mü’minindir ki bu düşmanın haline göredir. Askeri sevk ve kumanda etmek de de dahildir. Bu mes’elede ekseriya tesahül olunmak ihtimali olduğu cihetle ’ den sonra bunu ayrıca tahsis ederek: buyuruluyor. Ayet-i kerime bize sarahaten anlatıyor ki: Muharebeye düşmana mukavemete ihtiyac nisbetinde çıkılır; ona göre hareket olunur; ona göre asker sevk olunur. Eğer bölük bölük sevk olunmak lazım gelirse o yolda sevk olunur; eğer düşmana mukavemet efrad-ı milletin hepsinin meydan-ı harbe sevk olunmalarını iktiza ederse o zaman da hepsine cihad farz olur. İşte nazm-ı celilinin ma’nası budur. Daha sonra Şeyh Muhammed Abduh merhum tefsirine devam ile diyor ki: Bu emr-i ilahiye imtisal efrad-ı ümmetin hepsinin fünun-ı harbiyyeyi teallüm ve bil-fiil manevralar icra etmek suretiyle daimi surette bütün milletin cihada hazır bir halde bulunmalarına mütevakkıfdır. Milletin bütün efradı ta’lim ve manevralar ile daimi surette cihada müstaid bir halde bulunmadıkça bu emr-i ilahiye imtisal etmiş sayılamazlar. Binaenaleyh efradın bir kısmını hizmet-i askeriyyeden muaf tutmak şeref değil belki Cenab-ı Allah’ın kitab-ı keriminde vacib kıldığı şeyin terkini ibaha etmektir. Şurası hafi olmasın ki düşmanlar ne gibi ta’limlerde ne gibi vesait-i harbiyyeyi da o yolda ta’lim ve manevralar icra ederek onları isti’malde rüsuh peyda etmeleri lazımdır. Maatteessüf son zamanlarda müslümanlar bu hususda pek ziyade bataet göstererek düşmanları alabildiğine müslümanların bütün ümem-i garbiyyeye mukteda-bih olmaları lazım iken bu derece geri kalmaları ne kadar mucib-i hacalettir. Binaenaleyh hükumet-i İslamiyye için şu vacibi bi-nefsihi eda etmesi lazım ve farzdır. Hükumete zahir ve muin olması ümmet-i İslamiyye üzerine vacibdir…” Evet insan bu gibi ayat-ı kerimenin ihtiva ettiği maani-i celile ile müslümanların bugünkü halini mukayese edecek olursa hayrette kalmamak mümkün değildir. Zaten kat’i bir hakıkattir ki: Birkaç asırdan beri müslümanların geçirmekte oldukları felaket devreleri mahkumiyet onların hep hakaik-ı Kur’an iyye’den yüz çevirmeleri o kitab-ı celili yalnız namaz ve oruç kitabı zannetmeleri ahkam-ı ictimaiyye ve siyasiyyesine atf-ı ehemmiyet etmemeleri yüzünden vukua gelmiştir. Eğer müslümanlar emr-i celili ile namaz üzerlerine nasıl farz ise emr-i celili mucebince düşmana karşı i’dad-ı kuvvet de öylece farz olduğunu bi-hakkın idrak etmiş olsalar idi elbette bugün mevki’leri daha başka türlü olurdu. Fakat Şeyh Muhammed Abduh merhumun dediği vechile bir çok ayat-ı kerime gibi ümmetin gavail-i hariciyyeden ne suretle masun ve mahfuz olacağını pek vazıh bir lisan ile gösteren ayat-ı ilahiyyenin hükmü de müslümanlar nazarında adeta mensi bir hale gelmesindendir ki: Düşmanlarımızın bütün nazarları memalik-i bu suretle İslam’ı yeryüzünden kaldırmak için pek çok entrikalara müracaat etmişler ve bu emellerine kısmen muvaffak da olmuşlardı. Hamd olsun ki asırlardan beri puyan olduğu hab-ı gafletten gözünü açan müslümanlar bugün askerliği bütün efrad-ı millete teşmil ve düşmana karşı mukavemet tevessül etmek lüzumunu hissetmişlerdir. Binaenaleyh gerek hükumet gerek efrad-ı millet: emr-i ilahisine imtisal etmiş oluyorlar ki bunun mükafatını da giriştikleri şu harbden muzaffer ve galib olarak çıkmalarıdır. Çünkü va’d-i ilahi bu yoldadır: sadakallahu’l-azim. Hilafiyat: Üstad-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Takrirleri: Lafzın aksamı: Ammun üride bihi’l-amm veya hassun üride bihi’l-has Ammun üride bihi’l-has Hassun üride bihi’l-amm Delil-i hitab – tenbihü’l-hitab – tenbihü’l-hitabın envaı: Fehva’l-hitab lahnü’l-hitab – edna a’la – mantuk – mefhum: Mefhum-ı muvafık mefhum-ı muhalif delil-i hitab ma’ne’l-hitab kıyas Ahkam-ı şer’iyyenin telakkı olunduğu üç tarikten birincisi: Lafızdır. Lafız dört sınıfa ayrılır: hi’l-has: Umumiyeti maksud olan amm veya hususiyeti maksud olan has. amm. has. Evvelki üç kısım müttefekun-aleyhdir bu üç kısmın usul-i şeriatten bir asıl olmasında usuliyyin ittifak etmişlerdir. Delil-i hitab böyle değildir; onun usul-i şeriatten bir olmasında ihtilaf vardır. – Lafz-ı amm olarak zikr olunur ma’nanın da umumiyeti maksud olur. Mesela: nazm-ı celilindeki lafzı gibi isimde müşterek olan Bidayetü’l-Müctehid. bir hayvan-ı bahriden olmadıkça hınzir sınıfının kaffesine şamil olur. Burası müttefekun-aleyhdir. Ancak hınzir mütenavildir? Yoksa şer’an mı mütenavildir?. İşte burası muhtelefün-fihdir. Bu ihtilafa mebni hınzir ve kelb gibi hayvanlar ‘‘hınzirü’l-ma’ kelbü’l-ma’” gibi deniz hayvanlarına lügaten veya örfen mütenavil olmakla kara hayvanları gibi deniz hayvanlarının da eti haram olup olmaması hakkında ihtilaf hasıl olmuştur. Eimmeden bir kısmına göre bu isimler lügavidir hınzir ve kelb lafızları hınzirü’l-ma’ ve kelbü’l-ma’ya lügaten mütenavildir müşterek için umum vardır. Hınzir kelb lafızları iştirak-i deniz hınzirına deniz kelbine de şamil olur. Kara hayvanının eti nasıl haram ise deniz hayvanının eti de öyle haram olur. Diğer bir re’ye göre kara hayvanı gibi deniz hayvanının da haram olması için elfazın lügaten mütenavil olmayıp şer’an mütenavil olması lazımdır. Hınzir ve kelb lafızları su hınzirına su kelbine şer’an mütenavil değildir. Nitekim İmam Malik hınzirü’l-ma’ hakkında “Ona siz hınzir diyorsunuz” demiştir. Fukaha-i Hanefiyye’ye göre hayvanat-ı bahriyyeden balık veya balık cinsinden maadası yenmez. İmam Malik’e göre hepsi yenir. Mezheb-i Şafii’de de esahh olan böyledir. İmam Ahmed’e göre timsah kurbağa kusecden maadası yenir. Nazm-ı celildeki meyte lafzı lafz-ı ammun üride bihi’l-hasdır. – Lafz-ı has olarak zikrolunur ma’nanın da hususiyeti maksud olur. Mesela: “Hurmetü’l-hamr” hadis-i şerifinde “hamr” lafzı hassun üride bihi’l-hasdır. Hamr ancak hamr ıtlak olunan ma’naya dalldir başka ma’nalara mütenavil değildir. Metinde bu misal zikrolunmamıştır. Bu iki vecih bir sınıf addolunmuştur. – Lafz-ı amm olarak zikrolunur fakat ma’nanın hususiyeti maksud olur. Mesela: nazm-ı celilindeki lafzı cemi’-i emvale şamil değildir. Yoksa her nevi’ maldan sadaka almak lazım gelir idi. Bu ise bi’l-icma’ batıldır. Fi’l-vaki’ ayet-i kerimenin zahiri ammun üride bihi’l-amma delalet ediyor ise de sünnet-i seniyye oluyor. Sünnet-i seniyye varid olmasaydı zahir-i Kur’an mucebince cemi’-i emvalden sadaka ahz olunmak lazım gelecek idi. Sünnet-i seniyye emvali bazı emvale tahsis etmekle emval kelimesi ammun üride bihi’l-has oluyor cemi’-i emvalden sadaka alınmıyor. Bir kısmından kırkda biri bir kısmından onda biri bir kısmından yirmide biri alınıyor; mevaşi takdir olunuyor: Saimeden yani kırda yayılan hayvandan beş devede bir koyun veya bir keçi yirmi beş devede iki yaşına girmiş bir deve; sığırda keçide bir keçi ahz olunur. Ekser-i fukahaya göre bu ayet-i kerime ile emr olunan sadaka zekattır. Hasan-ı Basri’ye göre ayet-i kerime gazve-i Tebuk’ten geri kalan cemaate mahsusdur ki onlar günahlarını i’tiraf ettiler tevbekar oldular sonra mallarını peygamberimize arz ettiler. Onun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Nebiyy-i zi-şan efendimiz hazretleri mallarından sülüsünü ahz ederek keffaret-i zünub olmak üzere tasadduk etti. va’-ı emvalin kaffesinde zekatın vacib olmamasında ittifak etmişlerdir” diyor. Artık emval lafzı ammun üride bihi’l-amm olamaz. Sahih-i Müslim’de beyan olunduğuna göre sadaka getirenler hakkında peygamberimiz efendimiz hazretleri salat yani dua eylerler idi. Bir kere de Ebi Evfa sadaka getirdi onun hakkında buyurdular. Nitekim alt tarafda nazm-ı celili varid olmuştur ki “Senin duan onlar hakkında rahmettir senin duan ile onların nefisleri sakin ve mutmain olur” demektir. Hazret-i Ebubekir es-Sıddik zamanında mürteddinin bir kısmı ayet-i kerime ile ihticac ederek “Peygamberden maadasının duası bizim için rahmeti itmi’nan-ı kalbi mucib olmaz. Bize de zekat vacib olmaz.” demişlerdi. Hazret-i Sıddik-ı a’zam ehl-i riddet hakkında ayet-i celilesinin umumu ile istidlal ederek nazm-ı celilleri mucebince zekat badi-i sükunet-i kalb için değil belki fukaranın ihtiyacını def’ için olduğu re’yinde bulunmuşlardır. Ammun üride bihi’l-has ile amm-ı mahsus arasında fark vardır: Ammun üride bihi’l-hasda amm zikrolunur efradından birazı kasd olunur; efraddan ehassı azı dahil ve maksud çoğu hariç ve gayr-ı maksuddur. Amm-ı mahsusda efradın çoğu dahil ve maksuddur azı hariç ve gayr-ı maksuddur. Ammun üride bihi’l-has kat’a mecazdır. Ammun üride bihi’l-hasda lafız ammdır. Ma’na lafzın bazı medlulatı bazı maanisidir. Sadaka ahz olunan emval sadaka ahz olunmayan emvalden daha az olmakla nazm-ı celildeki emval lafzı ammun üride bihi’l-hasdır yoksa amm-ı mahsus değildir. – Lafz-ı has olarak zikrolunur ma’na lafzın medlulatından eamm olarak maksud olur. Mesela: nazm-ı celilinde üf zikrolunuyor. Fakat darb şetm ve sair üffün fevkinde olanlar kasd olunur. Nazm-ı celil ile yalnız üf demek menhi değildir belki darb şetm ve sair guna ezalar da menhidir. Tenbih-i hitab veya mefhum-ı muvafakat hassun üride bihi’l-amma girer. – Tenbihü’l-hitab veya mefhum-ı muvafakat mantukun-bihin hükmünü meskutün-anh isbat etmektir. Tenbihü’l-hitab iki nevi’dir: Birincisinde: Meskutün-anh mantukun-bihe müsavi olmaz. Bu da iki vecih ile olur: – Edna ile a’laya hitab olunur. Ednanın hükmü a’laya isbat olunur. nazm-ı celili tenbih bi’l-edna ale’l-a’la babındandır. Edna olan te’fif haram olunca onun ma-fevkı olan darb ve şetm bi-tariki’l-evla haram olur. Te’fif edna mantukun-bih darb ve şetm a’la meskutün-anhdir. – A’la ile ednaya hitabdır. A’lanın hükmü ednaya isbat olunur. nazm-ı celili tenbih bi’l-a’la a’le’l-edna babındandır. A’la olan kantarı te’diye eden bi-tariki’l-evla edna olan bir dinarı te’diye eder. Bir kantarda a’lada emanet sabit olursa bir dinarda bir dirhemde ednada bi-tariki’l-evla sabit olur. Te’diye-i kantar a’la mantukun-bih; te’diye-i dirhem ve dinar edna meskutün-anhdir. Bu ikisinefehva’l-hitabderler. Metinde “tenbih bi’la’la ale’l-edna” mezkur değildir. Fehva’l-hitaba kıyas-ı fehva da derler. Nitekim geçen dersde zikrolunmuştur. olur. Müsavi ile müsaviye tenbih olur. Mantukun-bihin hükmü kendine müsavi olan meskutün-anhe isbat olunur. nazm-ı celili “tenbih bi’l-müsavi ale’l-müsavi” babındandır. Ayet-i kerimede mal-ı yetimin ekli mantukun-bihdir haramdır. Hürmeti tasrih edilmiştir. Mal-ı yetimi yakmak ekl etmeksizin Mantukun-bih ekl-i mal-ı yetim meskutün-anhe ihrak ve itlaf-ı mal-ı yetime müsavidir. Metinde “tenbih bi’lmüsavi ale’l-müsavi” de zikrolunmamıştır. Böylece tenbihü’l-hitab üç kısım olur: Tenbih bi’l-edna ale’l-a’la: Üf ile darb ve şetm ve emsaline tenbih gibi. Tenbih bi’l-a’la ale’l-edna: Kantar ile dirhem ve dinara tenbih gibi. Tenbih bi’l-müsavi ale’l-müsavi: Ekl-i mal ile itlaf ve ihrak-ı mala tenbih gibi. Tenbih bi’l-müsavi ale’l-müsaviye bazıları lahn-ı hitab diyorlar. İbni Furek lahn-ı hitabı “Öyle bir muzmerdir ki kelam onsuz tamam olmaz” diye ta’rif ediyor. nazm-ı celilinde lafzı nazm-ı celilinde lafzı olmaksızın kelam tamam olmaz. Lahn-ı hitab ile darb iftar mehfum olur. Hazf-i muzaflar lahn-ı hitab kabilindendir. – Müterettibün-aleyh olan hükme münasebeti daha az olandır. – Müterettibün-aleyh olan hükme münasebeti daha çok olandır. – Mahall-i lafzda lafzın delalet ettiği ma’nadır. Te’fif ekl-i mal te’diye-i kantar gibi. – Lafzın mahall-i lafızda olmaksızın delalet ettiği ma’nadır. Üffün medlulü olan darb ve şetm kantarın medlulü olan dinar ekl-i malın medlulü olan itlaf-ı mal saimenin muhalifi olan gayr-ı saime gibi. Mefhum iki kısımdır: Mefhum-ı muvafık Mehfum-ı muhalif. – Mantukun-bihin hükmüne muvafık olan meskutün-anhdir. Mütekellimin mesleği üzere yazılan usul-i fıkıh kitaplarındaki Şafiiyye ve Malikiyye usuliyyini indinde delalet iki kısımdır: Delalet-i mantuk delalet-i mefhum. Hanefiyye usuliyyini indinde fukaha mesleği üzere yazılan usul-i fıkıh kitaplarındaki delalet-i usuliyyini indinde mantuk babındandır. Delalet-i ibare: Mantuk-ı sarih delalet-i işare: Mantuk-ı gayr-ı sarih gayr-ı maksud delalet-i iktiza: Mantuk-ı gayr-ı sarih maksuddur. Delalet-i nass da: Mehfum-ı muvafakattır. – Mantukun-bihin hükmüne muhalif olan meskutün-anhdir. Buna derler. Yakında zikrolunacaktır. Kıyas-ı şer’iye İbni Furek diyor. Bu halde hitab dört nevi’dir: Fehva’l-hitab Lahnü’l-hitab Delilü’l-hitab Ma’ne’l-hitab. Ma’ne’lhitaba ma’kulü’l-asl da denir asıl kitab sünnet icma’dır. Meşihat-i Celile-i İslamiyye taraf-ı ulyasından Dahiliye Nezaret-i aliyyesine yazılan tezkire-i samiye-i hazret-i Meşihat-penahi suretidir: “Nisvan-ı İslam’ın şer’-i şerif-i Ahmedi’nin ta’yin eylediği daire-i münciyede tahaddür ve ismet-i İslamiyye Muhammedi’nin mehasin-i ahlakı ne derecelerde te’min eylediğine birer timsal-i zi-hayat olmaları vecaibden iken bir müddetten beri tarz-ı tesettür-i nisvan cidden teessüfe şayan bir hal iktisab etmiş ve bazı ecnebi mekteplerinde leri ve bazı mahallerde açık saçık bir takım eğlencelere lamış olup nezd-i alilerinde müstağni-i beyan olduğu üzere baka-yı cem’iyyat i’tila-yı ahlakıyyat ile hasıl ve bir kavimde cevher-i ahlak tatarruk-ı fesaddan ne derece mahfuz olursa o kavim için o nisbette muhafaza-i mevcudiyyet kabil olduğuna ve umur-ı diniyye ve ahlakıyyede mübalatsızlığa karşı müsamaha bu halin i’tiyad derecesine vusulünü intac edeceği cihetle kat’iyyen tecviz olunamayacağına binaen adab-ı metine-i İslamiyye ve ahlak-ı fazıla-i milliyyemize münafi ve teessüfat-ı azimeyi badi olan salifü’z-zikr halat-ı meşhude ve mesmuaya karşı tedabir-i seri’a ittihazı vücubu derkar olmakla cihad fi-sebilillah için binlerce evlad-ı vatanın ma’rekelerde kanlarını canlarını feda eylediği bir sırada böyle kahr-ı leyecek hallerde bulunan nisvan ile bunlara müsaade ve müsamaha eden velileri hakkında hal ve hareketlerinin efkar-ı umumiyye-i İslamiyye’de hasıl eyleyeceği te’sir-i elim ve ahlak-ı nezihe-i milliyyeye iras edeceği zarar-ı azim ile mütenasib muamele-i şedide icrası zımnında iktiza-yı halin ifasına himem-i celile-i nezaret-penahilerinin masruf buyurulması mütemennadır efendim.” Şa’ban Haziran Şurası bilinmelidir ki balada zikrolunan ehadis-i şerifeden maksad Kur’an’ın lügat-ı Arab’dan her hangi biriyle tilaveti caiz olduğunu beyan etmek demek değildir. Böyle bir tevcihi ehl-i ilimden hiçbiri dermiyan etmemiştir. Çünkü Kitab-ı Kerim’in süver ve ayatı kelimat ve hurufu rivayat-ı sahiha-i sabite ile taayyün etmiş olduğundan hiçbir kimse Resul aleyhisselamdan suduru sabit ve muhakkak olmayan bir vech ile Kur’an’ı tilavet etmek hakkını haiz değildir. Kur’an’ın sıhhat-i tilavetinde ve her hangi bir suretle tecviz-i edasında medar-ı isnad Cenab-ı Resul’den rivayet-i sahihaya iktiran keyfiyyeti olunca sahih şek ve tereddüdden ari bir surette sübutu derkar olan bir kıraatten inhiraf edip lügat-ı fasihadan olsa da lügat-ı saire ile tilavet hiçbir vechile makrun-ı cevaz olamaz. Bu bahisde yine nazar-ı dikkatten dur tutulamayacak diğer bir cihet daha vardır ki o da bir takım kimselerin huruf-ı seb’adan murad kıraat-ı seb’a-i meşhure olduğu zan ve zehabını beslemekte olmasıdır. Ulema-yı Kur’an’dan bir çoğu bu zannı tahtie ediyorlar. Ebu Şamme diyor ki: Bir takım kimseler salifü’z-zikr hadis-i şerifden murad el-yevm mevcud olan kıraat-ı seb’ olduğunu zan ve tevehhüm ediyorlar ise de bu bil-cümle ehl-i ilmin icmaına muhalifdir. Böyle bir tevcih olsa olsa bazı cehelenin mahsul-i ihtiraı olabilir. Ebubekir bin el-Arabi ve saire diyorlar ki: Kıraat-ı seb’a-i meşhurenin cevazı esasen müteayyin değildir ki diğer kıraatlerin adem-i cevazına bir sebeb teşkil edebilsin. Mekki de diyor ki: Nafi’ Asım gibilerin kıraati hadisde beyan edilen ahruf-ı seb’ miyanına dahil olduğunu zannedenler pek büyük hata ederler. Çünkü bu tarz-ı telakkı kabul edildiği takdirde kurra’-i seb’anın gayrı eimmeden mervi olup da hatt-ı Mushaf’a muvafık olan kıraatlerin Kur’an olmaması icab eder ki bu hata-yı azimdir. Çünkü eimme-i mütekaddiminden Ebi Ubeyd Kasım bin Selam Ebi Haşim-i Sicistani Ebi Ca’fer et-Taberi ve İsmail el-Kadi gibi kıraatleri tasnif eden zevat kurra’-i seb’aya nisbet olunan kıraatlerin ez’afına baliğ olacak vücuh-ı kıra’at zikretmişlerdir. Esasen tarih-i hicriden iki yüz senesi bidayetinde halk Basra’da Ebu Amr Yakub Kufe’de Asım ve Hamza Şam’da İbni Amir Mekke’de İbni Kesir Medine’de Nafi’ kıraatlerini kabul etmiş ve bu yerlerde tarz-ı tilavet bu cereyanı ta’kıb edip gitmiş idi. Üç yüz senesi bidayetlerinde Kisai’yi onun yerine ikame etti. Eimme-i kıra’at miyanında kendilerinden daha muktedir ve mütemeyyiz yahud kendi derecelerinde daha bir çok zevat bulunduğu halde turuk-ı tilavetin kurra’-i seb’a-i meşhureye kasr edilmesinin sebebine gelince eimme-i kıra’attan rivayet edenlerin mikdarı hakıkaten pek çok olmakla beraber halkta himmetlerin tedennisi vücuh-ı kıra’ati hatt-ı Mushaf’a Başmuharrir muvafık olmak şartıyla hıfzı kolay ve bi’n-nisbe mazbut olanlara hasr ve tahsis mecburiyetini hissettirmeye başladı. Binaenaleyh esatize-i Kur’an sika ve emanetle kesb-i iştihar etmiş kıraat ve ta’lim-i Kur’an vadisinde medid bir hayat geçirmiş olan zevatı tedkık ve tetebbu’ ederek her beldeden bir imam intihab etmekle beraber diğer eimmeye aid kıraatlerin naklini hatta Yakub Ebi Ca’fer Şeybe ve emsali eimmeye aid kıraatlerin tedavülünü Karab Şafide diyor ki: Yalnız kurra’-i seb’anın kıraatleri kabul edilerek diğerlerinin terk ve ihmal edilmesi hakkında hiçbir eser ve sünnet yoktur. Bu fikrin menşei müteahhirinden bazılarının cem’ etmiş oldukları kıraatlerin mazhar-ı revac olması üzerine bu kıraatlere diğerlerinin zehab tevellüd ediyormuş olmasından ibarettir. Hakıkat-i halde ise ulema-yı İslam’dan böyle bir fikre zahib olan hiçbir kimse yoktur. Lisana ve mesahif-i Osmaniyye’den birine velev ihtimal suretinde olsun tevafuk eden ve senedi sahih olan bir kıraat reddi caiz ve inkarı helal olmayan kıraatlerden ma’duddur ve böyle bir kıraat-i Kur’an’ın medar-ı nüzulü olan ve gerek eimme-i seb’a gerek eimme-i aşere gerekse sair makbulü’l-kıra’a eimmeden mervi olsun nas için vacibü’l-ittiba’ bulunan huruf-ı seb’a idadına dahildir. Erkan-ı selasesinden biri muhtel olan kıraate ise zaif şaz yahud batıl ıtlak olunur dedikten ve daha bir takım ifadat serd ettikten sonra “Mezheb-i selef bu merkezde olup içlerinden hiçbiri bunun hilafını iltizam ettiği ma’lum değildir.” demiştir. Süyuti İtkan’da diyor ki: İbnü’l-Cezeri bu bahsi cidden pek mükemmel bir surette tedkık ve muhakeme etmiştir. Onun beyanat-ı vakıfanesinden istihsal ettiğim netice şudur ki kıraat birkaç nev’e inkısam etmektedir: Tevatür: Kizb üzerine ittifakları mümkün olmayan bir cemaatin silsile-i nihaiyyeye kadar aynı şeraitle naklettikleri kıraatdir ki ağleb-i kıra’at bu merkezde cereyan etmiştir. Meşhur: Senedi sahih olup da tevatür derecesine vasıl olmayan ve mukteza-yı lisana resm-i hatta muvafık bulunan inde’l-kurra’ haiz-i iştihar olmakla beraber galat ve şaz addedilmeyen kıraattir. Eimme-i seb’adan muhtelif tariklerle rivayet edilen ve bazı raviler rivayet ettiği halde diğerleri tarafından rivayet edilmeyen kıraatler bu nev’e misal teşkil edebilir. Ahad: Sahih olup da resm-i hatta mukteza-yı lisana muhalif bulunan veyahud iştihar ve tedavül etmemiş olan kıraattir. Şaz: Senedi sahih olmayan kıraattir. Mevzu’: Yani kizbe nisbet olunan kıraatlerdir. Huzai’nin kıraatleri gibi. Sonra Süyuti diyor ki: Altıncı bir kıraat da benim hatırıma layih oldu ki o da: Ala-vechi’t-tefsir ziyade edilen kıraatlerdir. İbnü’z-Zübeyr’in kıraatleri gibi. Alt tarafta da İbnü’l-Cezeri’nin şu sözlerini nakl ve rivayet ediyor: Ulema-yı selef bazen kıraatler miyanına ederler idi. Çünkü onlar Nebi aleyhi’s-selamdan Kur’an olarak telakkı ettikleri şeylerin mahiyetleri müteayyin ve binaenaleyh iltibas mahzurundan vareste bulunduğunu kat’iyyen biliyorlar idi. Hatta bazen ilave ettikleri cümleleri ayat-ı Kur’an iyye miyanında tedvin bile ederler hikaye etmektedir: Kur’an ile kıraatler iki hakıkat-i mütegayeredirler. Kur’an beyan-ı ahkam ve i’caz maksadıyla Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem üzerine nazil olmuş olan vahiyden kıraatler ise zikr olunan vahye aid elfazın harflere veyahud harflerin teşdid tahfif ve saire misillü keyfiyyatına müteallık ihtilaftan ibarettir. Buraya kadar serd ettiğimiz ifadattan münfehim olur ki Kur’an’ın yedi harf üzerine nüzulünden maksad bazılarının zannettiği gibi Nafi’ İbni Kesir Ebu Amr el-Basri olan kıraat-ı seb’-i meşhure değildir. Çünkü bunlardan başka bir takım kıraatler daha var ki sıhhat ve fesahat bir mertebede değildir. Maamafih kıraat-ı seb’in şu isimlerini zikr u ta’dad ettiğimiz zevata mensub olduğu tam bir icma’ ile sabit ve muhakkak değildir. Çünkü ulema-i kıra’attan bazıları Kisai’yi bu miyandan tayy ve onun yerine Yakub’u ikame ediyorlar. Bir de görüyoruz ki bu yedi zattan tilmizleri bazı harfler rivayet ediyorlar ki bu rivayetler de fi’l-cümle ihtilaf şaibesinden azada kalamıyor. Bazılarından iki zat rivayet ettiği halde diğerlerinden daha fazla zevat rivayet ediyor. Gerek Kurra gerek sair zevattan rivayet ve tabakat-ı taliyye ricali tarafından ahz u telakkı edilmiş olan sair kıraatler arasında mevcud ihtilafatın mevki’leri kütüb-i kıra’atte mazbut ve müdevvendir. Hülasa kıraat-ı seb’ zevat-ı müşarun-ileyhime nisbet edilmekle beraber bir imamın telamizi ondan rivayet ettikleri bir kıraatte ihtilafdan kurtulamadıkları daima görüle gelmektedir. Buna bir misal olmak üzere Asım’ın tilmizleri Hafs ile Şu’be’yi ele alalım. Görürüz ki Şu’be ekser-i mevazi’de elifi imale etmekte olduğu halde arkadaşı Hafs ayet-i kerimesindeki ’ dan başka hiçbir yerde imaleyi kabul etmiyor. Bazen de oluyor ki kıraat-ı seb’ ashabından bir kısmı kelimede ittifak ediyor da diğerleri muhalif kalıyor. Ez-cümle Kufiyyun’dan Asım Hamza Kisai lafzını tahfif-i sin ile kıraat ettikleri halde rical-i seb’dan diğerleri müşedded okuyorlar. Kezalik Hamza ile Kisai sure-i A’raf’dan kelimesini diğerlerine muhalif olarak ra ve şının fethiyle kıraat etmektedirler. Bu kabilden olarak Ebu Amr el-Basri sure-i Kehf’de kelimesini fethateyn ile okumak hususunda münferid kalmıştır. Netice-i kelam eimme-i Kur’an’dan mervi olan kıraatler min külli’l-vücuh mütebayin veya mütevafık olmayıp mevzi’ler de vardır. Bazen imamın telamizi arasında huruf i’tibarıyla bir dereceye kadar ihtilaf husule geldiği gibi eimme-i seb’adan birinin tilmizinin kıraat ettiği harfin ravisi bulunduğu de vardır. Nitekim Hafs Kisai’nin tilmizi olduğu halde Netice-i kelam eimme-i seb’adan olsun ulema-yı kıra’atin usul ve meslek-i kıra’atlerini istiksa etmiş oldukları eimme-i saireden bulunsun kurra’ arasında ihtilaf vukua gelmiştir. İhtilafat-ı vakıa ise ifadat-ı salifeden müsteban olduğu vechile ya muayyen ve ma’dud bazı harflere yahud mahdud hey’at ve terakibe raci’ bulunmaktadır. Ulema-yı kıra’at beyne’l-kurra’ medar-ı ihtilaf olan nikatı ebvab-ı atiyyeye hasr etmişlerdir: Teşdid tahfif; Med kasr; Nakl terk; Tahkık teshil; Fetha ile kesre cer ile nasb cezm ile ref’ zam ile fetha gibi gayr-ı mütecanis harekat arasında mübadele; serd olunan vücuh-ı seb’adan ibarettir. Mesela bir harf teşdid ile kıraat edilmekte iken gayrı harfin tahfif ile kıraat edildiği eimmeden biri bir harfi bir yerde teşdid harfi tahfif ile tilavet ettiği görülüyor. Med kasr idgam cereyan etmiştir. Bu sebebden naşidir ki kıraatlerin vücuh-ı seb’a-i meşhureye hasr edilebilmek şöyle dursun eimme-i seb’adan her birine rivayet-i vahidenin tahsisi bile kabil olamamış ve her birine müteaddid raviler rivayetler nisbet edilmiştir. Şu kadar var ki bu rivayetler ne kadar çok olursa olsun aralarındaki fark ve ihtilaf salifü’l-beyan yedi babın haricine çıkmamaktadır. Şu ahval isbat ediyor ki ahruf-ı seb’dan maksad kıraat-ı seb’ olsaydı Mekki’nin dediği gibi Kur’an’da eimme-i saireden mervi ve hatt-ı Mushaf’a muvafık olup da kıraat-ı seb’aya muhalif bulunan kıraatlerin vücud-pezir olamaması icab ederdi. Böyle bir muhakeme Ebi Ubeyd Ebi Hatem-i Sicistani Ebi Ca’fer et-Taberi mühimme vücuda getirenler kurra’-i meşhure miyanında bu yedi zatın ez’afına baliğ olacak zevatın esamisini sebt-i sahife-i beyan etmişlerdir. Bizim bu baba tealluk eden ehadisden anladığımız ma’na budur. Ehadis-i mebhusenin şerh ve beyanına aid daha bir takım sözler var ki makam-ı mualla-yı risalete karşı feyyaz-ı irfan ve belağatinde ser-ber-averde-i zuhur olmuş Kabile-i Beni Sa’d’ın aguş-ı ihtimamında perveriş bulmuş olan Muhammed bin Abdillah sallallahu aleyhi ve sellemin rif’at-i menzilet-beyan ve belağatıyla asla kabil-i te’lif olamayacak tefevvühattan oldukları badi-i nazarda nümayan olduğu halde tarafdaranı bir takım eblehane te’villerle bunlara bir şekl-i ma’kukiyyet verebilmek selerde biraz dirayet ve fetanet olsa sözlerinin hakıkate ne derece mübayin olduğunu bu gibi mütalaat-ı şahsiyyenin ünvan-ı natıkiyyeti saniha-i tahdiskarisiyle müveşşah olan Nebiyy-i Arabi’nin ruh-ı pakini nasıl müteezzi edeceğini pek güzel takdir ederlerdi. Bu tarzda serd edilen akvale bir misal olmak üzere şunları zikredelim: Bazı kimseler Kur’an’ın ahruf-ı seb’ üzere nüzulü bahsinde adedin mefhum-ı hakıkısi olmadığını hadis-i Buhari’de adedin sarih bir surette irade edildiğini düşünemiyorlar. Diğer bazıları da bu babda varid olan ehadisi müteşabih olduğu ve ma’nası anlaşılmasa da iman vacib bulunduğunu dermiyan ediyorlar. Ve hellümme cerran . Erbab-ı mütalaa beyanat-ı salifemizi nazar-i im’ana alarak ruh-ı maksada külliyyen münafi olan bu gibi safsatalara atf-ı nazar-ı ehemmiyet etmemelidirler. Hilafiyat: Üstad-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Takrirleri: Elfazın fiil ve terki– Emrin sigası olup olmadığı– Nehyin sigası olup olmadığı– Şariin ihbarı inşadan müekkeddir–Emir hakkındaki mezahib-i muhtelife– Nehiy sigası hakkındaki mezahib-i muhtelife. Elfazın ya fiili yahud terki matlub olur. Çünkü bir işin fiil yapılmamak ciheti terktir. Fiil yapılması taleb olunan lafız ya inşa yani emir sigasıyla yahud emir kasd olunan ihbar sigasıyla varid olur. Emrin sigası bulunup bulunmamasında ihtilaf etmişlerdir. Cumhura göre: Emrin bir sigası vardır lügatte o sigaya mevzu’dur siga fiil iktiza eder. Emir sigası: if’alyap ve nazairidir. Sus ma’nasına gelen sah gibi isim fiiller siga makamına kaim olur. Eş’ariyye’ye göre: Emrin sigası yoktur. İbni Rüşd “bi-sigati’l-emr” demekle cumhurun mezhebini kabul etmiş olduğunu beyan ediyor. Emir sigasıyla fiili matlub olan elfaz: nazm-ı celilleri gibi ki lafızları emir sigasıyla varid olmuştur. Emir kasd olunan haber sigasıyla fiili taleb olunan elfaz: nazm-ı celilleri gibi ki burada lafızları mazi sigasıyla; lafızları muzari’ sigasıyla; yani her ikisi haber sigasıyla varid olmuş Nehyin sigası bulunup bulunmamasında emirde olduğu gibi ihtilaf vardır. Cumhura göre: Nehyin bir sigası vardır lügatte o sigaya mevzu’dur siga terk iktiza eder. Nehiy sigası: “yapma” ve nezairidir. Yasak ma’nasına gelen gibi isim fiiller bu siga makamına kaim olur. Eş’ariyye’ye göre: Nehyin sigası yoktur. İbni Rüşd burada da cumhur ile beraberdir. BiTerki matlub olan lafız ya nehiy sigasıyla veya nehyi maksud olan haber sigasıyla varid olur. Nehiy sigasıyla terki matlub olan elfaz: nazm-ı celilleri gibi ki lafızları nehiy sigasıyla varid olmuştur. Nehiy kasd olunan haber sigasıyla terki taleb olunan elfaz nazm-ı celilleri gibi ki burada lafızları mazi ve muzari’ menfi sigalarıyla yani her ikisi ihbar sigasıyla varid olmuş Böylece bir hükm-i şer’iyi ifade eden lafızlar ya haber yahud inşa olur. Şariin ihbarı inşadan daha müekked olur. Çünkü ihbar vücuda daha ziyade delalet eder. İhbarda muhberun-bih bulunmaz ise şariin kizbi lazım gelir. Fakat inşada me’murun-bih bulunmaz ise şariin kizbi lazım gelmez. Me’murun-bihin vücudunda mübalağa kasd olunursa me’murun-bih mecazen haber sigasıyla irad olunur. Artık ancak üçünü beyan ediyor: Elfaz şu sigalar ile varid olduğu zaman elfaz ile fiili taleb etmek. Vücuba mı haml olunur? Yoksa nedbe mi? Yoksa vücub ve nedbden birine delalet edinceye kadar tevakkuf mu olunur? Bu üç mezhebi beyan ettikten sonra “Bu hususdaki ihtilaf usul-i fıkıh kitaplarında mezkurdur” diyor. Bu ciheti izah edelim. Emir hakkındaki mezahib muhteliftir: den hali olan emir sigası fiili işleyen sevaba terk eden Cumhurun mezhebi budur. İbnü’l-Hacib Beyzavi bu mezhebe “Mezheb-i sahih” diyorlar. Razi de bu mezhebe “Mezheb-i hak” diyor. Cüveyni de mezheb-i Şafii de böyle olduğunu beyan ediyor. hali olan emir sigasından fiili işleyen sevaba müstahak olmak fakat işlemeyen ikaba müstahak olmamak suretiyle fiilin matlub olduğu anlaşılır. Ebu Haşim’in amme-i Mu’tezile’nin fukahadan bir cemaatin mezhebleri budur Şafii’den bir rivayet de böyledir. Bu iki mezhebe göre emir sigası karineye makrun olur den men’ eder. Siga diğer ma’nalara delalet eder. Mezheb-i evvele göre emir sigası vücubdan başka ma’naya mezheb-i saniye göre nedbden başka ma’naya karineye göre delalet eder. emir sigası tahyire delalet eder. Fail fiili işlemek işlememekte muhayyer olur. Failine sevab tarikine ikab lazım gelmez. Bazı ashab-ı Malik’in mezhebi budur. Bu mezhebe göre de emir sigası karineye makrun olursa karine sigayı ma’na-yı hakıkıden çıkarır Siga ibahadan başka bir ma’naya delalet eder. olursa vücub ile nedbin hangisi maksud olduğu anlaşılamaz tevakkuf olunur. Fiili terk eden muakab olur veya mülevvem olur diye hüküm olunamaz. Ancak karine eden muakab veya mülevvem olur. Şafii’den bir rivayet böyledir. ninde iştirak-i lafzi ile müşterektir: Emir sigası karaine makrun olmadıkça ma’na-yı maksud anlaşılamaz tevakkuf olunur. Fiili terk eden muakab olur mülevvem olur; muakab ve mülevvem olmaz diye hüküm olunamaz. Bu maani-i selaseden biri ancak karine ile anlaşılır. Bu mezhebe zahib olanı ale’t-ta’yin göremedim. – Emir sigasının ma’na-yı mevzu’un-lehinde tevakkuf olunur. Ma’na-yı hakıkısi vücub mudur? Nedb midir? Yoksa iştirak-i lafzi ile vücub ve nedb ma’naları beyninde müşterek midir? Buraları karinesiz anlaşılamaz. Bu mezhebi Sadeddin Telvih’de Gazzali’den ve muhakkıkınden bir cemaatten hikaye ediyor. olursa bu ma’nalara muhtemil olur. İhtimal ma’na-yı maksud tebeyyün edinceye kadar tevakkufu icab eder. Ma’na-yı mevzu’un-lehi ta’yin hususunda tevakkuf yoktur. Çünkü iştirak-i lafzi ile zikr olunan maani-i erba’a beyninde müşterektir. Belki isti’mal zamanında maani-i erba’adan birini ma’na-yı maksudu ta’yin hususunda tevakkuf olunur karine ile maani-i erba’adan biri maksud olur. Bu mezhebi Sadeddin İbni Süreyc’den nakl ediyor. mi mevzu’dur? Bu hususda tevakkuf olunur. Eş’ari ile Kadı Bakıllani’nin mezhebleri budur. Bazılarına göre Eş’ari ile Bakıllani’nin tevakkufları emir sigasının vücuba veya nedbe mevzu’ olmak hususunda değildir. Belki emir sigasının hangi ma’nada hakıkat olmasındadır. Bu bilmezler imiş. ki olan ma’naya mevzu’dur bu kadr-i müşterek talebdir. Yani fiili terke tercihdir. Bu mezheb Ebu Mansur-ı Maturidi ile meşayih-i Semerkand’a nisbet olunmuştur. Bu mezhebe göre emir sigası vücub ile nedb beyninde iştirak-i ma’nevi ile müşterektir vücub ile nedb beynindeki kadr-i müştereke mevzu’dur. Dördüncü mezhebe göre emir sigası vücub ile nedb beyninde iştirak-i lafzi ile müşterektir. Hem vücuba hem nedbe mevzu’dur. Aralarında böylece fark vardır. Emir sigası karainden hali olursa sigadır. Ancak taleb ma’nası anlaşılır. Terk cihetine tealluk eden hüküm: Muakab olmak mülevvem olmak ancak karine ile ma’lum olur. İştirak-i ma’nevi ile iştirak-i lafzi arasında netice i’tibarıyla bir fark görülmez. terek olan ma’naya mevzu’dur. Bu kadr-i müşterek olan ma’na izindir. İşlenmemesinde harec muahaze yoktur. Bu mezhebe göre emir sigası iştirak-i ma’nevi ile üç ma’na beyninde müşterektir. Emir sigası karainden hali olur ise ancak izin ma’nası anlaşılır. Terk cihetine tealluk eden hüküm: Tarikinin muakab olması veya mülevvem olması yahud failin fiil ile terkte muhayyer olması cihetleri ancak karine ile ma’lum olur. Eimme-i Şia’dan Murtaza’nın mezhebi budur. Cumhur-ı Şia’ya göre emir sigası vücub nedb ibaha tehdid ma’naları beyninde mezhebin bir olduğu anlaşılır. Tafsilat-ı ma’ruzadan müsteban olacağı vechile İbni Rüşd kitabında cumhur-ı mezhebi siga vücubda hakıkattir hakıkattir Gazzali ve muhakkıkınden bir cemaatin mezhebi ma’na-yı mevzu’ olan vücub ile nedb ma’nalarını ta’yinde tevakkuf olunur beyan ediyor. Mezahib-i saireyi beyandan sarf-ı nazar ediyor. Zikr olunan mezahib-i aşereden herbirinin sahibleri edilleye müracaat ediyor muhalifler de onlara cevap veriyor. Bu babda racih olan mezheb cumhur mezhebidir: Emir sigası vücub ma’nasında hakıkattir vücuba mevzu’dur. Maani-i saire ancak karain ile ma’lum olur. Emir sigasının vücubdan başka bir çok ma’naları var ise de münazaa ancak maani-i erba’a miyanındadır: Vücub nedb ibaha tehdid. Vücuba misal: Nedbe misal: Tehdide misal: Emir sigasında ihtilaf olunduğu gibi nehiy sigasında da ihtilaf olunmuştur: sigası maani-i sairede mecazen isti’mal olunur. Nehiy sigası karineden hali olursa işleyen ikaba müstahak olmak suretiyle tahrime delalet eder. Cumhurun mezhebi budur. olur ise işleyene ikab tealluk etmeyip mücerred terkine hass ve teşvik tealluk eder terki fiiline racih olur. ma’naları beyninde müşterektir. Hürmet veya kerahet ma’nalarından biri ancak karine ile teayyün eder. Nehiy sigası karainden hali olur ise işleyen ikaba müstahak olur veya ikaba müstahak olmayıp terkine teşvik eder gibi ma’nalar anlaşılamaz. Mutlak bir terk ma’nası anlaşılır. mevzu’dur. Bunun neticesi ile üçüncü mezhebin neticesi birdir. tevakkuf ma’nası hakıkı bir ta’yinde tevakkufdur. Üçüncü dördüncü mezheble de tevakkuf isti’mal esnasında ma’na-yı maksudu ta’yinde tevakkufdur. Üçüncü ve dördüncü mezheblere göre nehiy sigasının ma’na-yı hakıkısi teayyün etmiştir. Üçüncü mezhebe göre hem hürmete hem kerahete; dördüncü mezhebe göre mutlak terke mevzu’dur. Beşinci mezhebe göre ma’na-yı hakıkı müteayyin değildir. olursa fail işlemek işlememekte muhayyer olur. Mezahib-i mezkureden hak olan mezheb cumhur mezhebidir. Diğer mezheblerin ale’t-ta’yin sahiblerini göremedim. Cumhur mezhebini nehiy sigası tahrime delalet eder mezheb-i saniyi nehiy sigası kerahete delalet eder mezheb-i hamisi nehiy sigasında tevakkuf olunur zikr ediyor. Nehiy sigası karainden hali olur ise tekrar fevr iktiza eder: Ale’t-devam ale’l-fevr fi’l-i metruk haram olur. Emir sigası böyle değildir. Karainden hali olan emir sigası tekrar ve fevri iktiza etmez: Ale’d-devam ale’l-fevr fiil me’mur vacib olmaz. Emrin bir çok ma’naları olduğu gibi nehyin de bir çok ma’naları varsa da münazaa üç ma’nasındadır: Tahrime misal: Kerahete misal: kısmını ruhaniler diğer kısmını cismaniler haline ifrağ etmesi ve buna da müsaid bulunması aklen muhaldir. Fi’l-vaki’ Din-i Mübin-i İslam’da insanları ruhaniyet cismaniyet sınıflarına tefrik edecek hiçbir türlü hüküm hiçbir türlü kanun mevcud değildir. Hıristiyanlık’ta bu hal bu iftirak din nokta-i nazarından zaruri addedilmektedir. mevcud değildir. Madem ki bu sabittir; bu halde müslümanları iki sınıfa taksim etmekte de ma’na yoktur. Binaenaleyh İslamiyet’te ruhaniyet cismaniyet ünvanları da olamaz… Ruhaniyet cismaniyet ünvanları hıristiyanlardan alınmıştır. vandır ki hukema insanı “hayvan-ı natık” diye ta’rif ederler. Bu halde insanı yalnız ruhaniyet yahud yalnız cismaniyet ile tavsifde savab olamaz; hatadır galattır. niyete nisbet etmek için her halde o şahısların cismanilere karşı başkalığı bulunması ve aralarında olan farkın ma’naya raci’ ve ruha aid ve hiç olmazsa hukukça bir mümtaziyeti haiz olması lazımdır. Halbuki insanlar arasında ne hukukça ne de ruh ve ma’naca iki sınıf halk mevcuddur. Zira umum insanlar ruhaniyet ve cismaniyetten mürekkeb olmakla beraber hangisinin cismaniyete ve hangisinin ruhaniyete daha ziyade alakası olduğunu bilmek mümkün değildir. Bu insan ruhanidir bu insan cismanidir… demek ve böyle bir hüküm i’ta edebilmek için şübhesiz bir menat bu hükmün menşei olmak üzere bir ille lazım. İşte bu menat ve illeyi ne hukuk nokta-i nazarından ne de alaka ve galebe nokta-i nazarından bulabildik… En son ve nihayet olmak üzere bir ihtimal-i akli kalıyor ki o da: İnsanların suret-i zahireleri ve keyfiyet-i telebbüsleridir ki ihtimal bu nokta-i nazardan insanları ruhani ve cismani diye ikiye taksim etmek arzu edenler olabilir. Fakat bu arzuda bulunanlar aldanıyorlar. Zira bir insanı ma’na ve ruh ile asla münasebeti olmayan elbisesine ba-husus şeriat-i garra-yı İslamiyet’çe hiçbir ehemmiyeti haiz olmayan suret-i zahiresine hasr-ı nazar ederek ve bu hakıkat-binlik sayılamaz. Sarık ve cübbe iktisa etmiş bir insana ruhani demek ne kadar mantıksız bir laftır. Zira sarık ve cübbenin ruhaniyete ve ma’naya hiçbir münasebeti olmadığı ve hatta bu makuleden bile olmadığı pek vazıh bir mes’eledir. Ruhanilik ve cismanilik –maan olduğu halde– bir ma’nadır ki bununla hakıkat-i insaniyye muttasıf olur. İnsan sarık cübbe iktisa etmiş olsun isterse beyaz yaka taksın palto giymiş olsun… Ne hacet var ki müslümanları ikiye ayıralım? müslümanlar hep kardeştirler. Müslümanlık’ta ayrılık gayrılık yoktur. Gerek hukuk i’tibarıyla gerek vazife i’tibarıyla müslümanlar yekdiğerlerine karşı rüçhanı haiz değildirler. İnsanlar nasıl ki müsavi olarak dünyaya geliyorlarsa İslamiyet de aynı müsavatı muhafaza aynı uhuvvet-i tabiiyyeyi idame için vaz’ buyurulmuştur. Bu halde müslümanları ruhanilik ve cismanilik sınıflarına tefrik etmeye ne lüzum var? Ne hacet var ki müslümanları ruhani ve cismani diye yer de yine bir; menafi’leri müşterek mazarratları da öyle… Umum efrad-ı müslimin –hiçbir ferd müstesna olmaksızın– kendisinin ve bütün kardeşlerinin menafiini celbe bütün mazarratlarını def’e dinen mecburdur. Din zın– muhafazası mecburi olan bir vazife-i insaniyyedir. zaruridir. Bu nokta ise hem vazife-i umumiyyedir hem de vazife-i hususiyye ve şahsiyyedir. Binaenaleyh bu cihet de menat-ı tefrik olamaz. mış hem hiçbir vakitte de olmamalıdır. Din-i İslam’da böyle bir işin ve böyle bir halin vücuduna kail olmak günahtır bid’attir. Asr-ı Risalet’te öyle ruhaniler cismaniler böyle iki sınıf ahali mevcud değildi. O Asr-ı Saadet’te müslümanlar arasında öyle ayrılık gayrılık yoktu: Hazret-i Peygamber efendimize iman edenlere mü’min müslim sahabi ta’birinden daha hususi bir ta’bir kabil değil bulunmazdı. Bütün ehl-i iman bir sınıftı: Müslüman. cismani denilecek sınıflar bulamıyoruz. Zira bütün ehl-i ve cismaniyetten yalnız birisi ile ittisaf edebilecek bir zat ehl-i iman arasında bulunamazdı. Tabiin-i kiram zamanında da hal böyle oldu. lazımdır. Bunun üzerine ne ilave edilirse dalalettir; ne ihtira’ olunursa bid’attir. Netice: İslamiyet’te ruhanilik cismanilik yoktur; olamaz da… Muma-ileyhin vaktiyle yazmış olduğu şu makale kemal-i dikkatle okunmalıdır. Fil-hakıka İslam’ın evamir-i diniyyesi yalnız i’tikadat ve ibadata yani yalnız Halık ile mahluk beynindeki münasebata münhasır değildir. Hukuk-ı ibadın muamelat ve münakehat ve ukubat aksamına da şamildir. Din-i İslam Halık ile mahluk arasındaki vasıtayı ruhbaniyeti ref’ ettiği gibi; “Allah’a aid olanı Allah’a kaysere aid olanı kaysere vermek” düsturunu da hiç kabul etmez. Ma’na-yı ma’ruflarınca ne hükumet-i ruhaniyyeyi tanır ne hükumet-i cismaniyyeyi. Hükumet-i ruhaniyye ve cismaniyyenin ayrı ayrı teşekkülüne cevaz vermez. Hükumet-i cismaniyyeye aid muamelatın kaffesi dinen me’murün-bih veya menhiyyün-anhdir. Hepsi emr-i ilahi veya sünnet-i Risalet-penahidir. Kitap ve Sünnet dünyada da ahirette de ta’lim-i ilahisi bu nokta-i mühimmeye işarettir. Binaenaleyh a’sar-ı ahirede Avrupa’da tatbik edilen umur-ı diniyye ve siyasiyyeyi tefrik Separation de l’Elise et del’Etat düsturunun bizde mahall-i ani’l-münker dinin feraizinden olduğu gibi te’sis-i hükumet siyasiyyeyi idare gibi hususatın kaffesi dinin ahkamındandır. Din-i İslam’ca nasb-ı imam farzdır. İmama itaat de farzdır. İmamü’l-müsliminin Cuma’yı ikame etmesi ile kadı nasb etmesi beyninde de fark yoktur. Hudud-ı ilahiyyenin ikamesi ahkam-ı diniyyenin hüküm ve kuvvete vabeste olduğu için bir hükumet-i muntazama-i İslamiyye’nin esasları hicret-i seniyyeyi müteakıb vahyin germa-germ-i tevali olduğu sıralarda bizzat taraf-ı ali-i Nebevi’den vaz’ edilmiştir. Riyaset-i hükumet asr-ı Risalet-penahilerinde kendilerinde ve ondan sonra hulefa ve eimme-i müsliminde idi. İmam Ömer bin el-Hattab’ın “Vallahi Hak tealanın nüfuz-ı hükumetle men’ ettiği şey nüfuz-ı Kur’an ile men’ ettiğinden ziyadedir” sözü bir hakıkat-i mahza olduğundan ahkam-ı Kur’an iyye’nin tatbikini te’min edecek bir hükumetin teşekkülü zaruri idi. tatbikini te’min eden hükumet-i İslamiyye bu şekl-i esasisini bu güne kadar muhafaza etmiş va’d-i kerimi mucebince ila yevmi’l-kıyam da muhafazada devam edecektir. MATBUAT Son posta ile gelen Times’de İspanyol ulemasından bir zat tarafından İspanya’da mezkur gazete müdürüne gönderilmiş bir mektup mündericdir. Muhteviyatının ehemmiyetine binaen aynen tercüme ve enzar-ı kariine vaz’ olunur: Efendi! Times’in Ağustos tarihli nüshasında münderic bir mektupta şu cümle yazılı idi: Bugün çocuklarımız tarih derslerinde Hunları Sarazenleri Sarazenler kurun-ı vüstada Endülüs ve sevahili ve Cezayir-i Bahr-i Sefid Araplarına ıtlak olunurdu nasıl okuyorlarsa bin yıl sonra da mektepli gençlerimiz bi-taraf memalikin duçar-ı taarruz ve istila olduğu hakkındaki meraklı tarihini okuyacaklardır.” Müsaadenizle şunu söyleyeyim ki bugünkü bazı Avrupa askerlerini Sarazenlere teşbih etmek pek büyük bir haksızlıktır. Hazret-i Muhammed’in orduları kadınlara çocuklara karşı harb etmediler. Müdafaasız şehirleri tahrib etmediler. Bilakis Hazret-i Ali vaz’ ettiği meşhur kanunu ile bu gibi gadr ve zulüm ve mel’anetleri suret-i kat’iyyede men’ etti; Hazret-i Ebubekir maiyyetindeki rüesasına bugün en büyük ordu kumandanları tarafından numune ittihazı lazım gelen ber-vech-i ati beyanname ahkam-ı aliyesine mutavaat etmelerini emr eyledi: “Eğer Cenab-ı Hak size muzafferiyet ihsan ederse kılıçlarınızı size tabi’ ve teslim olanların ve çocuklar ve kadınların ve na-tüvan ihtiyarların kanıyla bulaştırmayınız. Düşman memleketine girdiğinizde ağaçları kesmeyiniz meyveleri harab etmeyiniz meskenleri yakmayınız. Bunlardan ve mevaşisinden yalnız size lazım olanlarını alınız. İhtiyac hissetmedikçe hiçbir şeyi tahrib eylemeyiniz. Şehirleri ve kal’aları işgal ediniz ve bunlardan yalnız düşmana melce’ olabilecekleri yıkınız mağlub ve makhur olanlara karşı merhametli olunuz düşmanınıza karşı muamelatınızda nuz sözünüzü vaadinizi tutunuz yalnız kendisine tahmil edilen şeraita silah be-dest olarak mukavemet gösteren düşmanı öldürünüz.” Bu beyannamenin i’lanından ve salifü’z-zikr kanunun vaz’ından altı yüz sene sonra Hazret-i Ebubekir’in kumandası altında bulunan müslümanların din kardeşleri Sarazenler size şu satırları yazdığım kadim İslam kal’asında bahadır Kastilya ordularının müdhiş hücumlarına sekiz ay şeciane mukavemet ettiler. Avrupa müverrihin-i meşhuresinin bu kanlı muharebelere dair yazdıkları eserlerde edilmez. Şu halde mektep sıralarında çocuklarımıza kurun-ı vüstada merdlik devrinin en güzide bahadırları olan Sarazenleri bugünkü bazı Avrupalılara benzetmeyi öğretmek pek büyük bir haksızlık olmaz mı? Türklere gelince bunların mezalim ikaı[na] dair masallar kemal-i ihtiyat ile telakkı edilmelidir. Türk asıl ve neslinin bozulduğu hakkındaki rivayetlerin mahz-ı kizb ve iftira olduğu ve Türk askerinin hala dahi yiğit bir cengaver ve cesur bir muharib olduğunu el-yevm Çanakkale cebhesinde bulunan biraderzadelerimden aldığım mektuplarda hararetli bir surette beyan ediliyor. Efendi! Şeci’ bir muharib namuslu ve merd bir insan demektir. Avrupa muharrirlerinden bir çoğu Kur’an-ı Kerim ve onun süver ve ayatının tertibi hakkında eserler te’lif etmişler ve Kur’an’ı bir takım hakayık mevaiz ahkam ve emsali havi olmakla beraber vaz’ ve tertibi gayr-ı mütenasib bir mecmua şeklinde temsil etmişlerdir. Avrupalılardan “Müsteşrik” namını taşıyan lügat-i Arabiyye’nin esrar ve gavamızını ihata bu lisan ile tedvin edilmiş olan kütüb-i şer’iyyeyi kamilen tedkık ve tetebbu’ etmiş olduğu kanaatini perverde eden bir takım kimselerin Kur’an hakkında bu yolda serd edilen iddiaları te’yid yolunda bilerek bilmeyerek mugalatakarane bir takım efkar ve mütalaat serd etmeleri eracif-i mesrudenin avam-ı nas arasında bir kat daha rüsuh ve istikrarına hizmet etmiştir. Müsteşrikınin bi’l-istihkak yahud bila-istihkak yüksek bir mevki’-i dirayet ve irfana sahib addedilmeleri güruh-ı avamın belki de havasdan bir kısmının neşriyat-ı vakı’alarına bila-muhakeme arz-ı inkıyad etmelerini binaenaleyh onlardan sadır olan eracifi birer hakıkat şeklinde telakkı etmelerine sebeb olmakta bunların efkar-ı batılalarını Kur’an ve din hakkında sarih bir hilaf-girliği mutazammın da olsa büyük bir şevk ve tehalükle vird-i zeban etmektedirler. Fakat sınıf-ı avam müsteşrik denilen kimselerin lügat-i Kur’an’ı hakkıyla ihata hususundaki acz u taksirlerini bunların seviye-i idrak ve irfanları esrar-ı Kur’an nazara muktedir ulema-yı lisana nisbetle ne derece dun olduğunu bilseler; yahud bu müsteşriklerin efsah-ı lügat olan Kelamullah’dan kat’-ı nazar Arab’ın lisan-ı avamındaki mevaki’-i hata ve hefveyi temyiz iktidarından mahrum olduklarını bir de o kelam-ı ezelinin kudret-i satı’a-i belağat ve beyanına karşı Arab’ın en muhteşem mehafil-i edeb ve irfanının natıka-perdazlıktaki kudret ve kiyasetlerini büyük bir hiss-i hürmetle kayd belağat hususunda bil-cümle akvam-ı Arabiyye’nin kendilerine ser-füru ve eş’ar hikem emsal gibi sanihat-ı fikriyyelerini rivayet edegeldiği eazım-ı şuara ve hutabanın izhar-ı acz u hayret eylediklerini bilseler müsteşriklerin safsata ve evhamdan ibaret olan sözlerini hakıkat diye telakkı ve körkörüne onların isrine iktifa etmezlerdi. Tabii bir surette anlarlar idi ki meleke-i lisaniyyeye henüz fesad tari fıtrata mevdu’ olan zevk-ı selim kat’iyyen haleldar olmadığı bir hengamda hutaba ve şuara-yı Arab’ın emr-i tanzirinde beyan-ı acz ettikleri bir kitab-ı mukaddesin mevki’-i bülend-i i’caz ve belağatine böyle ecnebi bir takım kimselerin medd-i nigah edebilmeleri imkan haricindedir. Erbab-ı mütala’aya bu babda ciddi ve hakıkı bir fikir verebilmek için cehabize-i ulema-yı İslam’dan bu mes’eleye aid eser vücuda getirenlerin bazı sözlerini Başmuharrir şurada zikr ü ityan etmeyi münasib gördük. Ümid ederiz ki diğer münasib bir mahalde cehele-i müsteşrikınin nesak ve tertib-i makbul dairesinde vürud etmediğini zannettikleri ayat-ı kerimenin suret-i tevcihine aralarındaki revabıt ve münasebatın tafsil ve izahına müteallık mütalaatımızı serd etmek için imkan ve fırsat elverecektir. Ancak şurada telhis-i meram mecburiyeti bu cihetlerin uzun uzadı ta’mik ve tedkıkine imkan bırakmamıştır. Süyuti İtkan’da üstaz Ebu Hanife bin Zübeyr’in ayat ve süverin münasebatı hakkında bir kitap te’lif ve bunu Burhan fi Münasebeti Süveri’l-Kur’an tesmiye ettiğini kezalik Burhanüddin-i Bikai’nin Nazmü’d-Dürer fi Tenasübi’l-Ayati ve’s-Suver kitabı da aynı maksada aid tedkıkatı muhtevi olduğunu söylüyor. Şeyh Süyuti’nin Esrarü’t-Tenzil nam eseriyle bunun mülahhası olan Tenasukü’d-Dürer fi Tenasübi’d-Dürer aynı mevzua aid asar-ı ceyyidedendir. Tabiidir ki bu efazıl her surenin ayatı arasındaki irtibat ve münasebetleri güzel tedkık ve izah etmişler halledilmedik hiçbir ukde-i te’lifat-ı mühimmelerini nazar-ı mütala’a ve tedkıkten geçirenlerin esas-ı bahse müteallık görecekleri teveccühat-ı mühimme ayat-ı Kur’an iyye arasındaki revabıt ve mükemmele zevk-ı fitriden mahrum dekayık-ı lisaniyyeye tab’an bigane olan belağatin ruh ve serairine büleganın makasıd-ı beyaniyyesine infaz-ı nazar edememiş bulunan bir takım kimselerin Kur’an’a karşı serd ettikleri tenkıdat-ı mebhusede nasıl dalalet-i fikriyyeye saplanmış olduklarını kolaylıkla anlayacaklardır. Şeyh Veliyyüddin-i Melevi diyor ki: “Ayat-ı Kur’an iyye müteferrik ve müteşettit bir takım vekayiin icabatına göre nazil olduğuna binaen bunlar arasında münasebet aranılamaz…” diyen kimse vehme tebaiyet etmiş olur. Sözün en doğrusu şudur ki: Ayat-ı Kur’an iyye vekayiin tevfikan tertib ve tensik edilmiştir. Ayatın tertib ve mevazi’-i asliyyelerine suret-i vaz’ı bahsinde de söylemiş idik ki Cenab-ı Resul bir ayet nazil olunca bunun hangi surede hangi ayetin yanına vaz’ edileceğini beyan eder idi. Şu hale nazaran ayat-ı Kur’an iyye’nin nüzulü esbab-ı tenzil namıyla zeban-zed olan bir takım vekayia istinad etmekte binaenaleyh her ayet muhtelif sebeblerden dolayı nazil olmakla beraber Kitab-ı Kerim’de bugün okuduğumuz şekil ve tertibe muvafık birer mevki’ ahz etmekte idiler. Şeyh Veliyyüddin Melevi diyor ki: Her ayetin diğerleriyle vech-i münasebeti tedkık edildiği zaman ma-kablindeki ayet mükemmil midir müstakil midir? Müstakil ralarını araştırmak icab eder. Münasebat-ı ayatta bu noktalar tedkıkata esas ittihaz edildiği takdirde hall-i mes’ele Süyuti diyor ki: Münasebet lügatte müşakele ve mukarebe ma’nasınadır. Ayat-ı kerime ve emsalinde bunun medlulü iki ayeti yekdiğerine rabt edecek amm veya has akli veya hissi hayali veyahud bunlara mümasil bir nevi’ alakayı mutazammın bir ma’nadan; yahud sebeb müsebbib illet ma’lul zıddiyet naziriyyet gibi telazum-ı zihniden ibarettir. Bunun faide ve te’siri ecza’-i kelam arasında iltiyam ve irtibat husule getirmekten ibarettir. Böyle cüz’leri arasında münasebet mevcud olan bir kelamın erkanı arasındaki irtibat ve i’tilaf o derece kavi olur ki şerait-i nisbeti haiz olan böyle bir kelam eczası muntazam ve mütevafık son derece rasin ve muhkem bir binaya teşbih edilebilir. Şu mukaddime bilindikten sonra deriz ki: Bir ayeti müteakıb diğer bir ayet zikr edildiği zaman ya aralarındaki irtibat ayetlerin yekdiğerine tealluku bulunmak ve ilk ayetle söz tamam olmamak suretiyle zahir olur ki bu gibi yerlerde vech-i münasebet nümayandır. İkinci ayet birinci ayete te’kid tefsir i’tiraz bedel olursa suret-i münasebet yine bedihi olup bunlar hakkında da söz söylemek zaiddir. Yahud aralarında irtibat bulunmayarak her cümle diğerlerinden müstakil ve silsile-i kelama mebde’ teşkil eden cümleye muhalif olur. Bu surette ise tali cümleler cümle-i ulaya ya hükümde yahud olmaz. Ma’tuf olursa cümleler arasında tezad şibh-i tezad gibi bir cihet-i cami’a bulunmak zaruridir. Adet-i Kur’an ahkamı mutazammın bir ayet sevk edilince onu evvelce serd edilen ahkam-ı şer’iyyeye imtisale tergıb için ya vaad ya vaidi mutazammın bir ayet irad etmek onu da emir ve nehyin masdarı olan Halık-ı Zü’lcelal’in azamet ve kibriyasını mükellefin nazarında tecelli ettirmek için tevhid ve tenzihe müteallık bir ayetle ta’kıb ettirmektir. Ayet atıf vasıtasıyla ma-kabline merbut olmazsa bu surette ecza’-i kelam arasında ittisal mevcud olduğuna delalet edecek bir vasıtanın vücudu zaruridir. Böyle bir vasıtayı ise husul-i irtibata delalet eden karain-i ma’neviyye teşkil eder. Karain-i ma’neviyyenin eşkal-i müteaddidesi vardır ki bunlardan biri tanzirdir. Çünkü tanziri nazire ilhak etmek şuun-ı akliyye cümlesindendir. Misali: ayetini ta’kıb eden ayet-i kerimesi gibi. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak Resul-i Ekrem’ine vak’a-i Bedir’de karvanı elde etmek yahud Kureyş ile muharebeye girişmek hususundaki azmini ashab-ı kiramın arzuları hilafına infaz ettiği gibi; onların meyl ve muvafakatları olmasa da ganaim hakkındaki fikir ve ictihadını tatbik etmesini emrediyor. Siyak-ı ayetteki maksad şu vechile izah edilebilir: Ashabın taksim-i ganayim mes’elesini hoş görmemeleri evvelce harb için ihtiyar-ı seferi hoş görmelerine benzer. Bedir seferinin İslam için hayır ve bereket zafer ve nusret izzet ve ganimetten başka bir netice vermediğine nazaran taksim-i ganaim mes’elesinin de aynı neticeyi tevlid etmesi tabiidir. Binaenaleyh müslümanlar evamir-i Risalet-penahi’ye tebaiyet ve amal-i nefsaniyyelerinden mücanebet etmelidirler. Cümel ve hikayat arasında irtibatı te’min eden esbabdan biri de tezad şibh-i tezaddan ibaret olan cami’-i vehmidir. Cami’-i vehmi tesmiye edilmesinin sebebi cümel ve hikayat arasında mevcud tenasüb ve imtizacdan mütevellid hakıkı bir rabıta olması değil münhasıran zihinde eşya-yı mütezadde arasında bir nisbet ve mukarenet husule getirmesidir. Sevad ile beyaz mevt ile hayat misillü yekdiğere zıd; sema ile arz misillü mütekabil eşyada olduğu gibi. Şübhesizdir ki bu eşya-yı mütezadde ve mütekabileden birinin zihinde huzuru zıd ve mukabilinin de huzur ve temessülünü icab eder. Ulema-yı beyan maani-i kadime ve hadise arasında teşabüh ve tekabüllük vücudu ma’lumat-ı zihniyyenin yekdiğerini celb ve istihzar gayesini te’min etmek hassasını haiz olduğunu tasrih ve ifade ve bunun için burada serd ve ityana imkan göremediğimiz bir çok emsile ve şevahid irad ediyorlar. Revabıt-ı kelamiyyenin bu nev’i yani tezad kelam-ı beliğde bir çok fevaid-i aliyye ve makasıd-ı mühimme tevcih olunan kelamı intibah ve dikkatle telakkısine bais olur. Çünkü bir cümle ve kelama onun zıddını ya nakızını veyahud mukabilini terdif etmek kelam-ı sabıkın zihn-i sami’de sübut ve istikrarını ve onun havas mezaya ve netayicine muhalif olarak kelam-ı lahıkın haiz olduğu havas ve mezayayı muhatabın ihata ve istiab etmesini ra almalıdır: Sure-i şerifenin mebdei Kur’an’a onun nas arasında iman ile muttasıf olanların hidayet ve irşadlarını kafil olduğuna dair beyanatı tazammun ediyor. Mü’minlerin ta’yin-i evsaf ve mezayasına esas olmak üzere de bunların gayba iman salavat-ı mefruzayı eda Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ata ve ihsan ettiği rızık ve ni’metten gayra infak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemle enbiya-yı salifeye nazil olan kitap ve vahiylere iman ahireti ayat-ı celilesiyle de kafirlerin şuun ve ahvali serd ve izah buyuruluyor. Böyle meslek ve meşrebleri yekdiğerine zıd ümmetler hakkındaki beyanatın teakubundaki fevaidi zevk-ı selim sahibi olan bir edib elbette takdir eder. Surenin bidayeti nefs-i Kur’an’dan bahis olduğu halde Kur’an’a iman edenlere aid fıkaratı erbab-ı inkara aid fıkralarla ta’kıb ettirilmek bahsine gelince: Tabiidir ki Kitab-ı Kerim’e iman edecekler ahval ve evsafı ayat-ı sabıkada zikr ve ta’dad edilen kimselerden ibarettir. Evsaf ve tinetleri bunlara münakız olan küffar ise şübhesizdir ki ayet-i kerimesinin natık olduğu vechile hidayet-i ezeliyyeden hiçbir nasibleri yoktur. İşte görülüyor ki surenin bidayetinden küffarın izah-ı hal ve şanına müteallık serd edilen ayat-ı kerimenin nihayetine kadar olan ayetler Kur’an’ın vasfı hakkındaki beyanat-ı mütekaddimeyi te’kid halkı ona iman ve tazammun ettiği esbab-ı felah ve hidayete tevfik-ı harekete teşvik gibi bir maksadı tazammun etmektedir. Buna binaendir ki bu ayat hitam bulunca beyanat-ı salifenin sevk ve iradındaki maksada avdet edilmekte ve ayat-ı sabıkaya “Eğer sizin kulumuz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem üzerine inzal ettiği kitabda şübheniz olup da bu şübhe ve tereddüdünüzde haklı iseniz ondaki surelerden birinin nazirini ortaya koyunuz bunun için taptığınız aliheyi de yardıma çağırınız!... ayetleri vely etmektedir. Hilafiyat: Üstad-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Takrirleri: Nusus-ı şer’iyyede ahkam bazen ayna bazen fiile ayna izafe olunmuştur. Nitekim nazm-ı celilinde hükm-i şer’i olan tahrim aynı olan meyteye deme lahm-ı hınzire izafe olunuyor. Bidayetü’l-Müctehid Keza ayet-i kerimesinde hükm-i şer’i olan helal aynı olan behimeye izafe kılınmıştır. Keza hadis-i şerifinde hükm-i şer’i olan helal aynı olan meytelere izafe olunmuştur. Keza hadis-i şerifinde hükm-i şer’i olan tahrim aynı olan hamra izafe kılınır. İbni Rüşd’ün demesi buna –yani hüküm ekseriyetle a’yana muzaf olmasına– mebni olsa gerektir. Ahkam-ı şer’iyye ef’al-i mükellefine terettüb eder. Çünkü ef’al kesbimiz ile kudretimiz ile hasıldır. Kesb ve kudretimiz ile hasıl olan fiile mes’uliyet teveccüh eder. Buna mebni ef’ale izafe olunan ahkam-ı şer’iyyede bir guna ihtilaf olunmamıştır. A’yan böyle değildir. A’yan kudretimiz ile kesbimiz A’yanın varlığından dolayı bize mes’uliyet teveccüh etmez. Buna mebni a’yana muzaf olan ahkam-ı şer’iyyede ki ile eda olunmuş ise ayna muzaf olan ahkam-ı şer’iyye de hakıkat tariki ile eda olunmuştur. Yoksa mecaz tariki tahrim ve tahlil ile tavsif olunur sonra fiilin tahrim veya tahlili sabit olur. Binaenaleyh tahrim veya tahlil amm olarak sabit olur. Tahrim veya tahlil ayna izafe olunursa fiilin tahrim veya tahlili daha müekked olur. Fahrü’l-islam el-Pezdevi lara tabi’ olanların mezhebi budur. tahrim veya tahlili maksud olur. Bu suret hakıkat tariki ile olmaz. Belki mecaz tariki ile olur. Buradaki mecaz ya mecaz-ı hazfi olur: nazm-ı celilinde olduğu gibi ki maksad karyeden değil ehl-i karyeden sorulmasıdır. Yahud mahalliyet alakası ile mecaz-ı mürsel olur. “Oluk akıyor” terkibinde olduğu gibi ki maksad oluk değil oluktan geçen suyun akmasıdır. Buna mebni “Meyte haram kılındı” demekten her iki nev’-i mizaca göre meyte değil meyteyi ekl haram kılınmıştır ma’nası maksud olur. Hanefiyye’den bazı Irakıyyin Çünkü a’yan tahlil ile tahrim ile muttasıf olmaz. Tahlil ve tahrim bab-ı teklifdendir kudrete tealluk eder. Bundan dolayı tahlil ve tahrime sevab ve ikab tealluk eder. A’yan kudret ve kesbimiz ile hasıl olmadığından tahrim ve tahlile müteallık olan ef’al-i ihtiyariyyeye tealluk eder. nazm-ı celili ile ekl-i meytenin hürmetine nazm-ı celili ile ekl-i behimenin tahliline ihticac etmek sahih olmaz. Mücmeller hükm-i şer’iyi mucib olmaz. Nazm-ı celiller ile hangi fiilin haram veya helal olduğunu bilemeyiz. Acaba meyteyi ekl mi haramdır? Meyteyi nazar mı haramdır? Meyteyi mes etmek mi haramdır? Meyteyi bey’ etmek mi haramdır? Meyte ile ğu bilinemez. Her halde hürmeti bazı ef’ale kasr etmek vacib olur. Bu bazı ef’al müteayyin değildir. Çünkü lafız o muayyen ef’ale delalet etmiyor. Lafız bir çok ef’ale muhtemil bulunduğundan naşi mücmel olmuş olur. Ebi Abdillah el-Basri ile Behşemiye Ebu Haşim’in ashabı nın mezhebleri budur. Eimme-i Hanefiyye’den Ebu’l-Hasen el-Kerhi Keşf-i Pezdevi’de ferik-ı saniden Tenkıhu’l-Fusul İrşadü’l-Fühul et-Takrir ve’t-Tahbir Müsellemü’s-Sübut’da ferik-ı salisden gösteriliyor. Mezahib-i selaseden mezheb-i evvel racihdir. Çünkü örf maksud olan fiilin hürmetine veya tahliline delalet eder. Ehl-i lügatin örfüne muttali’ olan lügat-ı Arab’da mümaresesi bulunan bir kimseye “Sana at taam kadın haram kılınır denilmiş olsa onun zihnine ata binmek taam ekl etmek kadından istimta’ etmek haramdır ma’naları tebadür eder. Elfazı bu ma’nalarda isti’mal etmek hakıkat-i örfiyyedir. Mecaz mücmel değildir. Tahrim veya tahlil ayna muzaf olursa ondan maksud olan fiilin haram veya helal olduğu anlaşılır. Elfaz dört kısımdır: Nass mücmel zahir muhtemel. – Ma’nası müteayyin olan lafızdır nassda lafız başka bir ma’naya mütahammil olmaz. Nassa “mübeyyen” de derler. nazm-ı celilindeki nazm-ı kerimindeki ayet-i celilesindeki lafızları nassdır mübeyyendir. – Lafız ma’nanın diğer bir ma’naya tercihi olmaksızın iki veya daha ziyade ma’nalar beyninde mütereddid olur. nazm-ı celilindeki nazm-ı celilindeki nazm-ı celilindeki lafızları mücmeldir. – Lafız bir takım ma’nalar beyninde mütereddid olur fakat ma’nalardan biri racih olur. Lafzın bazı muhtemilatı diğerinden daha zahir olur. Emirler ammlar gibi ki emirler vücubda ammlar ammun üride bihi’l-umumda zahirdir. – Lafız bir takım ma’nalar beyninde mütereddid olur fakat ma’na mercuh olur. Muhtemel zahir bulunan mahalde bulunur. Lafız ma’na-yı racihe nazaran zahir ma’na-yı mercuha nazaran muhtemeldir. Emirler nedbde ibahada ammlar ammun üride bihi’l-hususda muhtemeldir. Bir lafız ma’na-yı hakıkıde zahir ma’na-yı mecazide muhtemeldir. – Nassın te’vile ihtimali yoktur. Nass te’vil olunmaz. Nass ile amel etmek vacib olur. Bu hususda asla ihtilaf yoktur. Ebu’l-Maali nassı cümlesi ile ta’rif ediyor; nass öyle bir lafızdır ki mücerred lafzı işitmek ile lafızdan ma’na anlaşılır. Lafzın ma’naya haml olunması lafzın nüzulü iledir demek istiyor. Büyük İbni Rüşd’ün Şerh-i Müdevvene’de beyanına göre nass olmadığı halde mücerred örf-i tehatub ile ma’na-yı maksudu bilinen elfaz da nass hükmündedir. nazm-ı celilleri gibi ki nazm-ı celiller ümmehatı vat’ etmenin meyteyi ekl etmenin haram olmasında nass değildir. Çünkü nazm-ı celillerde ümmehat ve sair muharrematın tahrimi doğrudan doğruya kendilerine muzaf değildir. Belki a’yana tealluk etmiştir. Halbuki nazm-ı celiller ile a’yanın değil ef’alin hürmeti maksuddur. Lahn-ı hitablar fehva-yı hitablar da nass hükmündedir. – Usuliyyin-i Hanefiyye’ye göre nass sevk olunduğu ma’naya maksud-ı asli olan ma’naya delalet eden lafızdır. Nassın te’vil ve tahsise nazm-ı celili taaddüd-i zevcatın caiz olmasında nassdır. Ale’l-ıtlak lafza da nass dendiği gibi bilhassa Kur’an-ı Kerim hadis-i şerife de nass denir. yı masdarisine intikal için hasıl-ı masdar suretiyle ifade ettiği ma’nayı tanımak icab eder. Araplar ve derler ki “diğerine ihsas ettirmeksizin felana bir şey söyledim” demektir. Risale mektup ma’nalarını ifade ettiği gibi diğere Bilahare vahiy kelimesi tağlib tarikiyle Cenab-ı Hak’dan enbiya-yı izama ilka ve telkın edilen şeyde isti’mal edilmiştir. Vahyin ta’rif-i şer’isi: Cenab-ı Hakk’ın enbiyasından birine bir hükm-i şer’i ve saireyi bildirmesidir. Bize göre vahyin ta’rifi: Nefisde bi’l-vasıta veya bila-vasıta canib-i sul eden irfandır. Bi’l-vasıta irfan samiada savt ile temessülünden Vahiy ile ilham arasındaki farka gelince: İlham nefisde ta’yin suretiyle tecelli ettiği nefis tabii bir surette onun hüküm ve te’siri tahtında kaldığı halde nereden geldiğini idrak edemediği bir şuur ve vicdan-ı kalbidir. essürat-ı tabiiyyeye müşabihdir. Bu nev’ irfanın vahyin imkan-ı husulü mesalih-i beşere müteallık olup amme-i nasın havza-i ıttılaına dahil olmayan bir şeyin nasdan bir sınıf-ı mümtaze tecelli ve inkişaf aklın kolaylıkla bu imkanı kabul ve teslim edebilmesi bahsine gelince: Ben bu mes’elede anlamak istemeyen nefsini kabiliyet-i fıtriyyesine rağmen adem-i cihet göremiyorum. Evet her zaman her ümmet içerisinde bir takım kimseler bulunabilir ki meşreblerindeki hiffet fikir ve muhakemelerindeki mahdudiyet sevkiyle havass-i hamslerinin tealluk edemediği şeylerde sahil-i yakınden pek uzaklara şek ve tereddüdün lücce-i bi-payanına sukut ederler; hatta havass-i zahirelerinin tealluk ettiği şeylerde bile reyb ü gümanın tasallut ve tahakkümünden azada kalamazlar. Sanki bu sükut-ı irfani kendilerini sair nev’-i hayvanattan daha dun bir dereke-i mezellete indirir de aklın mahiyetini şuun-ı mahsusasını esrar ve hafaya-yı ber-güzidesini düşünemez olurlar. Bu kabil insanlar maddiyat ve mahsusata nasb-ı nigah etmede evamir ve nevahi kaydından belki de insaniyete yakışan şeyleri yapmak yakışmayan işlere karşı perhizkar bulunmak gibi saik-ı tekamül olan hasailin müvellidi olan hiss-i hicabdan hayvanlar gibi ser-azad yaşamanın gurur ve ibtihac duyarlar. Şayed bunların muvacehesinde nübüvvet ve edyana müteallık bir bahis açılır bu vadide cereyan eden sözleri guş-ı iz’ana almaya bir meyl-i vicdani hissederlerse kendilerinin muhakeme-i fikriyyede serbest bulunduklarını ileri sürerek vicdanlarında hasıl olan temayülü izaleye şitab ederler; serd edilecek delail efkar-ı zatiyyelerine te’sir ederek akıde-i diniyye tevlid etmesinden bunun da şeriat kaydı altına girerek lezaiz-i haliyye ve müstakbelelerinden mahrumiyetlerine sebebiyet vermesinden endişe ederek parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. İşte bu bir maraz-ı nefsi ve kalbidir ki ona karşı ancak ilim ve irfan deva-yı mü’essir olabilir. Bir şahsa fikir tertib-i mukaddemat gibi vesaite müracaat etmeksizin gayrın hatırına layih olmayan şeylerin sünuh ve inkişafında muhal addedilebilecek ne gibi bir cihet vardır? Ba-husus ki bunun kabiliyet-i idrak isti’dad-ı fikr ve nazarı ihsan eden Feyyaz-ı Zü’l-celal canibinden tevarüdü ma’lum olursa… Bedaheten sabit olan ahvaldendir ki derecat-ı ukul tefavüt ederek bazısının mertebe-i idraki bazısının fevkinde bulunur ve tabiidir ki rütbeten mütefevvik olan aklın ber-tafsil nüfuz ve ihata eylediği şeyler ma-dunun saha-i idrakine icmali bir surette dahil olabilir. Şu kadar var ki bu tefavüt-i idrak yalnız ta’lim ve terbiye hususunda aralarında mevcud olan tefavütün neticesinden sinin medhaldar olmadığı fıtratın da büyük bir hisse ve te’siri vardır. Kabil-i inkar değildir ki bazı ukala nezdinde nazariyattan ma’dud olan bir takım şeyler vardır ki rütbe-i akl ü idraki kendinden daha ali olan kimse indinde onlar bedihiyattan ma’duddur. Ve meziyet-i akl ü idrak bu suretle gayr-ı mütenahi bir silsile-i terakkı ta’kıb edip gider. Ulüvv-i himmete azamet ve şehamet-i nefse malik dettikleri şeyleri o yakın görür çalışır zafer-yab-ı meram olur; halk ise yanı başında nihayetine vasıl olduğu işin bidayetinde inkar husul ve teyessürünü gördükten sonra da neticeyi hayretle temaşa ederler. Bilahare bu emr-i garib ve mu’dıl nazarlarında niza’ ve tereddüde gayr-ı mütehammil ma’lum ve muarref bir şey imiş gibi bir şekl-i me’lufiyet iktisab eder de bu defa diğer inkara tasaddi edenlere karşı bidayet-i emrde muvaffak olan kimseye yaptıkları hücum ve savleti icra etmeye başlarlar. daima mevcuddur. Mukaddemat-ı salife teslim edildiği takdirde ki teslim edilmemek esasen kabil değildir netayic-i atiyyenin tesliminde tereddüd etmek aklın za’fından mukaddemat-ı bedihiyye üzerine terettüb eden bir neticeyi ifadan başka bir şey olamaz: Nüfus-ı beşeriyyeden bazısı fıtrat-ı asliyyeleri ki o safvet eser-i feyz-i ilahi olarak kendilerinde alem-i bala ile peyda-yı ittisale evc-i berin-i insaniyyete irtika ve i’tilaya bir isti’dad-ı tam ve kamil tevlid eder. Gayrın delil ve burhan gibi vesait-i fikriyye ile his ve taakkuluna önünde şühud derecesinde tecelli eder. Hakim-i alim olan Cenab-ı Feyyaz’dan öyle maarif telakkı eder ki bizim üstadlarımızdan öğrendiğimiz şeyler onun derece-i vuzuhuna nisbetle muzlim ve mübhem denilebilecek bir mertebede kalır. Bilahare bu maarif-i ilahiyyenin kalbindeki tecelli-i bahiri bildiği şeyleri öğrenmek nasa tebliğ ve tefhim ile mükellef tutulduğu şeylere onları da’vet etmek kanun-ı ilahi şunu icab ediyor ki hey’et-i ictimaiyyeyi mesalih-i zaruriyyelerini pey-der-pey istikmal ile sinn-i rüşd ve kemale vusul tarik-ı hayat ve mesailerinde kendilerini gaye-i saadete isal için rekz edilmiş olan a’lam ve zaman ve her ümmet içinde inayet-i ezeliyyeye mazhar olan bir takım zevat umur-ı risaletin hitamına değin saha-i kevnde arz-ı vücud eder. vaki’ karşısında buluyorlar. Makam-ı Mu’alla-yı Hilafet-i memalik-i İslamiyye’de icra-yı te’sir edemeyeceğini ve ancak memalik-i Osmaniyye’ye münhasır kalacağını iddia eden düvel-i mezkure şimdi hakıkat-i hali fiilen –asarıyla– anlamaya görmeye başladılar. Biz ise İngilizlerin ve matbuatlarının bu tahminlerinde ziyadesiyle yanılmış olduklarını bir sene evvel an’anesiyle Sebilürreşad nüshalarında sine bütün alem-i İslam tarafından semi’na ve eta’na nidasıyla cevap verileceğini dermiyan etmiş idik. Çok geçmeksizin iddialarımız birer birer meydana çıkmaya başlayarak her şeyden evvel Irak’da yaşayan bil-cümle Şiiyyü’l-mezheb müctehidleri hazeratının meydan-ı harbe iştirak binlerce kabail ve aşairin onlara iltihak ve ta müctehidin-i müşarun-ileyhim hazeratından birkaç zat-ı muhteremin meydan-ı harbde cihad fi sebilillah uğurunda terk-i hayat ettikleri de vaki’ ve gayr-ı kabil-i Git gide İranlı kardeşlerimiz de emr-i cihada ehemmiyet verip ötede beride şimalde cenubda Rusya ve miyye meşbu’ bir hale geldi. İngiltere ve Rusya devletleri her ne yapdılarsa İran kabinelerini kendi lehlerine çeviremediler. Her türlü vaadlerde bulundukları halde bir türlü İran ricalini kandırıp bize karşı bulundurmaktan aciz kaldılar. Hissiyat-ı İslamiyye hissiyat-ı uhuvvetkarane her iki hükumetin vaad ve mevaidine galebe çaldı hükumeti bu iki İslamiyet düşmanı olan devletlerin tehdidlerine de kulak asmadı. Bu esnada –yani bu bir sene içinde– yavaş yavaş cihad haberleri İngiltere’nin bütün mümanaatına rağmen bil-cümle memalik-i İslamiyye’ye yayıldı. İslam hey’etleri gençleri kemal-i faaliyetle ifa-yı vazifeye başlayarak müslümanları hakıkatten haberdar ederek vazifelerini tanıttırdılar. Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ederiz ki bugün bütün alem-i İslam uyanmış hakıkati anlamış cihad haberlerini duymuştur. Bundan sonra müslümanlar vezaif-i diniyyelerini ifa ile akın akın sell-i seyf-i gaza ve cihad ederek İslamiyet’in intikamını almaya çalışacakları bizce muhakkaktır. İran harekete başlar başlamaz sıra ile Belucistan Afganistan Türkistan Hindistan müslümanları makam-ı Hilafet’e İran hükumetinin Bazıları İran’ı alem-i İslam ortasında bir duvar bir mania tasavvur etmekle yanlış bir zan ve zehabda bulunduklarını şimdi gereği gibi anlamışlardır. İran öyle değil samimi değerli ve dünyalar kadar kıymete malik bir müslüman kardeş din kardeşi kan kardeşi olduğunu bugünkü harekat ve sekenatıyla isbat etmektedir. Görülüyor ki müdhiş bir feveran ve galeyan hüküm-ferma olup İngiltere ve Rusya aleyhindeki husumet ve adavet duyguları gittikçe çoğalmaktadır. Her İranlı bugün intikam hissiyle mütehassisdir. Kirmanşah’da Isfahan ve Şiraz’da Halic-i Fars’da Bender-i Buşehr’de İngiliz aleydarlığı günden güne kesb-i tevessü’ ediyor. Şimal kısmında da gayur Azerbaycanlılar Rusya aleyhinde davranmakta kusur etmiyorlar. Bütün bu cereyanları idare eden kitle ise İran Demokratlarıdır ki bunlar her türlü teşkilata şu’belere merkezlere malik olup İslami bir proğramları da vardır ki mezkur proğramın temeli esası bir İttifak-ı Müselles-i nı Devlet-i Aliyye İran Afganistan hükumetleridir. İran harekete geldikten sonra Afganistan daha ziyade ihtiyar-ı sükut edemeyecek hah na-hah Hindistan’a hücum eyleyecektir. Zaten bu hücumların mukaddematı şimdiden başlamıştır. Nitekim İngiltere hükumeti ile Royter Ajansı bile Hind hududundaki vekayii i’tirafa mecbur olmuşlardır. vur edenler de pek yanılıyorlar. İran bir ırk bir millet bir kitle olup cümlesi müslümandır. Bunlar bir mezhebe bir dine tabi’ olduklarından kendi müctehidlerinin emirlerine harfiyyen itaat etmekle ma’rufdurlar. Bir kere meydan-ı cihada atıldıktan sonra İranlılar her şeylerini feda etmekten çekinmezler. Var yoklarını bu uğurda sarf ederler. Zaten otuz sene evvel dahi İngiliz Reji Kumpanyası’na karşı ne kadar dehşetli olduklarını fiilen isbat eylemişlerdir. Bir günde nargileler kırıldı tönbekü isti’mali haram oldu gitti. En sonra şahın sarayı millet tarafından kuşatıldı. Bunun üzerine şah reji kumpanyasından avans olarak aldığı paraları vererek bu suretle asayişi iade etmek mecburiyetini hisseyledi. tar Bakır Hanlara fedakar evlada malik olan İran ile teşebbüs-i şahside her milletten ziyade ileri gitmiş olan zencir-i esaretten tahlis etmek hususundaki azm ü hazmları şayan-ı takdir ve tahsindir. Devlet-i Aliyye’ye millet-i Osmaniyye’ye karşı daima hissiyat-ı uhuvvetkarane ile mütehassis olan İranlı kardeşlerimiz düşmanlarını memleketlerinden tard etmekle hem kendilerine hem de Osmanlı kardeşlerine müşterekü’l-menfaa iki kardeş gibi geçinip sair tavaif-i le İslamiyet’in şan ve şerefini tezyid edeceklerine şübhe yoktur. Bugün İran’daki genç münevverü’l-fikrlerden tutup ihtiyarlara kadınlara varıncaya kadar hep bu his pek büyük bir rolü ifa ediyorlar. Halkı ittihada da’vetle selamet yolunu kendilerine göstermekte cidden bezl-i faaliyet eyliyorlar. Geçenlerde İran mücahidlerinden biri olup memleketine azimet eden ve hududa kadem-nihade olduktan sonra İngiltere ve Rusya’nın Kirmanşah’daki konsoloslarının teşvikleriyle esna-yı rahda eşkıya eliyle öldürülen Eşref-zade Mirza Mahmud Han bu kere ki İran yeni bir kurban veriyor. Bu zat-ı merhum Paris’de olup ale’l-ekser Sebilürreşad’ın Alem-i İslam hakkındaki makalatını Fransızca’ya tercüme ediyordu. Şehrimizde vefatını istihbar ederek suret-i vefatıyla tercüme-i halini mufassal bir surette sahifelerine geçirmiştir. Demek istiyoruz ki Alem-i İslam boş vakit geçirmeyip vakt-i merhunu gözetiyordu. İşte bu vakt-i merhun şimdi hulul etmiştir. Binaenaleyh çok geçmeksizin muhit-i seslerini işiteceğiz. Bu harb-i umumi neticesinde alem-i den eminiz. Halet-i nez’de bulunan Rusya ile perişan bulunan Fransa İngiltere’nin kendilerini nasıl aldatmış olduklarını harbden sonra hakkıyla anlayacaklardır. Biz öyle zannediyoruz ki bu harb-i umumi sulhden sonra diğer münferid muharebelerin başlangıcıdır. Nitekim Balkan muharebesi de böyle oldu. Fransa’nın Rusya’nın caklarını kim te’min edebilir? Hatta yarınki Rusya’nın mutlaku’l-inan ve müstebid bir çarın emrine münkad bir hükumet olmayacağına dair emniyetimiz ber-kemaldir. Rusya’daki anasır şimdiden usul-i meşrutiyyetin tatbikini taleb etmektedirler. Fransızların cumhuriyete karşı isyan edip tekrar bir Fransa ihtilalini meydana getirmeyecekleri ne ma’lum? Bunlar bizce muhakkak şeylerdir ki tabiat ve zevahir-i eşya böyle olacağını şimdiden gösteriyor. Hülasa muhakkak bildiğimiz bir şey varsa o da İngiltere’nin zelilane muhakkarane bir surette küçüleceğinden onun gadr u tezviratına sinin-i vefireden beri kurban olan alem-i İslam’ın ümmet-i Muhammed’in yükseleceklerinden ibarettir. Zaman inşaallah bizim bu tahminimizde yanılmış olmadığımızı yakında isbat edecektir. ’inci nüshada “Tefsir-i Kur’an-ı Kerim” sahifelerinin esna-yı vaz’ında matbaaca bir yanlışlık vukua gelmiş;’ıncı sahife yerine’inci sahife konulmuş. Binaenaleyh rakamların o suretle değiştirilmesi iktiza eder. Yani baştaki’inci sahifeden sonra’ıncı sahife: “İbni Mücahid Yakub’un namını tayy…” diye başlayan ve sehven rakamı vaz’ olunan sahifedir. “Azade kalamıyor” cümlesiyle hitam bulan bu sahifeden sonra da sehven rakamıyla murakkam bulunan “Bazılarından düzeltilmiştir.] Romanya Bulgaristan ve Bosna’daki kari’lerimiz ne bedelatının hangi vasıta ile gönderilebileceğini sual ediyorlar. Romanya ve Bulgaristan’daki kari’lerimizin Filibe’de Balkan İdarehanesi’nde Edhem Ruhi Bey’e umum Bosna’daki abonmanlarımızın da Saraybosna’da Reisü’l-ulema Hacı Cemaleddin Efendi hazretlerine irsal buyurmaları rica olunur. Onlar banka vasıtasıyla buraya göndermek lütfunda bulunurlar. Hariç için Sebilürreşad ’ın senelik abone bedeli kuruştur ki bugünkü piyasaya göre Romanya parası Frank Bulgaristan parası Frank Avusturya parası da yirmi Kron tutar. Makam-ı ayn-ı cem’den mazhar-ı tafsile varid bir emirdir. mübtedadır. Ahadiyet-i sırfeden ve bila-ism vela-sıfat zat-ı bahs u hakıkat-i mutlakadan ibarettir. bütün sıfat-ı kemaliyyeyi müstecmi’ olması i’tibariyle Zat-ı Mutlak’ın ismidir.’den bedeldir. Bu ismin ’ den bedel kılınması sıfatın ayn-ı zat olduğuna delildir. Zira burada bedel mübeddelün-minhin aynıdır. mübtedanın haberidir. ile arasındaki fark: Ahad esma ve sıfattan mücerred olarak taakkul olunan zattan hakıkat-i mahzadan menba’-ı ayn-ı kafuriden daha doğrusu ayn-ı kafurinin kendisinden el-hasıl hiçbir kayd ile mukayyed olmayan Vücud-ı Mutlak’tan muttasıf olarak tasavvur edilen ve bu mertebede “Hazret-i Esma” ünvanını alan zattan ibaret olmasıdır. Hakıkat-i mahzadan ile ta’bir buyurulduktan sonra lafzının –ki bilcümle sıfat-ı kemaliyyeyi müstecmi’ olması i’tibariyle Zat-ı Akdes’in ismidir– zat-ı sırfeden olduğuna delil olduğu gibi; o zat-ı müstecmi’u’s-sıfattan ahadiyet ile ihbar buyurulması da kesret-i i’tibariyyenin nefsü’l-emrde la-şey hükmünde olup Zat-ı Mutlak’ın ahadiyetini mubtıl ve vahdetini muhıl değil bilakis hazret-i vahidiyyet’in bi-ayniha hazret-i ahadiyyet olduğuna tenbih ve işarettir. Deryada farz ve tevehhüm olunan katarat deryanın aynı olduğu gibi Zat-ı Mutlak’ın vahidiyeti de ahadiyetinin aynıdır. Allah Samed’dir. Yani Hazret-i Vahidiyyet’te mertebe-i esmada o Zat-ı Müstecmi’u’s-sıfat bütün eşyanın müstenidün-ileyhidir. Zira her şey’-i mümkin O’na müftakır ve O’nunla kaimdir. Kendi zatı ise Ganiyy-i Mutlak’tır. Zat-ı Hakk validiyetten münezzehdir. Zira şuunatının vücud-ı müstakılli yoktur. Hatta şuunatın şuunat olması bile Hakk ile kıyamı i’tibarıyladır. Zat-ı Hakk’tan nazarı kat’ ile şuunat hadd-i zatında adem-i sırfdan ibarettir. Halbuki her valid ile veledinin vücudda mümaseleti yani husul-i viladetten sonra varlıkta müsavatı yekdiğerine adem-i ihtiyacı bedihidir. Zat-ı Hakk mevludiyetten de münezzehdir. Zira o Zat-ı Akdes madem ki Samediyet-i Mutlaka’yı haizdir o halde var olması için herhangi bir şey’e O Zat-ı Mutlak’ın mükafi ve mümasili de yoktur. Zira onun hüviyet-i vahidiyyeti kesret ü inkısamı gayr-i kabildir. Vücud-ı Mutlak’ın maadası zatiyyenin gayra mukarenetine imkan yoktur. Buna imkan olmayınca o Zat-ı Akdes’in misliyet ve küfüvviyetten münezzehiyeti dahi bila-şek sabittir. Hülasa-i Tefsir: De ki: O Zat-ı Hazret-i Akdes bilcümle sıfat-ı kemaBaşmuharrir liyye ile ittisafı i’tibarıyla de Ahad’dır kesret ve te’addüdden müteali bir zat-ı bahs ve hakıkat-i mutlakadır. O Zat-ı Akdes makam-ı vahidiyyet ve mertebe-i esmada bile herşeyden müstağnidir. Bütün eşya ise O’na müftakır ve O’nunla kaimdir. Kendi zatından kat’-ı nazar edildiği takdirde bilcümle şuunat ve mükevvenatın adem-i mahzdan ibaret olması halbuki valid ile veled arasında vücudda mümaseletin tahakkuku bedahet derecesinde bulunması cihetiyle o Zat-ı Mutlak’ın herhangi bir şeye validiyetini iddia kat’iyyen batıldır. Samediyet-i mutlaka ve gına-yı zatiyi haiz olması i’tibariyle de o Zat-ı Akdes’in herhangi bir şeyden mevludiyetini dahi farz etmek bile muhaldir. O Zat-ı Ahadiyyet’in küfüvvü ve misli olmak ihtimali de külliyen meslubdur. Zira madem ki Vücud-ı Mutlak’ın maadası adem-i mahzdır şu halde vahdet-i zatiyyenin gayra mukarenetine imkan yoktur ki O’nun misli olmak tasavvur olunabilsin. li me’luf olan esalib-i beyandandır. Fenn-i mahsusunda beyan edildiği vechile istitrad ile tahallus arasındaki fark şudur ki: İstitradda siyak-ı kelamdan mütevellid münasebet dolayısıyla bir şey arızi olarak zikr u irad edildikten sonra esas maksada avdet edilir. Tahallusda ise maksudün bizzat olan fikir ve ma’naya girizgah bulunduktan sonra mebde’-i kelam terk ve ihmal olunur. Süyuti hüsn-i tahallusun ta’rifi sadedinde diyor ki: Sözün başlangıcında gayet dakık bir fikir ve ma’na vasıtasıyla gayet sehl ü mülayim bir tarzda maksada intikal etmektir. Bir surette ki muhatab bu ameliyenin hin-i icrasında mütekellimin sadedinden intikal etmek fikrinde bulunduğunu hiss ü idrak etmesine meydan kalmaksızın her iki safha-i kelam arasındaki şiddet-i imtizac ü iltiyam neticesi olarak maksad-ı asli muvacehesinde bulunur. Ebu’l-Ula’ Muhammed bin Ganim’in; “Tahallus mucib-i tekellüf olduğu için Kur’an’da vaki’ olmamış ve onda adet-i Arab vechile iktizab yani mütegayir iki maksadın sevk u iradı sırasında mülayim bir vasıtaya müracaat edilmeksizin birinden diğerine intikal üslubu cereyan edegelmiştir.” sözünü tahtıe ederek diyor ki: “Mes’ele hiç de böyle değildir. Bilakis Kur’an’da akıllara hayret verecek derecede latif ve bedayi’-nümun tahalluslar mevcuddur. Ez-cümle Sure-i A’raf’a bir nazar-ı tedkık atf edecek olursak bunun en güzel bir nümunesini görürüz. Orada enbiya-yı salife ve kurun-ı mazıyye zikr edildikten sonra mecra-yı kelam Hazret-i Musa’ya intikal ederek onun ne suretle kavmi miyanından yetmiş kişi dua ettiği ve mukabeleten taraf-ı Bari’den ne vechile cevap verildiği ayetleriyle zikr edildikten sonra ayetiyle de ümmet-i Muhammediyye’nin evsaf ve mezaya-yı diniyyesi bast u temhid edilmekte oradan da Seyyidü’l-mürselin’in ahlak u evsaf-ı seniyye menakıb-ı aliyyesine intikal edilmektedir.” umumiyyesi i’tibarıyla ayat-ı Kur’an iyye arasındaki münasebatı ta’yin edebilecek zabıta-i külliyye şu vechile ifade edilebilir: Bir kere surenin sevk u iradındaki garaz nazar-ı dikkate alınmalı. Böyle bir garaz ve maksadın ne gibi mukaddemata muhtac olduğu teemmül edilmekle beraber serd edilen mukaddematın netice-i matlubeye ne mertebe yakın veya uzak olduğuna dair bir mukayese-i fikriyye icra edilmeli. Daha sonra bu mukaddematın sami’in peyda-yı vukuf etmek istediği kanun-ı belağatin muhatabı külfet-i intizardan muhafaza etmek için pişgah-ı ıttıla’ına bir an evvel isaline lüzum-ı kat’i gösterdiği netayic ve ahkam ile ne dereceye kadar alakadar bulunduğu göz önünde bulundurulmalıdır. İşte Kur’an’ın cemi’ eczası arasındaki irtibat ve tenasübün ta’yin-i derecatı için bir mikyas olan bu düstura riayet edildiği takdirde her surede her ayetin diğerleriyle olan vech-i münasebeti mükemmelen tavazzuh eder. Biz de deriz ki: Ayat-ı Kur’an iyye arasında bazıları vardır ki bunların üst taraflarındaki ayetlerle olan vech-i münasebetleri gayet hafi bulunmakta hatta bu ciheti tedkık edenlerin bir çoğu bu ayetlerin sevabık ve levahıkı miyanındaki mevkii düstur-ı belağat icabatına muhalif bulunduğunu iddia bunun için de . sure-i celilesini misal göstermektedirler. Kur’an -ı Hakim’in esrarına bedayi’-i üslub-ı beyanına vakıf olmayanlar diyorlar ki: Surenin bidayetinden kelimesine kadar olan ayat başka bakıyyesi başka ma’naya delalet etmekte olup ayat-ı lahıkanın ayat-ı sabıka üzerine terettübüne atfı istilzam edebilmek tine delalet edecek bir cihet-i cami’a yoktur. Ba-husus ki bu atıf ma-ba’dın ma-kabl üzerine terettübüne dall olan “fa” ile vuku’ bulması bu işkali daha ziyade te’yid etmektedir. Bu mes’elede esas i’tibarıyla bu gibi muarızların enzar-ı dikkatinden fevt olan bir mes’ele var ki o da sadr-ı surede yetime karşı dürüştane muamele eden halkı it’am etmeye zuafa ve biçaregana karşı hiss-i terahhum beslemeye terğıb şöyle dursun bizzat buhl [ve] muahaze ile yad ediliyor. Daha evvel de bunlar her ne kadar izhar-ı İslam etseler de mahiyet-i vicdanlarını sütre-i nifak altında gizlemekte eda-yı salata kıyam ettikleri zaman riya ve fikdan-ı ihlasın iras ettiği rehavet ve keselin te’sir-i müz’ici tahtında hareket ettikleri mahsus bir tarzda müstağrak-ı fütur ve melal bir halde kıyam etmekte namaza durdukları zaman nerede ve ne maksadla vakfe-gir-i ubudiyyet olduklarını bildirmek için yevm-i ahıreti mükezzib olmakla itham olunmaktadırlar. Tefsirin muhtelif yerlerinde derc-i sahife-i beyan eyledik: Ki namazın sahibini seyyiattan fevahiş ve münkerattan men’ tinetini tehzib etmesi gılzat ve huşunet-i tab’ını izale ederek a’mak-ı kalbinden zülal-i rahmet ve re’fetin nebeanı için bir amil-i müessir olabilmesi şerait ve erkanına cidden muvafık bir surette eda edilmesine vabestedir. Fariza-i salatı erkan-ı mukarreresine hakıkaten riayet etmek şartıyla edaya muvaffak olanlar ise ahirete iman ve ikan veche-i ubudiyyetlerini Bargah-ı Ahadiyyeti’ne tevcih ettikleri Zat-ı Akdes’in mukadderat-ı celi makasıd ve menviyyatını alim her türlü ef’al ü harekatını hesab ve münakaşaya muktedir olduğunu derhatır edenlerdir. Fakat münafıklar ki esna-yı salatta zikr-i Hakk’tan gafil bulunmakta ve namazı sırf halka gösteriş maksadıyla eda etmektedirler. Bu şerait dahilinde edilen bir salat tehzib-i ahlak tenzih-i nüfus terkık-ı kulub gibi tekamülat-ı fıtrıyyeye hadim mezaya-yı aliyyeyi haiz olmak mahiyetinden pek uzaktır. Salatı medar-ı riya ittihaz eden bu münafıklar yevm-i ahireti inkar eden kafirler zümresinden olmasalar kıldıkları namazı yoluyla eda salatın ihtiva ettiği harekat ve sekenatta Allah’a karşı hudu’ ve istikaneti saik-ı hakıkı telakkı ederler ve tabiidir ki böyle bir namazda kendilerini yetime karşı rıfk u mülayemet fukaraya karşı sıyanet ü şefkat hisleri perverde etmeye sevk ederek ne yetimi zecr ü tekdir etmeye ne de fakıri mahrum bırakmaya vicdanları kail olmazdı. vecize ve mu’cizesi altında cem’ eden ayetleri arasındaki Mütercimi: Mehmed Şevket Hilafiyat: Üstad-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Takrirleri: Mücmelin ma’nası – Mücmelin Kitab ve Sünnet’te vaki’ olup olmadığı – Vücuh-ı icmal – İcmalinde iştibah hasıl olan umur – İcmalin beyana muhtac olduğu – Beyanatın derecatı – Beyanın teahhuru – Mücmelin hükmü – Lügatte: Mübhem ma’nasınadır. Bazılarına göre mecmu’ ma’nasına gelir. Istılahda: Öyle bir lafızdır ki o lafız ne vaz’an ne isti’malen ne lügaten ne örfen müteayyin olmayan iki ma’nadan birine salih olur ve bu ma’nalardan birinin diğerine nisbetle bir guna meziyet ve rüchanı olmaz. Ma’nalar hadd-i zatında müteayyindir; şu kadar ki lafız onu ta’yin edemez. Mesela: lafzı ya ancak “tuhr” yahud ancak “hayz” ma’nasını bu iki ma’nalardan ancak birini ifade eder. Tuhr ve hayz ma’naları hadd-i zatında müteayyindir; fakat lafzı bu ikiden birini ta’yin edemez bu ma’nalardan birinin diğerine nisbetle bir guna meziyet ve rüchanı yoktur. Keza nazm-ı celili hadd-i zatında muayyen olan bir fiilin vücubunu ifade eder fakat bu fiil lafzı ile müteayyin değildir. – Cumhura göre mücmel Kitab’da Sünnet’te vaki’dir. Ancak Davud-ı Zahiri’ye göre Kitab’da Sünnet’te mücmel vaki’ değildir. Bazılarına göre irtihal-i Nebi’den sonra Kitabullah’da mücmel kalmamıştır. Ebu’l-Ma’ali’nin beyanı vechile muhtar olan mezhebe göre teklif sabit olan elfazda demektir. Teklif taalluk etmeyen elfaz irtihal-i Nebi’den sonra mücmel olarak kalabilir. – İcmal lafz-ı müfredde vaki’ olduğu gibi mürekkebatta da vaki’ olur. Lafz-ı müfredde vaki’ olan icmal Ya tasrifden neş’et eder: lafızlarında olduğu gibi ki lafzı hem kavlden hem kayluleden müştak olabilir; lafzı da böyledir. Hem ism-i fail hem ism-i mef’ul olur. Yahud asl-ı vaz’dan neş’et eder: lafzı gibi ki hem hayz hem tuhr ma’naları beyninde müşterektir. de vaki’ olur: fiili ma’naları beyninde; harf-i atfı tahyir ve tafsil ma’naları beyninde müşterektir. Mürekkebatta vaki’ olan icmal: nazm-ı celili gibi ki zevc ile veli beyninde mütereddiddir: zevc olabildiği gibi veli de olur. Zamirin merci’leri beyninde mütereddid olmak suretiyle de icmal vaki’ olur. Nitekim “Hazret-i Ebibekr es-Sıddik ile Hazret-i Ali el-Murtaza radıyallahu anhümadan hangisi efdaldir?” sualine karşı irad olunan cevab-ı meşhurunda icmal vardır. Sıfatlarda da icmal vaki’ olur: “Filan tabib-i mahir” denir ki bu cümleden mutlaka maharet anlaşılacağı gibi yalnız tıbda maharet de anlaşılabilir. ve’s-selam Efendimiz hazretlerinin işlemiş oldukları bir fiil bazı kere iki veche rükün edebe muhtemil olur. – Mücmel olup olmamasında iştibah hasıl olan umur başlıca şunlardır: ve emsali gibi ki cumhura göre bu gibi mahalde icmal yoktur. Kerhi’ye Basri’ye göre icmal vardır. Nitekim geçen dersde bu cihet ber-tafsil yazılmıştır. nazm-ı celili gibi ki cumhura göre bu nazm-ı celilde icmal yoktur bazı Hanefiyyeye göre tereddiddir: Sünnet-i seniyye “ba’z”ı beyan etmiştir. nazm-ı celili gibi ki cumhura göre bu nazm-ı celilde icmal yoktur. Bazı Hanefiyyeye göre icmal vardır. Çünkü “yed” lafzından parmak uçlarından omuza kadar bir uzuv anlaşıldığı gibi dirseğe kadar yahud bileğe kadar bir uzuv da anlaşılır. “kat’” lafzı da yarmak ayırmak ma’naları beyninde mütereddid olur. Sünnet-i seniyye yedin bileğe kadar ayrılmak suretiyle kat’ olunacağını beyan etmiştir. ve emsalinde şeklinde İbn Mace yani haberi mahzuf olan ef’al-i şer’iyye nefy olunarak beyan olunduğu surette cumhura göre bu gibi yerlerde bar Ebu-Ali el-Cübbai oğlu Ebu-Haşim Ebu Abdillah el-Basri’ye göre bu gibi elfaz sıhhat ile kemal vücub ile cevaz beyninde müşterektir. Sıhhat vücub nefy olunabileceği gibi kemal cevaz da nefy olunabilir. gibi ki cumhura göre bu gibi ahvalde icmal yoktur. Şer’ varid olmadan evvel örf bu terkib ile muahaze ve ukubeti ref’ ediyor. Ebu’l-Hüseyin el-Basri ile Ebu Abdillah el-Basri’ye göre burada icmal vardır. Çünkü onun zahiri hata ile nisyanın merfu’ olmasıdır. Halbuki hata ile nisyan merfu’ değildir belki vaki’dir. fazda cumhura göre icmal yoktur. Belki lafız ma’na-yı şer’ide zahirdir. Çünkü Nebi-i zi-şan Efendimiz hazretleri şer’iyyatı beyan için meb’usdur yoksa elfaz-ı lügaviyyenin ma’nalarını beyan için meb’us değildir. Şer’ lügate arız olur lügatten müteahhir olur. Kadı Ebubekir el-Bakıllani’ye göre ma’na-yı şer’i ile ma’na-yı lügavi beyninde mütereddid olur. Gazzali’ye göre nehiyde mücmeldir Amidi’ye göre nehyde ma’na-yı lügaviye isbatta ma’na-yı şer’iye dalldir. Bunun gibi cumhura göre lafız ma’na-yı lügavi örfide racih olur. Doğrusu da budur. haml olunduğu surette ma’na-yı vahidi diğerine haml olunduğu surette iki ma’nayı ifade eder ve mütereddid olduğu iki ma’nadan birinde racih olmazsa böyle olan elfazda ekser-i usuliyyine göre icmal yoktur. Gazzali İbnü’l-Hacib’e göre icmal vardır. Doğrusu budur. “Dabbe” gibi. Bundan yalnız hımar ma’nası anlaşılacağı gibi hımar ve feres ma’naları da anlaşılır. – Mücmelin ma’nası hadd-i zatında vazıh değildir. Ma’na-yı racihi yoktur. Mücmelin ma’nası anlaşılmak için icmal eden zatın beyan etmesi lazımdır. Beyan bir şeyi mahall-i işkalden mahall-i izaha çıkarmaktır. İşkal sebk etmeksizin vaki’ olan beyana her ne kadar lügaten beyan ıtlak olunursa da ıstılahan beyan tık mücmel mübeyyen olur nass gibi olur. Usuliyyin-i Hanefiyyeye göre beyan kat’i olur ise mücmel müfesser olur. Salat zekat hakkında varid olan beyanat kat’i olduğundan salat ve zekat lafızları mücmel değil belki müfesser olmuştur. Beyan zanni olursa mücmel müevvel olur. Mikdar-ı mesh hakkında varid olan beyan yani hadis-i Mugıre zanni olmakla nazm-ı celili mücmel değil müevvel olmuştur. Beyan beyan-ı şafi olmazsa mücmel müşkil olur: “Riba” hakkında varid olan eşya-yı sitte hadisi şafi olmadığından “riba” lafzı müşkil olmuştur artık teemmül ile ictihad ile müşkil olan “riba” lafzından maksud olan ma’na anlaşılır. – Beyanın bir takım dereceleri vardır: nazm-ı celilinde demenin hürmeti mantuk-ı hitab ile beyan olunmuştur. darb ve şetmin hürmeti tenbih-i hitab ile beyan olunmuştur. şerifinde saimenin gayrisinden zekat verilmeyeceği delil-i hitab ile beyan olunmuştur. Delil-i hitab eimme-i Hanefiyyece hüccet değildir. hacc fi’l-i Nebi ile beyan olunmuştur. nur-ı Risalet’te ekl olunan şeylerin cevazı ikrar-ı Nebi ile beyan olunmuştur. hazretleri bir ayın yirmi dokuz gün olduğunu mübarek parmakları ile işaret buyurmuşlardır. esnan kitabet ile beyan olunmuştur. hazretleri keler eklini terk buyurmuşlardır. takım maani ve ilel zikr etmek suretiyle olur: Nitekim yaş hurmayı kuru hurma ile mubayaa etmek hususunda Nebiyy-i zi-şan Efendimiz hazretleri buyurmuşlardır. – Beyan vakt-i hacette asla te’hir olunamaz. Bu da ancak vacibat-ı fevriyyede olur. Ale’l-fevr vacib olan bir emirde beyan varid olmazsa emre nasıl imtisal olunur? Yoksa teklif-i ma-la-yutak olur. Fakat hitabın vürud ettiği vakitten vakt-i hacete kadar beyanı te’hir böyle değildir vacibat-ı gayr-i fevriyye vacibat-ı fevriyye gibi değildir. Vacibat-ı gayr-i fevriyyede hitabın vürud ettiği vakitten vakt-i hacete kadar beyanı te’hirde başlıca sekiz mezheb vardır: mütekelliminin mezhebi budur. nazm-ı celili bu mezhebi te’yid eder. muttasıl olmalıdır. Ekser Hanefiyyenin bazı Malikiyye ve Şafiıyyenin Mu’tezilenin Davud-ı Zahiri’nin mezhebleri budur. muhtac olan diğer umuru beyan te’hir olunamaz. Ebubekir es-Sayrafi ile Ebu Hamid el-Merverruzi mezhebleri budur. beyan te’hir olunamaz. Abdülcabbar’ın mezhebi budur. vaad ve vaid gibi ahbarı beyan te’hir olunamaz. Kerhi’nin bazı Mutezilenin mezhebleri budur. nabilir ise de evamir ve nevahiyi beyan te’hir olunamaz. Ebu İshak bunu bir mezheb olarak beyan ediyorsa da sahibini bildirmiyor. beyanı te’hir olunamaz. Ebu’l-Hasen Ebu Ali Ebu Haşim’in mezhebleri budur. olunamaz ise de am gibi mutlak gibi mensuh gibi zahiri olanların beyanı te’hir olunabilir. Razi bu mezhebi Dakkak’tan Fakkal’den Ebu’l-Hüseyin el-Basri’den nakl ediyor. – Mücmel asla bir hükmü mucib olmaz mücmelde emre imtisal sahih olmaz icmal eden zat tarafından beyan vürud edinceye kadar tevakkuf olunur mücmel ile amel olunmaz. Ancak beyan lahık olduktan sonra mücmel bir hükmü müfid olur. Emre imtisal sahih olur. Burada ihtilaf yoktur. Bazı ervah-ı aliye Melaike-i kiramnin mevcudiyetinde bunların mertebe-i risaleti ihraz eden zevata zuhur ve tecellisinde muhal addedilebilecek hiçbir cihet yoktur. Gerek hissiyat-ı zatiyyemiz gerek ulum-ı kadime ve cedideye aid müktesebatımız bize saha-i vücudda madde şeklinde yazılmıştır. denilen şeyden daha latif bir nev’-i ecsamın bizden gaib olsa da mevcud ü mütehakkık olduklarını isbat ettikten sonra bu nevi’ mevcudattan bazısının ilm-i ilahiden istifaza nüfus-ı enbiyanın da bunlarla peyda-yı rabıta edebilmelerine bu gibi menabi’-i kudsiyyeden varid olacak haber-i sadıkın sıhhatini teslim etmemize mani’ ne olabilir? Menzile-i kudsiyye-i risalete irtika etmiş olan zevata asvat ve eşbahın temessülü mes’elesine gelince emr-i nübüvvet ve risalete karşı büyük bir husumet-i fikriyye beslemekte olan kimseler bile bazı musabine has olan hastalıkların mevcudiyetine kail bulunmakta; umur-ı akliyyeye aid bazı şeyler bunların kuvve-i muhayyilelerinde mahsusat derecesinde bir kuvvet ve şiddetle temessül ettiğini marizın meydanda hakıkı hiçbir şey yok iken bu gibi muhayyelatı görüp işitmekte hatta onlarla musaraa ve mücadele etmekte olduğuna dair vaki’ olan iddiasının kabul ve teslimi lazım geleceğini dermiyan etmektedirler. Mahall-i hudus ve neş’eti sırf nefsden ibaret olan suver-i ma’kulenin temessül edebileceği bu da dimağda hadis olacak arızanın netice-i te’siratından ibaret olduğu kabul ve teslim edilince nüfus-ı aliyyede hakayık-ı ma’kulenin temessülünü bunun alem-i hisden tecerrüd ve intiza’ ve alem-i ulvi ile peyda-yı ittisalleri netayici olmasını bu hadiselerin erbab-ı nübüvvet ve risaletin mizac ve tabiatlerindeki hususiyete binaen sıhhat-i akl levazımından olmasını tecviz etmemek ne gibi bir esas-ı ma’kule istinad edebilir? Bu halatın menşei olsa olsa bu gibi zevatın ruhlarıyla bedenleri arasındaki alakanın onlardan maadasında ma’lum ve ma’hud olmayan bir hal-i diğerde tecelli etmesinden ibaret olabilir. Böyle bir nazariyyenin onlar hakkında kabulü ise gayet sehil belki de mütehattemdir. Çünkü onların sair hal ve şanları da diğerlerinde me’luf ve meşhud olan ahval ve şuundan bütün bütün farklıdır. Bu mugayeret ise enbiya-yı kiramın en büyük medar-ı temayüzü sıdk-ı risaletlerinin en bahir bir nişanesidir. Enbiya-yı izamın müşahedat-ı vakıalarının avarız-ı cismaniyye te’siratından salim haber verdikleri şeylerin her vechile sıhhate mukarin olduğunun en büyük delili bir takım emraz-ı kulubun onların tarafından tedavi edilmekle şifa-pezir za’f-ı azaim ve ukulün ümmetlerinde kuvvete mübeddel olmasıdır. Sahihin ma’lulden muhtellin muntazamdan sadır olması ise muhalat-ı bedihiyye cümlesindendir. Nüfus-ı aliyye ve ukul-i zakiyye erbabı olan ve enbiya-yı dost ve mahrem-i raz da’vet ve şeriatlerinin te’yid ve urefaya gelince bunlar da o feyz-ı kudsiden nev’ ve cins lerini te’min edecek bir hazz u nasib ihraz etmişlerdir. Bunlar da bazı ahvalde alem-i gayb ile akd-i rabıta etmekte alem-i misalde bir takım müşahedat-ı hakıkıyyeye mazhar olmakta ve bu tecelliyatın eser-i feyzi olarak enbiya-yı izamdan vakıa mutabık hakayıktan ibaret olması i’tibariyle kabil-i inkar olmayan bir takım şeyler haber vermektedirler. Zümre-i urefanın tercüman-ı beyanı oldukları ahval ve hadisatın delail-i sıhhati kendilerinden ef’al-i memduha ve measir-i mergubeden başka bir şey sadır olmaması harekat ve sekenatlarında mensub oldukları şerayi’a muhalif bir cihet bulunmaması fıtratlarının akl-ı sahihin redd ü inkar zevk-ı selimin iba ve ve daima kalblerinde guyan nazarlarında füruzan olan hakk u hakıkatin sevkiyle muhitlerinde bulunan kimseden ammenin menfaatine havassın huzur ve istirahat-i kalbine bais olacak ahval-i marzıyyeye da’vet ve teşvik eylemeleridir. Tabiidir ki alem bunlara teşebbüh daiyesinde bulunan bir takım sahte vakarlardan da hali değildir. Fakat pek seri’ bir zamanda bunların mahiyet-i redieleri enzar-ı aleme münkeşif olmakla beraber gerek kendilerinin gerek iğfal ettikleri kimselerin meal-i hali zillet ve perişaniden başka bir şey olamaz. Bu gibi kimseler alemde tadlil-i ukul ifsad-ı ahlak içinde bulundukları kavmi tedenni ve inhitata sevk gibi measir-i rezileden başka hiçbir eser bırakamazlar. Salı günü ictima’ eden Melis-i Meb’usan’da bütün Müslümanlık Alemi’nin nur-ı aynı olan Enver Paşa hazretleri “ milyon ehl-i İslam’ın hukuk ve hürriyetini cahedat-ı Huda-pesendaneleri hakkında beyanat-ı mühimmede bulundular. Devlet-i Hilafet Ordularının Başkumandan Vekili Enver Paşa hazretlerinin bütün cihan-ı olan bu mühim nutukları bütün İslam lisanlarına tercüme edilerek yüz binlerce nüshası alem-i İslam’ın her tarafına dağıtılmalıdır. Büyük İslam kumandanı Enver Paşa hazretleri millet kürsüsünde yalnız otuz milyon Osmanlı namına değil belki üç yüz milyon ehl-i İslam namına Bu İslam tarihinde bir vakı’a-i uzmadır. Hilafet-i Celile açıktan açığa resmen bütün alem-i İslam üzerine cenah-ı atıfet ve himayesini geriyor. Bütün akvam-ı İslamiyyeyi zir-i himayesine alabilecek kadar kudret ve azamet ğu bu İslam ve Hilafet siyasetiyle inşaallah az zamanda öyle bir mertebe-i aliye suud edecek öyle bir mecd ü şeref sahibi olacaktır ki dünya hayrette kalacaktır. Allah Kalbi nur-ı iman ile münevver hiss-i İslam ile meşhun olan Enver Paşa hazretlerinin şiddetli alkışlara mazhar olan bu uzun ve mühim nutukları şu ali cümlelerle nihayet buluyor: “Şevket-meab efendimizin orduya mülhem olan hissiyat-ı kahramananeleri bize orduda ve donanmada öyle bir his öyle bir iman hasıl etmiştir ki Cenab-ı Hakk’a sığınarak biz nereye dönsek galib geleceğiz ve i’lası için uğraştığımız maksada vusul bulacağız ve bugün her nefer biliyor ki bu harbde değil yalnız milyon Osmanlı ve hürriyetini istihsal için çalışıyor. Binaenaleyh bu suretle çalışan arkadaşlarıma ben kat’iyyen eminim ki Allah şimdiye kadar olduğu gibi yardım edecek ve neticede muzafferiyeti bize bahş edecektir.” – Cihad haberlerinin her tarafa yayıldığını kemal-i meserretle haber alıyoruz. Çoktan beri inkıtaa uğramışken bu haftaki posta ile gelen Kabil’de münteşir Siracü’l-Ahbar-ı Afganiyye gazetesi memnuniyet-bahş havadis getirdi. Gerek bu gazetenin gerek diğer İran gazetelerinin verdikleri haberlere bakılırsa alem-i İslam’ın hareket ve galeyan-ı umumisini duymamak kabil değildir. hatta bazı yerlere asker göndermek küstahlığında bulunan İngiltere ve Rusya’nın İran’da mukım tebealarını memleketten tarda başlamışlardır. Afganistan’ın cenubunda ve Hindistan’da da harekat başlamıştır. Evvelden duyduğumuz bu haberi yeni gelen Siracü’l-Ahbar-ı Afganiyye gazetesi te’yid etti. Mehmuzler önde olmak üzere bir takım kabail Hindistan hududunda bir baskın yapmışlar vaki’ olan muharebede İngilizlerden yalnız zabitan olmak üzere on beşi maktul düşmüştür. Suvat Buner havalisinde ve Belucistan’da küçük muharebeler musademeler başlamıştır. Bu musademat gerek Afganistan’da gerek İran’da resmiyetten ari ise de her halde efkar-ı umumiyyenin galeyanını gösterir. Maamafih İran kabinesinin düşmanlarımıza karşı olan tavr-ı hazırı ile Afganistan emiri hazretlerinin Derbar’daki bir nutukları İran ve Afgan hükumetlerinin de vakt-i merhununda cihada iştirak edeceklerini gösteriyor. Emir hazretleri bu nutkunda; “herşeyin vakt-i merhunu olduğunu Avrupa’daki harb henüz neticeye yaklaşmadığı biraz beklemelerini” millete tasviye etmişlerdir. Haber-i cihad duyulur duyulmaz Çin’in gayur müslümanları büyük bir gayret ve galeyan ile cihad için on bir milyon kuruş kadar iane derc etmişlerdir. – Siracü’l-Ahbar ’ın Meşhed muhabiri yazıyor: “Buradaki İngiliz ve Rus konsolosları büyük bir faaliyetle çalışıyorlar. Maksadları İran ve Afganistan hükumetleri beyninde vuku’ bulacak müraselat ve münasebata kesb-i ıttıla’ etmek olduğu görünüyor. Fakat bütün bu mesai neticesiz kalmaktadır. Çünkü ya öyle harekat olmuyor; yahud oluyorsa da konsolosların hiç haberi olmadan vuku’ buluyor. Son zamanlard Sangi[?] Dağı’nda dağın arkasında bir bina yapıldı. Fakat bu binanın ne tarz-ı mi’marisini ne şekil ve cesametini kimse bilmiyor. Yalnız duvarından başka bir yer gözükmüyor. Bu bina Rusların tarafından bina edilmiştir. Bu binayı inşadan maksad da Horasan ve havalisinin ahvalini tahkık ve tedkık etmek imiş. Mevaniin kesreti bütün bu anlamak istedikleri şeyleri eskisi gibi yine mechul bırakıyor. Horasan nevahisinde bilhassa Meşhed’de Ruslar nüfuzlarını yavaş yavaş tezyid ediyorlar. zannediliyor. Sansür bütün kuvvetiyle hüküm-fermadır. müşahede olunmaktadır…” – Siracü’l-Ahbar’ın Meşhed muhabiri yazıyor: “Moskoflar Türkistan-ı Rusi’de cahil olan avam-ı nası kandırmaya uğraşıyorlar. Fakat bütün bu mesailerine rağmen şimdiye kadar ahaliden pek az mikdarda at cem’ eyleyebilmişlerdir. Bunun topluyor ve diyorlarmış ki: “Siz bizim idaremize girmeden ne kadar az ata maliktiniz. Bakınız atlarınız şimdi ne kadar çoğaldı. Böyle iken niçin hükumete vermiyorsunuz? Eğer verirseniz size devletimiz sadakat nişanı verecek!” Bazı tabaka-i avam verdiler. Sadakat nişanından eser görünmedi. Birkaç gün sonra yine aynı suretle para manatı geçmedi. On dört kişiden bir nefer olmak üzere Türkistan’dan alınan bin kişilik bir tabur harbe sevk edilmişti. Bunların esir oldukları ve kamilen zinde olarak Devlet-i Osmaniyye’de bulunduğu haber alınıyor. Geçenlerde çarın maa-aile bir resmini bütün dükkanlara astırmışlar ve müslümanlara hitaben; “Müslümanların duası kabul olur çarınıza dua ediniz.” demişler. Herkes bir şey söylemiş. Kimisi dua kimisi de bed-dua etmiş. Ba’dehu mecburi olarak bütün dükkanlardan Buhara hükumetinin hazinesini de istikraz namı altında Ruslar gasb etmişlerdir…” – Bir çok tazyikata ma’ruz kaldığı halde yine İslamiyet’in her tarafa nur salmakta olduğu nazar-ı iftiharla görülmektedir. Siracü’l-Ahbar gazetesinde okunduğuna göre Avustralya’nın Perth şehrinde mukım Afganlılar tarafından dört bin lira sarfıyla müzeyyen bir cami’-i şerif inşa edildiği gibi; yine Afganlıların gayretiyle Avustralya-yı Cenubi’de Adelaide şehrinde de bir cami’-i şerif inşa edilmiştir. Her iki cami’in yanlarına da birer “Medrese-i Siraciyye” inşa edilmekte imiş… Avustralya’da mevcud eski cami’ de ta’mir olunmaktadır. – Harb Matbuat Karargahı Tunus’daki galeyan hakkında mevsuk bir menba’dan atideki ma’lumatı istihsal ediyor: “Birkaç def’alar ahali Osmanlılara karşı icra edilen harbi takbih etmiştir. Bir çok def’alar ahaliyi bil-fi’il bu harekete karşı protesto etmeye da’vet için duvarlara i’lanlar yapıştırılmıştır. Son vakitlerde Fransa ve müttefiklerinin meydan-ı harbdeki aczlerinden Rusların mağlubiyetinden ve İngiliz-Fransızların Çanakkale’deki muvaffakiyetsizliklerinden bahis i’lanlar Tunus’un büyük caddelerine ve bilumum cami’lere yapıştırılmıştır. Fransa’nın Çanakkale Muharebatı’na iştirakle Hilafet-i İslamiyye’yi ortadan kaldırmak istediklerini ifham ve istihrac ederek müslümanların düşmanı olan Fransa boyunduruğundan kurtulmak Mahalli zabıtası bu i’lanları ancak sa’at onda toplayabilmiştir. O gün Tunusluların müstehzi nazarları altında büyük mikyasda bir hareket-i askeriyye yapıldı. Hükumet-i Mahalliyye Başkatibi Charles Blan bir nutuk irad ederek müslümanlar hakkında temelluk-karane medh u sitayişte bulunarak galeyanı teskin etmek istedi. Fakat Tunuslular yapacaklarını bilirler ve gafil avlanmazlar. Son günlerde başları açık ve elim bir sefalet içinde Tunus’a Alman esiri getirdiler. Tunuslular bu üseraya karşı teveccühkar davrandıkları gibi bunlar hakkında tatbik edilen fena muamele aleyhinde alenen izhar-ı nümayişden geri durmadılar. Müslümanların hasmane vaz’iyetleri karşısında bidayette üserayı ıslıklayan Fransızlar bilahare bu nümayişlerden feragate mecbur kaldılar. Tunus’da her tarafta Osmanlı ve müttefik orduları yet edecek bir hareketten havf u telaş eylemektedir ki orada da Fas sahnesi vukuatının in’ikası hissedilmeye başlamıştır.” Başmuharririmiz Mehmed Akif Beyefendi dört-beş ay kadar devam eden Ceziretü’l-Arab seyahatinden geçen hafta avdet buyurmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’in nüzulüne musadif olan devre aid şehadetine Kur’an -ı Hakim’in te’yid ve takririne muracaat edilecek olursa bunların cehalet dalalet asnama dıkları anlaşılır. Kur’an-ı Kerim’in ahval-i cahiliyyeye müşrikin ile ehl-i kitabın adat ve ahlakına dair bize vermekte olduğu ma’lumat Resul aleyhisselamın halkın hidayet ve irşada ne derece muhtac olduğu bir zamanda saha-ara-yı zuhur olduğunu göstermektedir. Evet Kur’an nüzul ettiği zaman halk bir kısmı nigah-ı basiretlerine perde-i ama ve dalal çekilmiş müşrik-i cahil; kısm-ı diğeri neşr-i mefsedet celb-i menfaat maksadıyla nefsinde ahkam-ı ilahiyyeyi tağyir ve tebdile cür’et hisseden kitabi olmak üzere iki kitleye münkasem bulunmakta idi. Eğer o Nebiyy-i ümmi diyanet-i hanifiyye gibi fıtratın halkı şehrah-ı kavime da’vet eden sada-yı risaleti azan-ı alemde bir ma’kes bulur ne de onların hayat-ı maddiyye ve ma’neviyyece tekamülleri imkan-pezir olur idi. Cenab-ı Hakk o Resul-i ümmiye ehl-i kitab ile olan münakaşat ve mücadelatında mensub oldukları kitabların nusus ve mündericatını kendilerine karşı medar-ı olup da setr-i hakıkat istihsal-i menfaat itfa-yı envar-ı hidayet maksadıyla ketm ü ihfasına bütün kuvvet ve mevcudiyetleriyle sai oldukları enba’ ve ahkamı saha-i cidal-i hakıkatte ilzam-ı hasma vasıta ittihaz edebilmek kudret-i harikasını bahş etmemiş olsaydı onlar üzerine te’min-i galebe edebileceğini farz etmek muhal olurdu. Fakat o Nebiyy-i Kerim’in satvet-i burhanına karşı zamanının pür-gu hatiblerine nükte-perver şairlerine seci’-perdaz kahinlerine varıncaya kadar her sınıf halkını ser-füru etmeye mecbur eder şey o Kitab-ı Mukaddes’den başka bir şey değildi. O Kitab ki nakş-ı sahayif-i kaşa ve muarazaya kudret-yab olamıyor belağat-i bahiresi karşısında ses çıkarabilmek küçük-büyük bir sure ve fıkrasıyla rekabete kalkışmak cür’et ve cesaretini nefislerinde hissedemeyerek vakf-ı hayret bir halde başlarını önlerine eğmeye mecbur oluyorlar idi. Bunların bütün mesaisi o Resul-i Kerim’in ityan ettiği kitabın hakayık-ı mütekaddimeyi te’yid berahin-i satıasıyla efkar-ı batıla ashabının icad ve ihtira’ ettikleri hurafatı ifna nası zalam-ı dalal ve evhamdan envar-ı hakk u hidayete isal etmek gibi mukaddes bir gayeye hadim olduğunu halkın enzar-ı takdir ve iz’anından setre çalışmak cihetine ma’tuf bulunuyor idi. Kur’an -ı Mübin’in rütbe-i ulviyyetine erişmek yahud bir noksanına zafer-yab olmak hususunda acz-i mutlak Başmuharrir nidinin efkar-ı ammeyi tağlit namına icad edebildikleri safsata gah demek gah tarzında idare-i kelam eylemekten Onlar bu sözleri söylüyorlar; fakat Muhammed bin Abdillah’ın okuyup yazmak bilmeksizin kırk sene kendi aralarında bulunduğunu Kur’an sırf Arabi olduğu halde ta’lim ve telkın isnad etmek istedikleri kimsenin Arabca bilmediğini pek a’la takdir ediyorlar idi. Selman-ı Farisi’nin Nebiyy-i zi-şan ile Hicret’ten ve binaenaleyh ayat-ı Kur’an iyyeden bir çoğunun nüzulünden sonra peyda-yı muarefe etmiş olduğunu bildikleri halde Kur’an onun eser-i telkın ve ilhamı olduğunu; sonra dönüp bir ruminin lisan-ı Arab’a vakıf olmadığı halde Cenab-ı Resul’e ta’lim-i ahkam eylediğini iddia ediyorlar. Eğer müddeayat-ı vakıaları muvafık-ı hakıkat olmak lazım gelse bu ruminin südde-i irfan-penahı talib-i ilm ü hikmet olanların ilticagahı olmak akvam ve ümem rahle-i feyz u terbiyeti önünde diz çökmek nam-ı bülendi şark ve garb aleminde aks-endaz-ı şöhret olmak icab ederdi. Fakat bu mülhidlerin türrehat ve müftereyatlarını bir şekl ü kalıb-ı ma’kule ifrağ edebilmekteki maharetsizliklerinin en büyük eseri şahs-ı ruminin ismini ta’yinde bile aralarında bir ittifak husule getiremeyerek buna dört türlü nam vermeleriyle tezahür etmektedir. Bu ihtilaf ise kendilerinin Resul-i Ekrem’le ciddi surette muaraza ve mücadeleye kıyam yahud sıhhat-i bi’set ve nübüvvetini teslimde tereddüde sevk için akayid-i müslimin üzerinde en hafif bir te’sir icra edebilmek isti’dad ve liyakatinden bil-külliyye mahrum olduklarını vazıhan isbat ediyor. Esasen da’vet-i Muhammediyyeye karşı herbiri bir hasm-ı bi-eman olan bir kitlenin aralarında yaşamış bir çok zaman kendileriyle düşüp kalkmış olması lazım gelen bir şahsın ta’yin-i hüvviyyet ve namı hususunda duçar-ı tereddüd ve ihtilaf olmasından daha ziyade haiz-i garabet alemde ne gibi bir hal tasavvur olunabilir? Acaba bu dört kimseden o Nebiyy-i ümminin meydana koyduğu esere benzer bir şey hikaye edilmiş; yahud bunlardan biri velev Resul-i Ekrem’den bir şey rivayet etmek suretiyle olsun kesb-i ma’rufiyyet etmiş midir? Biz teracim-i ahval-i ricale aid tedkıkatımızda bunların hiç birinden velev Peygamber’in sözlerinden olsun bir şey rivayet edildiğine dair bir kayd ü ma’lumata dest-res olamamaktayız. Böyle olunca bu zümre-i muanidin Resul-i Ekrem’in bu adamlardan iktibas-ı feyz ü ma’lumat etmiş olduğunu iddia tevhid ve İslam’a temayülünü hissettiği bir adam Selman-ı Farisi ile akd-i rabıta-i muaneset etmesini ibadat ve muamelata müteallik ahkam taallüm etmesine haml etmek nasıl doğru olabilir? Mütercimi: Mehmed Şevket Hilafiyat: Zahir ile muhtemelin hükümleri – Zahir veya muhtemel olan elfaz – Lafz-ı zahirde fukahanın sebeb-i ihtilafı – İştirak-i ayndan naşi ihtilaf – İştirak-i elif ve lamdan naşi ihtilaf – Elfaz-ı umum – Amda Eş’ariyye Mezhebi – İştirak-i fi’ilden naşi ihtilaf – Ebu İshak-ı Şirazi ile İbni Furek’in elfazı taksimleri – Istılah-ı Hanefiyye üzere zahir – Mukaddema beyan olunduğu vechile bir lafız “nass” olursa her halde onunla amel olunur “nass” ile amel vacibdir nassın gösterdiği ma’naya imtisal olunur. Lafız “mücmel” olursa kat’iyyen onunla amel olunmaz. Ancak icmal eden zat tarafından beyan varid olursa o vakit mücmel ile amel olunur. “Zahir” ile “muhtemel”e gelince lafız ma’na-yı vahidden eksere delalet edip de mutlak –karainden mücerred– olarak varid olursa yani hangi ma’naya delalet ettiği bilinmezse o lafız onda daha zahir daha racih olduğu ma’naya haml olunur; ta ki muhtemele hamline delil ikame oluna. Bu babda kaide şudur ki: Lafız mutlak olarak varid olursa delil kaim olmadıkça zahirle hükm olunur. Delil kaim olursa muhtemel ile amel olunur. Muhtemel mücmel gibidir. Muhtemelde mücmelde olduğu gibi emre imtisal olunmaz. Ancak ba’de’ddelil ba’de’l-beyan emre imtisal olunur. Zahire ittiba’ vacib olur. Muhtemel ile ba’de’d-delil amel olunur. – Emirler cumhura göre vücubda zahir nedbde muhtemeldir. Emirler karainden hali olursa vücuba haml olunur. Ne vakit Bidayetü’l-Müctenedbe delalet ettiğine dair bir delil bulunursa işte o vakit emirler nedbe haml olunur. Yoksa nedb ma’nasına haml olunmaz. Nehiyler de böyledir. Cumhura göre tahrimde zahir kerahette muhtemeldir. Nehiyler karainden hali olursa tahrime haml olunur. Ne vakit kerahete delalet edecek bir karineye mukarin olur ise nehiyden o vakit kerahet ma’nası maksud olur. Elfaz-ı umum da böyledir. Bir lafız am olunca kendisinden am kasd olunmak zahirdir has kasd olunmak muhtemeldir. Am üride bihi’l-am ma’nasında zahir üride bihi’l-has ma’nasında muhtemeldir. Am karainden hali olursa kendisinden am kasd olunur. Am ne vakit tahsisa dair bir delile makrun olursa işte o vakit kendisinden has maksud olur. nazm-ı celili habere mevzu’dur. Haber ma’nasında zahirdir. Şu kadar ki nazm-ı celil ile haber değil inşa maksuddur. Bu ise delil ile sabit olmuştur. Fakat burada zahire değil muhtemele haml olunuyor. Zahirle amel olunmuyor belki muhtemel ile amel olunuyor. Bunun gibi her lafız ma’na-yı hakıkıde zahir ma’nayı mecazide muhtemeldir. Ebu’l-Maali ile Gazzali muhtemele müevvel diyorlar. – Lafız delil ikame oluncaya kadar ma’na-yı zahire haml olununca fukaha akval-i şari’de ihtilafa duçar oluyorlar. “Nass”da ihtilaf vaki’ olmaz. Çünkü bir ma’nası vardır. Her müctehid o ma’naya haml eder. Başka ma’nası yok ki ihtilaf zuhur etsin. Birkaç ma’nası olursa esasen o nass olmaz. İhtilaf tahaddüs edebilmek için lafzın iki ma’nası olmalı. Fukahadan biri bir ma’naya diğeri de öbür ma’naya haml etmeli. “Mücmel”e gelince onunla da –beyan varid olmadığı olunca eğer beyan mücmeli nass hükmünde kılarsa yine şafi olmaz da zanni veya gayr-i zanni olursa zahir hükmünde olur; yine ihtilaf arız olur. Hülasa lafzın birkaç ma’naları olmalı ki ihtilaf zuhur etsin. Demek ki ihtilaf zahirde zuhur ediyor. Şu ihtilaf üç sebebden dolayıdır. Çünkü ihtimal ya fiilde ya fiilin ta’lik olunduğu aynda yahud ayna dahil olan elif ve lamda bulunur bu üç sebebden hali olamaz: – Bir aynın birkaç ma’nası olunca ihtilaf zuhur eder. Fukahanın bir kısmı bir ma’naya diğer kısmı öbür ma’naya haml ederler; ihtilaf zuhur eder. Mesela nazm-ı celilinde beyne’l-fukaha ihtilaf zuhur etmiştir. Bazı fukahaya göre ayakları topuklarına kadar yıkamak vacib olur bazı fukahaya göre aşığın bulunduğu yere kadar yıkamak vacib olur. Bu ihtilaf neden neş’et ediyor? Buna sebeb nedir? Çünkü lisan-ı Arab’da müşterektir: Hem “aşık” ma’nasına hem “topuk” ma’nasına. Topuk ki çıkık kemikler. Aşık da; mafsalda adalatın altında ek yerindeki kemiktir. Bu halde ayet-i kerimeyi mesha haml edenler –ki haml ederler. Buraya kadar yıkamakla her halde emir yerine gelir diyorlar. Yıkamak lazım gelir; diyen fukaha da; “Ka’bdan maksad topuktur binaenaleyh topuğa kadar yıkamalıdır.” diyorlar. İşte buradan ihtilafın menşei ayn olan ka’bın lafz-ı müşterek olmasıdır. Bir ihtilaf daha: ayet-i celilesindeki ayn olan müşterektir: Bileğe kadar Dirseğe kadar Omuza kadar. Lisan-ı Arabi’de üçüne de derler. Böyle yed lafzı müşterek olunca mutlaka ihtilaf zuhur eder müctehidin birisi gelir yedden maksad dirseğe kadardır der. Dirsek dahil değil mirfakın ma-dunu. Diğer müctehid: Yed dirseğe de şamildir binaenaleyh dirseği de yıkamak vacibdir der. Lam-ı ta’rif elfaz-ı umumdandır. Usuliyyin-i Hanefiyyeye göre am cemi’-i ma’nayı müstağrak olacak. Yani bizce am cemi’lerdir müfredler de hasdır. Ali Efendi hasdır insan da hasdır. Kadın çocuk… hepsi hasdır. Am olmak için mutlaka cem’ olmalı: İnsanlar çocuklar gibi. Usuliyyin-i saireye gelince Şafiiyyenin bir kısmı Hanefiyye ile beraberdir fakat ekserisi iki veya daha ziyadeye min-gayri hasr delalet eden şeye am derler. Has da bunun nakızıdır. Usuliyyin-i sairenin am ıtlak ettiği Hanefiyyenin am ıtlak ettiği lafızdan eamdır. { – Elfaz-ı umum dört nevi’dir: amdır; ikiden ziyadeye delalet eder isim cemi’dir. dem gibi. ve saire gibi. hadis-i şerifi gibi. amdır. Zira siyak-ı nefyde vaki’dir. Bu gibi elfaz karainden mücerred olur ise umuma haml olunur. Kendisinden hiçbir şey tahsis olunmaz. Am ancak delil ile tahsis kılınır. Tahsis am ile mütenavil olduğu efraddan bazısının maksud olduğunu beyan etmektir. Amdan bir ferd kalıncaya kadar ammı tahsis etmek caizdir. Nass tahsis olunmaz. – Eş’ariyyeye göre umuma mahsus mevzu’ bir siga yoktur. Elfaz umuma da hususa da muhtemildir. Delil ikame olununcaya kadar elfazda tevakkuf olunur. Anifen beyan olunduğu vechile bir kelimenin evvelinde elif-lam olursa o kelime elfaz-ı umumdan ma’duddur. Bunda da iki mezheb var: Ahd için mi yoksa cins için mi? Ahde haml olunursa has olur cinse haml olunursa am olur. Binaenaleyh elif-lamlı kelimeler cinsde zahirdir. Mesela; ayet-i celilesindeki meyte dem hınzir amdır. Meyte muayyen bir meyte demek değildir. Her ferde şamildir; dem-i muayyen haram kılındı demek değildir. Hangi dem olursa olsun haramdır demektir. Kezalik nasıl hınzir olursa olsun haramdır. Şu kadar ki “am” olmakla beraber “küll” de kasd olunur “ba’z” da. Çünkü iki veya daha ziyadeye şamildir. Acaba “meyte”nin hepsi mi yoksa bazısı mı kasd olunur? Kezalik dem ile hınzirin her ferdi mi maksuddur yoksa bazı efradı mı? Nitekim lahm-ı hınzirda ihtilaf olunmuştur. Hanefiyyeye göre hepsi haramdır. Fakat Mezheb-i Malik’e göre hepsi haram değildir bazısı haramdır. Buradaki ihtilaf elif-lamdan neş’et etmiştir. Hanefiyye zahir ile Malik muhtemel ile amel etmiştir. Bize göre “küll” kasd olunur. Mezheb-i Malik’e göre kül kasd olunmaz. – Lafız ayn olmazsa fiil olur. Fiil ya emir veya nehiy olur. Emir ile nehyin delalet ettiği ma’nalar hakkında müctehidlerin ihtilafatından bahs etmişidik. Emir cumhura göre vücuba bazılarına göre nedbe bazılarına göre ibahaya hürmete bazılarına göre kerahete ilh… mevzu’dur. Fukahadan bir kısmı emri vücuba diğer bir kısmı nedbe haml ederler. Emir hangi ma’nada racihdir hangi ma’nada mercuhdur bu cihetler bilinemez. İhtilaf zuhur eder. Bu ihtilafı bir misal ile izah edelim: Malikiyye ile cumhur-ı fukaha arasında namaz için setr-i avretin vücubunda vacib İmam Malik’e göre vacib değildir. Binaenaleyh bir kimse çıplak namaz kılarsa cumhura göre namazı sahih değildir. Fakat İmam Malik’e göre sahihdir. Sebeb-i ihtilaf; ayet-i celilesindeki emri vücub nedb ibaha ve saire beyninde müşterektir. Cumhura göre emir vücubda zahir vücuba mahmul olduğundan setr-i avret namazın şeraitındandır. İmam Malik’e göre ise nedbe mahmul olduğundan setr-i avret namazın şeraitından değildir. Burada cumhur zahir ile Nehye misal; hadis-i şerifidir. Buradaki nehiy müşterektir: Hürmetle kerahet beyninde. Cumhura göre nehiy hürmete mahmul olduğundan hımar-ı ehlinin eti haramdır. Yaban merkebi helaldır. Çünkü “av”dır. İbni Abbas ise; ayet-i kerimesi delaletiyle hımar-ı ehlinin etini de helal kılıyor da; hadis-i şerifindeki nehyi tahrime değil belki kerahete haml eder. Buna göre; “Kerahet vardır hımar-ı ehlinin eti yenir fakat mekruhdur.” diyor. Burada cumhur zahir ile İbni Abbas muhtemel ile amel ediyor. – Ebu İshak-ı Şirazi el-Luma’ da İbni Furek Usul’ ünde elfazı nass zahir mücmel am olmak üzere taksim ediyorlar. Ayrıca muhtemeli zikr etmiyorlar. Ona bedel ammı ityan ediyorlar. İbni Rüşd ise bir takım usuliyyin gibi ammı zahirin aksamından addediyor. Çünkü am ammun üride bihi’l-hasda zahirdir. – Zahir usuliyyin-i Hanefiyyeye göre mücerred sigasını işitmekle ma’na-yı muradı anlaşılan lafızdır. Lisana vakıf olan bir kimse zahirin yalnız sigasını işitmekle ma’nasına muttali’ olur. Taleb ve teemmüle muhtac olmaz. Her iki ıstılah üzere zahirde mezahib-i sairede olduğu gibi Mezheb-i Hanefi’ye göre de ihtimal vardır. Fakat müevvel böyle değildir. Istılah-ı Hanefi’de müevvel: Delil-i zanni mirde hafi olur müşkil olur müşterek olur mücmel olur; ba’de’l-beyan müevvel olur. Müevvel ma’na-yı racihde olur yoksa mercuhda değil. Vaktiyle Mısır’da İngilizler tarafından neşr olunan bir çok mecelleler var idi. Bunların ekserisi ahval ve mebahis-i müslümanları Makam-ı Hilafet’ten bütün bütüne ayırmak suretiyle o makam-ı muazzamın kuvvetini kırmak Şübhe yok ki bu emellerine nail olabilmek için daima suret-i Hakk’tan görünmek lazım idi. Vaktiyle onlardan biri “camia-i İslamiyye” hakkında yazmış olduğu makalede şu sözleri söylemişti: –”Camia-i İslamiyye”nin vücuda gelebilmesi din ile devleti hilafetle saltanatı birbirinden ayırmaya mütevakkıftır. Bunlar yekdiğerinden tefrik olunarak halife reis-i ruhani; sultan da reis-i siyasi olmalı artık din ile alakası kalmamalıdır… rirlerinin de bu babdaki fikirlerini beyan etmelerini istiyor. Vaktiyle frenkler tarafından li-garazın ortaya atılan bu fikir pek çok kimselerin zihinlerinde yer tuttuğu cihetle biz evvela din devlet hilafet saltanat lafızlarının ma’nalarından başlayarak bilahare bu hususdaki fikrimizi söylemek istiyoruz: Din lügatte itaat ve inkıyad ma’nasınadır. Ulema-yı Hakk tarafından vaz’ olunan bir kanun-ı ilahidir ki zevi’l-ukulü kendi ihtiyar ve iradeleriyle hüsn-i rızalarıyla hal ve istikbalde salah ve felaha sevk eder; onları saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyelerine kavuşturur. Ulema-yı İslamiyyeye göre “din”in kavaid-i esasiyyesi üç şeyden ibarettir: Tashih-ı akaid tasfiye-i ahlak tehzib-i a’mal. A’mal de iki kısım olup bir kısmı ibadat bir kısmı da muamelattır. Ahkam-ı kazaiyye ahkam-ı medeniyye ahkam-ı siyasiyye ahkam-ı harbiyye muamelat kısmında dahildir. Binaenaleyh ıstılah-ı İslamide “din” dünyevi ve uhrevi bütün ahkama şamil bir ma’nada müsta’meldir. Yoksa Avrupa ıstılahında olduğu gibi “din” ile “şeriat” başka başka ma’nalarda değildir. Ansiklopedide beyan olunduğuna göre Mesihilerce “din” şu suretle ta’rif olunuyor: “İnsanın Cenab-ı Hakk’a nisbetini hıfz eden yahud o nisbetin sıfatını beyan eden kavaninin hey’et-i mecmuasından ibarettir.” Görülüyor ki diyanet-i Nasraniyyenin umur-ı dünyeviyye ahkam-ı siyasiyye ile alakası yoktur. Zaten meşhurdur ki: Diyanet-i Nasraniyye müntesiblerinin herhangi bir hükumet ve saltanata kemal-i huzu’ ile serfüru etmeleri üzerine mebnidir. Çünkü İncil’de müluk ve ümeranın hüküm ve saltanatı ancak ecsam-ı faniyye üzerine dinin saltanatı da yalnız ervah üzerine olduğu beyan ediliyor. Binaenaleyh umumiyetle bu din erbabınca herhangi bir saltanata boyun eğmek kendilerine hükmeden her şeriate münkad olmak vecibedendir. Fakat “Din-i İslam” böyle değildir; Din-i İslam saltanat ve kuvvet üzerine müesses ve şeriati ile bütün aleme hükmetmek esasına mübtenidir. Umumen beşeriyetin bu din ile mütedeyyin olmaması bu esas üzerine müesses olmasına mani’ değildir. Çünkü nev’-i insaninin kendiliğinden ümmet-i vahide haline gelebilmesine yol yoktur. Bu gaye ancak iki suretle te’min edilebilir ki o da; vahdet-i i’tikad ; bir de bütün beşeriyeti müsavi kılan vahdet-i hükm-i adil dir. Suriye hey’et-i ilmiyye ve edebiyyesi şerefine şeyhülislam efendi hazretleri tarafından Medresetü’l-Mütehassısin’de verilen zıyafette hey’et-i müşarun-ileyha tarafından felesefe” şu’besinde hey’et-i tahririyyemizden Aksekili Ahmed Hamdi Efendi tarafından ber-vech-i ati mukabelede bulunulmuştur: Muhterem misafirlerimiz! Şeref-i kudumunuzla bizi pek ziyade minnetdar buyurduğunuzdan dolayı bütün arkadaşlarımın teşekkürat-ı bi-nihayelerini size takdim etmekle kesb-i fahr eylerim. Muhterem misafirlerimiz! Ancak Müslümanlık’ı i’la üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslamın hukukunu müdafaa etmek gibi pek ulvi pek mukaddes bir gaye uğrunda meydan-ı mücahedeye atılmış bu mukaddes gayeye vusul için karşısında bulunan yüz binlerce düşmanı öldürmüş ölmüş ve fakat düşmanın her türlü ve pek faik alat-ı harbiyye vesait-ı tahribiyyesine kalbinde olan la-yetezelzel bir iman ve itmi’nan dan yüz çevirmemiş bu ulvi gayeye vasıl oluncaya kadar da mücahede sinde sebat edeceğini asar-ı fi’liyyesiyle kendilerinden hoşnud eylemiş olan Çanakkale’deki mücahidin-i İslamiyyeyi ziyaret ve onların ebed-nümun harikalarını aynen müşahede etmek bu vesile ile de her türlü mezaya-yı ahlakıyyeden mahrum bulunan düşmanlarımızın neşr ü işaa etmekte oldukları hilaf-ı hakıkat eracife yakından muttali’ olmak maksad-ı halisanesiyle payitaht-ı İslam’ı teşrif buyurmanız vahdet-i İslamiyyenin pek parlak bir tezahür-i ulvisidir. Muhterem misafirlerimiz! zevk alan zalimlerin alem-i İslam hakkında tatbik edegeldikleri yegane bir usul var idi ki o da; camia-i İslamiyye altında toplanan akvam-ı İslamiyyeyi yekdiğerinden ayırmak suretiyle Hilafet-i İslamiyye’yi zayıflatmak bu cihetle parça parça olan alem-i İslam’ı yutmak kolayca hazm etmek idi. Bu emellerine nail olabilmek için muracaat etmedik entrika bırakmadılar; akvam-ı İslamiyye beynine öyle fesad ve nifak tohumu saçtılar ki; bunların tafsili beşeriyet için birer lekedir. Bu emellerine ermek at ederek çalıştılar; maksadlarına kısmen muvaffak da oldular; alem-i İslam’ın pek cesim kıt’alarının Makam-ı Hilafet’le olan rabıta-i maddiyyelerini kestiler. hürriyete malik olduğunu cihan-ı beşeriyyete karşı isbat etmiş olan Hilafet-i İslamiyye’nin bir gün gelip de elbette Avrupa’nın ika’ eylediği mezalimin hesabını soracağını bilen o zalimler kuvvet peyda etmeden evvel hükumet-i İslamiyyeyi ezmek siyasetini düşündüklerinden geriye kalan müslümanların da Makam-ı Hilafet’le olan rabıtalarını büsbütün kat’ etmek için ittihaz ettikleri usule bir kat daha germi verdiler. Fakat Azizün-züntikam olan Cenab-ı Hakk’a hamd [ü] senalar olsun ki; Hilafet-i felakete kendilerini düşmüş görüyoruz. Diyebilirim ki; ve lezaiz-i istiklalden mahrum olacaklardır. Muhterem misafirlerimiz! Huzurunuzda söz söylemekle müftehır u mubahi olduğum sizin gibi fazl u iktidarları şöhret-gir-i alem olan muhterem bir hey’etin Suriye’den evet İngiliz ve Fransızların en ziyade matmah-ı nazarı olan o cüz’-i pak-i vatandan kalkarak Daru’l-hilafe kapılarında düşmanın savletlerine karşı vücudlarını siper yapan İslam mücahidlerinin bütün cihanı hayretlere düşüren kahramanlık ve fedakarlıklarını re’yü’l-ayn görmeye gelmeniz bütün dünyaya i’lan ediyor ki; artık İngilizlerin Fransızların alem-i İslam hakkında beslemiş oldukları emeller birer serab olmuştur. Muhterem misafirlerimiz! Türk Arabsız olmayacağı gibi Arab da Türksüz kat’da bil-cümle İslam kavimlerinin yekdiğerine sarsılmaz bir surette bağlanması kaynaşması lazımdır; eğer İslam’ı yaşatmak istersek! Bu hakıkatin müslümanlara anlatılması da ümmetin rehberlerine düşen bir vazife-i diniyyedir. Bugün Makam-ı Hilafet cihad-ı mukaddesi i’lan etmekle yalnız otuz milyon tebeanın değil belki üç yüz milyondan ziyade ehl-i İslamın müdafi’-ı hukuku olduğunu isbat etmiştir. Sözüme hatime vermezden evvel şunu da arz etmek des Müslümanlık Alemi için maddi ma’nevi pek esaslı bir inkılabın bir devr-i inkişaf u terakkınin başladığını bize tebşir ediyor. Çünkü; müslümanların evvelce dünyaları yerinden oynatan satvet ve şevket devirleriyle Avrupa’yı zulümat-ı cehaletten çekip çıkaran ulum ve fünun devrinin de tekrar canlandığını görüyoruz. Bir seneden beri kahramanlarımız nasıl ki muhtelif mevakı’-ı harbiyye bil-hassa Çanakkale sahne-i cidalinde sahayif-i tarihiyyeyi altın yazılar ile tezyin edecek harika icad eylemişler ise; milletin ma’neviyatını yükseltecek olan dini ilmi müesseselerimizin göstermiş olduğu asar-ı terakkı de harika denecek surette mühimdir. İşte ahval ve hadisatın tevlid eylediği bu kadar mevani’ ve müşkilata rağmen Şeyhülislam efendimiz hazretlerinin himemat-ı diyanet-perverileriyle medreselerde husule gelen esaslı şeref-i kudumunuzla bir kat daha kadr u menzileti yükselmiş olan şu Medresetü’l-Mütehassısin de bunun bir delil-i diğeridir. Şübhe yok ki ümmet-i İslamiyyenin inhitat ve terakkısinde medreselerin pek büyük bir te’siri olduğu gayr-i kabil-i inkar bir hakıkattir. Büyük bir itmi’nan ile diyebilirim ki: Alem-i İslam’ı teşkil eden bil-cümle akvam-ı İslamiyye Hilafet-i Muazzama etrafında toplanarak dinen me’mur bulundukları cek Müslümanlık aleminin yaşamaya nasıl azmetmiş olduğunu bütün cihan görecektir. Avrupa da anlayacak ki; bundan sonra karşısında bulunan alem-i İslam öyle atıl hakk-ı hayatını müdafaadan aciz bir alem-i İslam değil belki hem kendisi yaşamaya hem de İslam’ı yaşatmaya azmetmiş ve bu azminden kendisini çevirmek isteyen ne kadar mevani’ var ise hepsini ayakları altına alıp ezeceğini ahd etmiş bir alem-i İslam vardır. MATBUAT Weimar Maarif Müşaviri Karl Monesius tarafından yazılıp Servet-i Fünun İdaresi ma’rifetiyle tercüme ve neşr olunan Alman Mektepleri ünvanlı risaleden atideki fıkra lazım gelenlerin nazar-ı dikkatine vaz’ olunur: “Mekatib-i umumiyyenin tedrisat programı tedrisat-ı diniyyenin aksam-ı asliyyeden bulunmasıyla bir mahiyet-i mahsusayı haizdir. Almanya diğer memleketlerde yapıldığı gibi bunun yerine tedrisat-ı ahlakıyyeyi ikame etmeyecektir. Herkes kanaat hasıl etmiştir ki tedrisat-ı diniyye pek büyük bir kıymeti bulunan niam-ı ruhiyyenin det Alman ruhunda cevval bir hiss-i dininin mevcudiyetini gösterdi ve din esası Alman kuvvetinin en müessir avamili miyanındadır.” den beri buna kemal-i tehalükle intizar olunuyordu. Bu üçüncü Balkan Muharebesi hiç şübhesiz Harb-i Umumi’nin tali’ ve mukadderatını bir an evvel ikmal ve ta’yine hizmet edecektir. Berlin’den Kabil’e kadar hutut-ı muvasaleyi te’min edecek olan bu sefer-i ceng-cuyaneden bil-cümle milel-i şarkıyye ve İslamiyye pek ziyade bul tarikıyla Şark’a herşey sevk ve isal olunacağı müsellemdir. Bu seferin muvaffakıyetle neticelenmesi kuvve-i karibeye gelmiştir. Mısır Hindistan İran Afganistan bu harekat-ı harbiyye-i ahireden inşaallah bi-hakkın müstefid olacaklardır. Bunun içindir ki Avrupa’da hususiyle kı’ları tezelzüle uğramıştır. Fransa İngiltere İtalya matbuatı Balkan vaz’iyeti hakkında me’yusane bedbin-ane mütalaatta bulunmakta birbirlerini tenkıd ve muahaze etmektedirler. hiş entrikaları Balkan sahasında mahkum-ı uful bütün mesaileri heba ve heder oldu. Bulgarlar amal-i milliyyelerini sebat gösterdiler. Ne İ’tilaf’ın mevaid ve tehdidini kale aldılar ne de bol keseden takdim ettikleri bahşişlere kulak astılar. Balkan harekatı neticesinde İngiltere ve Fransa bil-mecburiyye Çanakkale ve Gelibolu Şibh-ceziresi’ndeki faaliyetlerinden vazgeçiyor Selanik’e asker bistan’ı üç taraftan altı yedi koldan ihata eden müdhiş Alman Avusturya-Macar Bulgar süngüleri o kadar hatt-ı muvasalesini kestiler. Sırbistan’ın birinci payitahtı olan Belgrad düştü ikincisi ise sukuta mahkum bir halde bulunuyor. Berlin-İstanbul şahrahı yakında tamamıyla açılacak ve inşaallah İ’tilafçıların ciddi felaketleri başlayacaktır. rın ahval-i ruhiyyesiyle efkar-ı umumiyyesini İngiltere ve Rusya aleyhinde heyecanlı bulutlu gösteriyor. İran-ı Cenubi’de cereyan eden musademat neticesinde bu ana kadar İngilizlerden beş bini mütecaviz telefat vuku’ bulmuştur. Rusya ve İngiltere’nin Isfahan ve Şiraz konsolosları katl edilerek bütün tebeaları banka direktörleri firar ederek Tahran’a gitmişlerdir. İngiltere İran mücahidlerinin yumruklarını tadınca Hariciye Nezareti Müsteşarı Lord Cecil İran’a muavenet lüzumundan bahs ederek niyye’nin Harb-i Umumi’ye iştirakiyle İttifak hükumetlerine Balkan siyasetini İngiltere ve Rusya aleyhinde ayaklandırdı. Bu hakıkati İngiltere’nin en ağır baş ve en doğru söyleyen Manchester Guardian ve Şark-ı Karib Gazeteleri olarak ittihaz etmiş olduğu tarz-ı siyaseti açık ve sarih bir surette tenkıd ederek ser-i kardan çekilmesini tasviye eylediler. Rus konsoloslarının resmi raporlarına nazaran Afganistan’da altmış bin kişilik bir kuvvet bir semt-i mechule doğru amade-i hareket ve azimettir. Rus konsolosları tabiidir ki Afganistan ve İran’a dair olan nokta-i nazarlarını kendi hükumetlerine hasbe’l-vazife bildirmiş olduklarıyçün yalan söylememişlerdir. tarafında her unsurunda sürur ve heyecanla karşılanmıştır. medan’da her tarafta milli gönüllü alayları tahşid etmekle meşguldürler. İran hükumeti ihtimal ki vakt-i merhununa kadar mevzii bir siyaset ta’kıb edecek ve ilkbahar çiçekleri açılırken hakıkı siyasetini vaz’iyetini takınacak; Bulgaristan gibi İ’tilafçıları hayretten hayrete ilka eyleyecektir. Alem-i İslam’ın göbeğinde bulunan İran’ın İ’tilaf aleyhinde ayaklanmasıyla bittabi’ ona mücavir sair hükumat ve anasır-ı İslamiyyenin de meydana atılacakları şübhesizdir. oldu azim donanmaları hiçbir iş göremedi. Yalnız Çanakkale’de yüz binlerce insan bir çok sefain-i harbiyye zayi’ ettiler. Siyasetleri hezimete nüfuz ve haysiyetleri hakkuk etti ki o şevket ve azamet hep sahte imiş hep entrika ve tezvir sayesinde mevki’lerini muhafaza edebiliyorlarmış… Edward Grey’in Sazanof’a kavuk sallaması ve yularını onun eline terk etmesi İngiltere’yi böyle umulmaz girivelere düşürdü. Belçika’nın bi-taraflığına riayet olunmadığından Almanya’ya i’lan-ı harb etmeye mecbur kaldığını halka yutturmak kendisini insaniyet ve medeniyet hamisi göstermek isteyen İngiltere şimdi Yunanistan’a karşı neler yapıyor ne oyunlar oynuyor! Hani ya hukuk-ı düvel muahedat-ı beyne’l-milel?! Demek ki menfaat mes’elesi ortaya atılınca “Her yapılan caiz” kazıyyesi ileriye sürülüyor. Evet bu Harb-i Umumi’de bütün o hıyanet mekr ü fesad maskeleri yüzlerden meydana çıktı. En sonra herkes anladı ki hak hukuk… o gibi lakırdılar boş imiş söz kuvvet ve kudretin imiş. Yirminci Asr’ın yegane düstur-ı la-yetegayyeri ve’dan başka bir şey değildir. Güçlü ve metin olmak bu asrın levazimindendir. Zaaf kadar bir cinayet bu asırda tasavvur edilmez. Zaif daima mahkum-ı nıttırmış olan İ’tilaf Devletleri’ne karşı biz müslümanlar da onu hakkıyla isti’mal etmekte ma’zuruz. Zaten fenalara karşı iyilik etmek doğru bir hareket değildir. Bizim varlığımıza düşman olanlarla çarpışmaktan intikam almaktan İslam’ın hayat ve istiklalini müdafaadan başka çaremiz kalmamıştı. Binaenaleyh merkezi Avrupa devletleri hem bizim dostumuz hem de düşmanlarımızın düşmanları olduklarından onlarla beraber tevhid-i mesai ve menafi’ ederek mütevekkilen alallah harbe atıldık cihada başladık. Daha şimdiden kapitülasyonları o tehekküm ve tahakkümlerini başımızdan def’ ettik. Müslümanlık’ı büyük bir felaketten kurtardık. Artık müslümanlar bu ni’metin min-indillah bahş olunan bu muzafferiyetin kıymetini takdir eder de el ele vererek çalışırlarsa İslam az zaman zarfında o rütbe yükselecek o derece mecd ü şeref ihraz edecektir ki kudret ve şevketi dünyaları istila edecektir. Vakıa Devletü’l-Hilafe büyük fedakarlıklara katlandı bir seneden beri Avrupa’nın büyük devletlerine karşı göğüs geriyor onların müdhiş muhacematına karşı vücudundan siper yapıyor. Fakat i’la-yı Kelimetullah uğrunda can ve malın ne ehemmiyeti var? Müslümanlık için her şey feda. Biz Devletü’l-Hilafe müslümanları bütün cihan-ı İslam’a karşı sa’y ü ciddiyetimizi fedakarlığımızı gösterdik; cihad yolunda rehberlik vazifesini bi-hakkın cüh etmek Halife’nin sancağı altına toplanmak zamanı gelmiştir. Hiçbir şey yoktur; yalnız Müslümanlık vardır. Onun için ölürüz onun için şan kazanırız. Daru’l-hilafe kapılarında ve bütün hududlarında düşmanla çarpışan her mücahidin ruhunda bu emel hükümrandır; sair akvam-ı Harb-i hazırın başladığı ilk aylarda Mısır’da muzayaka-i maliyye köylülerin pamuklarını satamadıklarından dolayı bütün şiddetiyle hüküm-ferma olmuş ve vergiler verilememişti. Bundan başka bankalar kapılarını kapamış altın para kamilen Londra’ya gönderilmişti. Daha henüz o vakitlerde Mısır hükumeti kırbaçla vergi toplamaya başlamış zavallı ahali pek müdhiş bir azap içinde yaşamaya mahkum kalmıştı. Fakat her halde hazine-i maliyyeye altın taşımak ile mükellef olan hain Hüseyin Rüşdü kabinesi ahaliden kadınların mücevherat ve altınlarını vergi yerine kabul edeceğini resmen i’lan etmek hayasızlığında bulunmuş ve kadınların bile servetini ihtirasat-ı şahsiyyesini tatmin ve pek mevhum olan mevki’-i lamıştı. Bu hal-i şeamet zavall-ı Mısır’ın vahşi hamileri! tarafından ma’ruz kaldığı mezalim-i imhakarane hakkında bir fikir verebilir. Halbuki harb-i umumi on beşinci aya giriyor. Ve İngilizler hüsrandan hüsrana ma’ruz kalıyor. Hergün mebna-yı ümidlerinin bir köşesi yıkılıyor. Harbi hezimetlerine bir de siyasi hezimetleri inzimam ediyor. Hakimiyetleri altında bulunan müstemlekelerde bile kepaze oluyor. Binaenaleyh gün geçtikçe kuduruyor. Tinet-i habiselerindeki mel’anet tamamen tezahür ediyor ve bu mel’aneti ma’sumlar hakkında şeni’ bir surette tatbik ediyorlar. Son günlerde alınan havadisde Maksvel’in icraat-ı Bilhassa Cami’u’l-ezher’in bu en eski İslam Darülfünunu’nun kapanması pek mühim bir hadisedir. Cami’u’l-ezher alem-i İslam’ın her tarafından büyük bir şöhret kazanmış bin seneden beri binlerce alim yetiştirmiş bir müessese-i İslamiyyedir. Alem-i İslam’ın her köşesinden talebe-i ulum Cami’u’l-ezher’e koşmuş ve orada teşne ruhlarını seylabe-i envar ile reyyan etmişlerdir. Bu müessese-i İslamiyyenin kapanması İngilizlerin takarrüb-i sukutuna bir fal-i hayrdır. İngilizlerin mukaddesat-ı değil bütün alem-i İslam’da müdhiş bir infiale sebebiyet verecektir. İngilizlerin kuvveti ne olursa olsun bu hadise kanlı harekatı badi olacaktır. ederse etsin bu havadisin karşısında pür-heyecan kesiliyor. Fakat Cenab-ı Hak zalimlerin yaptıklarından asla gafil değildir. İngilizlerin başına bunca felaketleri indiren ma’sumların intikamını alan Allahü Zü’l-celal yarın bu devlet-i mel’unenin boğazını da İslam ordusuna çiğnetecektir. Necm-i İstikbal Matbaası Bu gibi batıl da’valarda bulunanlar öyle zannediyorlar ki aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz Şam’a vuku’ bulan seyahatlerinden measir-i medeniyyeyi görmek ulema-yı nasraniyye ile ihtilat etmek Roma kanunlarını tetebbu’ eylemek gibi bir çok istifadeler te’min etti. Doğrusu heriflerin şu zanlarındaki hamakatleri yukarıdaki zununa zahib olmalarını icab eden hamakatlerinden aşağı kalmaz. Zira aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz kavminden mufarakat etmediği gibi ehl-i kitabın ulumundan gidip gelmedi. Belki kendi kavmi arasında yaşayarak diğer enbiya-yı izam gibi çocukluğunda ve gençliğinde koyun güttü. Muhitinden ancak Şam’a vuku’ bulan iki seyahat sebebiyle çıktı ki evvelki seyahati yarıda kalmış yani Bahira’nın tavsiyesi üzerine amcası Ebu Talib’le beraber yarı yoldan Mekke’ye dönmüştü. Vakıa Hazret-i Hadice hesabına ticaret maksadıyla ihtiyar eylediği ikinci seyahatinde Şam’a gelmişti. Lakin Şam’da ikameti uzun uzadıya tahsile şöyle dursun azıcık ilim edinmeye bile müsaid değildi. Zaten bu seferinde kavmiyle arkadaşlarından hemen de hiç ayrılmış değildi. Bununla beraber aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in Hira Dağı’ndaki mağaraya çekilip kavminden ayrı yaşamış yahud kavmiyle aşiretiyle ihtilatta bulunmuş olması kendisine ne faide te’min edebilir? Öyle ya o zamanlar Arab’ın olanca maarifi ilm-i ensabdan geçmiş vukuatı hikayeden şiirden hitabetten ibaret idi. Tevhid gibi esrar-ı kainatı teemmül gibi ahkam ve hukuk gibi ahval-i gayb gibi hakaik-ı melekut gibi tahsili uğrunda şeyler onlardan ne kadar uzak idi! Kezalik Berberilerin hüküm sürdüğü bilad ile ihtilatta bulunmak aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz için ne suretle müfid olabilirdi ki bu memleketler aşağıda görüleceği vechile ahkamda adalet ve istikametten esareti kaldırmak ümmetlere hürriyet-i amel hürriyet-i kelam vermek gibi şeylerden baid idiler. Biraz aşağıda Kitab-ı Hakim’in ihtiva eylediği mebadi ve makasıd tafsilen görülecektir ki bunları ukul-i selim ne burhan ile ne de seyf ile te’yid ve cebre hacet kalmaksızın derhal teslim eder. Sadr-ı İslam’da bulunan insanlar ayat-ı kerimenin esbab-ı nüzulünü elfaz-ı Kur’an iyyenin maanisini bildikleri gibi o Kitab-ı Mübin’deki esalib-i tebliğ ile fünun-ı gun-agun-ı belağatin istihdaf eylediği makasıd ve gayata vakıf idiler. Mesela ümmi bir bedeviye ayat-ı Kur’an iyye tilavet olunurdu da o ayetlerden maksud olan maani ve makasıdın hiç biri kendisine hafi kalmazdı. Zaten Cenab-ı Rabb-ı Hakim ayat-ı ilahiyyesi teemmül edilsin de aklı başında olanlar ibret alsınlar diye Kitab-ı Celili’nin sehlü’l-fehm olmasını murad buyurmuştur. dilerinden sonra gelen tabiin de aynı meslekte devam Başmuharrir eylediler. Bu da devr-i mes’ud-ı nübüvvete yakın bulunmalarından; Ashab-ı Kiram rıdvanullahi aleyhim hazaratının devrini idrak eylemelerinden; kezalik lisan-ı Arab’da hakkıyla meleke sahibi olmalarından ileri geliyordu. Lakin vakta ki tabiin devrinden sonra gelen müslümanlar arasında lisan eski fesahatini gaib ederek hataalud bir lehçe intişara başladı; vakta ki Arablar dürüst Arabca söylemek melekesinden gittikçe uzaklaşarak artık lisan mes’elesi bir çok kitablar te’lif olunmak ihtiyacını gösterir ulum halini alıp bu hususda bir çok ihtilafat bir çok mesalik ve rivayat zuhur eyledi; tabiatıyla ibarat-ı Kur’an iyyenin fehmi ayat-ı kerimenin te’vili hususunda bugün görmekte olduğumuz vechile muhtelif meşrebler sahif te’viller meydan aldı. Bir halde ki Kur’an-ı Kerim mertebe-i kusva-yı belağatinden inerek hemen hemen anlaşılmaz muammalar derekesine düşmeye yüz tuttu. Bu böyle olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’in nüzulündeki maksadı natık olan ayat-ı kerime cidden çok olup ekser surelerde mündemicdir ki İbni Cerir’in dediği vechile bunlar üç esasda icmal olunabilir: Tevhid ahbar diyanat. Şübhe yoktur ki şu üç esas her şeyi cami’dir. Kur’an-ı Kerim bizlere medar-ı ibret ve intibah olmak kalbleri cehalet hastalıklarından kurtarmak; beşerin te’min için ruhların tehzibi maksadıyla min-tarafillah emir buyurulan ahkama irşad eylemek üzere en güzel kıssaları en beliğ bir beyan ile tebliğ eylemiştir. Arablar bidayet-i İslam’da Kur’an-ı Kerim’deki kıssaların ihtiva eylediği hisseleri hakkıyla anlar; bu kıssalardan maksad geçmiş milletlerin tevarih ve şuununu serd etmek değil belki ibret ve intibaha da’vet olduğunu pek güzel bilirlerdi. Bunun için mevzu’-ı bahsimiz olan kıssaların tekrar edilmiş olmasına ehemmiyet vermezler; icazdan sonra ye muraat olunmaksızın serd olunması gibi hususatı nahoş görmeyi akıllarına bile getirmezlerdi. Kur’an-ı Kerim aynı kıssayı muhtelif mahallerde mütenevvi’ üslublarla yahud birbirine yakın suretlerle tebliğ eylediği halde bunlardan her birinde öyle bir ruh vardır ki diğeri onu eda edemez. Öyle bir gaye te’min eder ki öteki ona vasıl olamaz. İşte gibi ayat-ı kerime ile hep bu dakıkaya işaret buyuruluyor. Sadr-ı İslam’daki Arabların bir kısmı bedevi ve ümmi oldukları için bu kıssalara aid fazla ma’lumat edinmek hevesine düştükleri zaman Arab Yahudilerinden olup ahiran müslüman olanlara yahud o ayardaki Mesihilere muracaat ederek onlardan sorarlardı. Bunlar da ahbar-ı mazıyyeye aid bildiklerini rivayet ederlerdi. Arabın ehl-i kitabı ise ekseriyetle okumak yazmak bilmeyen takımdan olduğu için İslam’ı kabul ettikleri zaman devr-i cahiliyyetlerinde öğrenmiş oldukları bu kıssalara ittibaan ahkam-ı şer’iyyeye muhalif bir takım akıdelerde sabit kalmışlardı. Bu kıssalar ise ekseriyetle tarih-ı sahiha müstenid olmayıp avamın ağzında dolaşan ve neslen ba’de-neslin intikal edegelen bir yığın hikayelerden ibaret idi. Nitekim Ka’bu’l-ahbar Vehb bin Münebbih Abdullah bin Selam bu zevattandır. yet olundu ki gerek hikayat-ı mazıyyeye gerek mebde’-i hılkate ve esrar-ı kevne aid olan bu masallarla müfessirler kitablarını doldurdular. Abdullah bin Ömer’in Yermuk Vak’ası’nda ehl-i kitaba aid iki deve yükü eser ele geçirerek mündericatını hikaye ederdi ki bunlar hiçbir zaman aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz’in kavl-i kerimi değildi. Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyyetini ve nazm-ı celili ile bildirerek bina-yı şirki temelinden devirdi; Yehudun ahbarıyla nasaranın kıssisleri tarafından ihdas olunan enva’-ı şirki mahv etti; asnama ibadet edenlerin akıdelerindeki sehafeti ve Mesih’in yahud Uzeyr’in ibnullah olduğuna Allah’ın üçten üçüncüsü bulunduğuna yahud kainattaki eşyadan birine benzediğine zahib olanları hükm-i kat’isiyle bitirerek desatir-i metine-i İslam’ı vaz’ eyledi. Bununla beraber Kur’an-ı Kerim akıde-i tevhidi öyle mücerred vehm ü hayal yahud parlak hitablar üzerine bina etmedi. Belki bünyan-ı vahdeti kahir hüccetler katı’ burhanlardan müteşekkil esaslara isnad etti. İ’lam-ı hidayetini de melekut-ı semavat ü zemini ve bütün measir-i hılkati im’an temelleri üzerine kurdu. Kütüb-i edyanı bütün tenevvu’ ve ihtilafatıyla beraber lihaza-i tedkıka alan bir mütefekkir bunlardan hiç birinin insanı i’mal-i fikr ü nazara kavanin-i kevni ta’mika ebsar u ukulün idrak ü ihata edebileceği herşeyden Hakk’ın uluhiyyet ve vahdaniyetini istidlale sevk hususunda Kur’an-ı Kerim’e nazir olamayacağını görmekte sıkıntı çekmez. Kur’an-ı Kerim esbab-ı kevniyyenin müsebbebatına yük ne kadar şekli varsa her birinin mevcudiyetlerini kafil olabilen ve Cenab-ı Vacibü’l-vücud’a müntehi olan bir silsile-i esbab ile murtabıt olduğunu sarahaten beyan buyurur. hi meydanda duruyor ve bize gösteriyor ki o devirdeki müslümanlar ilmin esatinı erkan-ı himayet-karanı idiler. Kimya hikmet hey’et makine gibi fünunda cihanın muktedası bulunuyorlardı. Nitekim cebir müsellesat gibi ulum-ı İslamiyyeyi yeniden icad etmişlerdi. İşte bunlar şübhesiz düstur-ı hikmetleri olan Kur’an -ı Hakim iktizasınca tetebbu’ ve tedris ederlerdi. Acaba elde ettikleri bu kadar ulum kendilerinin akıde-i tevhiddeki rüsuhlarını artırmaktan; Zat-ı Bari hakkındaki yakınlerine bir o kadar yakın daha ilave etmekten başka bir te’siri olabilmiş mi? Dedikleri gibi bugün ulum-ı tabiiyye terakkı etmişse acaba bize bu kevnin nazm-ı celili ile tecelli eden bir sani’-ı mübdi’i olduğunu natık ayat ve şevahid-i dakıkanın açmış olduğu hakayıkı te’yid eylemekten başka bir şey mi yaptı? Acaba fuhul-i ulemanın mücahedatı sayesinde bir taraftan durmayıp meydana çıkan bu hakıkatler kainatta bir hikmet-i baliğanın tebeddülden masun bir nizam-ı muhkemin hüküm-ferma olduğuna delaletten maada bir te’sir mi gösterdi? Bu kadar taharriyat ve tetebbuatın netayici acaba tarzındaki ayat-ı celile ile beyan buyurulan hakayıkın haricinde bir şey midir? Acaba şeklinde yagibi hemen de ta’dadı kabil olmayan ve tercüman oldukları hakayıkın bugüne kadar felasife tarafından ancak pek cüz’i bir kısmı idrak edilebilen ayat-ı Kur’an iyye okundukça mülhidlerin bünyan-ı ilhadı yıkılmaz mı? Kurdukları kazaya-yı faside Kur’an’a ve Münzil-i Hakim’ine karşı savurdukları efkar ile beraber yerlere serilmez mi? Devlet kelimesi iki suretle isti’mal olunuyor: Bir kere bir memlekete hükmeden sülaleye ıtlak olunur. Mesela Emeviye Devleti Abbasiye Devleti Osmanlı Devleti Bir de hükumet ve saltanata ıtlak olunur. Mesela Fransa Devleti denilir de bununla kaffe-i memalikine hükmeden hükumet-i hazırası murad olunur. Zaten hükumet lügat-i asliyyesinde’nın masdarıdır ve fasl-ı husumet ma’nasına tahakkümden bir isimdir. Örf ve ıstılahda ise saltanat ve o saltanata sahib olan ricalden Hilafet kelimesi Şer’-i İslami’de aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz tarafından umur-ı diniyye ve siyaset-i dünyeviyyeyi hars ve muhafaza hususunda Cenab-ı Peygamber’in niyabet ve vekaleti ma’nasınadır. Binaenaleyh hilafet dini ve dünyevi iki riyaseti birden cami’dir. Umur-ı ammeyi halifeye tefviz etmek vacibdir. Ahkamın ma’mulün-bih olması için ya bizzat halifeden yahud vekillerinden sudur etmesi lazımdır. Ahkam-ı Sultaniyye ’de beyan olunduğuna göre halife için lüzumu derkar olan umur-ı amme ondur. Tafsilat almak isteyenler oraya müracaat edebilirler. Saltanat sultan lafzından alınma bir kelimedir ki devlet yahud hükumet murad olunur. Devlet yahud hükumetin en büyük hakimine de sultan namı verilir. Hilafet-i Abbasiyye devrindeki müstakil ümeradan evvel bu ünvanı takınan Mahmud bin Sebüktekin el-Gaznevi’dir. Hilafiyat: Üstad-ı Muhterem İzmirli İsmail Hakkı Beyefendi’nin Takrirleri: Mefhum-ı muhalefet – Mefhum-ı muhalefet hakkındaki mezahib-i muhtelife – Mefhum-ı muhalefetin şeraitı – Mefhum-ı sıfat – Mefhum-ı aded – Mefhum-ı lakab – Mefhum-ı şart – Mefhum-ı gaye – Mefhum-ı hasr – Mefhum-ı illet – Mefhum-ı istisna – Mefhum-ı hal – Mefhum-ı zaman veya mekan – Elfazın dördüncü sınıfı delil-i hitabdır. Delil-i hitab hükmün bir şeye isbat olunmasından o şeyin maadasından hükmün nefyi; yahud hükmün bir şeyden nefy olunmasından o şeyin maadasına hükmün olunmuş ise o şeyin maadasından mefhumundan hüküm nefy olunur. Eğer bir şeyden hüküm nefy olunmuş zıddıyla meskutün-anha mefhuma hükmetmektir.” diye ta’rif ediyor ki ikinci ta’rif birinci ta’rifinden daha vecizdir. Delil-i hitaba mefhum-ı muhalefet de derler. – Delil-i hitab mefhum-ı muhalefet muhtelefün-fihdir. Cumhura göre: Mefhum-ı lakabdan maada bütün mefhum-ı muhalefetler hüccettir bir asıldır bir delildir. Fakat İmam-ı A’zam Ebu Hanife’ye amme-i ashab-ı Ebi Hanife’ye ve ekser-i mütekellimine göre mefhum-ı muhalefetlerin hiçbiri asıl değildir mefhum-ı muhalefetler mantukun maadasına delalet etmez. Ancak ona delaleti diğer bir delile tevakkuf eder. Eimme-i Hanefiyyeden Şemsü’l-eimme es-Serahsi’nin Kitabu’s-Siyer’de beyanına göre: Mefhum-ı muhalefet hitabat-ı şari’de hüccet değildir; fakat nasın örf ve mustalahlarında hüccettir. Bazı müteahhırin-i Şafiiyyeye göre: Mefhum-ı muhalefet bil-akis Kelamullah ve kelam-ı Resulullah’da hüccettir fakat musannifin ve sairenin kelamlarında hüccet değildir. Kerhi ve saire gibi bazı Hanefiyye –Şafiiyye gibi– mefhum-ı muhalefeti kabul ediyorlar. Mefhum-ı muhalefeti inkar edenlerin edillesi daha kavidir. Edillenin kuvvetine bakılınca cumhur-ı Hanefiyyenin mezhebi mezheb-i racih oluyor. Mesela: “ Saime-i ganemde zekat vardır.” Hadis-i şerifde iki nazar vardır: Delil-i hitabı kabul edenlerin nazarı Etmeyenlerin nazarı. Delil-i hitabı mefhum-ı muhalifi kabul eden cumhur diyorlar ki: “Saime-i ganemde zekat vardır.” hadis-i şerifinden; “Saimenin gayrisinde zekat yoktur.” ma’nası anlaşılır. Hadis-i şerif saimenin gayrisinde zekatın bulunmayacağına delalet eder. Fakat eimme-i Hanefiyye diyorlar ki: Bu hadis-i şerifden ancak saimede zekat olduğu anlaşılır. Aksi maadasında zekat olmadığı anlaşılmaz. Eimme-i Hanefiyye her ne kadar; “Saimenin gayrisinde zekat yoktur.” diyorlar ise de bunu başka bir delilden anlıyorlar. Yoksa bu hadis-i şerifden değil. Delil-i hitabı mefhum-ı muhalefeti kabul edenlere göre şu hitab iki hükme delalet eder. Kabul etmeyenlere göre bir hükme delalet eder. Mefhum-ı muhalefeti isbat edenler mefhum-ı muhalefetin bi-hasebi’ş-şer’ veya bi-hasebi’l-lügat hüccet olmasında vechi vardır. Razi diyor ki: Delil-i hitab bi-hasebi’l-lügat nefye delalet etmez. Belki örf-i amm hasebiyle nefye delalet eder. Mefhum-ı muhalefeti isbat edenlere göre “Ganem-i saimede zekat vardır.” cümlesinin mefhumunda iki vecih vardır: Deve olsun bakar olsun ganem olsun ale’l-ıtlak ulufeden zekat nefy olunmaktır. Yalnız ganem-i ulufe olan ganemden zekat nefy olunmaktır. Sahih olan ancak ganem-i ulufeden zekatın nefy olunmasıdır. – Mefhum-ı muhalefet tarafdarları mefhum-ı muhalefetin hüccet olması için başlıca şu şartları dermiyan ediyorlar: Mefhum-ı muhalefet kendinden racih olana yani mantuka mefhum-ı muvafakate nassa tenbih-i hitaba muarız olmamalıdır. Kıyasa muarız olursa Kadı Ebubekir el-Bakıllani kıyasa karşı ammı terk etmeyi tecviz ettiği halde kıyasa karşı mefhum-ı muhalefeti terki tecviz etmiyor. Kıyas racihdır diyenler de vardır. Doğrusu da budur. Am da mefhum-ı muhalefete racihdır. Mantuk ile imtinan kasd olunmamalıdır. Estaizü billah; ayet-i celilesi; “Lahm-ı tariyi yeyiniz.” demektir. Yoksa; “Lahm-ı tarinin gayrisini yemeyiniz.” ma’nası anlaşılmaz. Zira makam-ı imtinanda gelmiştir. Makam-ı imtinanda kelimenin mefhum-ı muhalefeti yoktur. Mantuk ile tefhim ve te’kid-i hal kasd olunmamalıdır. “ Her kim Allah ve Resulü’ne iman ederse şöyle yapmak helal değildir.” hadis-i şerifinde mantukun yani iman ile takyid olunmanın mefhumu yoktur. Iman tefhim için zikr olunmuştur. Siyak-ı kelamdan ta’mim kasd olunduğu zahir olmamalıdır. “ Cenab-ı Hakk her şeye kadirdir.” ayet-i celilesinde olduğu gibi. “Şey’” mevcuda “Ma’dum-ı mümkine kadir değildir.” mefhumu anlaşılmaz. Zira bu lafız ta’mim için gelmiştir. Mantuk bir cümleye tebean gelirse yine mefhum-ı muhalefet mu’teber değildir. Mantuk müstakillen zikr olunmalıdır. Mesela: “Siz mescidde i’tikaf ettiğiniz halde kadınlarınızla cima’ etmeyiniz.” buyuruluyor. Ya mescidin gayrisinde i’tikaf ederse mübaşeret caiz midir? Bunda da mefhum-ı muhalefet yoktur. Zira tebean gelmiştir. Asıl maksad Mantuk vasf-ı galib hükmünde olmamalıdır. nazm-ı celilinde Hucurda taht-ı terbiyyede olmak ile takyid olunuyor. Zevcin hucurunda taht-ı terbiyyesinde olsun olmasın nikah haramdır. Yoksa zevcin taht-ı terbiyyesinde bulunan üvey kızlar haramdır taht-ı terbiyyesinde olmayan üvey kızlar haram değildir demek değildir. Hucurda olmak vasf-ı galibdir. Ekseriya üvey kızlar zevcin taht-ı terbiyyesinde olur. Kitab ve Sünnet’te bunun emsali çoktur. Mefahim-i Muhalefet – Mefhum-ı muhalefet ber-vech-i ati nevi’lere münkasem olur: Mefhum-ı sıfat hükm-i evsafın biriyle zata ta’lik olunan yerde olur. hadis-i şerifinde olduğu gibi ki: Ganem zattır saime evsafından biridir. Hükm-i zekat saime olan ganeme terettüb ediyor. Cumhura göre mefhum-ı sıfat hüccettir. Ebu Hanife ashab-ı Ebi Hanife bazı Şafiiyye ve Malikiyyeye göre: Mefhum-ı sıfat ile amel olunmaz. Mefhum-ı sıfat delil değildir. Eimme-i lügatten Ahfeş İbni Faris İbni Cinni de Hanefiyyeye muvafakat ediyorlar. Şafiiyyeden Maverdi’ye göre: Saile cevap vakı’ olan yerlerde mefhum-ı sıfat ile amel olunmaz; fakat ibtidaen vakı’ olan yerlerde mefhum-ı sıfat ile amel olunur. Ebu Abdillah-i Basri’ye göre mefhum-ı sıfat üç surette hüccettir: hadis-i şerifinde olduğu gibi. tehalüf müşteri ile bayi’den her ikisine yemin lazım geleceği mes’elesinde olduğu gibi ki mebi’ kaim değil ise tehalüf lazım gelmez. let eder. Zira şahid-i vahid iki şahid tahtında dahildir. Mefhum-ı aded hüküm aded-i mahsus ile ta’lik olunan yerde olur ki bu adedin maadasından hüküm menfi olur. ayet-i celilesindeki gibi ki nazm-ı celil “seksen celde” diyor. yahud değil. Tam celde yapınız demektir. Malik Şafii Ahmed bin Hanbel Davud-ı Zahiri ile Hanefiyyeden Sahib-i Hidaye mefhum-ı adedi kabul ediyorlar. Mefhum-ı sıfatı kabul etmeyenler mefhum-ı adedi de kabul etmiyorlar. Mefhum-ı lakab hüküm ism-i alem ile veya ism-i nev’ ile ta’lik olunan yerde olur. “Ali Efendi şairdir.” “Ganemde zekat vardır.” cümlelerinde olduğu gibi. Cumhura göre mefhum-ı lakab mu’teber değildir. Ebubekir ed-Dakkak Şafiiyye mefhum-ı lakab Hazmendad Bacci İbnü’l-Kassar’dan da mervidir. ma’-i enva’da ma’mulün-bihdir. Fakat esma’-i eşhasda ma’mulün-bih değildir. Hanabileden ancak karine delalet ederse mefhum-ı lakab ile amel etmek caiz olduğu hikaye olunuyor. Fakat karine ile delalet niza’dan haricdir. Şart meşrutun tevakkuf ettiği şeydir. Mefhum-ı şart da lafz-ı şarta muallak olur. Mefhum-ı sıfata kail olan mefhum-ı şarta da kail olmuşlardır. Mefhum-ı sıfatı kabul etmeyenlerden bazısı bile mefhum-ı şartı kabul ediyor. Çünkü daha kavidir. Nitekim Ebu’l-Hüseyin es-Süheyli Adabü’l-Cedel’de Hanefiyyeden çoğundan nakl ediyor. Kerhi kabul ediyor. Ebnü’l-Kuşeyri mefhum-ı şartın hüccet olduğu[nu] ehl-i Irak’ın büyüklerinden nakl ediyor. İmamü’l-Haremeyn el-Cüveyni de ekser-i ulemadan nakl ediyor. Ekser-i Mu’tezile de buna kaildir. Muhakkıkın-i Hanefiyye bu mefhumu da kabul etmiyorlar. Bu men’ hususu Ebu Hanife’den Malik’den de rivayet olunur. Bakıllani Gazzali Amidi de men’i ihtiyar ediyorlar. “Eğer bana ikram edersen ben de sana ikram ederim.” cümlelerinde olduğu gibi. Mefhum-ı gaye hüküm veya ile meddolunan yerde olur. Bir şeyin gayesi o şeyin ahıri demektir. Cumhur buna kaildir. Mefhum-ı gaye mefhum-ı şarttan daha kavidir. Mefhum-ı muhalefeti nefy edenlerin birçoğu da mefhum-ı gayeyi kabul ediyorlar. Bakıllani Gazzali Kadı Abdülcebbar Ebu’l-Hüseyin mefhum-ı şart ile amel etmedikleri halde mefhum-ı gaye ile amel ediyorlar bu hususda Hanefiyyede bir taife ile Amidi mefhum-ı gayeyi kabul etmiyorlar. Mefhum-ı gaye Hanefiyyeden Sahib-i el-Bedi’’in dediği gibi delalet-i işaret yani mantuk kabilindendir. Telvih’de; “Mefhum-ı gaye müttefekun-aleyhdir.” sözü buna mahmuldür. Esteizü billah; ayet-i celilesi; “Akşama kadar oruç tutunuz akşamdan sonra tutmayınız.” demektir. ayet-i celilesi “Ellerinizi dirseklere kadar yıkayınız ondan sonrasını yıkamayın.” demektir. Bunun envaı vardır. Akvası olması muhtelefün-fihdir. Cumhura göre mefhumdur. Hanefiyyeye Ebu İshak-ı Şirazi’ye göre mantuktur. Karafi de bunu tercih ediyor. ile olan hasr kuvvette den akvadır. Fukaha ve usuliyyinden bir cemaat ez-cümle hasrı kabul ediyorlar. Diğer bir cemaat ez cümle Bakıllani Amidi bazı mütekellimin bunu inkar ediyor. Ancak amel ile niyet olur niyetin gayrisiyle amel olmaz demektir. Zeyd’den başka kaim yok demektir. Mefhum-ı illet hüküm illet ile ta’lik olunan yerde olur. “ Hamr iskarından dolayı haram kılındı.” cümlesinde olduğu gibi. Mefhum-ı illet ile mefhum-ı sıfat arasında şöyle bir fark vardır: Sıfat bazan illet olur: İskar gibi. Bazan illet olmaz belki mütemmim olur: Sevm saimelik gibi ki sevm Mefhum-ı sıfat hakkında ihtilaf edenler burada da ekser-i münkirin-i mefhuma göre müstesna-bih müstesna-minhin hükmüne muhalif bir hüküm ifade eder. Mefhum-ı istisna Hanefiyyeye göre mantuktur ibaredir. Hitabı hal ile takyid etmektir. Halbuki hal sıfata raci’ olmakla mefhum-ı hal mefhum-ı sıfattan başka bir şey değildir. Kelamı zaman veya mekan ile takyid etmektir. Bu da mefhum-ı sıfata raci’dir. Beyrut Müftüsü kibar-ı ulemadan faziletli Mustafa Neca Efendi hazretleri tarafından Anafartalar’da asakir-i cümesidir: Ey muhterem kumandanlar fedakar zabitler kahraman askerler! Allah’ın selam ve nusretine mazhar olunuz. Te’yid-i olduğumuz emiru’l-mü’minin efendimiz hazretleri fi-sebilillah cihadı i’lan etti ve Din-i Mübin’in muhafazası şu vatan-ı mukaddesin müdafaası için müslümanların nefir-i amm suretiyle kıyamını emir buyurdu. Düşman bilad-ı İslamiyyeden birine hücum edince böyle bir hareket zaten vacib olur. Artık Hilafet-i İslamiyye’nin merkezine a’da tarafından hücum edilir ve bütün memalik-i ne derecelerde kuvvet ve kat’iyet kesb etmesi icab eder düşünülsün. Evet böyle bir zamanda cihad bütün müslümanlar üzerine farz-ı ayn olur. İşte nefir-i amm da budur. Binaenaleyh imamü’l-müslimin ki Halife-i A’zam Gazi Sultan Mehmed Reşad Han Efendimiz hazretleridir cihadı emrettiği için ayet-i celilesi muktezasınca o emre itaat vacib olur. Ve hiç kimse için bu vecibeyi ifadan geri durmak caiz olmaz. Bilakis tarzındaki emr-i ilahi mucebince malıyla canıyla fi-sebilillah cihada Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz buyuruyorlar ki; “İmamü’l-müslimin cihada kıyam ile emredince hemen hazırlanıp çıkınız.” demektir. Ey kahraman mücahidler sizler bu emre imtisal ile Hilafet’i te’yid eden İslam’ın şanını şevketini yükselten ve şu günlerde göstermiş oldukları can-siparlık fedakarlık sebat azim gibi hasail-i ber-güzide ile mefahir-i mazıyye-i başında bulunuyorsunuz. Bunun için Kudüs-i Şerif ve Suriye havalisi ulemasından müteşekkil bir hey’et memleketlerinden kalkarak Halife-i muazzam efendimiz hazretleriyle rical-i devletine vecibe-i şükr ü mahmideti arz etmek ve muzaffer ordu-yı İslam’a en samimi temenniyatını ithaf eylemek üzere Merkez-i Hilafet’e kadar geldi. İşte şu dakıkada kendi tarafımızdan asaleten ve dindaşlarınız olan hemşehrilerimiz tarafından vekaleten size tahiyyat ve teşekküratımızı arz ediyoruz ey din ve devlet mu’inleri ve vatan müdafi’leri. Sizin Hilafet-i İslamiyye’nin makamını rayet-i Osmaniyye’nin şerefini sıfat-ı celile-i askeriyyenin şanını müdafaa uğrunda gösterdiğiniz şecaat ve hamiyet gerek bize gerek bütün aleme karşı ulüvv-i fıtratınızı fart-ı hamiyyet ü şehametinizi devlet ve millet hakkındaki ihlas ve muhabbetinizi pek aşikar bir surette gösterdi. Allah cümlenizden razi olsun. Allah cümlenizi ber-hordar etsin. Allah cümlenizi afiyet ve selametle mütena’im etsin. Dünyada yad-ı cemil ile ukbada ecr-i cezil ile feyz-yab etsin. Bilirsiniz ki cennet kılıçların gölgeleri izzet ise cihad bayrağının altındadır. Bilirsiniz ki nusret ancak sabr u sebat sayesinde kazanılabilir. Sizin lillahi’l-hamd ve’l-minne şimdiye kadar ihraz eylemiş olduğunuz tevfik ve nusret inşaallah nihayette muzafferiyet-i kamileyi tamamıyla kazanacağınıza beşarettir. Gerek bizler gerek diğer bilcümle müslümanlar bu beşaretle şimdiden mübeşşer olmaktayız. İşte o zaman bütün mü’minler nusret-i ilahiyyeyi görmekle ferah-yab olacaklar sizler de inşaallah memleketlerinize salim ve saadet-i dareyni haiz olarak döneceksiniz. farz-ı ayndır. Ümmet ancak bu farzın edasıyla hayat bulabilir. din ve devlet ancak bu farzın edasıyla muhafaza edilebilir. İslam’ın kuvvet ve şevketi de yine ancak bu sayede payidar olabilir. O halde ey kahraman mücahidler bu azminizde bu fedakarlığınızda devam ile hukuk-ı cihadı bi-hakkın eda edin ki Kelimetullah ali olsun. Sizler daha alem-i ervahda iken müşerref olduğunuz bu Din-i Mübin’e nusret edin ki mansur ve muzaffer olasınız. Habl-i ilahiye sımsıkı sarılınız. Ayrılık gayrılık hislerinden uzak durunuz. Sebat gösteriniz. Allah sabr u sebat gösterenlerle beraberdir. Cenab-ı Hakk Kitab-ı Mübini’nde mücahidleri medh u sena ederek buyurmuştur. Kezalik fi-sebilillah maktul düşenlerin hayat-ı ebediyyeye mazhar olduklarını haber vermiştir. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz buyuruyorlar ki: “Cihad fi-sebilillahı elden bırakmayınız. Zira o cennet kapılarından bir kapıdır. Allah onunla gammı kederi Cenab-ı Hakk ateşi haram kılar. Allah yolunda konan toz Ey kahraman mücahidler size Allahu Teala’nın ve O’nun Nebiyy-i Sadıkı’nın vaadlerini tebşir ederim. Düşmanla karşı geldiğiniz zaman sebat gösteriniz ve aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in sünnet-i seniyyelerine deyiniz. Vaktiyle ashab-ı kiram kendilerini korkutmak için; “Siz azlıksınız. Halbuki düşmanlarınız gayet çok. Binaenaleyh hazer etmelisiniz.” diyenlere karşı Allah’ın nusret-i mev’udesine yani; “Allahımız bize yeter. O; bizim için ne büyük bir delil ne güzel bir muhafızdır.” derlerdi. Hiçbir hezimete uğramaksızın cihaddan mansur ve muzaffer olarak avdet ederlerdi. MAKALAT Evvelce kari’lerimize pek yakında Sırbistan’ın bugünkü felaket ve izmihlale duçar olacağını anlatmış bu mani’in ortadan kaldırılmasıyla Şark seferlerinin derece-i ehemmiyyetini bir dereceye kadar izah eylemiştik. Görülüyor ki Sırbistan harekatı günden güne kesb-i vuzuh etmektedir. Müttefiklerimizin her sabah yeni yeni muvaffakıyet ve muzafferiyetlerini işitmekteyiz. Tuna yolu çoktan açılmış Macaristan’la Bulgaristan arasında nakliyat başlamıştır. Bundan maada başka Belgrad–Sofya Demiryolu’nun iltisak peyda etmesine de ancak pek cüz’i bir mesafe kalmıştır ki bu makalemiz intişar edinceye kadar ihtimal ki o da taht-ı te’mine alınmış olur. Bu hesabca Berlin–İstanbul Caddesi bahran ve berren açılıyor hutut-ı muvasale tamamıyla birbirine iltisak ediyor. Sırbistan üzerine hücum ederek onu harita-i alemden silmeye kat’i surette azm etmiş olan Alman Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan hükumetleri cidden şayan-ı hayret bir seyir ve sür’atle Sırbistan’ın son günlerini yaklaştırmaya bu dakıkaya kadar iki sülüsünü muannidane mukavemetlerine rağmen müttefikler ilerlemekte devam ediyorlar. Hatve başında Sırplardan binlerce esir külliyetli mühimmat alat u edevat-ı harbiyye seyyar hastahanelerle bir çok erzak ve zahire depoları buna mümasil harbe müteallik pek çok şeyler iğtinam eylemektedirler. Hatta vaz’iyet-i harbiyye noktasında da Sırplıların hatt-ı ric’atleri ya kesilmiş ya kesilmek üzeredir. Kuva-yı müttefikanın bu derece sür’atine karşı el-an keriyyeden Sırbistan’a gereği gibi muavenet lüzumundan bahsedip durmaları Selanik’e bu ana kadar ancak altmış seksen bin kadar kuvvet getirebilmeleri bununla beraber şimdiye kadar hiçbir ciddi muvaffakıyete nail olamamaları cidden acıklı! bir manzara teşkil ediyor. Diğer taraftan Balkanlar’da bunca zamandan beri dağıtılan milyonlarca paraların vasi’ mikyasda yapılan propagandaların enva’-ı mekr ü desiselerin hepsi mahv u heba olup en sonra haib ü hasir Bulgaristan’dan koğulmaları bu siyasi iflas neticesinde aralarında türlü türlü ihtilaf ve niza’lar başlaması kabinelerinin sukut ve tebeddülata ma’ruz kalması tekarrub etmekte olan izmihlal-i kat’inin asar-ı dehşet-nakidir. Can çekişirken bile Balkanlar vaz’iyetini lehlerine çevirmek için debeleniyorlar. Yunanistan’ı cebren harbe sokmak için matbuatları çırpınıp duruyor. Donanmaları Bulgaristan sahillerini bombardıman etmekle Bulgar efkar-ı umumiyyesi üzerine bir te’sir husule getirmeye çalışıyor. Fakat Bulgarlar o gibi beyhude ve neticesiz teşebbüsatı istihfaf ile karşılıyorlar. Yunanistan’ın vaz’iyeti ise eskisi gibidir. Venizelos’un acib ve garib rolleri gittikçe akamete mahkum oluyor. Yunan hükumetinin bi-taraflıktaki azm ü sebatını gören muahedenin mevcudiyetinden bahsediyorlar. Zaimis’in ten inhiraf ettirmedi. Bilakis yerine gelenler aynı siyaseti tasvib edeceklerdir. Yunan kralı göz göre göre bir Giritli serserinin amal-i men’[fa]at-perestanesiyçün başında bulunduğu bir milleti girdab-ı izmihlale sürüklemesine müsaade etmeyeceği tabii bir keyfiyettir. Romanya’ya gelince ondan İ’tilafçılar için hiçbir ümid kapısı kalmamıştır. O halde Berlin–İstanbul yolu açılmıştır. Bundan sonra Avrupa’ya Şark’tan bol bol ham eşya Bulgaristan’dan da mebzul zahire ve me’kulat gidecek; oradan da boyuna esliha mühimmat mevadd-ı harbiyye tayyare tahte’l-bahr hatta zeplin ve bu gibi işe yarayacak şeyler bu taraflara gelecektir. İ’tilafçıların bu derece şaşalamakta hakları vardır. Çünkü yolun açılması bir kere Mısır seferini tesri’ ve az zamanda muvaffakıyetle neticelendireceği gibi Rusya ve İngiltere aleyhinde ayaklanmış olan Esasen Berlin’e yeni ta’yin olunan Hüseyin Kulu Han Nüvvab’ın İran’daki Demokrat Fırkası’nın liderlerinden olduğuna ve mezkur fırkanın Ruslarla İngilizler aleyhinde de şimdiden İran’ı da İ’tilafçılara karşı muharib bir hükumet ve millet addetmekte kendimizi haklı görürüz. Böyle olmasaydı Rusya sefiri konsoloslarını tebeasını İran’dan reyan gittikçe düşmanlarımız aleyhinde kesb-i vüs’at ediyor. İran’ın hatt-ı hareketini ta’kıb etmekte olan Afganistan’ın da İran’dan sonra derhal İngiltere ve Rusya’ya karşı muharib bir vaz’iyet takınması umur-ı muhakkakadan sayılabilir. Hatta geçenlerde Rusya konsolosları kendi resmi raporlarında Afganistan’da altmış bin süvariden mürekkeb bir kuvvetin toplanıp bir semt-i mechule doğru hareket edeceklerini Rusya’ya ihbar etmeleri keyfiyeti Afganistan’ın da cihad hazırlıklarında bulunduğunu sırası gelince hemen İngiltere ve Rusya’ya yükleneceğini gösteriyor. Mısır ve Irak harekatı bizce bu Şark seferinin anahtarları mesabesindedir. Hamden sümme hamden Irak’da daima düşmanlarımız tepelenmektedir. Yakında da inşaallah Hıtta-i Mısriyye’yi İngiltere’nin dest-i tehekkümünden tahlis ve istirdad edeceğiz. Süveyş Kanalı’nın kuva-yı Osmaniyye eline geçmesi Hind seferini teshil edeceği gibi Hindistan’da da dehşetli ve ciddi ihtilallerin husulünü te’min eyleyeceğine asla şübhe etmemelidir. Binaenaleyh her taraftan almakta olduğumuz meserret-bahş ve ümid-aver haberler yakında alem-i İslam’ın harekat-ı fa’alanesini göstermekte ve bu suretle Harb-ı Umumi’nin Şark harekatıyla nihayet bulup neticeleneceğine delalet eylemektedir. hiyle Lozan’dan telgrafla iş’ar ediyor: “Fransız meb’uslarından Monri Figaro gazetesinde neşr ettiği bir makalede alem-i İslam’ın mümessili olmak üzere müslümanlar için bir hükumet-i diniyye ve kudsiyye ihdas eylemelerini tasviye ediyor.” Makedonya’da Bulgarlarla Fransız ve İngilizler arasında kanlı muharebeler devam ediyor. Erbab-ı basiret hem-palarının İslam’ı teşettüt ve zaafa düşürmek için oralarda saçtıkları fesad tohumları bugün birer kara çalı oldu da kendilerini kanlara boyuyor. Her şey hatıra gelirdi; fakat Fransızların İngilizlerin kendi ayaklarıyla bu siyaset meydanına gelip cellad-ı bi-emana böyle boyun uzatacaklarını bütün dünyaya karşı rezil ve maskara olacaklarını hiç kimse tasavvur bile edemezdi. İşte bu KARİIN-İ KİRAMIN NAZAR-I DİKKATİNE Böyle bir zamanda umum kari’ler abone bedelatını peşinen göndermedikçe tedvir-i umur mümkün değil dermemiş olurlarsa idarenin ne kadar müşkilata duçar olacağı elbette takdir olunur. Sebilürreşad’ın bu kadar fedakarlığına karşı kari’lerin de onun idame-i hayatını biraz olsun düşünmeleri Bilir misin ki senin Şark’a meyleden nazarın Birinci def’a doğan fecridir zavallıların? Huda’yı bir tanımak töhmetiyle suçlu olan Şu hanümanı yıkık üç yüz elli milyon can Nedense mevte olurken biner biner mahkum Çıkıp da etmedi bir ses bu hükme karşı hücum! Nedense duymadı Garb’ın o hisli vicdanı Huruşu sine-i a’sarı inleten bu kanı! Nedense arşa kadar yükselen enin-i beşer Sizin semalara akseyledikçe oldu heder! Nedense vahdet-i İslam’ı tarumar edeli Büyük tanıldı mukaddes bilindi zulmün eli! Zemin-i Şark’ı mezalim kasıp kavurdukça; O kıpkızıl yüzü hakin fezaya vurdukça; Gurub seyreden avare bir temaşa-ger Kadar da olmadı dünya nasibedar-ı keder! Keder de söz mü ya? Alkışlıyordu celladı Utanmadan koca “yirminci asrın evladı!” Evet şenaate el çırpıyordular hepsi... Senin elinde yok ancak bu alkışın levsi. O nasiyen –ki pürüz bilmeyen bir ayine Beraatiyle bütün kavminin beraatine Güvah olup duruyor – Şark’a doğru dönmeli ki: Sizin de Garb’ınızın hatırat-ı na-paki Biraz silinsin onun hiç değilse yadından. Hanım muhitinizin alçak i’tiyadından –Ki zora karşı yılışmak zebunu ezmekti– Benat-ı cinsini bilsen neler neler çekti! Onun netice-i ikazıdır ki: “Avrupalı” Denince ruhu sağır kalbi his için kapalı Müebbeden bize düşman bir ümmet anlardık. Hayır bu an’anenin hakkı yok deyip artık Benat-ı cinsine göstermek isterim seni ben... Yabancı durma ki pek aşinasınız kalben. O annecikler için duyduğun hurafeyi at! Düşünme dest-i musafatı Şark’a doğru uzat. Ne hisli validelerdir bizim kadınlarımız! Yazık ki: Anlatacak yok da yanlış anladınız. Yazık ki: Onları tasvir eder birer umacı Beş on romancı sıkılmaz beş on da maksadcı. Nedir bu anlamamazlık? Gelin de anlaşınız; Lisan-ı müşterek olmaz mı kendi göz yaşınız? Nasib-i zarına düşmez bu işde fazla keder; Öbür taraf seni hatta kederlerinden eder. Başmuharrir Kur’an-ı Kerim nüzul ettiği zaman saha-i arzın her tarafında insanlar biri havas diğeri avam olmak üzere denin kavanin ve nizamatı da tabaka-i havassın dununda bulunan her ferdi hukuk ve vezaif i’tibarıyla onların ma-dununda tanımakta idi. Bundan cür’et alan güruh-ı havas o biçareleri esir makamında kullanıyor bütün işlerinde onları istihdam etmekle beraber ırzlarını esbab-ı maişetlerini bütün ma-meleklerini kendileri için mubah addediyorlar idi. Avamdan hiçbir ferd havasdan olanlardan kısas taleb etmek bir mes’elede onunla münakaşa ve mücadele edebilmek yahud bir hak istemek salahiyet ve iktidarını haiz değildi. Kur’an’ın nüzulü re’fet-i amme uhuvvet-i hakıkıyyeyi te’sis etmekle beraber beşeriyetin afak-ı sairesinde servet ve refah levn lisan şeref-i aile ve mertebe-i ictimaiyyeyi medar-ı temayüz ve rüchan addeden kavanini de esasından sarstı. Şu kadar var ki bu müsavat bidayeten yalnız Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme iman ona nazil olan nur-ı mübine ittiba’ eden ümem-i İslamiyye arasında sür’atle inkişaf edebilmiştir. Çünkü alem-i beşeriyyet Kur’an’ın nüzulünden evvel siyaset-i ümemde adl ü müsavatın bir zaruret-i ictimaiyye olduğunu takdir edebilecek hal ve mevki’de bulunmuyor idi. Kezalik Kur’an -ı Hakim desatir-i adl ü re’fetini beyan ve izah ettikten sonra beyne’l-efrad hukuk-ı ammede madı. Vüs’at-i nüfuz ve iktidara füshat-i diyara malik olan bugünkü ümmetler arasında el-an ahkam ve muamelatında alemi ile Garbı tefrik edenler mevcud olduğunu iddia edersek fikir ve iddiamızda ifrat etmiş addedilmeyeceğimizden eminiz. Hatta bunlar miyanında ecnas-ı beşeriyyenin bünyelerinin terkibi mizaclarının te’lifi dimağlarının mikdarı i’tibarıyla tavaif-i beşeriyye arasında husul-i tefavütü zaruri gören tefazulu na-kabil-i ictinab göstermek havass u mezaya bahş ederek bu suretle bir ümmetin diğer ümmete has olan mezayaya el uzatmasına bir fırkanın diğer fırkaya bahşedilmiş olan mevahib-i fıtrattan zah vücuda getirmiş ulemaya malik olanlar da vardır. Acaba bu cahil müstebidlerin mertebe-i idraki Arabla Acemi aynı seviyede gören zencilerle beyazların hukukunu te’lif ensab ile mufahare servet ve refah ile mufazalayı esasından mahv eden Kur’an -ı Hakim’in rütbe-i bülend-takririne nisbetle nerede kalır? Onların mesail-i cinaiyyede hükümdarlara beşeriyetin fevkinde bir paye veren onları muhasama ve kısas ümniyelerinin erişemeyeceği bir mertebe-i bala-terinde tutan ahkam-ı kanuniyyeleriyle memluk ile melike ümera ile esnafa aynı suretle ikame-i hududu mütehattim kılan icab-ı ma’delete müstenid olmadıkça bir zengini bir fakır üzerine ref’ u takdim hakk-ı lüzum göstermedikçe bir zaife karşı bir kaviye muzahereti hiçbir vakit tecviz etmeyen Kitab-ı Kerim’in ahkam-ı adilesi arasında nasıl nisbet tasavvur olunabilir? Acaba Resul aleyhisselam nefsinde yahud akarib ve ashabından birinde diğerlerinden fazla bir meziyet görmek yahud diğerleri hakkında vermediği bir hükmü onun hakkında infaz etmek gibi bir halin suduru görülmüş bir şey midir? O Resul-i güzin ki maraz-ı mevtinde Fazl bin Abbas ile Ali bin Ebi Talib’e dayanarak mescide gitmiş minber-i saadete çıkarak şu hutbeyi irad etmiş idi: “Ey nas! Ben kimin arkasına bir değnek vurdum ise işte arkam o da bana vursun. Kimin ırzına sebbettimse işte malını aldımsa işte malım o da alsın ve kendine karşı kin ve adavet peyda edeceğimden korkmasın. Çünkü o benim şanımdan değildir.” Yine Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem irtikab-i sirkat eden Mahzumiye Hadisesi’nde şu hutbeyi “ Sizden evvelkilerin helak edilmelerine sebeb şu idi ki içlerinden şerif bir kimse sirkat ederse bırakırlar zaif bir kimse sirkat ederse üzerinde haddi ikame ederler idi. Allah’a yemin ederim ki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kızı Fatıma bile irtikab-i sirkat etse elini keserim.” Kur’an -ı Hakim insanlar arasında izhar-ı mefharet Bir köle efendisinin hanesinden zelil ve hakır olarak çıkar İslam’a dahıl olup da ayat-ı Kur’an iyyenin natık olduğu esbab-ı rüşd ü sedada tevessül etti mi; fazl-ı takaddüm sayesinde eben an-ceddin mecd ü şerefi tevarüs etmiş nüfuz ve kudretine küçük-büyük her ferdi ser-füru ettirmiş olanların fevkinde bir mevki’-i izz ü şeref ihraz eder idi. Hülasa Kur’an -ı Hakim sayesinde ebna-yı Adem arasında deaim-i müsavat peyda-yı istikrar etmiş insanlar havza-i İslam’a dahıl ve rububiyyeti daire-i teklifden tereffu’ ve tealiyi ancak Allahu Zü’l-celal’e ifrad ü tahsis eden bir Kitab-ı Kerim’in ibadat ve muamelatta müsavata riayeti amir olan ahkamına münkad bulundukça neseb levn vatan gibi şeylerin medar-ı rüchan olabilmek için hiçbir hüküm ve te’siri kalmamıştır. Eşraf ve ümera hükumetlerinin asırlardan beri nüfuz ve tahakkümleri altında ezmekte oldukları akvam-ı hırıstiyaniyye Kur’an’ın hengam-ı nüzulünde Din-i İslam ile teşerrüf ve onun füruğ-ı hidayetiyle tenvir-i basirete muvaffak olaydılar sadat ve kübera arasında bir meta’-ı naçiz gibi elden ele dolaşmazlar; Fransa İhtilal-i Kebiri’nin bir çok noksanıyla beraber kazandırmış olduğu niam-ı hürriyyetten pek çok asırlar evvel istifadeye başlamış olurlar idi. Ehl-i enzar olan mütekellimin ile ehl-i irade ve muhabbet olan mutasavvıfenin; nazar irade ve muhabbeti cem’ eden Selefiyye’nin nokta-i nazarları ayrı olduğundan biz-zarure aralarında ihtilaf zuhur ediyor. nazar-ı bid’i beynini tefrik nazar-ı şer’iye ta’zim nazar-ı bid’iden i’raz eylemek; irade-i şer’iyye ile irade-i bid’iyyeyi tefrik irade-i şer’iyyeye ta’zim irade-i bid’iyyeden Ehl-i enzarın nokta-i nazarları: İradeden i’raz etmek yalnız nazar-ı şer’iyi iltizam etmeyip ale’l-ıtlak enzara atf-ı ehemmiyyet eylemektir. Ehl-i iradenin nokta-i nazarları: İrade-i kalbe ta’zim hevayı zemm ale’l-ıtlak iradeye atf-ı ehemmiyyet edip Selefiyye nazar-ı bid’i ile irade-i bid’iden i’raz ettiklerinden onların efkar ve mu’tekadatında bid’at bulunamaz. Fakat mütekellimin nazar-ı şer’i ile nazar-ı bid’iyi fark etmediklerinden ve irade canibinden i’raz ettiklerinden onların efkar ve mu’tekadatında bid’at ve dalalet bulunabilir. Nitekim mütekellimin başlıca iki fırkaya ayrılır: Ehl-i sünnet ehl-i bid’at. Bunun gibi mutasavvıfe de irade-i şer’iyye ile irade-i bid’iyyeyi tefrik etmeyip mu’tekadatında bid’at ve dalalet bulunabilir. Nitekim mutasavvıfe de başlıca iki fırkaya ayrılır: Sadat Gulat. Zikr olunan mesalik-i selasenin netayic-i ilmiyyelerini beyan edelim. Hem a’mal-i zahireye hem a’mal-i kuluba sünnet-i seniyye üzere Binaenaleyh mefsedet-i halisa veya racihayı mutazammın olan çareler ibtal-i hakka müeddi olan çareler vacibi iskat eden çareler Allah’ın helal kıldığı şeyi haram kılan veya haram kıldığı şeyi halal kılan çareler batıldır hiçbir vechile caiz değildir. Nazarda Kitab ve sünnete temessük etmek lazımdır. Binaenaleyh ahkam-ı diniyyede mücerred zann u tahmin nusus-ı sarihayı redd ü tahrife müeddi olan nazar ve kıyaslar asla caiz değildir. Ma’sıyet ile taat arasını fark etmek lazımdır. Binaenaleyh tevhid ile işrak evliyaullah Fir’avn Hazret-i Muhammed aleyhi’s-salatu ve’s-selam beh ayrıdır; müstahsen olana muhabbet müstakbeh olana nefret olunur; müstahsen emr olunmuş müstakbeh nehy olunmuştur. Halik başka mahluk başkadır. Tahkıkı artan kimsenin Allah’a muhabbeti ubudiyeti itaati masivaya hürriyeti gayra olan muhabbetten ubudiyyetten itaatten i’razı artar. Muhabbet taati ve terk-i muhalefeti iradeden Resul’e ittiba’ etmezse kazibdir. Bunun muhabbeti Allah Eğer muhabbette ihlas olmuş olsaydı ancak Allah’ın sevdiğini sever Resul-i Ekrem’e ittiba’ eder idi. Madem ki muhabbet da’vasında bulunmakla beraber Resul-i Ekrem’in buğz ettiği kimseyi de seviyor onun muhabbetinde müşrikinin muhabbeti gibi bir muhabbet vardır. Mürid lillah muhib lillah ittiba’-ı Resulü emr ettiği şey müşrikinin muhabbeti gibi muhabbeti bulunmuş olur. Muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullahın gayesi nazm-ı celili vechile Allah’a ve resulüne muhalefet ve adavet edenlere buğz etmektir. Kitab ve sünnet ve ittifak-ı selef ile sabittir. Muhabbet bir fiildir ki ona bir müteallak bir mahbub lazım olur. Muhabbet bir cinsdir ki tahtında enva’-ı kesiresi vardır. Mahbublar çoktur. Fakat mahbub ve murad Allah’dır. Eğer mahbub ve murad Allah olmazsa herhalde başka bir şey olur: Ya mal olur ya cemal olur ya cah olur ya ilah-ı batıl olur. Bu halde insan onun kölesi olur. Çünkü insan mahbubunun kölesidir. Her abid ma’budunu sever. nazm-ı celili mucebince müşrikin bile alihesini severler. Mü’minin ma’bud-ı hakıkılerini severler. Müşrikin muhabbette başka birini sevmezler. Müşrikin ise başka birini de severler. bir mahbub ile terk eder yahud bir emr-i mekruhdan korkar da öyle terk eder. Bunun gibi hubb-ı fasidden ancak hubb-ı salih ile veya marazdan havf ile vazgeçilir. Halavet-i ihlası tatmış olan kimsede heva makhur olur. nazm-ı celili mucebince salatta hem def’-i mekruh fahşa’ ve münkeri nehy hem tahsil-i matlub zikrullah vardır. Zikrullah ibadet-i kalb için maksud bi-zatihidir. Şerr u mekruhun mündefi’ olması kalb için maksud li-gayrihidir. Muhabbetin hakıkati mahbubuna muvalat ile tamam olur. Mahbubuna sevdiğini sevmede buğz ettiğine buğz etmede muvafakat etmektir. Mahbub olan Allah buğz eder. İnsanın da iman ve takvaya muhabbet füsuk ve isyan ve küfre buğz etmesi lazımdır. vesi sevmekle adeta şirkte bulunurlar. Nitekim bazı a’mal vardır ki insan onu Allah için yapıyorum zanneder; halbuki nefsü’l-emirde bir şirk-i hafi vardır: Ya hubb-ı riyaset Muhabbet iddia edip de muhabbeti mizan-ı ilim mizan-ı Kitab mizan-ı sünnet ile vezn etmezse muhabbete bir nevi’ şirk ittiba’-ı heva ve heves dahil olur. Çünkü Cenab-ı Hakk; nazm-ı celilinde beyan buyurulduğu vechile Allahu Teala’ya muhabbet Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerine sevdiği şeye da’vet eder. Allah neyi sever ise Resul-i Ekrem muhakkak insanları ona da’vet etmiştir. Resul-i Ekrem Efendimiz insanları neye da’vet etmiş ise Allah muhakkak onu sevmiştir. Muhabbet-i Bari ile da’vet-i peygamberi arasında mülazeme vardır. Mahbub-ı Huda müttehid sıfaten mütenevvi’dir. Muhabbet irade-i kalbi tahrik eder. Muhabbet-i tamme husul-i mahbubatta irade-i cazimeyi müstelzim olur. Abd ona kadir olur ise onu tahsil eder kadir olamazsa kadir olamadığı şey’i yapamaz. Muhabbet gerek fasid olsun gerek salih olsun ekseriya mezahime katlanmak ile mahbublara nail olunur. Nitekim; “Bağban bir gül için bin hara hizmetkar olur.” denmiştir. Meratib-i hubbun evveli alaka sonra sababe sonra garam sonra aşk sonra teymdir . Alaka: Kalbin mahbuba taalluku sababe: Kalbin mahbuba insıbabı garam: Kalbe lazım olan muhabbet Teym: Ubudiyettir. Nitekim teymullah abdullah demektir. Kemal-i muhabbet kalbden masivayı yakar. Kalbde masiva bırakmaz. Kalbde Allah’a ne nisbette muhabbet artarsa o nisbette Allah’a ubudiyet ve masivaya hürriyet artar. Bunun gibi Allah’a ubudiyet ve masivaya hürriyet arttıkça muhabbet de artar. Allah’a muhabbet ile Allah’a ubudiyet ve masivaya hürriyet mebsuten mütenasibdir. Kalb Allah’a züll ile muhtacdır. nazm-ı celili mucebince kalb Allah’a hem min-ciheti’l-ibade hem min-ciheti’l-istiane muhtacdır. Kalb ancak Allah’a muhabbet ve ibadet ile meserret bulur sükunet bulur. Kalbi kaffe-i mahlukattan müstağni kılmak masivaya hürriyet-i kamilede bulunmak; ancak Allah’a ibadet ile ancak Allah’dan istiane ile ancak Allah’a tevekkül ile ancak Allah’ın sevdiği ve razi olduğu şeyle ferahnak olmak ile ancak Allah’ın buğz ettiği şey’e buğz etmek ile ancak Allah için i’ta ile ancak Allah için redd ü men’ ile ancak Allah için sevmek ancak Allah Allah’a ne nisbette ihlas-ı din kavi olur ise ubudiyet ve masivaya hürriyet o nisbette kavi olur. nazm-ı celilindeki ihlas ihlas-ı dindir. İhlas-ı din din ancak vahid olan Allah için olmak Allah’dan başkası hiçbir vechile onda bulunmamak demektir. Muhlis lillah halavet-i ubudiyyeti halavet-i muhabbeti tatmış olur. İhlasın hakıkati nazm-ı celilinin hakıkatinde dahildir. Muhlis lillah olanda başka bir şeyi taleb ve irade başka bir şeye muhabbet yoktur. Başka bir şeyi taleb ve irade edende ihlas lillah yoktur. şeklinde yazılmıştır. Ehl-i irade ve süluke en ziyade riayet etmeleri vacib olan şey mekruh-ı Hakk ile mahbub-ı Hakkı ayırmak tevella ve teberrayı bilmek me’mura ittiba’ mahzuratı terk etmek kalbde ancak Allah’a ubudiyet masivaya hürriyettir. lah’dan istiane edip masivadan alakayı kat’ etmek bir kimsede hasıl olur ise ta’bir-i aharla ihlas ve tevekkülü hakka’l-yakın bilir ise o kimse ta’bir olunamayacak derecede sürur ferah ve lezzet bulur; onda asla havf hüzün gam hem bulunamaz. Fakat masivayı seven mesela riyaset ve cah talebinde bulunan mal iddiharında bulunan cemale alaka kaydında bulunan bir kimsede ta’bir-i ahar ile hubb-ı masivayı hakka’l-yakın bilen bir kimsede yine ta’yin olunamayacak derecede hem gam hüzün elem dik-ı sadr bulunur. Buna mebni buyurulmuştur. Halil olmaktır. Muhabbetin fevkindedir. Onda şirket yoktur. Nitekim denmiştir. Asl-ı muhabbette iştirak vardır. Muhabbet muhabbet-i Rahman olduğu gibi muhabbet-i evsan muhabbet-i sulban salibin cem’i muhabbet-i nisvan muhabbet-i sıbyan muhabbet-i evtan muhabbet-i ihvan da olur. Muhabbette hem menfaat hem mazarrat hem hubb-ı salih hem hubb-ı fasid vardır. Allah için muhabbet hubb-ı salih Allah için olmayan muhabbet hubb-ı fasiddir. Hubb-ı salih Allah’a muhabbet olduğu gibi Allah’dan maadaya da muhabbet olur. Şu kadar ki Allah’dan maadaya olan muhabbet Allah’a tebean muhabbettir. Mü’minler için Allah’ı sevmeden a’zam ekmel etemm bir muhabbet yoktur. Allah’dan başka min-külli’l-vücuh lezzata muhabbete layık hiçbir mevcud yoktur. Resul-i Ekrem Allah için mahbubdur Allah için muta’dır Allah için metbu’dur. Ehl-i Beyt-i Resulullah Resulullah Abd Allah’ın kendi Rabbi kendi Halikı olduğunu Allah’a muhtac olduğunu bilirse Rububiyyet-i İlahiyye’ye müteallik olan ubudiyeti bilmiş olur. Abd Allah’dan ister Allah’a niyaz eder Allah’a mütevekkil olur emr-i Bari’ye itaat eder. Fakat bazan ma’sıyet işler; hatta Rabb olduğunu bilen ibadullah asnamı bir vasıta nezd-i Bari’de şefi’ zanneder. Nitekim ve nazm-ı celilleri bu hususu beyan ediyor. Abd iki ma’nada müsta’meldir: Abid muabbid. deti kasd eder. Emr-i Bari’ye emr-i peygamberiye itaat eder. Mü’min-i müttakı olan evliyaullahı sever a’daullaha buğz eder. İşte ilahiyete uluhiyyete müteallik olan det etmeyen Allahu Zü’l-celal ile beraber başka bir ilaha kalbin ilaha olan ubudiyetidir. Kalbin kemal-i muhabbet ile kemal-i ta’zim kemal-i reca ile kemal-i istiane ile kulluk ettiği zat-ı ecell ü a’ladır. Allah kendini kul edinmiş kendisinde tedbir ve tasarruf etmiş kimse demektir. Bu i’tibar ile kaffe-i mahlukat ibadullahdır. Bu hususda ebrar ve füccar mü’minin ve küffar müşterektir. Çünkü Cenab-ı Hakk hepsinin Rabbi’dir Meliki’dir Halikı’dır Razıkı’dır hepsini runda tasarruf eden O’dur. Hiçbir mahluk hiçbir vechile meşiyyet-i Bari kudret-i Sübhaniyyeden harice çıkamaz. Bu böyledir. Abd isterse mesin. Mü’min bilir i’tiraf eder. Cahil ve cahıd münkir buyurulmuştur. Cenab-ı Hakk’ın sevip razi olduğu kaffe-i akval ve a’mal-i zahire ve batınayı cami’ olan bir isimdir. Salat zekat savm hacc ehl-i küfr ü nifaka karşı fi-sebilillah cihad nazm-ı celili mucebince Allah’dan istiane bi-hasebi’l-imkan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker sıdk-ı kavl eda-i emanet birr-i valideyn sıla-i erham ahde vefa komşuya ve yetime ve miskine ve memluke ihsan kıraet zikir dua ve emsali gibi. Allah’a muhabbet Resulullah’a muhabbet Allah’dan havf Allah’a inabe Allah’a ihlas hükm-i ilahiye sabır niam-i ilahiye şükür kaza-i ilahiye rıza Allah’a tevekkül rahmet-i Bari’ye rica azab-ı Bari’den havf ve emsali Allah için ibadettir. Allah için ibadet Allahu Zü’l-celal’in muhabbet ettiği ve razi olduğu gayedir: nazm-ı celillerinin delaleti vechile kaffe-i rusül-i kiramın getirdiği tevhid budur. Cenab-ı Hakk; nazm-ı celilleri mucebince ibadetten müstekbir olanları zemmediyor. İbadet inkıyad ve huzu’ demek olmakla Allah’a ibadet Allah’a taat Allah’a huzu’ demektir; muhabbet ve rıza ve taat hem Allah hem Resulullah kül havf reca ve saire ancak vahid olan Allah için olur. nazm-ı celilleri mucebince kafi olan ancak Allah’dır. nazm-ı celilinden maksad: Cenab-ı Hakk hem sana; hem sana ittiba’ eden mü’minlere kafi demektir. Yoksa sana hem Cenab-ı Hakk hem mü’minin kafidir demek değildir. tarafından tebliğ buyurulup o nebiyy-i muhteremin ashab-ı kiramıyla onların muasırlarınca zabt olunan Din-i Mübin’dir ki bir müddet arada hiçbir niza’ hiçbir külfetli te’vil hiçbir tefrika meyli zuhur etmeksizin ahkam-ı celilesine muraat olundu. Ben bu makalemde onu mücmelen bildireceğim. Tafsilini ise Kitabullah’a imtisalen basiret sahiblerine bırakacağım. Söyleyeceğim sözlerde senedim Kitab ile sünnet-i sahihadan bir de sahabe-i güzinin meslek ve tarikatlerinden başka bir şey olmayacaktır. Din-i İslam Cenab-ı Hakk’ı zatında ve ef’alinde tevhid esası üzerine nazil olmuş; sonra bu kevnin bir halikı olup o yegane Halik’ın ilim kudret irade ve saire gibi yine kendi asar-ı sun’undan istidlal olunan bir takım sıfat-ı celile ile muttasıf olduğuna; kezalik mahlukatından hiçbir şey’in kendisine şebih olamayacağına; onlarla kendi arasındaki nisbet kendisinin onları mucid onların ise kendisine aid ve raci’ olmalarından başka bir şey olamayacağına deliller ikame etmiştir. Kitabullah’da varid olan gibi elfaza gelince bunların kendilerine mahsus ma’naları vardır ki Kur’an ile ilk muhatab olanlar onları tamamıyla idrak ederek asla iştibaha düşmemişlerdir. Allahu Zü’l-celal’in zat ve sıfat-ı fevka’l-hayali için mahlukatından birinin cesedinde yahud ruhunda zuhur eylemek muhaldir. Allah kulları arasında dilediğini murad buyurduğu makama mümtaz etmiştir. Ve bütün bunlar ilm-i ezelisinde vaz’ u takdir buyurduğu kanun-ı ilahisi muktezasınca cereyan etmektedir ki o kanuna ne tebdil tari olur ne de tağyir yaklaşabilir. Din-i İslam şu mu’tekadatın hiç birini delil ve burhansız kabul etmeyi bütün zevi’l-ukule men’ etmiştir. Bu burhan ise mukaddematı his ile anlaşılan mahsusata; bir de iki nakızın ictima’ında yahud ikisinin birden irtifaındaki masının kat’iyeti gibi vuzuh i’tibarıyla mahsusattan aşağı kalmak şöyle dursun daha fevkinde bulunan bedihiyata müntehi olan kısımdan olacaktır. Sonra bu mümtaz olan mahluklar da diğerlerinden farksız ve onların da sairleri gibi nefisleri hakkında nef’ ve zarardan aciz olup gayeti kendilerinin mazhar-ı tekrim olan ıbad zümresinden olmaları ve ellerinden çıkan her işin bir mevzu’-ı mahsusda ve bir emr-i mahsus-ı ilahi ile zuhura gelmesi takdir-i Sübhani muktezasıdır. ayet-i celilesini teemmül edelim. Ma’lumdur ki “şükür” –lügat-i Arabda– bir ni’meti in’amından maksud olan cihete sarf etmek ma’nasınadır. İşte Kitabullah böyle bir ayet-i kerime ile bildiriyor ki Cenab-ı Hakk bize bir takım havas vermiş bizi bir takım kuvvetlerle maftur etmiş ki biz o havass u kuvayı ancak O’nun mevhibesi sayesinde hılkatlerinden maksud olan cihetlere sarf ediyoruz. Binaenaleyh her ferd –ister lehinde olsun ister aleyhinde olsun– kendi amelinin bizzat kasibidir. Lakin idrakatimizin aciz kuvamızın kasır kalarak ötede bir dest-i kahharın yahud aczin imdadına yetişecek bir kudret-i reha-karın vücudunu ve bu mevcud-ı fevka’l-hayalin kendimize müsahhar olan kuva-yı ma’rufenin fevkinde olup O’nun huzur-ı azametinde huzu’a varmak ve böyle müşkil zamanlarda kendisinden istiane etmek lüzumunu nefislerimiz hıssedince bu huzu’ ve istianenin mercii ancak bir zat olabilir ki o da Allahu Zü’l-celal hazretleridir. Dünyada böyle olduğu gibi ukbada da a’mal-i tayyibenin kabulü yahud ef’al-i seyyienin gufranı hususunda Allah’dan başka mülteca yoktur. Yevm-i cezanın Melik’i ve Malik’i ancak O’dur. farklı olsa da hakıkatte onun aynı bulunan akayidin kökleri sökülüp atıldı. Bunun neticesi olarak ukul-i beşer o akıde-i batılanın levaziminden olan evham-ı fasideden temizlendi. Ruhlar bu evhamın tevlid ettiği melekat-ı seyyieden tenezzüh ederek bu sayede ma’budlar hakkında ve ma’budlar sebebiyle duçar olmakta bulunduğu fıtrat-ı kerimesi nisbetinde şereflendi. Artık gökleri yerleri yaratan Halik-ı Zü’l-celal’den başkasına huzu’ göstermez oldu; herkese İbrahim aleyhi’s-selam gibi nida-yı tevhidini yükseltmek ve aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in emr olundukları vechile demek farz oldu. Teşrin’de küşad olunan Meclis-i Milli’de serkatib-i hazret-i şehriyari tarafından kıraet olunan nutk-ı hümayun-ı hazret-i hilafet-penahi suretidir: Muhterem a’yan ve meb’usan! Kanunievvel’den beri cereyan eden vakayi’ ve hadisat o gün kıraet edilen nutk-ı hümayunumda vuku’ bulan temenniyatımı ve netice-i harbin bütün alem-i İslam’ın ve Osmanlılık’ın hayır ve selametini mucib olacak surette teyessür-nüma-yı husul olacağına dair izhar edilen ümid-i şahanemi hamden lillah te’yid ve takviye etti. Moskofların İstanbul ve Boğazlar’a karşı iki buçuk asırdan beri perverde ve muannidane bir surette tatbik ve ta’kıb ettikleri hırs-ı istilalarının tahakkukunu teshil için Çanakkale’ye ve Gelibolu şibh-i ceziresine karşı İngiliz ve Fransızların kuva-yı bahriyye ve berriyyeleriyle icra ettikleri taarruzat-ı şedide ordu ve donanmamın ecdad-ı kiramın menakıb-ı cengaveranesini pek şanlı bir surette ihya eden ve bütün alemin hayret ve takdirini celb eyleyen müdafaat ve himemat-ı can-siparane ve fedakaranesiyle def’ u tard olunmuş ve düşmanlarımız zayiat-ı azime ve müdhişeye duçar olmuştur. Husemamızın bu inhizamı İstanbul yolunun gayr-i kabil-i mürur olduğu kanaatini te’sis ederek mağrur düşmanlarımızı Balkan devletlerine ilticaya mecbur etmiş ve şibh-i cezirede çevrilen bütün entrikaları ta’kım ve mu’zam müttefiklerin Karpatlar’da Rus ordularını Galiçya’dan ve Lehistan’dan sürüp çıkarmalarını ve asır-dide düşmanımızın bütün kıla’-ı müstahkemesinin zir ü zeber edilmesini ve Rus kuvasına istinad eden İ’tilaf-ı Müselles’in bütün ümidlerinin ber-hava olmasını teshil eylemiştir. Osmanlı Ordusu’nun şan ve şerefinin böyle parlak bir surette iade ve ihyasına vesile veren Cenab-ı Hakk’a secde-i şükrana kapanarak arz-ı mahmidet eder ve diğer cebhe-i harblerde hudud-ı vatanı fedakarane müdafaa eden gazilerime de nusret-i bi-nihaye bahş buyurmasını niyaz eylerim. Hayret-aver bir intizam ve bahadırlıkla Moskof ordularının kuvve-i tecavüziyyesini kırarak bütün hudud-ı müstahkemeyi zabt eden şanlı müttefik ordular Balkanlar’a tevcih-i şehamet ettikten sonra Bulgaristan orduları da iltihak etmiş ve İttifak-ı Müselles’i İttifak-ı Murabba’’a yet-i kat’iyyenin tahakkukunu ta’cil eylemiştir. Balkanlar vaz’iyetinin bu suretle lehimize olarak inkişafını teshil ve te’min etmek için komşumuz ile tashih-i hududa muvafakat eyledik. Akd edilen mukavele de bera-yı tasdik meclisinize tevdi’ edilmiştir. Sırbistan’ın kısm-ı mühimmi bugün müttefikin ordularının taht-ı işgalinde bulunuyor. Tuna tarikıyle muvasale te’min edilmiş olduğu gibi Berlin-Viyana-İstanbul yolu da açılmıştır. Teyemmünen husul-pezir olarak müttefik milletlere harbde zaferler sulh zamanlarında da terakkıler ve saadetler bahşedecek olan bu muvasale-i sa’d-averin teessüsünden dolayı Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ederim. Bu müşkil zamanlarda Meclis-i Milli’nin müttehiden hükumet-i seniyyemize müzaherette bulunmasından dolayı beyan-ı memnuniyyet ve mahzuziyyet eder ve ahval-i harbiyye ilcaatıyla tanzim ve tevdi’ edilen levaih-ı kanuniyye ile bütçe ve istikrazat kanunlarının da sür’atle tedkık edilmesine intizar eylerim. Müttefiklerimizle münasebat-ı siyasiyyemiz her gün mütezayid bir emniyet ve samimiyet-i mütekabileye istinad ediyor ve edecektir. Husemamıza karşı olan müşterek siyasetimizde her cebhede ve her noktada yekdiğerimize müzaheret ederek memleket ve milletlerimiz için bütün kabiliyat-ı şahsiyye ve tabiiyyenin inkişaf-ı tammına müsaid bir sulh istihsal edilinceye kadar harbde sebat etmek olacaktır. Bi-taraf devletlerle olan münasebatımız kema-kan halisane ve dostanedir. Selamet-i devlet ve millete masruf olan mesai-i mebrurenizin tevfikat-ı Rabbaniyyeye mazhariyetini niyaz eder ve Meclis-i Umumi’yi küşad eylerim. Yani harb esnasında para kazancı mes’elesi hakkında bir Alman gazetesinden naklen Osmanischer Lloyd’da ve Tesvir-i Efkar’da neşr olunan bir makaleden aynen: “Kar ve temettu’ fikrinin dünyayı ne kadar levsiyat ni herkes bildiği cihetle bundan uzun boylu bahsetmek zaid bir külfet olur. Bugün fırsattan bil-istifade zenginleşmek rakmaktan çekinmeyen adamların kesretine karşı nazır koltuğundan adi bir amelenin destgahına kadar milletin bütün tabakalarında aynı hayret ve hiddet sadası yükseliyor. Bu adamlar babaları kocaları kardeşleri ve oğulları umumun mal ve canının selameti namına hatta bu murabahacıların dahi mal ve canlarının selameti namına hayatlarını ölüme arz eden ailelere açlık ihzar ediyorlar. Ve fakıru’l-hal insanların pek zaif olan medar-ı maişetlerinden çalmak suretiyle semirmek ve kabarmaktan utanmıyorlar. Bu cinayetin cezasını verecek hiçbir kanun bulunmayacak mı? Kadim Yunan kanuncusu Solon’un kendisine göre öyle bir cinayet hayali bir keyfiyet imiş diye babasını öldürmek fiili için ceza koymaya lüzum görmediği gibi zamanımızın kanun vazı’ları da insaniyette böyle şeyler olmaz hayaliyle bu gibi murabahacılara karşı bir te’dib haddi ta’yinini ihmal mi eylemişlerdir? Kimlerdir bu sefiller? Sakın bir takım cadılar veya yırtıcı hayvanlar olmasınlar? Kat’iyyen değil!.. Bunların mıştır onların ölümünden korkarlar belki de bunların oğulları vatan uğrunda ölmüşlerdir bile. O halde?.. Bu mes’eleyi izah edecek bir tek suret hatıra gelir ki şudur: Bazı adamlar hatta kanlarından ziyade parayı seviyorlar demek. Fakat bu nokta-i nazar da her şeyi izaha kafi değildir. Çünkü öyle adamlar vardır ki vatan için paraca bir çok fedakarlıklar yapmışlardır. Ve hala yapmaktadırlar. Bunlar ibtidaları harb fırsatı ile zenginleşmeyi düşünmemişlerdi bile. Fakat işte durup dururken kendi kendine “müsaid zemin” gelivermiştir. Bilir misiniz bu “müsaid zemin” ne mühim şeydir ondan istifade etmek lazımdır. Tacir elindeki malından para kazanmalıdır. Hem ne kadar mükmünse o kadar çok kazanmalıdır. Yoksa iyi bir tacir sayılmaz. Ma’lumdur ki ticaret ticarettir. Herhangi bir adam tacir sıfatıyla kazanmaya harisdir. Bu hırsın o adamın insani ahlakıyla alakası olamaz. O adam insan olarak insani hislere maliktir ve bu sıfat ve haysiyeti ile Salib-i Ahmer’e bin mark verir; fakat tacir sıfatıyla vicdanının en ufak bir itabına uğramaksızın yüz bin markı der-ceyb etmekten de çekinmez. Nasıl bu işlere diyecek var mı? Elbette yok hem bizim kanunlarımıza nazaran bile. Çoktan beri bu vadiyi su-i isti’mal eden bir takım ahlaksızlar bile adliyenin ta’kıbatından pek ehemmiyetsiz cezalarla kurtulup gitmektedirler. Halbuki mülkiyet hakkına taarruz eden en ufak cürümler en ağır cezaların tehdidine ma’ruzdur. Yavaş yavaş kanunlarımızın ruhu aradaki mantıksızlığın farkına varmıştır. Şimdi bu sahada da bir tebeddül ve tahavvül hasıl olmak üzere bulunuyor. Sermayedarlığın ruhuna gelince o i’tibar ile bu noksan öteden beri bir yara idi fakat göze görünmeyen bir yara. Artık yeter oldu artık bu yara meydana çıkarılmalıdır. Tam fırsattır ve artık bu fırsatı kaçırmamalıdır. Yukarıda söylediğimiz ticaretin “müsaid zemin”i eşyanın olmasa da olur denilen kısmı fiyatlarını arz ve taleb kaidesine tevfikan tertib ve tedvir edebilir. Sulh zamanında ve her şeyin bolluğu içinde nasıl hareket edilse caizdir. Fakat havayic-i zaruriyyenin fiyatını alabildiğine tezyid etmek en ufak şübheye mahal olmaksızın kat’iyyen ahlak ve insafa mugayirdir. Hususiyle öyle bir zamanda ki ferdin iktisadi kuvveti biz-zarure azalmıştır. Fakat her şeyden evvel tahammül olunamayacak bir cihet vardır ki o da milletin iki kısma ayrılarak bir kısmının zaruret çekmesine ve her türlü fedakarlıklara katlanmasına mukabil diğer kısmın zaruret-zede fedakarlar zararına olarak aşırı aşırı menfaatler elde eylemekte bulunmasıdır.” Nutk-ı hümayun-ı hazret-i hilafet-penahi vesilesiyle Sofya’da münteşir Echo de Bulgarie gazetesi mütalaat-ı atiyyede bulunmuştur. “Saltanat-ı Osmaniyye; rical-i devleti tarafından ibraz olunan kiyaset ve hamiyetin askerinin göstermiş olduğu sebat ve besaletin semeratını harbin hitamından evvel tiği netayicle bi-hakkın iftihar edebilir. Evvela Saltanat-ı Osmaniyye’nin alem-i İslam üzerinde haiz olduğu nüfuz ve şeref yeni bir revnakla şa’şaa-paş olmuş; Boğazlar’ın müdafaa-i kahramanane ve muzafferanesi ise Osmanlı şöhret-i askeriyyesini yeniden parlak bir surette te’yid ve tevsik eylemiştir. Hilafet’in muhafaza ve vikayesini deruhde eden ve bütün alem-i İslam’ın muhabbet ve müzaheretine mazhar olan Saltanat-ı Osmaniyye beyne’l-milel haiz olduğu vaz’iyet-i siyasiyyeyi kat’i icraat ile ıslah etmekte menafi’-i adide görmüş idi. Osmanlı nazırları dirayet-i vatanperveraneleri sayesinde ta’kıb olunacak tarikı vehle-i ulada takdir ettiler. Ba’dema Devlet-i Aliyye alem-i muhat olarak bil-cümle kuva-yı ma’neviyye ve maddiyyesini kemal-i emniyyetle ıslah eyleyecektir.” Bey’in Lozan’dan gönderip numaralı nüshada münderic başmakalesinden: “Salahaddin-i Eyyubi’nin kabrini tekrim eden Almanya ba’ın siyasi ve idari ahlaksızlığıyla karalanmakta olan Avrupa medeniyetini bir müslüman medeniyeti izmihlalden kurtarabilir ve bu medeniyet bir inkişaf zeminine ererse insaniyetin atisi için büyük bir ümid bahş eder. Hakimane bir nazar i’tiraf eder ki daima inkişaftan men’ edilmiş olan akvam-ı İslamiyyenin medeniyetçe feyzine yardım etmek bir vazife-i insaniyye ve ahlakıyyedir.” Paris’de münteşir Journal gazetesinde Saint Beris kuva-yı askeriyye göndermesi lüzumundan bahis bulunan bir makalede Berlin-İstanbul yolunun küşadı ile alem-i İslam’da vukua gelecek inkılab-ı azim ber-vech-i zir izah edilmektedir: “Umum İ’tilaf-ı Murabba’ devletlerinin zir-i idaresinde pek çok ahali-i İslamiyye vardır. Rusya çarı Kafkasya ve Türkistan’da milyonlarla müslüman tebeaya malik olduğu gibi İngiltere’nin Hindistan’daki hakimiyeti milyon müslümanın sadakati sayesinde baka bulmaktadır. Mısır’dan Fas’a kadar imtidad eden memalikte hep meskundur. Şuun ve vekayi’-i alem Himalaya silsile-i cibalindeki karyelerden Atlas Dağları arasındaki köylere kadar intişar etmektedir. Alem-i İslam İslamiyet’in istikbalini ta’yin edecek olan cidal-i umumiyi kemal-i dikkatle ta’kıb ediyor. İslamlar İ’tilaf zümresinin Çanakkale’de duçar oldukları mağlubiyeti öğrenmişlerdir. Bu şerait tahtında bi-hareket durup Balkanlar’da ibraz-ı fa’aliyyet etmemek nüfuz ve haysiyetimizi alem-i İslam nazarında tamamen ve kamilen gaib etmek demektir. Bundan tevellüd edebilecek netayic ise vareste-i şerh u izahdır.” Atina gazetelerinin istihbaratına nazaran Fransız mehafil-i siyasiyye ve askeriyyesi Şimali Afrika’da ahali-i İslamiyyenin Fransız hakimiyetine karşı meşhud olmaya başlayan adem-i hoşnudisi yüzünden endişe içindedirler. Temps gazetesi dahi Şimali Afrika İslamlarının vaz’iyet-i ahiresini mevzu’-ı bahs ederek Fransa’nın Cezair Tunus ve Fas’daki atisini endişe-bahş bir lisanla tasvir ediyor. Diğer bazı gazeteler dahi Fransa için bir tehlike teşkil etmeğe başlayan Şimali Afrika mes’elesiyle iştigale başlamışlardır. New York’tan Times gazetesine yazılıyor: “Harbden dolayı zayi’ olan nüfusun telafisi maksadıyla ictimaiyyun mütefekkirin ve rical-i hükumetten müteşekkil bir hey’etin Prusya Meclis-i A’yanı’nda ehemmiyetle telakkı olunmaktadır. Bu meclisde Alman erkeklerinin tezayüdünü te’mine aid bir laiha tertib edilmiştir. Müzakerat esnasında: Muayyen olan sinn-i izdivacın lağvı izdivaca muktedir olamayanlara her türlü muavenet büyük aileleri teşvik bekarlara evlenmeyen kızlara hiç çocuksuz veya iki çocukla iktifa eden ailelere ağır surette vergi tarhı her ferde efrad-ı milleti teksir etmenin bir vazife-i vataniyye olduğunu kilise ve mektebler vasıtasıyla telkın ve saire gibi bir takım mütalaalar beyan olunmuştur. Amerika Tıbbi İctimaıyyat Cem’iyeti Reisi Doktor Robinson muharebeden mukaddem Alman kadınlarının nüfusça erkeklerden üç milyon ziyade olduğunu ve muharebeden dolayı bu nisbetsizliğin tezayüdünü pek tabii görerek yakında taaddüd-i zevcatın Almanya’ca kabul edileceğini tahmin ediyor. Ünvanıyla Doktor Milaslı İsmail Hakkı Bey kardeşimiz tarafından yazılıp Müdafaa-i Milliyye Cem’iyeti ma’rifetiyle basılan eseri okuduk. Pek fazıl milleti ve vatanı için pek hayır-hah olan muharrir-i muhteremine an-samimi’l-kalb teşekkürler ederiz. San’atında cidden hazık memleketimizin ahvaline tamamıyla vakıf olan muazzez doktorumuzun bu eserini sevgili kari’lerimize tavsiye en mütehattim bir vazifemizdir. Herkesin okuyup herkesin anlaması için yazılmış olan bu kitabı kumar ve fuhuş beliyyelerini de aynı lisan ile teşrih edecek diğer vel idrak etmiş; hatta eserinin esaslarını bile hazırlamıştır. Cenab-ı Hakk mesaisini meşkur etsin. Hayli zamandan beri alabildiğine saklı tutulan bir çok hakıkatleri meydana çıkarmak hususunda şu geçirdiğimiz günler kadar yaman bir keşşaf görmediğimiz gibi; İslam düşmanlarının sinelerinde gizledikleri korkuları endişeleri yine şu günler kadar gözümüze sokacak bir aynaya rast gelmedik. Fransa ile İngiltere yıllardan beri Müslümanlık emr-i mühimmini istihfaf ediyor; alem-i İslam’ın hakır görülemeyecek bir kuvvet olduğundan tecahülde bulunuyordu. En zengin topraklarda en mu’tedil iklimlerde yaşayan şu üç yüz bu kadar milyon halkın musab olduğu tefrika ile düştüğü gaflet bir de inkıyad ettiği hakimler yüzünden uğradığı na-mütenahi zulm ü nekbet ise istihfaflarına bir kat daha şiddet veriyordu. Lakin harb-i hazır bu iki milletin muharrirleriyle siyasilerinin gözlerindeki perdeyi yırttı; onlara şimdiye kadar cahili yahud mütecahili bulundukları şeyleri re’ye’l-ayn gösterdi. Onun için Fransa ve İngiltere’deki gazetelerle siyasi mecmualar bugün muttasıl Hilafet mes’elesi ile şu muharebe-i kübranın sonunda emr-i müsliminin alabileceği şekli münakaşa edip duruyorlar. Evet arz ettiğimiz matbuatın muharrirleri bilad-ı İslamiyyedeki hükumetlerinin müstakbelini düşünerek diyorlar ki: Şayed o civarda bulunan müslümanlar şimdiye kadar daldıkları derin uykudan zamanın bu müdhiş ikazıyla uyanırlarsa; Hanedan-ı Osmani olmasa mevcudiyet-i siyasiyyeleri külliyyen silinerek kendilerinin de nesli munkarız akvam-ı maziyye arasına karışacaklarını görürlerse ve bu intibahın te’siriyle hikmete akla tedbire sarılırlar da Hilafet-i Osmaniyye rabıtasına sımsıkı yapışmak hususunda birleşirlerse hal nereye varır? ne dolayarak akvam-ı İslamiyyeyi ayrı ayrı efkar u mesalike sevk edecek yeni bir yol bulmak ve neticesinde emr-i celili ile Fatır-ı Hakim’in müslümanlara gösterdiği sebil-i vahdetten kendilerini ayırmak sevdasında bulunuyorlar. Lakin ne müşkil bir maksad ta’kıb ediyorlar; ne muhal bir çare arkasında koşuyorlar!.. Heyhat! İslam’da Hilafet hiçbir zaman bu gibi kalemlerin oynayabileceği yahud bu gibi evhamın el uzatabileceği mübtezel mesailden değildir. Zira hükmünü veren Peygamber buyuran Huda-yı Zü’lcelal umur-ı müslimini ehlinden başkasına tevdi’ etmek yahud idare-i müslimini o idareden aciz ellere vermek gibi şaibelerden külliyyen mütealidir. Hilafet mes’elesini parmağına dolayan bu adamlar o emr-i muazzamın Haşimiler’le şurefaya münhasır olduğu vehminde bulunarak bu suretle müslümanların yüzünü ümeradan bir kısmına lakin aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in nesl-i keriminden olmalarından başka hiçbir fazlı hiçbir meziyeti olmayan ellere çevirmek istiyorlar. Bilmiyorlar ki şurefanın cedd-i mükerremi vücud-ı Kureyş’in re’s-i muazzamı olan Resul-i Muhterem Kureyş icra-yı hükmde cevre meyl eder yahud siyaset-i müslimini tedbirden acz gösterirse emr-i hükumeti ellerinden almak için müslümanlara emretmiştir. Heyhat bu muharrirler Tayalisi Bezzar Buhari gibi muhaddislerin aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz’den lafzıyla rivayet ettikleri hadis-i şerifi nereden bilecekler! Eğer bu muharrirler siyaset-i İslam’daki asılları bilselerdi hadis-i şerifinden gafil olmazlardı. Eğer bu muharrirler tarihe vukuf erbabından olsalardı elbette Hazret-i Ömer’in; “Mu’az bin Cebel sağ olaydı Hilafet’e onu intihab ederdim.” tarzındaki sözünü duyacaklardı. Pek a’la! Mu’az bin Cebel neseb i’tibarıyla Kureyş’le münasebeti olmayan ensardan yani ehl-i Medine’den başka biri midir? Kezalik yine Hazret-i Ömer’in; “Huzeyfe’nin azadlı kölesi Salim sağ olsaydı onu intihab ederdim.” dediğini bilirlerdi. Acaba Salim azad edilmiş bir köle değildir de nedir? Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hal-i ihtizarda mi ve Aile-i Nebeviyye’nin rükn-i ehemmi olan Ali bin Ebi Talib hazır idi. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hal-i ihtizarda iken Hasan Hüseyin ile diğer kardeşleri karşılarında bulunuyordu. Halbuki milyonlarca şurefanın sebeb-i vücudu olanlar bunlardır. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hal-i ihtizarda iken bütün amcaları Kur’an olan Abdullah bin Abbas da aralarında idi. İşte aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hal-i ihtizarda iken bunların kaffesi nezd-i hümayunlarında idiler. Pek a’la! mı? Halbuki tek bir kelime söylemiş olaydılar o tek kelime halife mes’elesinde bütün gayeleri bütün emelleri alt üst edecek yegane gaye kesilir ve bütün şübheleri kesip atacak yakın-i sırf olurdu. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz dar-ı dünyayı bu mes’ele hakkında kat’i bir kelime söylemeksizin terk ettiler. Bu hususda ancak bir takım işaretler vardır ki hey’et-i mecmuasından kendilerinin Ebubekir es-Sıddik’ın hilafetine rağbetleri istinbat olundu. Halbuki aralarında sıhriyetle Kureyş’in bazı ecdadında birleşmelerinden başka rabıta yoktu. Bununla beraber zikr olunan işaretler emr-i hilafeti Ebubekir’e tevdi’ için kafi gelmedi. Bu sebebden ashabın hall ü akd ehli olanları hin tafsili vechile müzakere ederek Ebubekir es-Sıddik’a bey’ate karar verdiler. İşte görülüyor ki Aile-i Nebeviyye henüz meydanda iken ve bu ailenin o günkü erkaşeklinde Buhari Sahih Kitabü’l-Ahkam . nı sonradan gelen ensal içinde tesadüf olunan rehavet acz su-i tedbir mesalih-i müslimine karşı la-kaydlik gibi nakısalardan tamamıyla masun iken iş yine Ebubekir’in uhdesinde takarrur etti. Demek hilafet ve halife intihabı mes’elelerinde iş ancak müslimin arasındaki hall ü akd ashabının re’yiyle fasl olunabiliyor. Demek bunlar re’ylerini müctemian kime tevcih ederlerse kendisine itaat vacib olan muhalefet caiz olmayan zat o oluyor. Velev ki o zat Peygamber’in evladından yahud diğer Beni Haşim’den olmasın. Kezalik Ebubekir de Peygamber’in evladı ve amca çocukları meydanda iken hilafete Hazret-i Ömer’i intihab etti. Maraz-ı mevtinde iken kendisini ziyarete gelen ve yerine bir halife ta’yinini teklif eden hey’ete cevaben Hazret-i Ömer’in söylediği şu sözler de müddeamızı te’yide kafidir: –Sizin işinizi sizi tarik-ı Hakk’a sevk edeceğini ümid ettiğim bir adama tevdi’ etmeye evvelce karar vermiştim. Şimdi ise sağlığımda taşıdığım bu yükün bir de öldükten sonra altına girmemeyi daha muvafık gördüm. Artık sizler haklarında aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in; “Ehl-i cennettendir.” buyurduğu zevata müracaat etmelisiniz. Onlar içlerinden birini intihab etsinler. Siz de o intihab olunan zata müzaherette bulununuz… Bakınız; kemal-i aklına adaletine hikmet-i siyasetine şehadet hususunda bütün müverrihlerin ittifak ettikleri Ömer gibi bir halife-i raşid Ali’yi ta’yine cür’et etmek istemedi de müslümanların işini içlerindeki ashab-ı re’ye bıraktı. Ali ise yukarıda söylediğimiz gibi bu şecere-i şerifenin asl-ı asilidir. Ömer’in yukarıda zikr ettiğimiz sözleri delalet ediyor ki Mu’az ibni Cebel-i Ensari ile Huzeyfe’nin azadlı kölesi bulunan Salim’den başkasında şerait-ı hilafetin ictima’ ettiğine kendisince yakın hasıl olmamış idi. Halbuki Salim’in Huzeyfe’nin kölesi olmaktan başka Kureyş ile münasebet-i nesebiyyesi yoktu. Bu da sarahaten gösteriyor ki: Ömer bin Hattab mesalih-i müslimin ile son derecede alakadar idi; ibadullahın umurunu kifayet ve kudret i’tibarıyla hepsinin fevkinde olan ellere tevdi’ etmekten başka bir şey düşünmüyordu; bu hususda neseb alakalarını aşiret kabile rabıtalarını asla kale almıyordu. Bir de Ömer bin Hattab’ın Irak muharebesine gönderirken Sa’d bin Ebi Vakkas’a söylemiş olduğu şu sözleri nazar-ı im’ana alalım: “Ya Sa’d halkın Sa’d Resulullah’ın dayısıdır; Resulullah’ın yar-ı canıdır gibi sözleri sakın seni aldatmasın. Bilirsin ki Allah ile hiçbir kimse arasında o kimsenin taatinden başka neseb yoktur. İnsanların şerifi de pespayesi de Allah indinde müsavidir. Allah onların tanrısı onlar Allah’ın kullarıdır. Maasiden selamet ile seçilirler taat ile lutf-ı ilahiye nail olurlar.” Zaten müsliminin mesalih-i ammesine sıhriyetin nesebin nasıl te’siri olabilir? Acaba aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz’in kendi sulb-i keriminden gelen evladına yahud en yakın akrabasına olan irtibatı amme-i müslimine olan irtibatından daha mı ziyade idi? Allahu Zü’l-celal buyuruyor. Bırakmış olduğu mirasdan istifade hakkını kendi ehlinden kendi evladından nez’ ederek bu hususda amme-i müslimini onlara tercih buyuran bir peygamber sav kabil midir ki bütün bir alem-i İslam’ın siyasetini –sırf neseb ve sıhriyet i’tibarıyla kendisine merbut oldukları sin? Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz son günlerinde gördüler ki: İslam’ın iki en büyük rüknü muhacirin-i Kureyş lümanlarının adedi günden güne artıyordu. Bir halde ki kabilenin en büyük şeyhleri seyyidleri ileri gelen erbab-ı re’yi rüesası kamilen aguş-ı İslam’a atılıyordu. Bunun üzerine aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz korktular ki dünyayı bırakıp gittikleri zaman ensarın içinde hilafete göz dikenler; lakin sevk-ı ihtiras ile değil ancak a’da-yı Resul’e savlette zat-ı Resul’e nusrette başkalarını geçmiş oldukları için göz dikenler bulunmasın. Zira fil-hakıka Arab bunların kılıçları sayesinde din-i ilahiye girmişti; Allah İslam’ı bunlar vasıtasıyla bütün edyanın fevkine çıkarmıştı. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz korktular ki muhacirin-i Kureyş ile ensar arasında bir fitne zuhura gelip de bünyan-ı İslam’ın erkanını devirmesin hayat-ı Arab Kureyş’den başkasına inkıyad etmiyordu. İşte sırf bu sebebden dolayıdır ki emr-i hilafetin asabiyet kuvvet sahibi olan ve o aralık bütün Ceziretü’l-Arab’da nüfuzunu yürüten Kureyş’e aid olduğunu fakat haktan ayrılmadıkları müddetçe aid olduğunu bildiren ehadis-i nebeviyyeye tesadüf ediyoruz: Aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz ensarı daima yad eder daima sever daima kendilerinden hoşnudluk getirirlerdi. Bunun için kuvvet satvet nüfus ve rical i’tibarıyla tefevvuk mevkiinde bulunan Kureyş ile evvelkiler arasında muhasama vukua geleceğini görünce ensara karşı hayır ile muamele edilmesini tasviye buyurmaya başladılar irtihal-i nebevilerinden bir ay evvel söylemiş oldukları şu sözler o vesaya cümlesindendir: – Ey ma’şer-i muhacirin sizler günden güne çoğalıyorsunuz. Halbuki ensar çoğalmaz oldu. Ensar ise benim kendisine muracaat eylediğim mahzen-i esrarımdır. Onun için iyilerine ikram ediniz kötülerini de hoş görünüz… Filhakıka aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in zuhurunu me’mul ettikleri vak’a hadis oldu: Evet Ebubekir es-Sıddik’a bey’at olunduğu gün ensarın yukarıda serd ettiğimiz esbabdan dolayı hilafete nasıl meyil gösterdiklerini Hadis-i Sakıfe’de görüyoruz. Hatta muhacirin mak üzere idi. O aralık Cenab-ı Sıddik irad eylemiş olduğu hutbesinde; “Ey ma’şer-i ensar hiçbir fazilet hatıra gelmez ki sizler onun ehli olmayasınız. Ancak Arab bu iş ladı ki hilafete beyne’l-Cezire asabiyet ve şevket sahibi olan Kureyş’ten başkası gelecek olursa Arablar asla itaat göstermeyecekler bünyan-ı İslam ise henüz tahkime muhtac olduğu bir sırada devrilip gidecek. Feth-ı Mekke’yi müteakıb aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’e gelen vüfud münasebetiyle müverrihlerin verdikleri izahat da sadedi tenvire medar olacak kabildendir. Evet Tebuk Gazvesi henüz hitama ermişti ki her taraftan Arab elçileri gelmişti. Zaten Arablar ancak Kureyş’in halkın piş-vası Harem’in sahibi Hazret-i İsmail’in nesl-i halisi idi. Arablar bunu inkar edemiyorlardı. Halbuki diğer taraftan Efendimiz’e karşı harbler muhalefetler ihdas eden Kureyş idi. Binaenaleyh Mekke feth olunarak Kureyş İslam’ı kabul eder etmez diğer Arablar artık Peygamber’e karşı harb açmaya adavet beslemeye takat kalmadığını görerek fevc fevc din-i ilahiye girdiler. Hem Kureyşilerin İslam’ı kabul etmesi yalnız Arab’ın ahadına te’sir etmedi. Belki onların Din-i Muhammedi’ye girerek etrafında toplanmaları Arab meliklerinin Arab emirlerinin kalblerinde de dehşetli bir inkılab husule getirdi. Nitekim eşraf ve sadat-ı Arabın nasıl fevc fevc huzur-ı risalet-penahiye gelerek şeref-i İslam ile müşerref olduklarını; kezalik müluk-i Himyer’in nasıl elçileri Haris dererek imanlarını ikrar eylediklerini tarih bize tafsilen bildiriyor. Halbuki Efendimiz ensar-ı Medine içinde yıllarca ikamet buyurmuş ve bunlar da nası Allah yoluna da’vet ve fi-sebilillah mücahedeye müsaraat etmişidi. Lakin halk hiçbir zaman Mekke’nin fethiyle Kureyş’in İslam’a duhulünden sonra görmüş olduğumuz tehalükü andırır bir şevk-ı icabet göstermemişti. Ya şayed emr-i hilafet ensarın uhdesinde kalaydı acaba Arabın ahadıyla eşrafı meşayihı mülukü ne yapardı? Çünkü ensar beyne’l-Arab muta’ oldukları gibi mehib bir yekuna kavi bir asabiyete de malik değildiler. Ya şayed hilafet Sa’d bin Ubade el-Hazreci’ye teveccüh edeydi de Evs kendi hissesine düşecek payı Hazrecilerden taleb da’vasıyla ayaklanaydı acaba müslümanların hali ne olurdu? Acaba o zaman müslümanlar için tefrikadar olmadık bir cem’iyet mi kalırdı yoksa rahnedar olmadık bir bünyan-ı şevket mi? Evet bizler Sakıfe Vak’ası’nda Evs ile Hazrec’in münazaaya kalkışmak üzere olduklarını gösterir emareler görüyoruz; bunlar ise ehl-i Medine’nin ka henüz Ebubekir’e bey’at edilmemişti ki Hazrecilerin Sa’d bin Ubade’yi ileri sürdüğünü gören Evsiler nakıbleri Üseyd bin Hudayr da beraber olduğu halde birbirlerine dönerek; “Vallahi eğer Hazreciler bir kere hilafete geçecek olurlarsa kıyamete kadar size tefevvuk izhar ederler; hiçbir zaman da bu işten size pay vermezler. Öyle ise kalkınız Ebubekir’e bey’at ediniz.” dediler. Bunun üzerine Sa’d bin Ubade ile Hazrecilerin tasavvurları halka hoş görünmedi her taraftan Ebubekir’e bey’at etmeye başladılar. dimiz’in vukua geleceğini ümid edip çekindiği bir takım vekayi’ idi. Zat-ı Risalet-penahileri ise müslümanların saadetine son derecede haris kendilerine son derecede şefik oldukları için vefatlarından sonra emr-i hilafetin o devirde şevket ve asabiyet-i kaviyye sahibi olan; ahadı eşrafı meşayihı mülukü dahıl olduğu halde bütün Arab üzerinde nüfuzunu yürüten Kureyş’e tevcihini tavsiye buyurmuşlardı. Şayed Efendimiz mes’eleyi bu suretle kesip atmayarak müşevveş bir surette bırakmış olsaydılar bu yüzden meydan alacak musibetler Müslümanlık’ı da müslümanları da esasından rahnedar ederdi. Demek oluyor ki: Hilafetin tercihan Kureyş’e verilmesinin sebebi işin hem fiilen hem hükmen muhacirin şey değilmiş. Muhacirin-i Kureyş’in ensara tafdil edilmesi de sonrakilerin selamet-i İslam’ı te’min edebilecek ahvalin mühim bir nüfuz ve asabiyette bulunmamalarından dolayı Ömer bin el-Hattab’ın Habbab bin el-Münzir elEnsari’ye verdiği cevap da mes’elenin bir kat daha tenvirine medar olur: Bu sahabi-i ensari cemaat-i müslimine karşı irad eylediği hutbenin sonunda; “Sizden bir emir bizden de bir emir olmalıdır.” demişti. İşte o zaman Cenab-ı Faruk; “Heyhat iki emirin birleşmesine imkan yoktur. Vallahi Peygamber sizden olmadığı halde içinizden birinin emir intihab edilmesine Arab kabil değil razi olmaz.” tarzında mukabele etti. Bu mes’elede pek çokları yanlış bir takım mütalaata kapılıyorlar; zira hilafet hakkındaki ehadis-i nebeviyyenin esbab-ı vürudundan gafil oldukları için maani-i şerifesinde hataya düşüyorlar. Hilafet öyle kendisiyle teberrük edilecek yahud göklerden rahmet inmesine vesile olacak bir şey değildir. O öyle bir mansıbdır ki kendisinden beklenen hududullahı birbirine girmesine meydan vermemek camia-i İslamiyyenin salahını te’mine hadim esbab-ı medeniyye ve umraniyyeyi dinin cemaat-i müsliminin tecavüzden masuniyetini kafil olacak tedabiri ittihaz eylemek gibi halife tarafından görülecek umur ile İslam’ın te’yid-i şevketi ve i’la-yı kelimesidir. Siyaset-i İslamiyyeye aid olan ahkamı im’an ile tedkık eden adam o ahkam arasında haricdeki hadisat ve şuuna muhalif gelecek yahud zamanın ilcaatıyla te’lif edilemeyecek bir şey bulamaz. Binaenaleyh halife olan zat mevkii muktezası olarak şu serd ettiğimiz vezaif-i amme ile mükelleftir. O halde mutlaka bu tekalifin hakkından gelmeye muktedir olması icab eder. Zaten ancak den ulema-yı İslam kendisine bey’at olunmak istenilen zatta dört şartın tahakkuku lüzumunu icmaan bildirmişlerdir ki o şartlar da: İlim adalet kifayet bir de re’y ü amelin selameti için a’za ve havasse aid selamettir. İşte şuun-ı müsliminin mihver-i laikında dönmesi camia-i dıyla hilafet için zaruri olduğunda bütün müslümanların birleştikleri dört rükün bunlardır. Hilafet için Kureyşilik şart değildir diyenler arasında Kadı Ebubekr-i Bakıllani de vardır ki cemaat-i Kureyş’in eski halini muhafaza edemeyerek inhitata düşmüş binaenaleyh artık tekalif-i hilafeti edadan aciz bulunduğu devri bizzat idrak edenlerdendir. ması bu kabilenin sadr-ı evvel-i İslamda haiz bulunduğu asabiyet dolayısıyla zuhura gelecek muhasamaya meydan verilmemek içindi re’yinde bulunuyor. Kitabının mukaddimesinde şu sözleri görüyoruz: “Bizler şari’in ne bir nesle ne bir asra ne de bir ümmete tahsis-ı ahkam etmediğini bildiğimiz için bunun kifayet mes’elesinden başka bir şey olmadığını anlayarak Kureyşilik’ten maksud olan illeti de ona irca’ ederiz. O illet de asabiyetin vücududur. Binaenaleyh emr-i müslimini eline alacak zatın yanındakilerine karşı asabiyet ve şevket-i kaviyye sahibi olan bir kavimden olmasını şart ittihaz ederiz ki başkaları kendisine ittiba’ etsin de hüsn-i himaye etrafında vahdet-i kelime hasıl olsun. Nitekim Kureşi mes’elesinde halde idi. Binaenaleyh diğer akvama galebe çaldılar.” budur; işte Allahu Zü’l-celal’in kulları arasında istediğini yeryüzünde halife etmek için mu’tad olan tarz-ı intihabı budur. Madem ki hilafet müslümanlar arasında adalet te’sis etmek ibadullahın hukukunu gözetmek akvam-ı sairenin tecavüzatına karşı durabilmeleri için lazım gelen kuvveti hazır bulundurmak gibi sırf yukarıda söylediğimiz esbabdan dolayı meşru’dur; o halde asırlardan beri gelen ensal içinde kim gösterilebilir ki Daru’l-Hilafe seririne oturan Hanedan-ı Al-i Osman’dan ziyade bu mansıba Abbasiler’in Mısır’da son halifesi bulunan el-Mütevekkil Alallah Sultan Selim-i Evvel’in şevket ve kudret ka İslam’ı himaye kelime-i müslimini tevhid hususunda en sahib-i azmi en kavisi bulunduğunu gözüyle gördükten sonra hilafeti ona verdi. Selim’in bu azameti ise kendisine ata-yı ilahi olan o müdhiş o kesif ordularıyla techizat-ı mükemmelesi fünun-ı siyaseti ihata eden ilmi bir de müluk-i zemin arasında ihraz eylediği mevki’-i bülendi sayesinde idi. El-Mütevekkil hilafeti verdi lakin ne zaman? Hem kendisini hem kendisine emsal olan diğer bir çok halifeleri ümera ile memluklerin tahakkümü altında kalmış; bütün hukukları bütün imtiyazları bu sonrakiler tarafından ellerinden alınarak onlar için yalnız cenaze namazlarında imam olmak nezir sadaka akçeleri toplamak bir de bazı resmi mehafilde hazır bulunmak gibi merasimden başka bir şey kalmamış; el-hasıl zamanımızdaki Hind ümerası İngiliz efendilerine karşı ne mevki’de gördükten sonra. El-Mütevekkil hilafeti verdi lakin ne zaman? Bir halife kınmak meraretini nefsinde tattıktan artık bu mansıb-ı azimin kendisinden beklediği vezaifin kabil değil hakkından gelemeyeceğini yakınen anladıktan sonra. Hilafet kelimesinin artık haricde medlul-i hakıkısi olmayan elfaz derekesine indiğini gören el-Mütevekkil din-i ilahinin yalnız elkab ile meşair-i Harem’in de sırf ünvan ile ikame ve himaye olunamayacağını anladı. Daha sonra müslümanların musab olduğu şedaid kendisinin nazar-ı dehşeti önünde olanca mehabetiyle tecelli etti. Evet zavallı müslümanlar aralarındaki rabıta tarumar olarak onun yerine bir yığın zelil mübtezel şeyler kaim olması; kezalik emr ü nehy sahibi rüesanın alabildiğine çoğalması; ümera ve hulefanın sırf kendi işleri kendi menfaatleriyle meşgul olarak ibadullahın mesalihine karşı tamamıyla la-kayd kalması iş başında bulunanlardan çoğunun servet yığmaktan nefsani hevesat peşinde koşmaktan başka bir düşünce beslememesi yüzünden zavallı müslümanlar za’fın meskenetin aczin en safil derekesine inerek batınlardan beri gerek Avrupalılar gerek başkaları tarafından başlarına yağdırılan nekbet tufanları içinde boğulup gidiyorlardı. zar-ı dehşeti önünde bütün üryanlığıyla tecelli ettiği içindir ki kahraman ordularının sada-yı satveti dünyaları titreten ve bi-havlihi teala arzın büyük bir kısmına varis olan Sultan Selim-i Evvel’e teveccüh ederek nezdindeki emanatı: Hazret-i Resul’ün hırkasını kılıcını sancağını ona tevdi’ eyledi. İşte o devirden beri Mansıb-ı Hilafet şevket-i mehibesi her türlü hukukunu muhafazaya kafil olan Hanedan-ı Al-i Osman’ın uhde-i kifayetindedir; ki bu hak sülale-i Resulün en güzidesi tarafından musaddak olduğu gibi yeryüzündeki yüzlerce milyon müslümanın da mazhar-ı ihtiramıdır. Acaba bugün Hanedan-ı Al-i Osman’dan ziyade hilafete kim istihkak gösterebilir? Hilafet o cemaatin eline mi verilmek yakışır ki mensub oldukları ümmetler tarafından ibadullahın umuru kendilerine teslim edilmiş; dinlerinde imam topraklarında hakim tanılmışken zimmete riayet ahdi sıyanet şöyle dursun; kalktılar da fuhuş ve fücur hamisi hükumetlerle o dürre-i kıymetdar üzerine o zavallı ümmetler o koca iklimler üzerine pazarlığa giriştiler? Evet bu gibilerin hulefa sırasına girmesi caiz olabilir. Lakin müslümanların bey’atiyle değil ancak Fransızların yahud İngilizlerin bey’atiyle! Fakat hilafet hakkındaki hükm-i ilahiyi bilen devr-i evveldeki raşidinin siretine aid mefahiri okuyan müslümanlara gelince ne bu gibi yaldızlı hezeyanlar onları aldatabilir ne de aralarında bu gibi türrehat revac görebilir. Evet muharebe-i hazıradan İslam’ın eski şevketini Hilafet-i Osmaniyye’nin de siyaset alemindeki eski mevkiini lizleri cidden bi-huzur ettiği gibi; yeryüzündeki akvam-ı şiddet-i merbutıyyetlerinden dolayı günün birinde Fransızlara rin reva gördükleri zulümlerin hesabını soracaklarını düşündükçe halecan içinde kalıyorlar. Hele Halife-i İslam ile Alman millet-i necibesi arasındaki korkusunu büsbütün arttırdı. O Alman milleti ki kılıcın siyaset yalanlarından daha keskin kırkikilik topların ise sulh-ı umumiyi te’min işinde daha sağlam olduğunu bu muharebede kendilerine gösterdi. Almanya hükumet-i fahimesine kahrı na-kabil bir kuvvet kazandıran bu ittihadın müslümanlara da cenah-ı satvetini bütün Avrupa üzerine geren Avrupa’nın en büyük devletlerini birbirine müzahir olmalarına rağmen kahr u tenkil eden bir müttefik bahş etmesi o haris hükumetleri alabildiğine telaşa düşürdü. Elbette bu hükumetler yek pare bir kitle halindeki müslümanlarla Almanlara tevcih ettikleri hücumun günün birinde kendilerine iade edilmesinden kopacak kıyamet-i kübrayı anlamışlardır. İşte o zaman ne şimdiki mecd ü şevketleri kalacaktır ne de bu vasi’ memleketleri. Fransız gazeteleriyle diğerleri tarafından aldatılmak yahud kokutulmak istenilen müslümanlar yakınen anlamışlardır ki Sultan Mehmed-i Hamis o muharrirlerin zannettikleri gibi değildir. Evet müslümanlar pek iyi biliyorlar ki sultan-ı müşarun-ileyh Çanakkale önünde üçbeş arşın toprak alabilmek için kafaları biçilen zırhlıları batan kesif kesif orduları mahv olan en büyük devletlere kendi kahraman askeriyle bir yıl karşı duran sahib-i şevket bir padişahdır. Müslümanlar biliyorlar ki Almanya millet-i muazzaması Osmanlı padişahının ne bülend bir mevki’-i azamette olduğunu takdir ediyor; ordusunun derece-i satvetini Kayser muhabbet ve samimiyet-i mütekabile esasları üzerine Allah ile ahd ü misak etmiş iki muhlis dostturlar; arkalarında ise iki muazzam milletin sözü muta’ olmadıkça kılıçlarını kınlarına koymamaya yemin etmiş ordular bulunuyor. Müslümanlar biliyorlar ki Sultan Mehmed-i Hamis ne Fransa hükumetinin Arablar üzerine veliyyü’l-emr nasb ile himayesine kalkıştığı heykeldir; ne de İngilizlerin kendisine –rü’yaları doğru çıktığı takdirde– Mısır hilafetini tevcih vaadinde bulundukları düzme meliktir. Sultan Mehmed-i Hamis sultan oğlu sultan ve mesalih-i müslimin uğrunda uykularını feda eden bir hakandır. Düşmanlar bilmiyorlar ki yeryüzünde hilafete kimlerin en ziyade ehil olduğunu Peygamber’in evladı herkesden ru’l-hilafe’de bulunanları da Hanedan-ı Al-i Osman’ın hilafetine bey’at edenlerin daima ilki idiler daima da ilki olacaklardır. Onlar bu herze-vekil muharrirlerin göstermek rına bile getirmedikleri gibi zaten ortada müslümanların hukukunu mesalihini bu hanedan kadar himaye edebilecek kimse görmezler. O hanedan ki: Dünyadan olanca hazzı Haremeyn-i Şerifeyn’in hizmetkarı bir de yeryüzündeki müslümanların mehbit-i amali olmaktan başka bir şey değil. Evet bu muharrirler bu siyasiler kendi kendilerini avutmak için diyorlar ki: “Afrika-yı Vusta’daki müslümanların mesela Timbuktu ahalisi halifeye yahud hilafete aid pek az şey bilir.” Hiç düşünmüyorlar ki binlerce müslüman her sene Beytullah’ı tavaf ederken aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz’in Ravza-i Paki’ne yüz sürerken Hilafet-i Osmaniyye Sancağı’nın dünyanın en şerefli en mukaddes yurdunda dalgalanmakta olduğunu görüyorlar. Bunların hepsi meydanda iken acaba Afrika yahud Cava yahud Hind yahud Çin ahalisi için artık emakin-i mukaddesenin hamisi yeryüzündeki müslümanların halifesi bulunan zatın Osmanlı padişahı olduğundan gaflet mümkün olabilir mi? Acaba gözlerinin önünde parlayan bu kadar measir kulaklarının dibinde yükselen bu kadar mefahir kendilerinde hiç mi bir intıba’ bırakmaz ki onu andıkça ister istemez halifeyi de ansınlar? O halifeyi ki Beyt-i Muazzam’a Kabr-i Resul-i Muhterem’e hizmet etmek; Allah yolunda uğradıkları şedaide karşı asla fütur za’f meskenet göstermeyerek tekalif-i giran-ı hilafeti arkalarında taşımak ve o mansıb-ı muazzamın hakkını verip me’cur olmak gibi eslaf-ı hanedan-ı keriminde asırlardan beri yerleşen an’anat-ı kudsiyyenin varis-i hakıkısidir. Zaten İstanbul’daki padişahın Hilafet-i İslamiyye’ye Binaenaleyh müslümanlardan bu İngiliz yahud Latin muharrirlerinin efkar-ı sehifesine kapılacak adam çıkacağını ümid etmek kendini aldatmaktan başka bir şey değildir. Meğer ki müsta’merattaki müslümanlar içinden sırf kendi yetiştirmeleri birkaç hain-i din bulunabilsin. Halifenin i’lan eylediği cihada müslümanların bir çoğu iştirak etmedi diyerek bundan artık hissiyatın değiştiğini hilafet akıdesinin gevşediğini istidlal etmek istiyorlar. Bilmiyorlar ki halifenin cihad-ı mukaddes da’vetine eda için ayaklanamayacak halde olduklarını gördükçe oturdukları yerden zavallıların gözlerinden kan gidiyor yüreklerinden ateş çıkıyor. Bu biçarelerin sada-yı cihada koşmamaları ne Makam-ı Hilafet’i küçük görmelerindendir ne de emr-i dini istihfaf etmelerinden. Ancak vesait-ı harbi hazırlamaksızın harbe girişmeyi göz göre tehlikeye atılmayı Kitabullah zaten kendilerine men’ etmiştir tahrim etmiştir. Artık silahları ellerinden alındıktan her türlü levazim-i harbiyyeden mahrum bırakıldıktan sonra cihada iştirak etmedikleri için hiç bunlara günah yahud mes’uliyet terettüb eder mi? İyi bilmelidir ki günahın en büyüğü cihad levaziminden hiç birini tedarik etmeden cihada koşanlara aiddir. Şübhe yoktur ki Makam-ı Hilafet alem-i İslam’ı cihada da’vet ederken bu fariza ile yalnız vesait-ı harbi istikmal edenleri mükellef tutmuş; yoksa müslümanları Kur’an ile ta’limat-ı Resul’ün ta’yin ettiği hududun ötesine sevk etmeyi hatırına bile getirmemişti. Elbette Makam-ı Hilafet kuva-yı bedeniyyenin za’fı yahud silahın fıkdanı gibi esbab-ı mücbire dolayısıyla harbe girişmekten aciz olanları cihada teşvik etmek derekelerinden mütealidir. Kendi vehimlerine vücud vermek için uğraşan bu muharrirlere söyleyiniz: Müsta’merelerindeki müslümanlara silah edinebilmek fırsatını versinler de sonra ne oluyor görsünler! Hiç tereddüde mahal yoktur ki gerek müslümanlar gerek halifeleri dinlerinin esrarını da şerait-i ahkamını da ne söylediklerini fark etmeyen re’ylerini ise kat’iyyen lirler. Binaenaleyh bunlar tavaif-i İslam’dan kendilerince şübhe ve tereddüdü mucib yahud mahiyeti nazarlarından gizli bir halin sudurunu görürlerse bilsinler ki onu bir maksadla yapıyorlar; anlasınlar ki müslümanların bütün hareketlerinde bütün sükunlarında kendileri için ma-bihi’l-istinad olacak ta’limat-ı ilahiyye Kur’an’ın sine-i ayatında mündemicdir. Yoksa şer’in evamirini istihfaf ediyorlar; dinlerine hıyanette peygamberlerinin halifesine muhalefette bulunuyorlar vehmine kapılmasınlar. hoşlansalar da hoşlanmasalar da her türlü mani’alara rağmen muhakkaktır. Yukarıdan beri söylediğimiz sözlerle Hilafet-i İslamiyye mes’elesi hakkındaki ilmi ve nakli hakaikı serd etmiş olduğumuz gibi; müslümanları Hilafet-i Osmaniyye’nin eteğine sarılmaktan vazgeçirmek sevdasında bulunanların batıla revac vermek muhale çare bulmak istediklerini anlatmış olduk. Demin de söylediğimiz gibi bugün Fransızlarla İngilizler hükumetleri altında yaşayan müslümanların başına Fas’da Mısır’da ve buna benzer diğer mevaki’de kendi yetiştirmelerinden olarak bir takım hulefa çıkarmak istiyorlar. Zannediyorlar ki ihdasına çalıştıkları bu gibi fitneler hiç olmazsa Arabın avam tabakası ve Berberiler ile diğer ümmetlerin aşağı sınıfları arasında revac bulabilir. Yalnız bu batıl peşinde koşan heriflerin şurası nazarlarından kaçıyor ki müslüman topraklarının hiç biri bu kabilden olan evhamı yıkmaya vakf-ı nefs etmiş mürşidlerden hali değildir. Evet bu fedakar mücahidler erbab-ı mekrin desiselerine hainlerin iğfalatına karşı avam-ı halkın gözünü açmak için can-siparane çalışıyorlar. Bu herifler zannediyorlar mı ki dinlerinin esası tevhid olan müslümanlar o gibi yaldızlı zehirlere kanarlar da İslam’ı temellerinden sarsan ve düşmanlara dini can alacak yerinden vurduran ma’hud tarihi fitneleri ihtilafları yeniden uyandırmaya kalkışırlar? Yoksa cehalet müslümanları vahdet-i kelimeye isabet edecek tefrikanın mezahibe arız olacak teşettütün netayic-i elimesini nuyorlar? Heyhat serir-i vahdetlerinde rahneler açılarak cem’iyetleri tarumar olarak yabancı milletlerin elinde pazara çıkarılmış meta’ haline geldikleri günleri o kara günlerde beynlerine boşanan felaket musibet nekbet tufanlarını unutmak hiç müslümanlar için kabil midir? Elbette esası tevhid olan İslam arzın şark ve garbında bulunan müslümanlara müracaat-gah olacak tek bir halifeden başkasına razi olamaz. Pek a’la! Hilafete o makam-ı bülendin şerefini müdafaa edecek bar-ı tekalifi altından kalkabilecek olanlardan ziyade kim ehil olabilir? Başları tek bir emire bağlı olduğu devirler müslümanlar sultan-ı İslam’ın tahtı arzın iki yüz günlük bir sahasını gölgesi altında bulunduruyordu. Velid bin Abdilmelik zamanında Acemistan Şam Hind Sind Afrika Sardunya İspanya… gibi daha bir çok yerler memalik-i İslamiyyenin birer cüz’ü idiler. Bu da hilafet mes’elesinde meydan alan bazı mücadelata rağmen bütün müslümanların daima bir halife üzerinde ittifakından ileri geliyordu ki azameti padişahlara boyun eğdiren mehabeti serir-i hükumetleri deviren bu kadar vasi’ saltanat bu kadar muazzam fütuhat çok zamanlar o halife sayesinde elde ediliyordu. Müslümanlar Halife-i Muazzam Ömer bin Hattab’ın Sakıfe Vak’ası’nda takrir etmiş olduğu o müdhiş düstur-ı siyaseti bilmezler mi? Nitekim Habbab bin el-Münzir elEnsari kalkıp da; “Sizden bir emir bizden de bir emir olmalıdır.” deyince Hazret-i Faruk; “Heyhat iki emirin birleşmesine imkan yoktur.” cevabını vermişti. Muhtelif cemaatlerin muhtelif asabiyetlerin habl-i hilafeti ele geçirmek için çekiştirip durdukları günlerde eslafımızın dökülen kanlarını; o vakte kadar sinelerde gizli duran kinlere gayzlara bu vesilenin ne elim teşeffi fırsatları verdiğini acaba müslümanlar unutabilir mi? Emeviler’in Endülüs’de Alevilerin Mağrib’de hilafet neticesinde her iki hükumet esasından yıkılmış her iki cemaatin hayatı heder olmuştu. Müslümanlar bunu nasıl unutabilir? Hilafetin Mısır’daki Fatımiler’le Bağdad’daki Abbasiler arasında ikileşmesi yüzünden her birine tabi’ olan cemaat karşısındakinin haram olan kanını artık mubah görmeye başlayarak aralarında bir çok mukateleler o sada-yı meş’umu kainatın afakını inleten kanlı muharebeler zuhura geldi. Halife-i Fatımi el-Mehdi’nin Peygamber’in amca-zadesi ve damadı olan zata nisbeti el-Muktedir Billah’ı asla ürkütmediği gibi; el-Muktedir Billah’ın da aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in amcası Abbas bin Abdilmuttalib’e ittisal-i nesebi el-Mehdi’nin umurunda olmadı. İkisi de bu gibi kuyudun fevkine çıkarak hislerini fikirlerini istila eden asabiyet çılgınlıklarının hükmüne ram oldular. Bir halde ki müslümanın kanı müslümana haram olduğu hakkındaki nass-ı Kur’an iyi de “İki müslüman kılıç kılıca gelirse ölen de öldüren de cehennemliktir.” mealindeki bir çok ehadis-i sahihayı da o asabiyet düşüncesi kendilerine tamamıyla unutturdu. Saltanat hırsı akıllarını başlarından aldı asabiyet-i cahiliyye burunlarını kabarttı da kalktılar İslam afakını saran zavallı müslümanları kasıp kavuran; nihayet el-Muktedir’in oğlu er-Razi Billah devrinde camia-i Abbasiyyeyi tarumar eden o fitne yangınlarına kendi elleriyle ateş verdiler. Acaba müslümanlar bu faciaları yad etmezler mi? Muvahhidin Devleti’nin Fas ile birleşmesine vasıta olan Halife el-Mansur Ebu Yusuf’un Hilafet-i Abbasiyye’ye karşı sinesinde beslediği husumet hissine kapılarak Salahaddin-i Eyyubi’ye imdad göndermekten imtina’ etmesi acaba Şark’taki alem-i İslam’a ne faide verdi? Evet bu mücahid-i ekber kendisine elçiler göndermiş; o aralık şerr-i savletleri dayanılmaz hale gelen donanmaları birleşerek Şam sevahilini istila eden Avrupalılara karşı müteaddid gemilerinden hiç olmazsa birkaçını göndermek suretiyle müzaherette bulunmasını istirham etmiş idi. Pek a’la sırf bey’atlerinde bulunduğu Abbasilere olan kini saikasıyla el-Mansur’un Salahaddin’e dest-i muavenetini uzatmaktan geri durması acaba siyaset-i İslam icabından mı idi yoksa din-i sahihin ahkamından mı idi? Halbuki Allahu Zü’l-celal’in inayet ü sıyaneti yetişmeseydi alem-i Mansur ise o aralık öyle bir satvete sahib idi ki adının anılması bile İspanyollarla Portekizlilerin huzurunu ihlal ediyordu; zira kazanmış olduğu kanlı muharebeler bunları dehşetler içinde bırakmıştı. El-Mansur gibi bir adamı müslüman kardeşlerinin ne olabilirdi ki İspanya Kralı Alfons’un validesiyle karısı kızları huzurunda boyunlarını bükmüşler; bütün Endülüs’ü ellerinden almasına mukabil hiç olmazsa Tuleytula’yı kendilerine bağışlamasını ağlaya ağlaya istirham ediyorlardı. Hiç şübhe yoktur ki Hilafet-i Abbasiyye’ye karşı sinesinde taşıdığı kin olmasaydı zamanına göre pek mehib olan gemilerinin bir hamlesi Şam sevahilinden gaib ettikleri yerleri derhal müslümanlara iade eder; Avrupalıların donanmaları da sahiblerini Haremeyn’e göz dikecek hale getiren o mütecasir hücumlarda taarruzlarda bulunamazdı. Afrika’nın bazı mevakiindeki cahil gafil müslümanlar acaba Fransa’nın yahud İngiltere’nin kalkıp da kendilerine Hilafet-i Mukaddese-i Osmaniyye Sancağı’nın gölgesinde yaşayan din kardeşlerinin aleyhine olmak üzere müzaherette bulunmalarından; yahud Makam-ı Hilafet’in müttefikleri olan Vasati Avrupa devletleriyle muharebeye girişmelerinden ne bekliyorlar? Şimali Afrika’yı müsta’mereleri haline getiren bu devletlerin türlü türlü hilelerle kendilerini aldatmaktan maksadları acaba ufak ufak taifelere kalb etmekten başka bir şey midir? Bir kere de bunları birbirine bağlayan düğüm çözülerek aralarında irtibattan eser kalmadı mı artık her taifeyi diğeri üzerine saldıracaklar; beynlerinde unsur hilafet fitnelerini uyandırarak ebediyyen kılıçlarının kınlanmasına kıyamlarının basılmasına meydan vermeyeceklerdir. kapılırsa; her hizib kendisine vaad edilen sahte bir takım tezahürat-ı azamete suri bir yığın merasim-i hilafete aldanırsa; bari mazi içinde kaynayıp gitmiş ümmetlerin uğradığı akıbetlerden ıbret almazsa bunların da Endülüslülerin haline gelmeleri muhakkaktır. Nitekim emellerin devirler görmüştü ki her bin kişilik cemaatin “bir emiru’l-mü’minini Lakin neden bu Afrika’daki gafilleri o kadar uzaklara götürüyoruz da kendilerine akvam-ı mazıyyeden nümuneler göstermeye kalkışıyoruz? Öyle ya! Nazar-ı hamiyyete kan ağlatacak yürekleri yerinden koparacak elvah-ı Fransızlar bir asra yakın zamandan i’tibaren Cezayir’e sülüs asır kadar müddetten beri de Tunus’a müstevli oldular. Pek a’la bu memleketlerde ne yaptılar ne ten; mesacidi muattal bırakıp cemaati aldatmak suretiyle evkaf-ı İslamiyyeyi bitirmekten; o diyardaki ahalinin şerefini haysiyetini ayaklar altına almaktan; biçareleri hukuk-ı medeniyyede ecnebilerle müsavat hakkından mahrum bırakmaktan başka ne hayır işlediler? Görüyorsunuz ya! Bütün kuvvetleriyle Din-i İslam’a karşı harb açtıklarını; Arablarla Berberiler arasına kundaklar soktuklarını; u sükun içinde kardeşçe yaşayan bu iki unsuru birbirine düşürdüklerini henüz hesaba katmadık! Bir çok ibretler bir çok musibetler geçti. Şayed müslümanlar tarihin sinesindeki hakaiktan ders alabilecek kadar basirete malik değilseler doğrudan doğruya Peygamber’lerinin siyerinde ilk halifelerinin vekayiinde kendilerini yad edip mütenebbih olmaları icab eder ki aklı olanların mesleği budur. Bugün yeryüzündeki müslümanların kaffesi artık bir takım mel’unların iğfalatına kapılmaktan vazgeçmeli; Hanedan-ı Osmani’nin rayet-i hilafeti etrafında toplanmalıdır. Cenab-ı Hakk bu hanedanın mülkünü sıyanet buyursun şevketini müzdad eylesin. Zaten Marakeş’deki bir yığın aceze kalkar da İslam düşmanı Fransızlar tarafından verilecek sahte ünvanlara kapılırsa bunun bütün dünya üzerindeki müslümanlar üzerinde ne te’siri olabilir? Zira bunlar Hilafet-i Osmaniyye’nin şan ve şevketini müteessir edebilecek; azamet fazilet meydanlarında mücahededen bir an geri durmayan o muazzam selatin ile müsabakaya kalkışacak derecatın elbette pek dunundadırlar. Ba-husus o padişahların kuva-yı müdhişeleri önünde İngiliz Fransız ordularının huzur-ı mehabetlerinde eğildiği böyle günlerden sonra. Memleketleri şerefleri dinleri mefahir-i tarihiyyeleri üzerine Fransızlarla pazarlığa girişerek değersiz birkaç para uğrunda hepsini feda eden böyle bir taifeye hiç mevhum bir hilafet merasimine hakır bir emaret teşrifatına kapılmak yakışır mı?... Devletlerini memleketlerini Fransa değirmenin iki taşı arasına koyup ezdiren böyle bir taifeye hala onlardan hayır beklemek doğru olur mu?.. Hiç şübhe etmemelidir ki o değirmen altındakileri tamamıyla ezip mevcudiyetlerinden bir hatıra bırakmayıncaya kadar devrinde devam edecektir. Bütün kuvvetini saadetini gaib eden; iş görmek söz söylemek hakkını nefsinden selb ile Fransa naib-i hükumetinin elinde camid bir rehin haline gelen böyle bir taifeye Al-i Osman’a bey’ati kibrine yedirememek yahud onunla hilafet müsabakasına kalkışmak acaba yakışık alır mı?.. Nerde bu taife nerde onun selef-i salihi Sultan Mulay Muhammed ki denizde harb gemileri karada nizamiye askerleri vardı! Diyar-ı Mağrib’de rayet-i adaleti i’la eden ümmetini ızzet ve medeniyet sahasına çıkaran sultan-ı müşarun-ileyhdir ki Mağriblileri Fransa İmparatorluğu devrindeki azametli Fransızların bile nazar-ı ihtiram ile baktıkları vakur mehib bir millet haline getirmişti. Bununla beraber şu saydıklarmızın hiç biri cemaat-i müslimine katılmaktan Osmanlı halifelerine bey’at etmekten kendisini men’ etmemişti. Her Cuma günü Mağrib-i Aksa minberlerinde halife-i zaman Sultan Mustafa’nın müslimin tarafından amin denilirdi. Acaba neseblerinin Kureyş’e muttasıl olması bu taifeye ne gibi bir faide te’min edebilir? Zira Seyyid-i Kureyş sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bize Kureyş dinden kendilerinden uzak durmamızı ve onlara karşı hiçbir ahd lümanlar Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i nebeviyi bilmiyorlar mı? Halkın başka başka yollardan gitmesi bir de aralarına sokulan bid’atlerin ihtirasların tearuz etmesi yok mu! bırakan başlarına bu fitneleri bu felaketleri getiren hep odur. Eğer Cenab-ı Hakk’ın merhameti yetişmeseydi o azgın fitneler müslümanların kemiklerini etlerini kemirecek yalnız vücudlarını değil izlerini bile cebhe-i arzdan kazıyacaktı. Bereket versin Osmanlı askerlerine Allah’ın nusreti erişti de siperlerinden hendeklerinden püskürdükleri ateş tufanları içine sürü sürü İngiliz Fransız ordularını gömdüler. Bu suretle İslam’ın mevkii yükseldi atisi Artık askerler tamamıyla hezimete uğradıktan bütün silahları mühimmatları ganimet olarak müslümanların eline düştükten sonra; bu iki devlet şimdi de bütün cihan-ı İslam’ın Daru’l-hilafe’deki halife etrafına toplanarak onun mukaddes sancağını ebediyyen himaye etmelerinden korkar da müslümanlar hakkındaki mel’un maksadlarını te’min edebileceğini umduğu bu yeni fitneleri uyandırırsa bu bizim için hayret olunacak bir şey midir? Heyhat Fransa ile kendisine benzeyen devletler şunu bilmiyorlar ki: Hiçbir zaman bu günkü müslümanlar dünkü müslümanlar değildir; düşünmüyorlar ki aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz tarafından hakkında; “bir def’a sokan deliğe bir daha kendisini ısırtmaz” buyurulan müslümanın ikinci def’a olarak basireti açıldı ve nereye doğru sürüklenmekte olduğunu kendi gözleriyle gördü. Acaba diyar-ı İslam’a saldıran bu aç gözlü hükumetler meydanı boş bularak müslümanlar hakkındaki arkalarında duran Çanakkale arslanlarını görmüyorlar mı ki bu kahraman mücahidlerin üç yüz bu kadar milyon müslümanın hayatı uğrunda çarpıştıklarını Hilafet-i akabinde söylemişti. Evet bu harb bir taraftan Allah ve Resulullah’a iman eden üç yüz bu kadar milyon kalbin yerine ile Buhari diğer taraftan şahika-i İslam’ı kelime-i İslam’ı i’la eden esas-ı İslam’ın ebediyyen istikrarını te’min eden Halife-i Gazi’nin saadetiyle nihayetlenecektir. Artık varsın o matbuatçılar hezeyanlarını istedikleri kadar ileriye götürsünler; tezvirlerine hud’alarına tedbirlerine beğendikleri gibi dalsınlar… Allahu Zü’l-celal’in mü’min kulları için; “Hiç şübhe yoktur ki mansur olacak onlardır. Muhakkaktır ki galib gelecek bizim askerimizdir.” tarzındaki va’d-i ilahisi yerini bulmuştur. Varsın bu dolandırıcı hükumetler de meydana çıkardıkları emirlerin yarattıkları halifelerin eteklerine sımsıkı yapışsınlar… Elbette o gün gelecektir ki: Bütün müslümanları birbirine bağlayan ezeli rabıta Resulullah’ın halifesi ve emin-i ümmeti etrafında bir kat daha kuvvetleşerek saltanat-ı mehibelerinin tufan-ı kahiri o mekkar bagıler tarafından önüne dikilmek istenilen amal-i sefile sedlerini silip süperecektir. Mütercimi Mehmed Akif Bir taraftan kağıt fıkdanı diğer taraftan kari’lerimizin borçlarını tesviye hususundaki ihmali Sebilürreşad’ın neşriyatını hayli müddet teahhura uğrattı. Vakıa şimdi pek pahalı olmakla beraber Avrupa’dan kağıt getirtmek mümkün olabilir; lakin diğer maniin izalesi kari’in-i kiramın himmetlerine mütevakkıftır. Abone bedelatından dolayı matlubumuz birkaç bin liraya baliğ oluyor. Artık fazlasına tahammül etmek takatimizin fevkindedir. Eğer her kari’ şimdilik borcunun bir kısmını olsun te’diyeye himmet ederse bir senelik kağıt birden getirterek bi-avnihi teala her hafta muntazaman neşriyata devam ederiz. Elbette ihvan-ı dinimiz bu fedakarlıktan kaçınmaz; Sebilürreşad’ın devamını te’min hususunda elden gelen himmeti diriğ buyurmazlar. Siz elli yıl oluyor belki harbe girmediniz. Geçen muharebeden şanlı bir celadetle Çıkınca verdiniz evlad-ı memleket elele; Çalıştınız gece gündüz didindiniz o kadar Ki hayuhuy-i tekamülle cenge döndü hazar! Sükun-i mutlak olan sulha verdiniz hareket; Zamana tayy-i vakayi’de ettiniz sebkat. Bu seyri alması kabil mi diğer akvamın? Ki koşsalar da giderler izinden eyyamın. Nüfusunuz iki kat arttı ilminiz on kat; Uçurdunuz yürüyen fenne taktınız da kanat. Zemini satvetiniz tuttu cevvi san’atiniz; Yarın müsahharınızdır bugün değilse deniz. Terakkiyatınız artık yetişti bir yere ki: Maarif oldu umumun gıda-yı müştereki. Havassınız yazıyorken avammınız okudu Yazanların da okutmaktı çünkü maksudu. Unutmuyordu beyinler süzerken afakı Nasib-i nurunu topraktan isteyen halkı. Semaya çıkmak için yüksek olmalıydı zemin... Bu i’tilayı siz evvelce ettiniz te’min. Belirdi yurdunuzun sinesinde şahikalar. Evet bu şahikalar belki başkasında da var; Fakat sizinkilerin arkasında yok yer yer Derin derin uçurumlar cehennemi dereler. Neden mi? Kendi değil sivrilip çıkan yalınız Zeminle bir gidiyor daima şevahikınız. “Beyin”le “kalb”i hem-aheng edip de işleteli Atıldı vahdet-i milliyye sakfının temeli. O vahdet işte bütün ihtişamınızdaki sır Cihana ra’şe veren ses onun sadalarıdır. Teşettüt eyleyerek gayeniz bizimki gibi Tehallül etmeye koyvermiyor bu terkibi. Düşüncelerdeki mebde’ bir olmasın varsın... Değil mi gayesi bir hepsinin ne korkarsın? Bakılsa dairenin nısf-ı kutru na-ma’dud; Fakat umumuna bir nokta münteha-yı hudud. Ne ittihad-ı muazzam ki: Bunca milyonlar O gayeden bilerek inhiraf eden amal.. Ki her zaman olacak paymal-i izmihlal. TEFSIR-İ KUR’AN-I KERIM Ümem-i garbiyyenin adalet müsavat ve hürriyetin kabul ve tatbiki hususunda Kur’an’ın ta’lim ü irşadına medyun bulunduklarını iddia etmeye hakkımız vardır. Onlar bu fezail-i ictimaiyyenin measir-i ulviyyesini hulefa-i Abbasiyye devrinin bir kısmıyla hükumet-i Ekradın bir cüz’ünde görmüşler en müdhiş tecelliyatına zaman-ı saadetle ahd-i Hulefa-yı Raşidin’e aid vakayi’ ve hadisat meyanında musadif olmuşlardır. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim i’nde düsturlarıyla menat-ı teklif kesb ü amel olduğunu; binaenaleyh herkes gerek hayır gerek şer ef’al ve harekatının cezasını göreceğini beyan ettikten sonra; cennet ile cehennem sevab ile ve ayetleriyle teşrih ve beyan ettiği ruz-ı cezanın Hakim-i Mutlak’ı zat-ı uluhiyyetinden ibaret bulunduğunu; binaenaleyh kalblerin ancak O’nun bargah-ı azametine karşı arz-ı huzu’ etmesi nazarların O’na müteveccih bulunması ellerin nazm-ı celili ile şirkten vareste olanlara has olduğunu bildirdiği mağfiret-i ilahiyyeyi istid’a için kemal-i zaraat ve ibtihal ile O’na uzanması lazım geleceğini bize anlatmıştır. Şübhe yoktur ki beşeriyet arasında bu kanun-ı kudsi-i semavinin hükmü cari olmaya başladığı günden i’tibaren ahvalde bir takım tebeddülat saha-i i’tikadiyyatta mühim inkılabat husule gelmiş; katolik papazları rahmet-i sokmak esaslarına bina ederek kurdukları bazar-ı bey’ u şiranın eski revacını muhafaza edebilmesinden nev-mid olmuşlardır. Evet alemde kelime-i tevhidin peyda-yı istikrar ettiği onun nur-ı hidayetiyle havass u avamın gözleri açıldığı günden i’tibaren katolik rahib ve piskoposları müdhiş bir inkisar-ı hayale uğramışlardır. Çünkü onlar Kitab-ı Kerim’e mütabaatı azamet-i nefslerine yedirememekte hakayık-ı Kur’an iyyeyi bir hiss-i nefret ve husumetle telakkı mesleğinde ısrar ettikleri halde onun menabi’-i tealim ve ayatından bir zülal-i feyz-i ma’nevinin kalblerine tereşşuh etmekte olduğunun farkına varamamakta idiler. Fakat günün birinde Protestanlık’ın müessisi olan Luther’in sada-yı da’vet ve ictihadı bunların sımah-ı hayretlerinde aks-endaz olmaya başladı. Luther te’sis ettiği bu mezheble katolik papaslarının kurmuş oldukları pazarları esasından sarsmış artık oralarda rehabin ile günahkaran arasında cennet arazi ve akarına müteallik alış-veriş pek dun bir mertebeye tenezzül etmiştir. Hal bu merkezde kalmayarak katolik rüesa-yı ruhaniyyesi bir de kendilerini Avrupa ve aktar-ı saire-i cihanda müdhiş bir surette teessüs ve intişar etmeye başlayan ve kabul ettiği esas-ı dini ekanim-i selaseyi inkar ile ilah-ı vahide kail ve mu’tekıd olmaktan ibaret bulunan tevhid kiliseleri karşısında buldular. Fakat acaba bu hal onların gözlerini kapamak başlarını çevirmek gibi gösterdikleri asar-ı teneffüre rağmen Kur’an’ın gözleri önünde parlattığı lem’a-i hakıkatten kendilerini fil-cümle tarik-ı rüşd ü sedada sevk için gösterdiği eser-i hidayetten başka bir şey mi idi? Şübhesiz bir gün gelecek bunlar kendilerini Ümmet-i Muhammediyye silkine dahil olmuş görecekler ve işte o zaman kurun-ı adide ve a’sar-ı mütetabiadan beri İslam ve Kur’an’a muhalefet vadisinde izaa ettikleri ömürlerinin yad-ı elimi kalblerini parçalayacaktır. Fransızların Afrika’da ika’ eylemekte oldukları mezalimi vesaikıyla beraber ta’dad ederek memleketlerinin hürriyet ve istiklal-i sabıkını istirdada çalışan Tunus ve Cezair Cem’ıyet-i İstiklaliyyesi Mümessili efazıl-ı İslamdan Şeyh Salih Şerif Efendi hazretleri tarafından Berlin’de yazılıp Garb ve Şark lisanlarıyla tab’ u tevzi’ edilen beyannamenin metn-i Arabisi bu kere elimize geçmiş olmakla derkar olan ehemmiyetine mebni ber-vech-i ati tercümesine müsaraat eyledik: Muharib düşmanlarımız olan Fransız İngiliz Rus milletleriyle İtalyanlar gibi bunlara iltihak eden hainlerin fıtratlarında kendinin maadası olan ümmetlere tasallut etmek; o ümmetlerin istiklallerini hürriyet-i şahsiyyelerini ellerinden alarak keyfe ma-yeşa’ tahakkümde bulunmak; biçarelerin bütün menafiini mesalihini nefislerine hasr ile hepsini sırf kendi hevesat-ı behimiyyeleri uğrunda sarf eylemek ve başkalarını hiçbir hiss-i şefkat ve merhamet ile mütehassis olmaksızın her türlü esbab-ı hayattan mahrum bırakmak için çılgıncasına bir inhimak vardır. İşte bu iki vahşi ve mezmum haslet saikasıyladır ki kendilerinde hased tecessüm etmiş ve insaniyetin mahvını müstelzim olan maksad-ı safillerine vusul için bu milletler her türlü mekr u hıyanetin timsali kesilmiştir. Evet bu milletler müracaat ettikleri hileler desiseler sayesinde kalktılar; dünyanın en münbit en zengin en sulak en havadar topraklarını işgal eden dört yüz milyona yakın ebna-yı beşere musallat oldular. Zavallıları boyundurukları altına alarak şuun ve mesalihlerine aid her türlü idare-i siyasiyyeyi kendilerinden selb ettiler. Topraklarının en cömert kısmını zabt etmek suretiyle menabi’-i servetlerini kuruttular. Kendi san’atleri yüzünden yerli sanayiini her türlü insaftan ari bulunan kendi ticaretleriyle yerli ticaretini kökünden bitirdiler. Bu yaptıkları kafi gelmiyormuş gibi tuttular ahalinin ahlakını hisler verecek her türlü ta’lim ve terbiyeyi şediden men’ eylediler. Yalnız kendi kapılarında hizmetçilik edebilmelerine elverecek kadar lisan öğrenmelerine müsaade lutfunda bulundular. Maamafih bütün bu muamelelerinde de hakaretin; şerefe haysiyete hücumun envaını tatbiktan geri durmadılar. Maksadları ise ahaliyi kendilerine nisbetle ulum-ı nafianın ahlak-ı fazılanın izzet-i nefsin her nev’inden mahrum bir tabaka-i safile derekesine indirerek vatanlarında bildikleri gibi oynamak ellerinden gasb ettikleri esbab-ı maişetleri üzerinde istedikleri tarzda tasarruf ederek biçareleri hayvanat-ı ehliyye sürüleri gibi kullanmak; zavallılarda ne efendilerinin müstağrak oldukları ni’metlere müşareket ne de pençe-i esaretlerinden kurtulmaya gayret hissi bırakmamaktan ibaretti. Vakıa maksadlarının büyük bir kısmını da istihsal ettiler. casını cebren ve kahran meydan-ı harbe sürüklediler. Kısm-ı a’zamının askerlikle asla aşinalığı olmadığı halde hepsini ön saflara sevk ettiler. Tıbkı çölde yaşayan akvam-ı vahşiyyenin develeri düşmana karşı kalkan yerinde kullanmaları gibi bu zavallıları da hasımlarının müdhiş ateşleri önünde kendilerine siper ittihaz ettiler. Harbin iki cehennemi arasında kalan bu zavallılardan ne kadarının mahv olup gittiğini Allah’dan başka kimse bilmez. Tabiidir ki bu ma’sum hayatlar heder olunurken zerre kadar ehemmiyet verilmiyor haklarında zerre kadar teessür hissolunmuyordu. Medeniyet yaldızına bürünen bu vahşi düşmanların bu İngiliz Fransız Ruslarla kendilerine inzımam edenlerin gaye ittihaz ederek husulü için çabalayıp durdukları yegane maksad şu tahakküm ve tasalluttaki teferrüdlerini ta’mim etmek; ahlakı tamamıyla bitirmek; akvam-ı mahkumeden ilmi ma’rifeti kamilen kaldırarak ibadullaha ebediyyen hakim-i mutlak kesilmektir. Maddi ve ma’nevi bütün hazırlıklarıyla bütün tefekkürleri bütün tasavvurları insaniyet hakkında besledikleri şu garazın tahakkukuna raci’dir. İşte insaniyeti tahribe ma’tuf olan bu garaz saikasıyladır ki ebna-yı Ademi değirmen gibi öğüten muharebe-i hazırayı tertib ederek milyonlarca hayata kıydılar. Deryalar gibi insan kanı akmasına sebeb oldular. Beşeriyetin şuun ve mesalihini sektedar eylediler. Ulumun fünunun çiçekleri mesabesinde bulunan milyonla şebabı kendi ihtirasat-ı sefileleri heyakiline kendi hevesat-ı hasiseleri esnamına kurban ettiler. Şeameti kendilerine dönen bu muharebeyi müdhiş bir surette tertib ederek şarktan garbdan cenubdan Almanya devletiyle Avusturya-Macaristan hükumeti üzerine saldırdılar. Kafkasya Basra Irak Çanakkale Karadeniz cihetlerinden de bizim üzerimize hücum ettiler. En büyük emelleri şu idi: Ceziretü’l-Arab’la Karadeniz Boğazı’ndan bir yol açarak İngiliz Fransız İtalyan Rus ordularını birleştirecekler; bu suretle bütün Balkan hükumetlerinin kemal-i sühuletle kendi taraflarına geçmesini te’min edecekler; Moskof çekirgelerini esliha ile mühimmat Devlet-i Aliyye’yi müttefiklerinden tecrid ederek her türlü hareketten mahrum bırakacaklar; Avusturya-Macaristan’ı Almanya’yı her taraftan kuşatarak hepsini bir demir çenber içine alacaklar; bütün alem-i beşeriyyetten mütecerrid bir hale getirerek hadd ü payan olmayan Moskof sürüleriyle müsta’merat askerlerini ve bütün dünyadaki esliha-i nariyye destgahlarını üzerlerine sevk edeceklerdi ki artık neticenin ne olacağını ancak Allah bilirdi. bi azıcık düşünecek olursa derhal dehşetinden tüyleri ürperir; bu vahşi milletlerin beşeriyet hakkında besledikleri kanlı ve leim maksadın önünde aklı başından gider. Şayed planlarını tatbika zafer-yab olaydılar görürdünüz ki çocuk kadın genç ihtiyar demeyerek bütün rast geldiklerini katl-i amma mahkum edecek; bütün measir-i şan u şerefi yerlere serecek; beşeriyeti yakıp yıkacak; daha sonra alem-i İslam ile Avrupa-yı Merkezi aleminin maddi ma’nevi bütün kuvvetlerini ellerinden alarak cihanı baştan başa esaret-i müfterise ve ihtirasat-ı behimeleri altına alacaklardı. Lakin beşeriyetin ve bütün kainatın Rahim ehl-i batıla karşı ise Cebbar ve Müntakım’dir– kemal-i lutf u re’fetiyle Devlet-i Aliyye’yi sıyanet buyurdu; kahraman askerleriyle yüksek fikirli rical-i siyasetiyle mevkiini tahkim etti; Alman Avusturya-Macar milletleriyle hikmet hakıkat menafi’-i mütekabile esasları üzerine ittihad eylemeleri esbabını ihzar eyledi; onlara yalnız hali değil uzak bir istikbali görecek ve insaniyete hakka nusret etmek vücubunu anlayacak nafiz bir nazar sadık bir his verdi. Sıdk u ihlasları tebeyyün eden müttefiklerine karşı kemal-i hulus u şefkatle davrandılar. Bu suretle Akdeniz’le Karadeniz ve Kafkasya ile Irak arasında ahenin bir sed halinde Devlet-i Aliyye sebat etti. Avrupa’da Afrika’da Asya’da muazzam bir cebhe-i harb vücuda getirerek milyonlarca düşman askerini işgal ile yüz binlercesini telef etti. Donanmalarının mühim bir kısmını batırarak kendilerine milyarlarca frank hasar bir hale geldi. Bunun üzerine kahraman müttefiklerimiz kemal-i sühulet ve itmi’nan ile hariku’l-ade zaferler te’min ederek topraklarını düşmanlarının levs-i vücudundan temizledikten sonra arazilerinin en mühim en zengin aksamına müstevli oldular. Askerlerinin kısm-ı a’zamını helak ve esir ettiler na-mütenahi ganaim aldılar. Daha sonra rical-i siyasetimiz Bulgarları iknaa ve onlara menafi’-i hakıkıyyelerini tefhime muvaffak oldular. Memleketlerinin menfaatini takdir eden Bulgar rical-i hükumeti de bizim tarafa iltihak ederek o zamana kadar tevali eden askeri muzafferiyatımıza bir de bu zafer-i siyasi inzımam etti. Düşmanların amali pay-mal oldu. Kurdukları tuzağa kendileri düştü. Bu suretle Hilafet-i İslamiyye devleti olan Devlet-i Aliyye ile müttefikleri arasındaki tarik-ı muvasale açıldı. Düşmanların kendileri için yol açmak hakkındaki emelleri ser-nigun oldu. Dünya başlarına dar gelmeye başladı. Bizler ise müttefiklerimizle beraber ta Hamburg’dan Basra’ya ve Süveyş Kanalı sahiline kadar velana başladık. Bugün bir hareketle Aksa-yı Hind’e ve Bahr-ı Muhit-ı Garbi sevahılinden Aksa-yı Süveyş’e kadar yürümek imkanını istihsal eylemişizdir. Kainatı yaratan insanları ni’met-i akl ile mümtaz eden Cenab-ı Fatır-ı Hakim hakka nusret eder ve daima ehl-i hak ile beraber olur; batılı kahr eder ve batıla tarafdar olanları hızlanda bırakır. Zat-ı Kibriyası’na yüz bin hamd yüz bin şükür. Lakin şurasını unutmamalıyız ki düşmanlarımıza muharebe-i hazırayı bu kadar müdhiş bir surette tertib ettiren amal ve ihtirasat hiçbir zaman sükun bulmayacak; damarlarında eser-i hayat cevelan ettikçe zihinlerinden çıkmayacaktır. Emellerinin tahakkukuna ma’tuf olan sa’y ü mücahedelerinde zerre kadar fütur göstermelerini beklemek muhale vücud vermek demektir. Binaenaleyh bize vacib olan ne gibi fedakarlığı icab ederse etsin ne kadar uzarsa uzasın muharebe-i hazırada sebat göstermek ve netice-i kat’iyyeyi istihsal için azimleri tevhid eylemektir. O netice ise bizim ve bütün müttefiklerimizin kımızdaki vahşiyane tasavvurlarını haricde vücuduna o hayalatın tahakkuku sevdasıyla tekrar ayaklanmaya sevk edecek ne kadar kapı varsa hepsini ebediyyen kapamaktan Bizler bir taraftan şimdiye kadar elde ettiğimiz siyasi ve askeri muzafferiyatımız diğer taraftan Merkezi Avrupa’yı Hilafet-i İslamiyye ve dolayısıyla bütün cihan-ı Şark ile vidadi siyasi ve iktisadi bir surette birleştiren şu tarik-ı muvasaleyi te’mine muvaffakıyetimiz sayesinde arz ettiğimiz neticeye kemal-i sühuletle vasıl olabiliriz. Harbin icab edeceği şedaide bundan böyle de göğüs germek; sulhun uzak yahud yakın olduğunu düşünmeyerek gaye-i amalimizi elde etmeye çalışmak bizim için kolaydır. Fikr-i acizaneme göre düşmanlar tarafından ileride açılacak fitne kapılarını kapamak bu yüzden zuhur edecek mehalikin önünü alarak kendimizi daha doğrusu alem-i beşeriyyeti belalarından masun kılmak için muracaat edilecek yegane tedbir a’damız tarafından hürriyetleri gasb olunan ümmetlere dest-i muaveneti uzatarak zaman bu ümmetlerin kaffesi düşmanlarımızdan ayrılarak bizim saflarımıza geçerler bütün kuvvetleri bizim kuvvetlerimize inzımam ederek a’da ile aramızda bir sedd-i ahenin olurlar. Bu maksada vusul ise Mısır’ın fethi İran’ın düşmandan tathiri Afrika ve Şark-ı Aksa ile muvasalenin te’mini ve oradaki ahaliye bir taraftan umur-ı idariyye ve askeriyyede mütehassıs adamlar diğer taraftan esliha ve mühimmat göndermek suretiyle kabil olabilir. Bu tedbir harb-i hazırdan beklenilen netice-i hakıkıyyeyi tamamıyla kafil olduktan başka seferberliğin bidayetinden bugüne kadar iktiham edilen ma’rekelerden nisbet kabul etmeyecek kadar az fedakarlığı mucibdir. Dahi-i siyasi Prens Bismarck’ın bir sözü şu makama pek münasibdir. Evet - Muharebesi’nde Fransızlar Sedan’da Alman orduları tarafından muhasara edilmişti. Şerait-i teslim hakkında müzakere için gelen Fransız generali bir aralık: – Fransız Milleti diğer milletlerden daha ali-cenab daha fedakardır. Bundan dolayı haklarında göstereceğiniz mürüvveti takdir eder mukabelede kusur etmez. deyince Bismarck şu yolda cevap vermişti: – Fransızların seri’ü’l-infial hasud mütekebbir bir millet olduğunu bildiğimiz halde bizim şu muzafferiyetimizi hazm edeceklerine kail olmaya kalkışırsak delilik etmiş oluruz. Siz iki yüz seneden beri Prusya’ya karşı otuz kere i’lan-ı harb ettiniz. Bu def’a da Sadowa muzafferiyetimizi çekemediğiniz için ber-mu’tad bizimle harbe kalkıştınız. Pek a’la bugün nasıl olur da Sedan’daki galibiyetimizi hoş görebilirsiniz? Hayır hayır; eğer biz sizinle kaç sene sonra kendinize geldiğiniz gibi yeniden üzerimize hücuma kalkışırsınız. Bizim sizden iyiliğe mükafat olmak üzere beklediğimiz hareket ancak budur. Bize gelince bizim ahlakımız sizinkine tamamıyla muhaliftir. Biz sadakati sükunu sever bir milletiz. Fütuhat sevdasında değiliz. Yalnız sulh u selamet içinde yaşamak isteriz. Onun için gösterdiği ceberuttan dolayı Fransa’nın te’dib edilmesi bizim de evlad ü ahfadımızın selametinden mutma’in olmaklığımız lazımdır ki bu da Fransa kabil olabilir. Binaenaleyh daima hücumunuzdan emin olmaklığımız için bize arazi müstahkem mevakı’ ve hudud lazımdır… Bismarck biraz sonra şu sözleri ilave etti: – Evet biz sulh isteriz. Lakin devamlı bir sulh isteriz. Bu sebebden Fransa’yı bundan böyle bize mukavemet edemeyecek bir hale getirmeliyiz. Ma’lumdur ki o vakit Almanya Fransızlardan Alsace eyaletiyle Lorraine’in bir kısmını ve bazı müstahkem mevki’leri almış ve aradaki hududu takviye eylemiş ağır bir de tazminat-ı harbiyye istemişti. Bu suretle akd eylediği sulh üzerine de artık Fransa’nın ebediyyen Almanya’ya karşı çıkacağına ihtimal vermemişti. Lakin Fransızlar Belçika hükumetini aldatarak Almanya ile Belçika arasında gayet müstahkem bir hudud vücuda getirdiler sonra milyarlarca frank verip Rusları ve ordularını satın aldılar. Her biri Tunus Mısır Fas Trablus Sudan Kıt’aları üzerine oturmak suretiyle İngiliz ve İtalyanlarla teşrik-i mesalih ettiler. Fransızlar bugün nüfusu kırk milyona karib bir müsta’mere vücuda getirdiler. Üç sene kadar evvel bu müsta’merede hizmet-i askeriyyeyi mecburiyet altına alarak Afrika’nın fevka’l-ade şeci’ bulunan ahalisinden ordular ihzar etmeye başladılar ki muharebe-i hazıra biraz daha gecikmiş olaydı bu teşebbüslerinde muvaffak olacaklardı; bu muvaffakıyet ise bizim için büyük bir musibet kesilecekti. Daha sonra Fransızlar efrad-ı ahalisi yüzlerce milyona baliğ ve yeryüzündeki insanların nısfına karib bir kitle-i düveliyye halinde olarak müdhiş bir surette intikam almak için Almanya’ya i’lan-ı harb ettiler. Şayet bu muharebe beş sene daha gecikeydi de bu azgın mahlukların tedarikat-ı harbiyyeleri tamam olaydı alem-i olan Cenab-ı Hakk bizi sıyanet ederek düşmanlarımızın kazmak istedikleri çukura kendilerini düşürdü. tarzındaki tecelli-i ilahisini tekrar eyledi. Prens Bismarck’ın o dahi-i meşhurun sözlerini nazar-ı dar Fransızların ta’kıb eylediği hatt-ı hareketi tedkık eden bir adam yakınen anlar ki Fransızlar Sedan galebesini bir türlü afv edememişler ve mağlubiyetlerinden i’tibaren hasımlarından intikam almak için her türlü mikyas ve tasavvurun fevkinde hazırlıkta bulunmuşlardır. Binaenaleyh gerek kendileri gerek tabiat i’tibarıyla kendilerinden bin kat bedter olan müttefikleri bu muharebeden makhur ve zelil bir halde çıktıkları zaman acaba bizim bu zaferimizi hoş görmeleri bundan böyle sulh u sükun tasavvur edilebilir mi? Hayır hayır onlar bu harbden çıkar çıkmaz şimdiye kadar vücuda getirdikleri istihzaratın kat kat fevkinde tedarikat ile ve eskisinden kıyas kabul etmeyecek derecede fazla basiret ve teyakkuz ile üzerimize saldırmak isteyeceklerdir. Madem ki düşmanlarımızın taht-ı esaretinde dört yüz milyona yakın ebna-yı beşer bulunuyor madem ki bu kadar nüfusun malı canı üzerinde istediği gibi tasarruf ederek hizmet-i mecburiyye-i askeriyyeyi ta’mim ediyor; pek yakın bir zamanda ve kemal-i sühuletle küçük zabitleri de içlerinden olmak şartıyla milyonlarca asker yetiştirerek ve sevk u idaresini kendi rical-i askeriyyelerine tevdi’ ederek istediklerinin üzerine tevcih ve istediklerini tehdid ile kendi taraflarına celb edebilirler. Artık bu kadar maddi bir kuvvete bir de ma’nevi kuvvetlerini teşkil eden mel’anetleri desiseleri inzımam edince yapmayacakları kalmaz. Eğer Prens Bismarck hayatta olsaydı hiç şübhe yoktur ki şu mutalaada bulunurdu: Düşmanlarımızın kaffesiyle aramızda aşılması gayr-ı kabil tamamıyla müstakil kendi kendini müdafaa kudretini haiz olan icabında bizim saflarımıza geçen ve bizim için kendilerine karşı hayır-hahlık ve basit şekillerde muavenetten başka fedakarlığa hacet messetmeksizin kendilerinden istifade kabil olan zi-hayat hududlar kaleler vücuda getirmedikçe sulh akdine kalkışmak en fahiş bir hata-yı siyasidir. Bu da düşmanların boyunduruğu altında inleyen mazlum ümmetleri tahlis ederek istiklallerini kendilerine vermekle olabilir ki esası Mısır’ın fethiyle Acemistan’ın tathirinden ibarettir. Bütün alem-i İslam’ı bu kadar safil bir derekeye indiren ahlakı ve ictimai hastalıklarımıza dair birkaç söz söylemek isteriz: Herkes bilir ki tarih-i siyasilerinin ilk devrelerinde müslümanlar dine sarılmak Kitabullah’ın ta’limatı haricine çıkmamak Resul-i Emin’in sav Hulefa-yı Raşidin’in siyasetine ittiba’ eylemek hususunda haleflerinin pek fevkinde idiler. Eslaf gerek Kur’an -ı Hakim’in gerek Kur’an kendisine gönderilen Nebiyy-i Kerim’in gösterdiği siyasetten ayrılmadılar. O sayededir ki azametlerine karşı boyunlar eğildi; savletleri önünde serir-i saltanatlar devrildi; nüfuz ve şevketleri iklimlere saye saldı; dünyanın şarkında garbında bütün galibiyetler kendilerinin oldu. Müslümanlar dinlerine sımsıkı sarıldıkları demlerde o vasi’ mülke sahib olmuş hiç kimsenin yaklaşamayacağı o mertebeye varmış iseler acaba bu mazhariyet dinlerinin ahkam-ı siyasiyyesindeki muhkem düsturlarla muazzam hikmetlerden başka bir sebebden midir? Hicret’in karn-ı evvelinde Arabları Afrika Asya kıt’alarıyla sa’dan da Loire nehrine kadar ilerlemelerine sebeb olan amil Din-i İslam’ın hikmeti basireti mümessil-i siyaseti değil midir? Devlet-i Aliyye’ye Şarkı Roma İmparatorluğu’nu feth ettiren; elinden tutarak onu Avrupa-yı Şarkı ve Merkezi’ye doğru götüren kuvvet ravabıt-ı İslama kemal-i azm ile sarılmaktan başka bir şey midir? İslam düşmanlarının kitabları cem’iyetleri vasıtasıyla neşr etmekte oldukları şübheleri vehimleri esasından mahv hüküm-ferma olduğu memleketleri göz önüne getirivermekten başka bir şey istemez. tedennilerine sebeb olarak erkeklerin kadınlarla ihtilat etmemesi ribanın haram olması müskirata iltifat olunmaması Cenab-ı Hakk’a tevekkül edilmesi cihadın meşru’ tanılması gayr-i müslimlere karşı taassub gösterilmesi zinanın men’inde pek ileri gidilmesi gibi Din-i İslam’ın ahkamı yahud cemaat-i müsliminin ahlakı cümlesinden olmak üzere tanılmış bir takım şeyleri gösteriyorlar. müslümanlardan bir kısmını efkar ve hissiyat-ı diniyyeden hali bulduğu için şübheler tamamıyla kendilerini teshir etti; ellerinde bulunan kütüb ve resail içinden de bu şeytani ilkaatı def’ edebilecek bir şey bulamadılar. Ne garibdir ki bu gençler öyle bir takım üstadları dinliyorlar ki onların dininde ehl-i tevhidin Kur’an-ı Kerim’de bulduğu felsefe-i sahihanın ahlak-ı kerimenin siyaset-i metinenin binde biri bile yoktur. İşte şebabımız onların şübühatını ilkaatını telakkı ederken hiç düşünmüyorlar ki kendilerini din-i haklarından i’raz ettirmek lerini aklın ihata fehmin idrak edemeyeceği bir takım gamız muammalarla İncil şerhlerini dolduran menkulat üzerine bina ediyorlar. Kezalik gençlerimiz bilmiyorlar ki bu mudıll üstadların maksadı kendilerinin akıdelerini gevşetmek mevcudiyetleri üzerindeki sıbga-i diniyye asarını tamamıyla mahv etmekten başka bir şey değildir. Evet bu suretle yavaş yavaş ilerleyerek aralarındaki revabıtı parçalamaya muvaffak oldukları zaman üzerlerine son darbeyi indireceklerdir. Nitekim Fransa İngiltere Rusya İtalya hep bu yolu ta’kıb etti. Fransa hükumeti bir taraftan dini resmen tanımaktan iba ederken görüyoruz ki din namına memalik-i İslamiyyeye musallat oluyor cemaat-i müslimin arasına misyonerler dağıtıyor; sonra Şark’ın müstakil olan memalikinde bile Katoliklik’i himaye da’vasıyla kendisinde bu memleketlerin şuununa müdahale hakkını görüyor ve o memleketlerin hür ve müstakil hükumetlerine tebealarının katolik kısmı hakkındaki muamelatından dolayı hesab sormaya kalkışıyor. Fransa İngiltere Rusya bu uğurda ne kadar bağırdılar ne kadar kıyametler kopardılar; ortalığı donanmalarıyla ordularıyla kaç kereler tehdid ettiler; Şark akvamı hususiyle İslam emaretleri üzerine kaç kereler müstevli oldular. Vakıa bu gibi hadiseler Avrupalıları seven ve onların zahiren şimşek gibi parlayan telkınatı arkasında ne yaman yıldırımlar saklı olduğunu hatırına getirmeyen gençlerimizin nazar-ı intibahına çarpmayabilir. Zira öteden beri telkın ettikleri fitneler fesadlar bu zavallıların kalblerinde tamamıyla yerleşmiş olduğundan nazarları hadisatın a’makına nüfuzdan fikirleri tarihi ibretleri teemmülden kasır bir haldedir. Lakin biz müslümanlar için bu babdaki mes’uliyetin günahın büyük bir kısmını üzerimize almaktan çekinmek asla caiz değildir. Çünkü biz dinin usulüne füruuna dair bilmeleri icab eden mevaddı baştan evladımıza telkın etmedik. Sonra bu hususda pek az bir şey söylesek bile Şeriat-i Garra’nın ahkam-ı aliyyesindeki hikmetlere dair kendilerine tek bir kelime bile söylemedik. Sonra oğullarımızın kızlarımızın hayatını onların ellerine teslim ettik. Memleketimizde ta’lim ve terbiyenin neşr ü ta’mimi için olmayarak sırf İslam’ı esasından devirmek Bunların mekteblerini açmış oldukları bütün memleketlerde doğrusu asar-ı muvaffakıyyetleri göze çarpıyor. Bugün onların müstevli oldukları muhitlerde ne kadar mülhidane cümleler lisanlarda deveran ediyor ne kadar din aleyhinde sözler söyleniyor ne kadar şeair-i İslamiyye erkan-ı diniyye muattal duruyor da bunları ikame ve ihyaya kalkışmak adeta bid’at ihdasına yahud cebhe-i kı olunuyor. O halde bu akıbet-i elimeden kim mes’ul olacak? Şübhesiz evladını o müesseselere teslim ederek mahvına sebeb olan babalar. Lakin acaba o babaların bu tehlikeli işe atılmalarına saik nedir? Bu saik bizim eski ümeramızın taksirleri ve emval-i milleti vücuhuna sarf etmemeleri değil midir? Bu saik ümem-i İslamiyye arasında ümmiliğin taammum ederek bir çok müslüman memleketlerinin cahiliyet-i kadime edvarını andırır bir halde bulunması değil midir? Bu saik müslümanların esrar-ı dine ve ahkam-ı İslamiyyedeki hikmetlere karşı cehl-i sırf içinde kalarak bu hüküm ve esrarı alem-i İslam’a yabancı lisanlar üzerine yazılmış kitablarda arayacak bir derekeye inmeleri değil midir? Bu saik Lisan-ı Arab’a ve dekayikına aid cehlin Kur’an-ı Kerim’in Arablar arasında bile garib olmasını intac edecek kadar bütün alem-i İslam’a sirayet etmesi değil midir? Bu saik ne Kur’an-ı Kerim’e ne de hadis-i nebeviye müstenid olmayan bir sürü evhama istinaden müslümanların sa’y ü amelden geri durmaları esbabı ta’til eylemeleri değil midir? Bu saik kadınların cahil ve terbiye-i sahiha rum kalmaları değil midir? Bu saik medeni askeri ilmi olmayan azim sermayeler mütevakkıf olduğu böyle bir zamanda müslümanların şirketler vücuda getirmekten müessesat-ı maliyye te’sis eylemekten imtina’ ile mesai-i ferdiyye üzerine saplanıp kalmaları değil midir? Bu saik tarihden en eski ecdadımızın asarına en büyük ümera ve hulefamızın fütuhatına aid vekayie karşı tamamıyla cahil olmaklığımız değil midir? Bir derecede ki gençlerimiz Napolyon’un tarihini Fransa İhtilallerini İtalya’nın nasıl zuhura geldiğini ber-tafsil bildikleri halde Resul-i Ekrem’in siyer-i celilesinden bir şey soracak olsanız yahud Abdurrahman-ı Gafikı Selman-ı Farisi Tarık bin Ziyad Yusuf bin Taşfin Ömer bin Abdilaziz Fatih Sultan Mehmed Sultan Selim-i Evvel Sultan Mehmed-i Ekber gibi İslam’ın erkanını teşkil eden eazıma aid ma’lumat isteseniz ya eğleniyorsunuz zanneder yahud Afrika çöllerinin ortasından gelmiş cahil mechul bir halde yaşayıp gitmiş zencilerden bahs ediyorsunuz fikrine zahib olur. Evet alem-i İslam’ı bu acıklı hale getiren avamil bu saydığımız esbab ile bu kabilden olan şeylerdir. İşte bu sebeblerdir ki bir müslüman babaya evladını dininden hissiyat-ı vataniyyesinden cüda düşürecek kendisini diğer efrad-ı müslimine bağlayan rabıtalardan ebediyyen ayıracak bir müesseseye attırıyor. ların üzerinde hakim memleketlerinde bildikleri gibi mütehakkim bir halde bulunduruyor. Bu hastalıklara karşı ne gibi tedabirde bulunulmak lazım geleceği alem-i İslam’ın eski şebabına avdet edebilmesi bileceğini de bundan sonraki makalelerimizde izah edeceğiz. Refik-ı muhteremimiz el-Alemü’l-İslami ceridesinden: Avrupalılar içkilerin türlü türlüsünü kullanmakta pek taatına da bu adetlerini sirayet ettirmişlerdi. Bir halde ki ispirtolu meşrubatın men’ine aid bir kelime söylemek yahud bu ibtiladan vaz geçirmek için nasihate kalkışmak en menfur maayib sırasına geçmişti. Gerek ulum-ı tıbbiyye mütehassısları gerek hıfz-ı sıhhat alimleri şimdiye kadar sarhoşluk veren ruhların her türlüsünün mazarratına dair na-mütenahi yazılar yazmış bir çok fenni deliller burhanlar irad ederek müddealarını cerhi kabil olmayacak surette isbat etmişlerse de yazıklar olsun ki Garb’ı kör körüne taklid etmek Avrupalılara aid her şeyi sırf Avrupa’dan gelmesine hürmeten alıvermek ibtilası akvam-ı İslamiyyenin zihninde öyle yer etmiş ki en hayır-hahane nı bulunamıyor. Bunlardan birine kalkıp da: “Amerika’daki cumhuriyetlerden bir kısmı ispirtolu içkilerin satılmasını ve kullanılmasını men’ eden kavanin vaz’ etmiş…” deseniz hiç şübhe yoktur ki hakkınızdaki mutalaası; “Cahil bu ya! Bilir bilmez söylüyor.” hükmünden başka bir şey olamaz. Şayed bundan iki sene evvel demiş olsaydınız ki; “Bir gün gelecek Avrupalılar içkilerin ika’ eylemekte olduğu fenalıkları anlayarak Paris Londra gibi büyük merkezlerde müskiratın suret-i kat’iyyede men’i için yahud hiç olmazsa tahdidi için kongreler akd olunacaktır.” Tabiidir ki; “Bu adam rü’ya görüyor yahud sayıklıyor.” derlerdi. Lakin bu muharebe-i kübra geldi bize ibret ve intibahı mucib bir çok hadiseler hikmetler gösterdi. Bugün Fransa İngiltere Rusya İtalya matbuatını gözden geçirecek olsanız müskirat isti’maline karşı tedabir-i şedide ittihaz olunmadığı takdirde memleketin başına pek vahim felaketler geleceğini delailiyle serd eden makalattan hemen hiç birini hali görmezsiniz. Zira o memleketteki amele kısmı ile muharebede bulunan askerlerinin kezalik rical-i siyasetten bazısının gerek bünyeleri gerek dimağ ve azimleri üzerinde ispirtolu içkilerin öyle elim te’sirleri görülmüş ki memleketin istikbaliyle alakadar olan ve nusret ve zaferin kendi taraflarına geçmesine çalışan kafalar bu babda bir çare düşünmek zaruretini tamamıyla hissetmişler. Diğer memleketlerden bir kısmı da bunlara ittiba’ eylemiş. Lakin bu sonrakilerin tuttukları yolda attıkları hatveler daha mühim görülüyor. Times gazetesinin son nüshalarından birinde Kanada hükumetinin bu maksad uğrunda büyük bir mesafe kat’ eylediğini gördük. Zaten Kanada hükumeti senelerden beri müskiratın men’i yahud tahdid-i isti’mali lüzumunu hissetmişti. Muharebe-i hazıra ilcaat-ı zaruriyyesinden olan matalib ve tekalifi ile beraber zuhur ediverince gerek ahali gerek hükumet bu babda müessir ve acil bir takım tedabir meb’uslardan biri meclise meyhanelerin kapatılması ve müskirat tedavülünün men’i talebini havi bir takrir verdi. Bu takrir meclisde ekseriyet kazanamayınca hükumet ruhsat tezkirelerinin müddeti munkazi olan müskirat tacirlerine yeniden ruhsat verilmemesi için derhal belediye meclislerine tebliğatta bulundu. Belediyeler hükumetin şu emrini hemen infaza başlayarak meyhanelerden bir çoğunu kapattı. Maamafih ne kadar az bile olsa kapatılmayıp kalanları hükumetin müskirat yüzünden meydan alan mazarratları fesadları kökünden kazımaktan ibaret olan maksadını işkal etmeye kafidir. Bununla beraber milletin içkiler aleyhindeki hissi hükumetin hissinden aşağı kalmıyor. Nitekim Ontario’da altmış beş bin kişilik bir cemaat sokak sokak dolaşarak konağının önüne gelerek müskiratın men’i için bir kanun yapılması hakkında mahzar takdim etmişler. Kanada’yı teşkil eden memleketlerden bir çoğu da bunların ğer ispirtolu ruhların kaffesini harbin devamı müddetince men’ ederek tekrar müsaade verilmesi mes’elesinin müzakeresini sulhun in’ikadına ta’lik eylemiş. Times muhabirinin mektublarından anlaşıldığına göre sene-i hazıra hıtama ermezden evvel Kanada’nın bir vilayeti istisna edildiği halde her tarafında müskiratın men’i mes’elesi taht-ı karara alınacaktır. Maamafih o tek vilayetin bir çok mülhakatında da içkiler aleyhinde mühim cereyanlar mevcuddur. Artık dinlerinden i’raz eden ahkam-ı Kur’an’a karşı mübalatsız davranan müslümanlar bundan olsun ibret almalıdırlar. ayet-i kerimesi mantuk-ı münifince ğildir. İnsanın taraf-ı Bari’den ahsen-i takvim üzere yaratılmış ve sıfat-ı kemaliyye-i ilahiyyeye mazhariyeti hasebiyle emanet-i kübra-yı Sübhaniyyeyi haiz bulunmuş ve baka-yı şahs u nev’isinin te’mini hikmetine mebni bu babda iktiza eden esbab-ı maddiyye ve ma’neviyyenin kendisine ihzar edilmiş bulunması ve bütün külliyat ve cüz’iyyatın idrakine ve enva’-ı sanayi’ ve ihtiraatın inkişaf ve incilasına mahal olması ve bu sayede her asırda o asrın muktezıyatına göre nice asar-ı ilmiyye ve medeniyyeyi vücuda getirmeye muvaffak buyurulması gibi add ü ihsadan haric ni’am-ı celile-i ilahiyyeye mazhariyetinden dolayı mücerred bu ni’metlere karşı la-şey hükmünde olan bir mukabele-i şükraniyye olmak üzere bir çok vezaif-i ubudiyye ve ahkam-ı diniyye ile mükellef olmuştur. Şu mukabele-i şükraniyyeye “la-şey” hükmünü verişimiz muvafık-ı nefsü’l-emrdir. Zira Cenab-ı Fatır-ı kainatın beni-beşere ihsan buyurduğu ni’am-ı celilenin vecibe-i şükranını edaya esasen imkan yoktur. Çünkü Hakk’a karşı ifa edilecek vazife-i ubudiyyet bir kere Hakk’ın ibadına ihsan buyurduğu kuvvet ve kudret sayesindedir. Eğer o kuvvet ve kudret olmasa insanın hiçbir vazifeyi ifa edemeyeceği beyandan müstağnidir. Bir de vezaif-i ubudiyyeti ifaya müsaraatleri yine kendilerinin hayır ve saadetlerine aiddir. Cenab-ı Vacibü’l-vücud her şeyden müstağnidir. İbadat u taatın mükafatı maasinin mücazatı hep ibada raci’dir. Şu halde Cenab-ı Rabb-i Kerim’in ibadına ihsan buyurmuş olduğu ni’metlere karşı eda-yı şükran maksadıyla ibad tarafından ifa olunacak şefkat ve her hususda hakkaniyet ve adalete riayet gibi mekarim-i ahlakla tezyin-i zat u sıfat etmesine sebeb-i müstakil teşkil ettiğinden ibadın ifa ettiği bütün ibadat u taatin menafii kendisine ve beni-nev’ıne aid olacağında tereddüde mahal yoktur. Binaenaleyh Din-i Mübin-i İslam’ın ahkam-ı aliyesine tevfik-ı hareketle uhrevi ve dünyevi suri ve ma’nevi iktisab-ı saadete gayret bil-umum müslümanların menafii icabındandır. Din-i Mübin-i İslam’ın ahkam-ı aliyyesine tevfik-ı hareketle uhrevi ve dünyevi iktisab-ı saadete gayret bilumum müslümanlar için vecaibdendir. Alel-husus Hilafet-i Mübeccele-i İslamiyye ve Devlet-i Muazzama-i Osmaniyye’nin teali-i din ü devlet ve muhafaza-i hayat-ı millet için i’lan-ı cihad ve her hal ü harekatında inayet-i celile-i Samedaniyyeye istinad ettiği ve lehü’l-hamd ve’l-minne mücahidin-i İslamiyye ve asakir-i Osmaniyyenin gaza sahalarında nice tevfikat-ı Sübhaniyyeye mazhar olduğu düşünülünce vazife-i ubudiyyetimizin ne derece kesb-i ehemmiyet eylediği kemaliyle tezahür edeceği şübhesizdir. Şu halde Mün’im-i hakıkı ve Muhsin-i ezelinin eltaf-ı celile-i ilahiyyesine karşı kalbimizden ve dilimizden şükür ve mahmideti bir lahza ayırmamak ve her hususda rıza-yı Barisi’ni istihsale çalışmak vazifemizin pek mukaddes aksamını teşkil eylediği azade-i beyandır. Eltaf ve inayatına payan olmayan Hazret-i Hudavend-i Rahim taat ile me’luf kullarına vüs’ ve yüsrünü Kur’an-ı Kerim i’nde tebşir buyurmaktadır. Vadi-i ma’siyyette puyan olanların halleri ise dünya ve ahirette pek vahim ve elimdir. Gufran-ı ilahi ile mübeşşer bulunan şehr-i sıyamı tecelli-saz olacağı maaliyattan bi-hakkın hisse-mend olacak surette imrara gayret bil-umum mü’minin ve mü’minatın saadet-i zatiyyeleri muktezıyatındandır. İ’la-yı şan-ı İslam seferiyyeye göğüs geren sevgili askerimizin ancak fariza-i cihadı ifada acz tareyanı havfıyla ba’dehu kaza etmek şartıyla aleni olmayarak iftar eylemeleri caiz olduğuna nazaran ahalinin fariza-i savmı edada kat’iyyen kusur etmemeleri lazımdır. Tasvir-i ulviyyetine imkan olmayan salatın vakt ü zamanıyla edasındaki vücub-ı kat’i rulan Fahr-i Kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat Efendimiz hazretlerinin ümmet-i pakizesi her yerde ve her zamanda mahasin-i ahlakın enmuzeci olmak gerektir. Zühd ü salah İslamiyet’in lazim-i gayr-i mufarıkıdır. Nisvan-ı İslam ve kıymet pek bala-terindir. Muhadderat-ı İslamiyye bu hikmet-i ulviyyenin icabatına riayette zerre kadar kusur etmemelidir. İstikbal-i memleketin mehd-i hayatı onların dest-i faziletine mevdu’dur. Milletlerin şevket ve azametlerini te’min hususunda hissiyat-ı diniyye ve fazail-i ahlakıyyenin te’siri pek mühimdir. Dinimizin ulviyeti milletimizin necabeti sermedi saadetlerimizdir. Şeair-i diniyyemize tamamıyla riayet ve fazail-i milliyyemizi hakkıyla mizin en metin esaslarıdır. Her zaman evamir-i ilahiyyeye mutavaat ve nevahi-i Samedaniyyeden mücanebet eylemeleri muktezi bulunan mü’minin ve mü’minatın Ramazan-ı mağfiret-nişanda savm u salat gibi feraiz-i mübecceleyi hüsn-i edaya son derece ihtimam ile va’d-i celil-i Samedaniye ihraz-ı liyakat ve milletimizin mevki’-i bülend-i ahlakısini herkes nazarında isbata bezl-i makderet eylemeleri Şeriat-i Garra-yı İslamiyye namına tasviye olunur. Kağıt tedarik edilememesinden dolayı bir müddetten beri intişarı teahhur eden Sebilürreşad kariin-i kiramın tevali edecek himmetleriyle inşaallah ba’dema muntazaman neşr olunacaktır. Kur’an rahib ve piskoposların nef’ u zarar hususunda Cenab-ı Hakk’ın izin ve iradesi olmadıkça hiçbir şeye muktedir olamayan birer beşer olduklarını; haifinin melaz ü melce’i imdad ve mağfiret taleb edenlerin muracaatgahı ise münhasıran Zat-ı Hakk olduğunu beyan ederek onların din namına ihdas ettikleri ebatili pa-mal ettiği gibi; bunların telkınat ve tesvilatına inkıyad edenlerin de taklid mertebesinde donup kalmak atalarından mevrus i’tikadat-ı sehifeye saplanmak yüzünden giriftar olacakları avakıb-ı elimeyi müessir ve hail bir lisan ile anlatıyor; hakıkate müteallik işittikleri bir sözün meal ve hakıkatini fehm ü idrak için i’mal-i fikirden onu ihata eder ayat-ı meşhudeye lihaza-i dikkatlerini atf etmekten daima muhteriz bulunarak Tevrat ve İncil’in serair ve hakayıkını anlayıp öğrenmek için ahbarın efkar ve mütalaatına hasr-ı nazar etmek mesleğinin çirkinliğini Evet Kur’an -ı Hakim bize milel-i hırıstiyaniyyenin hakayık-ı ma’neviyyeye karşı ne dereceye kadar bir vaz’-ı camid almakta olduklarını isbat edecek ne kadar delail serd ediyor hristiyanların gunude-i sükun u atalet olan akl ü reviyetlerini uyandırarak şevk u neşata getirmek miras-ı aba vü ecdad olan şeylerin hududunu tecavüz ettirmemek Kur’an daha doğru yollar göstermiş olsa da babalarının eğri büğrü izlerini ta’kıbe kendilerini mecbur görmek rezilesini irtikab etmiş olmakla ta’yib ediyor. nazm-ı kerimi erbab-ı ukulden olan ehl-i hidayetin evsaf u mahiyeti hakkında sana bir fikir verebilir. Acaba ayetinin nüzulünden sonra kütüb-i ilahiyyeyi anlamak hususunda rüesa-yı edyanın söyledikleri sözlerle takyıd-i fikr ü nazar ederek o nokta üzerinde tevakkuf etmenin cevazına kail olabilmek için bir mecal ve imkan kalmış mıdır? Hayır; şu ayet ayat-ı ilahiyyeye hakkıyla iman edenler kütüb-i ilahiyyeyi yoluyla tilavet edip ahkamını tedebbür ve maanisini fehm ü idrak ettikten sonra o ayatın ihtiva ettiği evamire imtisal ve menahiden ictinab etmek suretiyle hikmet-i irşadından bi-hakkın müstefid olanlar olduğunu gösteriyor. Kezalik ayetleri de basarları sahayif-i vücudun havi olduğu hakayıkı mülahaza ve tedkık ile iştigal hassasından atıl basiretleri kitab-ı kainatın tazammun ettiği ayat-ı baliğayı teemmül ve tedebbür hususunda duçar-ı ama olan kimselerin ta’nif ve muahazelerini ihtiva etmektedir. Kur’an-ı Kerim bu babda Resul aleyhi’s-selamı en güzel bir nümune en beliğ bir misal telakkı etmek zaruretini bize anlatmaktadır: Eğer İslam’da papaların nüfuz ve kudretlerine istinaden İngiltere Kralı Yedinci Henry ile Almanya İmparatoru Dördüncü Henry’i cennetten mahrum ettikleri ruhani riyasetlere benzer bir şey olsaydı bu rütbe ve imtiyaza efrad-ı ümmetten daha ziyade Resullah’ın layık ve müstahık olması tabii idi. Fakat heyhat Kur’an-ı Kerim ve [ ] ve gibi iktidar-ı mutlakın Cenab-ı Hakk’a has olduğunu ve fehvaları mucebince kimsenin kimseye iras-ı hayr u şerre muktedir olamadığını natık olan ayat ile Nebiyy-i Mükerrem’in dünyadaki vazifesinin hududunu ta’yin ve tahdid ettikten sonra onda bile böyle hak ve salahiyet tasavvur etmeye imkan kalmış mıdır? Tercümesi: Cenab-ı Hakk o amili işleyeni sever ki işlediklerini hep güzel yapar; öyle baştan savma yapmaz. Bu hadis-i şerifi İmam Taberani Küleyb bin Şihab’dan nakl u tahric etmiştir. Cenab-ı Peygamber’in sav bin üç yüz küsur sene evvel ümmetine tebliğ buyurduğu bu mübarek hadis-i şerif hükmüne bütün müslümanlarca riayet edilmiş olsaydı acaba biz şimdiki tevakkuf haline gelir miydik? Bizi bütün terakkıyattan mahrum eden başlıca sebeb: Vazife ve mesleğimizin icabatını takdir ve ona göre ibraz-ı mesai etmememizdir. Hangi meslek ve san’atte olursak olalım bizde cari olan kaide: – “Adam sen de bu böyle de olur!” sözüdür. Halbuki kıyamet işte bu sözden kopar. Peygamberimiz’in sav bu mübarek hadisini bütün Cenab-ı Hakk’a bir ibadet mi yapıyorsun? Bunu hakkıyla yap baştan savma yapma! Elinde bir san’atin mi var? Buna hakkıyla sahib ol hile ve tembellik karıştırma san’atini ileriye götür!.. Me’mur musun? Vazifeni bi-hakkın ifa et hukuk-ı ma!.. Rençber misin? Ziraatin bütün iyi usullerini kabul et ve işini ilerletmeye toprağın bereketini çoğaltmaya ambarlarını doldurmaya bak!.. Tacir misin? Ticaretini cahilane ve muhtekirane usullerle tedvir ve halkı açlığa sefalete mahkum etme; yerine yazılmıştır Hud /. namuskarane bir kazanç ile icra-yı ticaret ve ilm-i iktisadın kabul ettiği dairede ibraz-ı gayret et!.. Hülasa: Hangi işte bulunuyorsan onun icabatını iyi anla işini hakkınca gör baştan savma yapma!.. Bizde pek fena bir illettir ki: Her şeyi gördüğümüz gibi yaparız; ıslah ve teceddüd cihetine gitmeyiz. Acaba Bizdeki kudret-i isti’dad her milletten daha ziyade ve zengindir… Yalnız yaptığımız işlerde kafamızı değil –körü körüne– ellerimizi kollarımızı kullanmaya alışmışız. Bu mühlik hastalığın tedavisini bulmak için de hiç düşündüğümüz yoktur. İyi ve kötü yaptığımız bir işten ufak bir ekmek parası çıksın bu kafi ve vafidir. Halbuki zaman ve Şeriat böyle istemez; her ne vazifede bulunuyorsak bunun güzel ve hakkıyla yapılmasını emreder. Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim i’nde “emanetin ehline tevdi’” olunması lüzumunu tebliğ buyuruyor. Niçin? Çünkü: İşler ve vazifeler ehline tevdi’ olunmazsa beşeriyetin aradığı saadet husule gelmez. Vazifesini iyi yapan asar-ı san’atini güzellik içinde meydana getiren kimseler her yerde her asırda her millette sevilir. Hele bu meziyete sahib ferdlerden teşekkül eden bir millet ne kadar mes’ud ve müterakkıdir. nılırsa milletimizin atisi elbette açık ve feyizli olur. Hep görüyoruz ki: İyi bir kaleme güzel bir yazıya malik ve iyi bir hitabete muktedir olan adamlar ve sonra mes’udane geçirirler. Onlar servet ve saadete hürmet ve Fakat bu iyilikten ve güzellikten mahrum ve; “Adam sen de bu böyle de olur!” zihniyetine mahkum olanlar daima sefil ve perişan bir hayat içinde bulunurlar. İslamiyet’in şiddetle reddettiği bu zihniyet ümmet-i İslamiyyeyi müdhiş bir perişanlığa doğru sürükledi ve sürüklüyor. Mevcud bütün dükkanlarımıza mağazalarımıza ve bütün asar-ı san’atimize dikkatle göz gezdirdiğinizde görürsünüz ki: O müessesat ve asarda müdhiş bir la-kaydi ve mezellet-i ruhi vardır. Eşyanın konuluşu müessesenin şekil ve hey’eti yapılan işlerin biçimi sahib-i müessesenin aldığı vaz’-ı baridane…. O kadar fenadır ki bedayi’i mahasin-i ahlakı intizam ve ciddiyeti seven herkes onlardan nefret eder. Müslümanlar! Milletimizin yüzünün gülmesi ve saadete ulaşması her sahib-i san’at ve mesleğin o san’at ve meslekteki vazifeleri hakkıyla ve kemal-i ciddiyyet ve terakkıden terakkı bizden pek pek çok uzaktır. Şu halde gözümüzü açalım ve ona göre çalışalım. Bu iklim şimalen ve şarkan Bahr-ı Sefid ile garben Marakeş cenuben Sahra-yı Kebir ve Trablusgarb arazisi murabba’ından nüfusu ise . yerli ahali ile yarım milyon Fransız ve sair ecnebilerden ibarettir. Arablar bu memleketleri Üçüncü Halife Hazret-i Osman radıyallahu anhın zamanında sene-i hicriyyesinde feth ettiler ki ondan sonra gelen asırlarda da hilafete olan merbutıyetlerini tamamıyla muhafaza etmek şartıyla idaresi sahiblerinin elinde idi. Hatta bir aralık Hicaz’ı Endülüs’ü ve bu Beni-Hafs hükumeti Cezairi himayeden izhar-ı acz edince sene-i hicriyyesinde İspanyollar müstevli oldular ki Barbaros Hayreddin’in kardeşi Oruç Gazi kıt’ayı bey’at etti. Sonra Barbaros Hayreddin Bizert’i istirdad ederek halife-i Osmani namına hutbe okuttu. Bu haber Hasan-ı Hafsi’ye vasıl olunca kaçtı. Barbaros Hayreddin ’de Tunus’a girdi. Lakin Hasan-ı Hafsi İspanyolların muzaheretiyle Hayreddin’e karşı hareket edince Hayreddin Cezair’e geçti. senesinde Sultan Selim-i Sani Sinan Paşa’yı göndererek ahalinin muavenetiyle Tunus’u feth etti. Bu tarihdan i’tibaren istiklal-i idaresini muhafaza etmek şartıyla Cezair’le birlikte Devlet-i Aliyye’nin eyaleti oldu. senesinde Fransızlar Cezair’e girdiler. İstilalarına vesile olmak üzere de şunu buldular: Fransa yirmi sene kadar nezdinde alıkoymakta olduğu erzak parasından dolayı Cezair’e yedi milyon frank borçlu idi. Bu paranın rak da Marsilya’daki Fransız tacirlerin Cezairli tacirlerden bu mikdarda alacakları bulunduğunu dermiyan etti ve mes’elenin Paris Ticaret Odası’nca hallini istedi. Hüseyin Paşa buna razi olmadı. Mahkumun-bih olan paranın te’diyesini taleb ettikten başka Cezair hükumetiyle diğer devletler arasındaki muahedat-ı ticariyyeye istinaden tacirlerin muhakemelerine Cezair’de bakılması için ısrar etti. Bunun neticesi olarak Fransa Cezair’e hücum ve gözünü Tunus’a dikti. Ve kendisinin Devlet-i Osmaniyye’den gördüğüne tarihin şehadet ettiği lütufları asla kale almayarak yavaş yavaş Tunus ümerasına sokulup onları hilafetten uzaklaştırmaya başladı. Onlarla gizli bir takım muahedeler akd etti. Hüseyin Bey’i hafiyyen tehdid etti. O da Devlet-i Osmaniyye’nin Cezair’i tahlis için göndermiş olduğu Tahir Paşa’nın Tunus toprağından geçmesine mani’ oldu ve makam-ı ma’zerette Fransa’nın sevk-i serd eyledi. sene-i miladisinde Ahmed Paşa Paris’i görmeye gitti. Kendisinin bu seyahati metbuundan müsaade de infialini celb eylemişti. Hatta en büyük müftü Şeyh –Bu bir seyahat ki zamanı da semti de muvafık değil! Fransızlar Ahmed Paşa’ya Devlet-i Osmaniyye sefiri hazır bulunmaksızın Louis-Philippe’le mülakat hazırladılar. Bu suretle devam ederek Tunus’un hukukunu Devlet-i Osmaniyye’nin hukukunu çiğnemeye ve maksadlarına vusul için hainlerden istiane etmeye başladılar. Fransızların bu hareketlerinden zavallı ahalinin yüreği yanıyordu. Nihayet Fransızlar Devlet-i Aliyye’nin Rusya Muharebesi’nden yorgun bir halde çıkarak ıslahat ile meşgul olmasını fırsat ittihaz ettiler. Tunus’la Cezair arasında kain Cebel-i Hamir’de sakin bulunan ahalinin kendi tebeasına karşı tecavüzatta bulunduklarını ileri sürerek bu mütecavizleri te’dib etmek daiyesiyle senesinde harekete başladılar. Bu iddia ise tamamıyla batıl idi. Zira Cebel-i Hamir ahalisi tarafından tecavüze ma’ruz kaldıkları bildirilen ve Tunus hududuna yakın bir yerde ikamet etmekte olan Cezairliler Tunus hükumetine muracaat ederek Fransızların iddia ettikleri vak’anın kat’iyyen aslı olmadığını bildirdiler ve Cebel-i Hamir ahalisini bu töhmetten tebrie ettiler. Fransızlar Tunus beyi ile gizlice ittifak ederek Tunusluları aldattılar: Zahiren sırf Cebel-i Hamir ahalisini te’dib attan maksadları da Tunusluların müdafaaya kıyam etmeleri Tunus’a girerek Kasr-ı Said’e kadar geldiler ve o zaman tertib etmiş oldukları muahedeyi Sadık Bey’in eline vererek Sadık Bey’in etrafında bulunanlar kendisine birçok nasihatler etmiş; Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin evamirine sarılarak bu muahedeyi kabul etmemesi için ısrarda bulunmuş yarak muahedeyi milletin ne haberi ne rızası olmaksızın mühürledi. Fransa kuvve-i askeriyyesi Tunus ve Fransız kuva-yı askeriyyesi arasında ittifak hasıl oluncaya kadar te’min-i nizam ve asayiş için iktiza eden merkezlerde ikamet edecek. Halbuki idare-i mahalliyye asayiş-i umumiyyeyi te’mine muktedir idi. Fransa hükumeti Tunus beyini zuhur edecek yahud memleketin rahatını kaçıracak her türlü tehlikeye karşı himaye edecek. Tunus hükumetiyle Avrupa hükumetleri arasında mün’akid bil-cümle muahedatın tenfiz-i ahkamına doğrudan doğruya Fransa hükumeti bakacak. Memalik-i ecnebiyyedeki Fransa sefirleri oralardaki Tunusluların mesalih ve menafiini himaye edecek. Hududda ve sevahilde isyan eden kabail tazminat-ı harbiyye i’tasıyla mükellef tutulacak. Tunus beyi Tunus’a esliha ve mühimmat-ı harbiyye umumiyyesini te’diye için bir tertib-i mali esasını vaz’ etmeye Fransa hükumetinin hakkı olacak. Ne kadar sathi bir nazarla bakılırsa bakılsın bu muahedenin serapa mekr ü hud’adan ve-i müsellahayı doğrudan doğruya kendi eline almak; hariciyesini maliyesini dest-i tahakkümüne geçirmek; Tunus beyini de bu kıt’a üzerindeki hukuku müsellem olan Devlet-i Osmaniyye’nin taleb-i hak ile kıyamı halinde himayeye kalkışmak istiyor. En garibi vatanını müdafaa için kalkan ve beyleri tarafından iğfal olunup ansızın Fransız askerinin hücumuna ma’ruz kalan yerli ahaliyi tazminat-ı harbiyyeye mahkum etmesi; bir de cek hale geldiği Fransa hükumetince tasdik olununcaya değin kuvve-i askeriyyenin temdid-i ikameti mes’elesidir. Halbuki idare-i mahalliyye asayiş-i umumiyi te’mine muktedir olduğu gibi bunu bin üç yüz seneden beri de bil-fi’il göstermişti. Fransızların memlekete hücumlarıyla de asayiş-i memlekete hiçbir halel tari olmamıştı. Lakin de yapmaktan çekinmez. Fransızların Tunus’u işgal eyledikleri haberini alır almaz Devlet-i Osmaniyye Avrupa devletleri nezdinde protestoda bulundu. Tunus’un Saltanat-ı Osmaniyye’nin ecza-yı mütemmimesinden bir cüz’ olduğunu delail-i kat’iyye ile isbat etti. Nitekim ümeranın sultan tarafından ta’yin olunması arada teati olunan elkab ve muhaberat-ı resmiyye nam-ı padişahinin hutbelerde zikr olunması ve evrak-ı resmiyyede tuğra-yı hümayunun bulunması el-hasıl Paris’de akd olunan Tunus istikrazı mes’elesinde Üçüncü Napolyon’un hariciye nazırı tarafından; “Bu istikrazın akdi sahih olabilmek için Bab-ı Ali’nin rızası taleb edilmek lazımdır.” denilmesi o delail cümlesinden idi. Tunus’un hukukunu baştan aşağı ibtal eden bu muahede Fransızlara kafi gelmez oldu. Büsbütün haricine çıktılar. Rical-i memlekete o muahedenin mevaddını kale almayı yahud mündericatı mucebince amel olunmasını taleb etmeyi suret-i kat’iyyede men’ ettiler. Evvela muahedenin metnine sonra Fransızların –aşağıda bir nebze bahs edeceğimiz– harekatına bakanlar görürler ki bu muahedeyi tamamıyla değiştirmişler ve bir takım zevaid oldukları bazı kimselerin de muaveneti sebk etmiştir. Zaten karşısında kolunu tutabilecek kimse görmeyen her zalim bu suretle hareket eder. Tunus ve Cezair Kıt’ası’nın en küçüğünden en büyüğüne varıncaya kadar bütün şuununu bunlar idare etmeye başladılar. Ahalinin elinde hiçbir iş kalmadı. Askerlik umur-ı maliyye umur-ı idariyye siyasiyye adliyye tamamıyla bunların eline geçti. Eğer Tunus’da müslüman bir emir yahud vezir olduğunu işitirseniz bilmelisiniz ki bu emir yahud vezir evrak üzerinde mühürleriyle imzalarıyla halkın sade-dil kısmını aldatmak için ikame edilmiş birer heykelden başka bir şey değildir. Cezair’de Fransızlar hakkında cari olan kanun Fransa kanunudur. Lakin müslümanlar hakkında muayyen bir kanun olmayıp emelleri ve garazları vechile hükmederler. Tunus vezaratının kısm-ı evveli ki katib-i umuminin elindedir bu da bir kanuna istinad etmeksizin icra-yı hükm eder. Ekser-i vekayi’de istintaka bile lüzum görmez. Adliyenin kanunu varsa da tatbikinde kanunsuzluklar hükm eder ve müslümanlara gelince bu kanunlar icra edilmez. Binaenaleyh adliye dairesi ahkamında müstebid olan diğer devair menzilesindedir. Fransızlar terbiye-i sahihaya malik olmayan yahud fıtratı istibdad ile meftur olan me’murlarını memlekete musallat edip tebeayı bizar ederler ve Fransız murakabe me’murlarının iştirakiyle ahaliye olmadık mezalimde bulunurlar. Eşhasa tarlalara mebaniye hayvanata arabalara eşyaya evraka vaz’ ettikleri ağır ağır vergilerle ahaliyi son derecede zarurete düşürdüler. Bu vergilerin kaffesi yerlilerin üzerine yüklenmiştir. Fransızlar hiçbir şey vermezler. Hatta sene-i miladisindeki istatistikten anlaşıldığına nazaran yerli ahalinin yedinde bulunan . hektar araziden hükumet . frank almışken Fransızların ektikleri . hektar araziden bir santim bile almamıştır. Tunus’daki ecnebiler erbab-ı sanayi’ üzerine tarh olunan vergilerden hiç birini vermezler. Ancak kendilerinden bazı mezruat için öşrün öşrü alınır. Fransızlar Tunusluların muvazzaf oldukları tekalifden hiç birini eda etmedikten başka bütün mesalihde yalnız bunların menfaati gözetilerek yerliler hatıra bile getirilmez. Mesela şimendüferler şoseler te’sis ve inşası gibi teşebbüsatı nazar-ı dikkate alırsak görürüz ki bir demiryolu şu’besi temdid edilmek yahud bir şose açılmak için na-mütenahi para sarf olunur. Maksad ise birkaç Fransızın menfaat-i hususiyyesine hizmetten ibarettir. İsterse bu teşebbüs bütün Tunusluların zararına olsun. sene-i hicriyyesinde Fransızlar Tunus’da bir meclis-i şura vücuda getirdiler. Bu meclis Fransa naib-i hükumetiyle kamilen Fransız olan devair nazırlarından bir de otuz sekizi Tunus’da mukım Fransızlardan ve on beşi yerli ahaliden müntehab a’zadan mürekkebdir. Bunları doğrudan doğruya hükumet intihab eder. Şuradan maksad müsta’mereciliğin mütemadiyen ret olup şuun ve mesalih-i memlekete bakmak salahiyeti dahilinde değildir. Bu cihet Fransız me’murlarının lis-i şura vardır. Oradaki Fransızlar vekillerini kendileri gelince bunlar azlıklarıyla beraber doğrudan doğruya hükumetçe ta’yin olunurlar. Ma’lumdur ki eski devirlerde beşeriyetin ihtiyacatı mahdud idi; tekamülüne hizmet edecek sanayi’ hususundaki metalibi de o nisbette azdı. Vakta ki insanlar buhar ve elektrik kuvvetlerini kendi hizmetlerinde istihdama başladılar artık büyük büyük sermayelere ihtiyaç hasıl oldu. Zira ferdi sermayeler buharla müteharrik fabrikalar te’sisine elektrik cihazları i’maline kafi gelemezdi. Rasad hey’et topoğrafya coğrafya ve saireye müteallik muktezi alat-ı ziraiyye de öyle birer kişinin servetiyle vücuda getirilemezdi. Avrupalılar bu hakıkati buhar kuvvetinin keşf olunduğu günden i’tibaren anladılar. Cem’iyetler teavün şirketleri zirai sendikalar bank namını verdiğimiz mali müesseseler meydana getirerek yeryüzündeki hazinelerin anahtarlarını bu suretle ellerine geçirdiler; arzın diğer kıt’alarındaki servet menba’larına da temellük ettiler ve maddi olan bütün medeniyet-i hazıranın esasını kezalik milletlerin kuvvet ve istiklalinin rüknünü teşkil eden maddeyi kendilerine hasr eylediler. Şübhe yoktur ki bu cem’iyetler bu şirketler Avrupalılara şimendüferler temdid etmek elektrik buhar aletleri neşr ü ta’mimine kimya ve hikmet mebahisinin alabildiğine ta’mikına yol açmıştır; ki bugünkü dünyanın ruhu hayrının şerrinin saadetinin nekbetinin menbaı budur. Nitekim celalinin cemalinin menbaı da budur. Artık hikmet-i tabiiyye kimya mesailini taharri ve tedkıkde bu kadar ileri gitmeden hasıl olan netayici serd etmeye hacet göremiyorum. Zira beşeriyeti ezip bitiren muharebe-i hazıra bize onu en beliğ bir lisan ile tebliğ edip duruyor. Avrupalılar kendilerine tecelli eden bu sır sayesindedir ki ilimlerini san’atlerini ticaretlerini taksim-i a’mal esası üzerine bina ettiler. İşte tahte’l-bahrlerden tayyarelere karada uçan gun-a-gun vasıtalardan denizleri yaran gemilere cehennemler kusan efvah-ı nariyyeden hayatlar kurtaran vesait-i tıbbiyyeye varıncaya kadar tezgahların vücuda getirdiği bütün measir hep bu esasın mahsulüdür. Avrupalılar kendilerine tecelli eden bu sır sayesindedir ki hayrın şerrin saadetin sefaletin anahtarlarını ellerine geçirerek enva’-ı hayr u saadetten istediklerini kendilerine ayırdılar; gun-a-gun şerr u sefaletten cevr u mezalimden de istediklerini diğer ümmetler arasındaki gafillerin başlarına yağdırdılar. Müdhiş yekunlara baliğ olan sermayeleriyle o lehv ü sefahete dalmış ümmetler üzerine musallat oldular bidayette gösterdikleri zahiri bir takım müsaadat ile kendilerini avlamaya başladılar. Onlar da bu parlak altınlar karşısında sersemleşince ağır ağır şerait altından kalkılmaz tekalif zencirleriyle şikarlarını sımsıkı bağladılar. Alacaklarını da ellerindeki mühlik muhrib vesait-i kahr u tedmir ile zıya’ tehlikesinden himaye ettiler. Şayed İ’tilaf hükumetleri kendilerinden istikraz talebinde bulunan milletlerin bu parayı memleketlerinin sarf edeceğini bilseydiler hiçbir müstakrıza bir santim bile vermezlerdi. Lakin bu hükumetler bilmiş ve daima bilirler ki bu gafil Şark milletleri üzerlerindeki ölü toprağını silkip kalkmaktan çok uzaktırlar. Hakır bir takım lezaiz behimi bir yığın ezvak ile oyalanmaktan nafi’ ulvi makasıd arkasında yorulmaya vakit bulamazlar. Bunun için Şark ümerası hususiyle bu ümeranın müsrif ve müslüman olanları arasına bir taraftan simsarlarını diğer taraftan desiselerini yaydılar. O vasıta ile bu emirlerin akıllarını aldılar. Nazarlarını tarik-ı rüşd ü sedaddan büsbütün çevirdiler. Huzuz-ı hayvaniyyelerinin gayr-i meşru’ yollardan istifasını teshil ettiler. Onlar da bu uğurda memleketlerini de milletlerini de istiklallerini de feda ettiler. Acaba diyar-ı Mısr’ın Hıdiv İsmail Paşa bilad-ı Iran’ın Muhammed Ali Şah Marakeş’in de oradaki bazı sultanlar tarafından edilen istikrazlar sebebiyle ne elim nekbetlere uğradığını kariin-i kiram bilmezler mi? İ’tilaf hükumetleri o zengin memleketleri avlamak o zengin memleketlerde yaşayan gafil sefih milletlerin etmediler mi? Evet Mısır İsmail’in sefaheti ile gitti. Mağrib-i Aksa hükumetinin burcları da Sultan Muhammed’in borçları yüzünden yıkıldı. Sonra İngiliz ve Rus nüfuzu İran memleketlerinde saçmış oldukları paraların arkasından yürümeye başladı. Eğer Cenab-ı Hakk’ın Devlet-i Aliyye’ye hazırayı ta’cil etmiş olmasaydı elinde suri bir istiklalin tezahüratından başka bir şey kalmazdı. Lakin Allah’ın ye’yi düşmanların düşündükleri kurdukları vartadan sıyanet etti. Bu teavün şirketleriyle iktisadi sendikaların vücudundan husule gelen netayici tafsile hacet göremiyorum. Zira diğer milletler bunların menafiini re’ye’l-ayn gördükleri gibi İngiliz parasının o kadar kuvvet ve satvet sahibi bulunan hasımlarına karşı muharebe-i hazırada neler çevirdiğini bizler de gördük. Evet İngilizler geçen sene Romanya’daki buğdayla onun kısm-ı a’zamını satın aldığı gibi; bugün de Almanları açlıktan öldürmek maksadıyla memleketlerinde yiyeceğe içeceğe müteallik ne varsa hepsini satın almak için bi-taraf hükumetlerle müzakereye kalkışıyor. Vakıa İngilizlerin bu iktisadi silahı hasımlarının can alacak yerine tevcih edebilip edemeyecekleri şayan-ı nazardır. Zira iktisadi Almanya ilmi ve askeri tefevvukıyla dünyayı hayretlerde bıraktığı gibi kudret ve intizam-ı millisiyle de kainata dehşet verdi. Görmüyor musunuz: Alman istikrazat-ı dahiliyyesi oradaki servetin tahminlerin büsbütün fevkinde olduğunu gösterdi. Acaba beş yüz milyon liraya baliğ olan son istikraz-ı dahilinin memleketteki şirketler tarafından birkaç gün zarfında hükumete takdim olunduğunu görmek hangi nazarı dehşet içinde bırakmaz? Binaenaleyh şirketlerinin mali müesseselerinin serveti silah-ı iktisadilerinin kudreti bu derecelere varan bir milleti kahr etmek; esliha-i nariyye ile olmayıp da esliha-i iktisadiyye ile sulha mecbur eylemek İngilizler Silah-ı iktisadi muharebelerde neler yapabildiğini ve bu kuvvetin kıymetini bilemeyen künhünü idrak edemeyen milletleri kahr ederek memleketlerini ellerinden almak hususunda ne harikalar gösterdiğini anlatmak için bu misali irad ettik. Bununla beraber dahili ve harici siyasetlerinde de aynı mesleğe salik olduklarını görüyoruz. Evet siyasette de taksim-i a’mal kaidesini esas ittihaz ediyorlar. Vezaifi nefislerine hasr etmiyorlar. Ne rüesa ne maiyettekiler ellerindekini milletin diğer efradına vermemek hissini beslemiyorlar. Bu hal resmi dairelerini ziyaret eden şuabat-ı umuru nazar-ı dikkatten geçirenler için bariz bir surette tecelli eder. İngiltere bu hususda pek büyük bir merkeziyyesinin yüzlerce milyon insana kuvve-i kahire ki iklimlerin a’makına dalmış yüzlerce milyon beşerin zimam-ı mukadderatını eline almış siyaset-i alemi asırlarca dest-i istibdadında tutmuş kendisinden ilmen daha sek milletler arasında bile sözünü yürütüyor. Maa-haza umur-ı siyasiyyeyi tedbir hususundaki hali tıbkı emraz-ı muhtelifeye karşı bir tabibin hali gibidir. Tabib o illetlerden yalnız biriyle iştigal edecek olursa tabiidir ki o hastalığa aid olan ilmi tevessü’ eder usul-i müdavatı da o nisbette tekemmül eder. Evet İngiltere bunu hakkıyla idrak eylemiş dahili harici bütün devairinde vezaifi erbabına tevzi’ etmiştir. Her dairenin münkasem olduğu şu’belerin reisleri taharriyat ve tedkıkatta devam eder dururlar. Himaye ettikleri yahud işgal-i askeri altında bulundurdukları toprakları yahud doğrudan doğruya merkez-i hükumetlerine mülhak memaliki hiçbir zaman nazar-ı dikkatten dur tutmazlar. O arazinin o arazideki insanların ahlakına etvarına tarihine elsinesine ticaretine sanayiine ziraatine mekatibine el-hasıl her şeyine dair tedkıkatta bulunarak bir tarafa kayd ederler. O kadar vasi’ olan memleketlerini –sırf teshil-i tedkık ve tetebbu’ maksadıyla– münasib bir takım aksama ayırarak her kısım için yalnız o kısımla uğraşacak adamlar tahsis ederler. Bununla da kimiyetleri altında bulunan milletlerin lisanlarına ilimlerine dair ma’lumat verirler. Bu mekteblerden yetişen ken onların şuununa ahvaline kat’iyyen bigane kalmaz; bütün harekat ve sekenatındaki makasıdı idrak eder. Bunun leri hükumet adamını o memleketin lisanına şuununa lüzumu derecede vakıf olanlar arasından intihab ederler. tiğimiz taksime tabi’dir. Orada nazır halli ber-mu’tad büyük re’ye tevakkuf eden mesail-i azime ile uğraşır. Küçük teferruata gelince bunlarla o nazırın intihab etmiş olduğu adamlardan başkası iştigal etmez. Bu müntehab adamlar muktedir me’murlar arasından alınır. Vakıa bu nizamlar yalnız İngiltere’ye has değildir. Diğer memleketlerde de az çok buna benzeyen usuller mevcuddur. Yalnız zaafıyla beraber yüzlerce milyon beşere hükm eden İngiltere mahkum milletlerin ahlakını etvarını emrazını tetebbu’ için muktezi olan mekr u hile siyasetini ta’kıbe muztar bulunduğundan bu hususda diğer memleketlere tefevvuk etmiştir. Şimdi bu misalleri bir tarafa bırakalım da medeniyetlerini mevcudiyetlerini teavün ve taksim-i a’mal esasları üzerine bina eden şu büyük ümmetlere nisbetle biz maaşir-i müsliminin ne mevki’de bulunduğumuzu tedkık edelim. Kariin-i kiramın ma’lumudur ki ulularımızın hatiblerimizin son senelerdeki büyük büyük mücahedatına rağmen müslümanlardan çoğu bu milletlerin teavün için vaz’ etmiş oldukları usul ve nizamatta onlarla müsabaka zaruretinde bulunduklarını henüz hissetmemişlerdir. Bu duygusuzluk bir halde ki bugün birbirlerini ezip bitirmek te bu mertebeye vasıl olmaları ancak evvelce te’sis ve tatbik etmiş oldukları “teavün” cem’iyetleri sayesinde olduğunu muharebe-i hazıra en beliğ bir lisan ile tebliğ edip durmakta iken içimizden bir cemaatin kalkıp da müessesat-ı maliyye te’sisi mütenevvi’ fabrikalar inşası hususunda o milletlerle rekabete giriştiğini görmüyoruz. Vakıa müslümanlar asırlarca ferdi teşebbüslerle yaşadılar. Lakin kurun-ı maziyyede hayat zaten bu tarzda devam etmekte idi. Halbuki Ondokuzuncu Asır ile onu ta’kıb eden asr-ı hazırın maişette zuhura getirdiği inkılab karşısında acaba ümmetlerin teşebbüs-i ferdi kaidesiyle yaşayabilmesi kabil midir? Yukarıda ferdlerin cemaatlerle müsabakaya kalkışmaları milletlerin de ferdi tedbirlerle mevcudiyet-i siyasiyyelerini te’min etmeleri muhal olduğunu söylemiştik. Bu hakıkate karşı nasıl i’tiraz edilebilir ki Resul-i Emin sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz “Allah’ın eli cemaatin üzerinde” olduğunu haber veriyor. Kur’an-ı Kerim ayet-i celilesiyle bizi cem’iyet halinde teşebbüslere teşvik ediyor. Mısır’da olsun sair yerlerde olsun ne kadar ipek tezgahcıları gördük ki işlerinde cidden mahir ve alem-i san’atta büyük bir mevki’ kazanmaya muktedir bulundukları halde her birinin san’atine aid bildiği sırrı başkasına bildirmeyip ile’l-ebed saklı tutması yüzünden meyen mahdud servetleri ile ufak tezgahlarıyla sürüklendiler; daha sonra Avrupalıların rekabeti karşısında ya büsbütün küçülmeye yahud külliyyen munkarız olmaya mahkum oldular. Evet bu san’atkarların çıkardıkları mensucat daha metin daha dayanıklıdır. Lakin teşebbüs-i ferdi sebebiyle bit-tabi’ fiatı yüksek olacağından Avrupa’nın cem’iyet halindeki teşebbüsleri “teavün” ile ihrac ettiği masnuata rekabet edemiyor. İşte Mısır’da Tunus’da Cezair’de Hind’de İran’da el-hasıl bütün memalik-i İslamiyedeki yerli sanayiin ruh-ı inkırazı budur. Ne olurdu hayat-ı sınaıyyelerinin inkıraz alametlerini gözleriyle görmekte olan bu milletler diğerleriyle müsabakaya kalksalardı da teavün cem’iyetleri sayesinde fabrikalar meydana getirerek hayat-ı siyasiyyelerini de hayat-ı iktisadiyyelerine peyrev olmak tehlikesinden kurtarsalardı. Lakin bu zavallılar ne kendileri ne de milletdaşları hakkında i’timad beslemiyorlar. Eskiye göreneğe bağlanıp kalmaya sair milletlerle müsabakadan Biz bu müstevli afetin asarını bütün hayat-ı medeniyyemizde görüyoruz. Eskiden ayrılmak istemeyen servet-i efrad ile vücuda getirilemeyecek büyük ticarethaneler açmaktan imtina’ eden tacirlerimiz kendi topraklarında kendi memleketlerinde bulundukları halde ecnebi teavün şirketleri tarafından büyük sermayelerle meydana getirilen cesim emtia depolarına karşı rekabetten aciz kaldılar. Hazin bir manzara değil midir ki bir müslüman memalik-i İslamiyyenin en büyüklerini dolaşsın da yerlilerin elinde depolara ticarethanelere mağazalara dair bir şey görmesin? Ağlanacak bir hal değil midir ki o müslüman memleketlerinin çoğundaki fabrikalarda müslümanların ne eseri ne nasibi bulunmasın? Bu hodgamlık bu ferdilik ruhu maalesef müslümanlarda alabildiğine yayılmış bütün kalblere hakim bulunuyor. Kadından erkekten öylelerini görüyoruz ki ya şahsi tecrübeleri sayesinde yahud eski hazık tabiblerden an’ane suretiyle kendilerine kadar gelen sağlam bir rivayet neticesi olarak bazı muannid hastalıkların hayvanatın haiz oldukları hassalardan bir kısmına vakıf bulunurlar da ebna-yı milletinden hiç birini o sırdan haberdar etmek cihetine asla yanaşmazlar. Çok zamanlar ma’lumatlarını mezara götürürler. Eğer bu zavallılarda bir parça akıl olaydı bu hususda başka milletlerin isrine tebeiyet ederlerdi. Yani o bildikleri ilacın yahud hassasından haberdar oldukları nebatın hakıkaten öyle olduğunu suret-i resmiyyede tecarib ile tahakkuk ettirdikten sonra bir diğerinin iddiasına mahal kalmamak üzere imtiyazını alırlardı. Bu suretle ne insaniyet böyle bir faideden mahrum kalır ne de o sırrın sahibi elde edeceği maddi istifadeleri kaçırmış olurdu. Biz bu gibi esrar sahibleri arasında öylesini gördük ki bildiğini başkasına söyleyecek olursa o ilacın yahud o nebatın hassa-i devaiyyesi gider zann-ı batılını besliyor; bazan da bu zannı sırf muhatabları sormasın istemesin diye ileri sürüyor. Biz bu musibetin devair-i hükumete varıncaya kadar taammum ettiğini görüyoruz ki hakıkaten pek acıklı bir haldir. Evet öyle katibler öyle idare reisleri biliyoruz ki muamelatı esrar-ı kalemiyyeyi başkalarından son derece gizleyerek yalnız kendilerine hasr ediyorlar. Maksadları pamayacağı fikrini vererek kendilerinden hiçbir zaman bu suret mesalih-i milletin muattaliyetini işlerin teşevvüşünü Bu ahlaktaki katiblerin müdirlerin rüesanın muamelatını tedkık edenler bunların milletlerine hükumetlerine ne kadar büyük hasar ika’ eylediğini bilirler. Bu musibet-i ahlakıyyeye mübtela olanların gözlerini hırs o derecede kör etmiş ki mesalih-i ammenin efrad ile kaim olmayıp bilakis tamamıyla müstakil kalması lazım geleceğinden ve idare me’murlarının şahıslarıyla alakadar olmaksızın milletin şerait-i hayatiyyesini esbab-ı refahını tezyid ve te’min eylemek icab edeceğinden gafil bulunuyorlar. Guya ki bu gafiller ebediyyen azl olunmayacaklarına yahud hastalanmayacaklarına ölmeyeceklerine dair Allah ile ahd etmişler! Bu gaflet alem-i İslam’ın başına ne kadar felaketler getirdi. Onu ne kadar faidelerden mahrum bıraktı. Zira bu yüzden şuun-ı siyasiyye ve idariyyesi asırlardan beri ferdlere merbut olarak kalmıştır; ferdlerin zaafıyla zaafa düşmüş kuvvetiyle canlanmış dirayetiyle salah kesb etmiş cehaletiyle fesada yüz tutmuş ölümüyle muattal olmuş el-hasıl şahısların haybetiyle haib kalmış tevfik ve saadetiyle saadete erişmiştir. Biri çıkıp sorabilir ki: Muamelat-ı idariyye kalemiyye ve siyasiyye nasıl olur da cem’iyet ve teavün kaidesi küm-ferma olduğu memleketlerde bu muamelatın nasıl yürüdüğünü görenler bu suale derhal cevap verirler. O memleketlerde hiçbir vazife o vazifeyi ifa eden me’murun çekilmesiyle yahud ölmesiyle asla sekteye uğramaz. Bu kaidenin o memleketlerdeki devairde teessüsü için başlıca iki şart vardır ki biri a’malin taksimi; diğeri ise ketmine lüzum olmayan mesailden son derece mektum tutulması icab eden serair-i hükumete kadar her şey’in müdevven bulundurulmasıdır. Hatta en saklı tutulan esrar kapalı hazineler içinde muhafaza edilmek şartıyla tamamıyla müdevvendir. İşte bunun içindir ki o memleketlerde bir hükumet adamının iş başından çekilmesi yahud halefin selefinin muamelatına vakıf olmaması yüzünden Artık dünyanın her tarafındaki müslümanlar kendilerini tinden yakalarını sıyırsınlar da teavün cem’iyetleriyle yaşayan milletlerin measirini vücuda getirmeye çalışsınlar. Zira Allah’ın eli cemaatin üzerindedir. Sürüden ayrılan koyun yırtıcı hayvanların şikarı olur. Doktor Mazhar Osman Bey’in bu mevzua dair Tanin refikımızda mühim ve şayan-ı dikkat bir konferansları derc olunmuştur ki bazı fıkaratı ber-vech-i ati aynen nakl olunur: En mütemeddin memleketlerde saçaklara sarmış bu da’ü’l-küul afetini söndürmek için ne kadar uğraşıldığı ve ne güçlükle muvaffakıyet hasıl olduğu göz önüne getirilirse henüz elif-bayı öğretemediğimiz bu cahil muhitte küul teammüm edince bizden sonra gelecek olan sınıf-ı münevver vazife-i ictimaiyyesini takdir ederek men’e uğraşsa da bu halin önüne nasıl geçeceği şayan-ı teemmüldür. Bu memleketi seven bir kaza kaimmakamı veya nahiye müdiri alimane nasihatleri ile bugün hatta cebr ü … Görülüyor ki biz emraz-ı asabiyye hekimleri içki hususunda katresinin haram olduğunu bildiren bir vaizden daha fazla telaş ediyoruz. Hürriyet-i beşeriyyeye na-mütenahi hürmetimizi ve beşeriyetin fikrini yükselterek alam-ı beşeriyyenin çaresini bulmak prensibimize karşı gelerek bir taraftan içkinin seyyiatını herkese öğretmekle beraber diğer taraftan revacını tahdid için kanunun bütün istibdadını hoş görüyor ve alkışlıyoruz. … Avrupa’da küulün men’i için bir çok çarelere tevessül edilmiştir. … Avrupa’da bu nevi’ mümsikler pek müfrittir. A’zası meyanında küullü bir salçayı bile yemeğine koydurmayan etibbası miyanında ilaç için olsun hastasına evladına bir fincan şarab vermeyen pek çok görülür. Bizim pek çok gençlerimiz ise içkiyi bir lazime-i medeniyyet ve yıyorlar. Ne kadar batıl bir fikir… Bir müslüman evladı kendi toprağında da ecnebi memleketinde de küule karşı mümsikim demekle utanmamalı. İftihar etmelidir. Bir de iki kadeh içki içmek medeniyeti taklid sayılır. Halbuki medeniyette pişva olanlar hayatta hiç alkol kullanmadıklarını addediyorlar. Bunun için gençlerimizi küule karşı bütün ma’nasıyla perhizkar görmek isteriz. Müslüman çocuğunda bu fazilet-i tıbbiyye salb ü metin bir terbiye-i ictimaiyyeye delalet eder. Bu hususda taassub sebeb-i hicab değil şübhesiz vesile-i iftihar olur. Bu kanun-ı kudsi sayesinde halk rüesa-yı ruhaniyyenin bulunduğu Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve gazabı kendi iradelerine cennet ile cehennem mahz-ı şefaatlerine vabeste olduğu hakkındaki iddialarının butlanını anladı. Kur’an’ın bir taraftan umur-ı diniyyeyi tedkık ve teemmüle teşvik eden diğer taraftan gah aba vü ecdaddan tevarüs ettikleri an’anat ve mu’tekadata gah ayat-ı niyyenin din namına verdikleri indi hükümlere bağlanıp kalan ehl-i kitab ile müşrikine duçar olacakları akıbetin vahametini tezkir eden ayat-ı beyyinatı müslümanlara fikri ve iradi istiklal kazandırdı. İçlerinden esrar-ı Kur’an Şuun-ı hayatiyyeleri bu sayede kesb-i salah ederek hüküm ve iradelerine akvam ve ümem inkıyad nüfuz ve satvetlerine tac u taht sahibi olan hükümdaran-ı cihan ser-füru etti. Siyaset-i Kur’an iyye a’da-yı dinin dediği gibi ne kadar kadim olsa da Münzil-i Hakim’i o siyaseti kolaylıkla ta’kıb edilebilmek kabiliyetini bahş edecek esaslar üzerine tehiyye her vakit ve her yerde kabil-i tatbik olabilecek kavaide bina etmiştir. Bunun sebeb ve hikmeti de kabil-i nesh olmayacak bir şeriat-i muhallede olması suretinde tecelli etmiş olmasıdır. Kur’an bir takım ahkam-ı esasiyyeyi nass şeklinde kavanin-i idariyye siyaset-i umumiyyelerine taalluk edip de hakkında Kitab ve Sünnet’te nass bulunmayan muamelatta fikir ve ictihad hakkını müslümanlara bırakmakta olduğunu kezalik müslümanların vasfı hakkındaki ayetleri vazıh bir surette göstermektedir. Cenab-ı Hakk ümem-i İslamiyye hakkında ta’kıb edilecek siyasetin hududunu ta’yin ve onları ahkam-ı kudsiyyesinden müteşekkil meni’ bir surun himaye ve muhafazasına tevdi’ ederek bu sayede zaleme-i hükkamın ellerini bağlamış kendilerine dest-i teaddilerini isal etmek isteyen eşraf ve müteneffizandan intikam almak hakkını onlara vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de müslümanların ta’yin-i evsafı hakkındaki ayat-ı varide şu iddianın mahz-ı hakıkat olduğuna birer delildir: etmediği bir şeyi bir hükümdar için caiz görmek şöyle dursun bilakis amme-i müslimine müluk ve ümerayı mesalih-i umumiyyelerine taalluk eden icraatlarından dolayı muhasebe ve murakabe seyyiat-ı müktesebelerinden dolayı haklarında tertib-i ceza etmek hak ve salahiyetini bahş etmektedir. Hülasa-i kelam Kur’an -ı Hakim ashab-ı nüfuz ve iktidarın eğriliklerini doğrultmayı emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker şeritasına riayetle onları daire-i salah u istikamete celb etmeyi siyaset-i İslamiyyede bir düstur-ı esasi olarak kabul etmiş ıslah ve ta’dil-i siret kabiliyetini gösteremeyen ümeraya itaati raiyyelerine vacib kılmamıştır. Bu hakıkati Gassan Meliki Cebele bin el-Eyhem ile Hazret-i Ömer arasında cereyan etmiş olduğu tarihan sabit olan vak’a-i atiyye vazıh bir surette isbat eder: Cebele müslüman olduktan sonra hadem ü haşemiyle birlikte debdebe ve darat içinde Hazret-i Ömer’in ziyaretine gelerek şeref ü ikbaliyle mütenasib iltifat ve hürmet gördü. Cebele günün birinde Ka’be-i Muazzama’yı tavaf ederken kazaen izarının eteğine basmış olan Beni-Fizara’dan bir A’rabiye bir tokat vurdu. A’rabinin vakı’ olan şikayeti üzerine emiru’l-mü’minin Cebele’yi çağırarak A’rabiyi ırza etmesini olmadığı takdirde onun da mukabele bi’l-misil olarak kendine bir tokat vuracağını beyan etti. Hazret-i Ömer’in bu teklifi Cebele’ye pek giran gelerek; “Siz bir hükümdar ile avam arasında bir fark gözetmez misiniz?” dedi. Hazret-i Ömer; “Hayır; İslam hukuk Kezalik Kur’an müluk ve ümeraya hakkında hükm-i şer’i lahık olduktan sonra bir mücrimi afv etmek suretiyle şeriatin ta’yin ve takdir etmiş olduğu hudud-ı ilahiyye ve ukubatı ta’til edebilmek iktidar ve salahiyetini de bahş etmektedir. Çünkü Kur’an bütün insanlara adalet-i ilahiyye muvacehesinde bir tarağın dişleri gibi mütesavi bir mevki’ ta’yin etmekte mülukü divan-ı kaza-yı ilahide efrad-ı ammeden hiç de farklı görmemektedir. Bu muamele bazı cihetlerden reisi ahkam-ı kanuniyye muvacehesinde ahad-ı ümmetten herhangi biriyle seyyan addeden hükumat-ı cumhuriyyenin kabul ettikleri nizam ve düstura benzemektedir. Acaba Kur’an’ın vaz’ etmiş olduğu şu nizam-ı ictimai bir kısım hükumat-ı mütemeddinenin bugün vasıl olabildiği; hükümdarlar namına mecalis-i teşriiyye tarafından olabilmek emelini ta’kıb etmekte bulunduğu gayeden başka bir şey midir? Maarifi ahalinin elinden alarak kendi pençelerine geçirdiler. Mekteblerden Fransızca’dan maada bütün ecnebi lisanlarını çıkardılar. Fünun-ı riyaziyye ve tabiiyyeden bir zaman erbab-ı fen sırasına geçiremeyecek derekede bulunan mebadiden fazlasına kat’a müsaade etmediler. Vakıa Tunus’un bazı memleketlerinde mektebler vücuda getirdiler. Lakin bunların talebeye te’min edeceği faide Fransız lisanının Fransa tarihinin ta’liminden ibaret olup bu da ancak zarfların üzerini okuyarak ashabına vermek vay arabalarına me’mur olabilecek derecededir. Bir talib tahsil müddetini ikmal ettiği halde İslam’da gelip geçmiş olan hükumat-ı muazzama şöyle dursun kendi memleketinin tarihine dair bile tek bir cümle işitemez. Fransızlar Tunus’a girdikleri zaman ulum-ı Arabiyye fünun-ı asriyye ve elsine cihetlerinden pek mütekamil bir halde buldukları Sadıkıye Medresesi’nde Lisan-ı Arab’ı imtihana tabi’ dersler arasından ihrac ettiler. Bu suretle talebe Arabca’ya çalışmak için bir saik görmediğinden dolayı lisanı ihmal ede ede medreseden çıkınca fasih bir Arabca ile iki cümle irad yahud üç satır inşa edebilmek melekesinden mahrum oldu. Bundan maada Fransızca’dan başka bütün lisanlar men’ edildi. Fünunun bir kısmı o da gayet sathi bir derecede olmak şartıyla okutulmaya başladı. Cami’-i Zeytune’nin nezaret-i hakıkıyyesi bir Fransıza tevdi’ olundu. Velhasıl her gün yeni yeni vaz’ olunan kanunlarla bu muazzam medrese de tahsili en akım hale getirilen diğer medaris derekesine ziraat mektebi açıldı. Lakin buraya alınacak talebe kamilen ecnebidir. Müslümanlar na-mütenahi müşkilattan sonra o da en adi bir san’at öğrenmek şartıyla kabul olunabilir. Cezairlilere terbiye ve ta’lim kapıları kapandı. Yani medrese mekteb inşasına müsaade edilmez oldu. Biçarelerin fünun-ı hazıradan mahrumiyetlerine ilaveten memleketlerinde pek yüksek bir derecede tedris olunan ulum-ı diniyyeden de eser kalmadı. Şeair-i dini feraiz-i dini baziçe din kaydını üzerinden silkip atan müslümanların çoğuna ecnebileri müslümanların birkaç derece fevkinde tutan imtiyazat verildi. Ekser seneler halk fariza-i haccı edadan men’ edildi. Eazım-ı rical ilmin ihtiyacat-ı memleketi gözeterek Şeriat-i İslamiyye’den istinbat eylediği kanunlardan i’raz edilerek yerine mesalih ve adab-ı ümmete asla tevafuk etmeyen Fransa kanunları vaz’ olundu. Cezair’deki hakim-i şer’i evvelce vermekte olduğu hükümleri “Allah’ın ve Şeriat-i Garra’nın hükmüyle…” diye verirken şimdi Cezair’deki kadı “Fransa Cumhuriyeti’nin hükmüyle…” ibaresi ile ısdar-ı hükm etmeye mecbur edildi. Cezair memleketlerindeki cami’lerin bir kısmı kiliseye tahvil olundu bir kısmı da Fransız askerine kışla haline getirildi. Henüz akaid-i sahiha-i mekteblerine girmeye mecbur tutulan çocukların efkar ve mu’tekadatını zehirlemek için o mekteblerdeki Fransız muallimlere salahiyet-i kamile verildi. Fransızlar müslüman ahaliye karşı hiçbir hiss-i merhametle mütehassis olmadığı gibi şahsı da hayatı da nazarlarında asla muhterem değildir. Bir Fransız en ufak bir gayzını yatıştırmak için bir müslümanı öldürür; sonra maktulün velileri mahkemeye muracaat ettikleri zaman mahkeme cani için bir çok ma’zeretler serd ederek bila-mücazat sebilini tahliye eder. Pek çok tekerrür eden vekayi’dendir ki bir Fransız müslümanların yanından geçerken bu zavallılar yanılıp da selama durmayacak olurlarsa ya onları döğer söver; yahud habse gönderir. Hatta Cezair’deki hakim-i şer’iyi müslümanların gözün önünde dövmek bir Fransız için metin nakliyatında bekçilik gibi hıdematta bedava olarak Fransızlar Cezair’de bütün evkafa müstevli olarak cami’lerin ta’miri imamların maaşları gibi hususata bakmaz oldular. Tunus evkafı üzerinde de aynı suretle tasarrufa kalkışarak adeta gasıb tavrı takındılar. Kendi milletdaşlarını kıymet-i hakıkıyyelerinden çok dun bir para ile bu evkafa sahib ettiler ve bu hususda ne hükm-i şeriati ne de şart-ı vakıfı asla nazar-ı lerde bulundu. Lakin hiç kulak asan olmadı. Rüesanın kamilen Fransız olması yetişmiyormuş gibi vezaifin küçüğünü büyüğünü kendi milletdaşlarına hasr ettiler. Bir halde ki: Hükumet daireleri Fransızla doldu taştı. Bazı idarelerde yerliden hiç kimse yok. Bazılarında varsa da cidden pek az. Vakıa müslümanla Fransız vazife hususunda bir addolunuyorsa da bir müslüman me’mur ne iktidar ne de sa’y hususunda kendisine hiçbir cihetten rüchanı olmayan Fransızın aldığı paranın dörtte nihayet üçte birini alır. Fransızlar vahşette müslümanların hukukuna karşı mübalatsızlıkta o derecede namuslardan insaniyetin yüzü cidden kızarır. Fransızlar Cezair’e girdikleri vakitte orada bir nizam-ı askeri bulmamışlardı. Binaenaleyh senelerce bu hali ibka ettiler. Sonraları halkı cebren askerliğe almaya başladılar. Lakin Fransız askerinin nail olduğu rütbe ve hukukun hiç birini yerliye vermediler. Vakıa Tunus’da nizam-ı askeri cari idi. Lakin Fransızlar Cezairlilere reva gördükleri haksızlığı bunlara da teşmil ederek yerli askerin terakkısine sed çektikleri gibi sırf kendi hevesat-ı müfteriselerini tatmin için açtıkları muharebelere bunları sürmeye başladılar. Zavallı yerliler muharebe için Mağrib’e götürülerek lisan unsur din i’tibarıyla öz kardeşleri bulunan Mağriblilerle muharebeye tutuşturuldular. Nihayet muharebe-i hazırada bunları ön saflara sürerek yüz binlercesinin helakine sebeb oldular. Bütün ceraid-i Arabiyye ta’til edilerek yalnız Tunus’da kendi menfaatlerine alet olmak üzere bir ceride bırakıldı. Fransız lisanıyla intişar eden ceridelerine ise yerlilere hücum etmek hükumeti ahali aleyhine sevk eylemek biçarelerin maddi ma’nevi terakkılerine hail olacak her nevi’ tedabiri teşci’ etmek için alabildiğine meydan bıraktılar. Bunlar şiddetlerini o dereceye vardırdılar ki Ma’alimu’l-Iman fi-Teracimi Ricali’l-Kayrevan ismindeki kitabın tab’ını men’ etmediği için hükumeti muahazeye başladılar. Sebebi ise bu kitab müslümanlara ecdadlarının mecd ü azametine dair bazı şeyler öğretiyormuş. Ahalinin faidesine hizmet edecek hiçbir cem’iyet te’sisine müsaade etmediler. senesinde Zeytunlular fukaraya muavenet için bir cem’iyet meydana getirmek istemişlerdi. Bu arzularını programlarıyla birlikte hükumete bildirdikleri zaman müteşebbisleri çağırılarak levm ü tehdidi havi sözlerle tahkır edilmiş talebleri de suret-i kat’iyyede reddolunmuştu. Yukarıdan beri söylediğimiz sözler Fransızların gerek Cezairlilere gerek Tunuslulara karşı reva gördükleri zulüm ve istibdada nisbetle katre mesabesinde kalır. Afrika müslümanları medeniyet istiklal etmiş; istiklallerini terbiyelerini muhafaza ile amir olan dinlerine temessükte pek ileri gitmiş; merkez-i Hilafet’ten maada hiçbir kuvvete münkad olmamayı şiar-ı din tanımış ve bunlardan birine karşı gelmek isteyenlerle her neye mal olursa olsun uğraşmaktan geri kalmamış bir ümmet oldukları için Fransızlarla uzun müddet harb ettiler. Tunus Fransızların pençesine düşmezden evvel Cezair mücahidleriyle rical-i siyasetinin iltica edeceği yegane melce’ idi. Düşmanlarla cihad için Tunuslulardan bir çok şeci’ rical ve kabail de Cezairlilere inzımam etmiş ve hakimleri bi-taraflığa temayül ettiği halde bunlar büyük büyük işler görmüştü. Hal bir müddet bu tarzda devam etti. Fransızlar altmış seneye yakın bir müddet rahat edemediler. Bu zaman zarfında ne vahşetler lere baliğ ne kadar kabilelerin hayatına hatime çektiler. Ne kadar fuhul-i ulemanın ne kadar mürşidin-i ızamın canına kasd ettiler. Ne kadar cem’iyetleri perişan ettiler. Ne kadar büyük adamları “Keyyan” ve sair menfalara göndererek en müşkil bir hal içinde ölmelerine sebeb oldular. Maamafih bu kadar şiddet o azum o fedakar mücahidlerin vatanlarını tahlis hususundaki azm-i kat’ilerine mümkün değil hail olamadı. Bunların son kıyamları - Muharebesi’ndedir. Şayed bir taraftan sulhün ale’l-acele in’ikadı diğer taraftan muavenetin fıkdanı olmasaydı mutlaka emellerine nail olacaklardı. İşte bunun üzerinedir ki sulhü müteakıb Fransızlar bu zavallıların üzerine takat getiremeyecekleri kuvvetlerle yüklenerek intikam namına yapmadıklarını bırakmadılar. Yukarıda zikr ettiğimiz hileye muracaatle Tunus’u ilhak ettiler. Zira Cezairlileri kendileriyle muharebeye sevk ve teşci’ eden saikın Tunuslular olduğunu yakınen anlamıştılar. Bu badireyi müteakıb Afrikalılar kılıçla muharebeyi bırakıp tedbir tarikına süluk ettiler. İleri gelen adamları Afrika’dan hicretle vatanlarını tahlis için el altından çalışmaya başladılar. Maksadlarını mektum tutmakla beraber fırsata intizar ettiler. Şimdi ise artık beklenilen vakit gelmiş kılıç kınından sıyrılmış; hakka nusret mazluma muavenet insaniyeti tahlis için mahkeme-i adalet kurulmuştur. Binaenaleyh buradaki Tunus ve Cezair hey’eti temsil etmekte oldukları bütün Tunus ve Cezairliler namına olarak gerek Halife-i a’zam hazretlerine gerek Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorları hazeratına gerek bil-cümle Osmanlı Almanya Avusturya ve Macar milletlerine ve insaniyete karşı insaf ve gayret hisleriyle mütehassis olan bütün ashab-ı vicdana milletlerinin mazlumiyetini arz ve tebliğ eyler; bu vahşi hükumetin pençesinden kurtularak ni’met-i istiklale nail olmalarına ve insaniyetin hukukunu muhafaza şerefini müzaheretlerini ümid eder; ve Fransızların reva gördükleri bütün bu mezalimi alenen protesto ederek hiçbir zaman bu milletin kendilerine hakim olmasına razı olmadıklarını ve Afrika’daki ümmet-i İslamiyyenin ilk fırsatta ayaklanarak canını malını gaye-i amali olan istiklalini Milletlerin geri gitmesine ve mevki’-i ictimailerinin alçalmasına delalet edecek halattan biri de içlerindeki efradın büyük büyük da’valarda hudud ile mukayyed olmayan hulyalarda bulunmasıdır. Bu ruhdaki ferdlerden her biri elini rast geldiği işe uzatarak onu başa çıkarabilecek kudrette olduğunu zanneder. Tedenniye uğramış memleketlerde bir çok insanlar görülür ki aczine zaafına sefalet-i haline bakmayarak mağrur ve nefsine karşı son derecede teveccühkar bulunur. Oturduğu zaman meclisin sadrına yürüdüğü vakit safların en ilerisine geçmek ister. Söz söylerken bütün seslerin dinmesini bütün nazarların kemal-i huşu’ ile zemine mün’atıf olmasını arzu eder. Kendisine ne vakit tesadüf edilse mutlaka ya zamandan şikayet ettiği yahud başkalarının taliine karşı ateş püskürerek onların fıtri yahud kesbi olan fazilet ve kemallerini kıskandığı görülür. Bu kısma dahil olan insanların evsaf-ı mümeyyizesinden biri de her şeye burnunu sokmaları her kapının ipini çekmeleridir. Bakarsınız içlerinden biri tacir yahud san’atkar yahud çiftçi olur da sonra şuun-ı diniyyeye mebahis-i siyasiyyeye mesail-i ictimaiyyeye dalmak hususunda hiçbir fırsatı fevt etmez. Bir diğeri asker olur; vazifesi silahına sahib olmak zabitlerinin emrine nehyine itaat etmekten ibaret iken işini gücünü bırakıp siyasetle münakaşat-ı diniyye ile uğraşmaya şuun-ı dahiliyye ve hariciyyeye aid mutalaalar yürütmeye başlar. ler ki henüz ibtidai ve tabii bir hayat ta’kıb etmekte olan ümmetlerde a’mal taksim edilmemiş olduğu gibi amiller de ayrılmamıştır. Mesela çadırında oturan bedevi toprağını eken ekinini sulayan hayvanatını güden çiftçi olduğu gibi yemenileri biçip diken yemenici kafaları traş eden berber yemekleri pişiren aşçı elbiseyi diken yamayan terzi de yine odur. Hatta bunların hepsinin fevkinde olarak harb u darb usulünü bilen mahir süvari de yine kendisidir. lerdeki hali bu merkezdedir. Lakin cemaatler çoğalıp memleketler vücuda geldiği havayic-i hayatiyye tenevvü’ ederek ferdlerden her birinin o havayice ihtiyacı arttığı gibi bu cemaatlerden bir kısmı için muhtelif san’at ve ticaretlerden bir takımına ayrılmak zarureti tecelli eder ve bunu müteakıb vezaif-i medeniyye teayyün ederek o vezaifin hududu dairesi ayrılır ve her biri o vazifeyi hakkıyla Medeniyet ne nisbette terakkı eder medeni efrad ne derecede çoğalırsa sanayi’de ticarette ziraatte fünunda el-hasıl bütün levazim-i medeniyyede o nisbette çok şu’beler ve kısımlar zuhura gelir. Hadd-i zatında pek basit olan ve tekrara değeri olmayan şu misali irad etmekten maksadımız şuun-ı maddiyye ve ma’neviyyenin bu nazardan tamamıyla birbirinin aynı olduğunu göstermekten ibarettir. Evet deminki bedevinin birbirine büsbütün zıd bulunan na-mütenahi vezaifle iştigali hayatının ibtidailiğine ve medeniyette yaşayanların seviyesinden dun olduğuna delil olduğu gibi medeni efradın da yekdiğerine mütebayin olan bir yığın şuun ve mesalih ile birden meşgul olmaları işlerini taksim-i a’mal ü ihtisas kavaidi üzerine bina eden diğer mütemeddin efradın mertebesinden aşağıda bulunduklarına delalet eder. Bir milletin medeniyet-i sahihadan ne derecede nasibedar olduğunu anlamak isterseniz bunun için müracaat edeceğiniz mi’yar o milleti teşkil eden efradın hevesat ve temayülatından ibaret olmalıdır. Şayed o ferdler bir çok umuru bir çok vezaifi birden nefislerine hasr etmek mış hasais-i medeniyyeden büyücek bir hisse alamamış olduğuna delildir. Şayed medeniyette rüsuhu olan bir millet arasında bu gibi temayülat ile alude efrad zuhur edecek olursa neticede ya o efrad vezaif-i ammeden çekilirler zira kendilerinin bu seciyeleri kavanin-i tabiiyye-i ictimaiyye muktezıyatına muhaliftir; yahud o medeniyetin erkanı sarsılarak şuun ve mesalih tezebzübe tedenniye uğrar çünkü ferdlerin iktidarı mesaisi reviyeti için bir hudud olmak tabii olup mesalih-i amme ise bu hudud ile kabil değil mukayyed olamaz. Yalnız başına şuun-ı ammeyi zanneden adam uğramakta olduğu haybet ü hüsranın farkına varmayarak ibadullahın mesalihini alt-üst etmiş olur. Zira herkes bilir ki: “Her şeyi birden isteyen hiçbir şey yapamaz!” Şu serd ettiğimiz mukaddimelerden bazı memleketlerdeki mesalih-i amme o mesalihi idare eden zevatın kudret ve kifayeti herkesçe müsellem olmasına rağmen nasıl olup da haybet ü tezebzüb içinde kalıyor layıkıyla anlaşılır. Zira umur-ı milletin bi-hakkın idaresi için o umuru der-uhde eden zatın kudret isabet-i re’y metanet-i azm sabr u sebat gibi evsaf ile muttasıf olması kafi değildir. Çünkü bütün bu evsaf yukarıda beyan ettiğimiz vechile iş başındaki zatın diğer cihetlerdeki acz ü kusurunu telafi edip de elbette kendisini beşeriyet dairesinden harice çıkaramaz. Nice milletler görülür ki medeniyet ve hadaret eşkali içinde tecelli ettikleri halde efradının hevesat ve temayülatına in’itaf edecek ilk nazar ve milletlerin mahiyetini ve medeniyet-i sahihadaki mevkiini tamamıyla anlamaya kifayet eder. Muhtelif amellerin müteaddid amillere tevzii mes’elesinin terakkıyat-ı medeniyye levaziminden olduğunu yukarıda söylemiştik. Hayat-ı ictimaiyyedeki ameller ecsam-ı uzviyyenin terekküb ettiği hücrelere müşabihtir ki bu hücreler cism-i uzvinin tekvini kemale erinceye kadar tecezzi ve inkısama ma’ruz olur. Bu suretle mesela bir kısmı göz bir kısmı burun suretinde tecelli eder. Her mahluk-ı zi-hayat tekamül-i hilkat silsilesinde terakkı ettikçe bu hücreler de o nisbette inkısama uğrar. Bunun naimedeki hücreler mesela insandaki hücreler kadar çok değildir. Binaenaleyh tecezzi ve inkısam kaidesi kavanin-i mevzuadan değildir Allahu Zü’l-celal’in hilkat için ibda’ eylemiş olduğu bir kanun-ı ezelisidir. fevaidi hakkında na-mütenahi delail serd etmiş; Avrupalılar yelerini o esas üzerine tedvir etmekte bulunmuş olmakla beraber derece-i ehemmiyyeti henüz tahdid edilmiş değildir. Bu sebebdendir ki mesela Almanlar gibi tekemmül etmiş milletleri görüyoruz ki sanayi’ ve umur-ı idarenin her şu’besi için lüzumu kadar muktedir efradı var adamlarıyla iktifa etmeyerek re’yinden amelinden daha fazla bir menfaat te’min edebileceklerini ümid ettikleri adamları haricden de celb ediyorlar. Şuabat-ı sanayi’ ve o şu’bedeki a’mal ve vezaif de o nisbette teşa’ub ve inkısam eder. İşte bu gibi milletlerde gerek iktisadi gerek sınai gerek harbi gerek ilmi bütün şuun ve a’malin o kadar büyük bir tekamül ile tecelli etmesindeki hikmeti bu suretle izah edebiliriz. Bir büyük milletlerin kendi şuun-ı siyasiyye ve ictimaiyyelerini tedvir hususunda tuttukları tarikı bir de diğer memleketlerde cari olan usulü nazar-ı mukayeseye alacak olursak görürüz ki sonrakilerde efrad son derecede haris a’mal ve vezaifi başkalarından esirgeyerek kendi dest-i ihtikarına hasr etmek hevesi bütün ruhlarda hakim bulunuyor. Bir halde ki taahhüd ettiği vazifelerden bir kısmını ifa için mutlaka başkasından istianeye yahud yine o vazifelerden bir mikdarını diğerlerine tevzia mecburiyet-i kat’iyye görünce ya eski hırsında ısrar hini heder ediyor; yahud başkalarından göreceği muzaheret gayet mahdud bir derecede kalıyor. Efradında bu haslet hakim olan ümmetlerin umur ve mesalihi daima hüsrana ma’ruzdur. Çünkü bu iki halet de kavanin-i ictimaiyyenin tabiiden ancak henüz tarik-ı terakkıye girmek üzere bulunan küçük ümmetler müstesna olabilirler. Zira o gibi ümmetler bu devrelerinde büyük milletler için mümkün ve zaruri olan taksim-i a’mal kaidesinin şeraitinden bittabi’ mahrum olacaklarından içlerinden zeka ma’lumat kudret-i tahrir hitabet gibi meziyetlerde kezalik azim ve metanet gibi seciyelerde milletdaşlarına tefevvuk eden tek bir adam çıkarak milletini irşad etmeye ve iktiza eden cem’iyetleri şirketleri vücuda getirmeye teşebbüs eder. Evet böyle memleketlerde serd etmiş olduğumuz mevhibelerden nasibi olanlar milletinin elinden tutarak lisanıyla kalemiyle onu tarik-ı sa’y ü amele sevk eder. hakkında irşadatta bulunur. Bu mevzu’ların dekayıkına vakıf olmasa bile kendisine nisbetle cahil olan muhiti evveliyatını bilmesi ve onlarla irtibatı olan mesaile dair umumi bir ihatası bulunması kafidir. İşte bu mürşid nasayih u irşadatının hakıkati idrak olunarak efradın ruhunda onun muktezasınca hareket etmek emeli uyanıncaya kadar milletin riyasetini muhafaza eder. Lakin sonraları o millette muhtelif cem’iyetler mütenevvi’ şirketler vücuda gelerek deminki mesailden her birini bi-hakkın tedvir edecek ve esbab ve şeraitini istikmale çalışacak erbab-ı zaruri bulunan o reisin artık iş başından çekilmesi iktiza eder. Bu suretle her iş için bir cemaat her cemaat için de o mes’eleye aid şuunun müntehi olacağı bir reis bulunur. Bu reis de ber-mu’tad o şu’benin dekaik ve tefasili ten sonra zamanını ona müteferri’ mesaili ihataya hasr eden zevat arasından intihab edilir. Milletlerin bidayet-i teşekküllerinde makam-ı riyasete gelmeleri zaruri bulunduğunu demin söylediğimiz rüesadan bazıları o milletlerin devre-i ibtidaiyyeden devre-i saniyyeye geçerek bir taraftan cem’iyetler şirketler meydana geldiği ve efrad arasında erbab-ı ihtisas zuhur ederek artık bu devrede cehalet hercümerc-i umumi ve memleketin nizam ve sının vazifeleri hitama erdiği halde hala sevk-ı ihtiras ile riyaseti ellerinden bırakmak istemezler. Halbuki bu reislerin aczleriyle milletlerin etvar-ı muhtelifesi icabatına ve seyr-i daime tabi’ olan hayat-ı ictimaiyyenin her devredeki metalibine adem-i vukufları yüzünden pek çok zararlar zuhura gelir. Zira devre-i ulada halkı irşad ettikleri mesailden hiç birinde ihtisasları olmayıp cümlesi hakkında umumi ve mücmel ma’lumata sahib olmaları hasebiyle mesailerini müsmir bir surette idameye kudret-yab olamazlar. Çünkü demin de söylediğimiz vechile devre-i saniyye her şu’benin riyasetini der-uhde eden adamdan o şu’beye aid bir ihtisas ister. İş başlarına ihtisas sahibi reisler geçtiği zamanda ise devre-i uladaki reislerin müracaat olunan hilelerden dolayı efrad-ı millet arasına tefrikalar girer; münazaalar muhasamalar çoğalarak fitneler evvelki reisin ihtirası nisbetinde iştidad eder gider. Ma’rifetü’n-nefs ilmi ricali ümmetlerin bidayet-i teşekküllerinde riyasete geçmeleri zaruri olan bu gibi reislerin bazısında görülen şu hasleti hasedin bir nev’-i mahsusu telakkı ediyorlar. Beşerin ahval-i ruhiyyesini tedkık eden ulema ise bu haslet-i rezilenin sebebini erbab-ı hasedin fıtri yahud kesbi faziletlere sahib zevat ile irfan ve amel vadilerinde müsabaka edemeyeceklerini bilmekle beraber her ne olursa olsun onlara tefevvuk etmek hevesinden vazgeçememelerinde buluyorlar. İşte böyle bir hasud mahsudu olan adamın rüchanını te’min eden fazl u meziyet zail olarak kendisi daha ağır basacak bir hale gelmedikçe bir türlü rahat edemez. Şübhe yoktur ki hasud hased ettiği adam saadet ve ni’mette daim oldukça azab-ı derun içinde yaşar durur. O sebebden bu rezile ile musab olanları görürüz ki emellerine nail olmak için icab eden vesaitin hiç birine muracaatten kudretleri taalluk ettiği müddetçe geri durmazlar. Eğer badi-i hased olan cihet mahsudun serveti yolacak hayvanatını öldürecek samanını yakacak eşirrayı musallat eder. Bunu da kafi görmeyerek mahsud zavallıyı zaruretin sefaletin en safil derekesine düşmüş görmekle gayz u kinini söndürebilir. Şayed badi-i hased olan cihet mahsudun ilm ü irfanı şöhreti yahud makamat-ı aliyyede bulunması ise bu hususlarda kendisiyle müsabakaya çıkmaktan aciz kalan hasud mahsudunu düşürmek için iftiralara kalblerdeki mevki’-i hürmetini alt-üst etmek için olmadık seyyiatı biçareye azv etmekten geri durmaz. Şayed mahsud ulemadan ise hasud hissiyat-ı kin ü gayzına kapılarak küfür gibi zındıka gibi erkan-ı dini yıkmak gibi kebairin her nev’ini irtikab gibi töhmetlerin mecmuunu karşısındakine izafe etmeye başlar. Şayed mahsud hürriyetin pişvalarından meşrutiyetin erkanından ise o zaman da ihtiras ile emval-i milleti zimmetine geçirmekle el-hasıl kendi amal-i şahsiyyesine hasr-ı mesai etmekle disine düşman kesilerek batıl bir yığın töhmet sefil bir alay tezvir ile onu müteezzi etmek için uğraşırlar. Öyle büyük bir mevki’ ihraz etmesini afvı na-kabil bir cinayet suretinde telakkı ederler. Hasud olanların şerri zararı büyük olduğu için ika’ edecekleri fenalıklardan her türlü vasıta ile korunmak lazımdır. Şayed şair erbab-ı hasedin rakıblerine karşı sinelerinde gizledikleri gayzın kurdukları mekrin derecesini bilmiş olaydı elbette: demezdi. Eğer hased bir çok cem’iyetlerin bir çok milletlerin musab oldukları tefrikalara fitnelere sebeb olmasaydı Allahu Zü’l-celal Resul-i muhteremini kavl-i celili ile hasudun şerrinden istiazeye da’vet etmezdi. Evet hasudların hileleri siayetleri hususiyle rical-i hürriyet ve siyasete karşı olunca pek büyük zararlar tevlid eder. Zira bunlar mesalih-i milleti vezaif-i memleketi hakkıyla eda edebilmek için bütün halkın kendilerinden emin olmaları sözlerini dinlemeleri ve onlara müzaheretten geri durmamaları icab eder. Pek a’la millet ile uluları yahud rical-i devlet ile ümmetler arasındaki alaka ve rabıtalar gevşediği takdirde bunların birine imkan kalır mı? Münakaşaya tahammülü olmayan mesaildendir ki şayet halk riyaset mevkiinde bulunan zevatın hüsn-i niyyetinden vezaif-i milleti ifaya kudretinden emin olmazsa ne onların sözünü dinler ne de şuun-ı memleket üzerinde bildikleri gibi tasarruflarına müsaid bulunur. Binaenaleyh sırf riyaset-i umurda bulunan zevatı lekelemek nazarlardan düşürmek için işaatta bulunmak en büyük cinayetlerdendir; hususiyle kendisine i’timad edilecek mürşidlerle şerait-i riyaseti nefsinde cem’ etmiş reisler nadir olan memleketlerde. Hasedin en müessir bir ilacı varsa o da halkın sanayi’ gelerek iktisab edecekleri sermaye-i fikri ve maddi sayesinde mevkien yükselmeleri ve birbiriyle uğraşacak vakit bulamayarak sırf kendi işlerine hasr-ı mevcudiyyet eylemeleridir. Efradı kesb ü ticaret yollarına girmiş aralarında esbab-ı sa’y ü amel alabildiğine çoğalmış bulunan milletlerin şuun-ı ictimaiyyesini tedkık edenler şu tavsiye ettiğimiz tarz-ı müdavatın sırrını idrak ederler. İşte bu gibi milletler arasında hemen tek bir ferd görülmez ki kendi sin. Belki her ferd iktisadi yahud ilmi ne gibi umur ile meşgul ise sabahdan akşama kadar onu başa çıkarabilmek Merkez-i idaresi Cenevre’de bulunan L ’Union Mondiale de la Femme Kadın İttihad-ı Cihanisi reisesi tarafından gazetelere atideki beyanname gönderiliyor: “Bugünkü günde daimi bir sulh esasını kurmak tasavvurunda bulunanlara bakıyorum da kumlu müteharrik arazi veyahud bataklık üzerine bina yapmak isteyen mi’marların halini hatırıma getiriyorum. Bu tasavvur erbabı bil-cümle mütemeddin akvamı cami’ insanlar hey’etine şamil kanunlar vaz’ etmek arzu ediyorlar. Fakat alemi; istemediği veya lüzumunu hissetmediği bir kanuna ittiba’ ettirmek akılane bir tedbir midir? Vesait-i hariciyye ile beyne’l-milel bir ordunun veya zabıtanın Yeni hırs-ı emel yeni ihtiyac ile mevki’-i iktidara gelecek her yeni batn hatta bir küllün zararına olarak o emel ve müdebbir bir kuvvetin teftiş ve nehyi altında bulunursa o başka… Eğer Avrupa rical-i devletinin zihinlerini kanun-ı dursa idi ve onlar beyne’l-milel zuhur eden mes’eleleri bu kanun ile ve hudud tahdidine gayr-i tabi’ uhuvvet ve tekafül vazifesiyle tenevvür ederek nazar-ı i’tinaya almış olsalar idi muharebe hiç zuhur edebilir mi idi? Milletler let ve tenezzül oluyoruz. Hak ve adalet sulh ve rahat tev’emdir. Bugün dünyanın muhtac olduğu adalet evvel emirde insanın kalbinde yer etmezse o haricde icra edilebilir mi? İşte adalettir ki kalbden çıkarak dünyayı daimi bir kudret ile güneş gibi şa’şaalandırır. Bugün kadınlardan büyük bir vazife ve himmet beklenir: Evvel emirde vicdanını muayene edip orayı temizlemeli riyakarlıklara menfaat-karane kararlara savab olmayan müsaadekarlıklara hasıl-ı kelam el-yevm hem kendimiz hem sairleri için vukuuna cevaz verdiğimiz bil-cümle haksızlıklara artık kat’iyyen nihayet vermelidir. Her yerde her muhitte savletten hali kalmayan maddilik bunun neticesi olan hubb-ı nefs daima safa-yab olmak ve intifa’ etmek hevesi vicdanları paslattı ve adalet hissini zulumata ilka eyledi. Bu suretle; “Ruh-ı insaninin vasıl olacağı derecat-ı aliyyeden gaflet ettik. Binaenaleyh evvela kendimiz için sonra da bize emanet edilmiş olanlar için batıni ve ahlakı bir yenilik peyda olmak üzere mücahede edelim. Unutmayalım ki her vakitten ziyade bugün mucib-i kuvvet olan ittihad etmeyecekleri metin bir mania ve kavi bir sed ile gittikçe ziyadeleşen haksızlığın kin ve husumetin önünü keselim. Bu beyannamenin altına İkdam refikımızın Lozan’da bulunan sahib-i imtiyazı Ahmed Cevdet Bey de şu mütalaatı Vakıa öyle… Ahlakın fıkdanı ve maddiliğin galebesidir ki hal-i hazırdaki felaketlere sebeb oluyor. Bunda kadının hissesi da çoktur. Bugünkü terakkıyat-ı iktisadiyyenin yığdığı zenginlik dünyayı alt-üst ediyor. Muharebe-i hazırada İngiltere küllü-yevm altı milyon İngiliz lirası sarf ediyor. Zenginliği bu dereceye varmış olan bir millette siyaseten ahlak kalabilir mi? Şimdi İngiltere muharebe altında bulundurmak istiyor. İ’tilaf Devletleri İttifak Devletleri’ni kımıldatmamak ve onların hazinelerine para girmesini men’ etmek için bu ana kadar görülmemiş bir demir çenber hazırlıyor. İngiltere bir taraftan müstakbelen muharebeyi men’ edecek şartlar dermiyan edeceğiz diyor diğer taraftan da dünyanın bir kısmını fakır bırakmak tedbirlere muracaat ediyor ki bunun sonu yine harbdir. Nedir bu İngiltere ve Rusya devletlerindeki büyümek her milletin malını emlakini arazisini elinden almak hevesi? Biz bununla gasb ve şekavet arasında bir fark görmüyoruz. İngiltere üç yüz bu kadar milyon oldu; daha büyümek istiyor. Rusya yüz yetmiş milyona vardı; daha ileriye gitmek derdinde… Büyümek ziyade zengin olmak ve refah ve sefahet içinde yaşamaktan başka hangi emel-i meşru’un vücudu isbat edilebilir? Bugün bu emelde bulunan milletler ile muharebe etmek bir vazife-i ahlakıyyedir. Kadın İttihad-ı Cihanisi reisesi emin olsun ki bahs ettiği devletlerde ne vicdan vardır ne adalet… Bu reise Avrupa kadınlarını vazifeye da’vet ediyor. Biz görüyoruz ki bu elim musibete sebeb olan Avrupa devletlerinin bu şekavetlerden hasıl ettikleri servetin bir kısmı bir büyük kısmı kadın sefaheti içindir. Kadın yüzünden israf olunan paraları vicdan ve namus dairesinde kazanmak ihtimal haricindedir. Biz deriz ki ne zaman kadın bu mal-ı mesruktan ve cinayet mahsulünden intifa’ etmeyi reddedecek olursa işte o zaman adalet ve vicdan hüküm-ferma olur. Yoksa kadın bir zevk bir eğlence bir heves esiri olmaktan başka kendisinde bir sebeb-i hilkat görmez ise hiçbir zaman bir vazife-i ma’neviyye ifasına muktedir olamaz. Reisenin sözleri güzel olduğu kadar da doğrudur. Fakat te’sir edecek mi? İşte orası şübheli. Müslümanlık’ın te’min-i istikbali için büyük büyük İslam orduları bugün cihanın üç kıt’asında Avrupa’da Asya’da Afrika’da düşmanlarla çarpışıyor; taraf taraf zaferler de kazanıyor. Senelerden beri Garb’ın muhacematına göğüs gere gere hal-i ihtizara geldiği zannolunan Halife orduları Darü’l-hilafe kapılarında dünyanın iki muazzam devletini denizde karada mağlub ederek ruhunda saklı duran hamaseti bütün cihana gösterdikten sonra berk sür’atiyle çölleri aşarak Irak’a yetişti Bağdad kapılarına kadar sokulmaya cür’et eden düşmanı bir meydan muharebesinde hezimete uğrattı. Bakıyyetü’s-süyufunu da Kutü’l-Amare’de muhasara ve esir eyledi. Oradan koştu. Ta Hemedan’a kadar üç yüz kilometrelik bir sahadan düşmanı sürüp tard etti. Mücahidlerimiz Irak’ta ordularımız da Kafkasya’ya şitaban oldu. Fırsattan istifade cavüzlerini durdurdu; şimdi de o sürüleri önüne katarak mübarek toprağımızdan sürüp çıkarmakla meşgul oluyor. Diğer bir ordumuz ise Mısır kapılarını zorluyor. İşte fedakar müslüman askerleri Asya’nın kızgın çöllerinde yalçın dağlarında Moskof gibi İngiliz gibi yüzlerce milyon tebeaya malik devletlerle çarpışır ve avn-i Hakk’la onlara galib gelirken büyük bir İslam ordusu da Tuna’yı Karpat dağlarını aşarak müttefiklerimizin imdadına koşuyor; milyonların çarpıştığı bu ma’reke-i kübrada İslam’ın şan ve şerefini i’la ediyor. Afrika’da –başlarında Halife’nin kumandanı Nuri Paşa hazretleri bulunan– İslam mücahidin fırkaları ise bütün Trablusgarb eyaletini düşmanın pa-yı levsinden temizledikten sonra ta Tunus hududlarına dayandılar; oralardaki mücahidin-i İslam taraftan Sudan’daki İslam mücahidleri de Mısır’a doğru yürüyorlar. Şimdi İslam ordularının Avrupa’da Asya’da Afrika’daki bu mücahedatı bu fedakarlıkları şöyle bir gözden geçirilecek olursa bunun azamet ve ulviyetine hayran olmamak İslam’ın muazzam ve münevver istikbalini görmemek kabil değildir. Filhakıka bu kadar muhtelif cebhe-i harblerde müteaddid ordular bulundurmak ve muvaffak olmak bizim için ne şerefli ne azim bir zaferdir. Bir bizim halimiz bir de düşmanların servet ve nüfusu mukayese edilecek olursa tevfik-ı ilahiye mazhariyetimiz o zaman anlaşılır. Hak yolundaki mücahedat elbette nusret-i ilahiyye ile müeyyeddir. Vakıa bir çok meşakkatlere acılara katlandık ve katlanıyoruz; fakat düşmanlarımız da o meşakkatlerden o acılardan beri kalmadılar ya. Onlar bizim çektiğimiz mesaib ü alamın kat kat fevkinde felaketlere ma’ruz kaldılar. Öyle iken onlar o acılara katlansınlar tün kuvvetleriyle uğraşsınlar da biz ki onların ummadıkları şeyi Cenab-ı Hakk’ın lutf u kereminden bekliyoruz neden o müşkilatı iktiham etmeyelim? Müslümanlık’ın tealisi İslam’ın istiklal ve saadeti için müslümanlar malını da canını da seve seve Hak yolunda feda ederler. Başlarında azim ve iman sahibi rehberler bulundukça müslümanlar zaferden zafere koşmuşlar cihana hakim olmuşlardır. Dün idaresizlik yüzünden küçük Balkan devletlerine mağlub olan ordu-yı İslam bugün cihanın üç kıt’asında dünyanın en muazzam devletleriyle harb ediyor ve galib geliyor. Bu Cenab-ı Hakk’ın İslam’a büyük bir tevfik ve nusretidir. Bize bu kadar hariku’l-ade muvaffakıyetler ihsan buyuran Allah zafer-i kat’iyi de kemal-i azm ü iman ile her fedakarlığı iktiham etmelidir. Necm-i İstikbal Matbaası’nda tab olunmuştur Akvam-ı İslamiyyenin şu son devre-i cahiliyyetlerinde ne süfli derekelere düşmüş oldukları bütün cihanın ma’lumudur. Resul-i Muhterem sav Efendimiz hazretlerinin bi’setlerinden evvel de bu ümmetlerin bir cahiliyet-i ula devreleri vardı ki o zaman-ı fetrette kanlar dökülür haramlar mubah tanılır her kabilede menfur bir asabiyetin ruhu icra-yı hükm eder nasın bütün tabakatı müdhiş bir cehlin pençesi altında kıvranır dururdu. Aynı devre-i cahiliyyet asırlardan beri afakımıza çökerek İslam’ın şeairi ahkamı muattal kaldı. Din-i Mübin’in meydana getirdiği o muazzam medeniyetin; o şarkları garbları ihata eden kisralara kayserlere baş eğdiren müdhiş saltanatın bütün measiri yer yer fışkıran fitne tufanları içinde kaynayıp gitti. Biz burada o koca mülkü temellerinden sarsan o yüzlerce milyon müslümanı şirazesi kopmuş bir kitabın perişan sahifeleri haline getirerek öteden beri pusuda fırsat gözeten Garblı akvama bunları esaret altına almayı serir-i saltanatlarını devirmeyi topraklarına memleketlerine varis olmayı teshil eden esbabı araştıracak değiliz. Biz burada o cehalet-i müdhişenin netayicinden yalnız birini söylemek istiyoruz ki o da: Hiç düşünmeksizin taşınmaksızın başkalarını taklide özenmek illetidir. Bedihiyat-ı ictimaiyyedendir ki: Mağlub olan ümmetler galib olan milletleri daima bütün şuun ve etvarında taklide mütemayil bulunurlar. Zira mağlub galibin esbab-ı galibiyyetini düşünmekten asla fariğ olmaz. Ruh-ı duğu için galibin tefevvukunu te’min eden gayata vusul hırsıyla mağlub daima galibe benzemek ve onu temayüzüne medar olan ahlakta evsaf ve şuun-ı ictimaiyyede taklid eylemek ister. Bu hal yukarıda söylediğimiz vechile ıttıradını muhafaza eden kavanin-i ictimaiyyedendir. Nitekim vaktiyle Roma devlet-i muazzamasının saltanatı alabildiğine tevessü’ ederek Avrupa Asya Afrika kıt’alarındaki memleketlerden bir çoğu istilası altına girince; bu memleketlerden her biri Romalıların ulumuna fünununa kavaninine merasim-i hükumetine dinine tarz-ı maişetine umur-ı dahiliyyesi için vaz’ etmiş olduğu nizamat-ı medeniyyesine el-hasıl mebani ve maabid gibi asar-ı mi’mariyyesine dair nesi varsa cümlesini iktibasa başladı. Nasıl ki Mısır’da Anadolu’da Suriye’de Şimali Afrika’da Yunanistan’da İtalya’da Fransa’da İspanya’da Portekiz’de İngiltere’de ve diğer müstevli oldukları yerlerde zü te’yid etmektedir. Sonra Arablar zuhur ile kayserin kisranın memalikine varis olarak her iki taraftan da iktibasa başladılar; tarihlerde “Arab medeniyeti” namıyla yad olunan bir medeniyet-i müstakılle ibda’ edinceye kadar durmayıp çalıştılar. Orduları nereye gittiyse medeniyetleri de arkalarından gitti; nereye konup çadır kurdu sancak diktiyse medeniyetleri de beraber kondu. Bu suretle fetih ve istila etmiş oldukları bütün memleketler birbirine benzemeye başladı. Bir halde ki: Bu kadar dağınık bu kadar vasi’ memleketlerde dolaşan seyyah; eğer bazı diyara has olan bazı adat ve etvarın vücudu zaruri olmasa; mütenevvi’ iklimler muhtelif ümmetler arasında seyahat etmekte olduğunun farkına varamazdı Başmuharrir denilebilir. Ne hacet; o memleketlerin pek çoğu akvam-ı garbiyye memaliki sırasına girmiş ve Arabların icra-yı hükm ettiği devirler uzak bir mazide kalmış olmasına rağmen binalarında ma’bedlerinde ilimlerinde nizamat ve şuun-ı ictimaiyyelerinin çoğunda hala o müşabehet kendini göstermektedir. Bu söylediklerimizi re’ye’layn görmek isteyenler Şimali Afrika’yı Asya’yı Hindistan’ın Cihan siyasetinde müslümanların sözü yegane söz hükmü yegane hüküm olduğu devirlerde Avrupalıların Şark’ı taklid yüzünden ettikleri istifadenin derecesini anlamak kari’lerimize yalnız şunu serd etmemiz kafidir: Garb Arabların Endülüs’e istilalarıyla Ehl-i Salib muharebatına kadar müdhiş bir cahiliyet yaman bir inhitat içinde merkezlerdeki Arab medreselerine girerek her nevi’ ulum ve fünunu iktibasa ve bu hususda yavaş yavaş Arabları taklide başladılar. Şu kadar var ki bunlar bütün iktibas ettikleri şeylere kendi milletlerine has olan şekli rengi vermek lüzumunu hiç unutmadılar. Hatta Arab medreselerinde okudukları kitablarla muallimlerinden dinledikleri takrirler kamilen Arabi iken memleketlerine döner dönmez bu eserleri İbrani yahud Latin lisanlarıyla yazmaya başladılar. Bunlar Ehl-i Salib muharebatı esnasında geçen zamanlarda da hep aynı mesleği tutmuşlardı. Evet onlar bu muharebelerde alem-i İslam’ın şuunu adatı etvarı nizamat-ı askeriyyesi eslihası fünun-ı harbiyyesi ulum-ı mütenevviası hakkında ma’lumat-ı kamile edindikten sonra müslüman kılıcından kafasını kurtarabilmiş olanları diyar-ı İslam’da gördükleri nizamat-ı medeniyye fünun-ı askeriyye ve ulum-ı nafiaya dair memleketlerine pek çok şeyler götürmüşlerdi. Fransa ve İtalya müverrihleri bu hususda o kadar çok ma’lumat vermişlerdir ki mütalaa edenler için sözlerimizi te’yide asla hacet yoktur. Şuracıkta bu fezleke-i tarihiyyeyi serd etmekten maksadımız misal olarak irad ettiğimiz milletlerin o zamanki hali zaman dediğimiz çenber-i inkılabın sevkiyle gah yükseklerde gah alçaklarda görünen bugünkü müslümanların halinden başka bir şey olmadığını bildirmekten kavanin-i ictimaiyyenin ahkamına münkad olarak diğer akvam-ı galibeyi taklid zaruretinden azade kalamamakla beraber hiçbir zaman kendi mezaya-yı milliyyelerini kendi hasais-i unsuriyyelerini unutmazlardı. Evet bu zaif akvamın hiçbiri büyük milletleri yalnız kıyafetlerinde şekillerinde zevahir-i azametlerinde taklid ederek onların medeniyetlerinin ruhunu bir tarafa bırakır tefevvuklarındaki sırrı gözetmez esbab-ı kuvvetlerini vesail-i rüchanlarını almayı ihmal eder değildi. Bil-akis mesela İngilize bakınca görüyoruz ki: Romalıların ulumunu maarifini sanayiini fünun-ı harbiyyesini kavanin-i medeniyyesini el-hasıl alınacak her şeyini iktibas ediyor da bu muktebesatın kaffesini İngiliz vatanına has olan renk ile boyamak lüzumundan kabil değil gaflet etmiyor. Guya bu gaflet onun için mukadder değil. Hatta Romalılara aid olup kendi memleketlerine idhal ettikleri bütün asara bakınca bunları İngiltere’ye sokarken İngiliz kavmiyetine birini unutmadıkları o asara sırf vatani bir şekil giydirdikleri derhal göze çarpar. Arablar da bu tarzda hareket etmişti. Evet bu millet de fütuhat-ı İslamiyyenin akabinde –gerek medeniyetin gerek medeniyetin levazımından olan fünunun maarifin henüz mübtedisi olmasına rağmen– iktibas eylediği her şeyi Arablaştırmıştı. Bir halde ki: Tek bir asır zarfında doğrudan doğruya kendisine nisbet olunan doğrudan doğruya kendi ismiyle anılan bir medeniyete sahib olmuştu. Deminden beri söylediğimiz sözler üzerine eminim ki kari’lerimiz bugün Afrika ve Asya kıt’alarının bazı diyarındaki akvam-ı İslamiyyeyi kemirmekte hatta bitirmekte olan bu yeni maraz-ı ictimainin mahiyetini anlamak Müslümanların bu son devre-i cahiliyyette uğramış oldukları mesaibin ilk devre-i cahiliyyetlerindeki felaketlerden daha müdhiş olduğunu yukarıda söylemiştik. İslam’ın su’-i tali’inden olarak akvam-ı İslamiyyenin girmiş olduğu bu yeni tavr u neş’et öyle bir zamana tesadüf etti ki garblıların gözleri alabildiğine açılmış akvam-ı garbiyyeden bir çoğu Şark’a ve ba-husus bilad-ı İslamiyyeye Ondokuzuncu asır Napolyon’un Mısır’a hücumlarıyla başladı. Bunu müteakıb ikide birde taksim müzakereleri mukaseme kongreleri in’ikad ederek müslümanların ve diğer akvam-ı şarkıyyenin başına nekbetler hüsranlar boşanır oldu. Vakıa Şark’ın Garb’dan kopan hücumlara ma’ruz olması Napolyon zamanından daha evvel başlamıştı. Lakin hiç şübhe yoktur ki isti’marın esaret altına almanın bu tarz-ı muntazamı gerek diyar-ı İslamiyyede gerek ekalim-i şarkıyyede ancak ondokuzuncu asırda kökleşmiştir. Garb’dan kopup diyar-ı İslam’a saldıran muhacimler askerlerini donanmalarını göndererek birbiri arkasından hücumlar eder dururken o diyarın ahalisi gaflet içinde cehalet içinde neye uğradıklarını nerelerinden yakalandıklarını bilmez bir halde idiler. Yukarıda söylediğimiz gibi madem ki mağlub için kendisine galib gelen milletlere benzemek çarelerini araştırmak zaruridir; madem ki akvam-ı zaifenin kavi olan anasıra mukallid olmaları her hususda onlara iktida eylemeleri kat’idir; o halde Napolyon’un galebesiyle nihayetlenen bir çok muharebelerden Fransa İhtilal-i Kebiri’nden İngiliz donanmalarının Abukır ve Trafalgar vekayiindeki galibiyetinden kezalik - Muharebesi’nde Almanların Fransızlara rüchanından sonra şarklıların garblıları mukteda tanımaları şayan-ı taaccüb görülemez. Bu saydığımız vekayi’-ı azime dünyanın her tarafında ahval-i ictimaiyye ve şuun-ı siyasiyyece büyük büyük inkılablar doğurduğu gibi akvam-ı şarkıyyeden çoğunun helakini de ta’cil etti. Zira bu hadiseleri müteakıb Avrupalıların ba-husus İ’tilaf hükumetlerinin Şark’a ve memalik-i İslamiyyeye hücumları tevaliye başladı. Memalik-i İslamiyye ise o sıralarda ya dahili kıyamlarla dahili muharebelerle uğraşıyordu; yahud zimam-ı idaresi zalim esrar-ı hükumetten bi-haber ümeranın ve hala bazı taraflarda görüldüğü vechile reayasına karşı müstebid memleketlerini saltanatlarını hevesat-ı şahsiyyeleri uğrunda fedaya amade bir takım mülukün elinde idi. akvama karşı bu hücumları öyle bir zamana tesadüf etti ki berikiler irtikab ettikleri hata ve cinayetlerle üzerlerine çöken cehalet ve dalaletler yüzünden inkılab çenberinin altına düşmüşlerdi. Zaman dediğimiz o çenber-i inkılab bu şarklı ümmetleri altına alarak tealiden men’ ettiği için biçareler sürünmekte oldukları sefalet hazizinden başlarını yukarıya doğru kaldırarak aynı çenberin göklere çıkardığı milletlere o kendilerine pek yükseklerden bakan müterakkı milletlere karşı içlerini çekmeye başladılar. Zaman dediğimiz çenber-i inkılab kendi nakısalarının kendi gafletlerinin verdiği ağırlıkla bir türlü pervaza mecal bulamayan bu ümmetleri ezip bitirdikçe onlar da semt-i re’slerindeki müteali milletlerin tehalli ettikleri mezayaya ittisaf ettikleri tekamülata meftun olmaktan başka bir şey yapamadılar. Şu kadar var ki aradaki mesafenin dehşeti rakıblerinin terakkılerindeki esrarı galebe ve tefevvuklarındaki esasları idrak edebilmelerine mani’ olduğu için yalnız gördükleri asar ve hasaise bakmakla kanaat ettiler ve bütün o tefevvuk ve i’tilanın sebebi bu zavahirden ibarettir zannında bulundular. Kamerin bedir halindeki cemalini yahud hilal devresindeki letafetini gören cahil bir bedevi yalnız o cemale yahud o letafete meftun olarak ne kamerin aldığı etvarın hakıkatiyle tecelli ettiği eşkalin menşeini ne de envarını hangi menba’dan iktibas eylediğini nasıl bilmezse; şarklılar da garblılara karşı aynı vaz’iyette kalarak berikilerin terakkılerindeki esbab-ı tabiiyye ve avamil-i hakıkıyyeden gafletle yalnız zavahiri temaşaya koyuldular. Garblılardan şarklı akvamın nazar-ı hayretine en ziyade çarpan millet bilhassa Şimali Afrika ile Garbi Asya’da Fransızlar olduğu ve kemalatında değil bil-akis kendilerini meshur eden rezailinde mefasid-i ahlakında benzemeye çalıştılar. Evet hususiyle Fransa İhtilal-i Kebiri’nden sonra akvam-ı şarkıyyeden çoğu Fransızlığa aid her şeye karşı çılgıncasına bir inhimak gösterdiler. Bütün hareketlerinde sükunlarında bütün adetlerinde tarz-ı maişetlerinde Fransızları taklide başladılar. Binaenaleyh bu Fransız hasaisi şarklıların artık Fransızca’ya dökülmesini ve Fransa’dan kovulan Cizvitlerin de İslam ve Şark diyarına dağılmasını teshil etti. Fransız lisanı Şark’ta öyle bir intişar etti ki arkasından Fransa ulum ve edebiyatı da alabildiğine bu diyarda revac buldu. Bir halde ki: Bil-umum şarklılarla bit-tahsis müslümanların Fransa tarihine Fransa edebiyatına Fransa inkılabatına Fransa mezahib-i siyasiyye ve mazilerine kendi memleketlerinin tarihine yahud kendi mezahib-i diniyyelerine aid vukufları binde bir derecesini bile bulamaz. Bu zavallılar Fransa medeniyetinin zevahirine kapıldılar; kalblerinde Fransa ile Fransa’ya aid her şeye karşı büyük bir inhimak sönmez bir aşk uyandı. Fransa’yı hususiyle Paris’i ikide birde ziyaretleri ise bu sevdayı büsbütün artırdı. Zira orada her türlü arzularını yatıştırıyorlar; Evet şarklılar Fransa ile kendi memleketleri arasında mekik dokumaya yazlarını Fransa sayfiyelerinde geçirmeye alıştılar. Mısır Tunus Cezair Suriye gibi kıt’alardan fevc fevc insanlar biriktirmiş oldukları servetlerini ecdadlarından tevarüs ettikleri mekarim-i ahlaklarını Fransa’nın birahanelerinde kumarhanelerinde umumhanelerinde yediler bitirdiler. Bari bu memleketlere taşınan biçareler irtikabından çekinmedikleri bu kadar seyyiata mukabil biraz da hasenata meyl etseler de rezailini taklid ettikleri memleketlerin fazailini kemalatını da almaya özenselerdi! Öyle ya müterakkı milletlerin terakkılerinde bir takım esrar bir takım hafaya vardır ki kendilerinden dun bulunan ümmetler için onları araştırmak ve o milletlere bu cihetlerde benzemeye çalışmak icab eder. Lakin Fransa hükumetiyle müsta’mereci diğer İ’tilaf devletleri hedefleri olan maksad-ı isti’mar icabı olarak kendi tefevvuk ve rüchanlarındaki esrarı hissettirmezler; bil-akis istilaları altına almak hürriyetlerini istiklallerini gasb etmek tutarlar. Onun için şarklılar ve bilhassa müslümanlar yukarıda söylediğimiz vechile Fransa medeniyet-i faciresinin zevahirine bayılıp kaldıkları halde çenber-i kı ümmetlerin saadetini tefevvukunu kafil olan esrarı anlayacak halde değildiler. Avrupa’yı gezen şarklılardan bir çoğunun yazmış oldukları asarı tedkık edenler bu muharrirlerin o diyar hakkındaki tetebbu’larını mütalaalarını fahiş fahiş hatalarla mal-a-mal görerek dehşet içinde kalırlar. Hele bu memleketlerde yaşadıklarını tahsil-i ilmilerini orada ikmal ettiklerini iddia edenlerle birleşince insan daha ziyade hayrete düşer. Zira bu sonrakiler Şark’ın alem-i İslam’ın emraz-ı ictimaiyyesini sayıp dökerken gerek Fransa’nın gerek diğer Garb memleketlerinin esbab-ı saadetinden olmak üzere kadınların serbestisini ribanın işretin baloların tiyatroların umuma açık olduğunu kemal-i meftuniyyetle anlatır da o diyara has olan nizamat-ı iktisadiyyeyi büyük büyük tezgahları ziraat sendikalarını teavün-i mali şirketlerini nadiren mevzu’-ı bahs eder. Hele Avrupa’yı görenler içinde Avrupalıları velev bir cihetten olsun tenkıd edene yahud kendi vatanının velev bir iyi tarafını görebilene ender olarak tesadüf edersiniz. Bil-akis böyleleri senelerce Avrupa’da bulunarak memleketlerine dönünce kendi vatanlarını kendi kavimlerini kendi adetlerini kendi ahlaklarını el-hasıl bütün şuunlarını birbiri üzerine yığılmış zulumat-ı kesife şeklinde görürler. Ve bu muvahhiş karanlıkların arasından hayra delalet edecek tek bir lem’anın parladığını bile hissedemezler. Asıl belanın büyüğü: Kendi memleketlerinden kovulan Cizvit ordularının bizim içimizde te’sis ettikleri mektebler kızlara erkeklere kapılarını açmış ve bu müesseselere bir taraftan Fransa hükumeti para ile muavenet ettiği gibi diğer taraftan da ümera-yı müslimin maddi ma’nevi her türlü muzaherette bulunmuştur. Mısır’ın esbak hıdivi İsmail Paşa tarafından Cizvit ve Frerlere muavenet hususunda edilen fedakarlıklar müddeamızı te’yide kafidir. Evet İsmail Paşa bunlara o kadar arazi verdi o kadar tahsisat bağladı o kadar iltifatlarda ihsanlarda bulundu ki açtıkları mektebler erkeklerle kızlarla ağzına kadar doldu. Mısırlılar her taraftan bu müesseselere akın etmeye başladı. Ne hacet! Pek yakın bir zamanda kendi gözlerimizle görmüştük ki: Mısırlı Fahri Paşa memleketin maarif nazırı iken oğullarını Fransız mekteblerine vermişti. Şu sözleri söylemekten maksadımız bu ve bu gibi Fransız müesseselerinin memlekete iras ettiği zararları saymak değildir. Zira bu mevzuun yeri başka bir makale olmak icab eder. Bizim bu istitradı açmaktan muradımız ancak şunu söylemekten ibarettir ki: Biz müslümanlar sade medeniyetin nazar-firib olan sathi zevahirine kapılarak o medeniyetin ehli olan garblılara yalnız o zevahirde benzemekle iktifa ettik. O milletlerin rezailine alabildiğine daldığımız halde kemalatından nasib almak cihetini asla düşünmedik. Vakıa içimizden akvam-ı İslamiyyenin yükselmesini salah kesb etmesini hakıkı bir meyl ile isteyen bazı erbab-ı hamiyyet bu meylin saikasıyla kalktılar o müterakkı milletlerin medeniyetlerine esas olan azametlerinin erkanını tahkim eden programları getirdiler. Lakin bu milletlerin esrar-ı fevz ü felahı kendilerine mestur olduğu ramlara değil programların tatbikına vabeste olduğunu bir türlü idrak edemediler. Kezalik bir milletin medeniyetini bir memleketin selametini te’min eden esasların diğer milletlerin bil-akis mahvına sebeb olabileceğini anlayamadılar. Evet her kavmin kendine mahsus ahlakı mezayası adat ve etvarı olması zaruri bulunduğu için bir ümmetin ihtiyacatına mutabık gelen ahval-i hususiyyesine tevafuk eden şey diğer ümmetlerin mesalihine taban tabana zıd gelir; onların kavmiyetlerini ve kavmiyetlerine has olan secaya-yı mümeyyizelerini mahv eder. Bu sebebden bizim için mesela kalkıp da Fransa’dan lisanımıza tercüme ile iktifa etmek ve vatanımızın halini hususiyatını düşünerek ona göre ta’dilat icra etmeksizin tamamı tamamına mekteblerimize tatbika kalkışmak hiçbir zaman ma’kul bir taklid olamaz. Fransız yahud İngiliz programlarının bizde bir Mısırlı yahud bir Arab yahud bir Türk yetiştirmesi muhaldir. Zira bu programları vaz’ edenler sırf kendi memleketlerinin ahvalini kendi milletlerinin Misal olarak Avrupa’daki kızlara bir-iki lisan öğretilmesi lüzumunun bu programlarda münderic olduğunu söyleyelim. Evet mesela İngiliz kızı İngilizce’den maada Fransızca’yı öğrenecek Alman kızı da ana lisanından başka İngilizce’yi yahud Fransızca’yı tahsil edecek. Şimdi bu programı tedkık eden adam ne diyecek? Şübhe yoktur ki garblılar böyle bir program vücuda getirirken ne heveslerine yahud keyiflerine ittiba’ ederek abes bir iş görmüşler ne de kızların vaktini beyhude yere heder etmek istemişlerdir. Elbette kendi milletlerine has olan şuun-ı ictimaiyye ilcasıyla buna lüzum görmüşlerdir. Zira onlar kız mes’elesinde biz müslümanlara muhaliftirler. Oradaki kızlar sanayi’ ile umur-ı hariciyye ile bahusus kitabet işleriyle meşgul olurlar. Hayat-ı ictimaiyyeleri kadınlar bizimkiler gibi mestur olmadıkları için sabah akşam mehafilde mecalisde daima yabancılarla ihtilatta bulunurlar. İstedikleri gibi dolaşırlar. Beğendikleriyle muaşerette bulunurlar. Arzu ettiklerini kendilerine dost ve zevc intihab ederler. Binaenaleyh bu ümmetler tarz-ı hayatları icabı kızlarına ecnebi lisanlarından birini öğretmeye mecburdurlar. O halde Garb’daki kızların böyle bir lisan öğrenmeleri ne zamanlarının beyhude zıyaını ne de kendilerinin abesle iştigalini mucib olamaz. Bununla beraber Almanya gibi Avusturya gibi büyük memleketlerdeki kızlardan çoğunu görüyoruz ki ta’lim-i ibtidailerini lisan öğrenmeye kalkışmıyorlar. Şu serd ettiğimiz mütalaatı gördükten sonra müslüman kızlarıyla Avrupalı bir kızı mukayese ediniz de bakalım ne fikir hasıl edeceksiniz? – Müslüman kızı Şeriat-i İslamiyye muktezası olarak velilerinin damanı ve himayesi altında bulunur. Kocaya varıncaya kadar velileri tarafından infak edilmeleri şer’an mecburidir ki bu babdaki tafsilat kütüb-i şer’iyyede musarrahdır. – Müslüman kızı mahremlerinden başkasıyla ihtilat edemez; binaenaleyh Avrupalı kızın isbat-ı vücud edebileceği mehafilde mecalisde bulunamaz. – Müslüman kızı şer’an müslümandan başkasına varamaz. Pek a’la! Bir müslüman kızı Garb lisanlarını öğrenmekten ne gibi faide te’min edebilir? Hususiyle ömrünün maarif-i ibtidaiyye tahsiline hasrı lazım gelen ilk senelerinde böyle ecnebi lisanlarını öğrenmeye kalkışması acaba hikmete maslahata muvafık mıdır? Denilecek ki: Lisan tahsili faideden hali olamaz: Evet bu hususda biz de kat’iyyen münakaşa edecek değiliz. Lakin bir ecnebi lisanından istifade edebilmek için o lisan üzerine müdevven bulunan asar-ı nafiayı mesela hıfz-ı sıhhate ahlaka okuyup anlayacak kadar meleke lazımdır. Halbuki Fransız yahud İngiliz yahud Alman lisanlarını yalnız üstün kör bellemiş olan bir kız için bu lisanlardaki dekayıkı esrarı ihata edebilmek ne müşkil bir mes’eledir! Biz Mısır’da olsun sair bilad-ı İslamiyyede olsun müslüman kızlarının Avrupa lisanlarıyla meşgul olmalarından husule gelen neticeleri araştırdığımız zaman bu zavallıların gece gündüz muhayyel aşk ve sevda maceralarıyla dolu hikayeler roman okumaya inhimakinden başka bir istifadelerini göremedik. İşte bunların münteha-yı tahsilleri bu olduğu gibi en ziyade hoşlandıkları da yine bundan Bu misali serd etmekten maksadımız milletlerin nasıl olup da esbab ve netayic hakkında i’mal-i fikr etmeksizin başkalarını taklide kalkıştıklarını göstermektir. Şayed şu son iki sene zarfında alem-i İslam’da hususiyle Türkistan Sibirya ve Memalik-i Mahruse-i Şahane’de zuhura gelen intibahı görmemiş olaydık ye’simiz son dereceye gelecekti. Evet buralardaki müslümanlar şirketler iktisadi müesseseler vücuda getirmek için uğraşıyorlar ve ilmi lışıyorlar. Bununla beraber biz bunları da diğer milletlerin arkasından kör körüne gitmekten ve o milletlerin vaz’ ettikleri programları kanunları aynen iktibas eylemekten yahud onlardaki müessesatın aynını vücuda getirmekten tahzir ederiz. Zira taklidin bu türlüsü mukallid olan milletlerin mahvını istilzam eder. Emirü’l-mü’minin Halife-i Resul-i Emin Sultan Mehmed Han-ı Hamis efendimiz hazretleri diyar-ı İslam’ı esaretten kurtarmak kelime-i dini i’la eylemek maksad-ı muazzamıyla cihad-ı mukaddesi i’lan etti. Tam bu sırada Yirminci Asr’ın Ebucehil’i bulunan ve Hanedan-ı Nübüvvet’e intisabından başka hiçbir meziyeti görülemeyen Mekke Emiri Hüseyin de nefs-i emmaresine temayülat-ı süfliyyesine doymak bilmeyen ihtirasatına Allah korkusundan tanininden başka bir sada ile cezbeye gelmeyen vicdan-ı safiline tebeiyyetle bir vakit Ebucehil’in müslümanlara karşı takındığı tavrı aldı; din düşmanlarıyla birleşerek lale sürüklemek İslam’ın ve bütün müslümanların son mültecası olan Devlet-i Osmaniyye’yi inkıraza mahkum etmek istedi. Bütün cemaat-i İslamiyye şu noktada müttefiktir ki: Şayed Kur’an -ı Hakim’in henüz nazil olmayan ayat-ı celilesi kalmış olaydı Kitabullah’ın o kısmı bu adam hakkında gerek Ebucehil gerek diğer facir zındıklara aid olmak üzere varid olan la’netlerin daha şiddetlilerini Müslümanların avam kısmı Hüseyin’in bu hareketine karşı hayretlere düştüler. Halbuki şimdiye kadar kezalik işin iç yüzünü kendisinin mahiyet-i hakıkıyyesini bilseydiler bu adamdan böyle bir hareket zuhurunda hiç de istiğrab edilecek bir cihet olmadığını anlarlardı. Biz hadd-i zatında pek acıklı olan şu fırsatı vesile ittihaz ederek bu mahlukun fenalıklarıyla İslam’a ve müslümanlara karşı irtikab eylediği cinayetlere dair bir nebze ma’lumat vereceğiz. Ta ki mahiyetini tamamıyla anlasınlar da fıskının ve emr-i ilahiden hurucunun cezası olarak gece gündüz kendisine la’net okusunlar. Altı-yedi asırdan beri Din-i Mübin’in hamisi bulunan Osmanlı padişahlarının en büyük medar-ı mefharetleri “Hadimu’l-Haremeyn” ünvanını bil-istihkak ihraz eylemekten meyyiz-i tarihileri Hanedan-ı Nübüvvet’in sülale-i tahiresine karşı müfrit bir muhabbet azim bir hürmet şeklinde tecelli eylediği için o sülale-i kerimenin bazı müntehab efradı hakkında izharı mu’tad olan tezahürat tekrim ve hükumetleri de kendi milletleri arasında yetişmiş eazımın ahfadına; hükumetler mezhebler meslekler vücuda getiren müessislerin sülalesine karşı aynı vazife-i hürmeti ifa etmektedirler. Bu fahri tezahürat ise “Mekke Emareti”nden onu buracıkta izah etmekliğimiz icab ediyor: Fatır-ı Hakim’in hükm-i celili bir de mealindeki hadis-i kudsisi ile Şari’-i A’zam sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin tarzındaki kavl-i kerimi esasları üzerine müesses bulunan İslam’ın demokrat hükumetindeki kaide-i muhkemeye rağmen; ashab-ı kiramın Hazret-i Ali’den evvel Ebubekir Ömer Osman radıyallahu anhum ecmain hazaratına bey’atleriyle şu harekette mündemic ma’na-yı müsavata rağmen; Kur’an-ı Kerim’in Resul-i Ekrem sav Efendimiz’in amcaları bulunan Ebu Leheb’i tahkır etmesine ve bu tahkırin sırf sülale ile yahud Fahr-i Kainat’a intisab ile izzet ve şeref kazanılabileceği ihtimalini ebediyyen selb etmiş olmasına rağmen Osm anlı padişahları meftur oldukları mekarim-i ahlakın sevkiyle Sülale-i Nebeviyye’yi tekrim etmekten ve bu hanedan-ı celile karşı şerefiyle mütenasib tezahüratta bulunmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardır. Mekke emareti hakimiyet siyadet yahud vilayet ve amiriyet demek değildir. Zira orada Hicaz Vilayeti’nin üzerinde tasarruf eden bir vali vardır. Binaenaleyh bu ünvan-ı ma’nevi bu paye-i şeref hududu fermanlarla sarahaten ta’yin edilmiş bir vazifeden ibarettir ki o da letin hayır ve saadeti için deavat-ı tayyibede bulunmak üzere huccacın vifadesi ve izzet ve rahatlarının te’mini cihetlerinin kendisine ihsan edilmiş olmasıdır. Bu ise emire edilecek ikram ve ihtiramın müntehasıdır. Zira iş başında olanlar adilane hareket ettikleri takdirde bile insanların yarısı kendilerine düşman olur. Osmanlı padişahları ise bütün kainatın Hanedan-ı Nübüvvet’e muhib olmasını meşrutiyetle idare olunan memalikteki reislerin makam-ı ma’nevisini verdiler ve hanedanlarının şerefiyle alem-i şaibe-i noksan ve halelden himaye ettiler. İşte Mekke’de hem emir hem vali bulunmasındaki sır budur. Bunu görenler sülale-i nebeviyye rüesası bulunan Mekke emirlerine Osmanlı padişahları tarafından tahsis edilen mertebe-i ma’neviyyenin büyüklüğünü derhal teslim ederler. Emir ile vali arasındaki fark ise meydandadır. Lakin öyle görülüyor ki Emir Hüseyin gibi nüfuz-ı nazardan rı bu makam-ı ma’nevinin şahika-i mecdinden doymak bilmez ihtiraslar idari entrikalar Neron’a rahmet okutacak zulümler derekesine inmedikçe bir türlü rahat edemiyor. Evet bu ihtiraslar bu zulümler bütün ehl-i Hicazı kendisinden bi-zar etti. Bütün huccacı aleyhine çevirdi. Hele bu son cinayeti kendisini hüsran-ı mübine sürükledi götürdü. Fe la-havle ve la-kuvvete illa billlah. Halife-i müslimine karşı huruc eden emir-i sabık Hüseyin yedi-sekiz sene evvel Şura-yı Devlet a’zasından idi. Yani ne kendisi ne de pederi İbnü’r-Reşidler İbni Suudlar sete yahud bir makama sahib ümeradan değil idi; ancak cedd-i muazzamına hürmeten devlet tarafından ta’yin edilmiş bir me’mur idi. Zira Daru’l-hilafe’de bulunduğu zaman kendisine hükumetçe hüsn-i zan ediliyordu. Evet o sırada zühd ü takvanın mücessem bir timsali görünüyordu. Koltuğuna Mushaf-ı Şerif’i eline tesbihi almadıkça bir yere çıkmıyordu. Bununla beraber yine şurefadan olan amca-zadelerine el altından fenalıklarda bulunuyordu. Zahiren gösterdiği bu takva sebebiyle hakan-ı mahlu’ kendisini ihsanlara atiyyelere hediyelere gark etmiş; köşkler vermiş; daha sonra da Emir Ali Paşa’nın azli üzerine emarete ta’yin etmiş idi. Hüseyin’in zaman-ı emaretinde kendisinden Hicaz’ın ıslahı ahalinin ve huccacın terfihi adaletin ikamesi maarifin ulum-ı aliyye ve aliyenin ta’mimi gibi icraatı bekleyenler ekseriyete baliğ olmuştu. Ancak kendisini yakından tanıyan erbab-ı reviyyet; “Maksadını ele geçirinceye kadar namaz kıldı oruç tuttu; işi olup bitince ne namaz kıldı ne de oruç tuttu.” dediler ve bu adamın hiçbir hudud ile mukayyed olmayan ihtirasatına inzimam eden müfrit tama’karlığı desais-i şeytaniyyesi siyasi hasımlarına karşı hiçbir hiss-i merhamet duymayan şiddeti el-hasıl istibdad-ı zalimaneye aşık olan oğlu Abdullah’ın ifsadatına tamamıyla inkıyadı halkın beslediği amal-i hayrın tahakkukuna suret-i kat’iyyede mani’ olacağını ekiden söylediler. Halife-i müslimine karşı huruc eden Hüseyin Mekke Emareti’ne geçtiği zaman mesleği şu noktalara inhisar etmişti: Her türlü ıslahata karşı gelmek ve halkın emvalini mek. Vesail-i mümkinenin kaffesine tevessül etmek suretiyle servet biriktirmek; velev tutulan yollar feraiz-i diniyyenin ta’tiline müeddi olsun. Hükumetle ahali arasında şikak tohumları ekmek. Ceziretü’l-Arab’da siyasi idari müşkilat icad etmek. Arabistan’ı Devlet-i Osmaniyye’den ayırmak sonra da şahsını “halife!” i’lan eylemek için İngiltere hükumeti mesaiye çalışmak. Akla gelebilen vesaitin kaffesiyle hasımlarını ezip bitirmek. Şeriat-i Garra’nın ahkamına muhalif bulunan Ebu Nümeyy Kanunu’nu tenfizde alabildiğine ileri gitmek. Müşir Kazım Paşa Hicaz Valisi bulunduğu esnada ahlaktan nasibi olmayan bazı mutavviflerin iğfalatı yüzünden huccacın çektiği sıkıntıları gözüyle gördüğü için halkın memnuniyetini mucib olacak bir layiha-i nizamiyye vücuda getirdi. Bu layihada mutavviflere verilecek ücretin mikdarını ta’yin ve her iki tarafın hukukunu tebyin etti. Huccacın mallarını yağmada pek ileri giden; tan gibileri çıkardı. Yüzbinlerce müslümanın mesalihini sıyanet eden şu icraat üzerine emir fena halde kızdı. Zira her birini kıtaat-ı İslamiyyeden birine ta’yin etmesine mukabil mutavviflerden sızdırmakta olduğu külliyetli mikdardaki varidat-ı seneviyyesine dokunacaktı. Emir her memleketin mutavvifinden huccacın mikdarına göre tahallüf etmek üzere senevi beş binden yirmi bin liraya kadar para alır. Tabiidir ki bu kadar külliyetli bir parayı verecek olan mutavvif hacıların sırtından gerek kendisi gerek avenesi için on katını çıkarır. İşte bu sebebden Hüseyin fitneler kıyametler kopararak layiha-i nizamiyyeyi Maamafih bu kadarla iktifa etmedi. Belki ahlaksızlığıyla fahiş suretteki ihtilasıyla iştihar etmiş olan eşhasın kaffesini vazifelerine iade etti. Zira bunlar kendisine büyük mikdarda para veriyorlardı. İbadullahı soymak için vasıtası olan Yusuf-ı Kattan’ı? da belediye riyasetine geçirdi. Yusuf’un elli bin lira ihtilası meydana çıkarak emlaki ve senedatı mahkemece taht-ı hacze alınması üzerine Emir Hüseyin hilelerin her türlüsüne vaadlerin tehdidlerin kaffesine müracaat etti. Hiçbir müsevvig-i kanuni bulunmaksızın da’vayı durdurdu. Emlaki senedleriyle beraber Yusuf’a iade ettirdi. “Hicaz Kıt’ası şer’i yahud nizami mahakim ile idare olunamaz. Burada hakim olan kuvvet örf ile emirlerin idaresinden ibarettir!” dedi. Hükumet sıhhıye tahaffuzhanelerini ıslah etmek deniz suyunu tathire mahsus makineleri çoğaltmak yeni tarzda geniş hastahaneler vücuda getirmek fakır hacılar karşılık olmak üzere deve başına bir vergi tarh etti ki bu da Cidde’den Mekke’ye kadar on kuruş Mekke ile Medine arası için de altmış kuruştu. Bunun üzerine Emir Hüseyin bir taraftan tüccarı tahrik etti diğer taraftan Arabları ayaklandırdı. Halbuki bu parayı hacılar veriyordu. Maamafih Hüseyin’in maksadı Arabların menafiini gözetmek değil ıslahata karşı gelmekti. Nasıl ki biri çıkar da deveciden şikayet edecek olursa Emir Hüseyin o deveciden deve başına hükumetin “tahriciyye” namıyla vaz’ etmiş olduğu verginin iki katını hiçbir hakka hiçbir hükm-i şer’iye müstenid olmaksızın ceza olarak zorla alır ve bu suretle toplanan paralar da doğrudan doğruya kendi cebine girer. Zengin mücavirlerden bazıları Mekke ile Cidde’de yeni usulde sıhhi binalar vücuda getirmek istediler. Lakin Emir Hüseyin Hıtta-i Hicaziyye’nin kurun-ı uladaki hali üzerine kalması lazım geleceğini ileri sürerek ve kanun-ı terakkıyi külliyyen inkar ederek buna kat’iyyen muvafakat etmedikten başka zavallıları ölümle nefy ile tehdid eyledi. Hükumet Cidde ile Mekke ve Mekke ile Medine-i Münevvere arasında demiryolu vücuda getirmek istemiş ve husule gelecek varidatın beşte birini Urban’a dağıtmayı taahhüd eylemişti maamafih Urban’ın istifadesi bu kadarla kalmayacak hattın bütün müstahdemleri muhafızları kendilerinden intihab edileceği gibi şimedüfer sayesinde arazileri kıymetleşecek mahsulleri artacaktı. Emir Hüseyin olanca kuvvetiyle bu teşebbüse karşı geldi. Ber-mu’tad Urban’ın menafiini ileri sürdü. Lakin bu hiçbir vakit doğru değildi. Zira devecilerin adedi yirmi bini geçiyordu. Bir deve vasati olarak senede nihayet beş lira kazanç bırakabileceğinden bütün devecilerin alacakları para yüz bin lirayı aşmıyordu. Halbuki şimendüfer varidatı senede iki milyondan ziyadeye baliğ olacağından bunun Urban’a verilecek beşte biri bugün almakta oldukları mikdarın dört mislini buluyordu. Hattın kendilerine te’min edeceği diğer menfaatler ise tabii hesaba dahil değildir. Maamafih Emir Hüseyin’in oğlu Faysal şayed bütün imtiyazatı babasına bahşedilecek olursa bu hattın temdidini tekeffül edeceğini sarahaten söylemişti. Mekke tacirlerinden biri üç seyyara otobüs getirterek Cidde ile Mekke arasında işletmek ve bunlarla deve üzerinde seyahate tahammül edemeyecek hasta yahud zaif hacıları taşımak istemişti. Emir Hüseyin bu üç seyyaradan birini yaktırdı. Diğer ikisini de bodrumun birine attırarak çürüttü. Her ne kadar sahibi harice gönderip satmak istediyse de biçarenin Hicaz’a teceddüd sokmak istemesine ceza olarak buna da müsaade etmedi. Garibdir ki Cenab-ı Hak onun da başına Beni Harb Arablarını musallat ederek hükumetten kendisine hediye edilen otomobili onlara yaktırdı. Şurefadan Şeref Paşa Taif’te mezruatı sulamak için artezyen kuyusu açmak istemişti. Bunun için icab eden alatı getirterek kendi arazisi dahilinde ameliyata başladığı gibi Emir Hüseyin bu işi de bid’at olmak üzere cebren ta’til ettirdi. Paşa’nın celb etmiş olduğu alat hala orada muattal bir halde duruyor. Vehib Paşa Taif ile Mekke arasında kain Cebel-i Kürra yolunu ta’mir ederek arabaların müruruna müsaid bir hale getirmek istemişti. Emir Hüseyin bunu men’ için bütün nüfuzunu isti’mal edip muvaffak olamayınca cahil bedevileri askere karşı tahrik etti. İş Urban ile asker arasında müsademeyi intac ettiyse de evvelkilerin inhizamı üzerine yolun itmamı müyesser oldu. Bilahare Urban yaptıklarına nadim olarak emir tarafından teşvik edildiklerini Ayn-ı Zübeyde’nin ıslahıyla sularını Mekke’ye getirmek hey’eti kendi yağma-gerliklerine vasıta ittihaz etti. Lakin a’zasını iş görmekten suret-i kat’iyyede men’ eyledi. Hatta bunlar memlekete su getirmek için yol yapmaya harita almaya kalkışacak olurlarsa hepsini öldürteceğini köleleri vasıtasıyla kendilerine bildirdi. Fuad Paşa valiliği esnasında meskukatı ıslah etmek tin menafii baziçe ittihaz edilmemesi için gerek Osmanlı gerek ecnebi paralarının hakıkı kıymetlerini nizam-ı mahsus ile ta’yin etmişti. Lakin gözü doymak bilmeyen bu ıslahat düşmanı teşebbüs-i vakıın kendisine karşı pek büyük bir kazanç kapısını kapayacağını görür görmez olanca kuvvetiyle bu nizama muhalefet etti ve muvaffak oluncaya kadar uğraştı. Hazim Bey Hicaz valisi iken Taif’te ıslahat yapmak arzu etmişti. Bu cümleden olarak zaten bir kısmı yıkılmış olan surun büsbütün ortadan kaldırılmasını yolların genişletilmesini Mekke ağniyasının sayfiyelerini teşkil eden evlere nazar-ruba manazır verilmesini düşünmüştü ki emirin oğlu Ali Bey’in a’za sıfatıyla dahil olduğu vilayet meclis-i idaresi de valinin kararını tasvib etmişti. Lakin akılların idrak edemeyeceği bir sebebden dolayı emir buna da muarız çıktı. Ahaliyi karar-ı vakıın feshiyle memleketin eski halinde ibkası talebini havi mahzarlar tanzimine icbar etti. Bu suretle tasavvur edilen ıslahat yüz üstüne kaldı. Deniz suyunu tathir için Cidde’de mevcud olan alatı ortadan kaldırmak şehre yakın kuyu sularıyla iktifa etmek demiryolları inşasından vazgeçilmesini istemek Cidde’deki mahakim-i nizamiyyenin Hicaz’daki polis dairelerinin bid’attir diye lağvını taleb etmek üzere Urban’ı teşvik ederek bunlara mühürlü mahzarlar tertib ettirdi. Rebiülahir Urban’a yolları vurdurdu kervanları soydurdu. Bunun üzerine polis daireleri lağv olunduğu gibi hükumet demiryolu yapmayacağına ve ahaliden vergi almayarak halin eskisi gibi devam edeceğine dair vaad verdi. Taif’te mevcud askere öteden beri yürüyüş yaptırılır ve ta’lim ettirilirdi. Emir Hüseyin bu askerin ta’lim maksadıyla kışlaların haricine çıkarılmamasını taleb etti. Bu taleb askeri ta’limden men’ etmekten başka ma’nayı müfid olmadığı için Vehib Paşa tarafından kabul olunmadı. Bunun üzerine emir oğlu Abdullah’ı Taif civarındaki kabaile gönderdi. Abdullah bunlara; “Askerlerin ta’lim vesilesiyle sizin yurtlarınıza yaklaşması hayra alamet değildir. Şayed şimdiden buna karşı gelmeyecek olursanız aradan biraz zaman geçince bunlar sizin ırzınızı malınızı heder ederler. Eğer silaha sarılacak olursanız pederim size lazım gelen muaveneti diriğ etmeyecek.” dedi. Abdullah Urban’ın nezdinden avdet ettiği sırada Binbaşı Derviş Bey taburuna ta’lim ettiriyordu. Arablar askere kurşun atmaya başladılar. Derviş Bey bidayetinde bunları nasihatle yola getirmek istediyse de muvaffak olamadığını görünce te’diblerini emr etti. Bunun üzerine cahil bedeviler hatalarını anlayarak Abdullah’ın teşvikıyle vak’adan sonra asker gerek aynı mevki’de gerek diğer cihetlerde ber-mu’tad hiç kimseye zararları dokunmaksızın ta’limlerine devam ettiler. Emir-i sabık Hüseyin’in yukarıda saydığımız yağmacılıklarından maada bir de Surre mes’elesi vardır ki bunda da pek şeni’ bir surette tahakküm ederdi. Evet erbab-ı istihkakı aidatından mahrum bırakarak sevmediklerine pek az bir şey verir sevdiklerini ise ağniya derecesine çıkarırdı. Hatta bu yüzden Hicaz’daki bir çok şerif aileleri zaruretin son derekesine indiler. Maamafih Hüseyin bununla da iktifa etmeyerek bütün eşya-yı ticariyyeden duhuliye resmi alır ve memleketin ıslahına sarfı icab eden bu paraları utanmadan sıkılmadan kendi boğazına geçirirdi. Keşke bu kadarla kalsaydı; heyhat! Ebu Nümeyy Kanunu’na ittibaan maktulün diyetinden sülüsünü emaret ve eşraf namına gasb ederdi ki buna ne şeriatin ne aklın ne de kavanin-i mevzuanın asla müsaadesi yoktur. Hüseyin aşağıda zikr edeceğimiz vechile Asir Mes’elesi’ni gittiği zaman hükumetten yüz bin lira almıştı. Tamamıyla yuttuğu bu para mukabilinde evrak-ı müsbite makamına kaim olmak üzere hükumete bir takım uydurma senedler asılsız mazbatalar takdiminden utanmadı. Hatta o aralık hükumet tarafından kendisine teslim edilen tüfeklerden bir kısmını bedevilere gayet ucuz olarak sattığı gibi bunlardan iki bin kadarını da Merran’da saklayarak Urban tarafından kaçırıldığını iddia etti. Vehib Paşa’nın Hicaz’a muvasaletinin akabinde aşağıda beyan edeceğimiz vechile yalan işaalarla bir fitne ihdas ederek Cidde ile Mekke arasında tüccara ve hükumete aid iki bin deve yükü eşyayı soydurdu ve bu eşyadan beşte birini kendisi için ayırıp Merran’a gönderdi. Mütebakısini de Urban’a dağıttı. Uteybe kabaili Hüseyin’in cevrinden bi-zar kalarak yine kendilerinden olup da İbnü’s-Suud’un tabiiyetinde bulunan aşaire iltihak için Necid’e gidince Hüseyin son derecede gazaba gelerek bil-umum Necid ahalisini ten men’ ettiği gibi bunların Hicaz’la olan ticaretlerine de mani’ oldu. Bu suretle hem Necid hem Hicaz halkını mutazarrır etti. Hatta hükumet tarafından ısdar olunan şiddetli emirlere rağmen bu kafirane inadında ısrar etti. Nihayet bir taraftan hükumetin tehdidi diğer taraftan demin zikr olunan kabilelerin ric’ati üzerine Necidlilere hac için müsaade vermek lutfunda bulundu! Beni Harb kabilelerinin kadısını kahbelikle öldürterek hac kafilelerini üç seneden beri tarik-ı sultaniye mukabil tarik-ı şarkıyi tutmaya icbar etti ki evvelki yol daha kısa daha rahat olmakla beraber deve başına beş lira ile kat’ olunmakta iken ikinci yol için yedi buçuk lira vermek icab ediyordu. Cihad-ı mukaddesin i’lanından beri Hüseyin para çarpmak müslümanların hukukunu gasb etmek için türlü türlü sefil vasıtalar icad etti. Evvela haricden Hicaz’a getirilecek bütün erzakı ihtikar altına alarak bunun için Cidde’de Belediye Reisi Süleyman Kabil’i Mekke’de de ora Belediye Reisi Yusuf Kattan’ı vekil ta’yin eyledi ki bunların ikisi de kendi adamlarıdır. Bunun üzerine es’arı alabildiğine yükselterek biçare hacılarla yerli ahaliyi ölüm derecesine getirdi. Hükumet-i seniyye Yemen’deki mücahidlerle me’murlara –İngilizlerin emir-i kebir ünvanını verdikleri– bu Hüseyin vasıtasıyla birkaç def’ada olmak üzere üç yüz bin kadar lira gönderdiği halde Allah korkusu bilmeyen bu herif o paranın ancak altıda birini gönderdi. Hüseyin Hicaz’dan birçok mücahid çıkaracağını oğlu Faysal vasıtasıyla Dördüncü Ordu Kumandanlığı’na vaad ederek Tur-ı Sina’ya gidecek olan bu mücahidler tarafından ailelerine bırakılmak üzere icabı kadar para mızla bizim namımıza toplamış olduğu mücahidleri bizim aleyhimize sevk etmekten utanmadı. Lakin bu temiz yürekli müslümanların emir tarafından irtikab edilen şu hıyanete karşı hamiyetleri galeyana gelerek bizim askere rıyla tutulmuş oldukları hareketten dolayı son derecede müteessif ve peşiman bulunduklarını i’tiraf eylediler. Hüseyin’in İngilizlerden aldığı on bin lira mukabilinde meşhur Emden gemisi kahramanlarını öldürmek için bedevileri nasıl teşvik ettiği ise hepimizin ma’lumudur. Galib Paşa Hicaz Fırka-i Askeriyyesi’yle Medine’den Mekke’ye giderken Hüseyin’in oğlu Ali hazır bulunarak deve başına yedi lira istemişti ki bunun rub’u emaretin hakkı idi. Halbuki Beni Harb kabaili meşayihı dört buçuk liraya razi olmuşlar ve rehine vermeyi taahhüd etmişlerdi. Vali Paşa emire ikramen Ali Bey’in talebini kabul etti. Bu suretle Hicaz’daki kabailin en büyüğü olan Beni Harb’in muzayakası emirin saye-i merhametinde! bir kat daha artmış oldu. Hüseyin Cidde’deki acentelerle her sene ittifak ederek üç bin lira alır ki bu parayı kabza ya oğullarından birini yahud vekili Şerif Muhsin’i me’mur eder ve bu yüzden navullar tahammül edilemeyecek dereceye çıkardı. Afganlı merhum Hasan Han’ı Taif yolunda kahbelikle öldürttüğü zaman üzerindeki bin beş yüz liradan fazla tutan nükud ve mücevheratı soydurmayı da unutmadı. Şark-ı Aksa’dan Asir’in şimaline kadar kemal-i emniyetle seyahat eden büyük Alman zabitlerinden Von Muller’i öldürtmek için İngilizler Hüseyin’e emr etmişlerdi. Hüseyin bedeviler vasıtasıyla bu emri yerine getirince nezdindeki yirmi bin lirayı da koynuna soktu. Oğlu Abdullah’ı Harb-i Umumi’den evvel Merkez-i Hilafet’e gönderirken efendisi Kitchener’a üç at göndermiş lakin gümrük resmi vermemek için utanmadan bu atların emiru’l-mü’minine takdim edileceğini iddia etmişti. Hilafet’e karşı i’lan-ı isyan etmezden evvel İngilizlerden dehşetli bir para aldı ki bu parayı kabz için kendi iki oğlu ile Tüveyl reisi İbni Arif’i Sevakin’e gönderdi. Mesrudat-ı vakıadan bu herifin paraya ne kadar haris olduğunu dünya uğrunda dinini nasıl sattığını kari’lerimiz elbette anlamışlardır. Fela havle vela kuvvete Sabık Mekke Emiri Hüseyin hükumetle Urban arasında vasıta-i salah olacak iken emareti eline geçirir geçirmez hatıra hayale gelmeyen hilelerle iki tarafın arasını büsbütün açmak mesleğini iltizama başladı. Hükumete karşı Urban’ı her türlü terakkıye mani’ her türlü mefsedete salih gösterdiği gibi Urban’a karşı da hükumeti korkunç bir tarzda temsile başladı ve kendisini Urban’ın saadet ve rahatı için her fedakarlığı ihtiyar eder bir hami-i müşfik şeklinde tanıtmaya çalıştı. Urban’ı hükumetten soğutmak için hiç aslı esası olmayan şeyleri hükumete bulunduğu zaman Hüseyin kendisine dedi ki: –Yemen ve Asir hacılarının ileri gelenleri İdris’in adamlarındandır. Huccac arasında fesad çıkararak halkı Bu zavallıların hiçbir töhmeti olmadığı anlaşılıp vali vekili tarafından sebilleri tahliye olununca Hüseyin kendilerini kemal-i i’zaz ile karşıladı. Ve “hayrı şerri tefrik edemeyen Osmanlı rical-i hükumeti tarafından ma’ruz oldukları haksızlıktan dolayı fevka’l-ade müteessif olduğunu” söylemekten utanmadı. Vehib Paşa hem vali hem kumandan olarak Hicaz’a gelince hain Hüseyin korkarak Arab meşayihinden bir çoğunu yanına çağırdı. Hükumetin Hicaz’a aid imtiyazatı kaldırmaya ahalisini askere almaya diğer vilayetlerden karar verdiğini; Urban’ın hukukunu müdafaa ettiğinden dolayı emareti lağv etmek niyetinde olduğunu; bedevilerin rızkını kurutmak için Haremeyn arasına demiryolu döşemek istediğini galiz galiz yeminlerle te’min ederek dedi ki: –Hükumet Balkan Muharebesi’nden pek yorgun bir halde çıkmıştır. Henüz hiçbir taraftan para bulamamıştır. Şayed sizler ufak bir hareket gösterebilirseniz bu fenalıkların hepsini birden def’ ederiz. Hükumet bize karşı [kuvvet] sevkine muktedir olamaz. Hüseyin meşayihi bu suretle kandırarak kadimi hali üzerine ibka etmek tarafdarı olduklarını ve emire son derecede merbut olup uğrunda canlarını fedaya amade bulunduklarını natık mahzarlar tertib ettirdi. Bilahare meşayihin bu hareketten ne kadar peşiman oldukları kendi i’tiraflarıyla sabittir. Bu hadise esnasında Hüseyin Cervel hırsızlarını tahrik ederek kafileleri vurdurdu erzakı soydurdu hasılatın beşte birini kendi için ayırarak Merran’a gönderdi. Kendisine vezaret menşuru geldiği zaman üç gün Medine’de şehr-ayin yapılmasını emr etti. Oğlu Ali de Cidde’de ihtifal yaptırdı. Ancak valiyi kızdırmak için ahaddan birine asker elbisesi giydirterek sokakları dolaştırttı; bunun arkasına bir diğerini daha katıp o yürüdükçe ensesine papuçla vurdurmak suretiyle hükumeti ve rical-i hükumeti tahkır ettirdi. Sonra yaptığı rezaletin akıbetinden korkarak babasının oturmakta olduğu Vadi-i Fatıma’ya kaçtı. Oradan da Merran’a giderek bir buçuk aydan ziyade kapandı kaldı ve Babıali’den evamir-i şedide gelmedikçe Taif’e dönmedi. O aralık Merran’da bulunmasının sebebi ise Uteybe kabailini ayaklandırmaktan ibaretti. Lazıkıye ceridesi bu hadiseler esnasında bir makale yazarak hakıkati tamamıyla göstermiş ve bu suretle dinine devletine en büyük hizmeti ifa eylemişti. Muharrir diyordu ki: “Hicaz’daki kabailin asayiş-i mahalliyi ihlal hususunda gösterdikleri hareketler hiçbir zaman kendiliklerinden değildir. Belki menafi’-i zatiyyeyi idame maksadıyla muayyen bir program dahılinde giden bu harekatın bir muharriki vardır. Öyle zannederiz ki hükumetimiz Hicaz’daki biçare Urban’ın başka ellerle harekete getirilip hadd-i zatında kendilerine isnad edilen ahvalin cümlesinden bi-haber bulunan bir yığın heyuladan başka bir şey olmadığını bilmez değildir. Hakıkat-i halde bu Urban devlete son derecede muti’dır. Hükumet-i seniyye buna tamamıyla vakıf olduğu gibi bir taraftan kendisine sadık ve muti’ görülüp diğer taraftan her türlü ıslahatı boğmak isteyen müfsidlerin mahiyetinden de haberdardır. Bu müfsidler Hicaz ahalisine karşı hükumeti kendi zararlarını müeddi olacak mukarreratta bulunuyor göstererek hakıkat-i halden bi-haber olan biçareleri kıyama şikayata sevk ediyorlar; sonra da Merkez-i Hilafet’le Mekke arasında miyancılık etmeye kalkışarak Mekkelileri “Sizi ağır bir takım tekaliften kurtardık.” diye aldatıyorlar; hükumeti de bu gibi çürümüş siyasetlerle oyaladıkları zu’munda bulunuyorlar. Halbuki farkında olmaksızın kendi kendilerini aldatıyorlar. Ümid ederiz ki yakında hakayıkı örten perde açılır da bütün mahiyetler meydana çıkarak hem millet hem hükumet rahat eder. Galib Paşa askeriyle birlikte Mekke’ye giderken yanında bulunan Hüseyin’in oğlu Ali Urban’ı fırkaya karşı hücum etmek için teşvik etti. Ve ta’kıb edecekleri planı kendisi tertib eyledi. Vakıa Ali’nin bu hıyaneti Medine’de şayi’ olarak bazı hamiyet-i diniyye sahibleri vasıtasıyla valinin kulağına kadar gittiyse de bu kadar denaete ihtimal verilemedi. Lakin yola çıkılınca rivayet olunan şeyler söyledikleri mahalde ve söyledikleri tarzda olmak üzere tamamıyla zuhura geldi. Hüseyin Harem-i Şerif Evkafı’nı istediği gibi yağma ettikten başka konağında hususi bir zindan vücuda getirerek ika’ eylediği gun-a-gun mezalim ile Neron ve engizisyon devirlerini unutturdu. Bu babda daha ziyade ma’lumat edinmek isteyenler rast geldikleri Hicazlıya müracaat etsinler de Hanedan-ı Nübüvvet’e nisbet olduğunu öğrensinler. Hicaz kıt’ası isminin delaletinden de anlaşıldığı vechile Necid ile Bahr-ı Ahmer Suriye ile Yemen arasında haciz olan yani bunları birbirinden ayıran bir kıt’adır. Hicaz’ın bu iklimlere merkez olan mevki’-i coğrafisine nazaran Hüseyin’in desiseleri evvel be-evvel bit-tabi’ Hicaz’ı muhit olan bu iklimlere teveccüh edecekti. Şurası garibdir ki Hüseyin’in her memlekette bir desise kurduğunu her kıt’ada siyasi yahud idari bir mes’ele çıkardığını görüyoruz. Bunların hepsinin menşei doyma bilmeyen ihtirasıyla her ne suretle olursa olsun hükumeti küçük düşürmek meylidir. Bu uğurdaki mesaisi evvela Asir’e sonra Necid’e daha sonra Suriye’ye teveccüh etmişti. Daha garibi aynı memlekette ta’kıb ettiği planları oradaki ihtirasatının tebeddülü ile beraber değişiyordu. ki’-i coğrafi i’tibarıyla Hicaz’ın bir cüz’ü olduğu için kendisine verilmek icab ederdi. Hususiyle ceddinin emareti ellerinden gasb etmiş olduğu eşraf-ı Haseniyye Asir’de oturduğundan Hüseyin ise bütün eşrafın kendi nüfuz ve murakabesi altında bulunarak ilerde ikbaline rakıb olamamalarını istediğinden ve hükumet-i seniyyeden ayrılamadığı takdirde hiç olmazsa emareti evladına hasr ettirmek niyetinde olduğundan daha diğer bir takım esbab ile birleşen şu avamil Hüseyin’i Asir’de mes’ele çıkarmaya sevk etti. “Asir ne hükumetin ne de İdrisi’nin olamaz; ancak benim olabilir.” diye uğraşmaya başladı. Senusi Tarikat-i Aliyyesi’nin Urban hususiyle Beni Harb kabaili arasında intişar etmesi ve yavaş yavaş eşrafın da bu tarikate girmesi ihtiraskar emiri ürküttü. Cahil bedevileri dinden ahlak-ı fazıladan ahkam-ı şeriatten haberdar edecek ve onlara doğru yolu gösterecek böyle bir tarikatin ta’mimine çalışacağı yerde her vasıtaya müracaatle buna karşı gelmek istedi. Diğer taraftan ise nefs-i Hicaz’da küfrün esnama ibadetin intişarını ihmal eder oldu. Nitekim Sakıf kabaili secdeyi azametlerine münafi gördükleri için namaz kılmıyorlar da cahiliyet-i ula devresindeki behimiyet içinde puyan oluyorlar. Halbuki Hüseyin bu feciadan müteessir olmadıktan başka bedevilerin din umurunda külliyyen cahil olmaları emirin mezalimine Ebu Nümeyy Kanunu’nun ahkamına inkıyadlarını teshil eder mütalaasıyla alabildiğine memnun oluyor. Senusi ailesine nisbeti ma’lum olan İdrisi Asir’de di mevki’inden korkarak İdrisi’ye hücum etmek Asir’i Hicaz’a ilhak eylemek istedi; Bu maksadına vusul için de; “İdrisi’nin bayrakları adamları halkı İdris namına bey’ate da’vet için Hicaz’a geldiler.” şayiasıyla hükumeti aleyhine çevirdi. Arada geçen vak’alardan sonra Şeyh Muhammed Tevfik ve Said Paşa ile İdris arasında tamamıyla i’tilaf hasıl olarak Hüseyin’in kurduğu planlar alt-üst olmak üzere iken haveneden birini ücretle tutup Asir’e gönderdi ve; “Hükumet beni seni öldürmek üzere fedai göndermişti. Lakin senin etvarından pek büyük; pek mukaddes bir zat olduğunu anladığım için tasavvurumdan vazgeçerek afvına dehalet ediyorum.” diye İdrisi’ye teslim olursun tarzında ta’limat verdi. Bu herif aldığı emri ifa edince İdrisi’nin hükumet hakkındaki adaveti yeniden canlandı. Arada bir çok müslüman kanı heder olduktan sonra Hüseyin şimalden kara tarikıyla Asir’e hücum için hükumetten asker silah ve mühimmat talebinde bulundu maksadı ise bu rakıbden kurtulamadığı takdirde Asir’i Hicaz’a ilhak etmek ve o havalideki Urban’ı nüfuzu altına almaktan başka bir şey değildi. Hasmını tenkile muvaffak olmayınca hükumetten aldığı paraları silahları mühimmatı ber-mu’tad içine oynattı. Doğrusu koca emirin bıçkıdan farkı yok: Çıkarken de kesiyor inerken de kesiyor! Hüseyin’in başladığı iş bu suretle neticelenerek hasmını bitirmekten ümidini kesince ve kendisine fermanlarla ta’yin olunan hudud dahilinde kalarak Hicaz’ı ıslaha çalışması Vehib Paşa tarafından kendisine teklif olununca bu sefer de Mısır’da bulunup İngiliz parasıyla hükumet aleyhine kıyame teşvike başladı. Kendisi de zahiren İdrisi’ye dost göründü. Nitekim Asir Mutasarrıfı Muhyiddin Bey Hüseyin’in adamlarıyla mektublarını elde etmiş olduğu için üç seneden beri bu sırra vakıftır. Garibdir ki Hüseyin şu son hareket-i sefilesinden evvel Hicaz ile Asir ve Yemen arasındaki postayı ta’til etmek suretiyle hem İngilizlere hem İdrisi’ye arz-ı hizmet etmişti. Sonra kendi adamlarından birini müsellah bir kuvvetin riyasetinde olarak Belişe ile Gamid kazasının şimalindeki köylere hususiyle Al-i Seyyar cihetine göndererek kendi namına vergi toplamak istedi. Mutasarrıf bu gelen kuvveti ahali-i mahalliyyenin yardımıyla dağıttıktan sonra emirin ne sebeble Asir umuruna müdahalede bulunduğunu Bab-ı Ali’den Bab-ı Ali de kendisinden sorunca sancağın şimalinde sakin aşayirin Hicaz’a ilhakları için kendisine müracaat ettiklerini ileri sürdü. Lakin acaba Hicaz bir hükumet-i müstakılle midir? Acaba böyle bir da’va-yı mücerred ferman-ı sultani ile mansub olan emire hudud-ı salahiyyetini aşarak hükumetin tanzimat-ı ra niçin zulüm ve adavetini hükumete karşı ihlas ile perverde olan mıntıka ahalisine tevcih ediyor da başkalarına ses çıkarmıyor? Niçin kendisi hakkında lazım gelen muhabbeti göstermiyor diye Asir eşrafından birkaçının teslimini mutasarrıftan ısrar ile istiyor da teklifi kabul olunmayınca posta yollarını kesmeye kalkışıyor? Niçin evvelce İtalyanların sonra İngilizlerin adamı olan kendi eski düşmanı İdris ile birleşerek Asir’e saldırmak istiyor? tarzını da Necid’de oynamıştı: Hüseyin bir taraftan doymak bilmeyen ihtirasatı sevkiyle diğer taraftan Vehhabi mezhebi intişar eder de bir asır evvel olduğu gibi emakin-i mukaddese Vehhabiler tamamıyla elde etmek ve Necid işlerine müdahalede bulunmak isterdi. Lakin fiilen müdahalesini icab eden en büyük sebeb şudur ki: Uteybe kabailinden bir kısmı Necid’de oturarak İbni Suud’a vergi verirler; diğer bir kısmı da Hicaz’da sakin olurlar. Hüseyin bunların kuvvetinden tahsil ettiği vergilerle hazinesini doldururdu. Uteybeliler Hüseyin’i mezaliminden dolayı asla sevmezlerdi. Bunlar Fuad Paşa’nın vilayeti zamanında hükumetin hüsn-i muamelesini görünce ve İbni Suud’un da Necid’deki kabile kardeşleri hakkında adilane davranarak meşru’ olan vergiden başka bir şey istemediğini işitince hemen Necid’e kaçtılar. Hüseyin bunun üzerine İbni Suud ile harbe girişerek münhezim olunca hükumete müracaatle İbni Suud’un kendisine karşı tecavüzde bulunduğunu ve idaresi altındaki kabaili kendi tarafına geçirdiğini makam-ı şikayette dermiyan etti; Haremeyn’e Vehhabilerin hücumu tehlikesini de işin içine sokarak imdad talebinde bulundu. Hükumet bu talebi is’af ederek asker gönderdi. Vukua gelen musademede İbni Suud perişan olduysa da Uteybeliler avdet etmedi. Hüseyin İbni Suud’un amca-zadeleriyle Acman rüesasını nezdine celb ederek onları hasmına karşı göndermek ve Necid hacılarıyla tacirlerini Hicaz’a girmekten men’ eylemek istedi. Şayed bir taraftan hükumetin şiddeti diğer taraftan kabail-i mezkurenin avdeti imdada yetişmeseydi birçok müslümanın kanı heder olacak bir müddet de şeair-i din muattal kalacaktı. Maamafih müctemian Emir İbnü’r-Reşid üzerine hücum etmeleri için lerle Talib Nakıb tarafından ne kadar çalışıldığı ma’lumdur. Hüseyin oğlu Abdullah’ı iki def’a İbni Suud’un yanına göndererek i’tilaf talebinde bulundu ki diğer oğlu Faysal babasının bu ittifakı için; “Muvakkat ve zahiri bir şeydir.” diyordu. Maksad ise Emir İbnü’r-Reşid’in satvetini kırmaktı. Birinci def’asında hükumet işe vakıf olarak oğlunun serian Necid’den geri alınmasını ve bu hareketteki maksadın ne olduğunu bildirmesini Hüseyin’e tebliğ edince; “Vahhabi mezhebinin intişarı tehlikesine mani’ olmak için göndermiştim.” cevabını verdi. İkinci def’asında olduktan sonra yetişebildiği için Abdullah aralarını bulmaya çalışmaktan başka bir şey yapamadı. Hükumet bu def’asında da oğlunu geri almasını ve niçin gönderdiğini haber vermesini emr edince hiç utanmadan şu cevabı verdi: “Kusaym ahalisi bana İbni Reşid’in zulmünden şikayette bulundular. Kusaym’ın emr-i idaresi ise beni ziyadesiyle alakadar eder ve bana raci’dir. Binaenaleyh ahalinin talebi üzerine Abdullah’ı göndermiştim.” Fıkıh: ecirleri pek ziyadedir. Bu nisbette de hatar çoktur. Bu si sultan-ı vakt tarafından taklid olunmaz fakat vazife-i kaza sultan-ı zaman tarafından taklide muhtacdır; kısaca müftü mansub değildir kadı mansubdur. Ammece ma’lum olan bu fark ilmi bir fark değildir. İfta ile kaza arasında öyle mühim farklar vardır ki o farklar bir çoğumuzun nazar-ı dikkatinden dur tutuluyor. Acaba o farklar nedir? İfta ile kaza arasında başlıca beş mühim fark vardır: Fetva mülzim değildir kaza mülzimdir: Gerek ifta eden müftü gerek kaza eden kadı her ikisi de hükm-i mahkumun-leh ile mahkumun-aleyh kadı’nın hükmünü kabule mecburdur fakat müstefti müftünün hükmünü kabule mecbur değildir. Buna mebni kadıdaki hatar müftüdeki hatardan daha ziyadedir. Kadılık müftülükten daha güçtür; müftü hakkında varid olmayan vaid-i Bari tahvif-i ilahi terhib-i Sübhani kadı hakkında varid olmuştur. Ashabu’s-sünenin müttefikan tahric ettikleri bir hadis-i şerifde kadılık üç nev’e ayrılıyor; bir nev’i mucib-i necat diğer iki nev’i müstelzim-i ikab oluyor: Alim ve adil olan kadı dar-ı naime cahil kadı ile cair kadı dar-ı cahime müstahık oluyor. Huffaz-ı hadisden Beyhakı’nin tahric ettiği bir hadis-i şerifde de Cenab-ı Hakk’ın cair olan kadıdan beri olduğu beyan buyuruluyor. Fetva da kaza da şer’dir şer’-i müevveldir. Fakat fetva şeriat-i ammedir; hem müsteftiye hem müsteftinin gayrisine taalluk eder. Kaza şeriat-i hassadır; ancak mahkumun-aleyh ve mahkumun-lehe taalluk eder bunlardan maadasına tecavüz etmez. Fetva bir hükm-i amm-ı küllidir; müftü; “Şöyle işleyene böyle bir şey terettüb eder şöyle yazana böyle bir şey lazım gelir.” demek yen bir hükümdür. Fetva ihbar kaza inşa infaz ve imzadır. Fetva ihbar anillahdır kaza inşa min-kıbeli’llahdır. Müftü Cenab-ı Hakk’a karşı bir kadı’nın mütercimi gibidir ki mütercim kadıdan ne anlamış ise; kadı’nın işaretinden ibaretinden fiilinden kavlinden takririnden ne istifade etmiş ise onu nakl eder. Müftü mücerred nakıl mahza muhbirdir. Kadı Cenab-ı Hakk’a karşı bir kadı’nın naibi gibidir ki naib hasımlar beyninde inşa infaz ve imza eder. Naib bu ahkamı müstenibi olan kadıdan nakl etmez müstenib naibe; “Kavaid üzere ne hükm eder isen onu benim hükmüm kılmış olursun.” demiştir. Fetva ahkam-ı şer’iyyenin kaffesine taalluk eder kaza ancak bir kısmına taalluk eder. Fetvanın müteallakı eamm kazanın müteallakı ehassdır. Fetva gerek ibadat gerek muamelat gerek ukubat olsun; gerek emr-i uhrevi gerek emr-i dünyevi olsun; ef’al-i mükellefinin kaffesine taalluk eder. Kaza ibadata emr-i uhreviye taalluk etmez; yalnız muamelat ve ukubata taalluk eder. İbadat kaffeten yalnız taht-ı fetvaya dahil olur taht-ı kazaya dahil olmaz. Binaenaleyh kadı; “Bu salat sahihdır şu salat batıldır bu su iki desti mikdarı değildir onun için necisdir Şafiiye haram olur.” diye hükm edemez. KaBaşmuharrir dı’nın bu babdaki sözleri fetvadır kaza değildir. Eğer samiin mezhebi ise onunla amel eder; yoksa onu terk edip kendi mezhebi ile amel eder. Burada ictihad ictihad ile menkuz olmaz da’vası yürümez. Taht-ı kazaya dahil olmayıp taht-ı fetvaya dahil olan ahkam-ı şer’iyyenin diğer müftü veya kadı tarafından nakzı caizdir. Esbab-ı ibadat da ibadata mülhak olup taht-ı kazaya dahil olmaz. Nitekim hilal-i Ramazan’ı şahid-i vahid şehadet etse hakim-i Şafii onu isbat ile şuhuda savmı fetvadır kaza değildir. Muamelat ve ukubat hem taht-ı fetvaya hem taht-ı kazaya dahil olur. Taht-ı fetva ve kazaya dahil olan ahkam-ı şer’iyyeye hükm-i kadı lahık olunca artık diğer bir kadı tarafından nakz olunamaz. İctihad ictihad ile nakz olunmaz da’vası işte bu gibi ahkam-ı şer’iyyede cari olur. kavilleri hükümleri fetvadır kaza değildir; ahkam-ı şer’iyye-i sairede müftünün kavli fetvadır kadı’nın hükmü kazadır. Fetva bab-ı rivayetten kaza bab-ı şehadettendir. Şerait-i rivayeti haiz olan müftü olabilir: Binaenaleyh köle ve kadın karib ecnebi ahres yazması ile müftü olabilir. Bunlar kadı olabilmek için şerait-i şehadeti şerait-i velayeti haiz olmalıdır. Binaenaleyh şerait-i rivayeti haiz olup da şerait-i şehadeti haiz olmayanlar müftü olabilirler fakat kadı olamazlar. Eimme-i Erbaa indinde köle ve kadın kadı olamazlar; fakat bi’l-ittifak müftü olabilirler. gibi kadı da olabilir. İmam-ı A’zam’a göre: Kadın ancak emvalde kadı olabilir ahres müftü olabildiği halde kadı olamaz. Geçen makalemizde serd eylediğimiz mütalaalardan tamamıyla anlaşılmıştır ki: İster Mısırlı ister İranlı ister Osmanlı ister Mağribli olsun bir müslüman kızına Garb lisanlarından birini öğretmeye kalkışmak hikmete maslahate muvafık değildir. Binaenaleyh müslüman kızlarını ecnebi lisanlarıyla uğraştıracağımıza kendi edebiyatlarının esaslarına dair kafi derecede ma’lumat sahibi olarak yetişmelerine çalışmalıyız. Ta ki tahsillerini bitirdikten sonra edebiyata ahlaka ictimaiyata kavaid-i sıhhıyyeye el-hasıl muhtelif mesail-i ilmiyyeye dair ana lisanlarında mevcud eserleri mutalaa edebilsinler. Zira elsine-i ğımız mebahisi ihata etmek üzere icabı kadar asara malik olmasın. Ba-husus müslümanların intibaha gelmeleri ve kendilerini bağlayan kuyud-ı esareti silkip atmalarıyla temeyyüz eden şu asırda Arablar Türkler Acemler Tatarlar Hindliler kendilerine ecdadları tarafından bırakılmışken asırların sine-i kitmanında medfun kalan eserleri birer birer meydana çıkarıyorlar. İşte bazar-ı ma’rifetleri hamd olsun muhtelif batınların vücuda getirdiği na-mütenahi te’lifata adeta bir meşher kesilmiş duruyor. Bununla beraber bugün müslümanları tenvire çalışan mütefekkirler millete yeni bir ruh vermek şuununu Fil-vaki’ akvam-ı garbiyyenin kendi lisanlarında vücuda getirmiş oldukları risalelerden hikayelerden ilmi fenni kitablardan çoğu nesl-i hazır ile evvelki nesil tarafından tercüme edildi. Müslümanların bu yolda atmakta oldukları adımları ta’kıb edenler ve her mevzua dair kendi lisanlarıyla vücuda getirdikleri müellefatı bilenler bu hakıkati idrak etmişlerdir. O halde bir müslüman kızı sırf kendi lisanına çalıştırılır da bu hususda kafi gelebilecek melekeye sahib edilirse hangi bir faideden mahrum kalabilir? Acaba müslüman kızına bazı ibtidai kitablar okutmakla yahud birkaç vatani şiir ezberletmekle iktifa ederek bununla ona lisanını öğrettik zannında bulunmak biçareyi heder etmek değil de nedir? Acaba o müslüman kızı bir frenk kızıyla nasıl mukayese edilebilir? Çünkü bu Fransız kızı Jean-Jacques Rousseau’nun Victor Hugo’nun en müntehab eserlerinden rıyla o inkılabı vücuda getiren ricali birer birer sayabilir. Acaba yine o müslüman kızıyla bir İngiliz kızı arasında nasıl muvazene yürütülebilir? Zira İngiliz kızının kendi milleti arasında yetişen şairlerin muharrirlerin filozofların erkan-ı hürriyyetin el-hasıl birer suretle iştihar etmiş ricalin tarihinden bilmediği şey pek azdır. Hiç İngiliz kızı Cromwell’i Cromwell’in memleketini kurtarmak en beliğ şairleri en büyük haile-nüvisleri Shakespeare’in asarına muttali’ olamamak ihtimali bulunur mu? Hele sen bir kere bu kızla görüş de bak sana ne kadar emsal-i aliyye ne kadar müsteşhedat-ı edebiyye serd edecek gör! Git de Garblı bir kıza Tevrat’ı yahud İnciller’i yahud Kudüs diyarının tarihini hatta o diyarın Hazret-i Isa zamanındaki vaz’iyet-i coğrafiyyesini sor. Acaba bu mebhasdeki tafsilata esrar-ı edebiyyeye dekaik-ı tarihiyyeye dair bilmediği bir şeye rast gelir misin? Arzu eden gitsin; bu kızlardan istediğine beğendiğini sorsun da müslüman kızının Garb’daki benat-ı cinsine karşı ne mevki’de kaldığını görsün. Heyhat! Bu Garb kızlarına nisbetle bizim müslüman kızları nerde kalırlar ki biçareler irfanın edebin hazinesi ulumun menbaı bulunan Kur’an larına dair belki bir kelime bile bilmiyorlar. Acaba müslüman kızı kendi Resul-i Emin’i ile Hulefa-i Raşidin’in siyerine tarihine yahud fütuhattan fütuhata koşan ecdadının mefahirine aid ne bilir? Arab Türk kahramanlarının meşriklere mağriblere nasıl daldığını ma’mureleri çölleri bedevileri medenileri ne yapıp da cenah-ı şevketleri altına aldığını acaba müslüman kızı bilir mi? Ebubekir-i Razi’nin İbni Rüşd’ün Ebu Nasr-ı Farabi’nin Şeyhü’r-reis İbni Sina’nın kim olduğundan acaba müslüman kızının haberi var mı? Abbasiler zamanında Bağdad’ın ne halde olduğuna; Endülüs diyarında müslümanların ne gibi müessesat-ı ilmiyye ne gibi measir-i fenniyye vücuda getirdiğine acaba müslüman kızı muttali’ midir? Avrupalıların geceli gündüzlü çalışıp iktibas ettikleri Endülüs medeniyet-i İslamiyyesinin mahiyeti hakkında acaba müslüman kızının azıcık olsun vukufu me’mul müdür? Heyhat! Ellerinden tutup ya Amerika külliyelerine Cizvit müesseselerine attığımız; yahud kendi mekteblerimize sokarak ya hiç kıymeti olmayan bir takım ibtidai kitablardaki ma’lumat ile yahud ecnebi lisanlarının mukaddematı rüst okuyamayacağı tarz-ı isti’malini hiçbir vakit ihata edemeyeceği beş-on kelimeden başka bir şey bilmiyor. Meğer ki ecnebilerin edebiyatıyla yine onlarda yetişen ricalin asarına dair mekatib-i ecnebiyyede öğrendiği birkaç söz bulunabilsin. Bu kadar temhidattan sonra kemal-i serbesti ile diyebiliriz ki: Artık nazar-ı intibahları açılarak akvam-ı garbiyyeyi kör körüne taklid yüzünden gelecek tehlikeyi hisseden bugünkü müslümanlar elbette bizim şu nasihatlerimizi şu mülahazalarımızı kabulde tereddüd etmeyecekler; elbette müslüman kızının halini ıslaha çalışacaklar da zavallıların terbiyeleri ta’limleri için tutulan mesleğin yanlışlığından mütevellid hasarı telafiye koşacaklardır. Şimdi yukarıki mütalaatımıza zeyl olarak bir de muhtelif akvam-ı İslamiyye’nin birbirlerinden kız almalarını teksire hadim esbabın te’mini zaruridir diyecek olursak na-be-mahal görülmez zannederim. Zira müslümanların bütün ferdleri ve cemaatleri arasında ebedi bir uhuvvet te’sis eden dinimiz mü’minlerin yekdiğeriyle muarefe ve ülfet peyda etmelerini emr etmiştir. Ta ki birbirlerini sevsinler birbirlerine karşı şefik olsunlar da bu sayede efrad-ı İslamiyye arasında teavün tenasur esasları payidar olsun. Halbuki muhtelif cemaatleri mütebayin unsurları birbirine rabt için kız alıp vermek kadar sağlam bir rabıta tasavvur edilemeyeceği münakaşa götürür mesailden değildir. Bu tarzdaki sıhriyetin asarı Avrupa siyaset-i umumiyyesinde hususiyle muharebe-i hazıra vesilesiyle büsbütün kendini gösterdi. Nitekim Karadağ metleri arasındaki; sonra Almanya devletinin müteşekkil bulunduğu hükumat-ı muhtelife ümerası beynindeki sıhriyet alakalarını bilenler bu sözümüzü tasdik ederler. Şayed Daru’l-hilafe ile Tahran Kabil Fas Haydarabad gibi merkezlerdeki hanedan-ı saltanatlar birbirlerine rabıta-i karabetle rabıta-i sıhriyyetle merbut olsaydılar müslümanlar bundan ne kadar müstefid olacaklardı. Maamafih ben rabıtanın bu suretini yalnız dünyanın muhtelif kıt’alarındaki müslüman hanedan-ı hükümdarilerine tahsis etmek istemiyorum. Zira avamı havassı ahadı mülukü dahıl olmak şartıyla bütün müslümanlar bu hususda müsavidirler. Benim tacdar ailelerini misal getirmekten maksadım bunların birbirlerinden kız alıp birbirlerine kız vermeleri yüzünden şöyle bir zamanda müslümanlarca ne azim menfaatler istihsal edileceğini anlatmaktı. Ba-husus ki bütün dünyanın ateş tufanları ğere bağlayan sıhriyetin bazı milletlere ne kadar faideler te’min ettiğini bazı memleketlerin sırf bu yüzden olarak muharebe meydanlarında ne kadar ağır bastığını gözlerimizle gördük. O halde müslümanların salahı için uğraşanlar aradaki alakaları rabıtaları çoğaltarak kuvvetleştirmek cihetini düşünmelidirler ki bunların en sağlamı kızlarımıza elsine-i İslamiyyenin ümmehatını öğretmektir. Bu lisanlar buna muvaffak olursak pek çok semereler elde ederiz ki en kıymetlisi en faidelisi müslüman ruhların birbirine yaklaşması birbiriyle kaynaşmasıdır. Zira bir lisanı öğrenmenin bir lisanın edebiyatını tahsil etmenin ruh üzerinde o kadar te’siri vardır ki ma’rifetü’n-nefs uleması bunun için uzun uzadıya izahatta bulunmuşlardır. Bir de lisanlar milletlerin idrakatına tercüman efkar ve hissiyatına ayna olduğu için insan hangi lisan ile uğraşırsa onunla mütekellim olan milletin bütün etvarını ahvalini ruhundaki hissiyat ve infialatını dimağındaki efkar ve hayalatını parlak bir aynaya aks etmiş gibi seyr eder. Şübhe yoktur ki bu temaşanın tevalisi temadisi nihayet insana o lisana sahib olan milletin fıtratından bir şey aşılar. Hatta biz Arablardan Türklerden Acemlerden Fransızca’ya dökülüp ömürlerinin bir çok senelerini bu lisanın gavamızını ihataya hasr edenleri görüyoruz ki Fransız a’sabıyla hisseder Fransız kafasıyla düşünür hale gelmişler; ana dillerini konuşurken bile ekseriyeti Fransızca ibareler teşkil ediyor! Bunun içindir ki ma’rifetü’n-nefs uleması; Her lisan ayrı bir “akıl”dır; fazla bir lisan öğrenen fazla bir akıl edinmiş olur. Kim bir milletin lisanının te’siri altında kalırsa tarz-ı tefekkürünün de te’siri altında bulunur.” diyorlar. Fransızca’yı yahud İngilizce’yi yahud Almanca’yı el-hasıl ecnebi lisanlardan birini ileri götürmüş bir adamı nazar-ı im’andan geçiriniz; harekatına sekenatına bakınız; tavrını kıyafetini hülasa yiyeceğine içeceğine varıncaya kadar her şeyini tedkık ediniz. Göreceksiniz ki öğrendiği lisan kendi mevcudiyeti üzerinde ne kadar ruhu arasında ne kadar müşabehet vücuda gelmiş! Ne hacet milletlerin birbirine girdiği şu devirde bile lisanları bilinenlerle bilenlerin ruhları arasında na-mütenahi merhamet şefkat hisleri teati edilip duruyor. Birbirleriyle muharebeye tutuşmuş memleketleri dolaşır da ahalisiyle konuşacak olursanız sözümüzün doğruluğuna şehadet edecek pek çok delail-i bahireye tesadüf edersiniz. Madem ki lisanlar o lisanları tahsil edenler üzerinde bu kadar mühim te’sirler vücuda getiriyor; muhtelif anasıra mensub müslümanlar arasında kız alıp vermek mes’elesinin teammümünü teshil için kızlarımıza erkeklerimize elsine-i İslamiyyenin ümmühatını öğretmeliyiz. Ta ki ruhları evvelden kaynaşsın halleri tavırları birbirine yaklaşsın. Zira bu suret bilahare muhabbetlerinin devamına muaşeretlerinin bakasına teşkil edecekleri ailenin intizamına en ziyade hadim olacağı gibi Müslümanlık’ın arada ikame etmiş olduğu uhuvvet rabıtasını bunun kadar hiçbir şey zamin olamaz. O halde Arab kızları için hemşireleri bulunan Türk ve Acem kızlarının; Türk kızları için Arab ve Acem kızlarının; Acem kızları için de Türk ve Arab kızlarının lisanlarını kafi derecede öğrenmek lazım geliyor. Eğer bunu yaparlarsa bütün alem-i İslam için öyle bir devre-i saadetin kudumunu te’min etmiş olacaklar ki şevket ve azametçe müslümanların tevhidi şiar ittihaz ederek ma’budda bir ma’bedde bir kalbde bir siyasette bir pek çok tavırlarında bir oldukları ilk edvar-ı İslamiyye tarihinden hiç de aşağı kalmayacaktır. Madem ki demin de söylediğimiz vechile lisanlar ayrı ayrı birer idraktir; niçin kadın erkek her müslümana Arab Acem Türk lisanlarını öğretmeyelim de alem-i Arabın idrakatına birden sahib etmeyelim? Niçin her ferde elsine-i İslamiyyenin ümmühatını tahsil ettirmeyelim de kalblerimizin üzerine kabus gibi çökerek cemaatlerimizi ümmetlerimizi birbirinden cüda düşüren memleketlerimizin şiraze-i irtibatını parçalayan bizi can alacak yerimizden vurmak fırsatını düşmanlarımıza peşkeş çeken bu münaferet bu tevahhuş perdelerini artık yırtıp atmayalım? Öyleyse şu saatten i’tibaren kalkmalı memalik-i İslamiyyede tatbik edilmekte olan maarif programlarını ahval-i ictimaiyyemizin şuun-ı siyasiyyemizin icabatına göre ta’dile çalışmalıyız. Garblılara benzemek istediğimiz zaman da onların kendi dinlerine kendi adetlerine kendi an’anelerine kendi lisanlarına el-hasıl milli vatani bütün şuunlarına nasıl dört elle sarıldıklarını görerek taklidimizi bu cihete hasr etmeli; yoksa bizzat dinlerini an’anelerini adetlerini lisanlarını kavmiyetlerinin medar-ı temayüzü olan şeylerini almaya yeltenmemeliyiz. Zira yabancı milletlerin hasais ve evsaf-ı kavmiyyelerini zına kavmiyetlerinin izmihlaline mevcudiyet-i ictimaiyye ve siyasiyyelerinin tamamıyla inhidamına alamettir başka bir şey değildir. Demin anasır-ı İslamiyye arasındaki sıhriyet rabıtasıyla bu rabıtanın te’sirinden bahs ettiğimiz için müslüman gençlerinden bir çoğunun Avrupalı kadınlarla teehhüllerine dair şuracıkta istıtrad kabilinden birkaç söz söylemek istiyoruz: Avrupa’daki resmi dairelerde muvazzaf bulunan müslümanların çoğu bu işin tevlid edeceği avakıba dair lümana müslüman olmayan bir kadını alabilmek için vermiş olduğu müsaadeye istinad ediyorlar. Erbabının ma’lumu olduğu üzere Din-i İslam’ın kavanin-i şer’iyyesi suretinde Bazan bu kavaid daire-i umumunu tazyik edecek kuyud ve evsaf i’tibarına ma’ruz kalır. Muamelat-ı beşeriyyeye taalluk eden ahkama aid ıstılahat-ı örfiyyede bu gibi kuyuda ma’ruz olanlara pek çok tesadüf edilir. Vakıa şeriat ibaha ettiğini eder; lakin şu şart ile ki: O maslahata muzır olmasın. Demek mubahat-ı şer’iyye onların ictimaıyla tamam olabilir. Öyleyse bakalım bir müslümanın hususiyle bir Osmanlının bir Acemin bir Afganlının mesela Fransız yahud İngiliz kadınıyla teehhül etmesinde ne gibi netaic husule gelebilecek? Herkes bilir ki İslam hükumetleri isti’mar siyasetini ta’kıb etmekte olan Avrupa devletlerinin hayli zamandan beridir matmah-ı nazarları olmuş hala da olmaktadır. Bunlar durmayıp diyar-ı İslam’a akınlar ederler muttasıl müslüman memleketlerinin kuyruğunu kulağını kırparlar. Bir halde ki: Biçarelerin elinde ne sadra şifa verebilecek ne de gözü doyurabilecek olan şu bakıyyeden şu birer yudumluk sudan başka bir şey bırakmadılar. Biz müslümanlar onlar için ebedi bir vesile-i harb olduk; ne bir sulh bu muhacematı men’ ediyor ne de bir mütareke araya girebiliyor! Şimdi düşünelim: Hükumat-ı İslamiyye ricalinin evlerinde bu hud’a-kar devletlerin tabiiyetindeki kadınlardan biri yahud birkaçı bulunduğu takdirde o hükumetlerin esrar-ı siyasiyyesi tedabir-i siyasiyyesi ne gibi bir akıbete ma’ruz kalır? Artık o hükumet-i İslamiyye me’murlarının hem çekmecelerini hem kalblerini açacak anahtarları ellerinde bulunduran zevcelerinden esrar saklayabileceklerini farz etmek acaba vehm-i sırf yahud hayal-i mahz olmaz mı? Acaba nezdindeki muhaberat-ı siyasiyye evrakını kendisiyle en yakından temasda bulunan sinesinin en gizli köşelerine kadar giren kalbindeki serairini meydana çıkarmaya muktedir olan bir mahlukun rebelerde hükumat-ı İslamiyyenin bu gibi teehhüller yüzünden ne büyük zararlara ne yaman felaketlere uğradıklarını bizler gözlerimizle gördük. Rusyalı Fransalı na ne büyük musibetler getirdiler! Müslümanların hukukunu menafiini ne elim hasarata uğrattılar! Ne hacet! Muharebe-i hazırada kadınların Devlet-i Aliyye ile müttefiklerine karşı kendi hükumetleri hesabına olarak ne hıyanetler ne casusluk ettiklerini gördük! İşte bu kadınlar kimsenin zevcesi olmayıp ancak ötekinin berikinin hevesatına hizmet ettikleri halde olup biten işleri anlamak muharebe meydanlarında dönen vekayii öğrenmek için bu kadarcık bir mevki’lerinden istifade etmek istediler; yine o kadarcık bir rabıtanın verdiği fırsatla memleketten memlekete mehafilden mehafile koşarak harbin planlarına yahud siyasetin cereyanlarına yahud hiç olmazsa maişet-i umumiyye sıkıntılarına dair ma’lumat edinmeye uğraştılar. Hatta müttefiklerimizden bazısı bidayette bir çok tedabir-i ihtiyatiyyede bir çok tahammülde bulunmuşken bu hain casusları hudud haricine atmadıkça memleketlerinin selametini te’min edemedi. Maazallah bu karılar şunun bunun dostu olacaklarına zevcesi olaydılar Maamafih kadınlar kocalarının ruhu üzerinde öyle mühim bir te’sire daha maliktirler ki şimdiye kadar saydıklarımızın hepsinin fevkindedir. Hele nazarları meshur edecek kalbleri baziçe haline getirecek vicdanların iradesini hiçe indirecek kuva-yı azm ü basireti temelinden sarsacak kadar san’atkar birer işvebaz iseler! Tabiidir ki Avrupa’da bu gibi fettan kadınların haddi hesabı yoktur. Hatta bugünkü muharib devletler bir takım sade-dillerin ağzından esrar avlamak için bu kadınları tuzak makamında kullanıyorlar. Nasıl ki İsviçre Hollanda Selanik Atina gibi henüz harbe iştirak etmeyen merkezleri dolaşanlar bunu pek a’la bilirler. Burada size bir vak’a irad edeceğiz ki cidden zikre şayandır: Muharebe-i hazıranın ibtidalarında Arab gençlerinden birini görmüştük. Bir taraftan ağlıyor diğer taraftan; “Bu ne şeni’ cinayettir! Bu ne azim vebaldir! Almanya hükumetiyle müttefikleri kalkmışlar da Fransa Devleti gibi dünyanın her tarafına irfan neşr eden hukuk-ı beşeriyye esaslarını meydana koyan harim-i hürriyeti himaye eden esirleri kayd-ı esaretten kurtaran vahşilere zevk-i medeniyyeti akvam-ı ibtidaiyyeye hayat-ı saadeti tattıran bir hükumetle harb ediyorlar öyle mi? Yazıklar olsun!..” diyordu. Zavallı genç bu şairane cümleleri serd ederken gözlerine bütün dünya kapkaranlık kesilmiş de muhat olduğu leyl-i dur-a-durun semasında yalnız Jeanne d’Arc’ın o yığın yığın zulmetleri yırtan tecelli-i cemalinden başka bir şey göremiyordu. Biçare çocuk tıbkı zıya-yı sihre tutulup da gözleri kararan önündeki bedayi’-i hilkatten birini göremeyen yarasalara dönmüştü. Bu delikanlının hakayık-ı tarihiyyeden alabildiğine gafil Fransa medeniyetine bu derecede çılgın olması bidayette bizi hayrette bırakmıştı. Lakin karısının bu sersem çocuğa kendi Parisli ruhunu nefh eden bir Fransız kızı olduğunu öğrendiğimiz zaman artık istiğraba mahal göremedik. El-hasıl bizim Şeriat-i Garramız gayr-i müslimeleri almaya cevaz vermişse de bu cevaz mehaziri hususiyle siyasi mehaziri mucib olmamakla mukayyeddir. Halbuki bu türlü izdivacların gerek harbde gerek sulhda kunduğu yukarıdan beri serd ettiğimiz mütalaalardan anlaşıldı. Bununla beraber Avrupalı kadınlarla teehhül edenler mesail-i harbiyye ile yahud umur-ı siyasiyye ile kat daha ehemmiyet kesb eder. Binaenaleyh müslüman gençlerinin bu hususda hiçbir ihtiyat ile hiçbir tedbir ile mukayyed olmayarak sırf hevesat-ı beşeriyyelerine tebeiyetlerinden zuhura gelecek netayici nazar-ı i’tinaya almalarını hükumat-ı İslamiyye ricaline kemal-i ihlas ile tasviye ederiz. Evet hükumat-ı İslamiyye ricali zahiren basit görünmesine rağmen siyasi daha doğrusu ictimai mesailin en azimlerinden bulunan bu mes’eleye son derecede ehemmiyet vermeli; hariciye me’murlarının askerlerin gayr-i müslimelerle teehhüllerini men’ edecek kavanin vaz’ etmelidirler. Bu suretle hem memleketlerinin menafii te’min edilmiş hem de kendilerine din vatan kavmiyet neseb rabıtalarıyla merbut bulunan müslüman kadınlarının hukuku muhafaza altına alınmış olur. Şübhe yoktur ki demin saydığımız mehazire meydan vermeyecek olan şu suret tedabir-i ihtiyatiyyenin en mükemmeli menafi’-i İslamiyyenin de en metin bir zaminidir. Vallahu veliyyü’t-tevfik. düklerine ne gibi siyaset ta’kıb ettiklerine dair Wilfrid Blunt isminde doğru sözlü bir İngiliz vaktiyle Mısırlılara karşı Paris’de bir nutuk irad eylemişti. Bu nutkun senesinde el-Alem ceridesiyle neşr olunan suretini biz o sıralarda Türkçe’ye nakl ile kari’lerimizin nigah-ı intibahına arz etmiş idik. Nasılsa efkar-ı umumiyyeyi pek o kadar alakadar etmeyen bu nutuktaki sözleri zaman tamamıyla te’yid ettiği için tekrar enzar-ı umumiyyeye çıkarmayı münasib gördük: Bana kongrenizin riyaset-i fahriyyesini teklif gibi büyük bir şeref bahş etmenize karşı o kadar müteşekkirim ki derecesini ta’yinden lisanım acizdir. İngiliz milletinden olduğum halde Mısır gençlerinin hakkımda muhkem bir faide ki ta’kıb etmekte olduğunuz maksada daha büyük bir azm ile hizmet edebilmek için böyle ihtiyar değil genç olmalı idim. Şimdi elimden gelecek hizmet çizmiş olduğunuz programa tamamıyla iştirak etmek bu programı kabul ettirmek için ne gibi vesaile müracaat lazım geleceğini bildirmek; Mısır’a aid mes’elelerde benim ne İngiltereli ne de Avrupalı olmadığımı belki azm ü itmi’nanında sabit bir hemşehriniz olduğumu bir kere daha bütün aleme anlatmaktır. Pek a’la bilirsiniz ki benim Mısır Mes’elesi’ndeki re’yim bu işlerle otuz beş sene uğraştıktan; İngilizlerin memleketinize girerek şimdiye kadar kalmaları için çevirdikleri dolapları iyice anladıktan sonra hasıl ettiğim re’ydir. Onun için bugün çıkıp da kendimi Mısırlı gösteriyorsam hiç şayan-ı taaccüb görülmemelidir. Ben’de hükumetimize karşı sizi pek çok müdafaa ettiğim halde ye’simden esefimden hüngür hüngür ağladım. Bu acıklı zamanlardan sonra Nizb-i Vatani’nin iki kere canlandığını gördüm. Birincisi şimdiki hidivin hükumete geçtiği sıralarındadır. O vakitler hidivin kalbi hamiyetle vatanperverlikle dolu idi ara sıra bana esrarını tevdi’ ederdi. Lakin çok geçmeden Lord Cromer’ın tazyikıyla himmetine zaaf geldi. İkincisi de sizin genç hatibiniz Mustafa Kamil Paşa’nın hin-i zuhurundadır. selamladım ikisinde de dest-i muavenetimi uzattım. Lakin kuvva-yı bedeniyyem yavaş yavaş eksildiği için seyr ü seferden feragate mecbur oldum. Da’vetinize icabetle Paris’e kadar gelişim benim için iki katlı bir bayram oluyor; çünkü ben bu memlekette şebabımın en güzel devirlerini geçirmiştim. Ahval-i siyasiyyenizi nasıl bulduğuma gelince: Görüyorum ki bugün kuvvetli bir buhran geçiriyorsunuz. Ancak bu buhranın şiddeti öteden beri zihnimi işgal edenler derecesinde değildir. Mısır’da hissiyat-ı vatanperveranenin ölmediğine hayatta bulunduğuna kendisini kahr etmek için icad olunan müşkilatı iktiham eylediğine –bizim İngiliz hükumetinin mezalimine tazyikatına rağmen– otuz seneden beri Hizb-i Vatani’nin bakasından büyük delil olamaz. Hiç şübhe yoktur ki hürriyet devri gelecektir; hiç şübhe yoktur ki Mısır’ın istikbali Mısır gençlerinin göstereceği sebata şecaate bağlıdır. Sakın me’yus olmayınız. İngilizler size zulm ediyorlarsa emin olunuz ki bu hal devam edemeyecektir. Mısır tarik-ı terakkıde bir çok ilerledi. Mahiyeti cihan-ı mütemeddinenin nazarında tecelli etti. Artık Asya’nın yahud Afrika’nın ta içlerine gömülüp haricden hiçbir ümidi kalmayan hükkamın idare-i keyfiyyesi altında inleyip duran memalik-i baide hakkında reva görülen muameleyi Mısır’a tatbik etmek kabil olamaz. Zaten Avrupa size karşı böyle bir muamelenin tatbikına mesağ göstermez. Onun için aklınızı başınıza alınız. Şunu da biliniz ki sizin bu hareketiniz gibi azim bir hareket ancak kurbanlar şehidler vermekle semeredar olabilir. Hürriyetinize nail olmak için hem vatandaşlarınız arasındaki mücahedatınıza hem memalik-i ecnebiyyedeki harekatınıza devam etmekten başka çare yoktur. Ukubat-ı siyasiyyeyi istihfafa nefislerinizi alıştırınız; kongrenizi hür memleketlerin payitahtlarında akd ediniz. Elbette Avrupa sizinle bizim aramıza girerek bir hüküm verecektir. Eğer azminizde sebat ederseniz da’vanızı kazanırsınız; biz İngilizler de taht-ı tasarrufumuzda olmayan bir memlekette kanuna muhalif vesaita müracaat ıztırarında kalarak haysiyetimize hiç muvafık olmayan bir derekeye Mısır Avrupa kanun-ı düvelisinde musarrah olduğu Onu memalikimize ilhak etmemize asla rıza gösterilmeyecektir. Binaenaleyh hükumet-i Osmaniyye mevcud oldukça Mısır’daki mevkiimiz mütezelzil olmaktan kurtulamayacaktır. Benim şu re’yime muhalefette bulunanlar için yalnız Avrupa haritasına bir de Bahr-ı Sefid sahilindeki memleketlere atf-ı nazar etmek kafidir. Zira o zaman görülecektir ki Süveyş Kanalı’na hakim olan Mısır bütün milletlere hususiyle İngiltere’ye nisbetle en mühim bir merkezdir. Hiçbir insan tasavvur olunmaz ki bu devletler diğer bir devletin ile’l-ebed burada sabit kalmasına sahib-i nüfuz olmasına müsaade etsin. Şark’ın Hind denizlerine çıkacak kapısının anahtarını bu devletin eline teslim etmek kendi ticaretleri için en mühlik bir darbe olacağından ne Avusturya ne İtalya ne Fransa ne de Almanya buna asla razi olamaz. Zaten bir gün gelecek ki Almanya’nın Akdeniz’de bir iskelesi bulunacak. O halde Almanya İngiltere’nin diğer Avrupa devletlerine yaptığı gibi Şark’a giden yolunu kesebilecek bir harb mevkiinin İngiltere’de kalmasına razi olur mu? Hatta kanı galeyana geldikten kuva-yı harbiyyesi kemal bulduktan sonra Türkler için Hilafet-i İslamiyye’nin en güzel bir parçası olan Mısır vilayetinden vazgeçmek kabil olabilir mi? Hayır hayır! Mısır’ın istikbali asla yalnız İngiltere’nin elinde olmadığı gibi İngiltere memalikine iltihakı yahud metimizin hakimlerimizin münevverü’l-fikr olanları mevkiimizin vehametini hakkıyla takdir ediyorlar. Lakin bu kısım ekalliyette kalıyor. Asıl sevad-ı a’zam içlerinde meclis-i umumi a’zası da dahil olduğu halde siyaset-i hariciyyeye karşı cehl-i mürekkeb içinde bulunuyorlar. Hakimlerimiz mevkiimizin vehametini kanuna muhalefetini meyecek dökülen paraları zayi’ eylemeyecek bir tarik bulsalar işin içinden çıkmak arzusunu besliyorlar. Kezalik ümera-yı askeriyyemizin ileri gelenleri biz Avrupa devletlerinden herhangisiyle olursa olsun bir deniz muharebesinde bulunacak olursak Nil Vadisi’ndeki halk bize karşı adavet besledikçe Mısır’da yerleşip kalmamız pek müşkil olacağını kesdiriyorlar. Mısır’a aid mesailde efkar-ı umumiyyemiz aldanıyor da Nil Vadisi’ni tamamıyla bizim muhafaza mecburiyetinde bulunduğumuz bir hakk-ı meşruumuzdur zannediyor. Onun için hiçbir nazır yahud hiçbir fırka reisi yoktur ki Mısır’daki ikametimiz için ne kadar uzak olursa olsun bir had ta’yinine yanaşsın. Rical-i siyasetimiz kendilerinde garazdan hali sarih bir hatt-ı hareket ta’yin etmek için iktiza eden şecaati göremediklerinden Almanya ile bir harb zuhurunu men’ edemeyeceklerini de anladıklarından Mısır’ı terk etmemekle Mısır’da yerleşip kalmak arasında mütereddid bulunuyorlar. Bu yerleşmekteki muhatarayı Mısırlıların kalbini kendi taraflarına celb etmek onları nizam-ı hazırdan memnun eylemek suretiyle atlatmak cihetine çalıştılar. Hatta Lord Cromer gaflette o kadar ileri gitti ki Mısır’da bir hizb-i İngilizi te’sisine bile kalkıştı. Bundan başka’de mansıbını irsi bir surete kalb etmek hülyalarına bile daldı. Lord Cromer öyle tevehhüm ediyordu ki Hizb-i Vatani’nin rulan bir planı kullanması neticesidir. Yoksa Mısırlılar kendisine mütemayildir. Fakat hadisat-ı ma’lume bunun aksini gösterdi. dinci Edward’ın tensibiyle Cromer’i istihlaf eden Gorst Mısırlılar tarafından ibtida memleketlerine hürriyet verecek zannolunmuş idi. Bu fikir Gladstone Fırkası’nın re’s-i kara geçmesinden ileri gelmişti. Halbuki bunlar dipsiz hayalattan başka bir şey değildir. İngiltere Hariciye Nezareti’nin velev bir an için olsun böyle bir şeyi düşünmediğini size suret-i kat’iyyede söyleyebilirim. Gorst’un ’de aldığı ta’limatın kaffesi hidiv ile birleşerek Hizb-i Vatani’yi yalnız bırakmak cihetine ma’tuftur. Zira öyle zannolunuyordu ki hidivin İngiltere ile birleşmesi Hizib haricindeki ahaliyi beri tarafa çevirir de İngilizler Mısırlıların muvafakatıyla orada yerleşir kalırlar. de kral Mısır’da Hind’de Arabistan’da el-hasıl bütün Şark-ı İslami’de müslümanların reisi hamisi olur hülyasını besliyorlardı. Nitekim hidivin Melik Edward’ın evamirine münkad bir emiru’l-mü’minin olmasını da sayıklamışlardı. Kanun-ı Esasi’ye gelince bu cihet çokluk Kanun-ı Esasi bahsini karıştırdığı için makamından çekilmesini natık kendi yazısıyla bir name göndermişti. İngilizin sonunda vermek istediği şey meclis-i şuranın biraz daha tevsi’-i salahiyetinden başka bir şey değildir. Yoksa hariciye nezareti hakıkı bir meşrutiyeti hiçbir zaman hatırına getirmemiştir. Nitekim Vukuatı hatırlardadır ki müdahale-i harbiyyemiz hükumetimizin Kanun-ı Esasi’yi tasdik etmemesinden neş’et etmişti. Artık kimse ümid etmez ki hariciye nezareti yirmi seneden beri bu kadar hileler dolambaçlı yollar tutmuşken kalksın da İngilizlerin çekilmesini ilk in’ikadında teklif edecek bir hür meclis akdine muvafakat etsin. Mısırlılar halefinin Lord Cromer’den daha hürriyetperverane siyaset ta’kıb edeceğini tahmin hususunda da aldandılar. Evet Gorst şarklılara karşı büsbütün haşin değildir. Arabca söyler Arabca konuşur ahali ile şahsi münasebat-ı hasenede bulunur. Fakat istiklal temayülatı kendisinden yerle göğün arası kadar uzaktır. Zaten kalbi hırs-ı arasındaki fark birisi maksada tatlı sözlerle diğeri tehdidlerle varmak ister. Görmüşsünüzdür ki bu adam kendisine tevdi’ olunan siyaseti hüsn-i idare ederek hidivin kalbini zahiren olsun İngiltere’ye imaleye muvaffak oldu. Nasıl ki bu işin başa çıkmasında menfaat-i hususiyye mütalaa eden ufak bir hizb-i İngilizi teşkiline de muvaffak olmuştu. Bundan başka zavallı Hizb-i Vatani kendi sevgili reisi Mustafa Kamil Paşa’nın vefatı gibi bir musibete de giriftar olmuştu. Eğer Genç Türkler’de ayaklanarak İstanbul’daki inkılabı meydana getirmese sahte hürriyeti kabul ederlerdi. Lakin inkılab-ı Osmani üzerine Mısır’daki müslümanlar ne olursa olsun İngilizlerin memleketlerinde daha bir müddet kalmalarını hoş göremez oldular. Şimdi bunların nazarında İngilizlerin çekilmesinden başka bir şey yoktur. politikasının bir müslüman memleketinde asla yürüyemeyeceğini ne vakit kestirdiği anlaşılamaz. Zira inkılab-ı Osmaninin bidayetinde öyle tevehhüm etmişti ki yeni Osmanlı hükumeti Mısır’daki mevkiinin kanuni bir şekle konması hususunda kendisine yardım edecektir. Nitekim bu maksada Sadr-ı A’zam Kamil Paşa vasıtasıyla çalışıyor zumuz tezelzüle uğradı. Daha sonra İngiltere’nin’daki hareket-i irticaiyyeyi teşci’ eylemesi bu nüfuzu büsbütün alt-üst etti. Sir Gorst gördü ki müslümanlardan kendisine temayül eden fırka-i naçiz büsbütün bitiyor muvazene usulü ros Gali Paşa’yı vezir i’lan etti. Mısırlılar içinde bu şerefe en ziyade müstahak olan bu zat olduğunu ileri sürdü. İki Hizb-i Vatani arasında hilaf ika’ için ilk irtikab olunan cinayet budur. Su’-i tali’ neticesi olarak bu siyaset nail-i muvaffakıyet oldu. Ben Mısırlıların ittihada fevkalade muhtac oldukları böyle bir sırada şu tefrikanın husulüne cidden teessüf ederim. Lakin tutmuş olduğu siyasetin Butros Paşa’nın katli suretinde temessül eden neticesi işi meydana koydu kezalik müslüman muarızlarını ırza kabil olamayacağını Gorst’a anlattı. Müslümanların kalbini işgal eden hissiyat-ı hakıka-i hürriyyet ve istiklal ile İngiltere siyasetini te’lif etmek kabil olmayacağı layıkıyla tecelli etti. Bunun üzerine İngiltere hükumeti müslümanlara adavetini olsun İstanbul’da olsun Mısır’da olsun vel-hasıl her yerde müslümanların hayrını istemez oldu. İşte Mister Roosevelt ile Edward Grey’in tedbir ettikleri desise buradan neş’et etti. Burada desise ta’birini kullanıyorum. Zira olanca vuzuhuyla meydana çıkmıştır ki İngiltere Hariciye Nezareti bu Amerikalıyı istihdam etmiştir. İnsan bu desisenin iç yüzünü bilmek için Cemahir-i Müttefika reis-i sabıkının arkasında bulunup ona müslümanları cerihadar eden sözleri telkın eyleyen protestan cem’iyetlerini der-hatır etmek icab eder. Nitekim İngiliz misyoner cem’iyetleri de Londra’da Edward Grey ile bu suretle davranmışlardı. Edward Grey Roosevelt’in nutuklarını daha irad olunmadan bilir idi. Şimdi İngiltere siyaseti Türkiye’de Acemistan’da Mısır’da müslümanların ilerlemesine mümanaat esası üzerine mübtenidir. Sakın bu siyasete i’timad etmeyiniz. Ben genç Türkiye’yi hatta dünyadaki bütün müslümanları İngiltere’den tahzir için bu fırsatı ganimet bilirim. Elimden size nasihatten başka bir şey gelmez. Kalbim kederle doludur. Çünkü hükumetin Şark’taki hasmane siyasetini gayet kerih görmeme rağmen İngiliz milliyetinden vatan muhabbetinden tecerrüd etmedim. Lakin size karşı der-uhde ettiğim vazife şunu sarahaten söylemeye beni mecbur ediyor ki bize karşı düşman muamelesinden başka bir muamelede bulunmanız sizin için hata-yı mahzdır. Zira liberallerin muhafazakarların Edward Grey’in sözlerini kabul etmesi delalet ediyor ki sizi mevaid ile rıfk ile idare etmek politikası artık bırakılmıştır. Bundan sonra bizden şiddet adavet maddi ma’nevi ukubet politikasını göreceksiniz. Yani su’-i tali’leri sevkiyle zir-i hükmümüze giren Hindlilerin ve sair akvamın uğradığı akıbete uğrayacaksınız. Bilmem bu sözlerim hidiv hazretlerinin kulağına gidecek mi? Maamafih onun nazar-ı dikkatini bu sözlere celb ederim. Kendi kadim vatanperverliği memleketi makta olduğu zamanlarında şahsına olan ihlasım saikasıyla serd ettiğim delilleri der-hatır etmesini rica eylerim. Şurasını da sarahaten bildiririm ki Cromer’e olsun İngiltere Hariciye Nezareti’ne olsun bu inkıyad politikasını ta’kıb ettikçe hazin bir neticeye varacaktır. Çünkü onlar kendisine daima hıyanet edecek kendisi de İngilizlerin esareti altındaki Hind racaları derekesine inecektir. Ben bu sözlerimi eski dostum Şeyh Ali Yusuf’a kezalik biz İngilizlerde hüsn-i niyyet tevehhüm ederek memleketlerinde yerleşmemiz politikasına hizmet eden bütün Mısırlılara tevcih ederim. Mısırlıların hepsine derim ki: Sakın bize aldanmayınız. Biz sizin için mes’ud bir hayat isteyenlerden değiliz. Bizden ne kanun-ı esasi ne hürriyet-i matbuat ne serbesti-i tedris ne de hürriyet-i şahsıyye beklemeyiniz. Bizim Mısır’da yerleşmekten yegane maksadımız memleketinizi işleterek mahsulünü fabrikalarımızda kullanmak Sudan’daki müstemlekatımızın terakkısine sarf etmektir. Artık bizim desiselerimize kapılır niyetlerimizin mahiyetini hala anlaya mazsanız hiç ma’zur görülemezsiniz. Çünkü hakıkat olanca vuzuhuyla karşınızda duruyor. Kalkıp da kendi istiklalinizi kendi ellerinizle yıkmayınız. Hizb-i Vatani’ye karşı nasihatim budur: Her fırsat düştükçe müddet-i işgal için bir had ta’yin etmeyi askerimizi çekmeye da’vet ediniz. Bundan size bir zarar gelmez. Çünkü biz sizin memleketinizin sahibi değil yabancısıyız. Her gün her vesile ile İngilizlerin size tahakküm melisiniz. Şunu da anlatmalısınız ki siz bizim zir-i hükmümüzden çıkmaya bin can ile müştaksınız. Bize karşı olan adavetinizi size hiç faidesi olmayacak bir takım ihtilallerle değil belki milel-i sairenin esaretlerinde bulundukları akvama karşı hissiyat-ı ahraranelerini izhar için kullandıkları vesaita muracaat ile izhar etmelisiniz. Bu işgal politikasına harb-i iktisadi ile İngilizlere boykotaj yapmakla başlayınız. Zaten memleketinizde bir çok ecnebiler var. Yalnız onlarla birleşiniz. Yalnız onlarla muamelede bulununuz. Başka milletlerle ittifak edeniz lakin sakın bizimle birleşmeyiniz. Bizim adaletimize asaletimize insaniyetimize güvenmek pek beyhudedir. İyi biliniz ki bunlar sizi nazarımızda bir kat daha hakır düşürmekten başka bir netice vermez. Sizin için bize karşı kemal-i muvaffakıyyetle kullanacak bir silah vardır ki o da memleketinizi işgal; zaman-ı sulhda bizim için bir bela zaman-ı harbde ise daha müdhiş bir muhatara olduğunu bize anlatmaktır. da kazandığı para yaktığı muma değmeyeceğini anlar anlamaz; siz memleketinizi tesellüm edeceksiniz. Bundan sonra size Türkiye’deki vatandaşlarınızla dindaşlarınızla ittihadı tasviye ederim. Çünkü sultan Mısır’a malik olmak i’tibarıyla hak sahibidir. Bu i’tibar ile Mısır’ı himaye vazifesiyle mükellef olduğu gibi Hilafet Zaten fermanlar istiklal-i dahilinizi tekeffül etmiştir. Devlet-i Aliyye tabiiyeti sayesinde elde ettiğiniz merkez-i siyasiyi kendi menafiinize hadim etmelisiniz. Bir gün gelecek –pek de uzak olmasa gerektir– sultan Avrupa devletleriyle ittifak ederek İngiltere’den vaadini de kuva-yı berriyye ve bahriyyesine Mısır’daki menafi’-i maliyye ve ticariyyesine; kezalik Mısır’ı istimlak tarafdarı olan fırkanın hırsına rağmen teslim-i hakka mecbur olacaktır. bir dostunuzun hissiyatı temenniyatı bu merkezdedir… MEKKE EMIR-İ SABIKI BAGI HÜSEYİN Suriye umuruna müdahalesine gelince Aneze meşayihı arasında tahaddüs eden ihtilafata bakmadığından bahs ile Medine-i Münevvere Muhafızlığı’ndan şikayette bulunmuş ve bu gibi mesailin hall ü tesviyesi hususunun kendisine tevdii icab edeceğini iddia eylemişti. Guya Hicaz’daki ıslahatı tamam olmuş da nöbet diğer vilayatı Müstenid olduğu resmi hususi bütün vesaikın neşri hükumet-i seniyyeden mütemenna olan bu hakıkatler Ceziretü’l-Arab’daki bütün müşkilatın bütün mesailin sırf bu herifin yüzünden zuhura geldiğini kariin-i kiramın nazarında tebeyyün ettirmeye kafidir zannederiz. Hüseyin’in ahlakı hakkında bir fikir edinecek kadar ma’lumat verildi. Daha ziyadesi tatvili mucib olacağı için burada bazı hadiseleri mücmelen zikr etmekle iktifa edeceğiz. Merhum Hasan Han Hüseyin’in eski dostu iken onun ibadullaha hususiyle belde-i Haram ahalisine karşı olan mezalimine dayanamayarak kendisini terk etmiş ve Hicaz’ın ıslahı için Vehib Paşa’ya müracaat eylemişti. öldürterek emvalini yağma ettikten sonra na’şını defin bile ettirmemiştir. Hükumet-i seniyye merhumu tedfin zaten defn olunmuştu.” demişti. Hüseyin’in bu hareketiyle; “Adavet mezara kadar sürmez.” meselini nasıl te’lif etmeli bilinemez. Hüseyin ile Cidde’deki İngiliz konsolosu arasında bir takım muhaberat cereyan etmekte olduğundan haberdar olan Şeyh Ahmed Hezazi Cidde Kumandanı Hasan Bey’e muracaatle bu evrakı elde ettiği halde Hüseyin’in bütün hıyanetleri meydana çıkacağını bildirmişti. Hüseyin kölesi Muhsin’e emr ederek Şeyh Ahmed’i gündüzün Cidde Çarşısı’nda kurşunla vurdurdu. Şeyh aldığı yaradan ölmediyse de sol elinin parmakları sakat oldu. Halbuki Hüseyin utanmadan Vehib Paşa’nın Hicaz’a muvasaleti akıbinde yine kendisinin ayaklandırmış olduğu fitneye Ahmed Hezazi’yi sebeb göstermeye kalkıştı. Sırf kendi emrine muhalefette bulunduğu için adamcağızın birini Leys’deki vekiline emr ederek fiilen i’dam ettirdi. Halbuki hükm-i i’dam ne kadı tarafından verilmiş ne de Bab-ı Ali’ce tasdik edilmişti. Kadı buna i’tiraz bu taleb asla i’tibara alınmayarak biçare maktulün kanı heder oldu gitti. Hüseyin devletimizin medar-ı bakası olan asakir-i ya oturtarak tebdil-i hava için Mekke’ye gelmekte olan hasta askerleri kamilen öldürttü. Halbuki bu biçarelerin hiçbir günahı yoktu. Naibü’l-Haremi hükumet tarafdarlığıyla mahkum ederek memleketinden evlad ü ıyalinden uzaklara attı. O biçare gurbetlerde öldü. Maamafih Hüseyin bununla gayzını yenemeyerek merhumun oğlu Hüseyin’i de habs ettirdi ki büyüklerin şefaati olmasaydı ölünceye kadar çıkarmayacaktı. Defterdar Yahya Galib Bey’le jandarma kumandanlığından mütekaid Ömer Bey aileleriyle beraber Şam’a gidecekleri zaman Hüseyin’e muracaatle esna-yı tarikda bir tehlikeye uğramamaları için kendilerini himaye etmesini rica etmişlerdi. Hüseyin bunlara vech vermiş –yani himayesi altına almış– iken arkalarından Cervel şakılerini göndererek kadınların çarşaflarına varıncaya kadar bütün ma-meleklerini soydurdu. Merkez-i Hilafet’ten cihad-ı mukaddes i’lan olunduğu zaman Mekke ahalisinden çoğu gönüllü olarak bu cihada iştirak etmek istemişlerdi. Hüseyin kendilerine; “Bu muharebenin cihad olduğunu bileydim en birinci gönüllü ben olurdum. Hafifliği bir tarafa bırakınız. Yoksa sözümü dinlemeyenleri fena halde te’dib ederim.” dedi. Hatta Abdurrahim Reşid hiç olmazsa malıyla cihada iştirak etmek isteyerek külliyetli mikdarda bir teberru’da bulununca Hüseyin tarafından ağır surette tekdir olunmuş ve şayed İngilizlerin sadikı olan emir-i kebire muhalefette didde söylemişti. Hüseyin kendisine muhalif gördüğü Muallim Isa Ruhi Efendi ile Emin ve Cemal Beyleri Hicaz’dan çıkarmak muvafakat ettiği halde bile haklarındaki adavetini bir türlü teskin edemeyerek biçareleri öldürmek için teşebbüsatta bulunmuştu. Bereket versin Rabiğ Şeyhi Hasan bin Mübeyrik’e iltica ettiler de canlarını kurtarabildiler. Arzuhalci İbrahim Efendi Hüseyin’in mezaliminden bizar kalıp da hükumete muracaat etmek isteyen bazı biçarelerin arzuhallerini yazdığı için Hüseyin zavallıyı geçen Şevval’in beşinci gecesi Şerif Gays ile arkadaşına öldürttü. Ne dul kalan karısına ne de boynu bükülen dokuz yetimine acımadı. Yatsı namazından çıkarken hançerle parçalanan bu zavallının ise kalemiyle geçinmekten başka hiçbir günahı yoktu. Beni Harb Kabaili hükumete mütemayil ve kısm-ı a’zamı Senusi tarikat-i mübarekesine mensub oldukları hususiyle rüesası zalim emirin haksız evamirine kör körüne münkad olmak istemedikleri için kadıları İbni Rubeyk’i öldürttü; kabile efradına da na-mütenahi mezalimde bulundu. Artık Hüseyin’in hususi zindanında kurban gidenlere tomruk cezasıyla mefluc olanlara kezalik kahbelikle öldürttüğü biçarelere gelince bunların adedini Allah’dan başka kimse bilemez. Her kabilenin Hüseyin’den bir yığın şikayeti her ferdin alınacak bir çok hakkı bekleyip duruyor. Vay gidi emir-i adil vay! Evvelce Urban daima eşrafa hücum etmekte oldukları maksadıyla örfi bir kanun vaz’ etmiş. Şu kadar var ki bu kanun ne Şeriat-i Garra ile ne de adl ü insaf ile te’lif edilemeyecek derecede ağır bir yığın mezalimi ihtiva ediyor. Mesela bir şerif Urbandan birini öldürecek olursa katil kısasan i’dam edilmeyecek; lakin Urbandan biri şurefadan birini öldürecek olursa katilin kabilesinden dört kişi birden i’dam edilecek yani bu kanun adeta beşeriyeti Hazret-i Musa aleyhisselam zamanından evvelki edvara götürüyor! Kezalik Urban arasında vukua gelen kıtallerde her maktul için verilecek diyetin üçte biri emaretin ve eşrafın hakkı olmak üzere ayrılacak. Emaretin nüfuzuna inzimam ediverince sadatın Urban’ın belini kıran eşrafı bütün Hicaz vadilerine müstevli ederek ahaliyi zürraı sefil bırakan bu kanun müdevven bir halde değildir. Lakin Hüseyin bunu istediği gibi olmak şartıyla uzun uzadıya şerh etti. İnşaallah işin hakıkatine vakıf bir hayır sahibi çıkar da bu kanun-ı acibin üzerindeki perde-i esrarı yırtarak mahiyetini umumun nazar-ı ıttıla’ına arz eder ve bu suretle hem Hicaz ahalisine merhamet hem de şeriate hizmet etmiş olur. vahşiyane şekillerde tefsiri hususunda herkesden fazla maharet gösteren bir mahluk varsa o da emir-i sabık Hüseyin’dir. Çünkü onun ruhuna bu kadar mülayim gelecek hiçbir kanun hiçbir şeriat tasavvur edilemez. polyon Bonapart’ın Mısır ve Suriye Kıt’aları’na istilası devrinden başlarsa da asıl işe girişmeleri İhtilali esnasında nüfuz-ı Hilafet’in Hind müslümanları arasında zuhurunu müteakıbdır. Cezire’nin şarkındaki arazide ilerleyebilmek ele geçiren İngilizler Suriye ile Hicaz’da bildikleri gibi dolap çevirmek için Mısır’ı işgal etmiş olmalarını güzel bir vesile ittihaz ettiler. Son zamanlarda ise Mısır’da mukım Suriyelilerle Lübnanlılardan hatta bizzat Mısırlılardan bir yığın hain ele geçirdiler. Bunların içindeki Mısırlılar mevki’-i namuslarını vicdanlarını İngilizlere satarak umumiyetle müslümanlara ve bil-husus Devlet-i Aliyye’ye karşı harekatta bulunmaya başladılar. Gayeleri İslam’ın son değildi. Bidayette bu hazele güruhu Emir-i Mekke Avnurrefik Paşa ile te’sis-i rabıta etmek istedilerse de maksadlarına nail olamadan Paşa irtihal etti. Bunu müteakıb Emir Ali Paşa’ya muracaat ettiler. Lakin Ali Paşa kabul etmedi. Vakıa İmam Yahya ile münasebet peyda etmek arzu ettiler. Fakat mahiyetleri imamın nazarında ma’lum olduğu Huza’l İbni Suud Emir Hüseyin nezdinde tamamıyla hüsn-i kabul gördükleri için zahiren müttehid görünen emellerinin hakıkatte mütehalif bulunmasına rağmen bunlarla birleştiler. Emir Hüseyin’in oğlu Abdullah’ın Mısır’a uğradıkça mazhar olduğu ihtifalat ile Abidin Sarayı’na müluke mahsus olan kapının kendisine açılması tabiidir ki İngilizlerin emri olmaksızın yapılabilecek işlerden değildi. Zaten Abdullah’ın Mısır’da bulundukça Gorst ve Kitchener ile mülakatleri halkın nazarından mahfi değildi. İsmail Hasan İzzet Cündi Hasan Sabri Hasan Hammade ile eskiden Şeyh Ali Yusuf’un sonraları Reşid Rıza’nın avenesinin arada mekik dokumalarına gelince bu Mısır’da da Hicaz’da da herkesin vakıf olduğu bir sırdır. Zaten Asir Mutasarrıfı Muhyiddin Bey’in ele geçirmiş olduğu nutuklar bu heriflerin münasebetleriyle niyetleri hakkında şübheye mahal bırakmamıştır. Şeyh Ahmed Hezazi Mes’elesi’yle bu mes’eleyi tevlid eden esbab Abdullah’ın Emden zabitlerinin önünde irad etmiş olduğu nutukta İngiltere’yi bırakıp da Almanya ile ittifaka girdiğinden dolayı Devlet-i Osmaniyye’ye sarahaten hücumda bulunması perde-i esrarı büsbütün kaldırmıştır. Bundan başka Emir Hüseyin Vehib Paşa’ya muracaat ederek Hicaz Kıt’ası’nın hükumetten tamamıyla müstakil olup yalnız dinen merbut bulunduğunu i’lan etmesini adamım. Bu gibi mesail-i mühimmeye müdahale hakkını haiz değilim. İsterseniz Bab-ı Ali’ye muracaat edebilirsiniz.” deyince biraz düşünerek sonra Mekke Emareti’ni kendi evladına hasr edilmesi talebinde bulunmuştu. Hind hükumetinin kendisine her ay vermekte olduğu ve müsrif değildi. Kezalik Mısır hükumetinin evkaf ve tahsisat-ı mesture akçesinden göndermiş olduğu paralar bu haris mahluku avlamak için birer tuzaktan başka bir şey olamazdı. Geçen senenin Zilkadesi’nde Tüveyl’e üç İngiliz vapuru gelerek kendileriyle gönderilen ta’limat mucebince emirden oranın şeyhi İbni Arif’i istemişlerdi. Emir o aralık Mekke’de bulunduğu için oğulları geldiler ve babalarıyla telefon vasıtasıyla muhaberede bulundular. Emir Hüseyin üç gün sonra hazır oldu ve gemi süvarilerinden aldığı ta’limat üzerine Sevakin’e giderek kendi namına gönderilmiş bir çok paraları bir çok hediyeleri aldıktan sonra Mekke’ye döndü. Bunu müteakıb erzak gemileri sökün etmeye başladı. Ne garibdir ki: Emir Hüseyin Urbanı Hilafet aleyhine olarak İngilizlerle teşrik-i mesaiye sevk için darbhaneden yeni çıkmış İngiliz liralarını sarf etmekten utanmadı. Aradan pek az bir zaman geçer geçmez düşman sefain-i harbiyyesi Cidde’yi topa tuttu. Bu sırada başlarında Emirin Cidde’deki vekili Şerif Muhsin olduğu halde bütün adamları İngilize hizmet için arkadan din kardeşlerine hücuma başladılar ve aynı vakitte müretteb plan mucebince Hüseyin’in iki oğlu Ali ile Faysal Hicaz Demiryolu’na ve Medine etrafına hücum ettiler. Cidde’deki asker rının tükenmesinden dolayı şeref-i askerilerini sonuna kadar muhafaza ettikten sonra teslime mecbur oldular. Medine’de ise o hainlerin ayaklandırmak istedikleri fitneden kendileri de tarumar oldu. Mekke ile Taif’e gelince askerlerimiz kalelerinde sebat ederek muhite hakim olmaktadırlar. Emir Hüseyin etrafındaki kabailin çoğu dağılarak kıyama hazırlanınca başladığı işe peşiman oldu. Çünkü Hüseyin memleketi İngilizlere teslim etmek istiyordu. Bütün hareketleri de din düşmanlarının tertibi vechile vukua geliyordu. Müteakıben evvelce azdırmış olduğu Hayber ve Ukayl kabaili de kendisinden ayrıldılar. Bizim namımıza cem’ etmiş olduğu mücahidler ahiren yine bizim tarafa iltihak etti. Uteybe Urbanı’nın ekserisi de emiri bıraktılar. Binaenaleyh bugün Hüseyin’in başında lerinden başka kimse kalmadı. İbni Mübeyrik’le Yenbuğ ahalisi İngiliz vapurlarının getirmiş olduğu zahirelerin çıkarılmasına mani’ oldular. Ve Emir Hüseyin’in fasık bir adam olduğunu i’lan ettiler. Bunun üzerine Hüseyin her hangi bir mesihi ile iştirak eylemekten ve İngiltere hükumetine hizmette bulunmaktan teberriye çalıştı. Lakin bir taraftan Cidde Vak’ası’yle İngiliz paraları diğer taraftan esir alınan askerlerin Mısır’a nakli ve İngiliz matbuatının Hüseyin tarafından ihdas olunan bu fitnenin bizim Aden’deki harekatımızı ta’til edeceğinden bahisle izhar-ı süruru kezalik hükumet-i mezkurenin kendi müslüman müsta’merelerinde Hüseyin’e zahir olduğunu i’lanı Hüseyin’in ten başka bütün hanedan-ı nübüvvetin beri olduğu nişane-i ar u zilleti bu hainin alnına yapıştırdı. Urban kendi kendilerine diyorlar ki: Acaba Hüseyin adam dini himayeye bir hükumet te’sisine muktedir midir? Sonra kendisinin İngilizlerle yahud başkalarıyla münasebeti yok mudur? Kudret ve satveti farz olunduğu takdirde ta’lim görmüş askerleri fenn-i harbe aşina zabitleri nerededir? Esliha-i harbiyye i’maline mahsus fabrikaları var mıdır? İngilizler neden dolayı kendisine bir çok silah bir çok zahire bir çok para veriyorlar? Neden dolayı bu adam tam Cihad-ı Mukaddes i’lan edildiği ve devletin cihanın en büyük devletleriyle meşgul olduğu bir zamanı intihab etti? Şayed aczini biliyorsa nasıl oluyor da kuvvet satvet kemal-i dirayet ve istiklal gibi şurut kuvvet kudret sahibi ise neden dolayı şu gavail bertaraf olarak müslümanların hayatı mahv olmak tehlikesinden azade kaldığı zamanı beklemedi? Niçin Mısır’daki Hüseyin Kamil bunun imdadına asker gönderiyor da Hicaz’ın Mısır’a ilhak edildiğini i’lan ediyor? Ne sebebden halde kendisine “emir-i kebir” ünvanı vermek suretiyle müsta’merelerindeki müslümanların gözünü boyuyor? Hiç şübhe yok ki İngilizler bütün alem-i İslam’ı teshir için Hind racaları mertebesinde bir halife yapmak istediklerinden bu desiseye muracaat etmişlerdir. Heyhat o ne hakır bir hilafettir ki hamileri vatanını satan Şibl-i Şumeyyil gibi bir mülhidle Davud Berekat gibi hıyanetleri sabit bir takım eşhas ola! Dünyada Hüseyin’in hilafet iddiası kadar sahte bir şey varsa o da bu mülhidlerle bu hainlerin Himaye-i İslam namı altında bir cem’iyet teşkil ederek Müslümanlık’ı müdafaa iddiasında bulunmalarıdır. Lakin bütün bu nağmeler hep İngilizlerin rekat-ı milliyyeyi boğmak için mevhum bir takım hizibler vücuda getirmişlerdir. Hüseyin’in etrafındaki tantanalara gelince bu aynıyla çocuklarını oyalamak için babaları tarafından kurbanlık koyunların tüylerini taradıktan alınlarını kınaladıktan sonra türkülerle dolaştırılmasına benzer. Pek a’la bilirler ki hayvancağızı bayram sabahı keserek güzel güzel yiyecekler. Daily Telegraph gazetesi şu sözleriyle emirin mahiyetini Hicaz kıyamına dair serd olunan mütalaat bu kıyamın yalnız bizim Aden ve Irak havalisindeki harekat-ı askeriyyemize hizmet etmesi i’tibarıyla ma’kul olabilir. Lakin o kadar ifrata gidilmemelidir. Zira emir-i kebirin istiklalini heti bu istiklalin muhafazasıdır.” Daily Mail gazetesi ise: “Hükumet tarafından Hicaz’a imdad gönderildiği zaman Hüseyin’in mevkii cidden müşkil olacaktır.” diyor. Hakıkat şundan ibarettir ki biz bugün Hüseyin’in mevhum olan kuvvetiyle çarpışmıyoruz. Biz fart-ı hararet gibi susuzluk gibi şedaid-i tabiatle muharebe ediyoruz. Maamafih inayet-i Hakk’la zaferin kat’iyyen bizim tarafta kalacağına eminiz. Göreceğiz ki bu fitne Hicaz Kıt’ası’na dayeti olacaktır. Mekke Emir-i Lahikı Şerif Ali Haydar Paşa hazretlerinin dinine vatanına ne derece merbut bulundukları ve her türlü terakkıyatı ne kadar arzu buyurdukları herkesçe ma’lum olduğu için saye-i himmetlerinde Haremeyn-i Şerifeyn ile bütün havalisi müstaidd ü müstahık olduğu terakkıyatı inşaallah iktisab edecektir. Cenab-ı Hakk dinimizi devletimizi nusret ve tevfikat-ı şeref ve mecd-i kadimine nail eylesin amin. Vekalet-i Celilesi’nden bil-umum ordularla donanma-yı hümayun ve Boğazlar Umum Kumandanlıkları’na yazılan ta’mimin suretidir: Bu kurban bayramı ile ikinci muharebe senesini bitirmiş oluyoruz. Şimdiye kadar daima bize rehber-i nusret olan Cenab-ı Hakk’ın avn ü inayeti ve tekmil silah arkadaşlarımın fevkalade ikdam ve gayreti ile düşmanlarımız üzerine edilen savletler ve gösterilen metanet ve himmetlerle Osmanlı Ordusu’nun cihanın müsellemi olan şan-ı cengaveranesi bir kat daha i’tila etmiştir. Ali ve kudsi olan dinimizin evamir ve icabatına riayet gösterdiği azm ü sebat dairesinde sarf-ı gayret ve himmet olundukça bundan böyle dahi tevfikat-ı ilahiyyenin her vakit bize nasır ve mededkar olacağına kalben iman ve başkumandan-ı efhamımız padişahımız efendimiz hazretlerinin hoşnudi-i Cenab-ı Peygamberiye mukarin olan rıza-yı şahanelerini ancak bu tarikte çalışmak suretiyle yerine getirebilecektir. Şeref-hulul eden id-i said-i adhayı tebrik ile beraber bu mübarek bayramın bütün silah arkadaşlarım hakkında mucib-i mes’udiyyet olmasını Cenab-ı Hakk’tan tazarru’ ve niyaz eder ve iki cihanda yegane medar-ı necatımız olan Din-i Mübinimiz’in mukaddes vecaibine hüsn-i müraat ile zafer-i nihaiye mazhariyetle alem-i İslam’ı mesrur ve bahtiyar edebilmek fi’s-sabık ibraz-ı ulüvv-i himmet ve gayrete devam eylemelerini taleb ve temenni eylerim. Bu vesile ile şimdiye kadar ihraz-ı rütbe-i ulviyye-i şehadet ile hayat-ı ebediyyeye mazhar olan arkadaşlarımızın ervah-ı mübeccelelerine Fatihalar ithafı suretiyle nam-ı muhteremlerini yad eylemek vecaibden olduğunu ihtar eder ve yeni dahil olduğumuz üçüncü harb senesinde dahi büyük ve şan-aver zaferlere mazhariyetimizi Cenab-ı Hakk’tan dilerim. Ahkam-ı şer’iyye nasa ya rivayet yahud dirayet tarikıyla tebliğ olunur. Ahkam-ı şer’iyyeyi rivayet tarikı ile tebliğ edenlere “huffaz-ı hadis” dirayet tarikıyla tebliğ edenlere “fukaha-i İslam” denir. Nasın fukaha-i İslam’a müslüman oldukça ahkam-ı ilahiyyeden ahkam-ı diniyyeden kendini kurtaramaz. Ahkam-ı şer’iyyeyi istinbat eden kavad-i helal ve haramı zabta i’tina eden fukaha-i dine itaat anaya babaya taatten daha ziyade lazımdır. Hatta Cabir bin Abdillah Hasan-ı Basri Ebu’l-Aliye Ata’ bin Ebi Rebah Dahhak ala-rivayetin Mücahid gibi eslaf-ı müfessirine göre nazm-ı celilindeki ulu’l-emrden murad ümera’-i müslimin değil ulema-i dindir. Müftü: Ahkam-ı ilahiyyeyi ahkam-ı şer’iyyeyi mücerred ahkam-ı celileyi infaz u ilzam eyleyen fakıh-i İslami ve alim-i dinidir. Müftüler ile kadıların piş-vası imamı reisi Fahru’l-mürselin aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz hazretleridir. Zat-ı Akdes-i Risalet-penahi’de vazife-i ifta ile vazife-i kazanın her ikisi de ictima’ etmiştir. Peygamberimiz hem istifta edenlere fetva verir hem iki hasım bir husus hakkında muracaat ederse onların beynlerindeki husumeti fasl eder idi; hem müftü hem kadı idi. nazm-ı celili Server-i Enbiya Efendimiz’in fetva verdiğini nazm-ı celili kaza ettiğini pek sarih bir surette beyan ediyor. Nazm-ı ahir mucebince a’delü’l-kuzat olan Nebi-i zi-şanımız ehl-i kitab hakkında da bizim kitabımız ile ahkam-ı Kur’an ile hükm etmiştir. Buna mebni ehl-i kitab bera-yı muhakeme mahkememize muracaat ederse Mücahid ve Şafii’ye göre: Ahkam-ı Kur’an ile bizim kitabımız ile hükm eder. nazm-ı celili mucebince Hasan-ı Basri Ebu Amir Şa’bi İbrahim Nehai Ata Malik’e göre: Kadı muhayyerdir; dilerse ahkam-ı Kur’an ile hükm eder dilerse onlardan i’raz edip onları kendi hükümlerine reddeder. hu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin bazı fetva ve kazalarını nümune olmak üzere zikr edelim: Fetva-yı Peygamberi: S: Biz ehl-i kitab memleketinde bulunuyoruz ehl-i kitabın kaplarından yemek yiyelim mi? C: Yani başka bir kap bulunamazsa ehl-i kitabın kaplarını yıkadıktan sonra onlar ile yemek yemek caizdir. S: Hangi kazanç efdaldir? C: Yani kazancın efdali insanın kendi kazancı ile makbul olan her bey’dir. S: Bir kimse benden bey’ etmek istiyor halbuki Başmuharrir bende onun istediği mal yoktur; acaba istediğini ona satıp sonra çarşıdan onu alabilir miyim? C: Yani Müflis hakkında şöyle bir fetva-yı peygamberi vardır: Yani bir müflis nezdinde bir kimsenin tegayyür ve tebeddül etmeksizin bir malı aynı ile bulunsa o kimse o mala guramadan ehakk olur.” Fetva-yı peygamberiyi mübeyyin olan bu hadis-i şerif Nehai; Hasan-ı Basri Zühri Ömer bin Abdilaziz Ebu Hanife ve ashabı İbni Şibrime’ye göre: Bey’a şamil değildir. Bey’de aynı ile mal tahakkuk etmez bayi’ guramaya dahil olur. Aynı ile mal gasblarda ariyetlerde vedialarda ve bunlara mümasil olanlarda tahakkuk eder. Bunlarda ber-mukteza-yı fetva-yı peygamberi sahibi guramadan ehakk olur. Ata Urve Evzai Malik Şafii Ahmed Davud’a göre: Fetva-yı peygamberi bey’a da şamildir. Müflisin nezdinde iştira ettiği meta’ aynı ile bulunursa sahibi guramadan ehakk olur. Fahr-i Kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat Efendimiz hazretleri bir şey’in nef’i gallesi geliri damanı mukabelesinde olduğuna dair şöyle bir fetva vermiştir: Mehr-i nisa’ hakkında da şöyle bir fetva-yı peygamberi vardır: Yani mehir muayyen değildir nasıl uyuşulursa öylece ta’yin olunur… Ne güzel fetvalar! Kaza-i Peygamberi: Cenab-ı Peygamber aşere-i mübeşşereden Sa’d bin Ebi Vakkas ile Abd bin Zem’a’nın bir çocuk hakkındaki münazaalarına karşı şöyle hükm etmiştir: Ber-muceb-i kaza’-i peygamberi veled sahib-i firaşındır zani mahrumdur. Maamafih veraen ve ihtiyaten sahib-i firaşın kızı Ümmü’l-mü’minin Sevde radıyallahu anha o velede görünmeyecektir. Bab-ı cinayette şöyle bir kaza’-i peygamberi vardır: Yani baba oğlunu katl ettiğinden dolayı kısas olunmaz. Hamil bir kadın hakkında da şöyle bir kaza’-i peygamberi vardır: Yani hamil bir kadın amden birini katl eylese veya zina etse vaz’-ı haml edip çocuğun beslenmesi der-uhde olununcaya kadar cezadan katlden kurtulur. Fahr-i Alem Efendimiz hazretleri darb ile düşen bir ceninin diyeti hakkında köle veya cariyenin gurresiyle yani diyet-i kamilenin yirmide biri ile hükm etmiştir. Nitekim Ebu Davud şöylece tahric ediyor: Hataen katl olunan kimsenin diyeti hakkında da şöyle bir kaza-i peygamberi vardır: Yani hataen katl eden kimse maktulün diyeti için yüz deve verir. …ilh. Hayvan hakkında şöyle bir kaza’-i peygamberi vardır: Ber-muceb-i kaza’-i peygamberi hayvanın kendiliğinden olan cinayetler hederdir. Tazmin olunmaz… ilh. Ne güzel hükümler! nazm-ı celili mucebince güzel bir nümune-i imtisal olan Peygamberimiz’in fetvaları ahkam-ı şer’iyyenin her kısmına şamil idi. Buna mebni müftü bila-istisna ahkam-ı şer’iyyenin kaffesi hakkında fetva verir; hiçbir hükm-i şer’i fetvadan kurtulamaz. Hiçbir vechile fetva tahdid edilemez. Fetvanın hududu men’ olunmaz. Ancak müftü ehil olmazsa fetvadan men’ olunur. Bunun gibi bir fakıhde kaza ile ifta cem’ olunabilir. Kadı olmanın şeraiti yani şehadet ve velayet şartları dar; bilakis müftü olmanın şeraiti yani rivayet şartları geniş olmakla her kadı kadı olmakla beraber iftaya salih ise de her müftü kazaya ehil olmaz. Kadı şerait-i rivayeti de cem’ etmiş bulunacağı cihetle her vakit ifta edebilir. Kadı gelince fetva ile kazanın ecirleri nisbetinde hatarları da bulunduğundan Sadr-ı İslam’da fukaha-i İslamiyye selef-i ümmet-i Muhammediyye fetvaya koşmayı da kazaya talib olmayı da ağır görürler idi bu mühim vazife-i şer’iyyeleri başkasının görmesini arzu ederler idi. Fakat fetva ve kaza kendileri için taayyün edince daire-i münciyye-i şeriatte bezl-i makderet ederler idi. Eazım-ı fukaha-i Malikiyyeden meşhur Sahnun; “ Müftü ile hakim ne bedbaht kimselerdir” diyor. Eslaf-ı ümmet vazife-i ifta ile vazife-i kazanın hangilerinde daha ziyade hatar bulunduğunda ihtilaf etmişlerdir: Bazıları fetvanın şeriat-i amme olmasından dolayı müftüdeki hatarı daha ziyade; bazıları ise kazanın ilzam ve infazına nazar ederek kadıdaki hatarı daha büyük buluyorlar. Bizce kadıdaki hatar müftüdeki hatardan daha ziyadedir. Nitekim bu ciheti evvelki makalemizde beyan etmiştik. İşte buna mebni İmam-ı Hümam Ebu Hanife Nu’man bin Sabit el-Kufi hazretleri kazadan istinkaf etmiş Hazret-i İmam gibi evra’ ve efkah-i ehl-i arza işkence etmekten çekinmemiş idi. İmam-ı A’zam’ın kazayı adem-i kabulü asla vazife-i ifta ile vazife-i kazanın aynı zatta kaza ile vazife-i iftanın aynı zatta cem’i nasıl caiz olmasın ki Peygamberimiz fetva ile kazayı cem’ ettiler ve cem’ini men’ etmediği gibi asr-ı hümayunlarında hatta huzur-ı saadetlerinde fetva ile kazayı cem’ edenler var idi. Ebu Bekir es-Sıddik radıyallahu anh hazretleri huzur-ı risalette yü’l-Murteza Zeyd bin Sabit Muaz bin Cebel Ebu Musa el-Eş’ari rıdvanullahi teala aleyhim ecmain hazeratı da asr-ı celil-i saadette ifta ile kazayı cem’ etmişler idi. Hulefa-i Raşidin ve Hazret-i Muaviye ve Ömer bin Abdilaziz gibi hulefa-i Emeviyye de zaman-ı hilafetlerinde hem halife hem müftü hem kadı idiler. Kurun-ı selasede kadı olanlar kaza ile fetvayı cem’ etmişler idi. Meşhur Şüreyh Talha bin İyas Abdullah bin Utbe bin Mes’ud İbni Ebi Leyla Şüreyk Mesleme bin Abdilaziz Mutarrif Esed bin el-Furat… ilh fetva ile kazayı cem’ eden fukaha-i dinden idiler. Kadı’l-kuzat Ebu Yusuf Rakka Kadısı Muhammed bin Hasan Kadı Hasan bin Ziyad Kadı Afiye Kadı Nuh bin Derrac Kadı Ebu İsmet Nuh bin Ebi Meryem Kadı Kasım bin Maan el-Mes’udi Kadı Yahya bin Zekeriyya kaza ile fetvayı cem’ eden telamize-i Ebi Hanife’den idiler. Sadr-ı İslam’da böyle devam ettiği gibi daha daha sonra da böyle devam etti. Kuzat-ı müşarun-ileyhim makam-ı kazada bulundukları zaman kendilerinden istifta edenleri asla reddetmemişler kazanın ictimaına en büyük şahid tarih-i İslam’dır tarih-i fıkıhdır. Hülasa aynı zatta ifta ile kazanın ictimaı hakkan ve fiilen sabittir; hem caiz hem vakı’dır. Aşağı yukarı yirmi sene oluyor ki kadın mes’elesi muharrirlerimizin efkarını meşgul ediyor; gençlerimizin lıyor. Hiç münakaşaya mahal yoktur ki müslüman kadınının son devirlerde musab olduğu ictimai hastalıklar gerçekten feci’ gerçekten vahim bir şekle girmiştir. Lakin acaba kendisine savlet eden musibetlerden mes’ul tutulması lazım gelen yine kadının kendisi midir? Bazıları mefasid-i ahlakı doğrudan doğruya kadına atf ediyorlar; bunun için de onun hesabına bir çok ma’zeretler tasavvuruna kalkışıyorlar; doğru bir yol tutamamasını aklının noksanında bünyesinin bozukluğunda yaratıldığından beri şer üzerine meftur olmasında görüyorlar. Bir takımları ise büsbütün başka fikre zahib oluyorlar da; “Kadını bu rezaile sevk eden hayat-ı ictimaiyyesini fesada veren biçareyi bu kadar safil bir derekeye indiren doğrudan doğruya erkektir. Böyle iken kalkmış da hali pek iğrenç pek elim görerek kıyametler koparıyor; şimdi kaderi itham biraz sonra zamana la’net ediyor.” diyorlar. Biz ne bu muhtelif re’y sahiblerinden birini diğerine tercih etmek sadedindeyiz; ne de cins-i beşerin iki sınıfını teşkil eden kadınla erkekten birini iltizam ile ötekine hücum edeceğiz. Bizim istediğimiz bir şey varsa o da vakıa mutabık olduğunu ve im’an ile ta’kıb edenlere bir faide vereceğini ümid eylediğimiz bazı mütalaalar serdinden Asr-ı hazırda müslüman gençlerinin Avrupa’ya taşınmaları; mevki’ sahibi zevat ile zenginlerden çoğunun Garb’daki ma’mur memleketleri latif köyleri sayfiye ittihaz etmeleri; oralardaki ezvakın huzuzun her nev’inden bildikleri gibi mütena’im olmayı mu’tad edinmeleri pek sıklaştı. Müslümanlar o diyarda kendi dünyalarından başka bir dünya görüyorlar kendi hayatlarına benzemez bir hayat buluyorlar; birahanelere kumarhanelere balolara sefahet mahallerine gazinolara bahçelere ormanlara otellere dağ tepelerine deniz kenarlarına göllere gidip geliyorlar. Durmayıp dolaştıkları bu nüzhetgahları erkek-kadın küçük-büyük na-mütenahi insan kümeleriyle dolu görüyorlar. Bu herc ü merc-i sefahette hayırlının hayırsızdan afifelerin namussuzdan farkı olmadığını; asalet necabet sahibleriyle soyu sopu belli olmayanlar arasında hiçbir rüchan gözetilmediğini; hepsinin birden omuz omuza oturmuş dudak dudağa konuştuğunu; ortadaki esbab-ı lezaiz ü şehevattan istifade hususunda vesile-i tefevvukun servetten başka bir şey olmadığını müşahede ediyorlar. Müslümanlar bu memleketlere gidecekleri zaman keselerini toplayabildikleri kadar para ile doldurdukları mani’ hemen de hiçbir şeye rast gelmiyorlar. Ba-husus ki bunlardan bir çoğu vatanlarından ayrılmazdan evvel bu yolda kendilerine tekaddüm şerefini ihraz etmiş olan bulunuyorlar. Ancak bu vatan-berduş müslümanların zengin olmayanları için o diyardaki ahalinin yüksek ve mutavassıt tabakalarına sokulmak müşkil olduğundan bunlar hevesat-ı nefsaniyyelerini ya büyük büyük ticarethanelerde fabrikalarda amelelik eden yahud merakiz-i medeniyyetin kenar mahallelerinde oturup bir lokma ekmekle beş-on kuruşla yaşamak mecburiyetinde bulunan fakır kadınlar yüzünden tatmin etmeye bakıyorlar. Avrupa’ya taşınan müslümanlar kendilerine orada geçirerek yurtlarına dönünce bakıyorlar ki: Şeriatin eli cins-i latif ile kendileri arasına bir perde-i iffettir çekmiş; kadınların yüzüne bunlara karşı bir rida-yı ismet ve sıyanettir örtmüş; artık ne taarruza alışkın elleri o perdeyi kaldırabiliyor ne de fuhuş ile aşina gözleri o mahcub çehrelere isabet imkanını görebiliyor. İşte o zaman dönüp geldikleri memleketlerin adatıyla kendi yurtlarının adabı arasında buldukları farklar bunlara vatanlarını da milletlerini de gözlerin kulakların görüp işitebileceği en çirkin en menfur bir surette gösteriyor! Hele gençliğin ilcaatına mağlub hevesat-ı nefsaniyyenin eylediği ahlak-ı fazıladan bi-nasib olan müslüman gençlerinde bu nefret bu tevahhuş daha ziyade oluyor. Zira bunlar o behimiyet vadilerine dalıp gitmiş muhitten ayrılır ayrılmaz yurtlarının bütün measiri milletlerinin bütün tecelliyatı nazarlarını bizar ediyor; daha sonra beğendikleri kadınlarla kol kola gezmeye istediklerini dost tutmaya alışmış olan bu gençler artık kendilerini bir vahşet bir uzlet aleminde görüyorlar. Bunların memleketlerindeki lıktan haysiyeti kıracak mevki’lerde bulunmaktan nasıl muhafaza edildiklerini gördükçe; “Bu hal kadın için bir esarettir hürriyetine taarruzdur.” tevehhümüne kapılarak kadının evinde oturmasıyla mücrimlerin zindanlarda bağlı durması arasında hiçbir fark tasavvur edemiyorlar. Halbuki bunların kalbleri deşilecek olsa: Müslüman kadınının haline acımaları evinde kapalı yahud tazyike ma’ruz bulunmasından olmayıp sırf kendi maksadlarını düşünmekten ileri geldiği anlaşılır. Evet bunlar o maksadı te’minden başka bir şey düşünmedikleri için terbiye ve şeair-i İslamiyyeyi arada mani’ gördükçe kabil değil rahat edemezler. Bilseniz biz ne ergenler görmüştük ki tesettürün kalkmasına tarafdar olanların en ulularından sayılırken teehhül eder etmez tavırları ruhları büsbütün değişti! Bir halde ki: Karılarını na-mahremden kıskanmak yabancı bir erkeğe hatta muhatab olmalarını çekememek hususunda en mutaassıb müslümanları geçtiler. Acaba bundaki sır nedir? Daha demin söylediğimiz vechile müslüman kadınının hayatına dair uzun uzadıya mütalaa yürütenlerin kendi makasıd-ı hafiyyelerini ele geçirmekten başka bir şey düşünmemelerinden; şu var ki onu açığa vurmaya cür’et edemeyerek bir yığın yaldızlı örtülere bir sürü zinetli ifadelere bürümelerinden başka bir şey midir? Biraz evvel demiştik ki: Memalik-i İslamiyye haricine taşınan seyyahlarımız o muhitte bulundukları müddetçe zamanlarını adat etvar ahlak el-hasıl bütün zavahir-i hayat i’tibarıyla müslümanlara benzemeyen bir takım milletler arasında geçiriyorlar. Oradaki kadınların çarşaf giymemeleri süslü gezmeleri mahaziri dai olmakla beraber ülfet ve adetin te’siriyle asla nazarı incitmez; bilakis kapalı ve zinetsiz bir halde sokağa çıksalar bu hareketleri çirkin bir bid’at suretinde telakkı edilir. Nasıl ki o muhitte yaşayan kadınlar esbab-ı maişetlerini te’min oturmak nefislerine ağır geliyor da hayat-ı ictimaiyyenin bir çok safahatında erkeklerle omuz omuza uğraşıyorlar. Zira insan adetinin esiridir. Mu’tadı olan şeyle ülfet eder; ülfet ettiği şeyi de başkaları çirkin bile görse o pek güzel bulur. Avrupalı kız işitiyor ki: Müslüman kadını zamanının en büyük kısmını evinde çocuklarına bakmakla yemeğini pişirmekle geçirirmiş; sokağa çıkınca da peçesini yüzüne indirirmiş; yolda yürürken hiçbir erkekle ihtilatta bulunmazmış; kocasından yahud mahremlerinden başkasıyla konuşmazmış; meclislerde mahfillerde ma’bedlerde erkeklerle beraber oturamazmış; yanında kocasından yahud mahremlerinden biri olmadıkça seyahat edemezmiş. İşte Avrupalı bir kız bunları işitince tüyleri ürperiyor saçları dimdik oluyor İslam diyarındaki benat cinsini şayan-ı merhamet bir mahluk olmak üzere tahayyüle başlıyor; gözünün önüne elleri ayakları zencirle bağlı kapısının üzerine koca koca kilitler asılı bir takım ma’sumeler geliyor! Bundan başka o Avrupalı kızın meclisinde tecrübesiz bir takım müslüman gençleri de hazır bulunuyorlar ki bunlar adetlerin ümmetler üzerinde ne kadar müessir olduğunu ülfetin nüfus-ı natıkayı ne derecelerde meshur ettiğini bilmedikleri için kızcağızı tamamıyla tasdik ettikten maada işin daha ilerisine bile gidiyorlar! Hatta bu delikanlılar içinde öyleleri görülüyor ki: Müslüman kadınlarının me’luf olduğu etvar u adab-ı mahsusayı terzil hususunda hiçbir kayd ile mukayyed olmamayı hazır bulundukları mehafildeki nisvanı avlayabilmek için serd edecekleri tekerlemelere dibace ittihaz ediyorlar! Heyhat Avrupalı kızın yanında müslüman kadınının bahsi geçtiği zaman bu fasileden olan delikanlılar bilseniz ne teessür alametleri ne telehhüf emareleri gösterirler! Evet oynadıkları bu sefil mudhıkeyi bir hadde vardırırlar ki: Seyr edenler bu şaklabanları adeta yularla çekilen kırbaçla sevk olunan işaretle konuşulan ahır köşelerinde yemek artıklarıyla beslenen bir takım kadınların arasından çıkıp gelmiş hayal ederler! Yahud zencirler içinde inleyen saçlarından duvardaki çivilere bağlanan yanlarında meşin yaygılarla demir kırbaçlar serili duran en müdhiş kilitler altında kapalı tutulan muhafazaları da eli silahlı celladlara tevdi’ edilen öyle bir sürü biçarelerden bahs olunuyor ki zavallılar gece gündüz inliyorlar saçlarını başlarını yoluyorlar gözlerinin yaşı dinmek bilmiyor sırtları ebediyyen rahat yüzü görmüyor vehminde bulunurlar! hiyet-i hakıkıyyesini bilmeyenler ve hayat-ı menziliyyesine nüfuz edip de evinin işiyle çocuklarının terbiyesiyle kocasına ve küçük büyük dest-i şefkatine mevdu’ her kim varsa cümlesine yiyecek içecek ihzarıyla nasıl meşgul olduğunu göremeyecek olanlar nazarında bu suretle temessül ediyor! ne kadar haris olduğunu idrak edemeyenlerin ve kocası tarafından yabancı gözlere karşı saklı tutulmasına gelince bu da tıbkı eşi bulunmaz bir incinin eller elinde dolaşmaktan men’ edilip me’va-yı sadefinden ancak sahibinin boynuna zinet olarak çıkmasına mesağ gösterilmesine benzetilmek lazım geleceğini düşünemeyenlerin hayalinde bu sima ile tecelli ediyor! Eli ayağı bağlı bir esir suretinde temsil etmek istedikleri müslüman kadını cins-i diğeri teşkil eden erkek nazarındaki mevki’ini bildikten başka şunu da idrak ediyor ki: Şeriat-i İslamiyye kendisinin her türlü ihtiyacını erkeğin boynuna yüklemiş olmakla hiçbir zaman kadının şerefini nakısa-dar etmiş değildir; Din-i Mübin’in şu hükmü bilakis kendisini zillete ibtizale düşürecek mahallerde dolaşmaktan sıyanet etmek esbab-ı maişet kaydıyla didinip durmaktan vareste bırakarak evinde oturup çocuklarının kocasının mahremlerinin yiyeceğini giyeceğini yatacağını tedarikle meşgul olabilmesine meydan vermek içindir. Yoksa hiç münakaşa götürür mesailden değildir ki: Şayed müslüman kadını da rızkını çıkarmak hacat-ı maişetini aramak için bezl-i mechud etmek ıztırarında bulunsaydı; hiçbir zaman Garb’daki benat cinsiyle omuz öpüşmekten geri kalmazdı. Lakin acaba o zaman evlerimizin hali nereye varırdı? Kendimize has adata ahlaka şeriate sahib milel-i müslime olmaklığımız i’tibarıyla acaba hayat-ı ictimaiyye ve ailiyyemiz nasıl bir akıbete ma’ruz kalırdı? Vakıa bizler müsabaka meydanlarının bir çoğunda garblılardan geri kaldık; onların durmayıp çalışan durmayıp bunun sebebi hayat-ı nisaiyyede kendilerine benzemediğimiz yahud bütün şuun-ı ictimaiyyelerini taklide kalkışmadığımız mıdır? Şübhesiz bizim bir mazimiz var ki: Mefahirden mefahire koşmuş; celail-i asar ile teferrüd etmiş; en müstahkem kaleleri devirmiş; dünyanın en zengin en şevketli milletlerini makhur eylemiş; en muazzam cihangirlerin serir-i saltanatlarına varis olmuştuk. Bununla beraber yine kadınlarımız mağazalarda tacirlik birahanelerde sakılik etmiyordu; meclislerde mahfillerde geceli gündüzlü dolaşmıyordu. Acaba İslam’ın sahib-i şevket olduğu edvarın hangisinde müslüman kadını gece dememiş gündüz dememiş gezmiş; hayırlı hayırsız ayırmayıp rast geldiği erkekle ihtilatta bulunmuştu ki bir kimse çıkıp da devlet-i İslamiyyenin satveti kadınları tutan rişte-i vakarın çözülerek bütün o güher-parelerin zemin-i ibtizale yayılmasından la mahremlerinden maadasına karşı nasıl bir tavr-ı tesettür almaları icab edeceğini sarahaten natık olup duruyor. bilerin edvarı; işte Osmanlı fatihlerinin tarih-ı fütuhatı. Şimdi bütün o mecd ü azamet asırlarını o şevket ü satvet o ilim ve medeniyet asırlarını sine-i emanetinde saklayan tarihlere baksak acaba müslüman kadınını görebilir miyiz? Öyle ise artık şu hakıkati anlamamız icab eder ki: Milletlerin terakkıleri yahud tedennileri istikbale koşmaları yahud maziye rucu’ etmeleri için kadınların evlerinde oturup yabancı gözlerden sakınmalarıyla hiç alakası olmayan diğer bir takım sebebler vardır. Zira bugünkü yıp da evinde oturmasına isnad ettiğimiz kadın yine o eski müslüman kadınıdır. Hatta arş-ı saltanatları devirip beşeri esaretten kurtardığımız dünyanın her tarafında sulh ve adalet esaslarına istikrar verdiğimiz kabza-i teshirimize geçen iklimlerde muazzam bir çok müessesat-ı müslüman kadını daha ziyade kapalı daha az serbest Binaenaleyh garblıların bu derecelerde terakkı etmelerinin bütün dünyayı tahakkümleri altına almalarının sırrı bundan ibarettir zannına düşerek kadının hayat-ı esbab-ı hakıkıyyeyi idrak edememekten başka bir şey değildir. Evet bizim ictimai hastalıklarımız pek çoktur; müslüman kadınının hayatı erkeklerin hayatı kadar belki daha ziyade ıslaha muhtacdır. Zaten biz bunu teslim edenlerdeniz. Ancak biz ciddi bir ıslaha tarafdar olanların nazar-ı dikkatlerini şu nokta üzerine celb etmek istiyoruz ki: Kadın me’elesi bizim cihan-ı medeniyyetteki tedennimizin zaman bu hal onun evinde oturmasından yahud peçesini yüzüne indirmesinden yahud yabancı erkeklerin bulundukları mehafile uzak durmasından olamaz. Zira bunların kaffesi erbab-ı tedkıkin nazarında sırf arazi bir takım umurdan ibarettir; yoksa bizi şu içinde bulunduğumuz dereke-i sefalete düşüren hastalıkların hakıkatine muttali’ olanları meşgul edecek mahiyette değildir. İşte bu söylediğimiz erbab-ı vukuf illetlerimizin en vahimini musibetlerimizin en müdhişini her iki cinse müstevli cehaletle bütün müslümanların ahlak-ı Kur’an iyyeden mahrumiyetlerinde görüyorlar. İnşaallah ilerde buna dair icabı kadar beyanatta bulunacağız. Madem ki kari’lerimizin nazar-ı dikkatini bu hakıkat üzerine celb ettik; şimdi de kendilerini diğer bazı hakayıktan haberdar etmeliyiz. Zira Avrupa’yı yalnız sayfiyelerde dolaşmak dağlarda ovalarda gezinmek banyolarda kumar klüplerinde geçirmek için ziyaret edenlerce o hakıkatler mechuldür. Bir çokları öyle zannediyor ki: Garb kadınları ta’kıb etmekte oldukları hayat-ı ma’lumelerinden dolayı ebediyyen mes’uddurlar. Evet o muhiti dolaşanlardan pek az kimseye tesadüf olunur ki oradaki kadınların sinelerinden taşan hazin eninleri ateşin feryadları bir kerecik olsun işitmiş bulunsun. Şayed bunlar o muhitteki kadınlığa aid şuunun mahiyetine nüfuz etmek isteseydiler gözlerinin önünde parıldayan naim ve saadetin bir serab olduğunu anlarlardı. Evet sinelerin a’makında öyle acılar öyle afetler gizli duruyor ki şuun-ı ictimaiyye ile meşgul olup hakıkı ıslah çarelerini araştıranlar için onları bilmek elzemdir. Meclisin birinde hazır bulunuyorduk; bu mevzua dair gayet mühim münakaşalar deveran ediyordu. Söz Garb’daki kadınların haline intikal ederek bunların mes’ud yahud bed-baht oldukları mes’elesi ortaya çıktı. Eğer içimizde Avrupalı bir madam bulunmasaydı cem’iyet diğer mahfillerin vereceği karar-ı mu’tadı verip dağılacaktı. Lakin bu madam feleğin germ ü serdini görmüş zamanın her türlü hadisatını elekten geçirmiş olduğu takdirlerinde alabildiğine ileri giden huzzarı dinledikçe ma’nalı bir surette başını sallıyordu da bütün o mülahazaları bir cümlede alt-üst edebileceğini anlatmak istiyordu. Nihayet meclistekilerin münakaşayı müdhiş bir mantıksızlığa düşürdüklerini görünce söze karıştı; zemin-i da –ecnebilerden saklı tutulmak lazım gelen bir yığın esrarın açığa çıkmasını müeddi olsa bile– kendilerine “Evin içindekini herkesten iyi bilen sahibidir. Binaenaleyh madam cenablarını kemal-i im’an ile dinlemeye amadeyiz.” dediler. Madam bu cevabı alınca dedi ki: “Ben garblı bir kadınım. Avrupa’nın göbeğinde yetiştim. Memleketimin hayatına adatına etvarına ahvaline aid olmak üzere acı tatlı ne varsa hepsini tecrübe ettim. Bu mukaddeme ile şunu anlatmak istiyorum ki: Söyleyeceğim sözler muhitinin hem mehasininden hem mesavisinden haberdar olan bir kalbin tercüme-i hissiyatıdır. Ben ne insafı elden bırakarak bir tarafı iltizam edeceğim; ne de biz garblıların musab olduğumuz emrazdan yahud rezailden birini saklayacağım. Evet bizler umumen Şark’ta bilhassa memalik-i İslamiyyede yaşayan hemşirelerimizden cidden müterakkı olmakla beraber dört başı ma’mur bir halde değiliz. Bizim diyara ilk def’a gelenler öyle hayal ediyorlar ki: Memleketimizin terakkısini azametini te’min eden bir şey varsa kadının tamamıyla hür olması mesai-i medeniyyenin kaffesine iştirak etmesi fabrikalarda ticaretgahlarda mekteblerde el-hasıl ciddi zevkı bütün mehafilde erkekle omuz omuza gelmesidir. Avrupa’yı görenlerden bazıları ifrata düşerek biz garblılarda hiçbir nakısa hiçbir muahaze edilecek şey görmek istemiyorlar. Halbuki Garb’daki milletlerin de Şark’takiler gibi hiçbir zaman mehasinin yahud mesavinin kaffesinden hali olamayacağını; muhtelif ümmetler arasındaki farkın ise ancak haiz oldukları evsafın hey’et-i mecmuasına göre olacağını idrak etmeleri lazım gelirdi. Sonra bunlara öyle geliyor ki: Bizim memleketlerimiz birer gehvare-i saadet birer merkez-i naim ü rahat kesilmiş. Heyhat bunlar saadet-i hakıkıyyenin ne demek olduğundan gafil bulundukları gibi saadetle felaketi birbirinden ayıran hududu ta’yin edemiyorlar. Maamafih saadetin mahiyetini takdir edememek hatası milletlerden yahud ferdlerden bir kısmına has değildir. Evet ruh-ı beşerin geçirdiği etvarı ta’kıb edenler görürler ki: bütün saadeti onu ele geçirmekte tasavvur eder. Ergenler saadeti evlilikte; fakırler servette; didinmekten yorgun düşenler istirahatte; tabanlarına süvar olanlar arabaya binmekte; paytonda gezenler seyyare otomobil edinmekte; servet sahibleri hükumet menasıbına yükselmekte; kendi yağıyla kavrulanlar bol rızıkta mebzul yemekte hayal ederler. Şimdi kalksak da şu kendilerine gıbta edilen tabakatın hallerini yakından tedkık etsek görürüz ki: Naz u naim içinde bulunmalarına rağmen hayatlarından hiç de memnun değiller. Ne arkalarına giydikleri yüksek kumaşlar; ne ayaklarına serdikleri ipek halılar; ne oturdukları gümüşlü sadefli serirler; ne bindikleri nesim fıtratlı küheylanlar; ne içine gömüldükleri mükellef seyyareler; ne başına geçtikleri cömerd sofralar; ne de nukud ile mücevherat ile doldurdukları kasalar bir türlü ruhlarını eğlendiremiyor! Bunlardan biriyle azıcık konuşmak isteseniz bakarsınız ki: Bir endişe bir elem kendisini alabildiğine meşgul etmiş; ağzını şikayetten başka bir şey açamıyor! Kimisini yemeklerin mebzuliyetiyle beraber çok tenevvü’ü müdhiş bir su’-i hazma uğratmış; na-mütenahi ecza-yı tıbbiyye bir araya gelip şefaat etmedikçe içi bir lokma yemek bile kabul etmiyor! Bu zavallıların içinden öylelerine rast geldik ki: Mi’delerini salaha da’vet için perhiz namına peynir ekmeğe yatmışlar da –fazla yemek yiyemediklerinden dolayı afiyetlerine hakim olan– fakırlerin haline imreniyorlar! Kimisini naz u naimin ifratı bi-tab düşürmüş; gitmesi gelmesi yatması kalkması bir sürü vesaitin hizmetiyle olduğu için vücudun en büyük en faideli riyazatlarından olan hareketten büsbütün kesilmiş; mafsallarda rüsublar husule gelmesi kanın damarlarda layıkıyla cevelan edememesi el ayak gibi merkez-i deverandan uzakta bulunan uzuvların nisabı kadar kan alamaması bünyenin kalın bir şahm tabakasına gömülmesi gibi arızalar sormaktan eczahaneleri boşaltmaktan ibaret. Servetinin kısm-ı a’zamı bu hastalıkların izalesine aid tedabire gidiyor. Maamafih müracaat ettiği bütün vesait-ı sıhhıyyeye rağmen mevcudiyetini sarmış olan alam u eskamdan bir türlü sıyrılamıyor. Ömrü daimi bir ihtiyat hayatı müebbed bir şikayet. En hafif bir şeyden fena halde müteessir havanın en ufak bir tebeddülünden son derecede müteezzi oluyor. Hararet burudet rutubet yübuset gibi tegayyürat-ı cevviyye; ruzgarın hareketi yahud sükunu gibi tebeddülat-ı hevaiyye bu zavallının mefasılında ahşasında a’sabında adalatında başka başka teesssürler uyandırıyor. Halbuki öbür tarafta kendi yağlarıyla ancak kavrulabilen fakırler maişetleri icabı her türlü şedaide mukavemet melekesini kazanmış oldukları için muhit-i haricinin bütün tekallübatına karşı duruyorlar. Naz u naim içinde yaşayan erbab-ı serveti bir yığın aldatıcı tedbirlere müracaat ıztırarında bırakan emraz u eskamın hemen hiç biri bunları işlerinden güçlerinden alıkoyamıyor. Gidiniz de her türlü esbab-ı istirahate gömülmüş bu zenginleri azıcık söyletiniz. Göreceksiniz ki: Basit bir maişet mukabil bütün ma-meleklerini fedaya bin can ile razıdırlar. O halde tabiidir ki bu tabakayı teşkil eden efradın nazarında saadet namını verdiğimiz mahiyet gun-a-gun alam ile muhat olan şu ni’metten ibaret değil; belki –yavan ekmek yiyip geceli gündüzlü çalışmak bahanesine mal olsa bile– ni’met-i sıhhatten ni’met-i afiyetten nasibe-dar olmaktır.” Matin Gazetesi’nin Teşrinisani tarihli nüshasında “ İslam ve Harb ” ünvanlı bir makale görüldü. Bu makalenin muharriri Fransızların umumiyetle alem-i İslam’a ve bilhassa Devlet-i Osmaniyye’ye aid şuuna karşı ne kadar cahil olduklarını; kendi milletlerinden maadası hakkında ne derecelerde hile ve hud’a ile hareket etmek fıtratında bulunduklarını tamamıyla gösterdikten maada Fransa hükumetinin alem-i İslam’a karşı ittihaz ettiği bu mecnunane siyasete son nefese kadar devam edeceğini sarahaten bildiriyor. Biz burada evvela halife-i müslimin ile alem-i İslam’a aid bir hakıkati şerh ettikten sonra mevzu’-ı bahsimiz olan makaleye rücu’ ile cihan-ı İslam hakkında ihtiva eylediği cehaleti tezviri beyan edeceğiz. Halife-i müsliminin dünyadaki vazifesi aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz’in min-tarafillah tebliğine me’mur bulundukları ahkam-ı celilenin ikamesinden ibarettir ki onlar da Zat-ı Bari’yi tevhid ile ubudiyetin ancak O’na hasr ve ukulün felsefe-i sahihaya i’lası ile beşeri mahlukattan herhangi birini ma’bud ittihazına sevk edecek her türlü felsefe-i kazibeden tathiri; ahlakın tehzibi; nüfus-ı natıkanın medaric-i şeref ve kemale is’adı; her türlü ahlak-ı safileden tenzihi; insaniyetin efrad arasındaki teavün ü irtibatı kemal-i safvet ü emniyyet ile te’min edecek bir surette terbiyesi; vesait-i servetin insaf kanaat sadakat kizb ü tama’dan mücanebet esasları üzerine mebni bulunan meşru’ tariklerle te’mini; adaletin tamamıyla ikamesi hak sahiblerine haklarının i’tası; büyük küçük akraba yabancı dost düşman seçilmeyerek zalimle mazlum arasında lazime-i adlin ifası; bütün ulum u fünunun te’min-i terakkısi; şuun-ı milletin kemal-i bütün vesaite müracaatle her türlü hadisata karşı hazır bulunulması; küre-i arzın her tarafındaki müslümanların her iki dünyadaki saadeti kafil olan rayet-i Muhammediyyenin zıll-i zalili altında cem’ u tevhidi; alem-i İslam ile samimiyet ve safvet dairesinde müttehid olmak isteyenlerle bu suretle hem müslümanlar hem müttefikleri için celb-i menafi’ ve def’-i mefasid esasları üzerinde teavün te’mini ve tarafeyn arasında insaf sadakat emanet şartlarına riayet edilmek üzere menafi’-i mütekabilenin Alem-i İslam’ın Halife’ye karşı olan vazifesine gelince efrad-ı müsliminden her ferdin Halife-i müşarun-ileyh tarafından yukarıda zikr eylediğimiz vezaif dairesinde olmak üzere ısdar olunacak bil-cümle evamir ve nevahiye şeklinde yazılmıştır. ve’s-selam Efendimiz’in min-kıbelillah tebliğ buyurduğu Şeriat-i Garra’nın mazmunundan Kitabullah’ın mazmunundan evamir ve nevahi-i ilahiyyenin mazmunundan başka bir şey değildir. Binaenaleyh bir ferd-i müslim Halife’ye itaat etmekle Allah’a Resulullah’a ve mü’minin arasından veliyyü’l-emr olan zata itaat etmiş olur ki kavl-i Sübhanisiyle işaret buyurulan veliyyü’l-emr odur. Hilafet için vücudu muktezi şartlar şunlardan ibarettir: Akıl Din-i İslam ile mütedeyyin olması Ümmeti Şeriat-i İslamiyye mucebince amele sevk etmesi ve hey’et-i umumiyyenin bir hey’et-i İslamiyye olabilmesi müslimini muhafazaya ve lede’l-hace müdafaaya herkesden ziyade muktedir olmasıdır ki bu şart en mühimmidir. beş köle bile olsa bey’at-i hilafete müstahık olur. Nitekim aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz buyurmuşlardır ki; “Size küçücük kafalı bir Habeş köle bile veliyyü’l-emr olsa sözlerini dinleyiniz ve itaat ediniz.” demektir. Şayet kendisine bey’at olunan zat şu saydığımız şeraiti nefsinde cem’ etmiş olan bir diğer zatı halife olmak üzere tavsiye ederse vasiyetini infaz ederek o zata bey’at vacib olur. İşte emr-i hilafet bu suretle müteselsilen devam eder gider. Meğer ki mesela ihtilal-i akli gibi yahud dinden çıkmak gibi bir mani’ zuhur ede. Hanedan-ı Al-i Osman içinde ilk padişah olan Sultan Osman saltanatını Din-i İslam esası üzerine kurmuş Kitabullah’ı muhafaza ve mucebince ameli şiar edinmişti. Bundan başka bir taraftan şeref-i İslam’ı i’laya diğer taraftan müteferrik bir halde bulunan müslümanları bir araya toplayarak Din-i Mübin’e eski mecd ü satvetini sulb-i tahirinden gelen evladı da aynı isr-i celile tebeiyet ederek nihayet nevbet-i saltanat Sultan Selim-i Evvel’e geldi. Abbasilerin son halifesi el-Mütevekkil Alallah kendisinin vezaif-i Hilafet’i edadan hususiyle o vezaifin en mühimmi bulunan hukuk-ı İslam’ı himayeden aczini anlamakla beraber Sultan Selim-i Evvel’in şerait-ı hilafeti tamamıyla nefsinde cem’ etmiş olduğunu görünce kendi uhdesindeki bu vazifeyi tıyb-i hatırla ona tevdi’ etti. Bundan maada nezdindeki Emanat-ı Nebeviyye’yi de Selim-i Evvel’e verdi. Vakıa hilafeti tevarüs için bu suret mecburiyet-i şer’iyye tahtında değildi. Ancak Selim-i Evvel vezaif-i hilafeti muhafazaya ehakk u elyak olduğu vasayet-i şer’iyye tarikıyle bu sülalede takarrur ederek Emiru’l-mü’minin Halife-i Resul-i Emin Sultan Mehmed Reşad Han hazretlerine kadar geldi. Cenab-ı Hak Halife-i müşarun-ileyh hazretlerini te’yid ve Şark’taki Garb’daki müslümanları rayet-i zafer altında cem’ u tevhid buyursun. İşte Hilafet-i İslamiyye’nin Hanedan-ı Al-i Osman’da takarruru bu teslim ve teselsül-i şer’i sebebiyle bir hükm-i şer’i mahiyetini iktisab etti. Binaenaleyh kim emr-i hilafette niza’ çıkarmak yahud hilafet iddiasında bulunmak isterse tarzındaki emr-i nebeviye imtisalen katl edilerek kelime-i İslam’ın teşettütüne meydan verilmemesi bütün alem-i İslam üzerine vacib olur. Kezalik Halife-i A’zam Gazi Mehmed Han-ı Hamis’in bütün evamir-i meşruasına kalben ve kalıben imtisal etmek nehy ettiği şeylerden mücanebette bulunmak amme-i müslimin üzerine vacibdir. Zira bila-istisna bütün cihan-ı İslam her asırda kalben kalıben bilcümle evamir ü nevahisinde halifelerine lunsunlar bu inkıyadı göstermek hususunda hiçbir laimin levminden tehaşi etmemişlerdir. Evet vakıa cemaat-i İslamiyyeden bazıları zalim müfteris düşmanların taht-ı tasallutlarında bulundukları böyle bir harekete zaten mecal vermiyor. Lakin şayed onların elinde vesait-i müdafaa namına bir şey bulunacak olsaydı kudretleri dahilinde bulunan her şeyi yapar ve bu hususda her türlü şedaidi iktiham ederlerdi. Nitekim Trablusgarb Muharebesi’ndeki vekayi’ bu sözlerimizin şahid-i adilidir. Evet o sırada Afgan’a Hind’e varıncaya kadar her taraftan mücahidler gelmiş dünyanın her tarafından ianeler gönderilmişti ki bu ianata iştirak edenler arasında her türlü kahr u tazyik altında yaşayan ufak ufak cemaatler de vardı. Pek cüz’i mikdarını serd etmiş olduğumuz şu hakıkatlerden maksad Merkez-i Hilafet’in kıymetiyle Gazi Mehmed Reşad Han hazretlerinin mevki’-i muazzamı hakkında kari’lere bir fikir vermektir. DIN VE DEVLET HİLAFET VE SALTANAT Vaktiyle Mısır’da İngilizler tarafından neşr olunan bir çok mecelleler var idi. Bunların ekserisi ahval ve mebahis-i müslümanları Makam-ı Hilafet’ten bütün bütün ayırmak suretiyle o makam-ı muazzamın kuvvetini kırmak İslam’ı zaafa düşürmek maksadını ta’kıb ediyorlardı. Şübhe yok ki bu emellerine nail olabilmek için daima suret-i haktan görünmek lazım idi. Vaktiyle onlardan biri “camia-i söylemişti: – “Camia-i İslamiyye”nin vücuda gelebilmesi din ile devleti hilafetle saltanatı birbirinden ayırmaya mütevakkıftır. Bunlar yekdiğerinden tefrik olunarak halife reis-i ruhani; sultan da reis-i siyasi olmalı artık din ile alakası kalmamalıdır… harrirlerinin de bu babdaki fikirlerini beyan etmelerini atılan bu fikir bazı kimselerin zihinlerinde yer tuttuğu cihetle biz evvela din devlet hilafet saltanat lafızlarının ma’nalarından başlayarak bilahare bu hususdaki fikrimizi söylemek istiyoruz. Din lügatte itaat ve inkıyad ma’nasınadır. Ulemayı kanun-ı mevzu’-ı ilahidir ki zevi’l-ukulü kendi ihtiyar ve felaha sevk eder; onları saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyelerine kavuşturur. Ulema-yı İslamiyyeye göre “din”in kavaid-i esasiyyesi üç şeyden ibarettir: Tashih-i akaid tasfiye-i ahlak tehzib-i a’mal. A’mal de iki kısım olup bir kısmı ibadat bir kısmı da muamelattır. Ahkam-ı kazaiyye ahkam-ı medeniyye ahkam-ı siyasiyye ahkam-ı harbiyye muamelat kısmında dahildir. Binaenaleyh ıstılah-ı İslamide “din” dünyevi ve uhrevi bütün ahkama şamil bir ma’nada müsta’meldir. Yoksa Avrupa ıstılahında olduğu gibi “din” ile “şeriat” başka başka ma’nalarda değildir. Ansiklopedi’de beyan olunduğuna göre Mesihilerce “din” şu suretle ta’rif olunuyor: “İnsanın Cenab-ı Hakk’a nisbetini hıfz eden yahud o nisbetin sıfatını beyan eden kavaninin hey’et-i mecmuasından ibarettir.” Görülüyor ki diyanet-i Nasraniyyenin umur-ı dünyeviyye ahkam-ı siyasiyye ile alakası yoktur. Zaten meşhurdur ki: Diyanet-i Nasraniyye müntesiblerinin herhangi bir hükumet ve saltanata kemal-i huzu’ ile ser-füru etmeleri üzerine mebnidir. Çünkü İncil’de müluk ve ümeranın hüküm ve saltanatı ancak ecsam-ı faniyye üzerine dinin saltanatı da yalnız ervah üzerine olduğu beyan ediliyor. Binaenaleyh umumiyetle bu din erbabınca herhangi bir saltanata boyun eğmek kendilerine hükm eden her şeriate münkad olmak vecibedendir. Fakat “Din-i İslam” böyle değildir; Din-i İslam saltanat ve kuvvet üzerine müesses ve şeriati ile bütün aleme hükm etmek esasına mübtenidir. Umumen beşeriyetin bu din ile mütedeyyin olmaması bu esas üzerine müesses olmasına mani’ değildir. Çünkü nev’-i insaninin kendiliğinden ümmet-i vahide haline gelebilmesine yol yoktur. Bu gaye ancak iki suretle te’min edilebilir ki o da: Vahdet-i i’tikad; bir de bütün beşeriyeti müsavi kılan vahdet-i hükm-i adildir. Binaenaleyh müslümanlara vacib olan: Kendi dinlerinde olmayan kimselerin hüküm ve nüfuzuna saltanat ve hükumetine ser-füru etmemektir. Ecnebi bir hükumet kadın erkek bütün müslümanların düşmanı ya def’ u tard etmeleri yahud en son neferleri mahv oluncaya kadar çarpışmaları vacib olur. Hatta müslümanların üzerine terettüb eden vecibe bu kadarla kalmaz; yeryüzünden şirk ve fitne zail olup da nas hak bir i’tikadın adil bir hükmün rabıtasıyla ümmet-i vahide halinde ictima’ edinceye kadar neşr-i din ref’-ı liva-yı saltanat için sa’y ü gayret etmek derecelerine kadar çıkar. Fakat İslam’ın bu hareketi hiçbir vakit bir tecavüz şeklinde değildir. Esasen Din-i İslam’da ikrah yani icbar memnu’dur. Devlet: Devlet kelimesi iki suretle isti’mal olunur. Bir kere bir memlekete hükm eden sülaleye ıtlak olunur. Mesela Emeviye Devleti Abbasiye Devleti Osmanlı Devleti Bir de hükumet ve saltanata ıtlak olunur. Mesela Fransa Devleti denilir de bununla Fransızların kaffe-i memalikine hükm eden hükumet-i hazırası murad olunur. Zaten hükumet lügat-i asliyyesinde “ha-ke-me”nin masdarıdır ve fasl-ı husumet ma’nasına tahakkümden bir isimdir. Örf ve ıstılahda ise saltanat ve o saltanata sahib olan ricalden ibarettir. Hilafet kelimesi Şer’-i İslami’de aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz tarafından umur-ı diniyye ve siyaset-i dünyeviyyeyi hars ve muhafaza hususunda Cenab-ı Peygamber’e niyabet ma’nasınadır. Binaenaleyh hilafet dini ve dünyevi iki riyaseti birden cami’dir. Umur-ı ammeyi halifeye tefviz etmek vacibdir. Ahkamın ma’mulün-bih olması için ya bizzat halifeden yahud vekillerinden sudur etmesi lazımdır. Ahkam-ı Sultaniyye’de beyan olunduğuna göre halife için lüzumu derkar olan umur-ı amme ondur. Tafsilat almak isteyenler oraya müracaat edebilirler. Saltanat sultan lafzından alınma bir kelimedir ki devlet yahud hükumet murad olunur. Devlet yahud hükumetin en büyük hakimine de sultan namı verilir. Gerek hulefa-i Emeviyye gerek Fatımiyye gerek Abbasiyyeden hiçbirisine sultan denilmemiştir. Bu lakab ancak Hilafet-i Abbasiyye’nin duçar-ı za’f olduğu zaman hadis olmuştur. Şöyle ki hilafet zaif düşerek etraftaki me’murlar halifelere karşı gelmeye kendi re’y-i müstebiddanelerine göre hareket etmeye başlayınca sırf kendi ihtira’ları olan bir takım elkab-ı mutantana ile azamet-furuşluk etmek istiyorlardı. Bu cihetle hilafet mühmel bir ünvan halini alarak artık hulefanın yalnız hutbelerde zikr olunmasından maada ne dünyevi ne uhrevi bir te’siri kalmıyordu. İşte etraftaki vali ve me’murların hulefaya karşı istiklal-karane takındıkları o mutantan elkabın biri de “sultan” lakabıdır. Hilafet-i Abbasiyye devrindeki müstakil ümeradan en evvel bu ünvanı takınan Mahmud bin Sebük Tekin el-Gaznevi’dir. Din devlet saltanat hilafet kelimelerine dair vermiş olduğumuz şu tafsilatı teemmül edenler nazarında Din-i ruhiyye esası üzerine mübteni olduğu pek vazıh bir surette tecelli eder. Halbuki diyanet-i Nasraniyye böyle değildir. ve dünyeviyyelerini rü’yet eden reisleridir. Meşru’ olan taatten huruc eden herhangi bir hükumet şeh-rah-ı İslam’dan ayırmaya kail olmak: Saltanat-ı İslamiyyenin kainattan kalkmasına hükm etmek Şeriat-i İslamiyye’yi fesh etmek müslümanların fasık zalim kafir namını verdikleri kimselere ser-füru etmelerini istemektir. Çünkü esas-ı din olan Kur’an-ı Kerim daima müslümanların kulaklarına daha doğrusu ruhlarına nida ediyor; Cenab-ı Hakk’ın gönderdiği şey ile hükm etmeyenlerin kafir zalim fasık olduğunu söylüyor: Bu cihet anlaşıldıktan sonra camia-i İslamiyye’nin te’yid ve takviyesi için dini devletten ayırmak saltanat lizlere karşı deriz ki: Eğer bu da’vanızı elfaz-ı mezkurenin bize göre olan ma’nasını bilmeyerek ileri sürüyorsanız… dan vazgeçiniz. Zira siz de biliyorsunuz ki İslam’ı Nasraniyet’e kıyas etmek kıyas-ı maa’l-farıktır. Çünkü saltanat-ı ruhiyyeyi saltanat-ı maddiyyeden ayırmak zaten Nasraniyet’in asl u esasıdır. Bu hususda nasara ile biz nakızın iki tarafında bulunuyoruz. Çünkü biz de onların bu babdaki mesleklerine süluk edecek olursak hiç şübhesiz dinimizin nısfını ki nısf-ı diğerin muhafız ve müdafi’idir terk etmiş oluruz. Yok yok… Bu türlü bir hareketle dinin hepsi de izmihlale ma’ruz kalır. Hiç şübhe etmeyiz ki: İslam’ın hayat ve bakası namına bizi da’vet ettiğiniz tarik camia-i İslamiyyenin teşettütü yor da bunu İslam’a iade-i hayat için tutulacak yegane tarik olarak bize gösteriyorsunuz? Nasıl oluyor da bizi bu girive-i dalale da’vet ediyorsunuz; bu en büyük amil-i felaket iken nasıl oluyor da saadet-i İslam’ın medarı olduğuna bizi ikna’ etmek istiyorsunuz?.. Yok eğer bu da’vanızı o kelimelerin bize göre ne ma’nada isti’mal olunduğunu yakınen bildiğiniz hakıkat-i hükm üzerine vakıf olduğunuz halde mahza bizi teşettüte düşürmek gafletimizden bil-istifade entrikanızı tedvir etmek için ileri sürüyorsanız… Emin olunuz ki bunda yanılıyorsunuz; çünkü bize tari olan zaaf ve cehalet bizi henüz o derekeye indirmemiştir. Ekseriya hristiyan muharrirlerin bu mevzu’ üzerinde “Müslümanlarla Mesihiler arasındaki taassubu izale ederek müsavat te’min etmek Şeriat-i İslamiyye’nin hüküm ve saltanatının zevaline vabestedir; ne zaman Şeriat-i İslamiyye’nin hüküm ve saltanatı zail olursa artık o zaman her iki millet vatanın i’la-yı şanı hususunda tarzda olarak kendi dinine hizmet eder; herkes kendi dininin ruhani kısmını terakkı ettirmeye çalışır. Bunda milletler beyninde tenafür ü tefahuru dai bir şey yoktur.” Biz bunların şu i’tikadlarındaki hatalarını kolayca gösterebiliriz: Şeriat-i İslamiyye’nin mebnası müslümanlarla milel-i saire beyninde ahkam ve hukukta müsavat ve adalet kaidesi üzerine kaimdir. İslam bunu halefen an-selef nakl edegeldiği şu cümle ile ifade etmiştir: Tarihin şehadetinden anlaşılıyor ki: Hükumet-i İslamiyyenin şu kaideye riayeti dine temessükünün derece-i kuvvet ve zaafına göredir. Dine temessükü kuvvetli olduğu zamanlar bu kaideye daha ziyade zaif olduğu zamanlar bilakis daha az riayet etmiştir. Hazret-i Ömer’in damad-ı peygamberi Hazret-i Ali si Hazret-i Ali’nin de halifenin kendisine ta’zimi müş’ir olan “Ya Ebe’l-Hasan” tarzındaki hitabını müsavatı muhil görerek intikad eylemesi ile el-yevm Avrupa’nın en medeni memleketlerinde evet hürriyet adalet müsavat kelimelerini ağızlarından düşürmeyen yerlerinde ecanib ve yerliler hakkında tatbik edilegelen muameleleri mukayese edenler müslümanların bidayet-i teşekkülleriyle Avrupa’nın münteha-yı medeniyyeti arasında olan fark-ı azimi yek nazarda anlamakta güçlük çekmeyecekleri şübhesizdir. Zaten Şeriat-i İslamiyye hadd-i zatında adildir; vatandaşları olan müslümanların o şeriatin semavi olduğuna i’tikad etmeleri Mesihilere zarar vermek şöyle dursun belki de bu i’tikad onların menfaatinedir. Mesihilere göre de şerayi’ beyninde fark yoktur; çünkü onların dinleri herhangi bir şeriatle hükm olunurlarsa ona ittiba’ etmelerini kendilerine vacib kılıyor. Saniyen: “Camia-i İslamiyye”yi ihyadan maksadımız olan terakkıyat-ı diniyye ve medeniyye şübhe yok ki tehzib-i ahlaka ve efradın birlikte yaşadıkları kimselere karşı üzerlerine terettüb eden hukuk ve vacibatı hakkıyla eda etmesine mütevakkıftır. Bu hiç kimsenin muhalefet etmeyeceği bir şeydir. Şurası kat’iyyen ma’lumdur ki: Müslümanlar şeriatlerinde mübeyyen ve usul-i dinlerinden me’huz olmayan hiçbir vacibe hiçbir hakka mu’tekıd değillerdir. Binaenaleyh din ile devlet yekdiğerinden ayrıldığı gibi devletin efrad-ı İslamiyyeye karşı teklif eylediği vacibat-ı hukukun hepsi müslümanların i’tikadına göre vacibü’l-ittiba’ olmayan bir takım ahkam kabilinden olur ki bu gibi ahkama karşı riayet zahiri bir harekettir. Halbuki ümmetin tehzibi tamam olabilmek için onu fenalıklardan men’ eden epey şeylere sevk eden kuvvetin ümmetin nefsinde sabit i’tikadında müstakar olması lazımdır. Şu halde Mesihilere karşı en hayırlı cihet müslümanların şeriat ve devletle hükm etmeleridir. Çünkü bu onlara karşı ihtiram sirren ve cehren onların hukukunu eda etmeyi müslümanlara vacib kılıyor. Diğer suretle hem Mesihiler mutazarrır olur hem de müslümanlar terakkıden mahrum kalırlar; belki de günden güne tedenni ederler. Nasıl ki bu bit-tecrübe ve bil-müşahede ma’lumdur. Tarih bize gösteriyor ki: Ümmet-i İslamiyyeye arız olan zaaf ve halel vezaif-i hilafeti ihmal ve onu hıraset-i din ve siyaset-i dünyayı muhafazadan ibaret olan ma’na-yı aslisinden çıkarmakla başlamıştır. Vakta ki hilafetin vezaifi ihmal olundu; hilafet ma’na-yı aslisinden çıkarıldı; hulefa bir takım esbab dolayısıyla şu iki vazifeyi edadan acz ü za’f gösterdiler; o zamandan i’tibaren ümera-yı siyaset gösterdikleri istibdad ile müluk ve selatin şeklini alarak hıraset-i din için –ara sıra mevki’-i leri ikame bid’atleri mahv edecek bir reis kalmadı. Bu suretle vahdet-i diniyyenin nesci parçalanıp camia-i İslamiyyenin rabıtası duçar-ı tefrika oldu. Müslümanları bugünkü halden kurtararak mecd-i sabıklarına i’la etmek için Makam-ı Hilafet’in azamet ve kudsiyetini tamamıyla muhafaza etmek ve müslümanları sirren ve cehren hilafete muti’ u münkad yek-pare bir kitle halinde bulundurmak lazımdır. Şu halde müslümanların kuvvet ve kudret sahibi olabilmeleri şöyle dursun belki onu takviye lazımdır. Halbuki din ile devlet yekdiğerinden ayrıldığı takdirde müslümanları Makam-ı Hilafet etrafında toplayacak bir vasıta kalmayacağı gibi o makamın vaz’ ettiği ahkam ile amele dai bir kuvve-i ma’neviyye de mevcud olamayacağından müslümanlar için gerek maddi gerek ma’nevi hiçbir terakkıye Halife-i müslimine karşı huruc eden sabık Mekke Emiri bagı Hüseyin’in bu sefil hareketi Hindistan’da duyulur duyulmaz her tarafta ictima’lar akd edildi; her yerde bu hadiseyi tel’in için nutuklar hutbeler irad olundu. Bir kere matbuat-ı İslamiyye Hüseyin’in böyle bir zamanda Halife-i müslimine karşı isyan eylemesini cihan-ı İslam’ın kalbine tevcih edilmiş bir hançer olmak üzere telakkı etti; sonra bil-umum Hind İttihad-ı İslam Cem’iyeti şu’beleri birleşerek bu harekete karşı durulmasını tarafdarlarına temelinden sarsacak olan bu isyanı te’yid edebilecek her türlü müzaheretten imtina’ etmesi için hükumete müracaatta bulunulmasını taht-ı karara aldı. çıkan nüshasında şu sözleri söylüyor: “Her ne kadar Hindistan’daki İngiliz gazeteleriyle bazı mecusi matbuatı Hicaz’daki kıyamı Hind müslümanlarının menafii nokta-i nazarından hayırlı bir iş suretinde telakkı ediyorlarsa da bu isyan Hindlilerce umumi bir hüsn-i kabule mazhar olamadı. Zira görüyoruz ki: Hind müslümanları bu kıyama asla tarafdar olmadıktan başka cem’iyetler akd ederek İttihad-ı İslam şu’belerini birleştirerek bir ağızdan Şerif Hüseyin’in yaptığı işleri pek ağır bir lisanla takbih ediyorlar; onun böyle bir zamanda kıyamına şeriatin alt-üst edecek bir hıyanet bir küfür nazarıyla bakıyorlar. Biz efkar-ı umumiyyeyi bu merkezde bulduğumuz mes’elenin de müslümanlarca ehemmiyet-i azimesini bildiğimiz için şu satırları yazıyoruz. Yoksa doğrudan doğruya alem-i İslam’a aid bulunan ve yalnız müslümanlar tarafından halli icab eden bu mes’eleye müdahale salahiyetini haiz değiliz. İngiliz menafii öyle icab eder ki: Emakin-i mukaddese-i İslamiyye müslümanların hakimiyeti altında kalmak ve tebea-i İslamiyye kemal-i sühuletle cem’ edebilinmek için hükumetimiz tarafından muzaherette bulunulsun. İşte hükumetin vazifesi bundan sire muhtac değildir. Zira hadise-i ma’lumeye karşı Hind müslümanlarının el birliğiyle kıyamı üzerine bu gazetenin de İngiltere efkar-ı umumiyyesini uyandırmak için hakıkat-i halden velev bir nebze olsun bahs etmek mecburiyetini gördüğü ilk nazarda anlaşılıyor. gazetesi Hicaz isyanında Mısır hükumetiyle birlikte hareket eden Hind hükumetinin mürevvic-i siyaseti olduğu kuşkulandı. Hind İttihad-ı İslam Cem’iyeti şuabatıyla bütün diğer mehafil ve cem’iyat-ı İslamiyyenin fukahanın ulemanın müslüman efkar-ı umumiyyesini temsil edemeyeceğini nun sahte olduğunu ileri sürdü. Şerif Hüseyin’i hilafete dine devlete karşı hurucundan dolayı takbih edenlerin katline fetva verenlerin aleyhine yürüdü. Bunun üzerine Times of India gazetesinin Ağustos tarihli nüshasında Hind kibarlarından biri şu tarzda mukabele etti: “Şerif-i Mekke’nin Devlet-i Osmaniyye aleyhine kıyamı hakkındaki havadisin intişarından beri hayli zaman geçti. Biz o aralık asilerin Medine’yi muhasaraya aldıklarını yolda tesadüf ettikleri maniaları devirip yürüdüklerini binaenaleyh hadisenin Osmanlılar için pek vahim olduğunu işitmiştik. Lakin aradan bu kadar müddet geçtiği halde yeni bir şey duymadık. Acaba muharrir cenabları el-yevm Hicaz’da deveran eden ahvalin hakıkatinden bizi haberdar ederler mi? Neşriyat-ı vakıanızdan olduğunuz anlaşılıyor. Zira o da cem’iyat-ı İslamiyyenin hususiyle Hind İttihad-ı İslam Cem’iyeti’nin Hindistan’daki efkar-ı İslamiyyeyi temsil edemeyeceğini iddia eylemişti. Eğer bu da’va haklı ise efkar-ı İslamiyyeyi kim temsil edecek? Yoksa İstitisman gazetesi mi! Efrad-ı ümmet tarafından müntehab ve suret-i resmiyyede mu’temed bulunan bu cem’iyetler Hind efkar-ı İslamiyyesini temsil edemez iddiasında bulunmak aynıyla haiz değildir demek gibi bir şeydir. Ben efkar-ı umumiyyenin ne olduğunu öğrenmek istemem. Benim o makaleyi yazan muharrirlerle emsalinden istediğim bir şey varsa bu gibi cem’iyat-ı resmiyyeyi tanımadıkları halde acaba efkar-ı umumiyye namına ortaya attıkları sözleri nereden ve ne suretle alıyorlar bunu bize öğretmelerinden bere müslüman efkar-ı umumiyyesinin tamamıyla mümessilidir; şayed İstitisman gazetesi bunun aksini iddia edecek olursa büyük bir cinayet irtikab etmiş olur. Şimdi bir de hükumet-i Osmaniyye’nin i’lan-ı harbi esnasında müslümanların ileri gelenleri tarafından serd olunan efkar üzerine nazar-ı dikkatinizi celb etmek isterim. Bunlar dünyadaki müslümanların kaffesini birbirine rabt eden rabıtanın hangi kuvvetle olursa olsun sarsılması muhal olduğunu o esnada sarahaten bildirmemişler miydi? Kendilerinin gayret-i diniyye hususunda en umur-ı diniyyelerine velev hayali olsun hiçbir kuvvetin hiçbir müdahalenin tahakkümünü kabul etmeyeceklerini söylememişler miydi? Ey muharrirler! Ben gerek size gerek diğer bütün gayr-i müslimlere sırf İslami olan bu gibi mes’elelere karışmamanızı ileri süreceğiniz bir takım muzır mülahazalarla müslümanların hissiyatını cerihadar etmemenizi tasviye ederim.” dığı şu fıkralar Hind efkar-ı İslamiyyesinin Şerif Hüseyin tarafından ika’ olunan bu cinayeti ne suretle telakkı ettiklerini açıktan açığa gösteriyor. Şayan-ı hayrettir ki Avrupa memalikine benzemek heves ve temayülünde bulunan bazı İslam memleketleri şeriat-ı mutahharanın esrarından gafil bulunuyorlar da mehakim ve divanlarını tanzim etmek istedikleri zaman mensub bulundukları şeriatın ta’yin ve kabul etmiş olduğu tarz ve nizamı nazar-ı dikkate almayarak Avrupa’da gördükleri usul ve adatı düstur ittihaz etmek hatasını ümeranın namlarıyla tevşih ettikleri gibi kavanin-i esasiyye vaz’ etmek icab ederse gayrimüslimlerin ef’al ve harekatını takliden müluk ve ümerayı mertebe-i beşeriyyetin fevkine çıkarıyorlar; ahkam-ı cinaiyyede bunları reaya seviyesine indirmemekle beraber mesail-i medeniyyede a’yan hakkında ikame-i da’va edebilmek salahiyetini halktan nez’e kıyam ediyorlar. Bu tarz-ı hareket ise bütün ma’nasıyla dinin telkın etmekte olduğu levazim-i adl ü müsavatı pamal Kur’an -ı Hakim’in ta’yin etmiş olduğu şehrah-ı istikametten inhiraf etmekten başka hiçbir mahiyeti mutazammın değildir. Kur’an’ın ihtiva ettiği kavanin-i siyasiyyenin maksad-ı vaz’ı kavanin-i mebhuseyi düstur-ı amel ittihaz edenlerin saadet ve felah-ı maddiyye ve ma’neviyyelerini te’minden bih veya muzır olan şeylerden tehaşi lüzumunu evamir-i sariha ile kullarına beyan etmiş ezman ve emkinenin bab-ı ictihadın icabat-ı hal ve zamana muvafık ahkam istinbat edebilmelerini kafil kavaid-i külliyye vaz’ ve takrir eylemiştir. Bir mes’elenin tehalüf-i zaman ve mekan ile nef’ u zarar i’tibarıyla tebdil-i mahiyyet edebileceğini nazar-ı dikkate alarak akvam u ümemin şuun-ı ictimaiyyelerinin salah ve intizama doğru muttarid bir istikamet ta’kıb edebilmesi için Kur’an bu gibi mesail üzerine terettüb edecek ahkamda zaman ve mekan icabatının nazar-ı dikkate alınmasını bir zaruret şeklinde kabul etmektedir. ahkamının kısm-ı a’zamı ısdar ve infazında ahlak adat ve meratib-i ictimaiyye gibi müessiratın nazar-ı mülahazaya alınmasını mütehattim kıldığı şeylerden ibarettir. Kur’an-ı Kerim ve saire gibi kaffe-i akvam-ı aleme rehber-i ma’delet meziyetini haiz olduğunu müsbit ve müeyyid olan bir takım ayat ile ahkam-ı lü’l-me’haz olmaları esasını kabul etmiş ve vaz’ ettiği bu gibi kavaid-i umumiyye ve şerait-i esasiyye ile turuk-ı kamın hudud-ı asliyyesini vazıhan göstermiştir. miş olduğu şu hadis de bu ifadatı te’yid edecek delaildendir: Hazret-i Faruk bir kadıya kim olduğunu sorarak Dımaşk kadısı olduğu cevabını alır. Haiz olduğu vazife-i kazayı ne yolda ifa etmekte olduğunu istizah eder. Kadı: Kitabu’llah mucebince mukabelesinde bulunur. Başmuharrir “Kitabu’llah’da olmayan bir mes’ele muvacehesinde bulunursan ne yaparsın? der. Kadı sünnet-i Resulullah tesadüf edemezsen?” istizahı üzerine “Re’yimle ictihad ve arkadaşlarımın re’yine müracaat ederim.” cevabını verir. Kezalik Emirü’l-mü’minin Ömer ibnü’l-Hattab’ın Kadı Şüreyh’e yazmış olduğu şu tahrirat meali de bahsin mahiyetini tenvir eder: “ Kitabu’llah’da hakkında hüküm mevcud olan bir iş gelirse onun hükmüne tevfikan hüküm ver ve halkın bu babda dermiyan edecekleri efkar ve mütalaat hükm-i Kur’an’a imtisaline mani’ olmasın. Kitabu’llah’da mevcud olmayan bir hadise muvacehesinde bulunursan sünnet-i Resul’e müracaat ederek onunla fasl-ı husumet et. Ne Kitabu’llah’da ne de sünnet-i Resul’de medar-ı tatbik olacak bir hükme za[fe]ryab olamadığın bir mes’ele karşısında kalırsan aynı mes’ele hakkında müslümanların fikren müttefik bulundukları suret-i hall ü tesviyeyi kabul et.” Bu mehasin-i ictimaiyye ahd-i Risalet-penahide Arablar arasında vücudu olan şeylerden olsaydı yahud Fars ve Rum memalik-i cesimesinde tatbik edilegelmekde olan kavanin-i medeniyyenin dehşet-res-i efkar olan bu nizam-ı bedi’ ile temas eder cihetleri bulunsa biyy-i ümmi olduğu hakıkatine karşı iğmaz-ı ayn ederek kavanin-i şer’iyyenin vaz’ ve takriri hususunda onun Şam sefer-i yeganesinden iktibas-ı feyz etmiş olduğunu yi cenab-ı Resul’ün o mevhum şahs-ı Rumiden ahz ü telakkı etmiş olduğunu zannedebilmek hususunda vicdanlarımıza galebe etmeye çalışır idik. Fakat biz şurada o vakitler şark ve garb aleminde ahkam ve muamelat-ı hukukıyyenin tarz-ı cereyanına dair bir nebze ma’lumat verdikten sonra küffarın Resul-i aleyhisselama karşı olan mugalatakarane müddeayatı Kur’an -ı Hakim’in ihtiva ettiği ahkam-ı adilenin me’hazlarına aid zann u zehabları hakkında hüküm vermeyi kariinin vicdanlarına terk ve tefviz edeceğiz. Ahd-i nübüvvette diyar-ı Fars’da ahkam tamamıyla ekasire ile kahinlerin ve arazi üzerinde hakk-ı tasarrufu haiz bulunan müteneffizan ile dihkanların ellerinde bulunuyor binaenaleyh zuafa ve avam üzerinde yalnız bunların hüküm ve nüfuzu cari oluyor idi. Bilhassa zürra’ ve fellahin sınıfı sakin bulundukları arazi ile onun dahilindeki hayvanat üzerinde cari bulunan ahkam-ı hukukıyyeye tabi’ olup hukuk i’tibarıyla hiçbir imtiyazları yoktu. Roma memalikinde de emir ve nehiy nüfuz ve kudret tamamıyla rüesa-yı ruhaniyye ve eşraf ile kayasıranın erkan ve maiyyetine inhisar etmişti. Bir takım müteneffizanın şövalyelerin hükümran oldukları sair barbar memalikinde ise sınıf-ı avam emtia ve hayvanat gibi elden ele tedavüle mahkum bir alay kul köle yahud bu zümreden yalnız satılıp alınamamakla temayüz edebilen birer hizmetkar idiler. Bu memalikte çiftçi sınıfı da umumiyetle bu tabakaya aid bir kitle teşkil ediyorlar idi. Maamafih sınıf-ı avam herhangi kısma aid olursa olsun mensub oldukları sadat ve küberaya ni boyunlarından atıp da diğer bir efendiye akd-i rabıta hakkından mahrum bulunmak hususunda hemhal idiler. Hele bu biçarelerin çektikleri işkencelerin gördükleri mezalim ve i’tisafatın enva’ ve mahiyatı hakkında bir fikir edinebilmek için tarih-i umumi sahifelerine müracaat edilmek icab eder. Vakıa bir kısım barbar memalikinde etbaa efendilerini bırakıp da diğerleriyle peyda-yı irtibat hakkı bahş edilmişti. Fakat bu da mutlak olmayıp ilk efendilerine fidye-i necat tarzında bir mikdar mal vermekle meşrut bulunuyor[d]u. Etba’ bir mal edinmek istedikleri zaman onun bir kısımını efendilerine vermek mecburiyetinde bulunuyorlar hükumete gayet fahiş bir vergi vermedikçe arazi ve akar üzerindeki hakk-ı verasetlerinden müstefid olamıyorlar idi. Onlar için buğdaylarını öğütmek ekmek yapabilmek mutlaka bunların bir kısmını efendilerine takdim ve ithaf etmeye vabeste idi. Bu zavallılar mezruatı hasad ettikleri zaman kilise için mahsulatın öşrünü hükumet için yirmide birini sair alakadarana da ala-meratibihim hisse-i musibelerini tefrik etmedikçe o mahsulattan istifade hakkını haiz değiller rılamamak efendisi çağırınca derhal lebbeyk-han olmak ve bütün amal ü metalibini infaza amade bulunmak düğün dernek yaptıkça hedaya-yı fahire takdimiyle te’yid-i rabıtaya çalışmak bu gibiler için vezaif-i nisbet ve tabiiyyetin en basit icabatından idi. Bunlardan herhangi birinin teehhül edecek olan kızını tesadüfen kendisi rüesa-yı Mesihiyyeden de olsa zifafı icra olunmazdan evvel efendisinin halvetine zevk u sefahetine sevk ve idhal etmesi bir an’ane hükmünde bulunuyordu. şahsiyye ve hukuk-ı medeniyye namına müstefid olabildikleri şeyler kısmen bu gibi şeylerden ibaret olup sınıf-ı abidi teşkil edenlerin şerait-ı hayat ve maişetleri i’tibarıyla ne elim bir dereke-i zillet ve sefalette bulunduklarının tasvir ü beyanı ise imkan haricindedir. KADI’NIN İFTASI Emr-i ifta mansıb-ı kaza gibi emr-i sultaniye merbut değildir. Emr-i ifta bir fakıh için teayyün edince fakıh kadı olsun kadı olmasın onun ifta etmesi caiz hatta vacib olur. Bu babda kadı olan ile kadı olmayan arasında hiçbir fark yoktur. Selef zamanında böyle idi halef zamanı da böyle geçti. Kadı’nın gerek taht-ı kazaya dahil olsun gerek taht-ı kazaya dahil olmasın her mes’ele hakkında fetva vermesi caizdir bunda asla ihtilaf yoktur. Cumhur-ı fukahaya ve cahilin kazasını tecviz etmeyenlere göre: Taht-ı kazaya dahil olan mesailde de kadı’nın iftası bila-kerahetin caizdir. Çünkü emr-i fetva mansıb-ı kaza zımnında dahildir. Kadı hem ifta eder hem ifta ettiği şeyi infaz eder. Bazıları yalnız hasımlardan birine husumet ettikleri şeyde kadı’nın iftasını mekruh görüyor. Buna iki sebeb gösteriyor: Hasım kadı’nın re’yine fetvasına vakıf olur Kadı’nın fetvası hasmın aleyhine bir hüküm olacağından vakt-i muhakemede nakzı caiz olmaz. Halbuki vakt-i muhakemede kadı’nın ictihadı tegayyür edebileceği karinelerin kazası zamanında zahir olabileceği cihetle kadı fetvasında ısrar edip fetvası mucebiyle hükmederse sıhhatini i’tikad etmediği bir şeyin hilafıyla hükmetmiş olur; bilakis fetvasına muhalif olarak hükmederse hasım “İfta ettiği şeye muhalif olarak hükmediyor.” diye kadıyı teşni’a başlar ithama kalkışır; nasın söylenmesine meydan verir. Bundan naşi Kadı Şüreyh kendisinden hapis mes’elesi sorulduğu zaman “Ben kadıyım müftü değilim.” cevabını vermiş idi. Fakat husumet munkazi olduktan sonra bu sebebler bakı kalmayacağından kadı mesail-i kazada da velev meclis-i kazada olsun bila-kerahetin müştür. Bazıları yalnız meclis-i kazada kadı’nın iftasını mekruh görüyor. Meclis-i kazanın haricinde ibadat olsun muamelat olsun ukubat olsun iftasını bila-kerahetin caiz görüyor. Buna şöyle bir illet beyan ediyor: Emr-i ifta ve emr-i kazanın her ikisi de mühimdir. Her ikisi de vazife-i diniyyedir böyle mühim olan ifta ile kaza bir meclisde cem’ olunursa bunda halel arız olmak havfı vardır. Binaenaleyh kadı’nın meclis-i kaza haricinde ifta etmesi lazım gelir. Bazıları alelıtlak muamelatta ukubatta kadı’nın iftasını mekruh görüyor. Bu iki kavil merduddur. Nitekim Hülasa ve Mebsut’ta böylece beyan olunmuştur. Çünkü hem imam-ı a’zam hem kadi-ı ahkem hem müfti-i a’lem olan Nebiyy-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri hem ifta hem kaza eder idi. Sünnet-i seniyyesine kaza ederler idi. Binaenaleyh aynı zatta ifta ve kazanın cem’i sünnet-i seniyye ve sünnet-i Hulefa-i Raşidin ile sabittir. Gerek Nebiyy-i muhterem gerek Hulefa-i müşarun-ileyhim meclis-i kazada ve meclis-i kazanın haricinde bila-istisna her kısmında ifta ederler idi. Kadı fetvaya ehil olunca muamelat ve ukubatta da meclis-i kazada da ifta edebilir. Bunda asla kerahet yoktur. Şayed kadı hasmın sözünden hasmın telbisinden havf ederse husumet ettikleri şey hakkında ifta etmez. Husumet geçtikten sonra istediği gibi ifta eder. Eğer hasmın sözlerine kulak asmazsa telbisatına ehemmiyet vermezse husumet ettikleri şey hakkında da ifta edebilir. Mebsut’ta beyan olunduğuna göre a’delü’l-kuzat olan aleyhissalatü vesselam Efendimize bile telbisatta bulunan olduğu gibi Sahih’de varid olduğu vechile diyen bile bulunmuş ci fetvasıyla hükmeder. Hatta kadı aynı hadise hakkında fetvalarına göre iki muhtelif kazada bile bulunabilir. Kaza-i evveli nakz etmez. Faruk-ı a’zam radıyallahü anh aynı hadise hakkında iki muhtelif kazada bulunmuş idi. Tabiinin allamesi İmam-ı A’zam Ebu Hanife’nin en büyük üstazı bulunan Ebu Amir Şa’bi “Hazret-i Ömer elFaruk’dan had hakkında yetmiş kaza hıfz ettim bunların hiçbiri diğerine benzemiyor.” demiştir. Nebiyy-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bile kable’l-vahy bir kazada bulunmuş sonra vahy-i ilahi kazasına muhalif olarak nazil olmuş lakin kaza-i evvelini nakz etmemiş idi. Kadıda fetva ile kazanın ictimaı o kadar şayi’dir ki kütüb-i fıkhiyyemizde “Bir kimse hasm-ı hazırı aleyhinde da’va-yı sahihde bulunmazsa kadı’nın kavli fetvadır kaza değildir. Çünkü kazada hadise ve husumet şarttır.” Kezalik “Emr-i kadı bazen kaza bazen fetvadır. Mesela müddea-aleyhin hapsini emretmesi kaza fukara vakfından vakıfın fakır bir karibine şu mikdarın sarfını emretmesi fetvadır.” denmiştir. Kadı’nın fetvası kaza değil fetvadır. Binaenaleyh diğer bir kadı onun fetvasına muhalif bir şey ile hükmederse eder. Keza kadı’nın fetvası kaza gibi hüküm gibi de değildir. Buna mebni kadı lehlerine hükmetmesi caiz olana da aleyhlerine hükmetmesi caiz olana da hazır olana da gaib olana da fetva verebilir. Mesela oğlunun lehine babasının lehine zevcesinin lehine müste’cirinin lehine gaib olana hükmedemediği halde bunların lehlerine fetva verebilir. Müftünün fetvasına muhtac olan kadı fetva veremeyecek olan yani fakıh olmayan kadıdır kadi-i fakıh kendisi ifta eder. Hatta İmam Muhammed’e ve ona ittiba’ eden fukaha-i Hanefiyyeye İmam Malik ve Şafii ve Ahmed’e göre fetva veremeyecek olan kimsenin esasen kadı olması yani cahilin kadı bulunması caiz değildir. Bunlara göre emr-i kaza kazaya kudreti müstelzimdir. Halbuki ilmin ötesinde bir kudret yoktur. Fakat eimme-i Hanefiyyece muhtar olan mezhebe göre fetva veremeyecek olan bir kadı’nın bi’z-zarure müftünün fetvasıyla kaza etmesi caizdir. Şu kadar ki kadı’nın fakıh olması evla ve müstahsendir. Çünkü kazadan maksud olan şey müstahık olan kimseye hakkını isal etmektir bu ise müftünün fetvasıyla hasıl olur. Kadı sahib-i re’y ise fakıh re’y değil ise fakıh değil ise bi’z-zarure müftüden istifta eder onun fetvasıyla hükmeyler. Eimme-i Hanefiyyece muhtar olan mezhebe göre kadıların nedretine mebni muamelat-ı nas muattal olmamak için fakıh olmayanın da kazası caiz olabileceğinden bu misillü zevatta naçar fetva ile kaza ictima’ edemez. Fakat fakıh olan kadılar da; İmam Muhammed ve Malik ve Şafii ve Ahmed’e göre ifta edemeyen zaten kadı olamayacağından kaffe-i kuzatta emr-i ifta ile emr-i kaza ictima’ eder. Bunun aksi şimdiye kadar fukaha-yı İslamiyyenin hiçbiri tarafından “Biz ne kadar reis-i hükumetler ne kadar nazırlar biliyoruz ki istirahat-i mutlakadan yorgun bir hale gelmişler; naz ü naimin ifratı yüzünden rehavete düşmüşler de riyazat-ı bedeniyye maksadıyla ikametgahlarında demircilik marangozluk ressamlık bahçıvanlık gibi sanayi’le iştigal ediyorlar. Bunlar bu suretle evvela atalet dairesinden kurtulmak istiyorlar ki beşeriyetin cevelan edebileceği en dar bir daire varsa o da budur; saniyen a’za-yı bedeniyyelerini harekete faaliyete getirerek vücudlarını emraz-ı mafsaliyye emraz-ı adaliyye gibi atalet-i kamile içinde yaşamaktan tevellüd edecek arızalara karşı müdafaa etmiş oluyorlar. Benim bir erkek kardeşim vardı. Hiç beklemediği bir zamanda ummadığı bir yerden eline servet geçti. Halbuki evvelce zaruret içinde yaşar kemal-i azm ile geceli gündüzlü çalışırdı. Zengin olur olmaz tavrı değişti; naimin ezvakın sefahetin israfın her türlüsünü tecrübe etmeye mahrumiyeti eyyamında rü’yalarına giren bütün lezaizin arkasından koşmaya başladı. Etrafını da insanın ancak bezl ü israf zamanlarında yanına sokulan bir sürü hepsini cem’ etti. Lakin aradan çok zaman geçmeden rehavet-i mutlakanın refahın tevlid edeceği emraz ve eskamı kendisinde hissetmeye başladı. Hatta çok vakitler yanıma gelir de bu atıl yaşayıştan boyuna şikayetler ederdi; kendisini kötürümlere benzeten refah servet zencirlerini kırmak isterdi. Şimdi gitsek de kardeşimin halindeki bir adama saadetin ne olduğunu sorsak acaba ne der? “Saadet hayatın lezaizinden ezvakından ibarettir; yahud sa’ye amele iftikarı olmayan asude bir maişettir.” cevabını mı verir? Eğer saadet denilen mahiyet bunların biri olaydı ömürlerini istirahat-i mutlaka içinde zevk u safa içinde geçiren zenginleri can sıkıntılarından azade hallerinden hoşnud bahtiyar olduklarına kail görmemiz icab ederdi. Bununla beraber gerek saadetle rahatın gerek mukabillerinin ma’na-yı hakıkısini anlamaktaki hata halkın avam tabakasına mahsus değildir. Evet bizler mesela kanun vaz’ eden havassı da görüyoruz ki bunlar ruh-ı beşerin esrarını bileceklerdi; ma’rifetü’n-nefs ilminin bütün inceliklerini ihata etmiş bulunacaklardı da o ruhun elem yahud zevk duyacağı şeyleri kestirerek ahkam-ı cezaiyye mevaddını ona göre tedvin edeceklerdi; ta ki o hükümler o cezalar insanları nefs-i emmarelerine ram olmaktan alıkoyabilsin; temayülat-ı fasidelerini salaha getirecek ahlak-ı safilelerini tehzib edecek gayelerden mahrum bulunmasın. İşte bizler bu kanun vazı’larını görüyoruz ki: Cünha ile mahkum olanları hafif ceza olmak üzere yalnız hapse atıyorlar yani mahbesde çalıştırmıyorlar da cinayetle mahkum olanları ukubet-i şedide namıyla bir de mevkufiyetleri müddetince iş görmeye çalışmak mecburiyetinden azade bulunan mahbusiyeti ufak tefek kabahatlerle müttehem eşhasa verilecek hafif bir ceza telakkı ediyorlar. Şayed bu müşerri’ler mahbeslerdeki atalet-i mutlakanın acılıklarını tatmış yahud mevkufinin hayatını yakından tedkık edenlere sormuş bulunaydılar kendilerinin bu işte büsbütün ma’kus düşündüklerini anlarlardı da bir mahkumun çalıştırılmayıp hapsiyle iktifa edilmesi erbab-ı cinayete verilmek lazım gelen ağır cezalardandır re’yini verirlerdi. Görüyorum ki: Bu mevzu’ üzerine biraz fazla söyledim; bahisten bahse geçmek istitradlar açmak hususunda ileri gittim. Maamafih sözü uzatmaktan maksadım size yalnız şunu anlatmaktı ki: Saadetle zıddı olan haybet ne istirahate ne servete ne riyasete ne mansıba ne naz ü naime tevakkuf eder bir şey değildir. Binaenaleyh memleketlerimizi dolaşan züvvar için sokakların caddelerin bahçelerin parkların baloların tiyatroların ebediyen çalkanıp durduğu bu ümmetleri saadet içinde yüzüyor huzur ve naim içinde geziyor telakkı etmek hayale kapılmaktır vehme vücud vermektir. Heyhat! O zevahirin altında ne elemler ne fecialar saklı duruyor! O maişet kimse için kabil olamıyor! Sizler zannediyorsunuz ki: Kadının hürriyet-i mutlakası; ması; zevkini okşayan mecalisin mehafilin kaffesine dalıp çıkması; evinde mahremlerinden biri bulunmasa bile kapısını çalan kadın erkek her türlü züvvarı karşılaması; ticarette san’atta ağır işlerde erkekle rekabete kalkışması; riyaset-i hükumeti meb’usluğu şehreminliğini nezaretleri erkeklerin elinden almak için rical-i siyasetle mücadeleye atılması … Evet bunların hepsi milletlerin levazim-i terakkısinden esbab-ı azamet ü saadetindendir! Bir de sözlerinizden şunu anlıyorum ki: Sizler kadının serbest olup evlenmezden evvel erkeklerle muaşerette bulunması bizim saadet-i beytiyyemizin esasıdır hayat-ı ailiyyemizdeki intizamın medarıdır; i’tikadındasınız. Zannederim ki bu fikriniz bizlerdeki izdivaca tekaddüm eden nişanlılık hayatını iki gencin birbirini tamamıyla tanımasını hakkıyla öğrenmesini kafil tahayyül etmenizden ileri geliyor. Bana kalırsa hakaikı menabiinden almak söylenilen sına i’timad etmemek sizin için en hayırlı bir iştir. Müsaadenizle size bizlerce mücerreb olan bazı hakıkatlerden bahsedeyim. Kainat-ı zi-hayatı vücuda getiren bütün mahlukatın erkekleriyle dişileri arasındaki fıtri temayül herkesce ma’lumdur. Onun için efradından bir kısmı diğeri üzerinde te’sir icra etmeksizin bu iki cinsin ihtilatı mümkün olabilir demek abestir. Zira ruhların o kadar esrarı vardır ki şerhi ihatası gayr-i kabildir. Göz göze değdiği gibi sahiblerinin ruhunda ülfet yahud nefret hisleri sereyana başlar. Maamafih ani olarak zuhura gelen bu halat-ı garibenin neş’et eylediği ilel-i nefsiyye ve inkılabat-ı ruhiyyeyi teşrihe sadedimizin havsalası müsaid değildir. Biz Garblılar ki erkek kadın bir araya geliriz; acaba kendinde görebilir mi? Yahud maddiyatının esiri ma’neviyatının meshuru olduğu bir mahluka merbutiyetinden kalbini men’ edebilir mi? Bizde kızlar ber-mu’tad ömürlerinin on ikinci senesinden başlarlar. İşte mürahık bulundukları devreyi bu suretle geçirip on yedi yaşına doğru gelirler ki gençliğin galeyana geldiği bu çağda nefsin arzularına münkad olmamak hayli müşkildir. Hekimlerin felsefesi vaizlerin nasihati bu devirde pek o kadar müessir olamaz. Bizde kız muhtelif meclislere girer; her birinin mevahib-i fıtriyyesi evsafı hasaisi diğerine benzemeyen türlü türlü delikanlılarla muaşerette bulunur. Sonra bu kız kendisinin güzeli beğenmek çirkinden iğrenmek cibilletiyle meftur olduğunu görür. Aradan çok geçmez bakar ki: Endamının kemali bıyıklarının i’tidali sebebiyle Zeyd’e içi titriyor. Daha sonra görür ki: Mükalemesindeki tatlılık mülatafesindeki incelik harekatındaki şuhluk dolayısıyla Amr’a gönlü yatıyor. Bir müddet geçince anlar ki: Cemalini cazibeli vicdanını saf ruhunu hafif bulduğu sonra hisseder ki: Müdhiş serveti müfrit sehavetiyle beraber pek vefalı olmasına dayanamayarak Halid’i seviyor. Lakin Halid için yanıp yakılırken farkına varır ki: Yanına sokulup garam neşideleri okuyan cemalindeki ab u tabı ıtra ede ede meleklerin fevkıne çıkaran Bekir’i daha şayan-ı muhabbet buluyor. baziçe olur; yıllarca birbirine zıd müessiratın emvacı arasında çalkanır durur. Hem öyle bir halde ki: İradesi elinden gitmiş; azmine hakim değil; fikri kararsızlık kalbi halecanlar içinde; nazarı isabetten mahrum. Şimdi bu kadar müdhiş avamilin te’sir-i kahiri altında kalmış aciz bir mahluk için sağlam bir mantığın yanılmaz bir basiretin hükmüne rücu’ ederek gözünün önündeki menazıra yahud konuştuğu gençlere karşı durabilmek imkanı acaba mutasavver midir? Heyhat! Bu kızcağızın ruhu için ne kendisine mülayim gelen ruhların karşısında müteessir olmamak mümkündür; ne de sevdanın tahakküm-i kahharına galebe çalarak onu kendi iradesine münkad eylemek kabildir. Aşkın öyle yaman bir nüfuzu vardır ki: Ukalanın beyninden idrakini alır; hükemaya felsefesini şaşırtır. Sevda-zedenin gözüne nurdan bir perde gerer de ona sevdiğini bütün nekaısdan azade bir fıtrat-ı nuranur şeklinde gösterir. Zaten bunun içindir ki “Muhabbet insanı hem kör hem sağır eder.” demişler. İşte o kızcağız da ma’şukuna baktıkça kitabe-i cemalini en ufak şaibenin temasından muhafaza-i nezahet etmiş bir sahife-i beyza kemalinde görür. Heyhat! Sevdiği vücudun mahiyetine nereden muttali’ olabilecek ki ona bakmak istediği zaman rıza gözünden başkasıyla bakmıyor! Rıza gözü ise gazab gözünün aksine olarak bütün maayibe bütün nekaısa karşı tamamıyla kördür. Kızcağız sevda bürkanlarının feverana geldiği nefsin her türlü zaafa mahkum olduğu bu devre-i hayatında bakıyoruz ki gençlerden bir kısmının hoşuna giden ahlakına kapılmış; kendisini sürükleyen seylab-ı dalale mukavemetten aciz bulunuyor. Beş on kişiyi birden seviyor içlerinden hangisini tercih edeceğini bir türlü ta’yin edemiyor. Çünkü aradığı mehasinin bir vücudda yanı başındaki nekaısı görebilecek yahud günün birinde aklını başına toplayarak hevesatına galebe çalacak iktidarı olaydı.. Nerede! Büsbütün aksine olarak görüyoruz ki: Kimisinin etvarına kimisinin mezayasına kapıldığı delikanlılar yüzünden bedbaht olmuş aramını gaib etmiş. Onları görmedikçe kabil değil duramıyor. Acaba kızcağız ömrünün bu devresinde bu hicranın payansız alamı kalbin hafakanı a’sabın heyecanıyla muhat olan en müşkil en muztarib devresinde fikr-i tarmarını basiret-i perişanını toplayabilir mi ki hakıkati hayalden reşadı dalalden samimiyeti tasannu’dan nezaheti levsden ayırabilsin? Belanın büyüğüne bakın ki: Kızcağızın dimağda meleke-i tefekkür bırakmayan en metin azimleri rehavete düşüren bu yaşta uğradığı felaketler yetişmiyormuş gibi erkekler olduklarından büsbütün başka görünerek nefslerine küme küme fezail yığın yığın mefahir isnad ederek zavallıyı bir kat daha çıldırtıyorlar! Evlenecek erkek devr-i tecrübe dediğimiz zamanı geçirirken bütün nekaısını bütün maayibini nişanlısının nazarından saklamak için müracaat etmedik vasıta bırakmaz; her vesileden her hileden öyle bir surette müstefid olur ki: Karşısındaki kıza bunun en ufak bir kusuruna perde gerilmiş ki birincisi o sevilen mahlukun sevilmez taraflarını göstermeyen perde-i muhabbet; ikincisi de yalnız mehasini gösteren perde-i riya ve tasannu’dur. Biz ne kızlar gördük ki: İblis delikanlılar türlü vesait-ı rini yatıştırdıktan sonra başlarını alıp gitmişler de bu zavallılar tali’lerine ağlıyorlar yüzlerini gözlerini yoluyorlar kendilerini sürü sürü namussuzun elinde bırakan bu türlü hürriyete la’net okuyorlar. Evet erkeklerin bu husustaki ıdlali eskiden beri meşhurdur. Hatta İngiliz şair-i hakimi Şekspir’in bir sözü bütün Avrupaca istişhad edilen emsal sırasına geçmiştir. Şair eserlerinin birinde diyor ki: “Erkekler daima yalancı her zaman aldatıcıdır.” İşte bu mesel yüzünden nikab-ı bugünkü Avrupa’da pek sık irad olunur. Maamafih İngiliz şairinin sözü en ziyade kızların ağzında dolaşır; hem de gençler tarafından kendilerini sitayişte pek ileri gidildiği zaman latife tarzında söylerler. Dikkat ediyor musunuz “latife tarzında” diyorum. Zira kadınlar aynaların karşısından pek nadir ayrıldıkları için mesela burnun büyük dişlerin biçimsiz kirpiklerin az gözlerin fırlak rengin donuk olması gibi kusurlarını bildikleri halde görülür ki hem kendilerini hem başkalarını aldatıyoruz diye mugalataya düşerler. Bu sebebdendir ki hilkatlerindeki nakısaları örtmek maksadıyla tezeyyün san’atının her türlü derecesini bulurlar da öyle sokağa çıkarlar. Vakıa kadın suretine yahud siretine aid kusurlardan bazısını bilir; lakin her türlü nekaıstan azade bütün mehasini cami’ bulunduğunu iddia edenlere karşı kabil değil metanetini muhafaza edemez. O kadar ferahyab o derecelerde mağrur olur ki görenler kendisini hüsn-i mutlak olduğuna kani’ zannederler. Evet bu hal kadınların en zaif noktalarıdır ki erkekler pek iyi bilirler. Zaten şair de: “Kadınlar medh olunmaya hiç gelemezler derhal aldanırlar.” diyor. Onun için gençlerin man ya bu mesleği iltizam ederler yahud fart-ı sehavet tarikını tutarlar. Zira kadınların zu’munca erkeğin semahati karşısındaki kadının letafet-i cemaliyle mütenasibdir. O sebebdendir ki bu işte fazla muvaffakıyet gösteren erkekler en çok para sarf edenlerle kadınları en bedi’ en dilfirib tarzda tasvire kudretyab olanlardır. Deminden beri söylediğim sözlerden anlamışsınızdır ki erkekle ihtilat ettiği müddetçe kadının görebileceği hayır pek azdır. Henüz çocuk denecek kadar gençtim. Okuduğum kitapların birinde gördüm ki Peygamberiniz sav bir gün kerimesi Fatıma’ya “Kadın için en hayırlı şey nedir?” diye sormuş. O da “Ne kendisinin erkeği ne de erkeğin kendisini görmemesidir!” cevabını vermiş. Bunun üzerine Muhammed sav kızının arkasını okşayarak “Babasının kızı!..” demiş. Ben o zamanlar genç bir kadından böyle bir hükmün suduruna hayretler etmiştim. Zira kadınların erkeklerle ihtilatı nazarımda en büyük saadet en güzel bir tarz-ı maişet idi. Lakin dünyayı anladıktan zamanın tatlısını acısını tattıktan hayrını şerrini gördükten saçlarım ağarıp gözlerimin üzerindeki dalal ve hıffet perdeleri sıyırıldıktan sonra anladım ki bu söz altın levhalara yazılıp duvarlara asılacak mektepteki çocuklara ezber ettirilecek bir düstur-ı hikmet imiş. Bilseniz ben ne kadar isterdim ki: Garbın şuunu adatı etvarı bu düstur ile harekete meydan bıraksın da hayat-ı ictimaiyyemiz bir sürü avakıb-ı vahimeden masun kalsın! Bununla beraber muhabbetin hevesat-ı şebabın ruhları esir eden savlet-i kahiresi yalnız bir cinse has değildir. Şayed erkek azim ve iradesine öteki narin mahluktan ziyade hakim olmasaydı hususuyla kendi nefsani arzularını teskin için daha müsaid mevki’de bulunmasaydı o da aşktan kadın kadar nasibedar-ı teessür olurdu. Erkek birçok kızlarla muaşerette bulunur ki yaşları hisleri cazibeleri irfanları başka başka seviyelerdedir. Evvela belini ince omuzlarını geniş ellerini latif görerek birincisine kapılmaktan kendisini alamaz. Sonra kara gözlü penbe yanaklı gür saçlı top çehreli diye ikincisini beğenir. Daha sonra cildinin yumuşaklığı dişlerinin intizamı simasının ab u tabı sebebiyle üçüncüsüne meyleder. Daha sonra yal ü balini zarif mülatafesini latif meclisini hafif bularak dördüncüsüne gönül verir. El-hasıl fart-ı zekasından irfanından edebiyattaki ihatasından dolayı beşincisine; sesinin görklüğüne nağamatının insicamına keman piyano gibi sazlardaki maharetine hayran olup altıncısına; güzel giyinmesini iyi süslenmesini bildiği için yedincisine … Hülasa daha birçoklarına sıra Erkeklerin arasında öyleleri de görülür ki şebaba has olup her genç kızda bulunabilecek evsafa incizab ederler. Zira tufuliyet ve büluğ devreleriyle bu devreleri ta’kıb eden birkaç senenin gerek vücud-ı beşer üzerinde gerek bütün kainat-ı zi-hayatın ecsamında bambaşka bir te’siri vardır ki hususi bir takım mezaya ve hasais şeklinde tecelli eder. Mesela kızlarda vücudun göze görünen kısmı hayatın ab u tabıyla reyyan olur; göğüs kabarır; yal ü bale i’tidal gelir; etraf-ı beden merbut oldukları gövde ğında bütün ecza-yı vücud birbirine rekabet edercesine tekemmül eder; herbiri havass-ı maddiyye ve evsaf-ı arzıyyeden hazzını nasibini istifa için diğeriyle müsabakada bulunur. Hem bu hal yalnız beyazlara yahud esmerlere mahsus değildir. Bilakis beyaz esmer kırmızı sarı siyah hepsine şamildir. Çünkü çocukluk gençlik çağlarının her asarı vardır ki devam ve şiddet i’tibarıyla efrada göre tahallüf etmekle beraber umumidir. Şimdi şayed erkek şebabın bu söylediğimiz hasaisi muvacehesinde azmine mensub efradın kaffesindeki nekaisa karşı basireti büsbütün amadar olur; onların evsafını ahlakını etvarını tedkıka tabiatıyla meydan bulamaz. Zira gaye-i amali bulunan meziyetlere –ki gençlerin hepsinde mevcuddur– takılıp kalan gözleri diğer cihetlere in’itaf edemeyeceği Heyhat! Aynı hedefe bakan kirpiklerinin telleriyle aynı merkeze bağlı bulunan bir nazar için o noktadan Allah bir sinede iki kalb yaratmış mıdır? Hülasa şimdiye kadar anlamış olmanız icab eder ki: Biz Garblıların tecrübe ve tedkık devri dediğimiz nişanlılık zamanında erkekle kadının hiçbiri için diğerinin kusuruna yede akdedilecek nikahtan evvelki ihtilatlar bunlardan birinin mahiyet-i ahlakıyyesinden ötekini haberdar eder de müteşabih fıtratların birleşmesine mütezad olanların ayrılmasına müeddi olur demek hayal-i mahzdır. Şayed bahsettiğimiz ihtilatlar bu maksadı kafil olsaydı bizim de mahkemelerimiz aile da’valarıyla dolup taşmaz ezvac hayat-ı beytiyyemiz perişan olmazdı.” Hind’e musıl mı değildi acaba Mısr u Aden Fas Cezayir ve Tunus az mı verirdi ma’den Böyle mağsub yerin bir sonu yokken adeden “Savlet etmişti Çanakkal’a’ya bahr u berden Ehl-i İslam’ın iki hasm-ı kavisi birden” Şarkı bir hırs ile baştan başa benzetti muza Mest-i evham-ı zafer vurdu silahı omuza Hele bir lokma gibi baktı yeşil yurdumuza “Lakin imdad-ı ilahi yetişip ordumuza Oldu her bir neferi kal’a-i pulad-beden” Galeyana getirirken sözü her bezminde Hep “diger-nist” diyorken şu cihan rezminde Pek muanid bulunurken bu kuru cezminde “Asker evladlarımın pişgeh-i azminde Aczini eyledi idrak nihayet düşmen” Bir boğaz var diye yamyamları kıldı ızrar Verdi her suret-i ifnaya birer şekl-i karar Fikri atide de vermekti ona istimrar “Kadr u haysiyyeti pamal olarak etti firar Kalb-i İslam’a nüfuz eylemeye gelmişiken” şeklinde yazılmıştır. Susamış bir boğazın batnını sanmak mer’a Bırakır mıydı o sersem canavarda em’a Kudret-i Hak’tan onun garkı idi müsted’a “Kapanıp secde-i şükrana Reşad eyle dua Mülk-i İslam’ı Huda eyleye daim me’men” MEHMEDCIK! Fıtratca hakıkı kocasın hiç kocamazsın; Tarih-i beşer ismini balasına yazsın. Bilmem seni takdise nasıl söz bulur insan? Hak garba ziya şarka seni eylemiş ihsan. Sensin şu hazin şarka veren tab-ı teselli; Garbın da ziyası sana medyun-ı tecelli. Ey şahsen olan koskoca bir ordu donanma Senden geliyor varsa bugün Hakk’a inanma. Gördük görürüz hak tanımaz kuvveti dimdik! Sen olmasan inkar-ı hukuk eyleyecekdik; Sen olmasan İslam’a hakaret inecekti; Hürriyet-i akvama esaret binecekdi; Rus nalçası cem’iyyeti süst eyleyecekdi Çar Avrupanın altını üst eyleyecekdi! Hetk etmediği ırz u bekaret mi kalırdı? Caniliği bundan da ibaret mi kalırdı? Moskof gözü hiç der mi bu altın mı bakır mı? Mahsul-i zeka namına bir şey bırakır mı? Baştan başa bir alemi tarac edecekdi. Süfliyyeti ulviyyete idrac edecekdi. Salgın olacaktı marazu’l-mevt-i şakavet Dahiliği de bel’ edecekti o gabavet. Etvar-ı ukule gelerek semli takallüb Fennin kılacaktı koca şiryanı tasallüb. Cidden kalacaktı ne mekatib ne meabid Hep bir yığın enkaz olacaktı şu evabid! Dünyayı hülasa tutacaktı o tehakküm.. Hem pis bulaşık sırnaşık en kazca tehekküm! Sen olmasan ey şah-ı cüyuş onlar olurdu; Hakanına kutlu ola nur ordusu yurdu Sen olmasan elbette Boğazlar açılırdı Afaka o muhnık kara gazlar saçılırdı. Bir yol bularak şimdi o afat-ı cemadat Geçseydi evet Marmara’dan ey ser-i sadat! Bi-şübhe bütün bir medeniyyet boğulurdu; Kim boğmayalım derse o yerden koğulurdu. Zahirde Frenk elverecekti Rus’a lakin Kalmazdı hakıkatte o il garbda sakin. Ağraz ile bir şark u cenub olmadı mali; Garbın da kuduz düşmanıdır dübb-i şimali Hatta kalacaklardı teneffüste piyade... Bilsin bunu onlar Alaman’dan da ziyade Cerman kadar onlar da Rus’un matmah-ı kasdı; Çoktandır o hürriyyet-i garbiyyeyi kasdı. Aynı derece kadir olan ruh ile madden Kurtardı hemen alemi Rus tehlikesinden. Görmezse ve bilmezse bunu kitle-i efrenc Halen ne olur? Doğrusu ondan daha iğrenç. Moskoflara top verme demek: Toz duman etmek Umranları vicdanları bombardıman etmek. Ey ruh ve hakıkatte olan mazhar-ı ibcal Neslen tepegöz İngiliz ismindeki Deccal Sinen gibi bir kal’aya çarpıldı yıkıldı; A’van-ı girizanı da bir gara tıkıldı! Harben nice bin mıhlı çelikler yürümüşken Çok güçlü bileklerde ilikler çürümüşken Fen şöyle firarileri ibra ediyorken On gün dayanan kal’ayı ıtra ediyorken Durdun dokuz ay üstün açık nemlere karşı; Üç beş kaya üstünde cehennemlere karşı! En aşık-ı ceng ordu değildir değerinde; Durmazdı eğer başkası olsaydı yerinde. Mahv olman için kalmadı bir fende vesait Müstahzar u mahlul idi bil-cümle şerait Azminle fakat hepsi nihayet suya düşdü; Bir dalgaya binlerce müsellah cesed üşdü! Deccal’e bugün koymadın imkan-ı mezalim FENNİYAT Kitab-ı tabiatın hangi bir cüz’ünü nazar-ı im’an önüne alsak derhal vasi’ bir kainat-ı tetebbu’ karşısında bulunduğumuzu hissederiz. Bir damla su bir avuç toprak bir parça yosun gibi en basit en adi gördüğümüz şeyler bile hurdebin-i tedkık altında büyür canlanır birer alem birer alem-i zi-hayat kesilir. Yeşil bir yaprağın küçük bir parçasında ilm-i ensacdan ta felsefe-i nebata kadar kütüphaneler dolusu tedvinatın muhteviyatını daha canlı bir surette bulmak kabil olduğu gibi bir çiçek fidanında bir kuş yuvasında tekmil mümkündür. yeyz tanesi ilm-i arz ulemasına bir tutam deniz kumu hiç şübhe yoktur ki nice mücelledat-ı müzehhebeden daha faydalıdır. Rus tabiiyyunundan meşhur Chapayef şöhret-i ebediyyesini derununda senelerce kafa patlattığı kütüphanelerden ziyade Karadeniz sevahilinde icra eylediği seyahat-i ilmiyyeye medyun olduğunu inkar etmiyor. Tabiatın ne ali bir kitap olduğu muhteviyatı miyanında ne kıymetli ma’rifet hazineleri bulunduğu evvelce bilinmiyordu. İnsanlar her nevi kemalatı dimağ-ı beşerden çıkan hayalat faraziyyat peşinde ararlar; hedef-i ma’rifete bu dolambaçlı yollardan başka müstakım kestirme tariklerle gidileceğini akıllarına bile getirmezlerdi. Müşahede üzerine müesses olan tabakatü’l-arz ilminin tedvininden sonra herkesin gözü açıldı; her kazma darbesinin tetebbu’ nazarları önüne koca koca ilim ve ma’rifet sahifeleri serdiği görüldü. Bugün kışr-ı arzın binlerce nev’e varan ahcarıyla aralarında milyarlarca nebati hayvani intıbaat mütehaccirat saklayan suhur-ı müteressibesiyle bir tarih tarih-i teşekkül-i arz olduğunu teslim etmeyen kalmamıştır. Cemadattan uzviyata nebatattan hayvanata yükselen safahat-ı tekamülü bunları idare eden kavanin-i ezeliyyeyi görüp anlamak arzu edenler tabiata müracaat etmeli; o daimi o mevsuk sahaif arasında müşahedeye alışmalıdır. İlmi cevelanların fikre verdiği feyzi inşirahı müessesat-ı ilmiyyenin ratıb duvarları arasında bulmak mümkün değildir. Hele ulum-ı maddiyye ve ameliyye sahasından alem-i mücerredata yükselmek arzusunda bulunanlar nazar-ı tecessüslerini kainat namını alan umman-ı idrakin bu ilahi bu ezeli kitabın sema denilen sahaifine infaza gayret etmelidir. Zira en felsefi en esrarengiz dakayık onun ebedi derinliklerine saçılmıştır. O nihayetsiz sahada kuvvetten maddeye doğru ilk tekasüf devresine girmiş “sehab-ı muzi”lere kuyruklu yıldızlardan renk renk şümusa seyyarata kadar maddiyatın bütün safahat-ı teşekkül ve tahallülünü görmek ve bulmak mümkündür. A’mak-ı semada görülmesi mümkün olan bütün büruc-ı tecelliyatı hakkıyla ve sırasıyla tedkık eden ve ta’mik etmeye muvaffak olan kimse envaı milyarlara varan eşkal-i maddiyyatın bir hamir-i evvelinden neş’et ettiğini na-mahdudun “vahid”den insıbab eylediğini anlamaya muktedir olur. Artık kemal ile bu derece istinas etmiş mükemmel bir zeka bütün huzemat-ı ilm ü irfanın adese-i mütekaribeden geçmiş şuaat gibi na-mütenahi bu’ddaki bir noktaya teveccühünü idrak etmekte müşkilat çekmez. nokta-i ekmeliyyet “emvac-i ahadiyyetin” merkez-i vahdetidir. Erbab-ı kemali süllem-i füyuzatın bu kadar yüksek medaricine doğru cezb eden o umman-ı kebud-renkden müstefiz olmayan var mıdır? Onun saha-i feyyazına olursa olsun yine idraki nisbetinde hisse-i ilhamını alır. Sahife-i semanın na-mütenahi muhteviyatından bir misal göstermiş olmak için şu mevsimde arzımızın mevzi’-i felekisiyle münasebeti bulunan şihablardan mücmelen bahsedeceğim. Arzımız Ağustos ve Eylül aylarında semanın şihabları pek kesir olan bir mıntıkasından mürur eder. Geceleri bir saat kadar semayı temaşa edenler – şihabın mail ateşin mahrekler üzerinde sür’atle sukutunu görürler. Meşhur hey’et-şinasların hesablarına göre saat zarfında arzın bütün ufuklarından müşahede edilen şihabların mikdarı – milyonu bulmaktadır. Bunlar adi göz ile görülmesi mümkün olanlardır. Hey’et-şinas See’nin tahminine göre teleskopla kabil-i müşahede olanları da dahil-i hesab edilecek olursa bu aded milyona varıyor. Hiç şübhe yok ki şihablar tecelliyat-ı Sübhaniyyeyi münkir olanların gözüne batan ıdlal-ı hulk zemimesiyle muttasıf erbab-ı gafleti celali bir kudretle recm eden birer sehm-i ateşindir. Zira mükevkeb bir gecenin heybet-i lahutiyyesi karşısında kudret-i idrake iman etmeyecek bir fikir secde-i vecd ü hayrete kapanmayacak bir cebhe tasavvur edilemez. Yazık ki tabiattan uzaklaşmamız çoğumuzu geceleri bu minber-i mualla-yı ilhamdan uzak mahrum bırakıyor. Bazen şihabların mikdarı o kadar çoğalır ki seyredenleri hayretlere düşürmemek kabil olamaz. Meşhur Aleksandr Humbolt Teşrinievvelinin on ikinci gecesi Amerika-yı cenubide kain UmanaEumana şehrinde böyle bir manzaranın şahidi olmuştur. Onun rivayetine göre o gece sema arkalarında ateşin izler bırakan milyonlarca ecram-ı muzie-i sagıre tarafından kat’ olunmuş dokuz saatlik bir müddette ta’dad edebildiği şihabların mikdarı .’i bulmuştur. Hatta büyücek ve fazla şa’şaadar olanları tulu’-ı şemsden sonra da görülmüştür. Şimdiye kadar icra edilen tedkıkata göre her sene Ağustos ile Teşrinievvel geceleri şihabların çokluğuyla leyal-i saireden temeyyüz etmiştir. Şihabların mahiyetleri ta tarihine kadar mechul kalmıştı. Birinci defa olarak tarih-i mezkurda Alman hikmet-şinaslarından ŞaladniChladni şihablarla ahcar-ı semaviyyenin mahiyetleri müşterek olduğunu iddia etmiştir. Mumaileyh diyor ki: “Feza-yı na-mütenahinin her tarafı eski alemlerin trilyonlarca parçalara ayrılmış enkazıyla malidir. Arzımız şems ile birlikte ‘Lir’ burcundaki ‘Vega’ kevkebine doğru sür’at-i berkıyye ile giderken pek yakınına tesadüf eden bu serseri ecsam-ı sagırenin bir kısmını cazibesine mağlub ederek üzerine sukut ettirir ki bunlar ahcar-ı semaviyyedir. Diğer bir kısmına da mail mahrekler üzerinde arkalarında ateşin izler bırakacak derecede bir sür’atle tebdil-i istikamet ettirir ki onlar da şihablardır. Sür’at-i fevkalade ile heva-yı nesimi derunundan mürurları esnasında hasıl olan kuvve-i delkiyyeden nar-ı beyza haline girerler ….” Şaladni’nin bu iddiasını o zamanki Fransa Fünun Akademiyası pek tabii olarak kabul etmek istememiş fakat daha ma’kul bir nazariye dermiyan eden de çıkmamıştır. Nihayet senesi Nisanının’ncı günü Fransa’nın bazı cihetlerinde müşahede edilen hadise-i fevkalade Şaladni’[ni]n faraziyesini Fransızlara da teslim ettirmiştir. Hadise şundan ibaret idi: O gün ba’de’z-zeval saat birde hava henüz ziyadar iken ufukta birden bire harikulade sür’atle hareket eden bir bulut peyda olmuş tam Laigle kasabası hizasına gelir gelmez müdhiş bir tarraka ile patlayıp beş altı dakıka esnasında müteaddid top güllesi sadematına müşabih infilaklar gürültüler uğultular peyda olmuş; halkı fevkalade tedhiş eden bu hadiseyi müteakıb sekiz kilodan sekiz grama kadar muhtelif sıklette toplanılan hacer-i semavilerin mikdarı .’i bulmuştur. Bu keyfiyetten haberdar olan Fransa Fünun Akademiyası o zaman en meşhur a’zasından BiyoBiot’yu tedkıkat-ı ilmiyyede bulunmak üzere derhal o civara göndermiştir. Biyo’nun hasıl ettiği kanaat gayet alimane yazdığı rapor en müşkil-pesend a’zayı bile ikna’ ederek Alman hikmet-şinası Şaladni’ye hak verdirmiştir. Artık semadan taş düşebilir olduğu tebeyyün etmiş mahiyetleri mechul kalan “bolid”lere “hacer-i semavi” tesmiye olunmaya başlamıştır. O zamandan beri vuku’ bulan tedkıkat-ı fenniyye “bolid”lerle “şihabların” bir mahiyette olduklarını te’yid etmiştir. Semadan arz üzerine irili ufaklı taşların sukut ettiği ve bunların bazıları pek cesim olup Kaliforniya’da Şeytan Vadisi’nde bir bakir orman derununda bulunmuş olan hacer-i semavi gibi sikleti . kilogramı bulanları olduğu anlaşıldıktan sonra sıra bu taşların nereden gelmekte olduğunun mahiyetlerinin neden ibaret bulunduğunun tedkıkıne gelmiştir. leri vasi’ ulema tarafından dermiyan olunan efkar bugün hey’et-şinaslardan bazıları hacer-i semavilerle şihabların küre-i kamerdeki indifaat-ı bürkaniyye eseri olması lazım geleceğini ileri sürmek istemişlerdir. Epeyce zamanlar hüküm sürmüş olan bu gibi adi kanaatlerin zamanımızda ehemmiyeti kalmayacağı pek tabiidir. Hacer-i semavilerin bugün terkibleri tamamen anlaşılmış hemen kaffesinin gayr-i musaffa demir ile kromlu nikelli demirden müteşekkil oldukları meydana çıkmıştır. Halbuki ilmü’l-arz uleması ahiran arzı da müttehidü’l-merkez üç mıntıkaya tefrik ediyorlar ki Litosfer ta’bir ettikleri birinci tabaka kışr-ı arzdan ibaret olup granitten ta suhur-ı kilsiyyeye kadar hep ma’lum olan ahcardan mürekkebdir. Bunun altına tesadüf eden Pirosfer tesmiye edilen ikinci tabaka ise volkanları beslemekte bulunan ve kısm-ı küllisi kibrit-i hadidden ibaret olan mevadd-ı müzabe mıntıkasıdır. Arzın asıl kısm-ı merkezisini teşkil eden üçüncü mıntıka dar da sair mevadd-ı ma’lume-i ma’deniyyeden müteşekkildir. nin demir ve pirit tesmiye edilen kibrit-i hadidden ibaret bulunan terkibleriyle arzın terkib-i merkezisi arasındaki müşabehet göze çarpmamak kabil değildir. zımıza müşabih eski kürelerin bakıyye-i enkazı gibi telakkı etmek zarureti vardır. Bu fenni kanaaatlere göre hemen feza-yı na-mütenahinin her tarafı eski alemlerin hurdehaş olmuş metrukatıyla memlu olduğu kabul edildiği takdirde cazibemize tutulup sukut edenlerden gayri katrilyonlarla bile ifadesi mümkün olamayacak derecede kesir bulunan diğerlerinin ne olmakta bulunduklarını düşünmek iktiza eder. Evet bunların birçokları da güzergahlarına tesadüf eden kuyruklu yıldızların cazibesine kapılarak arkalarına takılmakta onlarla birlikte feza-yı na-mütenahinin a’mak-ı bi-payanı içine dalıp gitmektedirler. Kuyruklu yıldızların güneşe tekarrub ettikçe kuyruklarının müşahede edilip ondan tebaud eyledikçe görülememesi keyfiyeti de bu nevi serseri ecrama mahsus kuyrukların zıya-yı şems ile tenevvür eden şihablardan hacer-i semavilerden başka bir şey olmadığı zannını tevlid eylemiştir. Hatta kuyruklu yıldızlar arzımızdan müşahede edilecek derecede bize tekarrub ettikleri zamanlarda şihablarla ahcar-ı semaviyyenin fevka’l-mu’tad tekessürü de yukarıki zannı te’yid etmektedir. Tarih-i hey’etin zabtettiği müşahedat-ı meşhuredendir ki tarih-i miladisinde görülen BiyelaBiela kuyruklu yıldızının arzımıza en ziyade tekarrub ettiği Teşrinisani gecesi şihabların mikdarı ta’dadı kabil olamayacak derecede çoğalmış o geceye halk beyninde “yıldız yağmuru gecesi” namı verilmiştir. Halley yıldızının müşahede edildiği zamanlarda bir gece Mundvilson Rasadhanesi’nde altı saat zarfında ta’dad edilen şihabların mikdarı .’i tecavüz etmiştir. Gayet kuvvetli teleskoplar a’mak-ı fezada halet-i teşekkülde bulunan alemlerin mevcudiyetlerini bize göstermektedir. Bunlar milyonlarca sene kargah-ı sun’-ı kudrette kuvvetten maddeye doğru vuku’ bulan tekasüfatın safahat-ı müteaddidesini geçirdikten sonra tamamıyla maddileşecek ve müstakbel alemlerin hamir-i evvelinini meydana getirecektir. Kuyruklu yıldızlar bi-aram eski alemlerin her tarafa serseriyane dağılmış enkazını süpürüp toplamakta; yeni teşekkül etmekte bulunan avalim-i müstakbelenin madde-i müzabesi içine karıştırmaktadır. Vel-hasıl semanın esrarengiz derinlikleri içine yed-i kudretle saçılmış sehab-ı muziler kuyruklu yıldızlar sabiteler seyyareler şihablar daha bütün mükevvenat-ı muzie ve gayr-i muzie hepsi birden bir kanun-ı ekmelin taht-ı te’sirinde muttasıl ifa-yı vazife ile mükelleftirler. İşte o vazife o ebedi meşguliyet-i kainat “ba’sü ba’de’l-mevt” sırr-ı Kibriyasının na-mahdud kerre teakub ve teeyyüdünden başka bir şey değildir. Şimdi Matin gazetesinin muharririne gelelim. Diyor ki: “Türk Sultanı’nın İslamlar arasında acaba ehemmiyeti olabilir mi? Kezalik Almanya nüfuzu altında bulunan Sultan’ın emirülmü’minin olması bizim için bir tehlike teşkil edebilir mi? Evet Devlet-i Osmaniyye her zaman Alman te’siri altında bulunuyordu. Lakin şimdi tamamıyla Alman nüfuzu altına girdi.” Biz bu muharrire deriz ki: Makasıd-ı habisenize revac vermek için “Türk Sultanı” ta’birini kullanmakta olduğunuz emirülmü’minin ve halife-i Müslimin hazretlerinin umumen cihan-ı insaniyyette ve bilhassa alem-i İslam arasındaki ehemmiyet-i azime[si] herkesin ma’lumudur. Bu hakıkat aklına muhakemesine sahib olan Alman milletiyle o milletin mufahham imparatoru nezdinde müsellem olduğu için müslümanlarla Almanlar iştirak-i menafi’ esası üzerine ittifak etmiş ve her iki taraf müttefikının mevkiini kıymetini takdirden hiçbir zaman geri durmamıştır. Lakin sizler Halife-i İslam’ın müslümanlar arasındaki mevki’-i muazzamını bilmek istemiyorsunuz. Zaten gafletinizden kendi milletinizden başkalarını muhakkar görmenizden dolayı diğer birçok hakıkatleri daha bilmediğiniz muharebe-i hazırada tamamıyla tecelli etti. Devlet-i Osmaniyye’nin Almanya nüfuzu altına girmesine gelince: Senin ilhadı resmi bir din tanıyan kazib bir medeniyet ridasına bürünerek ibadullaha karşı reva görmedik mezalim bırakmayan milletin ne vakitten beridir bir taraftan alem-i İslam’a saldırıyor diğer taraftan Almanya’yı kendisine rakıb görerek mahvına yürümek cihan-ı insaniyyetin hayat ve istiklalini kurtarmak mantıkı bir iştir. Zaten her iki milletin mütefekkir ricali eskiden beri böyle bir ittihadın lüzumunu hissediyorlardı. Almanya Kayseri’nin Halife-i İslam ile ittihadı nasıl münhasıran kendi memleketinin menafii sevkıyle ise Halife-i Müslimin’in müşarunileyh ile ittifakı da sırf kendi memleketinin menafii muktezasıdır. Tarafeynden biri mevcud değildir. Şayed nüfuz altına girmek suretiyle akdedilen ittifaka bir misal göstermek lazım gelir ise işte sizler Grey’in Kiçner’in Memleketiniz ahaliniz servetiniz üzerinde bildikleri gibi daha doğrusu sırf İngiliz menafiini gözeterek sizin istikbalinizi asla kale almayarak tasarruf ediyorlar. Eğer Halife-i den maksad alem-i İslam’ı kandırmak ise iyice bilmeniz en aşağıda bulunan ferdine varıncaya kadar müslümanların kaffesi sizin makasıd-ı habisenize tamamıyla vakıf olmuştur. “Bu işte bizim için bir tehlike mevcud olabilir mi?” tarzındaki söze gelince: Sizi ihata eden mehalikin en büyüğü sanadid-i ricalinizin su’-i tedbirinden ibarettir. Sizler hala re’ylerindeki fesadı anlamaksızın bu adamların arkasından ale’l-amya gidiyorsunuz. Bahusus bütün tavırlarıyla hareketleriyle hilekarlığı temsil eden İngilizlere kapılıyorsunuz. İşte nüfusunuzun en kıymetli olan kısmı hak-i helake serildi. Servetiniz bu uğurda heder oldu gitti. “Müslümanlar arasında bugün ittihad yoktur. Sultanın nüfuzuna gelince o da bir nüfuz-ı diniden ibarettir ki esasat-ı metine üzerine teessüs etmiş değildir. İrsen intikal eden bir nüfuz-ı tarihidir.” Diyorsun. Böyle bir bahse karışmak için İslam arasındaki ravabıt ile ittihad-ı İslam’ın ibtina edeceği esasın mahiyetini bilecektin de ona göre müslümanların müttehid yahud müteferrik bulunduğuna hükmedecektin. etmek bütün bu kainatın halıkı olduğunu teslim eylemek alem-i hilkatte cari inkılabat ve şuunun ancak onun tealluk-ı iradesiyle vukua gelebileceğini bilmek el-hasıl zat-ı Bari’yi bütün sıfatıyla ikrar ve ta’zim eylemektir. ahlak ile tahalluk hususunda birleşmeleridir ki her türlü şaibeden azade bir vicdan adl ü ihsan birr u takva üzerinde teavün herkese karşı hayırhahlık mahlukat-ı Huda’ya şefkat kamilen bunun zımnındadır. Zaten ulemayı başka bir şey değildir.” demişlerdir. ve rusülü tasdikde ittifak etmeleri ve hiçbirini istisna etmeyerek cümlesine layık oldukları ihtiramda bulunmalarıdır. Kezalik şuna da i’tikad eylemeleridir ki: Peygamberan-ı buyurulan bir noktada müttefiktirler. O da tevhid-i Hallak emr-i Sübhanisi vechile enbiya-yı kiramdan hiçbirini istisna etmemek ve böyle bir cür’etin eser-i mel’anetten başka bir şey olmadığını bilmek müslümanlara farzdır. tarzındaki ferman-ı ilahi mucebince her müslüman farz olduğuna i’tikad eylemektir. müslimine itaat vacib olduğuna ve onun evamir-i meşruasına karşı gelmek Allah ve Resul’üne isyan mahiyetinde bulunduğuna mu’tekıd olmaktır. tulmak için malını canını feda etmek ve böyle bir tahakküm altında bulunmaya rıza göstermenin küfre yakın bir kebire olduğunu bilmektir. Bu kebireden müstesna olanlar ancak hiçbir çareye tevessül edemeyecek hade bulunan zuafa-yı ümmettir. olup hepsinin aynı vücudu teşkil eden uzuvlar mesabesinde bulunduğunu ve bir uzva isabet edecek elemden diğerlerinin de müteellim olması lazım geleceğini bilip ona göre hareket eylemektir. Binaenaleyh mebna-yı ittihadını şu esasat-ı metine teşkil eden bir ümmet hakkında nasıl kalkıyor da “Müttehid değildir Halife’ye olan irtibatının esası yoktur. Halife’nin alem-i İslam üzerindeki nüfuzu irsi tarihi bir nüfuzdan ibarettir.” diyorsun? Evet nasıl oluyor da müslümanları şeref hamiyet vatan din gibi hissiyat-ı necibeden mahrum bir sürü mahlukat-ı camide suretinde telakkı etmek istiyorsun? Vakıa kahır yahud iğfal suretiyle ümera-yı müsliminden bazılarını ayırmaya muvaffak oldunuz. Lakin iyi bilmelisiniz ki sureta merkez-i Hilafet’ten ayrı bulunan cemaat-i müsliminin bila-istisna hepsi kalben ve ruhen Halife-i İslam’a merbutturlar ve bu merbutiyetlerini ebediyen muhafaza edeceklerdir. Cenab-ı Hakk’a şükürler olsun merkez-i Hilafet mazideki şevket ve kuvvetini tamamıyla iktisab etmek üzeredir. Müslümanlar hakkındaki makasıd-ı sefilenizi istihsale alet olmak üzere kullandığınız ümeranın hepsi de nasıl bir tuzağa tutulduklarını sizden gördükleri pek hasis pek naçiz menafie mukabil ne elim hüsrana düştüklerini artık anladılar. İçinde yuvarlandıkları hayat-ı esarete ölümü bin kat müreccah görmeye başladılar. Ellerine geçecek ze atılmaya amade bir halde bulunuyorlar. Sizler alem-i cezasını pek yakın bir atide göreceksiniz. “Cihad-ı Mukaddes’in i’lanı müslümanlar üzerinde me’mul edilen te’siri vücuda getirmedi.” diyorsun. Emirülmü’minin tarafından İslam’ın ve müttefiklerinin düşmanlarına karşı cihad i’lan edilmesinden bakınız ne gibi neticeler hasıl oldu: Halife-i İslam’ın ordusuna bil-fiil rın kaffesi nefir-i amm suretiyle icabete koştular. Bu suretle milyonlarca asker toplandı. Bunların a’da-yı İslam’a karşı ne kahramanca savlet etmekte olduklarını sizler bile zaman zaman i’tirafa mecbur oluyorsunuz. Süveyş Kanalı’na Kafkasya’ya Aden’e Irak’a Basra’ya kadar imtidad eden muazzam bir cebhe-i harb vücuda geldi. Bunun neticesi olarak berri bahri bir yığın hezimetlere uğradınız. Bütün cihan nazarında mahiyetiniz kıymetiniz anlaşıldı. Mısır toprağında Trablus’da Sahra-yı Kebir’de Acemistan’da uğradığınız felaketleri Müntekım-ı Cebbar’ın nusretiyle daha müdhişleri ta’kıb edecektir. Diyorsun ki: “Almanya nüfuzunun haricinde bulunan ne kadar İslam merkez-i dinisi varsa hepsini takviye etmekliğimiz icab eder. Ancak bu işte bizim için iki tehlike melhuzdur. Birincisi bilahare bunların kendi aralarında na müslümanların da vakıf olarak intibaha gelmeleridir. Binaenaleyh evvela kendilerine muamele-i cemile göstermekliğimiz larına isyanlarına sed çekmiş oluruz. Sonra yapılacak met-i Osmaniyye’nin artık büsbütün kuvvetten düştüğü o sebebden müslümanlar için yeni yeni halifeler lazım geldiği fikirlerine yavaş yavaş revac vermektir….” Matin muharririnin şu ifşaatı üzerine söylenecek söz kalmamıştır. Sade bir ciheti ihtar edeceğiz ki: Bu mütalaalar yalnız muharririn hissiyatına tercüman olmayıp mensub olduğu milletin kaffesi aynı fikri besliyorlar. Emir-i sabık Hüseyin’in Halife-i Müslimin’e karşı hurucunu Hind müslümanları nazarında meşru’ göstermek ma’lumeden maada matbuat-ı mahalliyyeden bir kısmını satın aldılar. Devlet-i Osmaniyye’nin Hicaz’daki su’-i ü istirahatle ifa-yı hac edeceklerine dair yazılar yazdırdılar. Lakin bu hareketlerin hiçbiri bekledikleri semereyi vermedikten başka ma’kus te’sirler husule getirdi. Mesela Bombay’daki “Hüccaca Muavenet” Cem’iyeti bir beyanname çıkararak Hindistan’ın her tarafına neşretti. Bu beyanname sene-i hazırada Hicaz’a gitmek isteyenlerin esbab-ı atiyyeden dolayı niyetlerinden vazgeçmelerini ekiden tavsiye ediyordu: - Şerif Hüseyin’in hareketi hıtta-i Hicaziyye’yi darülharb haline getirdiği için hüccac yollarda tehlikeden masun kalamaz. - Muharebe dünyanın her tarafında gala-yı es’arı mucib olmakla beraber Hicaz bu hususda tahammül edilemeyecek derecededir. Binaenaleyh pek zengin olanlardan maadası haccetmek nakline mahsus olan vapurların nakliyat-ı askeriyyede den maada tahtelbahr tehlikeleri de ehemmiyete alınacak mes’eledir. - Haccın şartı emniyet ve istitaattir. Hicaz’daki fenalıklar denildiği gibi Osmanlılar yüzünden olmayıp diğer bir takım esrar ve esbab-ı hakıkıyyeden münbaistir ki onlar bugün dünkünden daha şedid ve daha müessirdir. Endiyaman gazetesi uzun bir makale yazarak cem’iyetin beyannamesini tasvib ediyor ve Hind mü’temerine bu sefer müslüman a’zanın pek o kadar alakadar olmadığından bahsettiği sırada diyor ki: “Herkesin ma’lumu olduğu üzere müslümanlar şu aralık yalnız Haremeyn mes’elesiyle meşguldürler. Binaenaleyh o mes’ele bitmedikçe başka hiçbir şey düşünmek istemezler.” El-hasıl Hind matbuatını gözden geçirenler görürler ki –doğrudan doğruya İngiliz amalini tervic eden birkaçı müstesna olmak şartıyla– umumu da Şerif Hüseyin’in hareket-i vakıasını takbih ve teşni’ noktasında müttefiktirler. Maamafih o istisna ettiğimiz gazetelerin lisanından da İngilizlerin oynamak istedikleri bu oyunu başa çıkarmaktan pek de emin olmadıkları sarahaten anlaşılıyor. Nar-ı beyza kesilip öğle zamanında güneş? Tepesinden döküyor beynine afakın ateş! Yıldırım yağmuru şeklinde inen huzmesine Siper olmuş yanıyor çöldeki çıplak sine. San’atin sırrını ressam-ı ezelden okuyan; Ruh-i ma’sumu bütün hilkati kendinde duyan; Şimdi yerlerde şafak şimdi bulutlarda bahar Şimdi tufan-ı ziya şimdi köpük şimdi buhar Şimdi mahmur-i tefekkür uzanan enginler Şimdi yalçın kayalar şimdi kovuklar inler Şimdi dalgın dereler şimdi zılal ummanı Şimdi bir vaha çizen; şimdi bütün elvanı Toplayıp mavi elekten geçirirken üryan Kumların üstüne bin türlü bedayi’ dokuyan O güzel sine o çöl şimdi ne korkunç oluyor: Bir cehennem ki uzanmış dili çıkmış soluyor! Ne zemininde sezersin ne fezasında hayat; Ah bir reng-i hayat olsa da görsem... Heyhat! Benzi külden de uçuk... Nerde o masmavi sema? Yine biçarenin üstünde o müzmin humma! Yorulup titremeden sanki dalarken mahmum Gizli nevbet gibi nerdense çıkıp bad-ı semum Deşiyor bağrını cevvin eşiyor aktarıyor; O zaman işte muhitatı alevler tarıyor! Bir avuç gölgeyi minnetle veren kuytuların Yalıyor parçalıyor göğsünü binlerce fırın! Ne soluk var ne de ses... Badiyenin hali harab! Çağlıyor sade ufuklardaki avare serab; Bir de çan seslerinin dalgalanan tekrarı. Geceden girdiği dehşetli mugaylan-zarı Gündüzün geçmek için kafile olmuş develer Eğrilip büğrülerek yangına düşmüş ejder [İniyorken yanıyor tırmanıyorken yanıyor.] Ya o sırtındaki yüzlerce heyula-yı beşer Ateşin dalgalar üstünde yüzen bir mahşer Başmuharrir Ki bu enginleri tayyetmek için çalkanarak Gidiyor bulmaya heyhat yeşil bir toprak! Yok mu ey bağrı yanık çöl! Ebedi payanın? Nerdedir vahası ya Rab bu serabistanın? Necd’in a’makına dalmış iki aydan beridir Koca bir kafile Mecnun gibi haib hasir Koşuyor merhamet et badiyeden badiyeye Görürüm bir gün olur “Hayme-i Leyla”yı diye! Ne devam etmeye artık ne de arama şekib… Bir ılık gölge İlahi... O da olmazsa nasib Kalmıyor sahil-i maksuda vusul imkanı. Yeniden cuşa gelirken bir alev tufanı Karşıdan “Kubbe-i Hadra” edivermez mi zuhur? O nasıl heykel-i didar o nasıl cebhe-i nur! Öyle bir Tur ki: Her lemha-i istiğrakı Olmadan çak-i tecelli süzüyor Hallak’ı! Ebedi fecrini gördükçe perişan lahut; Zıll-i memduduna düştükçe güneşler mebhut! Sanki feyfa-yı taharride yanan ervaha Sayeler dökmek için Sidre’den inmiş vaha. O cehennem gibi vadide bu cennet ne güzel! En büyük şiir tezadın mıdır ey hüsn-i ezel? Sana bir mısra’-ı bercestedir etmiş ki sünuh: Duyar amma varamaz yükselen ahengine ruh. “Menaha”dan geçiyorduk ikindi olmuştu. Çıkınca karşıma Canan’ımın yeşil yurdu Gözüm karardı atıldım harim-i cazibine; Yarıp cema’ati düştüm direklerin dibine. Sonunda bir yere lakin gömünce varlığımı Rida-yı haşyete hisseyledim sarıldığımı. Yavaş yavaş o demin duyduğum derin heyecan Ki hilkatimdeki her zerre ayrı ürperdi! Önümde sineye çekmiş huşuu titrerdi Zemin zemin kabaran saflarıyla gunagun Zılal-i camide halinde bir cihan-ı sükun! Evet o koskoca alem... Tunuslu Afganlı Transvalli Buharalı Çinli Sudanlı Habeşli Hiveli Kaşgarlı yerli Hersekli Serendib’in Cava’nın Mağrib’in bütün şekli; Hülasa attığı kollar muhit-i garbiden Cihan cihan dolaşıp münteha-yı şarka giden O dudman-ı kerimin sayılmaz evladı Huzur içinde bırakmış bu mahşer-abadı! Ne manzaraydı İlahi o herc ü merc-i samut! Ki vecde geldi temaşadan ansızın melekut: Huruş edip beşi birden yanık minarelerin Huda’yı bağrına basmış yığın yığın beşerin Gömülmüş olduğu ummanı dalgalandırdı; Deminki mahşeri inletti Sur’u andırdı! Birinci “Eşhedü en-la-ilahe illa’llah” Nidalarıyle dönerken semaya doğru cibah Duyuldu Merkad-i Pak’in de aynı ikrarı Derin derin gelen avazelerle tekrarı. Bütün o ma’kese dönmüştü cebheler şimdi; Onun sadaları artık muhite hakimdi. Huda’yı etti zeminden için için tevhid. Üçüncü oldu şehadet ki: Tuttu eb’adı Muhammed’in ebediyyet-güzin olan yadı. Ne gulguleydi o yadın peyinde dalgalanan! Nasıl uyanmadı bilmem ki uykudan Canan? Muhiti bunca zamandır ki inliyor az mı? Kıyam-ı Haşr’e kadar yoksa hiç uyanmaz mı? Nasıl sığar ki İlahi hayale idrake: Şu hab-gahı deraguş eden demir şebeke –Yerinden oynamayan ahenin vücudunda– Bütün bu cuşişi ürpermelerle duysun da; O Mihriban-ı Ezel ruh-i nazeniniyle Uyanmasın koca bir mahşerin eniniyle? Minareler yeniden “La-ilahe illa’llah” Teranesiyle coşarken ayaklanıp nagah Göründü yerdeki saflar huzur-i Mevla’da; Yayıldı velvelesiz bir inilti eb’ada. Önümde ümmet-i mazlumesiyle Peygamber; Gözümde sel gibi yaşlar içimde titremeler; Ne ihtiyarıma sahib ne i’tiyadıma ram Bu girdibad-ı ibad ortasında bi-aram; Sularla engine düşmüş sefine-pare gibi –Ki şimdi üste çıkar şimdi bulmak üzre dibi Yavaş yavaş kabaran dalgalarla kalkar da Zemin-i acze kapandım sonunda müstağrak! Uyanmışım ki: O dehşetli girdibad o huruş Sükuna münkalib olmuş da bekliyor medhuş. Boşandı gitti o binlerce sineden “amin!” Boyun bükük kol açık asümane göz kapanık; Ne inliyor o cema’at ne inliyor artık! Fezayı dolduran eller ki Hakk’a yalvarıyor Yarıp da loşluğu bir mütteka-yı nur arıyor. Bu başka başka lisanlar bu herc ü merc avaz Birer niyaz idi Mevla’ya... Hem de aynı niyaz! Evet şu önde duran ihtiyar Serendibli Ya arka saflara düşmüş zavallı Mağribli; Dalıp dalıp gidiyorken sema-yı merhamete Gerek bu aleme aid gerekse ahirete Ne istesin ki beraberce ben de istemeyim? Şu ben ki... Her birinin ayrı ayrı kardeşiyim. Ezelde kaynaşan ervaha ayrılık var mı? Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı? Olunca minberimiz Arş’ımız Huda’mız bir; Benim de beklediğim nur onun da gayesidir. O nuru gönder İlahi asırlar oldu yeter! Bunaldı milletin afakı bir sabah ister. Bu secde-gaha kapanmış yanan yürekler için; Bütün solukları feryad olan şu mahşer için; Harim-i Kabe’n için; sermedi Kitab’ın için; Avalimindeki ayat-ı bi-hisabın için; Nasib-i daimi hüsran kesilmiş ümmet için; Şu hak-i pake bürünmüş sema-yı rahmet için; Biraz ufukları gülsün cihan-ı İslam’ın! Hududu yok mu bu bitmez tükenmez alamın? O çünkü aleme hakim yegane kudret iken Bir inkılab ile mahrum olunca azminden Esaretin ne kadar şekli varsa katlandı... Vatanlarında garib oldu kendi evladı! O azmi sen vereceksin ki eylesin sereyan Soluk benizlere kan inleyen göğüslere can. O ruhu ver ki İlahi kıyam edip dinin Zemine feyzini yaysın hayat-ı mazinin..... Henüz dua ediyordum ki “Ya Resulallah!” Nidası kükreyerek bir kanadlı tayf-i siyah Basıp eşikleri tutmuş yığınla gölgelere Süzüldü uçtaki “Babü’s-Selam” önünde yere. Mehib sayhası hala fezada çınlardı Ki yükselip yeniden yardı geçti eb’adı. Düşünce Ravza-i Peygamber’in ayaklarına; Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına. Dikildi cebhe-i didar önünde müstağrak. Diyordu inleyerek: — Ya Nebi şu halime bak! Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın; Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın! Harim-i pakine can atmak istedim durdum; Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum. “Tahammül et!” dediler... Hangi bir zamana kadar? Ne bitmez olsa tahammül onun da bir sonu var! Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak! Önümde durmadı artık ne hanüman ne ocak... Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyar-ı Sudan’ı Üç ay “Tihame!” deyip çiğnedim beyabanı. Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrada; Yetişmeseydin eğer ya Muhammed imdada: Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin; Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin! Bir an için bana yollarda durmak oldu haram. Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim; Leyale derdimi döktüm cibali söylettim! Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü... Nücuma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü? Azab-ı hicrine katlandım elli üç senedir... Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir? Beş altı sineyi hicran içinde inleterek Çıkan yüreklere hüsran mı merhamet mi gerek? Demir nikabını kaldır mezar-ı pakinden; Bu hasta ruhumu artık ayırma hakinden! Nedir o meş’ale?.. Nurun mu?... Ya Resulallah!... Sükun içinde bir an geçti sonra bir kısa “ah!”... Duyuldu baktım uzanmış zemine Sudanlı... Başında ağlayarak bir zavallı Seylanlı Öpüp öpüp kapıyor elleriyle gözlerini. Bitince harice nakliyle gasli tekfini “Bakı’”a gitti şehidin vücud-i fanisi; “Harem”de kaldı fakat ruh-i cavidanisi. Kur’an’ın vaz’ etmiş olduğu usul-i siyasetin en güzidelerinden biri de tavaif-i İslamiyyeden birinin şuun-ı salahiyetini bir gayrimüslimden diriğ etmesidir. Garibdir ki esrar-ı Kur’an’ı beyan vadisinde hame-ran olanlardan birçoğu bu hakıkat-i Kur’an iyyeye infaz-i nazara muktedir olamamışlardır. Siyaset-i İslamiyye esasatına tealluk eden bu nokta-i mühimmeyi Kur’an hem istidlal tarikıyla hem de sarahaten nazar-ı im’an önünde tecelli ettirmektedir: ayet-i kerimesi şeriat-ı Kur’an iyye nazarında müslümanların ulülemre itaatlerinin mefruziyeti bunların kendi milliyetlerine mensub bulunmalarıyla mukayyed bulunduğunu göstermekte olması i’tibarıyla birinci kısma dahildir. ayeti ise delail-i sariha cümlesindendir. İkinci ayetin mukteza-yı siyakı ruh-ı müfadı gösteriyor ki Cenab-ı Hak hiçbir vakit mü’minleri kafirlerin hüküm ve idarelerine nüfuz ve satvetlerine ser-füru etmeye mecbur edecek bir kayda ahkam-ı şer’iyye-i lahutiyye miyanında bir mevki’ verip de izz ü vakar-ı İslam’ı şaibedar etmemiştir. Bilakis müslümanlar onların nüfuz ve saltanatına ram olmak zillet ve meskenetini kabul ettikleri takdirde küffarın nüfuz ve tahakkümüne kendi irade ve ihtiyarlarıyla yol açmış olurlar. Bir kere de seviye-i fıtriyyeleri bu derekeye tenezzül edince artık Allah’ın irade ve meşiyyetine muhalif ahkamını ta’til edenler miyanına dahil olarak intikam-ı ilahinin kendilerini küffarın pa-yı kahr u satveti altında ezilmeye mahkum etmek suretinde tecellisine kesb-i istihkak ederler. Kudret-i tasallutu ma’nevi bir menba’dan almış olan küffar ise cem’iyet-i İslamiyyenin erbab-ı izz ü cahını aba vü ecdadları olan şeref-i millilerini ellerinden almak bünyan-ı measir ü mefahirlerini ser-nigun nişane-i mevcudiyyetleri olan ahlak ve adat din ve lügatlerini mahv eylemek hususunda hiçbir müşkilat ve mukavemete tesadüf etmezler. Evet nefislerine zulmeden Kur’an larının ahkam-ı mübeccelesine muhalefeti i’tiyad eden bir kavim hakkında kanun-ı adalet-i ilahiyyenin ta’yin ettiği hükm-i la-yetegayyer bu merkezdedir. Asla cay-ı tereddüd ve ihtilaf değildir ki müslümanların bugün duçar oldukları bela ve mihnetin menşe’-i hakıkısi böyle mukaddes bir hükmün mazmununa terk-i aguş-ı himaye ve sıyanetlerine atılmalarından ibarettir. Bu halet-i meş’umenin yegane saikı da tavr u hareketlerinin bulunmalarından Kur’an’ın ahkam-ı aliyyesinde mündemic esrar-ı beliğaya infaz-i nazar edememelerinden sükun-ı gaflet içinden bir lerziş-i intibah ile silkinip kalkacakları Kitab-ı mukaddeslerinin kendi[ler]i için vaz’ etmiş olduğu siyaset-i milliyye düsturlarına dört el ile sarılıp da boyunlarını ümem-i gayrimüslimenin ribka-i esaretinden kurtararak ferman-ı la-yezalden başka hiçbir hüküm ve kuvvete ser-füru etmeyecekleri vicdanlarını tealim-i Kur’an iyyeden başka hiçbir şeyin te’siriyle mukayyed görmeyecekleri gün gelinceye kadar kendilerini her cebbarın baziçe-i satveti her mütehakkimin mahkum-ı azm ü iradatı göreceklerdir. Kur’an vehm ü hayalin amal-i fasidenin galebe çalmak yetişerek hakıkı maksadını ayatının ne suretle te’vil ve tefsir edilmesi icab edeceğini beyan ve tasrih etmiştir. bu cümledendir. Kur’an’ın serairine üslub-ı bedii altında ler yalnız kelime-i tevhidi dil ile söylemek hak yolunda mukatele etmek nusret-i ilahiyyenin kendilerini teveccüh etmesi için birer sebeb-i kafi teşkil eder zannediyorlar ve eda-yı salata hudud-ı ilahiyyenin ikamesine yanaşmamak münasebat-ı mütekabilelerinde emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker şeritasına riayet etmemek gibi halatın bu nusret-i mev’udeyi men’ ve te’hir hususunda bir dahl ü te’siri olduğu kanaatini göstermiyorlar. İşte Kur’an birçok yerde Allah’ın yardımına kesb-i istihkak etmiş olan mü’minlerin hangi mü’minler nusret-i bahire-i Sübhaniyyeye mazhariyetleri daman-ı ilahi ile müeyyed olan kimler olduğunu sarih ve vazıh bir surette beyan ederek bu gibi telakkılerin vahi ve bi-esas olduğunu meydana koymaktadır. Bu nusreti ta’yin ettiği hudud-ı şer’iyyeyi tecavüz etmeyen; feraiz ve tekalifi ikame ve bi-hakkın mücahede mesleğinde devam etmekle beraber ef’al ve harekatını riya tenzihi gaye-i yegane ittihaz edenlere inhisar etmektedir. Saha-i mücahelede pa-ber-ca-yı sabit olacak olanlar da bu kabil kimselerdir. Mütercimi: Mehmed Şevket Meal-i Şerifi elbette ve elbette birer birer koparılacak i’tibardan ıskat edilecektir. Herhangi biri koparılır i’tibardan düşürülürse halk ondan sonrakine yapışacaktır. Bunların en evvel koparılıp ıskat edilecek olanı hüküm ve kazadır. En sonuncusu da namazdır. Hadis-i şerifin ravisi Ebu Ümame radıyallahü anh muharricleri İmam Ahmed bin Hanbel İbni Hibban ve Hakim’dir. İmam Ahmed’in silsile-i rivayetine dahil olan rical Sahih ricalidir. Bu hadis-i şerif ayat-ı beyyinat-ı risaletten addedilecek bir haber-i sadıktır. Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bununla ehl-i İslam’ın dinlerine müntehasını zuhurlarından evvel bize bildirmiş oluyorlar. Alem-i İslam’da ilk fesad şübhe yoktur ki vülat ve kudatın tarafgirlik etmesiyle zuhur etmiştir. Evvelleri kadılar ümera ve hulefaya karşı zuafa ve fukara lehine bimuhaba hüküm ısdarında tereddüdü hatıra getirmezken gitgide zuafanın akviyadan istifa-yı hakk etmeleri müşkil hatta müteazzir olmaya başlamıştır. Müsliminin bu dereke-i mezellete kadar inhitatına bais avamilin en mühimmi olan inhidam-ı rükn-i adalet diğer mefasidin kaffesini celb etmiş ulemanın ümeraya karşı dilini kısaltmış hak ve hakıkat kolayca söylenmez olmuş ahlak-ı fazıla fütur ve zaafa uğramış en mühim feraiza varıncaya kadar hep guşe-i ihmal ü nisyana atılmıştır. Muhbir-i sadık sallallahü aleyhi ve sellem hazretleri münhedim olacak şeair-i İslamiyyenin sonuncusu namaz olacağını bize bildiriyor. Bu rükn-i İslami de münhedim oldu mu artık ahkam-ı İslamiyyeye dair yerinde kaim hiçbir şey kalmamış olacak demektir. Müslümanlar herşeyi bırakırlar. Fakat namazı –müslüman kalmaya azimleri bakı kaldıkça– terk etmeyi tecviz edemezler. Zira namaz dinin direğidir. “Namaz dinin direğidir. Onu yıkan dini de yıkmış olur.” Ahkam-ı diyaneti namaz külfetinden azade olarak telakkun etmek isteyen A’rabiye Resul-i Hakim sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz: “Namazsız dinde hayır yoktur.” cevabını verdiler. en son temessük edecekleri olan bu urvetü’l-vüska-yı necat da bizde –eşk-i teessüf dökerek i’tiraf edelim– artık kopmak üzeredir. Ni’met-i din ü imandan bi-behre olan güruh-i la-yüflihunu bırakalım Halik-ı azimüşşana zanneden zamane müslümanlarına bakalım. Bunların hal ü şanını tedkık edersek hakıkı İslam ile aralarında sanki müşareket-i isim ü ünvandan başka bir münasebet kalmamış gibi görürüz. Ağızlarda bir “müslüman” sözüdür dönüyor. Fakat “Ne evamir ne nevahi ne namaz u ne niyaz…” mısdakınca ahkam-ı şeriat sanki hep mensuh imiş gibi asla mazhar-ı i’tibar ve iltifat olmuyor. Vakıa müslümanlar hamdolsun hala çok. Fakat bunlara –ta’bir caiz ise– “şeriatsiz müslüman” demek yakışır. Bir kere emr-i bi’l-ma’ruf ile nehy-i ani’l-münker farizasını edadan o kadar ürkeklik gelmiş gönüllere korku o kadar sinmiş ki ekabir ve uzamaya değil a baldırı çıplak fukaraya bile: “Yahu Allah’ın emrini tutmak yok mu? Şu haramı irtikab etmekten utanmıyor musun?” diyecek kalmadı. Benim emir ve nehyim yürümüyor diye herkesin her gün bin türlü yaygara koparması pek ma’kul görülüyor da şer’-i ilahi namına dirice bir söz söylemek mucib-i istiğrab –ve hatta daha garibi mucib-i ta’yib– oluyor. Teavün ve tenasur müslümanların çoktan beridir unutmuş oldukları bir fazilet-i ictimaiyyedir. Dost dostun komşu komşunun ferd milletin millet ferdin yardımına koşmak ihtiyacını tahkık edip çare-saz olmak hakkında din-i İslam’da bazı ahkam bulunduğu bile mechul kalmaya başladı. Hodkamlık o kadar ileri gitmiş ki bir müslüman kardeşimize akarib ve teallukatımıza komşularımıza muavenet etmeyi vazife-i diniyye i’tikad etmek şöyle dursun hatırlarını sormayı bile calib-i minnet bir lütufkarlık addediyoruz. Car-ı mülasıkımız hastalanır arayıp sormayız. Vefatını cenazesi kalktıktan birkaç gün sonra havadis kabilinden öğreniriz. Ne diriye hürmetimiz var ne ölüye. Yanıbaşımızda biçarenin biri açlıktan can çekişse acaba bu zavallıya ne oluyor? diye araştırmayız. Bir cenaze görsek taşımak teşyi’ etmek şöyle dursun rahmet okumak külfetine bile katlanmak istemeyiz. Çaresini bulup da pek gali ücretlerle birkaç hammal tedarik edemeyen yahud taraf ve takribini bulup da –Allah razi olsun– mehmedciklerden beş on kişiyi imdada çağırmaya muvaffak olamayanların cenazeleri adeta ortada kalacak. Böyle giderse galiba servet ve mertebeye göre cenaze alayları tertib edecek kumpanyalar da zuhur edecek! Dinimizde zekat derler bir farizanın vücudunu çocukluğumuzda rın erbab-ı dikkati kendilerini mükellef bildikleri tarihten beri fukaraya karşı olan bu mukaddes borcun hiç kimse tarafından eda edildiğini bilmem ki der-hatır edebilirler mi? Bu fariza-i metruke ile kendilerini mukayyed bilen helale haram katmak istemeyen bazı bahtiyaran-ı ümmet kalmışsa onlar da süfeha-yı kavmin ta’rizinden kurtulmak Zaten mekasibin helalini haramından ayırmak alışverişte emanet gözetmek ayıp sayılıyor. Asri iktisad gayesince doğruluk insaf helale kanaat anlaşılmaz mefhumlardır. Milletin tealisi iktisaden kuvvetlenmeye kazanmaya hem de ne olursa olsun hangi vasıtadan istiane edilirse edilsin kazanmaya vabestedir deniliyor. İktisad-ı milli hars-i milli ile hem-inan olarak başını almış gidiyor. Tüccar ile esnafta zerre-i insaf yok. Es’arın havsala-suz olan galası yetmiyormuş gibi malın a’lasına bedel kötüsünü sürmek eksik tartmak bir el ile verilen şeyi dolaşık yollardan cebren ve bi-gayri hakkın istirdad etmek gibi her türlü hırsızlıklar da mübah. Hars-i milli milleti fezail-i ahlakıyye ve diniyyesinden tecrid demek olduğu gibi reye muhtac etmek demek oldu. İhtikarın tarih-i alemde bir misline daha tesadüf edilmeyen en bi-insafane şekli tatbik ediliyor. Millet için zarar-ı mahz sahibleri için tehlikesiz bir ribh-ı mahz olan bu alışveriş biraz daha devam ederse beş on sefihin kaşane-i fücurunu i’mar için millete kuru topraktan başka bir mesken heva-yı nesimiden başka bir gıda kalmayacaktır. Bu diyarın erkeklerinde ve bahusus kadınlarında haya edeb ar namus gibi namlarla yad olunan mahbub-ı ehl-i ukul bir haslet-i müstahsene ve pakize vardı. Müslümanlar edeb ve hayaca bütün milel-i saire beyninde bir imtiyaz-ı mahsusu haiz idiler. Teali-i nisvan la ayet-i kerimesi ile ihticab ve gadd-ı ebsar ile tesettür nususu aleyhine isyan bayrağı kalkalıdan beri o güzelim fazilet de ürküp bu ülkeden hicret etti. Bu da’vaların gereği gibi kızışması nihayet iki senelik bir şey iken o kadar terakkı hasıl oldu muasırlaşmak Avrupalılaşmak Frenk ustalarımıza benzemek hususunda “boynuz sonradan çıkar amma kulağı geçer” mısdakınca o kadar ileri gidildi ki hanımlar arz-ı kalayı cemal için yatak odalarındaki kadar çıplak bir hey’et ve kıyafetle sokaklara döküldü. En namussuz en rezil olanları bile arından eritecek bir laübalilikle İstanbul’un Beyoğlu’nun Kadıköyü’nün Adalar’ın fısk u fücur ile ma’mur çarşılarını pazarlarını otellerini gazinolarını ve bahusus bu gibi erazilin ni’met diye telakkı ettiği yangın harabelerini aleni pervasız birer dad ü sited meşheri haline koydular. Ne tarafa bakılsa –artık sözümüzü sakınmaya da lüzum yok– it iti koğalar gibi erkek kadın birbirini ve bahusus sürü sürü kadınlar erkekleri koğalayıp duruyor. Ahkam-ı İslamiyyeden tebaüd –hele emr-i ilahiye karşı muaraza ve muhasama– edeliden beri medeniyette –medeniyet bir taraf insanlıkta– ne kadar geri kaldığımızı gösterecek delaili yılan hikayesi gibi uzatmaya hacet ne? Herhangi bir cem’iyetin muhtac olduğu kavaid ve adab-ı muaşeretten bi-nasib olacak kadar muamelat-ı insaniyye ve İslamiyyeye bigane kaldığımızı eden ibadat-ı sırfada olsun din-i İslam ile bir alakadarlık gösterebilir miyiz? Eskiden Ramazan-ı şerifte bazı kendini bilmezler oruç tutmasa da ala-melei’n-nas nakz-ı sıyam etmezlerdi. Onların da nazarında bir Ramazan var ve Ramazan’a hürmet lazım idi. Fakat bilmem ne oldu? Birkaç seneden beri Ramazan-ı şerife benzer bir ay gördüğümüz yok. Ramazan’ın miadı hulul ediyor da yine lokantalar gazinolar meyhaneler gece gündüz eskisi gibi işliyor. Şayed sokakta vapurda tramvayda ve hatta bir daire-i resmiyyede nakz-ı sıyam eden sigara dumanını burnunuza doğru savuran bir kimseye: “Yahu! Ne yapıyorsun? Ramazan!” dediniz mi bir tufan-ı tekdir ü gazabdır kopuyor. “Yirminci asırda oruçtan Ramazan’dan bahsedilir mi? Modası geçmiş böyle bir zihniyet! ile terakkı edilir mi? Hem de efendim benim hürriyetime karışmak kimin haddi?” gibi i’tirazlar tevali ediyor. Evet esir-i nefs ü heva olan beyefendi hürdür! Hem de en ziyade hürriyetini dindir! Namaza gelince vakıa kılanlar azdır. Fakat mesacidde gösteren zümre-i naciyyenin adedi hamdolsun yine nisbeten epeyce vardır. Lakin bilmem dikkat ediliyor mu? Sufuf-ı salat günden güne seyrekleşiyor. Sufuf-ı cihaddan daha mühim ve daha mukaddes olan bu saflardan mevt veya diğer bir arıza ile biri çıkdı mı yerine başkası girmiyor. İstanbul’da vaktiyle selatin camileri ile mahalle mescidleri o kesretleriyle beraber Ramazanlarda hep lebaleb dolu idi. Şimdi ise hariklar ile esbab-ı saireden naşi bu mukaddes ibadetgahlar evvelkilerin humusuna belki de öşrüne inmiş iken yine rubu’larını dolduracak kadar müslüman göremiyoruz. Rabbim gecinden versin şimdiki cemaat de ahirete intikal etti mi artık din-i İslam’ın maazallah bu diyarda nam u nişanı kalmayacak bütün mesacid ve maabid-i İslamiyye müstağniyün anh evkaf zümresine dahil olacak demektir. Görüyorsunuz ki şeair-i İslamiyyenin sonuncusu da bu ülkede can çekişmek üzeredir. Görünen köy kılavuz başımıza alıp da içinde çalkandığımız derya-yı mesaibden mersa-yı şer’-i mübine ilticaya davranmazsak helakimiz muhakkaktır. Bir milleti ıslah etmek yükseltmek refah ve saadete erdirmek hasenat-ı mevcudesini muhafaza ve tenmiye ile olur. Yoksa yıkıcılıkla ele Bolşevizmden başkası geçmez. Avrupalı olmak farz-ı muhal olarak bir saadet addedilse bile muasırlaşalım Avrupalılaşalım demekle hemen Avrupalı oluveririz zannetmek hatadır. Bu hatayı basiret ve intibahdan ari olan yüz yıllık tecrübe ma’a-ziyadetin isbat etti. Her halde kendi akvaliyle gayr-i amil vaizlerin mukaddesata dayanmayan telkınatı doğru da olsa te’sirsizdir sabun köpüğünden farksızdır. Bu memlekette gerek umrana gerek hüsn-i muaşeret ve tasfiye-i vicdana aid ıslahat ancak ihtisasat ve avatıf-ı diniyyeyi takviye ile müyesser olabilir. Mütefekkir ve nasih-i ümmet geçinenlerimiz ise dine hurafe deyip halkı ondan tenfire çalışıyorlar. Nesl-i hazır din-i İslam’ın o kadar biganesi oldu ki tahsil görmüş gençler içinde Mushaf-ı şerifi yüzünden okuyabilecek kelime-i tevhidi dili dolaşmadan söyleyecek kalmamıştır desem mübalağa değildir. “Din buhranı ahlak buhranı var!” diye bir şikayet yaygarasıdır gidiyor. Fakat bizim şikayetimiz asıl bu şikayetçilerdendir. Din buhranı ahlak buhranı varmış. Öyle mi? Öyle ise beyefendiler dine din olduğu için hücum edeceğinize lütfen hazm-ı nefs ederek dinin ne olduğunu öğreniniz. Dinimizin ne gibi ahlak ile ittisafı emrettiğini tahkık ediniz. Beğenirseniz ta’n etmeyiniz hurafedir demeyiniz de bu ana kadar ıdlal ettiğiniz gençler arasında onu vacibü’l-hürme kudsi bir şeydir diye neşre çalışınız. Yok eğer beğenmezseniz dinsizlik şayi’ oluyor ahlaksızlık bünyan-ı ictimaiyi yıkıyor diye müraiyane feryadlarla kendi semerat-ı ef’al ve akvalinize karşı dadhahlıkla müslümanları beyhude iz’ac edip durmayınız. Bununla beraber nifakın en büyük vasıta-i iğfal ve ifsad olduğunu tecrübe etmiş olanlara bu hitabımızın hiçbir te’siri olmayacağını bilmez de değiliz. Din ve iman ile alakası olmayanlar için müslümanlar terakkı etmiş ne? Etmemiş ne? Biz halis müslüman kalmış olanlara tevcih-i hitab ederek öteki takımın tılsım-ı iğvaatını bozacak füsun-ı fesadlarını ibtal edecek tedabire tevessül etmek ümmetin selamet çarelerini düşünmek vazifeleri olduğunu gafletten sıyrılacak zaman gelmiş ve geçmiştir. Kezalik hükumetten niyaz ve istirham ederiz. Din-i İslam’ın ahkamını muhafaza etmeyi kafil olan Kanun-ı Esasi’ye istinaden din-i İslam’ı baltalamaya çalışanların dest-i teaddisini tahkır edenlerin zeban-ı ta’riz u teşni’ini kessin de milletin cadde-i selamete bir an evvel çıkmasına yardımcı olsun. Namı tarih-i alemde yad-ı hayr ile bakı kalsın. – – “Şayed nikahın akdinden evvelki ihtilatların netayici demin söylediğimiz gibi erkekle kadının birbirini tanımaktan birbirinin ahlakına etvarına tamamıyla nüfuz etmekten aczlerinde karar kılsaydı iş bir dereceye kadar ehemmiyetini gaib ederdi; bizler de bunda çokluk beis görmeyebilirdik. Lakin siz tecrübe zamanı dediğimiz nişanlılık devrelerindeki safahatın ne gibi şeyleri ihtiva eylediğini biliyor musunuz? Ma’lumdur ki: Erkeklerin de kadınların da ihtilattan nasibeleri sıra ile rü’yet meyl muhabbet heves daha sonra muaşerettir. İşte bizim memleketlerde cari adetler şu saydığımız meratib ve etvarı teshil ettiği için pek tabii bir surette birbirini ta’kıb ederler de bizler bu hususta ne endişeye mahal görürüz ne de zuhura gelecek avakıbı düşünürüz. Yalnız adetin vücuda getirdiği bu ülfete rağmen yatını tedkıke onlara has olan etvar ve şuunu tetebbua heves ediyor. Bedihiyattandır ki: Eşyadan pek çoğunun mahiyeti ancak ezdadıyla mukayese edilince meydana çıkar. Alemde ne kadar rezail vardır ki haddizatında menfur ve murdar olmakla beraber işleyenlerce mahiyeti bilinmediği gibi hiçbir zaman da düşünülmez. Zaten insan bir şeyin hakıkatini künhünü ancak şübhenin tereddüdün sevkiyle araştırır. Bunun içindir ki feylesoflar “Şübhe yakınin ilk mertebesidir.” derler. Binaenaleyh insanın me’luf olduğu akıdelere hareketlere adetlere tabiatlara aid olan yakınini sarsacak bir şey bulunmadıkça madame’l-hayat onlara sarılır ihtiva edebilecekleri maayibin nekaisın kaffesinden gafil yaşar. Müddeamıza delil olmak üzere şunu irad edebiliriz: lar. Biraz büyüdükten sonra yine aynı lehçe ile muhaverede muhaberede bulunurlar; tertib ettikleri cümlelerin kavaid-i lisana mutabık yahud muhalif olduğunu hiç düşünmezler. Lakin sarfın nahvin inceliklerini anladıkları gibi o zamana kadar ifadelerinde üslublarında Hele okuttuğu lisanın gavamızını ihata etmiş muktedir bir muallime düşmüş iseler bu hevesleri bir kat daha artar. Bununla beraber öyle anılmış münşiler öyle tanılmış hatibler görüyoruz ki zaman zaman lisan hatalarından kurtulamıyorlar. Ancak bu hal kendilerinin ilmine fazlına da nakisa vermiyor. Zira ihtiyar ettikleri galatatı nazar-ı teemmüle alanlar bakıyorlar ki hep ülfetin i’tiyadın te’siriyle tekrar edilmiş doğruluğunda şübhe edilip de aslını tedkıka lüzum görülmemiş pek meşhur kelimelerden başka bir şey değil. “Hariri”nin ‘ Dürretü’l-gavas fi lahni’l-havas’ismindeki eserini hatırlarsınız. Ben bu kitabı Berlin Kütübhane-i umumisinde görmüştüm. Lisan-ı Arab’da meleke sahibi olmak isteyenler bu te’lifi görür görmez bana hak verirler; “İnsan şübheye düşmedikçe me’lufu mu’tadı olan şeylerin mahiyetini araştırmak lüzumunu hissetmez.” diye deminden beri tekrar eylediğim da’vayı teslim ederler. Binaenaleyh biz garblılar adat ve etvar-ı hayatiyyemizdeki nakısaları kusurları göremiyorsak hiçbir zaman buna bakıp da bizim bütün maayibden ma’sum bulunduğumuz ma’nası verilmek doğru değildir. Zira ne garb ne de şark hiçbir hususda kemali yahud gaye-i hayali temsil edemez. Milletler ancak haiz oldukları mehasin ile mesavinin hey’et-i mecmuası i’tibarıyla mukayese edilmek her birinin fazileti de kemalatının nekaisına rüchanile teslim olunmak icab eder. Yoksa Vacibü’l-vücud’dan başkası için bütün maayibden beri olmak ihtimali yoktur. O halde garbın şarka rüchanı bunun garblı ötekinin şarklı olmasından yahud birinin her türlü nakısadan beraetiyle diğerinin levs bataklıkları içinde yuvarlanmasından değildir. Görüyorum ki: yine birçok istitradlar açarak mevzuumun esasından uzaklaştım. Maamafih ma’zurum. Bakıyorum ki: Sizler münakaşatınıza devam ederken garbın hiçbir eksik tarafını görmediğiniz için kemalatımızın hakıkatini size karşı haiz olduğumuz rüchanın esbabını anlamakta sıkıntı çekeceksiniz. Hem sizler garbın fezailiyle rezailini ayıramamakta devam ettikçe ne o fezailden şarkıyyeye hakim vaz’iyetine getiren esbab-ı hakıkıyyeyi görebileceksiniz. Artık anladınız ki: Garb da şark gibi imiş iyi tarafları da varmış fena cihetleri de. Öyle ise şöhretleri dünyayı tutan ilimleri sayesinde göklere denizlere tahakküm eden garblılar nasıl oluyor da noksanlarını ıslaha yanaşmıyorlar diye hayrete düşmeyiniz. Çünkü bunlar sırf ülfetin adetin te’siriyle o noksanları görmüyorlar. Şayed me’luf bulundukları halatı bir de ezdadıyla mukayese etmiş yahud bir tarafdan vuku’ bulacak ihtar üzerine o halatın müeddi olacağı akıbetleri nazar-ı intibaha almış olsaydılar elbette hatalarında ısrar edip kalmazlardı. Zira görüyorsunuz ki bunların fikri bir hadde durmak etmiyor. Zaten kabahat ülfetin adetin te’siriyle kendisindeki mesaviyi göremeyenlerde değildir. Bütün mes’uliyet o adama raci’dir ki Allah’dan başkasının da hatadan münezzeh olabileceğine kail olur. Yahud diğerlerine bakarken nazar-ı tedkık ile nazar-ı intikad ile bakmaz. Zira bu halde bulunanlar demin de söylediğimiz gibi muzır re’yden mahrum olurlar; hiçbir zaman doğru bir yol tutamazlar. Galiba yeniden istitradlara saptım. Haydi sadedimize dönelim. Bizde tecrübe zamanı dediğimiz nişanlılık devresi aylarca hatta senelerce imtidad eder. Bu devrede gençler me’luf olduğumuz adet icabı olarak istedikleri gibi muaşerette bulunabilirler. Evet nişanlılıkları şayi’ olduktan sonra her hususta zevc ile zevce gibi yaşamak salahiyetini haizdirler. Binaenaleyh mektuplar hediyeler buseler muanakalar teatisi gibi muhabbetin “tecrübenin değil” bütün ahkamını infaz etmekle de kani’ olmayarak hudud-ı imkanın sonuna kadar varırlar. devrede erkekle kızın hiçbiri için diğerine karşı zevc zevce arasındaki kuyud ile mukayyed olmak mecburiyeti yoktur. Onun için kız istediğini tecrübe eder beğendiğiyle muaşerette bulunur aynıyla erkek de birini bırakıp ötekine koşar. Bununla beraber bu hareketleri örfümüz bu devir tecrübe devridir ki ahkamının kemal-i sühuletle cereyanını zamin olan adatımız bütün çirkin taraflarını görebilmemize hail olduktan başka gençliğimizde kulaklarımızı dolduran bir yığın kepaze felsefelerle saçma deliller basiretimizi büsbütün perdedar ediyor. Bizde kızlar o i’tikaddalardır ki: Zevc ile zevceyi birbirine bağlayan nikahın suret-i resmiyyede akdinden evvel iffetlerine kimse tarafından müdahale salahiyeti yoktur. Binaenaleyh nasıl erkek [nikah] akdinden evvelki harekatından kanunen mes’ul değilse kız da hiç kimse müzahim görmemek hakkını haizdir. İşte bir söz ki zahiren savab; işte bir safsata ki sureta mantıkı! Lakin biz bu fasid kıyasın kazayasıyla ictimai ahlakı netaicini tedkık edecek olursak acaba ne göreceğiz? Münakaşa götürür mesailden değildir ki: Ruh-ı beşer bir hale saplanıp kalmaktan hoşlanmaz; tavırdan tavıra geçmeyi ister. Onun için adet din terbiye namına elini kolunu bağlayan ne kadar kuyud varsa hepsini kırmaya çalışır. Bunun sırrı ise yukarıda söylediğimiz vechile nefsin kanun-ı tabiat icabı olarak bir vücudda toplanamayıp muhtelif hilkatlere dağılmış bulunan mehasine kanı te’min edildikten sonra nefsi dalalden tuğyandan alıkoymak kabil olabilir mi? “Nefis çocuk gibidir: İhmal edersen büyür gider de hala meme emmek ister; halbuki vaktiyle kesersen kolayca kesilir.” hükmünü veren sizin edibiniz değilmiydi? “Kalb bir sevda ile altüst olmaya görsün; yoksa ondan vazgeçmesini hatırına getirme!” diyen şair de sizden değil midir? Evet sayısız tecrübelerle na-mütenahi felaketler hep bu kıymetdar hikmetleri te’yid etmekten başka bir şey yapmıyor. Nefisten tabiatının hilafı hareket bekleyenler şübhesiz muhal arkasında koşmuş sudan ateş istemiş oluyorlar. Bizim içimizden her biri tecrübe devresi namıyla seneler geçirir. Bu müddet zarfında muhtelif temayülatın te’siri altında kalır müteferrik vücudlardaki mehasin kalbine ayrı ayrı hakim olur. Ruhu körpe fidanlar gibi gah sağdan esen heva-yı muhabbetle bir tarafa eğilir; gah soldan gelen nesim-i hevesle öteki cihete temayül gösterir. Nihayet i’tidal-i fıtrisini gaib ederek en şiddetli ruzgarın iradesine munkad olur kalır. Şu var ki: Bu son mıyla nasibini almış bulunur. maktan sakınmazsa mütehalif seyirler mütezad meyiller müteakis emeller arasında çarpınır durur. Ellerinde baziçe kesildiği bu gunagun ıztırabat ise onun tenasüble meftur endamını mu’tedil yal ü balini değiştirerek eğri büğrü eşkale sokar. Evet nefis bu hususta fidanlara benzer: Şayed daha pek taze ruzgarın elinde baziçe olması da pek yakınsa kırılmak yahud eğrilmek gibi arızaları henüz göstermez; lakin müteakis riyahın sadmelerine ma’ruz kalması devam ettikçe haliyle kamburlaşmaya kavisler peyda etmeye başlar ki bundan sonra bir daha düzelmesi Görüyor musunuz? Farkında olmaksızın şairlerin mesleğini tutmuşum. Maamafih bunu kıyaslarımın hayalata istinadından ileri geldi zannetmeyiniz. Unutmayınız ki Peygamberiniz sav: “Öyle şiirler vardır ki: Hikmettir.” demişti. Evet ben evvela izdivaca takaddüm eden ihtilatın verdiği netaici tedkık ettim; sonra bunun hayat-ı ailiyye üzerindeki te’siratını ta’kıb eyledim de şunu anladım ki: Gençlerin kadından kadına koşmakta nefislerine zulmetmekte en ileri gidenleri insanların refah ve rahat hususunda en geride kalanlarını vücuda getirdikleri aile maişetinde hayat arkadaşlarına en az merbut bulunanlarını teşkil ediyor. Gözünüzün önüne bir delikanlı getiriniz ki: Gençliğin en feyezanlı çağına gelmiş huri gibi kızlarla düşüp kalkıyor; şimdi bir ahu gözüne meftun iken biraz sonra bir kumru göğsüne çarpılıyor; şen şuh şakrak bir nadire-i cemalin yanından ayrılınca işveleri de harekatı gibi ağır fakat kibar bir nazenine çatıyor. Bir heykel-i melahatin kolunu bırakınca beyan-ı sahiriyle şiirleri susturan bir şivekara hem-bezm oluyor. Kimisini güzelliği kimisini güzel görünmesini bildiği nin hilkatindeki nezakete incizab ediyor. El-hasıl kapalı açık birçok cazibeli mahlukat ile kesrette vahdette beraber bulunuyor. Afifelerle düşüp kalktığı gibi iffet kaydından azade olanlarla da vakit geçiriyor. Şimdi bu haldeki bir delikanlı için hevesatına galebe çalmak mevcudiyetine hakim kesilecek bu sürü sürü mehasine karşı durabilmek kabil midir? Kadından kadına koşmaya alıştıktan bir vücudda ictima’ edemeyip muhtelif hilkatlere dağılmış güzelliklerin avaresi olduktan sonra bu zavallı genç ne yapar da nefsini yalnız bir kadına hasr edebilir? Velev ki o kadın dünyanın en güzel en zarif en zeki mahluku olsun. Kesreti sayılamayacak dereceyi bulan vak’aların delaletinden anladık ki: Ergenliği çok süren kadınların mecalisine taşınmaktan çekinmeyen erkek zevcesine pek az merbut diğerlerine karşı pek az perhizkar oluyor. Hatta henüz ibtizal derekesine düşmemiş kadınları ele geçiremeyenlerin birçoğu da umumhanelere taşınıyorlar. Ümid ederim ki refah içine gömülmüş süfehasıyla ağniyası yüzünden milletlerin musab oldukları ictimai hastalıkları tevlid eden sebeb şu izahat ile nazarınızda teayyün etmiştir. Zira bu gibileri haiz bulundukları servetle bütün hacetlerini tatmin hususunda emirlerine amade duran sühuletten dolayı daima her tabakaya mensub kadınlarla te’min-i münasebet hevesindedirler. Bahusus her gelen zaire kapının açılmasını her türlü müsafirin efendiler uşaklar kadınlar erkekler tarafınan karşılanmasını adetin teshil etmiş olduğu bizim memleketlerimizde. Öyle ya! Bizlere adat etvar ve bütün şuun cek maniaların kaffesi esbab-ı ihtilatın bu tarzdaki mebzuliyetinden dolayı aradan kalkıyor. Binaenaleyh aleni yahud hafi münasebetler çoğalarak her ferd –mesturiyet u safasını kolayca ihraz ediyor. Tecrübe devresinde gençlerin ahlakına arız olan eğriliklerden biri de komşularının dostlarının hatta akrabalarının refikalarına varıncaya kadar rast geldikleri kadına Görüyoruz ki bunlar hürmet perdesini kaldırarak onlara medd-i nigah ediyorlar. Bu işte akrabayı ızrar yahud komşulara hıyanet maksadı olmasa bile o söylediğimiz Artık azimdeki kuvvet re’ydeki isabet tabiattaki sebat ü metanet i’tibarıyla kadına faik bulunan erkek bu halde bulunursa öteki cins-i rakıkın ne olması lazım gelir düşününüz? Erkeklerle ihtilat ederek her birinde sihr-i beyan zarafet semahat şecaat hilm vaadini tutmak ahdini yerine getirmek pespayelerle düşüp kalkmamak mübtezel mevaki’den uzak bulunmak temiz giyinmek muntazam yiyip içmek nezafet dişlerin güzelliğiyle beraber beyazlığı başın biçimli saçların kıvırcık bıyıkların mütenasib gözlerin cazibedar olması gibi başka başka meziyetler gören genç bir kız nasıl olur da hissiyat-ı kalbiyyesine hakim aklına metanetine sahib kalabilir? Bir kere kızcağızı bunların içine salıvermek; sonra da bir yığın temayülat-ı müteakisenin hevesat-ı mütezaddenin hücumuna karşı vicdanını kapalı tutsun demek muhal bir hayalin tahakkukunu istemek değil de nedir? Vaktiyle hakaika pek iyi nüfuz etmiş bir sahib-i vukufun şu yolda bir mütalaasını okumuştum: “Hiçbir erkek mahremi olmayan bir kadınla yalnız kalmaz ki her masın.” Şayed ben bunu ilm-i yakın ile bilmiş olmasaydım esna-yı kelamda iradı mu’tad olan gulüvve isnad ederdim. Zaten tecrübe devresinin mahsulü olup tekerrür edip duran birçok hadiselerin şehadetiyle sabittir ki her iki cinsin efradı muaşeretlerinde bir had ile mukayyed olamıyorlar; nefislerinin ilkaatına heveslerinin telkınatına tamamıyla tebaiyet ediyorlar. Bundan da iki netice husule geliyor: tehalif amalin mütearız avamilin te’siri altında bulunuyor. Onun ber-mu’tad uzun tecrübe devresinin hitamındaki nikah gunagun desiselerle me’luf nefisleri istirak-ı nazara alışmış gözleri muttasıl kiracı değiştiren evler gibi muhtelif hevesatın tevalisini görmüş kalbleri birleştirmiş oluyor. Artık sevilen mahlukun bir hücre işgal ettiği her hissin ayrı bir iz bıraktığı böyle bir kalb için yalnız ceyb-i meşruuna bağlanıp diğerlerinden tamamıyla ayrılmak Şimdiye kadar geçen sözlerden anlamışsınızdır ki: Tecrübe devresini bu teşrih ettiğimiz tarzda geçiren zevc sürü sürü müessirat-ı mütebayinenin terakümatı altında kaldıktan sonra izdivacı müteakıb yalnız kendi muhabbet-i mütekabileleriyle meşgul olurlar demek akl-ı selim ile mugalataya kalkışmaktan başka bir şey değildir. Zira nikahın akdinden sonra tarafeynden birinin diğerine karşı besleyeceği muhabbet kalbinin ancak evvelki temayüllerden hali kalan köşelerini işgal edebilir. Diğer köşelerinde yerleşmiş hevesata gelince; bunlar zaman zaman galeyana gelir; karı koca arasındaki hubb-i mütebadili sarsarak nihayet ayağını kaydırır. İşte o zaman her birinin gözü karşısındakinden başkalarını araştırmaya başlar. Bir kere de iş bu raddeye geldi mi artık aradaki safvet bozulur. Harim-i ailenin etrafında şübheler zanlar serseriyane dolaşır. Hayat-ı zevciyye rabıtaları gevşeyerek saadet-i beytiyye gittikçe azalır. Bu suretle o geçen tecrübe devresi ailenin başına mes’ud değil bilakis pek meş’um bir devre kesilir. Şairinizin şu sözü ne kadar doğrudur! Vaktiyle bana tesettürle me’luf müslüman hanımlardan bazılarıyla bir yerde bulunmak nasib olmuştu. Meclislerinde şayed bir erkekten bahsederlerse ya doğrudan doğruya kocaları yahud mahremlerinden biri çıkıyor; yabancı erkeklerin adını bile anmıyorlar. Biraz düşündükten sonra bu hali pek tabii buldum. Öyle ya! İhtilatta bulunmadıkları bir şey bilmiyorlar ki kalksınlar da kendilerini düşünsünler yahud mehasinleri mesavileri hakkında mütalaa yürütsünler. Bir de o bulunduğum mecliste hanımların kalblerini başka erkekleri kat’iyyen tanımadıkları için sırf kocalarının muhabbetiyle meşgul görerek İslam hayat-ı zevciyyesinin hayat-ı saadet olacağına; yoksa hayat-ı hırman ve azab olmayacağına yakın hasıl ettim. Öyle ya! Muhtelif meyillerin mütezad heveslerin aynı kalbe tehacümü aile arasındaki mücadelelerin karı koca beynindeki münaferetlerin en kavi esbabından iken sözlerimin sıhhatinden şübheye düşecek kimse tasavvur edilebilir mi? Ben o kanaatteyim ki: Kadının kocasından başka erkekler hakkındaki cehli onlarda bulunabilecek hasisaları meziyetleri öğrenmesine binaenaleyh kocasına karşı beslediği meylin zaafına yahud nefrete inkılabına mani’ olacağı için refik-ı hayatının her halinden memnun her tarzından hoşnud bütün maayibinden bi-haber kalbi yalnız onun muhabbetiyle dolu olarak yaşar. Hem zannederim Peygamberimizin sav bikr kızlarla teehhülü tavsiye etmesindeki sır bu olsa gerektir. Eminim ki şayed bu kadın bizim içimizde bulunup da bizim maişetimizi ta’kıb etmiş olaydı mevcudiyeti birçok havatırın birçok hevesatın tezahümü altında kalır kalbi muhtelif temayüller arasında çalkanırdı da artık zevcesine şimdiki nazarla bakamazdı. Zira onu öyle bir takım erkeklerin içinde görürdü ki fazilet meziyet müsabakasında kabil değil kendilerine yetişemeyecek. Tabiidir ki bu hususta erkek de kadın gibidir: Hevesat-ı mütehalifenin tezahumuna ma’ruz kaldığı takdirde zevcesinden başkasına meyli zaruridir. Böyle bir halde ise hayat-ı zevciyye daha demin izah ettiğimiz akıbette karar kılar. Bunun için zevcin iffeti de aynıyla zevcenin iffeti gibi aile hayatının hakıkı bir vefa samimi bir muhabbetle istimrarının en birinci şeraitindendir. Şairiniz de: [] demiyor mu? Evet kadın kocasının başka birine göz attığını görür; yahud günün birinde halinden şübheye düşecek olursa safiyet-i hayatını gaib eder. Hele zevcinden şübhelenmeye başladığı andan i’tibaren kıyamet kopmuş demektir. Zaten gerek hükema-yı şarkın gerek şeriat-ı İslamiyyenin kalkıp da zevc ile zevcenin her ikisine iffetle emretmeleri bütün insanları sinn-i büluğdan i’tibaren hevesat-ı nefsaniyyeyi gıcıklayacak mevakie gitmekten kadınlarla erkekleri aynı mehafilde bulunmaktan men’ eylemeleri ne Cenab-ı Hak tarafından nev’-i beşere verilen hürriyeti gasb içindir; ne de kadınların hıyanetle i’timada şayan hasaisdan mahrumiyetle itham edilmesi gibi haksız bir harekettendir. Bunların kaffesi beşeri esbab ve mevaki’-i fitneden uzak bulundurmak içindir. Zira bilirsiniz ki nefis pek zaiftir. Bir de uçurum kenarında dolaşmak elbette tehlikesiz bir iş değildir.” Ma’lumdur ki bir kavmi nokta-i vahideye celb ve cem’ eden din fikri vatan hissi lisan ve neseb gayretidir. Müşrikin-i Arabda umumi bir din fikri olmadığı gibi çoğu konar göçer takımından bulunduğundan kendilerinde pek vatan hissi de yoktu. Binaenaleyh rabıta-i bu gayret akrabaya muavenet demek olan sıla-i rahim gibi lazime-i insaniyyeti de te’min eyliyordu. Şu gibi mütalaata binaen müşrikin-i Arab sıhriyetle hılf ile istilhak ile uhuvvetle neseb gayretini ve müntesibinin adedini artırmaya çalışırlar akrabanın en yakınlarıyla birlikte uzaklarına akarib-i baide ile de yabancılara karşı dururlardı. Sıhriyet: Kız alıp vermek sebebiyle husule gelen karabet Hılf: İki kimse arasında muavenet ve muzaheret üzerine yapılan muahede lemek Uhuvvet ise: İki adam tarafından yekdiğeri birader addolunmak idi. Arablar gibi ceng ü cidalden hali kalmayan ve kavisi zaifini ezip elindekini avucundakini almaktan geri durmayan bir kavme göre bunlar da i’tina edilecek mes’ele vü ecdad ile övünmekten ve kavim ve kabile gayretiyle döğüşmekten kendilerini alamadılar. nida-yı ğunu düşünmeye lüzum görmeyerek silaha sarıldılar ve Ceziretü’l-Arab’ı daimi bir ma’rekeye çevirdiler. Şeriat-ı mutahhara-i İslamiyye; nikah miras gibi mesailden dolayı neseb bahsini te’yid etmekle beraber asabiyet fikrinin ilgası için bunu takyid eyledi yani bütün birbirlerini tanıyabilmeleri için şu’be ve kabilelere tefrik edildiklerini insanın ind-i ilahideki kadri; filan kavimden bulunmakla yahud filanın oğlu olmakla değil Allah’tan korkusu nisbetinde olacağını neseb daiyesinde bulunup da o vasıta ile yükselmek isteyenlerin yevm-i kıyamette alçalacağını ve ecdad-ı müşrikesini ta’dad ile asilzadelik satmaya kalkışanların cehennemde ebedi kalacağını beyan buyurdu. İslamiyet; neseb fikriyle yapılan hılf Çünkü müslümanlık umumi bir kardeşlik olduğundan bilumum ehl-i İslam birbirinin müntesibi demekti. Hülasa: Din gayreti; Müslümanlığın rabıta-i ictimaiyyesi oldu ki onun mefhumu dahilinde vatanperverlik teavün ve tenasur uhuvvet-i diniyye gibi mezaya-yı aliye de mündemic bulunuyordu. Bu gayret sayesinde hukuk-ı beşer nokta-i nazarından asr-ı Nebevi’de o derecede bir müsavat husule gelmişti ki Arablık Acemlik efendilik kölelik misilli aleyhi ekmelü’s-salavat efendimiz; Cenab-ı Selman gibi azadlı ve İranlı bir köleye “Selman bizdendir ehl-i beytimizdendir.” bir zat-ı ali Cenab-ı Sıddik hakkında “Ebubekir efendimizdir Bilal efendimizi azad etmiştir.” diyerek Habeşli bir köle bulunan Bilal hazretleri için efendimiz ta’birini kullanmış Selman-ı Farisi de memleketinde büyücek bir adam evladı iken “Ben; İslam oğlu Selman’ım” diyecek kadar bir tevazu’-ı dindarane göstermişti. Neseb ve asabiyet gayreti; sevk-ı gafletle ashab-ı kiram arasında birkaç defa alevlenmiş ve adeta mukatele vukuuna ramak kalmışken Risalet-penah efendimiz tarafından müsebbibleri ta’zir ve hareketleri takbih buyurulup hadiseler bastırılmıştı. MAKALAT Son zamanların vaz’iyat-ı siyasiyyesi ilcaatıyla gayet tabii olarak İslam alemi ile Cerman alemi arasında husule gelmekte olan muhadenet ve mukarenet nihayet şu hadise-i azimede bir ittifak-ı siyasiye müncer oldu. Bizimle Almanya arasında ne ırkı bir münasebet ne de dini bir rabıta olmadığı halde mübrem bir ihtiyac mütekabil bir menfaat bizi pek sühulet ve samimiyetle birleştirdi. O derece ki ortaya çıkan düşman-ı müşterek karşısında hemen silaha sarılmaktan başka bir şey düşünmedik. Bu da pek tabii idi. Zira gerek İngilizler gerek Fransızlar ve Ruslar birçok zamanlardan beri alem-i İslam’ı retlerine düşen müslümanların yegane ümidgahı olan Devlet-i Aliyye’nin mezar-ı enkazını hazırlamakla meşgul oluyorlardı. Pek elim hadiseler pek acı tecrübeler İngilizlerle Fransızların ve Rusların alem-i İslam ve Hilafet-i güzel öğretmişti. Diğer taraftan bu milletlerin Cerman alemi etrafında onu boğmak için kurdukları tuzaklar da Almanları pek müteessir ediyor inkişaflarına mani’ oluyordu. Demek ki onlara karşı Almanya ile aynı vaz’iyette bulunuyorduk. İşte bu vaz’iyetin icabatı olarak harb-i umumi başlar başlamaz millet-i İslamiyye ile Alman milletlerinin mukadderatı birbirine bağlandı. Müstainen bi-tevfikıhi teala biz de bu cidal-i azime giriştik. Şimdi hemen dört sene oluyor ki bu müşterek düşmanlarla çarpışıyoruz. Bu uğurda feda ettiğimiz canlar yüzbinleri aştı. Omuzlarımıza yüklendiğimiz borçlar yüzlerce milyonları geçti. Bununla beraber birçok vilayetlerimiz de düşmanın istilasına ma’ruz kaldı. Geride kalanların çektikleri sıkıntılar katlandıkları mahrumiyetler de bi-hadd ü payan. Böyle olduğu halde büyük sabır ve metanet göstererek bugün Almanya ile ittifakımızın damet de hissetmiş değiliz. Biz eminiz ki bu fedakarlıklarımız telafi edilecek bu mücahedatımızın semeratı ıktitaf olunacaktır. Nitekim büyük düşmanlarımızdan birinin çökmesi üzerine ilk semereler ıktitaf olunmaya başladı. Kafkasya’da bir kısım arazimizi istirdad ettik. Rusların istila ve zulmü altında inleyen din kardeşlerimiz için de fevz ü halas kapıları açıldı. Başımızda bir kabus gibi dolaşan sırf bizim hayatımıza kasd için vücuda getirilmiş olan Moskof donanmasına da vaz’-ı yed olundu. Şimdi bu mes’eleleri hüsn-i suretle neticelendirmek; henüz nihayetine varamadığımız bu sa’bu’l-mürur dikenli yollarda şevk ile yürüyebilmek için kalblerimize kuvvet ve i’timad verebilecek bir surette onları sağlam esaslara rabtetmek iktiza eder. Müttefiklerimiz kendi hududlarına ve ırkdaşlarına tealluk eden mes’eleleri marzilarına muvafık bir surette esaslı neticelere rabt ettiler. Müttefiklerimizi böyle maksadlarına nail olmuş görmekle hissettiğimiz memnuniyet her halde onlardan aşağı değildir. Lakin bizim hududlarımıza bizim hayat ve menafiimize tealluk eden mes’eleler henüz bir neticeye rabt olunmadı. surette hallolunur da bizim memnuniyetimizle müttefiklerimiz de dilşad olur ve aramızdaki ittifak ve samimiyet bir derecede daha kuvvet bulur. İngilizlerin ittifakımız aleyhinde alem-i İslam’daki tezviratı propagandaları da hükümden sakıt olmuş olur. Ma’lumdur ki alem-i İslam’ın Almanya’ya karşı olan temayülatını değiştirmek için İngilizler bıkmaz usanmaz propagandalarda bulunuyorlar. Bu hususta hep istinad ettikleri nokta şudur: – Ey müslümanlar Almanya’nın alem-i İslam hakkındaki teveccühünün samimiyetine i’timad etmeyiniz. madığı için böyle zahirde müslümanlara dost görünüyor. Bir İslam memleketinin mukadderatı Almanların eline geçsin de o vakit görürsünüz… Bunun mahz-ı tezvir olduğuna biz kaniiz. Fakat bütün alem-i İslam’ı da buna inandırmak Almanya’ya düşer bir vazifedir. Şimdi tam tecrübe ve imtihan zamanıdır. Bütün müslümanlar bu mesail-i mütehaddise hakkında Almanya’nın ittihaz edeceği tavr u harekete muntazırdır. Almanya bugün gerek Devlet-i Aliyye’ye gerek diğer akvam-ı gösterip İngilizlerin tezviratını hükümden düşürecek bir mevki’-i fırsatta bulunuyor. Buna muvaffak olduğu takdirde bütün alem-i İslam’ın kalbini muhabbetini kazanmış olacaktır. Bu muhabbetin halen olsun istikbalen olsun te’sir ve ehemmiyeti elbette takdir olunmaktadır. İslam alemi henüz yıpranmamış bakir bir kuvvettir. Er geç bunun tibahı Halife’nin müttefikı olan ve “üç yüz milyon müslümanın ebedi dostu olduğunu” büyük imparatorlarının lisanıyla söyleyen Almanya’nın muzaheretiyle vukua gelsin. Bu ise ancak alem-i İslam’ın kalbini kazanmakla olabilir. Yoksa bu ilk tecrübede bir defa müslümanların ümidi kırılırsa düşmanların bundan pek büyük istifadeler te’min edeceklerine şübhe yoktur. Bize gelince biz hakıkı ve tabii müttefikımız olan Almanya’nın bu hataya düşmeyeceğine mes’elenin halen ve atiyen ehemmiyet ve azamet-i siyasiyyesini nazar-ı teemmüle alarak böyle bir fırsatı elinden kaçırmayacağına kailiz. Binaberin aramızdaki muhadenetin pek tabii ve samimi başladığı gibi gayet metin ve mütekabil menafie ibtina ederek ila-maşaallah devam edeceğine de kanaat-i tammemiz vardır. HABEŞISTAN’DA MÜHIM HADISELER Habeşistan on milyona baliğ bir kavm-i bahadır ile meskun Afrika’nın cevf-i muzliminde Bahr-i Ahmer’e yakın bir kıt’adır. Ahalisi üç unsurdan müteşekkildir: Yemen Arablarının neslinden olan Samiler Hamiler ve Zenciler. Din-i resmisi İskenderiye Kilisesi’ne tabi’ Nasraniyet-i muvahhidedir. Maamafih Habeşistan’ın en şeci’ kabileleri en kavi ricali din-i İslam ile mütedeyyindir. Habeşistan’ın üç büyük vilayeti tamamıyla müslümanlara aiddir. Bunların nim-müstakil “Necaşi” tesmiye olunan hükümdarları vardı. Fakat İngiliz siyaseti ehl-i Kıbti Kilisesi’ni alet ittihaz ederek İmparator Menelik ile bil-cümle rüesayı tehyic etmiş taassub-ı dinilerini körüklemiş cümlesini bu müslüman hükümdarı ıskat için birleştirmiş idi. Nihayet bunlar kuvvetlerinin te’min eylediği faikıyyete istinaden o hükümdar-ı müslime: Reayasına dokunmamak şartıyla ya Hıristiyanlığı kabul ederek hükümdarlıkta devam etmeyi yahud terk-i hakimiyyet eylemeyi teklif eylediler. Bunlardan birini kabul etmediği takdirde kendisini ve bütün müslümanları imha edecek bir muharebeyi i’lan edeceklerini makam-ı tehdidde beyan ettiler. Uzun hasbihallerden ve mücadelelerden sonra ehl-i İslam hükümdarın müslümanların sıyaneti Necaşi Hıristiyanlığı bi’l-mecburiyye kabul eyledi ta’mid edildi ve Mihail tesmiye olundu! Habeş hıristiyanları bununla da iktifa etmeyip Necaşi’nin tekrar Müslümanlığa dönmemesi ve bu suretle müslümanların tedricen imha veya irtidad ettirilmeleri evlendirdiler. Bu izdivacın ilk semeresi olarak “Lic Yasu” senesinde doğdu. Menelik’in varis-i saltanatı olacak bir erkek oğlu bulunmadığından ve vefatından birkaç sene mukaddem felc ile ma’lul bulunduğundan Lic Yasu’yu naib-i saltanat ittihaz etmeyi düşünmüş büyük kızını taht-ı imparatoriye iclas etmek isteyen zevcesinin papasların i’tirazatına havale-i sem’-i i’tibar etmemişti. Çünkü bir kadının ceng-cu ve nim-vahşi bir milleti idare edemeyeceğine valiler ve ümera arasında münteşir şedid rekabetlere şahsi ihtiraslara ancak kavi bir hükümdarın mukavemet edebileceğine kani’ idi. Binaenaleyh Lic Yasu’yu veliahd-ı saltanat ittihaz etmekte ısrar etmiş ve senesinde Lic Yasu Habeşistan’ın şehinşahı ve Necaşi-i ekberi olmuştu. Vakıa birçok valiler buna i’tiraz etmiş fakat bunların hepsi hükümdar-ı cedide itaat etmeye mecbur olmuştu. Lic Yasu memleketini hazm ü reviyyet adl ü insaf ile idare etmeye başlamış; fakat çok geçmeden telgraflar müşarun-ileyhin azledilip yerine Menelik’in büyük kızı Zewditu’nun imparatoriçe Harar Valisi Dajaczmach Tefari bin er-Ras’ın veliahd i’lan olunduğunu haber vermişti. Bu garib hadisenin esbabını anlamak merakıyla Avrupa gazetelerini mütalaa ederken bu hadisenin evvela harb-i umuminin i’lanı ve düşmanların entrikalarıyla saniyen Hilafet-i İslamiyye ve bütün alem-i İslam ile alakadar olduğunu anladık. Ma’lumdur ki Bahr-i Ahmer sevahiliyle Aden halici mukaddema saltanat-ı seniyyenin memalikinden idi. Bu sevahilin Afrika’ya aid kısmı Mısır’a yakınlığı i’tibarıyla gal ettiler Fransa ve İtalya’nın i’tirazatından kurtulmak saltanat-ı seniyyenin mutalebe-i hukuka kalkmasına hail olmak için bunlara Mısır’ın emlakinden birer parça takdim etmekle iskat etmeyi düşünmüş senesinde ne Berbere ve Zeylağ’la beraber Somal’i ayırmıştı. Bab-ı Ali bütün bu icraatı protesto etmiş hukuk-ı meşruasını mutazarrır olduysa Habeşistan’ın da istiklali o derece muhataraya düşmüştü. Çünkü sahil kapanmış hem de düşman ve tama’kar milletlerle hemcivar olmuştu. Esasen etmiş fakat mağlub edilmişti. İtalya muvaffak olsaydı Habeşistan Somal’in ve diğer memleketlerin akıbetine duçar olurdu. Bu tarihten i’tibaren Habeşistan tehlikeyi hissetmişti. İngilizlerin Sudan’ı Mısır ordularıyla fethinden sonra Habeşistan her taraftan düşmanlarla ihata olunmuştu. Vakıa Habeşistan senesinde Sudan-ı Mısri hükumetiyle bir ittifakname akdiyle her türlü haksızlığa rağmen hududunu ta’yin ettirmişti. Fakat eşkıya ta’kıbi ve köle ticaretini men’ etmek bahanesiyle memleketine vakı’ olan tecavüzat bi-hesab idi. Bütün bu hadiseler Habeşistan’ın başında bir seyf-i istilanın parladığını ve tehlikenin muhakkaku’l-vuku’ olduğunu gösteriyordu. yanlarla vakı’ olan muharebatında düşmanlarını mağlub etmeseydi Habeşliler nevmid ve istiklallerini zayi’ edeceklerine kani’ olurlardı. Harb-i umuminin i’lanına kadar Habeşistan bu halde yet tahaddüs etmişti. Devlet-i Osmaniyye uhud-ı atikayı Osmanlılığını istirdad etmiş oluyordu. Binaenaleyh genç şeklinde yazılmıştır. şeklinde yazılmıştır. etmiş ve bi-taraflığını ihlal etmemek için ancak Somal Mollasına silah ve zahire göndermekle muavenete başlamış ve böylece Devlet-i Osmaniyye’nin ve Somallilerin meveddet ve muhabbetini kazanacağını ümid eylemişti. Şübhesiz Somal kahramanı düşmanlarını tard ettiği takdirde Habeşistan tehlikeden kurtulmuş ve Bahr-i Ahmer sahilinde nail-i meram olmuş olacaktı. Somal Mollası İngilizlere yüklenerek onları Berbere’den maada bütün sahillerden tard etmiş aynı zamanda Osmanlı askerleri Lahic’i ve cihat-ı tis’ayı İngilizlerden tahlis ile Aden’e tam Çanakkale ile Kutü’l-emare’de uğradıkları hezimetler zamanında kemal-i şiddetle hücuma başlamışlardı. Bu sefer İngilizler şaşırdılar. Fakat kendi menfaatleri için başkalarına kan döktürmeye alışkın olan dına dahil etmek istediler ve İmparator Lic Yasu’dan bir cihetten Somal kahramanı ile harb etmesini diğer cihetten teklif ettiler. Buna mukabil kendisine bir istikraz ve Somal’in cenubundan bir parçayı vereceklerini Habeş’in tamamiyet-i mülkiyyesini muhafaza ile kendisini müttefik addedeceklerini matlub olan askerlerin mikdarını tezyid eylediği takdirde Yemen’in bir kısmını da memalikine bir tarzda beyan eylediler… Genç imparator bunların birisine inanmadı hepsini reddetti. Bi-taraflığını muhafaza edeceğini Osmanlıların ve Almanların Habeşistan için bir tehlike teşkil etmediklerini nın Habeşistan’a karşı bir su’-i niyyet beslemeyeceklerini ve bir taarruzda bulunmayacaklarının bedihi olduğunu malı ki genç imparatordan intikam almaya Lic Yasu’yu Acaba ne yaptılar? Habeş Kilisesi’nin Reisi Mitavus Mısır’da Kıbtiler patriğine tabi’dir. Kıbtilerin Meclis-i Millisi Habeşistan’a genç Kıbtilerden müteşekkil bir hey’et gönderir ve bunlar Habeş Hıristiyanlarının terakkısine çalışırlar. Kıbtiler düşman-ı bi-emanı olduklarından gizli eller Habeşistan bulmuştu. Esasen yukarıda beyan ettiğimiz vechile Lic Yasu’nun muarızları Menelik’in büyük kızını imparatoriçe olarak i’lan etmek istiyorlardı. Hemen Kıbti gençleriyle papaslar ve bütün muarızlar birleşerek İ’tilaf devletlerinin nüfuz ve eslihasından istifade ettiler ve imparatorun Harar’da bulunmasından bil-istifade saray-ı hükumette hükümdariye Menelik’in büyük kızını iclas eylediklerini o derece alkışlamış bundan o kadar memnun olmuştular ki kendi sırlarını kendi dilleriyle ifşa etmişlerdi. Ez-cümle İngilizlerin Mısır’da mürevvic-i efkarı bulunan gazetelerin beyanına göre: Lic Yasu henüz yirmi yaşında bir genç olup etrafında toplanan su’-i niyyet sahiblerinin taht-ı te’sirinde bulunmasına binaen ahlakı bozulmuş ve bütün rüesa tarafından hükümdarlığı tasdik olunmadan payitahttan hareket ederek memlekette dolaşmış Tigre’ye muvasalatında orada altı ay ikamet ederek pederini oraya müstakil bir hükümdar ve Habeşistan üzerine kaffe-i rüesa imparatorun bu ahvalinden muğber olmuş; bilhassa imparatorun bir İslam kızıyla izdivac etmesi ve zevcesinin nüfuzuna tebaiyet ederek bulunduğu kıt’anın bütün valilerini azletmesi hatta Harar valisi Makonen-zade’yi dahi azlederek yerine akrabasından birini ta’yin etmesi Makonen-zade’nin tarafdaranını Adisababa Hükumeti’ne i’lan-ı isyan eylemeye mecbur eylemişti. Hey’et-i vüzera Lic Yasu’nun payitaht haricinde Mitavus’un riyaseti tahtında bil-ictima’ Habeşitan’ın vahdetini muhafaza ve ihtilali men’ ve memleketi sıyanet etmek için Lic Yasu’nun hal’ine karar vermiş ve Menelik’in kızını imparatoriçe ve Dajaczmach’ı veliahd i’lan eylemiştir. Times gazetesi Habeşistan’da cereyan eden ahvalin sırrını ketm etmekle beraber Lic Yasu’nun Osmanlı nüfuzuna tabi’ olup Habeşistan’da Osmanlı sefirinin te’siri altında menafi’-i Hıristiyaniyyeye muzır bir siyaset ta’kıb etmesine binaen kendisinin Harar’da taht-ı te’sirinde bulunduğu Osmanlı arzularını icra etmekte iken hal’ edildiğini Wollo ve Galas hükümdarı olan babasının nezdine gittiğini beyan eyliyor. Sonino İtalya Parlamentosu’nda Necaşi’nin Osmanlı ve Alman desiselerine körkörüne Düşmanların beyanatı işte bu merkezde acaba hakıkat ne merkezdedir? Hakıkat şundan ibarettir ki memleketimizin menafiini mutabassırane ve hazimane bir surette ta’kıb eden ricalimiz düşmanların mesai-i muzırrasını kuvvetli bir darbe ile tarmar eylemişlerdi. Necaşi biliyor ki bütün tehlike ancak İ’tilafcıların tarafından gelebilir. Binaenaleyh harb-i umumi fırsatını kaçırmayarak Habeşistan’ın limanlarını işgal ve Eritre’ye taarruz etmeyi tasmim etmişti. Böylece bi-taraflığını hayali mevaide feda etmemiş oluyordu. Necaşi Wollo ve Galas ahalisinin müslüman askerlerini bu vazifeyi ifaya me’mur etmiş ve bunlar Necaşi’nin şeklinde yazılmıştır. Cibuti’ye tekarrub eylemişlerdi. Aynı zamanda Necaşi ta’yin etmeyi muvafık-ı adalet görmüş bilhassa ahali-i İslamiyyenin Dajaczmach’ın zulmünden neler çektiğini bizzat müşahede eylemiş olduğuna binaen şan-ı celil-i adaleti i’la eylemişti. Lic Yasu bütün bu ef’ali İngilizlerle bozuştuktan sonra kendisine din namına i’lan-ı harb ettikleri zaman icra eylemişti. İngiliz[ler] unutmuşlardı ki Tigre Wollo Galas vilayetleri kaffeten ehl-i nedir. Unutmuşlardı ki bunların hepsi Lic Yasu için her türlü fedakarlığa amadedir. Binaenaleyh netice şundan Lic Yasu’nun pederi oğlunu hal’ edenlerin ordularıyla harb ederek Adisababa’dan seksen kilometre mesafede muzaffer olduktan sonra payitahta doğru ilerlemiş ve ilerlemekte devam eylemiştir. Bunu müteakıb Habeşistan sonraları Adisababa’dan İsviçre’ye gelen telgraflar Mihail’in düşmanlarını mağlub ederek payitahtını istirdad ettiğini İngilizleri şark ve garbda duçar-ı inhizam eylediğini kuvvetler irsal edeceklerini beyan ediyordu. Bundan başka yeni bir ma’lumat alınamamış ise de havadisin cereyanından Zeylağ’ın zabtedildiğini ihtimal ki Berbere’nin dahi Habeşliler tarafından tahlis edildiğini birçok kuvvetler irsal ederek Habeşlilerle uğraşacağı varid lerin Somal ve Habeşlerin birleşmesiyle daha aciz daha hasir olacakları tabiidir. Garbda ihraz edilen muvaffakıyet gönderdiği kuvvetlerdir ki bunların münhezim olduğu anlaşılıyor. Görünüyor ki Mihail payitahtı kurtarmakla bazı şehirleri işgal eylemiştir. Bunun üzerine İngilizlerin endişesi ziyadeleşti. Çünkü İslam mücahidlerinin Sudan’da sakin salabet ve hamiyet-i diniyyeleriyle ikdam ve besaletleriyle meşhur olan ehl-i İslam’a cihad-ı mukaddes havadisini ihbar ile umumi bir nairenin infilakına sebebiyet verecekleri bedihi idi. Binaenaleyh İngiltere kuva-yı imdadiyye irsal ederek imparatoriçenin tarafdaranını te’yid ettiyse de iki ay mukaddem imparatoriçe vefat edince rüesa-yı muhtelife arasında yeniden ihtilaflar zuhur ettiğinden Lic Yasu tekrar faaliyete başlayarak larda meşguliyetinden istifade etmişti. Varid olan telgraflar Lic Yasu’nun muzafferiyetini bildiriyordu. Telgraf ajansları düşmanların yedinde bulunmasaydı Lic Yasu’nun kat’i muzafferiyetinden dahi haberdar olurduk. Söze nihayet vermeden mukaddem Lic Yasu’nun bir müslüman kızıyla izdivacı mes’elesinden bahsedeceğiz. Tabii bu izdivac müşarun-ileyhin müslümanlığı kabul ettiğini aba vü ecdadının dinine avdet ettiğini ifade eder. Bunu bilhassa pederini naib-i memleket ta’yin etmesi ve böylece Hıristiyanların hissiyatını okşaması te’yid eder. Her halde müslüman Afrika’nın yeni bir devreye dahil olduğu Habeşistan’ın pek mühim bir inkılab geçirdiği vazıhan görünüyor. Biz düşmanlarından kurtulmak için uğraşan bu şarklı devletin bu kavi ve şeci’ milletin büyük büyük muvaffakıyetler ihraz ederek nail-i meram olmasını temenni eyleriz. Rusya müslümanları meşahir-i muharririninden Musa Carullah Efendi tarafından Seyyah-ı Şehir Abdürreşid Efendi’ye gönderilen bir mektubun şayan-ı dikkat olan kısımlarını şivemize tevfik ile ber-vech-i ati naklediyoruz: Muhterem Üstaz Sizin müteaddid mektuplarınıza uzun muhtasar bir hayli cevaplar yazdım. Birçok kitaplar cerideler gönderdim. Nihayet ziyaretinizde bulunmak maksadıyla Haparanda’ya kadar geldimse de görüşmek nasib olmadı. Günah benim tarafımda kalmadı. Rusya gençlerinin inkılab hararetiyle hareket ve feveran halinde bulundukları şu günlerde burada hazır bulunsaydınız elbette sizin nüfuzunuz tecrübeniz işlerin daire-i i’tidalde cereyanını te’min ederdi. Elbette sizin vücudunuz hayırdan hali olmazdı. Buraların ahvali gayet garib bir şekil aldı. Halkın tabiatları pek tuhaflaştı. Büyük inkılabın şu günkü neticeleri hürriyet hareketlerine hürriyet fikirlerine karşı şayan-ı hayret bir nefret uyandırdı. Hürriyet gibi büyük maksadlardan sedet husule geldi. Bugün – kahramanları ortadan gaib oldular. Rusya tarihinde garib ve sefaletli bir hal. Her şey ma’nasız bir laf imiş gibi kaldı. Başka milletlere taklid ruhuyla muhtariyetler da’va ettik. Milli alaylar teşkil edip Harbiye Nazırı üniformalarını giydik. Nihayet iş zamanında hücum dakıkasında münhezim olarak büyük kapıların merhametine iltica ettik. Hürriyetten bütün nasibimiz şu oldu. Nikola’nın fermanıyla toplanan Tatar askeri Lenin fermanıyla dağıldı gitti. Milli emelleri himaye gayesine bir dakıka olsun hizmette bulunamadı. Harbiye nazırlarımızda da bunu Sizin suallerinize cevap olmak üzere şunları yazdım. Milli bir cumhuriyet te’sis etmek ümidi sizde de vardır. Lakin benim nazarımda şu günkü kuvvetimize nisbetle buna muvaffak olabilmek hayli güç bir mes’eledir. fırsatın müsaadesiyle büyük da’vaların bayraklarını kaldırdık. Şimdi de ric’at mecburiyetinde kalınca rehberler acze düştüler. Halbuki böyle bir zamanda aciz göstermek hiç de reva değildir. Milli cumhuriyetimizi idare edecek kuvvetlerimiz var ise bugün göstermeliyiz. münevverler rehberler hiçbir kudret gösteremiyor; millet-i Yalnız Rusya müslümanlarının değil umum dünya müslümanlarının bu dehşetli harbden nasibleri bu gün ümid dairesini geçemiyor. Şimdi ümidle oyalanacak zaman mıdır? Şimdi hareket zamanıdır şimdi kıyam zamanıdır. Bütün milel ve akvam kaynaşıyor uğraşıyor. İslam milletleri arasında layıkı vechile bu galeyanı bu kıyamı göremiyorum. Imanda amelde sadakat kalmamış. İstilayı ecanib ruhları çürütmüş. İslam’ın istiklali için İslam’ın vahdeti için çalışılacak uğraşılacak zaman bu zamandır. Bütün bu dehşetli zahmetleri bugün yalnız Devlet-i Aliyye omuzlarına yüklenmiştir. Bununla beraber elhak şayan-ı takdir bir kahramanlıkla Makam-ı Hilafet-i Uzma’ya layık bir besaletle din huzurunda millet huzurunda bütün vazifelerini ifa etti hem pek güzel ifa etti. Bu hareketiyle bu fedakarlığıyla tamamıyla emanetin ehli olduğunu isbat etti. Allah şevket ve istiklalinde daim etsin. Lakin ben bugün şübhedeyim: - Şu günkü muharebede umum İslam dünyasının necat ve halası te’min kılınmazsa bundan sonra böyle büyük fırsat bir daha zuhur eder mi? Aliyye zararına tahvil etmez mi? azade kalabilir mi? yoluyla istifadeleri bundan sonra nasıl te’min kılınır? hına halkta hükumette rağbet ve bir de kuvvet bulunur mu? le İslamiyet siyasetleri arasında biraz yahud her vakit muhasama bulunmaz mı? Muhterem üstaz bugün Rusya müslümanları size muntazırdır. Teşrif edeceğinizi tebşir etmişlerdi. Lakin ne oldu ki gelmediniz. Mürur yollarını yahud müsaadelerini neden te’min edemediler. Böyle bir zamanda Mirbah’ın bir işareti kafidir. Her halde millet sizi bekler. Brestlitovsk Sulh Konferansı hükumet-i Osmaniyyenin muazzez dindaşımız İran Devlet-i İslamiyyesine karşı olan muhabbet ve ihlasını göstermesine ne güzel bir vesile oldu. Şimali İran’ın Rus askerlerinden tahliyesini ve’de İngiltere ile Rusya arasında İran’ın mukasemesine dair akdolunan mukavelenin ilgasını taleb eden Devlet-i Aliyye bu hususta müttefiklerimizin de muzaheretini lal ve halasına elinden geldiği kadar muavenette bulunmuştur. Mart’ında Benderabbas Limanı’na birkaç zabitle gelen Miralay Persi Sayks [Percy Sykes] İran hükumetinin muvafakati olmaksızın İran havali-i cenubiyyesinin asayişini te’min etmek bahanesiyle bin kadar Hindli ve İngiliz asakiriyle dört bin nefer de ücretli İran efradını cem’ ve ta’lim ettirdikten sonra tedrici bir surette Kirman’dan Yezd ve İsfahan’a kadar tasallut etmiş ve ahiren Tahran’a gelerek isti’fa eden kabineyi tazyik ile kendini bütün Acemistan Jandarma Kumandanlığı’na ta’yin ettirmiştir. Ondan sonra Kazvin Enzeli ve Reşt’e kadar tevsi’-i nüfuz ederek Bahr-i Hazer’deki İran ve Rus vapurlarından birkaç tanesini isticar ve ganbota kalb ile teslih etmiştir. Bu açıkgöz miralayın ta’kıb ettiği gaye evvela Irak cebhesinde bulunan ordumuzun hatt-ı ric’atini tehdid etmek saniyen Bahr-i Hazer tarikıyle Bakü’de Bolşeviklere silah para ve cephane göndermek salisen şimali Kafkasya hududunda bulunan mürteci’ Kazak hükumetine Bolşevikleri mağlub etmek için muavenette bulunmaktır. Bu tehlike karşısında hükumet-i Osmaniyye de muvakkaten Tebriz’i işgal etmek mecburiyetinde kaldı. harb ettirmeye çalıştığı bu uğurda pek çok fedakarlıklar dırmak istediği halde uhuvvet-i İslamiyyenin kıymetini takdir eden ve hakıkı dost ve düşmanını bilen fedakar kı’ isti’fa eden hükumet nev’ama İngilizlere mütemayil desat-ı diniyye aleyhine hareket etmekten müctenib idi. Makasıd-ı meş’umelerini hile ile te’mine muvaffak olamayan İngiliz me’murları Fransız cephesindeki mağlubiyetlerini görünce hiç olmazsa İran’da bi-taraf bir hükumetin bulunmasını iltizam ile eski kabineyi tazyik etmişler ve bu tazyik üzerine nihayet kabine isti’fasını vermeye mecbur olmuş ve İran’ın en metin ve müttehid kabaili olan Bahtiyarilerin rüesasından bir kabine teşekkül etmiştir. Bu kabine bazı muharrirlerimizin tevehhüm ettikleri gibi bize aleyhdar olmayıp bilakis metin bir siyaset-i Bizi Kafkasya’dan ihrac etmek için elinden gelen her şeyi yapmaya karar verdiğini Avam Kamarası’nda bağırarak bildiren İngiltere hükumeti yalnız Kafkasya’da değil İran’da dahi –uhuvvet-i İslamiyyenin te’siri ve hükumet-i seniyyenin teyakkuz ve intibahı sayesinde– haib ü hasir kalmıştır. İnşaallahü’r-Rahman harb temadi ettikçe Rusya’nın başına gelmiş olan felaket alem-i İslamın en büyük celladı İslamiyet’in hasm-ı mübini ve Devlet-i Aliyye’nin en muzır düşmanı olan İngiltere’nin de başına gelecektir. Brestlitovsk muhaberatı esnasında hükumet-i seniyyenin taleb ve ısrarı üzerine’de İngiltere ile Rusya arasında İran’ın mukasemesine dair akdolunan mukavelenin kında World nam İngiliz mecmuasında şayan-ı dikkat bir fıkra musadif-i nazarımız olmuştur. Brestlitovsk Muahedesi ahkamının yeniden tedkık olunacağı şu sırada bunu hükumet-i seniyyenin nazar-ı dikkatine arz eder ve arz olunacak konferansta bu gibi muzır mukavelelerin tamamen ortadan kaldırılması için murahhaslarımızın ibraz-ı himmet ve delalet etmesini temenni ederiz. World’un yazmış olduğu şayan-ı dikkat fıkra şudur: “ Mukavelesi’nden başka birçok muahedeler daha vardır. Bunlardan biri Rus-İran muharebesinin hitamında senesinde Türkmençay’da akdolunmuştu. Bu muahede mucebince İran ve Nahcıvan dahi dahil olduğu halde Azerbaycan’ın bir kısmı Rusya’ya ilhak edilmiş şehbenderlerin vasi’ ve şedid hakk-ı kazası takrir olunmuş İran’ın hayatına en zehirli hançer gibi icra-yı te’sir eden bazı İranlıların hakk-ı himayesi kabul edilmiş bundan başka gümrük varidatına yüzde beş nisbetinde bir vergi vaz’ olunmuştur. Tabii bütün bu haklar ilga olunabilir. Fakat şimdiye kadar olunmamıştır. Çünkü bu muahededen sonra diğer hükumetler bunu esas ittihaz ederek hepsi bu yolda mukaveleler akdetmişlerdir. Tabii bunların ilgası uzun zaman ve ba’de’l-harb birçok muhaberata muhtacdır. Herhalde İran hükumeti umur-ı dahiliyyesine karşı şimdiye kadar mevcud olan bu ecnebi müdahalesini kabul etmeyecektir. Maamafih bu hakkı hükumet Rusya idi. Rusya ve İngiltere arasında’de akdolunan muahedenamenin noktayı beyan etmek isteriz. Mezkur muahede mucebince gerek İngiltere’nin mıntıka-i nüfuzu dahilinde verilecek her imtiyaz için sahib-i mıntıkanın muvafakatini sıyla iştigal etmekten sarf-ı nazar ederek cenubi İran’daki vaz’iyetimize bakalım. Bizim menfaatimizi te’min eden bu mukavelenin ilgasıyla İran hükumeti cenubdaki gaz ma’denlerinin imtiyazını Almanya’ya verebilir. Kezalik birçok fedakarlıklarla şimdiye kadar Irak’dan Basra Körfezi’ne miryolu’nun İran’ın havali-i cenubisinden geçerek körfezin bir limanına vasıl olması hakkını da bahş edebilir. Tabii böyle bir şey vuku’ bulduğu takdirde şimdiye kadar hükumetinin böyle bir şey yapmak istediği zannolunmasın. Fakat şayan-ı dikkat olan nokta böyle bir hakkı isti’mal edebilmek vaz’iyetinde bulunmasıdır… “ Görülüyor ki hürriyet-i akvam namına harb etmekte olduğunu iddia eden ve fakat ümem-i sagırenin en yaman gasıb-ı hukuku olan İngiltere hükumeti eski nehb ü gasb siyasetinden bir türlü vazgeçmek istemiyor. İran’ın lerimizi bizim aleyhimize tahrik etmekten fariğ olmuyor. Fakat şimdiye kadar muvaffak olamadığı gibi bundan sonra da bu emel-i meş’umuna muvaffak olamayacaktır. Nitekim Reşt Hakimi mücahid-i muhterem Kuçek Han vaktiyle Ruslara karşı kendi memleketini kahramanane müdafaa ettiği gibi bu defa da Miralay Persi Sayks’ın [Percy Sykes] entrikalarına karşı gelmiş ve bu gasıbın sevk ettiği kuvvetleri tard eylemiş bulunduğu havaliye hiçbir İngiliz idhal etmemiştir. Tahran’da onun aleyhine yapmakta oldukları entrikalar da neticesiz kalmıştır. Hasılı İslamiyet’in büyük hasmı olan bu gaddar İngilizler mahv olmayınca alem-i İslam ve bahusus Osmanlı ve Harb-i umumi bidayetinden beri şimdiye kadar Hindistan’da cereyan etmiş olan ahvale dair mufassal ma’lumat alınmadığı halde arasıra İngiliz gazetelerinde ve resmi tebligatta gördüğümüz ma’lumattan anlaşılıyor ki evvela cihad-i mukaddes i’lanı üzerine gerek Hindistan’da gerek ona mülhak olan Belucistan’da müdhiş heyecanlar peyda olmuş birçok ihtilaller vuku’ bulmuştur. Yalnız Belucistan’ın cengaver kabailine karşı İngiliz hükumeti -’da altı hey’et-i seferiyye sevk etmeye mecbur kalmıştı. İngiliz ordusunun her türlü vesait-i fenniyyesi olmasaydı yahud mücahidin-i İslam’ın elinde aynı vesait bulunsaydı veya hiç olmasın bizden ciddi bir ardı arkası bitmez; İngilizlerin başına en feci’ en korkunç gaileler açılmış olurdu. Bu kadar vesaitsizliğe rağmen din uğruna seve seve feda-yı nefs eden ve düşmanlarımızı senelerce iz’ac eden fedakaran-ı İslamiyana ve şüheda-yı mücahidine bizden bin hürmet bin fatiha… Hindistan hudud-ı garbiyyesinde mutavattın olan cengaver Mehmend kabailinden otuz bin mücahid bir sene fasıla ile iki defa isyan etmişler şimali Hindistan’da dud olan cephaneleri tükendikten sonra kendilerine karşı sevk olunan kuva-yı askeriyyenin kumandanı tarafından takdim olunan şerait-ı sulhiyyeyi kabul etmeye mecbur kalmışlardır. Hindistan’ın şimal-i garbi hududunda bulunan Mahsudi kabail-i cengaveranesi de keza iki defa isyan etmişlerdir. Son hareket ve kıyamları da ancak üç ay evvel hitam bulmuştur. İngilizler bunlara karşı gelmekten aciz kaldıkları için birçok tayyareler kullanarak bunların meskenlerini ihrak etmişler kadınlarını çoluk çocuklarını katletmekte ibraz-ı maharet eylemişlerdir. Böyle canavar ve kanlı bir medeniyete mazhar olmayan merd yiğit nazar etmeye mecbur kalmışlardır. İşte hürriyet-i akvam duğunu iddia eden İngiltere’nin cinayatından yeni bir numune!... Aferidilerle Pencab ahalisi ve vilayat-ı merkeziyye sekenesi miyanında ufak tefek hareketler olmuşsa da vesaitsizlik yüzünden maatteessüf akamete mahkum kalmıştır. Buna rağmen son gelen İngiliz gazetelerinden anlaşılıyor ki vilayat-i merkeziyye ahz-i asker hey’et-i umumiyyesi memlekette hüküm-ferma bulunan şakavet ve asayişsizliğe bir dereceye kadar karşı gelebilmek için otuz yaşını mütecaviz olanlardan polisin yardımıyla vasi’ bir milis kuvveti teşkil etmeye karar vermiştir. Bengale’de Amerika’dan avdet eden Hindusların yaptıkları ufak kıyamlar firariler tarafından ika’ edilmekte olan şakavet-i siyasiyye harbin bidayetinden beri ma’lum olduğu cihetle i’ta-yı tafsilattan sarf-ı nazar ediyoruz. Hindistan ahval-i siyasiyyesi ise daha karışık bir haldedir. Harb-i umumi esnasında gerek müslüman gerek Hindu rüesa-yı siyasiyyesinden birçoğu tevkıf ve habs edildiği gibi Matbuat Kanunu’nun daha feci’ bir surette tatbik olunmasına rağmen harekat-ı siyasiyye tevakkuf etmemiş bundan altı ay evvel yani Kanunievvel ’de Hindistan Milli Kongresi Madam Bezant’ın riyaseti altında in’ikad ederek Hindistan’a derhal Avustralya şekl-i hükumetine mutabık bir muhtariyet verilmesini istemişti. “İngiliz hükumeti daima serd olunan i’tirazat-ı kazibenin esassız olduğunu göstermek için ahali-i mahalliyyeye gerek meclis-i ali gerek şura-yı devlet ve idari me’muriyette ekseriyet-i mutlaka vermek şartıyla on sene zarfında teşkil edeceğimiz meclis-i meb’usanın mukarreratı hükumetin tasdikına mütevakkıf olmasını kabul ederiz. Artık başka türlü vaad ve tehdid ile bizi maksadımızdan men’ edemezler.” diye bil-icma’ karar verdiler. Dört gün sonra Kalküta’da Umum Hindistan Müslümanları Cem’iyet-i İttihadiyyesi akd-i ictima’ ederek Hindistan Milli Kongresi’nin verdiği kararı aynen kabul ettikten başka üç şart ilave etmiştir: riyetlerinde müslümanlara hak ve insaf dairesinde muayyen bir nisbet vermek hurufat isti’mal etmemek fi’s-sabık müslümanlara mümanaat ve müdahale edilmemek. Bu iki hey’et bütün Hindistan ahalisinin milli mümessilleri olmak hasebiyle bunların verdikleri kararların ehemmiyeti derkardır. İngiliz hükumeti Hindistan’daki siyasi cereyanlara göre mühim tedabir ittihaz etmek yahud hiç olmazsa oranın halkını ümid ile iğfal eylemek üzere Hindistan Nazırı Mister Monago’yu Hindistan’a göndermişti. Mister mahallinde tedkıkat icra etmek; rical-i hükumetle me’murin-i mahalliyye ile ve halkın her tabakasıyla bahusus siyasi partilerin rüesasıyla müzakeratta bulunmakla mükelleftir. Onun maksadı harb esnasında Hindistan’a hem malen hem de bedenen bazı fedakarlıklar tahmil edebilmek için en iyi çareleri taharri eylemek; Hindilerin amal-i milliyyesini tatmin ta’dil yahud ta’til için en münasib yolu bulmaktan ibarettir. Binaenaleyh her vilayette umumi birer ictima’ akdettirdikten başka Dehli’de kendi riyaseti altında mühim bir zim ettiği raporu İngiltere hükumetine takdim eylemiştir. bazı hukuklarını bahş etmek isteyen hürriyetperver bir ekalliyet teşkil ettikleri Muhafazakar Partisi ise Hindistan’ın vaz’iyet-i kadimesini muhafaza ve ibka eylemek tarafdarı oldukları halde İngiliz hükumeti pek müşkil bir vaz’iyette kalıyor. Bir taraftan Hindistan’daki nezaket-i ahval ve tehlike ile malamal olan vaziyet diğer taraftan den mütevellid tahammül edegeldiği ağır düyunat yükünden bir kısm-ı mühimmini Hindilerin kanından ödemek fikri arasında mütehayyir bir haldedir. Mister Nilan riyaseti altında üç a’zadan müteşekkil bir hey’et-i milliyye hakayık-ı ahvali şerh ve tafsil etmek üzere İngiltere’ye gelmek istemişlerdi. İngiltere hükumetinin emriyle bu seyahatten men’ edilmişlerdir. Avam Kamarası’ndan bu mes’ele mevzu’-ı bahs olunca hükumet namına idare-i kelam eden zevat demiştir ki: “Evet biz bunların gelmelerini men’ ettik. Zira Hindistan nazırı orada tedkıkatla meşgul iken bundan evvel tağlit-ı efkar ve tahdiş-i ezhan edecek bir hey’etin gelmesi muvafık değildir. Saniyen siyasi nutuklar müheyyic hutbeler vahdet-i milliyyeyi te’min maksadıyla harbden dolayı men’ edilmiş olduğu cihetle bunların gelmelerinden bir fayda hasıl olmayacaktır. Salisen: Vaz’iyet-i harbiyyemiz pek hatarnak olduğu ve bütün impara torluğun mevzu’-ı bahs bulunduğu bir sırada Hindistan namına mütehakkimane mutalebatta bulunmak adeta fırsattan istifade ederek bize karşı bir nevi’ tehdid sayılır ve hiçbir vakit İngiltere hükumeti tarafından ne müsaade ne de kabul olunabilir. İşte bunun Bu gibi zalimane tedabir ile İngiltere’nin Hindistan’ı musadif-i nazarımız olmuştur. Haziran tarihli Times gazetesinde münderic bir telgrafta deniliyor ki: “Bütün Hindiler İngiltere hükumeti tarafından vaad olunan muhtariyeti istihsal için tamamıyla müttehiddirler. Hepsi terakkıyat-ı acileye kemal-i hararetle müştaktır. Merkeziyet usulünden husulü muntazar olmayan terakkıyat-ı liyor ve temenni ediyorlar. Muhtariyetle müstefid olan diğer müstemlekelerimize müsavi olmak için hepsi aynı arzudadırlar. Hindilerin mizacı muhafazakar olduğuna nazaran siyasi ihtilalcilerin mikdarı pek çok değildir. Vilayetin halkın vekilleri hükmüne tabi’ vilayet meclislerinin teşkili Hindistan hükumetinin hürriyetperver kaideler te’sisi maarif-i ibtidaiyyenin ta’mimi hükumet me’muriyetlerinden münasib bir mikdarının ahali-i mahalliyyeye edilmesi on seneye kadar halkın arzusunu tatmin edebilir. Zamanımız pek mütehavvil ve gayr-i tabiidir. Kim daha fazla bağırırsa halkın nazarında en büyük adam addolunur. İ’tidal dairesinde hareket eden bir reis fiili fayda göstermeyince derhal hal’ olunuyor yerine daha müfrit birisi geçiyor. Binaenaleyh Hindistan’ın ıslahat-ı esasiyyesi ve teşkilat-ı düsturiyyesi ne kadar gecikirse müşkilat o kadar tezayüd eder.” Times gibi müfrit muhafazakar bir gazete İngiltere’nin en şovenist müstebidlerinin mürevvic-i efkarı olan bir ceride bu havadisi ancak muhakkak ve müdhiş bir tehlike karşısında kalınca vermiştir. Binaenaleyh Hindistan’ın ahval-i siyasiyyesi dahi İngiltere için pek korkunç pek mühlik ve had bir haldedir. Mister Nilan alenen demiştir ki: “İngiltere’ye gittiğim zaman İngilizlere ihtar edeceğim ki şayed Hindistan’a derhal muhtariyet bahş etmeyecek olurlarsa şarktaki imparatorluktan mahrum olacaklarına kani’ olsunlar.” Hindistan rüesa-yı milliyyesinden olan Mister Gandhi son zamanda Bombay vilayetinin her tarafında seyahat edip oranın zürraı[n]ı hükumetin istibdadı ve vergi cem’indeki şiddet ve su’-i isti’mali zail olmadıkça vergi vermekten imtina’ etmeye teşvik eylemektedir. İngiliz me’murları bu hareketten pek mütevahhış oldukları ve bazı su’-i isti’malat mevcud bulunduğunu i’tiraf ettikleri halde muma-ileyhin kanun dairesinde hareket etmesi ve nüfuzunun da pek şedid bulunması hasebiyle onu men’ etmekten izhar-ı acz etmektedirler. Geçen Mart tarihli celsede Avam Kamarası a’zasından Mister Trevelyan Hindistan Nazırı’na şu suali sormuştu: “Belucistan’daki Maris kabaili tecemmu’ ettikleri vakit onlara karşı sevk olunan tayyarelerin attıkları bombalar ve yaptıkları tahribat yalnız askeri noktalara mı yahud kadınların ve çocukların da bulunabilecekleri yerlere mi kasd etmişti?” Hükumet namına cevap veren Mister Herbert Fişer demiştir ki: “Hindistan’dan bize gelen telgrafta Maris’teki kabail-i asıyye tayyareler vasıtasıyla tenkil edilmiş olmasından bahsediliyor. Bundan kadın ve çocukların bulunabilecekleri yerlerin bombardımanı anlaşılmaz!...” diği şeni’ ve feci’ cinayattan biri kendi meb’usları tarafından resmen mecliste söylenmiş sahife-i tarihe tescil olunmuştur. İngiltere hükumeti terakkıyat-ı fenniyyesine ların intikamını almak için ondan daha mütefennin olan Almanları onların başına musallat etmiştir. KARIIN-I KIRAMA Ahval-i hazıra dolayısıyla abone bedeli bi’z-zarure –ilk sahifede muharrer olduğu üzere– tezyid kılındığı cihetle abonelerin hitam numaraları ona göre tashih olunmuş ve her abonenin hitam bulacağı numara dahi kuşaklar üzerinde ayrıca gösterilmiştir. Binaenaleyh irsalatın bila-inkıta’ devamını arzu buyuranlar birkaç nüsha evvel bedelini göndererek abonelerini tecdid ettirmeleri rica olunur. Ordu ve Donanma-yı Hümayunuma “Emirü’l-mü’minin ulu hakan ve başkumandanımız kardeşim Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin hepimizi ağlatan zıyaıyla emr-i kumandanızı alıyorum. Senelerden beri bin müşkilat içinde Osmanlı ve İslam tarihine hanedanım için şanlı sahifeler ilave eden siz arslanlar yurdunun kahraman yavrularına memnuniyet-i şahanemi beyan eder ve bu uğurda Hakk’ın rahmetine kavuşarak er meydanlarında can vermiş olan şühedayı kemal-i hürmetle anarım. Din ve vatanımızın selameti lerimizle omuz omuza devam ettirdiğimiz muvaffakıyetle dolu harb seneleri her halde azalmaktadır. Fakat henüz bitmemiştir. İşte bugüne kadar olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın haklı da’vamızda daima bizimle beraber olacağında zerrece şübhe etmeyerek aynı savlet-i haydarane kemal-i şehametle taşıdığınız sancağım size daima zafer ve muvaffakıyet yolu göstersin. İnayet-i Bari ve imdad-ı ruhaniyet-i Peygamberi siz kahraman askerlerimin muin ü zahiri olsun.” Vezir-i maali-semirim Mehmed Tal’at Paşa “Birader-i mükerremim Sultan Mehmed Han-ı Hamis hazretlerinin irtihal-i dar-ı naim eylemelerine mebni Cenab-ı Vahibü’l-mülkün irade-i ezeliyyesiyle kanun-ı esasimiz ahkamına tevfikan ecdad-ı izamımız tahtına cülusumuz vuku’ buldu. Sizin derkar olan reviyyetinize ve devletçe sebk eden hidemat-ı sadakatkaranenize binaen mesned-i Sadaret uhdenize ve makam-ı Meşihat-i ve tecdiden tevcih edilerek teşkil olunan hey’et-i cedide-i vükela tasdik-ı hümayunumuza iktiran eylemiş ve sair bil-cümle me’murin ve hükkam da yerlerinde ibka ve takrir kılınmıştır. Hakan-ı mağfurun selamet-i devlet ve milletin yegane tikrarı için masruf olan ve cümlenin hatıra-i şükran ve minnetinde menkuş bulunan himmetlerini burada yad u tezkar eyler ve ahass-ı amal ü efkarımız ahkam-ı şer’iyyemizin ve kanun-ı esasimizin tamamen icra-yı tatbikı bulunduğunu beyan ederim. Te’min-i beka ve mevcudiyyet maksadıyla iştirak etmiş olduğumuz harb-i umumiyi muvaffakıyetle intac edebilmek üzere bil-cümle kuva-yı milletin tevhidi akdem-i vezaif olduğundan bu gayeye vusul için tevzi’-i adalet ve takrir-i emn ü inzıbat hususunda tezyid-i mesai ve gayret edilmekle beraber adab-ı hakıkıyye-i İslamiyye ve vakar u haysiyet-i Osmaniyyenin muhafazasına ihtimam kılınması ve ahval-i hazıra neticesi olarak husule gelen gala-yı es’ar sebebiyle ahalinin duçar olduğu ihtiyac ve zaruretin izalesi için tedabir-i seria ve müessire ittihazı ve mücrimin-i siyasiyyeden mahbus veya muvakkaten menfa bulunanlardan müddet-i cezaiyyelerini ikmal eyleyenlerin afvolunmak üzere defterlerinin tanzim ve takdimini ve menatık-ı harbiyyenin gayri mahallerden idare-i örfiyyenin ref’i zımnında menatık-ı mezkurenin hey’et-i vükelamızca Başmuharrir bi’t-ta’yin bir an evvel arzı ve bu mahaller divan-ı harb-i örfilerinde rü’yet edilmekte olan umur-ı cezaiyyenin de mehakime sevkı ve istihsalat-ı memleketin teksiriyle ahval-i iktisadiyyemizin ıslahına bilhassa i’tina edilmesi matlubumuzdur. Devletimizin selamet ve tezyid-i şan u kudreti memleketimizin terakkıyatı zımnında avn-i Hakk’a ve imdad-ı ruhaniyyet-i Hazret-i Peygamberi’ye müsteniden vakı’ olacak mesaimize vükelamızla Meclis-i Umumi-i Millimizin ve bil-cümle me’murin-i hükumetimizin ahval-i hazıranın ehemmiyet-i fevkaladesini piş-i nazar-ı hamiyyet ve gayrete alarak o nisbette bezl-i muavenet edeceklerine vüsuk ve i’timadım ber-kemaldir. Selef-i muhteremimin düvel-i merkeziyye ve komşumuz Bulgaristan ile ittifak ve idame-i hüsn-i münasebet hususundaki siyaseti menafi’-i hakıkıyye-i memlekete bi’l-vücuh muvafık olmağla düvel-i müşarun-ileyhim ile devletimiz beyninde teyemmünen mevcud revabıt-ı ittifakıyye ve münasebat-ı samimiyyenin teşyid ve tevsikına sarf-ı himmet ve mezid-i gayret olunması nuhbe-i makasıdımızdır. Harb-i hazırın zümre-i İttifakıyyemizin muzafferiyet-i kamilesiyle reside-i hüsn-i hitam olması eltaf-ı Samedaniyyeden me’mul olup bu netice-i hayriyyenin suret-pezir-i husul olabilmesi için kuva-yı berriyye ve bahriyyemizin umum cephelerde kema-kan ibraz ve daki efrad-ı milletin dahi azm-i fedakarisinde sebat ve devam eyleyeceği nezdimizde şübheden beridir. Hemen Cenab-ı Hak cümlemizi mazhar-ı tevfikat buyursun. Amin bi-hurmeti Seyyidi’l-mürselin.” Ramazan Temmuz Ramazan-ı şerifin yirmi dokuzuncu Pazartesi günü mesned-i Sadaret’in devletlü fahametlü Mehmed Tal’at Paşa hazretlerine makam-ı Meşihat’in devletlü semahatlü Musa Kazım Efendi hazretlerine ibkaen tevcih buyurulduğuna dair olan hatt-ı hümayun merasim-i mahsusa ile Bab-ı Ali’de kıraat edildi. Hatt-ı hümayunun kıraat edilmesiyle beraber umumun simalarında bir beşaşet kalblerinde bir inşirah hissediliyor idi. Hanedan-ı Hilafet-i Osmaniyyenin en ulvi asar-ı temayüzünden biri olan kemal-i merhamet ve fart-ı şefkat ve atıfet hislerinin tecelliyatına ma’kes olan hatt-ı hümayun-ı mülukane mazmun-ı alisi harbin bar-ı sakıl-i mesaibi altında kamet-i mukavemeti eğilip bükülmüş şedaid-i ruzgarın teakub u tevalisiyle hayatından bizar olmak derecelerine gelmiş olan ümmet-i necibe-i Osmaniyye üzerinde ne ulvi ne hayat-efza bir te’sir-i latif husule getirmiştir. bir hakıkat-i me’sure olduğuna göre hiç şübhe yok ki padişahımız halife-i muazzamımız Sultan Mehmed Vahidüddin Han-ı Sadis efendimiz hazretlerinin ahd-i hümayun-ı mülukaneleri yümn ü mes’adet mehabet ü satvetle memlu bir ahd-i feyz u necah olacak şa’şaa-i mecd ü ikbali bütün alem-i İslam’ı Sultan Selim-i Evvel’in tefrika-i unsuriyye şaibelerinden hevesat-ı cahiliyye temayülatından pek uzak bir halde vahdet-i İslamiyye gaye-i mes’udesini tecelli ettiren ahd-i güzin-i şevket-karininin yad-ı mefahiriyle şadkam edecektir. Bu güzide emelin tahakkukuna nasıl bir mani’ tasavvur olunabilir ki satvet-i bahiresini İslam’ı asırlarca evc-i mualla-yı şevket ü azamette yaşatmış düşmanlarının şu’le-i ikbal ve ihtişamını söndürmek hususundaki amal-i hasirelerini mahkum-ı akamet bırakmış olan o dudman-ı celilü’ş-şanın selatin-ı ızamı gibi ümera-yı fihamı da biliyor ve takdir ediyorlar idi ki saltanat-ı Osmaniyye ile Hilafet-i İslamiyye bünyan-ı mehabet ve satvetlerinin na-kabil-i infikak iki rükn-i mühimmi mağbut-ı ümem ü akvam olan deyhim-i mülk ü hakimiyetlerinin iki dürr-i yetimidir. Sonraları bilinmez nasıl oldu da seyf-i sarim-i Hilafet’in tab u revnakını muhafazaya i’tina kaydı eski ehemmiyetini gaib etti. Seneler geçtikçe bu ihmal ve lakaydinin neticesi olarak o seyfin safha-i mücellası üzerinde biriken kat kat paslar onun şu’le-i şan u şerefini alil ü kuteh-bin nazarların seçebilmesine mani’ olmuştu. Çok şükür ki hakan-ı muazzamımız asırların miras-ı hatiatı olan kesif pas tabakaları altında o seyf-i sarimin maye vü cevherindeki safiyet ve mükemmeliyeti çeşm-i durbin-i irfan u kerametle görerek üzerindeki kesif tabakaları izale ile saltanat-ı Osmaniyyenin kişverler feth u teshir eden azamet ü hakimiyetine karşı kainata boyun eğdiren bir nice hükümdar-ı cihanın serir-i ikbal ü ihtişamını sernigun eden bu kudret-i mehibesini iade etmek hususunda o seyf-i kıymetdarı te’sir-i mühimminden istifade etmek için tekrar ele aldı. Zaten tabiidir ki kılıcın sahibi onun kıymet ve meziyetini herkesten a’la bilir ve takdir eder. Hatt-ı hümayun-ı mülukane kabinenin mevkiinde makam-ı saltanatın hem de milletin emn ü i’timadını kazanmış oluyor ki bu onun için amal-i seniyye-i mülukanenin dilhah-ı ali dairesinde tenfiz ve temşiyeti yolundaki mesai-i müstakbelesi için en kuvvetli bir zıman-ı muvaffakıyyet teşkil etse gerektir. Hatt-ı hümayun idare-i meşruta ve siyaset-i adilenin ruhunu teşkil eden bir takım evamir-i aliyyeyi ihtiva etmektedir. Adalet emn ü asayiş ve saire gibi siyaset-i hakimanenin yegane mihveri olan ve levazım-ı idarenin nuhbe-i amali ve ecell-i makasıdı olan bir şeye suret-i mahsusada celb-i enzar-ı dikkat ü ihtimam ediyor ki o da adab-ı hakıkıyye-i İslamiyye ve mezaya-yı milliyye-i Osmaniyyenin hüsn-i muhafazası kaydıdır. Bu hatt-ı hümayunun bilhassa şu noktası bizlere şu hakıkat-i ictimaiyyeyi ifham ediyor ki ümmetlerin beka ve mevcudiyeti diğerlerinden medar-ı temayüzleri olan ahlak ve adat gibi şeylerin mevcudiyet ve bekasıyla kaimdir. Ümem-i sairenin hasais ve mezayasını taklide kalkışan herhangi bir ümmet kendi mevcudiyetini gayrın mevcudiyeti içinde ifna eylemiş olur. İnsanın o kadar makbul ve mergub olmasa da adat ve mezaya-yı milliyyesini sını taklide çalışması kendisi ve milleti için mucib-i züll ü ar olduğuna şübhe var mıdır? Bu meslekte olan adamlar sıfat-ı ferdiyye olmasa efrad temayüz edemeyeceği ümmetler de bu hususta aynıyla efrad gibi olduğu nazariyesinin mahz-ı hakıkat olduğunu düşünmeyenlerdir. Hülasa hatt-ı hümayun-ı mülukane bizi şu hakıkate miyye ve mevrusat-ı kadime-i milliyyeye müstenid bir takım ahlak adat evsaf-ı mahsusaları vardır ki kendilerini aleme tanıtmış insanlar arasında ona bir mevki’-i bülend takdir ve hürmet kazandırmıştır. Osmanlı[lı]ğı asırlarca bir şeref ve istiklal-i ma’nevi içinde yaşatmış olan bu hasais-ı milliyyeyi metruk ve mensi bırakabilecek her hareket hakıkı varlığımızı feda ve başkalarının mevcudiyeti milletlerin mahsusat ve mümeyyizat-ı milliyyelerine dört el ile sarıldıkları bir taraftan da adat ve an’anat-ı kadimelerini da ümmet-i Osmaniyye gibi menakıb-ı fahiresi tarih-i umumiye aid yazılacak herhangi bir kitabın bir sülüsünü nı feda ederek başkalarınınkini kabul ve taklide temayül eder? onun her kelimesini safha-i kalbi üzerine ebedi bir surette nakşetmek gerektir. Harb-i umuminin başlangıcından beri Hilafet-i İslamiyye bahsi etrafında birçok sözler söyleniyor. Yevmi gazeteler si mikdarları sekene-i arzın rub’una baliğ olan ümem-i liyen bir takım efkar ve mütalaat serd edip duruyorlar. Fakat yazılıp çizilen şeylerin kesret ve mebzuliyetine rağmen hiçbirinin hakıkat-i mes’ele hakkında beyanat-ı şafiyede bulunduğu görülmüyor. Hilafet sözü şübhesiz alem-i İslam’da eski bir sözdür. Fahr-i kainat sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin irtihalini müteakıb Ebubekir es-Sıddik hazretleri olmuştur. Hilafet kelimesi birçoklarınca bahusus Avrupaca yanlış tefsir edilerek Katolik aleminde Papalık makamı ne ise alem-i İslam’da Hilafet ruh ve gaye i’tibarıyla aynı şey telakkı olunuyor. Bu gibilerce hilafet kelimesi ma’nevi bir nüfuz ruhani bir kudret ve satvetin menşei olan vazife-i diniyye olmaktan başka bir ma’na ifade etmez. Hakıkat-i halde ise bu hasais kelimenin vaz’-ı aslisinden cidden baid ve hakıkı ma’nasının ta’yin ettiği vazifeye gayr-i mutabıktır. Şu fikrimizi daha vazıh surette ezhan-ı kariine yerleştirebilmek den bahse mecburiyet hissediyoruz: Tevhid Kur’an’ın te’yidine çalıştığı uğurunda ehl-i şirk ve abede-i evsan ile en sarp mücahedelere giriştiği erkan-ı İslamın en mühimlerinden biridir. İslam kendi kaide-i siyasiyye ve ictimaiyyesini sırf tevhid sayesinde vaz’ ve takrire muvaffak olmuştur ki o kaide de mütegallibe eşraf cebabire-i müluk ve ümeranın nüfuz-i maddilerini tavaif-i mahdudenin ekseriya huzuz-ı nefsaniyye ve makasıd-ı dünyeviyyelerine zaferyab olmak için alet de kuvvetli bir balta kuvvet ve te’sirini göstermiştir. Evet nik ü bed ahvalinden mes’ul bulunduğu la-yüs’el ancak Cenab-ı Hak olduğu kaidesinin yegane istinadgahıdır. Bundan anlaşılıyor ki diyanet ve siyaset-i İslamiyye nazarında hakim ancak Cenab-ı Hak’tır. Şu kadar var ki insanlar ahkam-ı ilahiyyeyi tatbik ve umur-ı ammenin hüsn-i cereyanını te’min etmek için kendinde kudret ve kabiliyet gördükleri birini intihab ve ona tefviz-i umur ederler. Şu kadar ki Cenab-ı Hakk’ın insanlar arasında şeriyyenin salah ve intizamını kafil olan ahkam adab ve kavanin-i ilahiyyenin vasıta-i tebliği peygamberler olmuşlardır. Onlardan sonra halkın şerait-i lazımeyi cami’ zevat miyanından intihab ettikleri hulefa gelir ki bunlar da desatir-i şer’iyye-i ictimaiyye usul ve kavaid-i fıkhiyyenin kararlaştırmış olduğu şerait-i hilafeti haiz zevat miyanından tanzim-i mesalih ve tedbir-i siyaset vezaifiyle mükellef olarak intihab olunurlar. Nazar-ı İslam’da hakimiyet sırf Cenab-ı Hakk’a muhtass olduğu için Müslümanlık beşer miyanından intihab olunan hükkamda: Ahkam-ı mukaddese-i ilahiyyeyi tatbik ve onları sekte-i ta’til ve ihmalden vikaye etmek halkı ahkam-ı mebhuse maişetlerinin nigehban-ı intizamı olmaktan başka bir vazife görmemektedir. Yalnız burada anlaşılması icab eden bir nokta vardır ki o da ahkam-ı ilahiyye denilince bundan yalnız müslümanlığa aid olarak Kur’an ve hadisde varid olan ahkam maksud olmayıp belki daha umumi bir ma’naya delalet etmesidir. Zira ulema-yı şeriatın usul kitaplarında müdevven kavaid-i külliyyeye bina-yı ictihad ederek mekan icabatına muvafık olan ahkamın vücub-ı takriri yolundaki esas-ı şer’iye tevfikan ümmetlerin teşri’ ettikleri nizamlar kanunlar ahkam-ı ilahiyye ta’birinin daire-i şümulüne dahil olur. Bu bahsettiğimiz şeyler İslam ıstılahınca ahkam-ı ilahiyye namı verilip tenfiz ve icrası ve tatarruk-ı halelden vikayesi Halife-i müsliminin en birinci vazifesini teşkil eden zümreye dahil bulunmaktadır. Bu kararat-ı örfiyye ve ahkam-ı ictihadiyye muvacehesinde Halife’nin bir mevkii daha vardır ki ehemmiyeti idari vazifesinin ehemmiyetinden aşağı değildir: Ulema-yı şeriatın ma’lum olan usul-i teşri’ icabınca istintac ettikleri ahkamın bazen ihtilaf etmesi tabiidir. Bu gibi ahvalde halk muamelatında na daha ziyade tevafuk eden bir hükmü düsturu’l-amel tehalife ve mütegayire üzerinde Halife-i müslimine bir hakk-ı tercih bahşetmiştir. Bu cihetle Halife aralarında sini kabul ve tasdik ederse muamelat ve fasl-ı husumatta o ma’mulün-bih olup diğerlerinin tatbikına cevaz-ı şer’i yoktur. Ahkam-ı teamüliyyede mer’i olan bu usul ibadat diniyyatta cari olamaz. Zira kavl-i raciha göre ibadatta Halife’nin bir re’yi ma’mulün-bih olmak üzere ta’yin ve mesail-i fer’iyyede akval-i müctehidinden birini tercih salahiyeti yoktur. Halife haiz olduğu vazife-i diniyye ve siyasiyye i’tibarıyla mecalis-i İslamiyye mecalis-i teşriiyyenin memleketlerine has örf ve adet icabatına zaman ve mekan muktezıyatına imtisalen kararlaştıracakları kavanin ve nizamata da mühim bir dahl ü te’siri vardır. Bu gibi mecalisin taht-ı karara aldıkları mevadd-ı teamüliyyenin bir şekl-i dini iktisab edebilmesi için Halife’nin tasdik ve tasvibine iktiran etmesi taht-ı vücubdadır. Ancak o sayededir ki bu gibi mukarrerat ahkam-ı şer’iyye ıdadına dahil olarak ona muhalefet eden nasıl Halife’nin divan-ı mehakimi tarafından taht-ı muhakemeye alınıyor ve mes’ul ediliyorsa aynı vechile nezd-i Bari’de de asim ve müstahıkk-ı azab olur. Şu serd ettiğimiz beyanattan tezahür ediyor ki müslümanlar ahkam tanıdıkları için mazmunlarına muhalefeti Cenab-ı Hakk’a isyan mahiyetinde telakkı eylerler. Bir de şu hakıkat teayyün ediyor ki Halife’nin vazifesi Papalık makamı hakkında efkara tebadür ettiği gibi ruhani değil belki ümmetlerin muamelatını tedbir ve umur-ı dünyeviyyelerine aid ahkamdan menfaatlerine en ziyade tevafuk edeni şerait-ı mebhuse dairesinde kabul ve tenfiz eylemekten ervah üzerinde hüküm ve nüfuzunu icra etmek sırf dünyevi olan şuun-ı teamüliyye sahasından daha ileri giderek halkın meada tealluk eden ahval ve mukadderatı üzerinde tasarruf iddiasında bulunmak değildir. Çünkü halife demek hakıkı ma’nasıyla ahkam-ı ilahiyyeyi tenfize mesalih-i ibadı tedbir ve temşiyete me’mur demektir. O suretle ahkam-ı mukaddese-i ilahiyyeye muhalefet temayülünde bulunan yahud mesalih-i ammenin hüsn-i cereyanına ihtimam etmeyen kimsede hilafetin bekası bile doğru değildir. Nitekim müslümanların hukukunu müdafaa edemeyen umur ve mesalihini nafiz bir azm ü irade ile kavrayamayan müluk ve ümera hakkında da hüküm böyledir. Hilafet’in hikmet-i teşrii müslümanlar arasında adaleti payidar etmek hudud-ı şer’iyye ve hukuk-ı ammeyi gözetmek emn ü asayişi ihlal edecek hadisata mani’ olmak için icab eden kuvveti tedarik eylemek ümem-i saire tarafından vukuu muhtemel tecavüzata sed çekmek esaslarında mündemic olduğunu nazar-ı mülahaza önünde bulundurursak bu mevki’-i refie kimin layık olduğunu daha salim bir fikirle muhakeme ve tedkık etmeye Ma’lumdur ki Müslümanlığın kavaid ve usul-i mühimmesinden biri de her hususta müslümanların şevket ve azametini te’yid ve i’la gayesine tevafuk eden ciheti ri yalnız şu kabileye şu kavme şu cinse hasr u tahsise kat’a müsaid değildir. Kim İslam’ın saadet ve selametini te’min ve müslümanların hukukunu müdafaa yolunda mücahedeye isbat-ı liyakat ve iktidar ederse bu hakk-ı şer’inin sahibi işte odur. Bu esasa binaen Risalet-meab sallallahü aleyhi ve sellem efendimizi görüyoruz ki halet-i ihtizarında ravabıt-ı nesebiyye ve alayık-ı sıhriyyeyi nazar-ı i’tibara alarak emr-i hilafeti huzurunda bulunan amcalarına amcazadelerine damadlarına ahfadına vasiyet etmemiş; belki müslümanlar bu vazife-i uzmayı ehil ve muktedir gördükleri kimseye tefviz etmeleri için işi kendilerine bırakmıştır. Şurası muhakkaktır ki Risalet-meab sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bu hususta tek bir söz söylemiş olsaydı kimse onun hilafını iltizama cür’et edemez bir ferd onun vacibü’l-imtisal olduğunu teslimde tereddüd göstermez idi. Evet Resul aleyhisselam dem-i vapesin-i hayatında Kureyş ile beraberindeki pek az muhacirin ile birlikte beldelerine hicret ederek kendilerinden hürmet ve küffar-ı Kureyş’e karşı kıymetdar nusret ve muavenet görmüş olduğu ehl-i Medine arasında bir ihtilaf tehaddüs edeceğini sezmiş İslam’ın birer rükn-i mühimmi olan bu iki fırka arasına fitne ve tefrika girip de aralarındaki rabıtanın kırılmasından maalim-i diniyyenin mahv u muntamis münkesir olmasından feyz-ı İslam ile kesb-i salah ve intizam etmiş olan münasebetlerinin yeni baştan şirazesinden çıkmasından endişe etmiş idi. Bununla beraber fikri şu merkezde idi ki vakıa Medine ahalisi din yolundaki azim mücahedeleri takdirin fevkındeki sabr u tahammülleri dinin telkın ettiği ahkam ve hakayıka karşı gayet metin ihlasları sayesinde Kureyş üzerinde bir mevki’-i rüchan kazanmış oldukları ca-yı inkar değildir. Şu kadar var ki Mekke fetholunup da Ceziretü’l-arab’ın her tarafındaki kabail fevca fevc dahil-i daire-i İslam olduktan sonra kavm-i Arab miyanında onların kuvvet azamet nüfuz i’tibarıyla kale alınmaya değer bir mevki’leri kalmamış idi. Kudret ve kemmiyet i’tibarıyla Kureyş ile aralarında bir nisbet olmadığı halde onlarla rekabet ve münafese edebilmeleri imkan haricine çıkmıştı. Bahusus ki Kureyş cahiliyette Ka’be-i muazzamanın muhafızları Mekke’de kabail-i Arabın pişva ve rehberi olmak sonra da şübhesiz İsmail aleyhisselamın evladı bulunmak gibi bir takım meziyetlerin kendilerine kazandırmış olduğu mevki’-i ruhani dolayısıyla bütün Arab akvamının hürmet ve inkıyadına mazhar oldukları gibi alem-i İslam’ın da aynı suretle itaat ve merbutiyetlerini kazanmışlardı. Feth-i Mekke senesi Kureyş dahil-i daire-i İslam olur olmaz bil-cümle kabail-i Arabın İslam’ın harim-i feyz ü kudsiyetine dehalet hususunda yekdiğeriyle müsabaka edercesine gösterdikleri tehalük Kureyş’in te’sir-i nüfuzuyla vukua gelmiş bir hal ve hadiseden başka bir şey değildi. Hal böyle iken amme-i Arabın Kureyş’ten başkasına ve nüfuzuna ram olması imkanı yoktu. Bu te’sir sınıf-ı avama da münhasır değildi. Arabın müluk ve ümerası bile Kureyş Müslümanlığı kabul ettikten sonra huzur-ı Risalet-penahiye vefdler hey’etler göndermek suretiyle yahud mükatebe tarikıyle peyderpey müslüman olmaya başladılar. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz senelerce Medine ahalisi arasında bulunarak halkı İslam’a da’vet neşr-i din yolunda onlarla birlikte bunca mücahede ettiği halde Mekke’nin fethiyle Kureyş Müslümanlığı kabul ettikleri zaman olduğu kadar halk da’vete icabet hususunda bir hırs u tehalük göstermediler. Çünkü Arabın gerek sınıf-ı avamı gerek müluk ve ümerası ne Medine ahalisinden bir korku hissediyor ne de onların measirine ıktifa evamirine sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bütün bu sebebleri göz önünde bulundurduğu için vefatı zamanında emr-i hilafetin Kureyş’e Ensar’a değil aid olmasını vasiyet etmiş bir taraftan da Kureyş’e İslam’ın kökleşmesi yolunda pek güzide hizmetleri sebk etmiş ve üzerlerine harb açan müşriklerin şedaid-i savletlerine sırf te’yid-i din maksadıyla göğüs germek suretiyle emsalsiz fedakarlık göstermiş olan Ensar’a karşı son derece hüsn-i muamele etmelerini tavsiye ve ihtardan da hali kalmamıştır. Nitekim şu hadis-i şerif irtihal-i nebeviden bir ay mukaddem şeref-varid olmuştur: “Ey cemaat-i muhacirin! Siz günden güne çoğalıyorsunuz Ensar ise çoğalmıyorlar. Ensar benim daraldıkça muavenetlerine sığındığım bir melce’ ve penahımdır. Onların uslu akıllılarına hürmet ve ikram ediniz. Fenalığı görülenlerinin de kusuruna bakmayınız. Risalet-meab sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz’in vefatını müteakıb muhacirin ile ehl-i Medine arasında zuhurundan endişe ettiği hal kısmen vukua gelmiş ise de vasiyet-i seniyye-i nebeviyye işin had bir şekil almasına hükümran olmasına meydan bırakmamıştır. selam Efendimizin firaş-ı ihtizarında bu yolda vasiyette bulunmasının hikmeti kaffe-i kabail-i Arabın Kureyşe karşı müfrit bir hiss-i taassub beslemesi havas ve avam bütün Arabların ehl-i Mekke’ye muti’ u munkad bulunması ruhu bilahare kesb-i za’f edince bizzat hulefa mevzu’-ı bahs olan vasiyet-i seniyyeye imtisal etmeye bir mecburiyet görmemeye başladılar. Bu kabilden olarak Ömer bin el-Hattab radıyallahü anh esna-yı irtihalinde demişti ki: “Muaz bin Cebel sağ olaydı hilafeti ona tefviz ederdim; Huzeyfe’nin kölesi ber-hayat bulunaydı onu halife yapardım.” Bunlardan birincisi Medine ahalisinden birinin neseben Kureyş ile bir alakası yok idi. Yalnız şurasını nazar-ı dikkatten dur tutmamalıdır ki Risalet-meab sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz hilafetin Kureyş’e tefvizini vasiyet ettiği esnada onların da adl ü istikamet dairesinde icra-yı vazife etmelerini şart koşmuş ve bunu söyledikten sonra: “Müstakımane hareket etmezlerse kılıçlarınızı boynunuza takıp ocaklarını söndürünüz. Yapamazsanız hakıkaten sersem ve bedbaht kimselersiniz.” buyurmuştur. Bunu Trablusi ile Taberani ruvatı sika olan bir hadisten Muaviye ile Ali bin Ebi Talib ki Risal-etmeab sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin amca-zadesi kerimesinin zevci olmakla beraber bütün şürefa-yı kiramın cedd-i ali-tebarıdır aralarındaki nizaı fasl için kararlaştırılan tahkim mes’elesinde Ebu Musa el-Eş’ari’nin de böyle bir kanaaat beslemekte oluduğunu görüyoruz. Ebu Musa minbere çıkarak halka bir hutbe irad ediyor sözüne şu fıkra ile hitam veriyor: “Ben şöyle hükmediyorum ki Muaviye ile Ali ikisi birlikte hal’ edilerek müslümanlar serbest bırakılsın. Sonra onlar hilafete elyak u ahra gördüklerini intihab etsinler.” Cenab-ı Ali kerremallahü vec[he]hu vurulduğu zaman ashabından biri emr-i hilafeti evladından birinin deruhde edip etmeyeceğini sormuştu. “Bu bir iş ki ne öyle olsun derim ne de reddederim. Bunu siz düşününüz.” cevabını verdi. Buna da sebeb kendi bu ravza-i hilafetin kökü mesabesinde olduğu halde hürriyet-i intihab tarafdarı olduğundan evladından birini veliahd ittihaz etmeye nefsinde bir salahiyet görmüyor ve işi müslümanlara bırakıyor idi. Tarih bize gösteriyor ki müslümanlar halife ta’yini hususunda başka başka nokta-i nazarlara malik idiler. Risalet-meab sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz her ne kadar Ebubekir’in ta’yinini arzu ettiği[n]i gösterir bazı mertebe işarat-ı hafiyye sadır olmuş olsa da diledikleri gibi intihab etmeleri için işi ashabına bırakmıştır. Ebubekir gelerek ismiyle resmiyle halifeyi ta’yin etmiştir. Ömer daha başka bir meslek ta’kıb etti. O müntehibler ta’yin ederek hürriyet-i intihabı onlara bıraktı. Müluk-i Beni Ümeyye’nin evveli olan Muaviye bin Ebi Süfyan devri gelince o tarih-i İslam’da ilk defa görülmüş bir hadise olmak üzere oğlu Yezid’i veliahd yapmayı kararlaştırdı. Payitaht-ı saltanatı olan Şam’da maksadını taht-ı te’mine aldıktan sonra zahiren haccetmek hakıkatte Mekke ve Medine ahalisinden de bey’at almak fikriyle Mekke’ye gitti. Merasim-i haccı ifa ve ikmal ettikten sonra bir hutbe irad ederek halkı veliahd sıfatıyla oğlu Yezid’e bey’at etmeye da’vet etti. Abdullah bin ez-Zübeyr ayağa kalkar: “Bizi senden evvel hulefa-yı İslam’dan hiçbirinin yapmadığı bir bid’ate da’vet ediyorsun.” diye bağırarak teklifini reddetti. Bunun üzerine Muaviye radıyallahü anh emr-i hilafeti halletmeden bıraktığı takdirde bu yüzden alem-i İslam büyük büyük muhataralara giriftar olacağını ve ileride bu mes’ele etrafında birçok münazaat ve mücadelat cereyan edeceğini birçok kan döküleceğini uzun uzadı izah ve teşrih etti. Muaviye’nin maksadını tervic yolunda söylediği bu sözlerden anlaşılıyor ki emr-i hilafette daima serbest intihabat usulüne riayet edilmesi müslümanlar arasında eksiksiz kan dökülmesini intac edecektir. Onun fikrince veliahd ta’yini ve hilafetin bir aileye hasr u tahsisi camia-i İslamiyyenin selamet ve mahfuziyeti mesalih-i müsliminin te’mini nokta-i nazarından en faydalı bir usul ve tedabir olduğu için alem-i İslam’da ilk evvel veliahd ta’yini usulünü o te’sis etmiş sonra gelen hulefa tarafından da aynı usul ta’kıb olunmuştur. Onlar da evladları miyanında vezaif-i hilafeti hüsn-i ifaya en ziyade muktedir olanı veliahd yaparlar evladları içinde bu şartı haiz birini bulamazlarsa efrad-ı aileleri miyanından haiz-i kudret ve kifayet bir adamı intihab eder[ler] idi. Alem-i İslam’da hazret-i Muaviye tarafından bu usul te’s[i]s edildikten sonra hilafet mes’elesinin intihab-ı müslimine terk ve tefvizini istilzam eden hadiseler pek az vuku’a gelmiştir ki bunlardan biri Halife Muaviye-i Sani zamanına aiddir. Hastalıklı çelimsiz hayata karşı lakayd olan Muaviye kendine bey’at edildikten sonra minbere çıkarak bir hutbe irad etmiş bunda bir takım esbab zikrederek halefini intihaba tarafdar olmadığını beyan ettikten sonra: “İşinize elvereni intihab etmekliğiniz için bu mes’eleyi size bırakıyorum.” diyerek minberden inmiştir. Emsaline pek az tesadüf edilen böyle birkaç mes’ele istisna edilirse velayet-i ahd mes’elesi hep tarz-ı digerde cereyan edegelmiştir. Doğrusunu söylemek lazım gelirse veliahd intihabı usulünün alem-i İslam’da hilafet mes’elesinden dolayı kan dökmenin arkasını almak hususunda hakıkaten te’sirat-ı nafiası görülmüştür. Tarih ilk akvam-ı İslamiyye arasında hürriyet-i intihab ve teaddüd-i hilafet mes’elelerinin alem-i İslam’ın nizam ve intizamını esasından ne dereceye kadar ihlal etmiş olduğunu isbat eden pek acıklı misallerle doludur. Bırak ki her halife intihabında gerek re’y-i am suretiyle gerek müntehiblerin intihabıyla olsun hürriyet-i intihab esasına riayet evvelce de beyan etmiş olduğumuz vechile şeriat-ı İslamiyye nazarında ne bir emr-i vücubi ne de bir kaide-i usuliyye değildir. Bu mahdud ve ma’dud birkaç vak’anın vücud vermiş olduğu bir adettir ki onların da ekserisi büyük büyük müşkilat kanlı münazaat tevlid etmekten hali kalmamıştır. Ez-cümle Muaviye Ali Abdullah bin ez-Zübeyr Hüseyin bin Ali devirlerindeki vekayi’ cümlenin ma’lumudur ki müslümanlar mikdarları az olmakla beraber biribirlerinin köklerini kazımak derecesine gelmişlerdi. fevaidlerin derecesini anlayabilmek için Devlet-i Osmaniyye’de müesses ve cari olan usulün nasıl insanların can ve kanlarını muhafazayı müeddi olduğunu birçok bilad-ı İslamiyyede bu yüzden sükun ve huzurun ne vechile peyda-yı istikrar ettiğini daima göz önünde bulundurmaklığımız Teaddüd-i hilafet bahsine gelince; Halife-i Sani emirü’l-mü’minin Ömer bin el-Hattab radıyallahü anhı görüyoruz ki Sakıfe-i Beni Saide hadisesinde a’yan-ı müslimin ve kibar-ı sahabenin Resulullah sallallahü aleyhi ve selleme bir halife intihab etmek üzere orada ictima’ ettikleri gün ayağa kalkarak Ensar-ı kiramdan sözünü tekrar etmekte olan Habbab bin el-Münzir’e karşı diyerek şiddetli bir münakaşaya girişiyor idi. Bu hususa müteallık varid olan ehadis-i seniyyeden kavl-i şerifi de bunun İslam için ne derece tehlikeli bir iş olduğunu göstermektedir. Evet bu esas bilahare terk ve ihmal edildiğinden müslümanlar arasında halifeler çoğaldı. Bu halin neticesi olarak İslam aleminde nihayetsiz gaileler başgösterdi herkes bir ciheti iltizam etmeye başladı. Bu yüzden birçok kan döküldü. Nitekim tarih-i İslam’da Endülüs’te Emeviye Mağrib-i Aksa’da Aleviyye Mısır’da Fatımıyye Bağdad’da Abbasiyye devletlerinin teessüsü müslümanlar arasında nasıl kanlı faciaların zuhuruna berri ve bahri müdhiş muharebat ve garat vukua gelerek bu yüzden sine-i İslam’da onulmaz yaralar açıldığına şehadet etmektedir. Eğer bu halifeler salifü’z-zikr hadis-i şerifin vaz’ ve takrir Ömer bin el-Hattab’ın da Sakıfe hadisesinde Ebubekir radıyallahü anhin intihabı gününde sözle kılıçla te’yid etmiş olduğu ittihad-ı hilafet kaidesine temessük edeydiler kurun-ı vüstada ümem-i İslamiyyenin başına o müdhiş felaketler gelmez idi. Yine onlar içlerinden bar-ı sakıl-i hilafeti taşıyabilecek kuvvet ve kudrete malik olan tefviz-ı emr kaidesine tebaiyet edeydiler gün geçtikçe İslam’ın kuvvet ve azameti artar evvelce medeniyetin rehberleri hürriyetin hamileri ümem-i beşeriyyenin sergerdeleri olan akvam-ı İslamiyye içlerinden birçoklarının mevcudiyetlerini kemiren ahlaf ve bakayasını haziz-i sefalete ilka eden o muazzam fitnelerin tahribatına hedef olmazlar idi. Maamafih eski zamanlarda da bazı yerlerde müslümanların din ve mevcudiyetlerini müdafaadan aciz bulunduklarını hissedince bu kaideye rücu’ ettiklerini görüyoruz. Ez-cümle İmam Ebubekir el-Bakıllani Bağdad’da hilafet-i Abbasiyyenin gayet zaif ve aciz bir mevkie düşmüş olduğunu görünce halifenin Kureyş’in gayriden de olabileceği hakkında fetva vermekte tereddüd etmemiştir. Kureyş aileleri ellerinde bulunmasının gah Beni Ümeyye gah Beni Abbas miyanında tedavül etmesinin başlıca sebeb ve hikmeti Kureyş’in birçok zamanlar Arablardaki asabiyet-i kavmiyye hissinin nokta-i temerküzü sair kabail-i Arab üzerinde hakıkı bir nüfuz ve kudret sahibi olduklarından ibaret idi. Bu böyle olduğu gibi aslen Kureşi ve Beni Ümeyye’den olan Endülüs hulefasının nüfuz ve mevki’leri Hıristiyanların enzar-ı hırs u istilalarını da’vet edecek surette duçar-ı za’f u inhitat olunca Mağrib-i Aksa’da kendilerine hemcivar olan müluk-i Berber bir taraftan nüfuz-i hilafeti sıyanet etmek diğer taraftan mesalih-i müsliminin hüsn-i tedvirine aid uhdelerine terettüb eden vazife-i şer’iyyeyi hakkıyla ifa edebilmek için emr-i hilafeti kendileri deruhde etmeye karar verdiler. Bu sebebden dolayı Berberi hükümdarlar arasında teessüs eden hilafetler Mağrib-i Aksa Berberlerinden Masamide kabilesine mensub olan Muvahhidin Devleti ile yine Mağrib’de Cibill-i Zenate Berberlerinden olan müluk-i Beni Merin arasında asırlarca tedavül edip durdu. Bu iki hanedan-ı saltanat erkanı hilafet-i İslamiyyeyi deruhde ettikleri zaman gerek Endülüs’te gerek merkezi Bahr-i Sefid’deki bilad-ı İslamiyye bir desise ve fitne ocağı kesilmiş gavail-i siyasiyye haddini aşmış İspanya hükümdarlarının amal-i istilakaranelerine Ehl-i Salib muhacematına hedef-i yegane olmuştu. İşte böyle bir zamanda bu iki Berber hükumeti ellerindeki kuvvetli donanmalar muntazam ordular sayesinde gayet kuvvetli olunan bu gibi afat ve mesaibin İslam ve bilad-ı müslimine sirayetine karşı meni’ ve müstahkem birer kal’a teşkil ettiler. Hatta Devlet-i Muvahhidin’in müessisi olan Halife Abdülmü’min bin Ali’nin elindeki ordu ve donanmanın azamet ve heybeti İspanya hükümdarlarına pek ziyade dehşet vermiş onları vaktiyle kabza-i istilalarına geçirdikleri birçok bilad-ı İslamiyyeyi terk ve tahliyeye mecbur etmiş idi. Abdülmü’min’in elinde şimali Afrika sahilindeki boğaz ve geçitlere dağıtılmış dört yüz parçadan fazla sefain mevcud idi. Devlet-i Muvahhidin erkanından olup zaman-ı saltanatı en ateşin Ehl-i Salib muharebatına sahne olan Yusuf bin Ya’kub el-Mansur da Mağrib’in en zi-kudret tacdaranından biri idi. Salahaddin-i Eyyubi’nin sene-i hicriyyesinde bir mektup yazarak Yusuf’dan imdad ü muavenet taleb etmesi Devlet-i Muvahhidin’in o zaman haiz olduğu kuvvet ve satvetin derecesi hakkında bir fikir verebilir. O hükümdar-ı muazzam idi ki Endülüs’ün İspanyollar elinde kalan memalikini birer birer kurtardığı sırada Kral Alfons’un validesi kızları sair erkan-ı harimi huzurunda gözyaşları dökerek hiç olmazsa Tuleytula’yı kendilerine bahşetmesini yana yakıla rica etmişler idi. man-ı Kanuni gibi mehib bir satvet ve iktidara malik hulefa sayesindedir ki o eski şevket ve azametini iade edebilir mesalih-i İslamiyye bir mecra-yı intizama girer bilad-ı İslamiyye her dakıka duçar-ı istila olmak tehlikesinden kurtulur. Buraya kadar ser[d] edilen hakayık isbat ediyor ki siyaset-i hakime-i İslamiyye hilafetin hem onun hukukunu müdafaa edebilecek hem de bilad-ı mukaddeseyi himaye ile beraber küçük küçük İslam akvamının mevcudiyetleri düşmanları tarafından tehdid edildikçe selatine tefvizini icab etmektedir. aleyhine huruc etmiş olan Emir-i Mekke Hüseyin Paşa’ya Hind ve Mısır ahalisinden hiçbir tarafdar zuhur etmemesinin hikmetini bu esaslarda aramak icab eder. Onun şu sırada vuku’ bulacak huruc ve isyanından kendisi için a’zami menafi’-i siyasiyye istihsal edeceğini tahmin etmiş olan İngiltere hükumeti kendinin Kureşi ve Haşimi olduğunu ileri sürerek bir taraftan onu iddia-yı hilafete teşvik ettiği gibi diğer taraftan da etrafa gönderdiği adamlar vasıtasıyla halkı ona bey’ate teşvik ve asırlardan beri gaye-i hayaliyyesi olan hilafet-i Arabiyye siyasetini tervice koyuldu. Fakat onun bu uğurda bezl ettiği bunca mesaiye sarf ettiği paralara icad ettiği hiyel ü desayise rağmen hiçbir menfaat te’minine muvaffak olamadı. Hind ve Mısır müslümanları Emir Hüseyin’in vezaif-i hilafet-i ifaya gayr-i muktedir ve hilafetin en esaslı bir rüknü en mühim bir şartı olan kuvvetten mahrum olduğunu bildikleri için çevirilen entrikalara asla ehemmiyet vermemişler onu halife-i müslimin olan Osmanlı padişahına karşı huruc etmiş olmaktan başka bir sıfatla telakkı edemeyeceklerini aleme i’lan etmişlerdir. Müslümanların Emir Hüseyin’in hareket-i vakıasını bu suretle telakkı etmeleri esbab-ı atiyeden dolayı pek musib ve icab-ı hale muvafık bir hareket idi: feye daha bey’at olunursa bey’at-i vakıayı muhafazada halife hatta müstakil bir hükümdar olabilmesine maddeten edecek bir hükumetin hatta kendi toprağını bile müdafaa edebilecek derecede peyda-yı kuvvet etmesini te’min edecek menabi’-i servetten mahrum bulunmaktadır. Bu ülke ne zirai ne ma’deni ne sınai bir ülkedir. Bu gibi şeylere elverişli olan yerleri varsa da oralar İbni Suud kat’iyyen cari değildir. Şurası da var ki bu söylediğimiz münbit ve mahsuldar yerler pek dar olduğu için muazzam memleketleri vücuda getirmeye zi-nüfuz hükümdarlara saha-i kemmiyyet teşkil etmeye müsaid değildirler. Hakıkatte Hicaz’ın menabi’-i servetini Asya ve Afrika’daki teşkil etmektedir. Böyle birçoğu İngiltere Fransa müstemlekatından sadaka ve hasılat-ı vakfiyye ile geçinecek olan bir devletin kaviyyü’ş-şekime hür ve müstakil bir devlet olarak yaşayabilmesi hilafet-i muazzamanın hukuku şöyle dursun kendi mevcudiyetini müdafaaya muktedir olması bir sebeb şudur ki bizzat Emir Hüseyin Paşa İngiltere ve Fransa’nın ısrarlarına etrafındaki oğullarıyla sair bir takım erbab-ı mefsedetin tesvilat ve tahrikat-ı mütemadiyesine rağmen; şahsi iktidarının mevki’-i coğrafisinin hükumetinin böyle mühim işlere müsaid olmadığını idrak ve takdir ederek telkınat-ı mütevaliyeye rağmen hilafet ünvanını taşımak daiyesine düşmedi; bu nam ile teklif edilen bey’ati kabule yanaşmadı. Bahusus kendisi bu ünvan ile cennet-mekan Sultan Mehmed Han-ı Hamis’e bey’at edenlerin başında bulunuyordu. Binaenaleyh Emir Hüseyin her ne kadar hilafete karşı ise de şerait-i şer’iyye hududunu muhafaza etmek istemiş ise de şer’an da lebbeyk-han olan erbab-ı itaatin başlarında bulunmağla mükellef olduğu böyle bir zamanda tabiiyetini haiz olduğu bir devlet aleyhine kıyam etmekle pek fena bir iş yapmıştır. TEFSIR-İ KUR’AN-I KERIM Sure-i Bakara ayet Mevzi’-i fahr u şeref olan Beyt’in itmam-ı ni’met-i de ittisaf eylediği evsaf ile ni’met-i tamme ve rahmet-i şamile olan Resul’ün irsal kılındığı ve hasail-i bergüzide mamı için olduğu gibi Beyt’in kıblegah edilmesi de ayrıca bir ni’met-i tamme olduğu beyanatını mutazammın olarak evsaf-ı Resul beyan buyuruluyor: Nitekim hakkınızda rayegan olan ni’meti itmam için size kendinizden bir peygamber gönderdik ki o size ayatımızı tilavet eder getirdiği tevhid ve hidayetin hakkun min-indillah olduğuna dal ayat-ı Kur’an iyye ve kevniyyeyi size zikir ve takrir eder ve sizi tezkiye eyler nefislerinizi ahlak-ı safile ve rezail-i mebguzadan tathir ve ahlak-ı hamide tevhidi ümmehat-ı fazaili bais-i tekemmülünüz olacak usul-i maarif ve ahkamı öğretir ve ahbar-ı alem-i gayb ve siret-i enbiya ve ahval-i kurun-ı mazıyye ve umur-ı müstakbele ve saireye dair nazar ve fikir ile bilinmesine tarik olmayıp ancak vahiy ile ma’lum olan cihetler gibi daha nice bilmediğiniz şeyleri size ta’lim eder. ……… Sure-i Bakara üzerinize itmam eylediğim ni’metler ile zikr ve yad edin ve bu ni’metleri sizin üzerinize ifaza ile kerem ve lutf eden ben olduğumu unutmayın ben de sizi o ni’metlerin ve sair erkan-ı saadetin idamesiyle zikr ve yad eylerim. Cenab-ı Mevla-yı Müteal’den sadır olan bu söz pek büyüktür; Zat-ı Akdes Rab biz abid O bizden müstağni biz ona muhtac iken guya: Siz bana ne rim diyor; bu Cenab-ı Hak tarafından ibadını efdal-i terbiyyedir onu zikr u yad ederlerse o da onları idame-i ni’met ve fazlı ile zikr u yad ediyor onlar zat-ı uluhiyyetini feramuş ederlerse o da onları mukteza-yı adliyle feramuş ediyor A[ayın]. Cenab-ı Münzilü’l-Furkan ibadına ni’metleri hıfz edecek şeyi ta’lim buyurduktan sonra şimdi de mukteza-yı cud ü kerem olarak mezid-i ni’meti redin Bu ni’metler ile amel ve ne için vücuda gelmişlerse onları oraya tevcih ederek eda-yı şükr edin ve bana küfran etmeyin Ni’metlerimi ihmal ile veyahud sünen-i sarf ile küfran-ı ni’met etmeyin. Alelıtlak şükür: Muhsini zikr-i ihsanıyla sena etmektir. Abd Allah’a şükreder ma’nası: Cenab-ı Hakk’ın ihsanını yani ni’metini zikr ile zat-ı uluhiyyetine hamd ü sena eyler demektir. Hak teala abde şükreder ma’nası: Kulun tir. Mutlak şükür şükr-i lugavi ile şükr-i örfiye inkısam eder. Şükr-i lügavi: Ta’zim ve tebcil üzere lisan ve cenan ve erkan ile vasf bi’l-cemildir. Şükr-i örfi: Cenab-ı Hak abde sem’ ve basara ve saireye dair ne in’am etmişse abidin onların hepsini ma-hulika-lehine sarf eylemesidir. Bundan müsteban olur ki Cenab-ı Hakk’ın ihsan eylediği kuva-yı maddiyye ve ma’neviyyeyi ma-hüve-lehlerinde örfiyi terk etmiş ve binaenaleyh niam-ı ilahiyyeye küfran eylemiş olurlar. Tefsir-i Kebir’de şöyle mastur: “Zikir lisan ile kalb temcid eylemek Kitab-ı mükerremini tilavet etmek ile hasıl olur. Kalb ile zikir üç nevi’dir: Birincisi zat ve sıfat-ı şübühatın delail-i fasidenin cevabında tefekkür etmektir. ve nevahisine vaad [ve] vaidine müteallik delailde tefekkür eylemektir. İnsan keyfiyet-i teklifi ve mükellefün-bihi lefün-bihi işlemek kendisine sehl olur. Üçüncüsü esrar-ı mahlukat-ı ilahiyyede tefekkür etmektir ta ki zerrat-ı mahlukattan her zerre alem-i kudse muhazi mir’at-ı musaykal gibi olsun da abd o mir’at-ı mücellaya nazar edince şua’-ı basarı ondan alem-i celale in’ikas etsin. Cevarih müstağrak ve nehyedildiği ef’alden hali olmaktır. TARIH-I CÜLUS-I PADIŞAHI Sal-i cülus-i sa’dının tarih-i cevherdarıdır Bir padişah-ı bahtiyar oldu Vahid-i dadkar Kudret-i fatıranın tekrimine mazhariyetinden dolayı zevi’l-ervah arasında mualla müstesna bir mevkii haiz olan insanların mahlukat-ı saireden ma-bihi’t-temyizleri akıl denilen mevhibe-i mahsusa-i ilahiyyedir. gözden geçirmek; gerek kendisinin gerek kendisinden haric olan şeylerin ne olduklarını hangi kudret tarafından vücuda getirildiklerini en-nihaye ne olacaklarını bilmek ister. Cenab-ı Hak onun dimağına bu cürsume-i tecessüsünü eb’ad-ı gayr-i mütenahiyyeye alem-i maddiyyatın ötesinde olan buk’a-i fesiha-i ma’neviyyata kadar temdid etmiştir. Çünkü fıtratı isti’dadı bunu muktezidir. Eşyaya sathi bir nazar atfı onun şu ihtiyac-ı fıtrisiyle kabil-i te’lif değildir. His gözüyle göremediği şeyleri akıl gözüyle görmeye mavera-yı süradikat-ı ezeliyyede meknun olan seraire muttali’ olmaya çalışır. Hacm-i cismanisi kainatın vüs’atine azametine nisbeten bir zerreden küçük iken cevher-i ruhani ve aklanisi avalim-i gayr-i mütenahiyyeyi muhit olacak kadar büyüktür. Lakin bir takım insanların bazı esbabdan dolayı şu hedef-i istihza ve istihkar eyledikleri görülmektedir. Bu adamlar hadlerini bilip ikinci şıkka mütecasir olmasalar kendilerine bir şey denmeyebilir idi. Fakat cahilane tecasürleri ta’yin-i mahiyyetleri hakkında kısa bir mütalaa serdine mecburiyet vermektedir. İnsanların bu kısmı biraz düşünceyi haiz hayvanlardan başka bir şey değildir. Zira bütün mesaileri hayatın menaim-i suriyyesinden istifade getirmekten ibarettir. Kuva-yı cismaniyye ve ruhaniyyelerine zaaf tari olup bu menaimden istifade iktidarından tecerrüd eyledikten sonra ezvak-ı dünyeviyye cihetinden ma-fata teessüfle dünyadan giderler mazmun-ı münifinin ma-sadak-ı tammı olurlar. Bunların ne mesleklerine ne de meşreblerine lazime-i zavahir-i hayata maksur ezvak-ı faniyyeye münhasırdır ki bu da behimiyetten başka bir şey değildir. Temsil-i ati bu gibi adamların hallerini musavvirdir. Mesela servet ü saman sahibi bir mirasyedi bir kotra inşa ettirir. Çalgı yiyecek içecek ve saire gibi esbab-ı zevk u safayı istikmal ederek dalkavuklarla kotrasına biner. Artık ondan ötesi “vur patlasın çal oynasın”dan ibarettir. Bu bir hayattır. Fakat bu hayat insanın ulviyet-i fıtriyyesine müstaid olduğu kemalat-ı suriyye ve ma’neviyyeye nazaran nedir? Hiç! Sonra bir merd-i mütefennin hücre-i mesaisine çekilir; mirasyedinin kotrasına binip üzerinde zevk u safa eylediği denizin suret-i tekevvünü muhteviyat-ı la-tuhsası hakkında tedkıkat-ı fenniyye icrasıyla meşgul olur. Nazarını umman-ı tefekkürün a’mak-ı bi-payanına tevcih eder. O muzlim noktalarda nur-ı hakıkati görmek teşekkülü vezaif-i muayyenesi ale’l-infirad bir fennin mevzu’-ı müstakılli olan ahval-i sairesi hakkında tetebbuata vakf-ı hayat eder. Bahar mevsiminde kırdan kopardığı bir çiçek onun nazarında cihan cihan bedayii cihan cihan hakayıkı havi bir vecize-i hilkattir. Eb’ad-ı gayr-i mütenahiyyede parlayan yıldızlarla onların harekatı kendisini alakadar eyler. Hülasa alemin zerresinden bu’d-i na-mütenahisine kadar hiçbir şey nazar-ı tedkık ve tetebbuundan kaçmaz. Kalbi her şeyi bilmek her hadiseyi anlamak arzusuyla çarpar dimağı bu ihtiyacın tatmini için saha-i faaliyyette cevelan eder. Yalnız maddiyat ile iktifa edemez. Maddiyatın ötesindeki vadi-i tenahi-na-pezire de geçmek onun zevaya-yı muzlimesindeki hakayık-ı meknuneyi nur-ı akıl ile görmek ister. Nefsini Allah’ını mebdeini meadını illet-i gaiyye-i hayatı hatta illet-i gaiyye-i kainatı bilmek sevdasına düşer. Bu hakıkatleri anlamak için gecesini gündüze huzurunu ıztıraba kalb eder. Çalışır çalışır çalışır. yatın ezvakından istifade ile hoş geçmeyi bilir idi. Acaba niçin bu vadiye gitmedi de diğer vadiyi ihtiyar etti? Neden temayülat-ı süfliyyesini tatmin ile iktifa etmeyip nefsini onlardan tenzihe çalıştı? Zira öteki gibi hayvan değil insan idi. Mirasyedi bu merd-i zu-fünuna belki mecnun nazarıyla bakar. Belki onun mesleğiyle istihza eder. Fakat acaba herkes mirasyedinin servetine malik mesleğine salik olaydı dünya bugün ne halde olur ne halde olmak lazım gelir idi? Hiç şübhe yok ki hiçbir şey fıtrat-ı ula merhalesinden bir hatve bile ileri gidemez idi. Bir kere de o mücahid-i ma’rifete soralım. Bakalım şu mirasyedinin ef’al ve harekatına ne nazarla bakıyor? Onun israfına sefahetine karşı ne gibi hislerle mütehassis oluyor? Acaba gülüyor mu ağlıyor mu? Kopernik bizim mirasyedi gibi olup sefahet alemlerinde mıldatmak mümkün olur mu idi? Bu hakıkatin keşfinden sonra tevalisi zaruri olan efkar-ı ceyyide ve cedide zihinlerimizde yer bulur tarz-ı tefekkürümüzde tahavvülat-ı mühimme husulünü istilzam eder mi idi? Keza Nivton da Kopernik’i taklid etmiş olsaydı bugün bir kanun-ı semavinin ilhamatıyla mücehhez füyuz-ı bi-payanından müstefid olur mu idi? Bütün mefahir ve measir-i insaniyye bu mikyas ile takdir edilecek olursa aynı hükmü intac eder. Sema-yı riyet için bedraka-i hüda-nüma oluyor. Beşeriyeti hak ve hakıkatten haberdar ediyor. Bilenler takdir edenler için bundan büyük ne olabilir? Gelelim ma’hud mirasyediye; ona bu gibi şeylerden bahsedilecek olsa söyleyeceği şudur: “Adam sen de ister küre-i arz dönsün ister güneş! Bunu bilmekten mütehassıl fayda bilmemekten mütevellid zarar nedir? Ben bilsem de bilmesem de ilkbahar geliyor; füyuz-ı namiyye her tarafı cennet-nazir ediyor. Menekşeler sünbüller fulyalar açıyor. Kuzular yetişiyor. Mevsim meyveleri çıkıyor kotramız hazır yaran-ı ba-safa kudumümüze muntazır! Ötesi neme lazım? Dönen ister arz olsun ister güneş! Bana ne?” Erbab-ı akl ü irfan nazarında bu fikrin kıymeti bu mesleğin gayeti nedir? Acaba bunu kabul edelim mi? Mirasyedinin gittiği yola gidelim mi? Milyonlarla halk bir Kopernik’in şems-i dehası etrafında dönmeye mecbur oluyor. Fakat dönseler de dönmeseler de hakıkat o racül-i ma’rifetin söylediği sözden kavl-i mücerredi o hakıkati ibtal edemez. Milyarların efkarı terazinin bir kefesine Kopernik’in fikri diğer kefesine konacak olsa elbette beriki daha ağır basar. Ulum ve fünuna aid hususatta bir alim ile bir cahil arasındaki fark nisbet ne ise taharri-i hakıkate mebde’ ve meada müteallik mesailde de lakayd bir şahıs ile bir hakim-i mütefekkir arasındaki fark nisbet odur. Hakim-i mütefekkir nefsini Allah’ını mebdeini meadını bilmek raf-ı nefes izaa-i vakit nazarıyla bakar. Kendi uğraşmadığı uğraşmak istemediği gibi uğraşanları da tahmik ile der ki: “Meczubun haline bak! Nelerle meşgul oluyor. Üç günlük hayat bu tekellüfata değer mi? Hala zihnini kuyud-ı mevhumeden tahlis edememiş. Hala böyle şeylerin bi-asl u esas olduğunu takdir edebilecek bir kafaya sahib olamamış. Menaim-i la-tuhsayı görmüyor; onlardan yokmuş; dine intisab lazım imiş değil imiş! Nene lazım senin böyle şeyler! Ne suretle olursa olsun keseni doldurmaya şu üç günlük hayattan istifade etmeye bak. Ye varsa– ahirette düşünürüz. Hala cennet cehennem; hala haşır neşir! Yuf senin idrakine. Bak şu meşgul olduğun şeylere!!” dir: Hayat-ı dünya meta’-ı kaliliyle iktifa!... Fakat bunun böyle olmasıyla hakıkatin de öyle olması lazım gelir mi? Haşa sümme haşa. Cenab-ı Hak insanları ma’rifet-i zatiyyesi için yaratmıştır. Bir hizb-i behayim gibi yer içer; hizb-i diger insaniyyet-i hakıkıyye yolunda çalışmakla gaye-i mev’udeye te’min-i vüsul eder. Buradaki sa’yi o gayeye vüsul için gayr-i kafi ise ebediyete teveccühüyle meşrut olan tekamül-i ati elbette kendisini ma’şuk-ı ezelisine kavuşturur. Lakin mirasyediye bu hakıkati kabul ettirmek mümkün değildir. Onun söyleyeceği söz: “Ben böyle şeylerden anlamam böyle şeylere sarf-ı zihn etmem!” nakaratından Bu nakarata karşı hakim-i mütefekkir de yanındaki kediyi göstererek: Fi’l-hakıka bizim mestan da lisan-ı hal Deminden beri aramızda geçen sözlere hiç kulak asmıyor. Göğsüyle armonik çalarak yeşil gözlerini yarı açmış olduğu halde başını dizime sürüyor; kucağıma gelmek istiyor. Muahazeye hakkımız var mı? Asla! Çünkü hayvandır aklı idraki yoktur. Hayatı bulunduğu andan ibarettir. Ne silsile-i efkarı kendisine ne de kendisi silsile-i efkarına hakim değildir. Karnı doydu mu uykuya yatar; acıktı mı yiyecek arar. Zimam-ı hayatını sevk-ı tabii denilen garizenin yed-i tasarrufuna teslim etmiş. O nereye çekerse oraya gider. Descartes’ın biraz insaftan baid olan fikrine göre o bir makinedir. Hayatı hissi mihanikiyetten başka bir şey değildir. Gel benim mestanım gel; bu bahsin hakim-i hasimi sen ol! Ey mirasyedi bey yahud efendi! Sen de şu hayata razi olursan bu kuyuddan azade kalırsın. İnsan isen insana yakışacak şeylerle kendini mükellef bilirsin. Eğer sende düşünmek iktidarı ihtiyacı yok ise düşünenlere levm etmezsin. Haddini bilip hayvaniyetinle iktifa huzuz-ı nefsaniyyenin vesail-i husulünü istikmale vakf-ı hayat edersin! Böyle yapacak olursan kimse sana bir şey demez. Fakat erbab-ı hakk u hakıkate mukteda olmak da’vasına kalkışıp onların ictihadatıyla istihzaya yeltenirsen had na-şinaslık etmiş olursun. Bu alemde herkes sevk-ı isti’dada tabi’dir. İnsan olur ki zevahir-i hayat ile arkasından koşmak onlara kavuşmak ister. Hülasa-i kelam istiksa-yı hakayıkla meşgul olan rical-i ma’rifeti istihfaf fazihasına mütecasir olmak kadar bir adilik tasavvur edilemez. Bu vadiyi kendileri için sermaye-i temeyyüz ittihaz eden eclafın dünyaları kendilerine göre dünya ise erbab-ı hakk u hakıkat nazarında hayvaniyetleri için muvakkat bir me’vadan başka bir şey değildir. Bu hakayık bilinir yahud bilinmez imiş! Bu da’va-yı bi-ma’na da yukarıki da’va gibi merdud ashabı heyakil-i cehl ü gafletten ma’duddur. Ogüst Kont’un vaz’ ettiği isbatiye mesleğine salik olanlar mavera-yı mahsusatta bir emr-i mechulün vücuduna kaildirler. Bunların bir kısmı bu emr-i mechulün la-yu’raf olduğunu diğer kısmı da la-yu’raf olmayıp hakkında husul-i ma’rifete şıkk-ı imkan bulunduğunu iddia ederler. Redd-i mülzemle insafa da’vet için bunların her ikisine de deniyor ki: Eğer siz bir emr-i mechulün daha doğrusu yalnız mechulün vücuduna kail iseniz orada tevakkuf etmeniz lazım gelir. İlerisine gitmeye hakkınız yoktur. Vücudunu teslimde muztar kaldığınız mechulün tealluk-ı ma’rifete mahal olup olamayacağına hükmünüzde tenakuz vardır. Zira tealluk-ı ma’rifete mahal olabileceğini yahud olamayacağını iddianızla o mechulün hakıkatine nev’ama vukufunuzu işrab ediyorsunuz. Bu ise tenakuz değil de nedir? kar edenlere de: Fikriniz beyhudedir sa’yiniz hederdir gibi sözler söylemek yahud onları istihfafa yeltenmek ayıp hem de pek ayıptır. Yukarıdan beri söylenen sözlerin hülasası şudur: Mebde’ ve meada müteallik mesaille iştigal şöyle dursun bu mes’elelerle müştagıl olanlara nazar-ı istihfaf ile bakan enzar-ı kasıra erbabının ma’hud mirasyediden zerre kadar farkı yoktur. Birinin kıymeti ne ise diğerinin kıymeti de odur. Fart-ı cehaletten münbais olan istihfafları hamakatlerinin en celi bürhanıdır. Onlar yalnız dünyanın menaim-i faniyyesiyle iktifa ederler; dünyada kör olarak yaşadıkları gibi ahirete de kör olarak giderler. İnsaniyet onların düşüncesi gibi olaydı şark ve garbda zuhur eden hükemanın isimleri sicill-i mecanine kaydedilmek lazım gelir idi. Hoş! Belki bu söze karşı ikinci bir fezahat olmak üzere “Ona ne şübhe!” diyenler de vardır. Maksad onları fikirlerinden feragat ettirmek değil tecasür-i cahilanelerinin pek elim bir küstahlıktan başka bir şey olmadığını söylemekten ibarettir. Her hizib kendi fiiliyle iftihar edebilir. Fakat süfeha-yı ümmetin i’raz ve i’tirazıyla her türlü hakayıktan alel-husus hakayık-ı diniyyeden bahsetmemek taharri-i hakıkat meyl-i cibillisini ta’til eylemek lazım gelmez. Varsın ma’hud mirasyedi gibi olanlar tahkır ve izdiralarının da asla kıymeti ehemmiyeti yoktur. Asırlarca mezalim ve işkenceler altında ezilmiş asırlarca çekilen esaret neticesi olarak mezellete alışmış miskinane yaşamaya ünsiyet kesbetmiş bir milletin zencir-i esaretten istihlası pek de kolay olamayacağı tabiidir. Kanun-ı tabiat muktezası olarak hürriyet ve serbestlik umumiyetle nev’-i beşerin hakk-ı meşruu olduğu her ehl-i basiret ve her ehl-i hukuk da bunu i’tiraf ve tasdik ettiği halde ne garib bir cilve-i tarihiyyedir ki yine birçok milletler esaret altında inliyorlar türlü türlü işkencelere tahammül ediyorlar. Bu beni beşer için bir nöbet hastalığı gibi adeta gayr-i kabil-i ictinab bir beliyye-i umumiyye halini almıştır. Esasen hılkat-i beşerde hürriyet ve hürriyete muhabbet bir emr-i tabii ve zaruri olduğu cihetle herkes hürriyeti sever daima hürriyetin meftunu olur. Bahusus insan nur-ı irfan ile tenevvür ettikçe bütün bütün hürriyetin perestişkarı olur. Lakin şunu da nazardan dur tutmamalıdır ki hürriyeti herkes kendi için sever kendi için ister. Hürriyeti elde etmek için her ne gibi esbaba tevessül lazım gelirse her ne gibi fedakarlık ihtiyar etmek icab ederse hepsini kabul eder; hürriyet uğurunda her mihnete her zahmete katlanır. Fakat bütün fedakarlıklar hep kendi içindir. Yoksa başkası için değildir. Bir de hürriyet daima alınır. Hiç kimse tarafından verilmez. Bu hakıkat efrad beyninde böyle olduğu gibi milletler arasında da böyledir. Bunun içindir ki her millet hürriyet ve serbestiyi almak için çalışır; bu hususta her ne gibi fedakarlık lazım ise hepsine katlanır; kanlar canlar feda eder akıbet hürriyeti alır. Dünya halk edileli beri tek bir misal gösterilemez ki hürriyet verilmiş olsun. Ferdler olsun milletler olsun daima uğraşa uğraşa ihraz-i hürriyyet etmişler esaretten kurtulmuşlardır. Hayat-ı beşer için teneffüs edecek hava vücudu besleyecek gıda ne kadar lazım ise ruhları terbiye edecek hürriyet de o kadar lazımdır. Bunun için hürriyeti insanlar arar; ne yolda istihsali mümkün ise çaresini bulur yapar. Neye mal olursa olsun her türlü fedakarlığı ihtiyar ederek akıbet hürriyete sahib olur. manlarının hatalarının esası da şu noktadır. Bu hakıkati nettiler. Bilmem yirminci asrın medeniyetinden bilmem Rusların merhametinden her nereden ise hep havadan uçup gelecek bir hürriyeti beklediler. Yirmi otuz bin askeri; topu tüfengi mitralyözü süvarisi ile beraber; on ay zarfında topladıkları bütün kuvvetlerini eski amirlerinin bir “Geri!” kumandası karşısında derhal dağıttılar. Bir müddetçik olsun mukavemet edemediler. İnkılab meydanında gösterdikleri bütün maharet: Bir iki defa toplanarak bir takım güzel sözler söylemek parlak nutuklar Hürriyeti almak için canlarını bile fedadan çekinmeyecekleri yerde biçare müslümanların hukuk-ı meşrualarını müdafaa için topladıkları milyonlarca paraları –otuz kırk bin müsellah kuvvet ellerinde olduğu halde– sanki amal-i milliyyenin cenaze merasimine sarf edercesine götürüp Bolşevikilerin eline teslim ettiler. Yürekler yakan bu halin yegane sebebi hürriyeti merhamet yahud medeniyet ve yirminci asır iktizası olarak verecekler i’tikadına zahib olmalarından başka bir şey midir? Yoksa bidayeten “Hürriyet alınacaktır. Çünkü hürriyet bize lazımdır hürriyet bizim sebeb-i hayatımızdır. Binaenaleyh her ne bahaya olursa olsun biz hürriyeti alacağız.” diyerek hazırlanmış olsa idiler işe giriştikleri zaman bütün tertibat ve teşkilatları ona göre olurdu. Her nevi’ fedakarlıkları göze alır da “Kurban kesmedikçe bayram olmaz.” der bütün mevcudiyet ve kudretlerini bu uğurda sarf ederler elbette alırlardı ve bu sayede asırlarca çektikleri işkencelerden kurtularak bahtiyar olurlardı. Maamafih ye’se düşmeye mahal yoktur. Rusya’da safhalar devreler geçirecektir. Rusya müslümanları bu acı imtihanlardan mütenebbih olarak geçmiş kusurları tamamıyla i’tiraf ederek zuhur edecek fırsatlardan istifade ü metanetle çalışacak olurlarsa bi-inayeti’llahi teala muvaffak olacaklarına şübhe yoktur. ŞARKTA İNGILIZ VESAYETI larına göre şarklılar hakkında hasıl ettikleri bir ma’rifet üzerine müessestir. Şarklılara tealluk eden her şeyi bu ma’rifetle muhakeme ve her şarklıya ona göre muamele ederler. Bu ma’rifet İngiliz siyaset-i isti’mariyyesinin esasıdır diyebiliriz. Bunun en esaslı noktasını bizzat İngilizler şu sözlerle izah ederler: “Şarkta yaşayıp şarklılarla imtizac edenler bilirler ki Avrupalılar dünyaya şarklıların gözleriyle bakamazlar! Vakıa Avrupalı vehle-i ulada şarklıyı şarklının da kendisini anladığını hatta bu anlaşmanın her ikisini şarklı veya garblı gibi gösterecek derecede tam olduğunu tevehhüm ederse de her halde günün birinde Avrupalı birden bire uyanır ve şarklının kendi aklına benzemeyen zuhal kevkebinin sekenesinden bir mahlukun aklı imiş gibi garib bir akla malik olduğunu anlar!” dünyadan bu derece uzak bir akıldır! Onlarca böyle bir akıl dünyevileşmeye! ve binaenaleyh vesayete! muhtacdır. zarla baktıklarını zannederim ki bu satırlar pek elim bir belağatle ifade eder. Mısır’da rub’ asırdan fazla bir müddet İngiliz menafiine hizmet eden Lord Kromer şarklıların böyle bir akla sahib olduğunu tasdik ettikten sonra “Bana bütün tecrübelerim şarklının aklına i’timad etmemekliği öğretti.” diyor. de böyle bir isnad-ı kazibde bulunmalarından elbet bir maksadları vardır. Şarkın mübdi’-i medeniyyet olan dimağını abidat-ı ebediyyesini ve tarih-i muhteşemini bir tufan-ı bühtanın boğamayacağını İngilizler de bilirler. Fakat böyle muzır telkınat ile şimdi zaif ve natüvan olan şarkı vatandaşlarına daima pest ve zelil vesayet-i meş’umelerini meşru’ göstermek ve her İngilizin dimağında şarkı istismar ve Zaten İngilizler şarkın musallat oldukları her kısmında meş’umelerini imate-i hayat ile ikmal ederler. lisanlarıdır. İngilizceyi kuvvetle neşr u ta’mim etmek ve onu lisan-ı milli yapmakla mahkum milletleri milliyetlerinden ve tarihlerinden tenfir ederler. İngilizce ile tedris olunan bütün dersler mukaddesat-ı diniyye ve milliyyeyi tahkır ve terzil etmeyi istihdaf eyler. Mesela Mısır’da mekteplerde okutulan ve İngiliz muallimleri tarafından telkın olunan derslerden her Mısırlı memleketinin her zaman galiblerin sahne-i tagallübü olduğunu hiç müstakil ve serbest yaşamadığını anlar ve bu kanaatin te’siriyle şevk-ı istiklal ve ümid-i necattan kat’iyyen mahrum olarak yaşar. Vakıa İngilizler Mısır’da bu teşebbüslerinde muvaffak olmadılar çünkü bu gibi telkınatı çürüten bir faaliyet-i vataniyye vardı. Fakat yine kelal getirmeyerek bu fazihayı irtikabda ısrar ve istimrar eylediler. Mazisi ile kat’-ı alaka eden yahud musanna’ bir maziye merbut olan bir milletin atisi olmayacağı bedihidir. Ati mazinin bir mahsul-i mütekamilidir. Binaenaleyh İngilizler bu vasıta-i müdhişe ile mekteplerde çocuklara devair-i hükumette me’murlara her vesile ile bütün ahaliye daima telkın-ı esaret ederek dimağları tesmim ederler ve fazayıh-ı mete tesadüf etmeden tervic ve irtikab ederler. En garibi ve en fecii şu ki İngilizlerin icraatı meydanda iken şarklıların hırsları icra-yı faaliyyet ediyorken yine zavallıların sukutu mukaddesat-ı diniyye ve milliyyelerine isnad olunur! runu da sarsacağı ve öldüreceği tabiidir. Mazisi menfur şuuru muzmahil ve hayatı makhur olan bir millet ancak felaketli buhranları geçiriyorken onu tahlis etmek emeliyle çalışan birkaç velini’met zuhur etti. Bu evliya-yı ni’metin şarka ifa eylediği hizmet hakıkaten şayan-ı tebcildir. eden müslümanlar günün birinde o ta ruhu samimi ihtizazlarla afak-ı hayatı munis emellerle ve zalam-ı maziyi feyyaz ışıklarla ihya eden bir savt-ı aşina işittiler.. İttihad-ı Evet Müslümanlık üzerine müesses bir ittihad bu dahiye-i uzma ile mücadele edebilir. Çünkü her müslümana bir gaye telkın eylediği gibi bütün İslam ümmetlerinin de vezaif-i hususiyye ve umumiyyesini ta’yin eyler. Her müslümanın gayesi iyi bir müslüman ekmel-i ehl-i İslam olmaktır. Bu gayeye rabt-ı hayat eden mü’minlerin kaffesi kardeştir ve bu kardeşlerden müteşekkil olan akvam bu muazzam ailenin a’za-yı muhtelifesidir ki iki nevi’ vezaifi vardır: Vezaif-i hususiyye ve vezaif-i umumiyye. “Vezaif-i hususiyye efradın seviye-i ahlakıyye ve fikriyyesini derece-i kusvaya i’la ve İslam’ın esasat-ı ahlakıyye bir tarzda tatbika çalışmaktır. Vezaif-i umumiyye yaşayarak onların hürriyet ve an’anatına hürmet terakkı ve tekamüllerine muavenet hususundan ibarettir ki milel-i İslamiyye içinde ribka-i ecanibe girmiş veya o mühlikeye tekarrub eylemiş olanları kurtarmak bu vezaif zümresindendir. Çünkü bir millet hürriyet ve istiklalini zayi’ eylemekle tarik-ı tekamülünü şaşırmış mevcudiyetini tehlikeye koymuş olur ki tesanüd-i İslam böyle bir hali tecviz edemez. Vahdet-i İslamiyye bi-payan kuvanın anasır ve avamilin bir küll-i tam halinde ahenk-saz bulunduğu vahdet-i kevniyyeye mümasil bir vahdettir. Bütün azamet ve hakıkati bu halinden neş’et eder.” Fakat İngilizler bu ma’kul ve zaruri intibaha bu muazzam gayeye yukarıda beyan eylediğimiz nokta-i nazarla baktılar ve “İttihad-ı İslam niran-ı taassubu ikad etmekten başka bir netice intac etmez. Avrupa’nın kuvvetleri bu hareketini maddeten telafi edebilirse de onu ma’nen öldüremez.” dediler. larına iğtiraren adimü’l-imkan addeden İngilizler onun hayat-ı ma’neviyyesinin na-kabil-i taarruz olduğunu lam namına şayan-ı kayd bir terakkıdir. Maamafih İngilizler bu ma’nevi kuvvetle mücadele etmekten hiç fariğ olmadılar. Müslümanları Müslümanlık’tan uzaklaştırmaya sa’y etmekten bir an hali kalmadılar. Müslümanlığın müslümanların yegane sebeb-i sukutu olduğunu daima söylediler ez-cümle “İttihad-ı İslam yirminci asırda bin bu kadar sene mukaddem ibtidai bir halde yaşayan bir hey’et-i ictimaiyye için vaz’ olunan mebadiyi iade etmeyi bütün kavanin-i medeniyye cezaiyye ve milliyyeyi na-kabil-i tefsir ve tebdil tek bir kalıba ifrağ etmeyi istilzam eyler. Din-i İslam ile mütedeyyin milletleri terakkıden mahrum eden işte budur.” dediler. Bu sözlerini her türlü vasıta-i neşriyye ile misyoner cemaatleri vasıtasıyla risaleler kitaplar ve ceridelerle neşrettiler. Bundan açtıkları tezahür eder. Ruh-ı İslam bu müdhiş harbden hiç müteessir olmadı. Hayat-ı ma’neviyye-i İslamiyye eski intizam ve ahengini bulmak üzere muttasıl terakkı ediyor ve hiç şübhesiz bu intizam ve ahengi te’min ettiği zaman düşmanlarına maddeten ihraz-i galebe edecektir. Görülüyor ki İngilizlerin din-i İslam’a ve intibah-ı İslam’a adavetleri selamet-i aklımızdan şübhe etmeleri vesayete ihtiyacımızı ileri sürmeleri ancak bizi kendilerinden dun menafi’-i isti’mariyyelerine ve zencir-i esaretlerine mahkum görmek hırsına müsteniddir. Binaenaleyh bizim necata doğru adım atmaklığımız sekene-i Zuhal’den olacak kadar saha-i basiretten uzaklığımıza bir hüccettir! defi işte bu! “Allah’ın kulu ve Halife’nin naib ve veziri Ahmed Şerif Senusi’den fazıl ve edib-i muhterem ali-himmet Emir Şekib Arslan Bey’e selam ve duadan sonra … Birkaç ay evvel sizden bir mektup aldım. Vasıtasızlık yüzünden şimdiye kadar cevabını gönderememiştim. Ancak bugün bi-izni Huda buna muvaffak oldum. İslamiyet ve ehl-i İslam hakkında sebk eden hidemat-ı azimenizin medyun-ı şükranıyım ve daima sizi yad etmekteyim. Yazdığınız mektup efkar ve hissiyatıma tercüman olmakla beraber hakaik-ı ahval-i hazırayı da ihtiva etmekte ve Arablık namına safsatalarla vahdet-i İslamiyyeyi parçalayanlara karşı bir hüccet-i katıa teşkil eylemektedir. Bu gibi eşhas bilmeyerek kendi mülklerini tahrib ve böyle nadir bir fırsatı fevt etmektedirler. Cenab-ı Hakk’ın namına kasem ederim ki Arablar hakkındaki beyanatınız hakıkat-i mahzadır. Fakat böyle delicesine hareket edenlerin akıl ve himmetlerine ne oldu? Mısır ahalisi Arab değil mi? Trablus Tunus Cezayir ve Fas’ta Arablardan başka kimse var mı? Bütün bu havaliye hükmeden kimlerdir? Tabii İngiltere ve müttefikleri. Arablar bugün insaf etseler her şeyden evvel bu cebbarlara karşı ve onların sukut ve izmihlallerini memnunane temaşa ederler. Allah bu mel’unları mahvetsin. Fakat garaz insanı kör sağır eder. Garazkarın gözleri baksa bile kalbine ama tari olur. Ecnebi siyasetine oyuncak olanlara hakıkat-i maklubeyi tervic edenlere ve düşmana karşı zelil kalanlara yazıklar olsun! Fakat batılın savleti berdevam olamaz ve ferda her vakit maziye hakimdir. Cenab-ı Hak sizi ve sizin gibi milleti tarik-ı savabda irşad eden emsalinizi muhafaza etsin.” Moskova’dan Rusya müslümanlarının meşhur muharrirlerinden Ayaz İshakı Efendi tarafından fazıl-ı muhterem Abdürreşid Efendi’ye gönderilen mektuptur: Muhterem Reşid Baba Mektubunuzu aldım size evvela buranın ahvaline dair ma’lumat vereceğim. Mektubunuza bakılırsa bura ahvaline pek ıttılaınız yok. Burada Bolşevikler idare-i memleketi ele aldıkları gibi bütün Rusya müslümanlarının ahvali müşkil bir devreye girdi. Bolşevikler bütün dünyaya sosyalizm mesleğini kabul ettirmek hayalatıyla uğraştıklarından bizim Rusya müslümanları ise medeni milli dini hukuklarını muhafaza fikrinde bulunduklarından bize i’lan-ı husumet ettiler. Bütün Rusya müslümanlarına bir ağızdan mürteci’ ihtilal aleydarı namını verdiler. Şu nokta-i nazara binaen Kırım’ın milli idaresini devirdiler; Türkistan’da kan deryaları akıttılar; İdil sahilinde milli medeni muhtariyetleri dağıttılar ve bütün müesseseleri kırdılar döktüler. Tatarların bütün matbuatını irtica’ Kurultay Altay Kuyaş Yulduz Saray İl gazetelerini kapattıkları gibi matbaalarını dahi müsadere ettiler. Beni de Revulosyonney Tribunal nam mahkeme-i harbiyyeye verdiler. Şimdilik kaçamak tarikıyla yaşıyorum. Ne gibi bir hüküm verileceği ma’lum değil. Milli askeri idarelerimizin kaffesini Mart nihayetlerinde kapattılar. Şimdi bize aid tek bir askerimiz yoktur. Ayrıca Erkan-ı Harb Dairesi vardı onu da dağıttılar. Milli muhtariyetin te’sis ve te’mini için Ufa’da Millet Meclisi ictima’ etmiş birçok işler görmüş ve nezaretler te’sis etmişti. Millete vergiler tarh olunmuş adeta müstakıl bir hükumet-i muntazama şeklini almıştı. Ne çare ki hepsini kırdılar döktüler. Birçok adamları da tevkıf ve habs ettiler. Milli İdare Reisi Sadri Maksudi şimdilik firar halinde bulunuyor. Maliye nazırımız Ufa Hapishanesi’ndedir. Üç milyondan ziyade millet parasını hazine-i milletten musadere ettiler. Şimdi İdil-Volga sahilinde hiçbir şeyler kalmadı. Milletin takati de bitti. İki üç adam toplanıp konuşmaya bile imkan kalmadı. Yazacak bir saha da yok. Ahval Nikola zamanından bedter oldu. Müslümanlara tecavüz etmekte; zulüm gadr vahşet Hususiyle Türkistan’da Hokand Fergana’da Ermeniler fevkalade vahşetler icra ettiler: On bir bin hane otuz dokuz cami pek çok medrese ve çarşıları yaktılar. Yirmi binden ziyade ehl-i İslam’ı da katlettiler. Bakü bozgunluğunda dahi Ermeniler Bolşevikler ile beraber müslümanlara enva’-ı vahşet işkence ve mezalim icra ettiler. Kendi aramızdan da birçok hainler zuhur etti. Bütün müesseselere karşı fevkalade hıyanetler ettiler. Bunların reisleri Molla Nur Vahidof namında bir Rus me’muru Müslümanların bütün teşkilat ve tedabirini Ruslara ifşa ettiler. Bolşevikler tüccarımızı da umumiyetle yağma ettiler nehb ü garet ettiler. Yalnız Kazan müslümanlarından dört milyon tazminat aldılar. Ruslardan ise bir şey almadılar. Müslümanlardan aldıklarını da Ruslara verdiler. Orenburg Ufa ve sair şehirlerden de hep böyle milyonlar aldılar. Keza Türkistan’da Yavşiyef namında yalnız bir adamdan on yedi milyon ruble aldılar tamamen yağma ettiler. Bu sebebden millet pek hırpalandı şaşkın bir hale geldi. Bazı adamlar Türkiye’ye hicret fikrinde bulunuyorlarsa da şimdilik buna imkan yoktur. Şimdi yalnız bir ümidimiz vardır ki o da Bolşeviklerin sukutudur. Onların sukutlarını müteakıb ihtimal ki biraz serbestlik olabilir. Maamafih büyük bir şey ümid olunamaz. Zira millet pek hırpalandı. Hiç takati kalmadı. Artık müslümanların istikbali pek muzlim pek karanlıktır. Bana gelince ben şimdi firari bir halde geziyorum. Geçen hafta benim katlim için de sözler olmuş pek kıymetli arkadaşımızdan ittihad-ı İslamcı Doktor Cevad Bey Orucef’i katlettiler. Hülasa biz bu inkılabdan pek boş çıktık. Kendi aramızda birçok hainlerin zuhuru bizi mahvetti. Şimdi Rusya’da bir irtica’-ı umumi; her tarafta fitne ları iyidir. Zira Bolşevikler şimdi Almanlara lazımdır. Bu beliyyeden sonra Ruslarda fevkalade hissiyat-ı diniyye uyandı. Rusların din hamiyeti büyük galeyandadır. Nikola’yı da pek özlediler eski idarenin rücuu da baid değildir. Osmanlı esirlerine muavenet için birçok yerlerde hususi komisyonlar aşhaneler açılmıştı. Bolşevikler hepsini kapattılar. Burada her şey fevkalade fiyatlıdır. Kara un podu bir pod okkadır iki yüz ruble. bir ruble kuruşdur. Beyaz un ruble bir gömlek yıkanması üç ruble ayakkabı ruble bir kat adi elbise bin ruble şeker fontu bir font dirhemdir rubledir. Son zamanlarda neşrettiğim eserlerimi yollarım. Haziran Moskova: Ayaz İshakı Aldığımız ma’lumat-ı mevsukaya nazaran Kafkasya’nın her türlü amal ve ihtirasat-ı hariciyyeden masun ve kuvvetli terakkı ve tealisinde serbest ve azade bulunması hükumetler bir konfederasyon halinde ittihad ve teşekkülü lüzumuna öteden beri kani’ bulunan şimali Kafkas murahhasları icab eden teşebbüsatta bulunmuşlardır. Hürriyet-i akvam uğuruna harb etmekte olduklarını hunhar ve cebbar hükumeti ile memalik-i Osmaniyyenin tikleri gibi şimdi de Rusya’daki erbab-ı irtica’ ile hürriyeti boğmak ve meşrutiyeti mahvetmek üzere tevhid-i mesai etmekte oldukları ma’lumdur. Diğer taraftan da makasıd-ı hasiselerini te’min için hürriyet namına diyar-ı Çin’i kan deryalarına boyamaktan çekinmiyorlar. İhtilafat-ı dahiliyye ve rekabet-i şahsiyye yüzünden bir memleketin duçar olduğu mesaibi düşmanlarımızın cihan-şümul olan zulümlerini ve dünyanın bir ucundaki din kardeşlerimizin bu mezalime karşı mücahedatını enzar-ı dikkate arz etmek ve bu suretle ihvan-ı dini hadisat-ı cihandan haberdar eylemek maksadıyla Çin ahvali hakkında ber-vech-i ati i’ta-yı ma’lumat ediyoruz: Reis-i cumhur-ı esbak Yuvan-şikay’ın vefatı üzerine derhal Liyuvan-hung ona halef olmuş ve bunun üzerine Tuvan-şijuy başvekalete geçtiği gibi Feng-kuçang da Reis-i Cumhur vekaletine intihab olunmuş idi. Başvekil havali-i şimaliyyenin kuva-yı askeriyyesine ve Pekin’in muhafız askerlerine istinad ederek meşrutiyeti mahv veyahud tahdid etmeye teşebbüs ettiği cihetle Meclis-i Meb’usan ile Reis-i Cumhur’un arası açılmış idi. Meb’usan hissiyata mağlub olarak hazırlanmadan başvekili ezmeye kalkıştı. Reis-i Cumhur da ma’kul bir siyaset ittihaz edemedi. Meb’usanla birleşti ve onların re’yi ile Başvekili azletti. Tuvan bunu hazmedemedi. Bunların hakkından gelmek için Pekin civarına şimal toçonlarından askeri valiler bir kısm-ı mühimmini cem’ etti. Başvekil bunlar vasıtasıyla meşrutiyeti ilga Meclis-i Meb’usan’ın hukukunu tahdid ve belki de bütün bütün Askeri bir nümayişle Reis-i cumhuru da tahvif ve tazyik eyledi. Biçare Liyuvan-hung pek ziyade korkarak Meclis-i Meb’usan’ı fesh eyledi ve bu tehlikeyi ber-taraf etmek için Çangesuy’yı başvekalete ta’yin eyledi. Bu zat mes’eleyi halledecek yerde daha ziyade teşviş etti. Memlekette yaşamakta ve kudsiyeti halk nazarında makbul olan ve hakimiyetten uzak olmakla beraber nişan ve rütbe vermeye salahiyetdar bulunan eski imparatoru yeniden tahta getirdi ve bu suretle mülukiyet ve saltanatı mülukiyetle beraber ortadan tamamıyla yok oldu. Tuvan kemal-i muzafferiyyetle Pekin’e avdet etti ve Reis-i Cumhur’un zaafından bi’l-istifade Başvekalete yeniden geçerek icra-yı hakimiyyet etmeye başladı. Hissiyatına mağlub ve kuvvetine mağrur olmasa idi intihabatı tecdid kendi toçonları partisine verdirdiği kararlara göre hareket ederek hürriyet ve meşrutiyet tarafdarı olan cenub vilayetlerini ezmeye hasr-ı mesai etti. Bu fecia cereyan ederken memleketin en güzide adamlarından Reis-i cumhur’un vekili olan Feng-kuçang Nankin’de münbit zengin ve feyzdar olan Kayangsu’nun hakim-i askerisi bulunuyor ve bütün bu hadisatı kemal-i dikkatle ta’kıb ediyordu. Tabii Tuvan muvaffak olursa memleketin en büyük adamı olacağını ve cumhurun riyasetine ilk fırsatta intihab olunacağını Feng anlıyordu. Buna meydan vermemek ve meşrutiyet tarafdarları ile tevhid-i mesaiye lüzum gördü. Bu sırada idi ki Liyuvan-hung Riyaset-i Cumhuriyet’ten rak Pekin’e azimet etti. Bu hadise üzerine Reis-i Cumhur herkes dört gözle bekliyordu. Tabii bunlar memleketin nef’ ve hayrına ittihad etmiş olsalardı her türlü fenalığın önünü almış olurlar ve arzu ettikleri şekl-i hükumeti te’sis edebilirlerdi. Bahusus bütün havali-i şimaliyyenin askeri hakimleri ve orduları onlara zahir idiler. Fakat biribirinden şübhelenerek hırs ve tama’dan ayrılmayarak eski rekabette devam ettiler. Zira Tuvan havali-i cenubiyyedeki hürriyetperverleri ezmeye muvaffak olacak olursa Feng sukuta mahkum kalacaktı. Bilakis meşrutiyet kuvvet ve miknet bulacak olursa Tuvan hüsrana duçar olacaktı. Feng’in en mühim istinadgahı meşrutiyet vilayatındaki müslümanlardı. Rical-i hükumet arasındaki bu ihtilafattan ancak memleketin düşmanları tama’kar ecnebiler müstefid olabilirdi. Nitekim bu ihtilafı gören İ’tilaf hükumetleri hemen fırsattan istifadeye şitab ettiler. Hürriyet namına mazlumların halası için harb etmekte olduklarını her vakit her yerde i’lan etmekten geri durmayan bu devletler olan Tuvan ile tevhid-i mesai ettiler. Kabinesinin nuzzarı gayr-i mevcud fakat askeri zahirleri pek mebzul olan bu adam onların işlerine çok yardım ediyordu. Meclis-i Meb’usan’ın ekseriyeti Almanya’ya karşı i’lan-ı harb etmeyi reddettiği halde meclis-i mezkuru asker kuvvetiyle fesh eden Tuvan ikinci defa başvekil olunca Almanya tazminat-ı harbiyyesi taksitlerinin te’cili gümrük vergisinin tezyidi ve birkaç kefaletsiz istikraz gibi İ’tilafçılardan gördüğü muavenet-i maliyye dolayısıyla Almanya hükumetine karşı i’lan-ı harb ve Çin’deki Almanların habs ve teb’idlerine muvafakat etti. Bol bol para bulan Tuvan arzu ettiği her türlü teşebbüsat-ı Bu rezaletlerle iktifa etmeyen bu menfaatperest adamın mak hasebiyle azletmek oldu. Yerine müstebid bir vali ta’yin ederek maiyyetine bir kuvve-i askeriyye de sevk eyledi. Fakat meşrutiyete karşı vurulan darbeden i’tibaren kendi istiklallerini i’lan eden vilayat-ı cenubiyye bu harekete karşı gelmeye başladılar. Kuvan-fetung Kuvan-fesi ve Hunan’dan asker cem’ ederek Yunan ve Tezeçuvan’a taarruz eylediler. Bunun üzerine meşrutiyetle istibdad arasında mücadeleler cenub ile şimal orduları beyninde kanlı muharebeler başladı; şimal orduları iyi mücehhez olduklarından bidayette nev’amma muvaffak oldular. Fakat tahribat nehb ü garet hetk-i ırz ihrak-ı bilad ve sair ef’al-i şeniayı irtikab etmek hususunda pek ziyade namındaki İngilizce neşrolunan gazete muhabiri Hunan’dan bunların icra ettikleri vahşet hakkında pek fecaat-engiz haberler göndermeye mecbur kaldı. Muhabir-i muma-ileyh diyor ki: “O meşhur ma’mur olan Lilino şehri enkaz yığınından ibaret bir hale gelmiştir. Yangın yahud tahribden masun tek bir hane kalmamıştır. Orada bulunan misyonerler ancak güç hal ile yalnız başlarına çıkabilmişlerdir. Pavking şehri de gah şimal gah cenub askerlerinin ellerine intikal etmiştir. Dört defa muhtelif ellere geçen bu ma’mur ve büyük şehir şimal orduları tarafından Mayıs tarihinde yağma ve tahrib edilmiştir. Asya Petrol Şirketi’ne Butterfield Endsuyar Standard Oil Singer şirketlerine aid olan mebani ve müessesat tamamen mahv u nabud olmuştur. Halk bütün ecnebilere karşı nefret besledikleri halde şayan-ı dikkat bir şey var ki o da: İngiliz misyonerleri güç hal kendilerini himaye edecek bir müfreze tedarik edebildikleri halde erkan-ı harb zabitanından Letegvavçeng namındaki zat orada bulunan Alman misyonerlerini alenen himaye ve sahabet etmiş olmasıdır.” mevcudunu tezyid intikam hislerini teşdid etti. Bunlar vaktiyle Rusya’nın Napolyon’a karşı ta’kıb ettiği planı tatbik eylemekle şimal ordularını birer birer mağlub ve perişan ettiler. Hunan’a sevk olunan ordunun efradı az olduğu için bütün halk cesaret alarak cenub ordularına iltihak etti ve vilayetin merkezi olan Çangça işgal olununca şimal orduları perişan bir halde firar ettiler. Bu inhizam üzerine askerler beher tüfengi bir lira mukabilinde sattılar. Kuvanftung’da dahi şimal orduları Esvasa’da ve birçok kasabalarda mağlub olduktan başka en metin istinadgahı olan Fukinde’de perişan oldular. Hunan ve Hupye vilayetlerinin hududunda kain olan Poçunda ise şimal orduları daha büyük mağlubiyete duçar oldular. Şimalde bulunan Tuvan orduları Tezeçuvan’da mağlub olunca birkaç vilayet birden cenub ordularına iltihak etti. Şimal orduları daha fazla ileriye gittikleri vakit Koyço vilayetinden cem’ olunan askerler tarafından hatt-ı ric’atleri kesilmiş ve bu sebeble bu elim mağlubiyete uğramışlardı. Kuvantung’un zabtına teveccüh eden ordu mağlub oldu. Onun imdadına gelen kuvvetler de yarı yolda Kanton’dan hareket eden cenub askerleri tarafından esir edildi. Bütün bu felaketler birbirini ta’kıb ettiği sırada idi ki Rusya ihtilalinden i’tibaren bahusus Bolşeviklerin hükumeti teşekkül ettikten sonra nefes almaya başlayan ve kendi istiklalini te’min etmeye çalışan Türkistan-ı Çini ahalisinin Osmanlı me’murin-i siyasiyyesinin teşvikıyle kıyamları haberi gelince Tuvan şaşaladı. Bütün Baron Motono’nun muavenetlerine rağmen isti’faya mecbur kaldı. Bunun üzerine şimal ordularının erkan-ı harbiyye Reis-i sabıkı Vangliyeçen’in riyaseti altında yeni bir kabine teşekkül etti. Şimdi bu kabine Tuvan’ın te’sir-i hafisi altında bulunduğu halde şimal ile cenub vilayetleri arasında te’min-i musalahaya çalışıyor. Fakat şimdiye kadar muvaffak olamadı. Zira aradaki ihtilaf derin ve esaslıdır. Şimal ahalisi istibdad ve sıkı bir merkeziyet taraftarıdır. Cenub ahalisi meşrutiyet ve adem-i merkeziyyet taraftarıdır. Cenub galib olduğu için onun iradesi galib olmak lazım gelir. Fakat İ’tilafçılar bundan çok ürküyorlar. Zira merkezi Asya memleketleri ile hem-hudud ve Bahr-i Muhit-ı Hindi’ye vasıl olan memalik-i cenubiyye Bunun men’i için şimalde bulunan iki partiyi tevhid etmek Zira şimdiye kadar Çihli Partisi yani Feng-kuçang’ın riyaseti altında bulunan cemaat muharebat-ı dahiliyye aleyhinde bulunmuş ve hiçbir muharebeye de iştirak etmemiş de İ’tilaf hükumetleri tarafından görecekleri muzaheret ve muavenet sayesinde cenub ordularına karşı galebe etmeleri melhuzdur. Cenub ahalisi ise müdahalat-ı ecnebiyye aleyhinde ve bize daha fazla mütemayildirler. El-yevm Çin vaz’iyet-i dahiliyyesi bu haldedir. Hadisatın ta’kıb edeceği mecra bizce mechuldür. Fakat şimdiye kadar bize müsaid olduğu gibi bundan sonra da böyle cereyan edeceğini ümid ederiz. Cenab-ı Hakk’a binlerle şükür ki İ’tilafçıların Çin’de çevirdikleri fırıldaklar onların aleyhlerine dönmüş burada dahi hangimizin hürriyet ve adalet tarafdarı olduğu pek zahir olmuştur. mızı tehlikeye ilka ediyor; müttefikler ve dostlarımızı da sevindiriyor. Çarlığın müdhiş istibdadını alem-i İslamın bir kısm-ı mühimmini kurtarmak için yıkan Cenab-ı Hak Çin’deki din kardeşlerimizin istihlası için Tuvan’ın müstebid hükumetini de yıkmış olduğuna bin hamd ü sena ederiz. Harbin bidayetinden i’tibaren Mısır ahalisi Osmanlı mecruhlarının tedavisi ve üsera-yı Osmaniyyenin terfih-i halleri için Hilal-i Ahmer namına birçok muavenatta bulunmuş ve bu suretle hayli mikdarda bir para cem’ eylemişlerdi. Bu hissiyat-ı sadakatkarane ve dindaraneye tahammül edemeyen İngilizler Mısır Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ni tazyik ederek toplanan paranın nısfını Salib-i Ahmer me’murlardan mürekkeb bir komisyon teşkil ile Salib-i Ahmer namına ianat cem’iyetine teşebbüs eylediler. Ahaliden hiç kimsenin beş para vermeye razi olmadığını görünce hiddet ederek resmi ve cebri bir surette zürra’dan dönüm başına elli para cem’ eylediler. Bu da kafi gelmediği için İskenderiye’deki mebani vergisine yüzde beş zammettiler. Bu güne kadar tahsil edip durmaktadırlar. Tabii böyle zorla cem’ olunan para iane sayılmaz. Bilakis menfur ve mezmum bir nevi’ yağmagerlikten başka bir şey değildir. Fakat İngilizin adaleti ancak böyle olur. Mısır’ın kanını emmek isteyen İngilizler gerek garbdaki vaz’iyetlerinin hatarnak olduğunu gerek Mısır ahalisinin onlardan müteneffir ve din kardeşleri Osmanlılara pek mütemayil olduklarını görünce daha fazla kızıyor ve kaçmadan çalması mümkün olan her şeyi gasbetmeye çalışan adi bir haydud gibi Mısır’ı soymaya her hile ile tevessül eyliyorlar. Evvela Mısır hükumetini tazyik ederek bendeleri olan hain-i vatan Reis-i Nuzzar Hüseyin Rüşdi Paşa vasıtasıyla geçen üç sene zarfında Mısır’dan tekalif-i harbiyye namına şimendüfer ücuratı ve saire diye aldıkları üç milyon İngiliz lirası gibi mühim bir meblağı Mısır büdcesine tahmil etmişler ve bu senenin masrafı için de rif için olsun fukaranın muzayakasını tehvin için olsun beş para sarf etmekten imsak eden hükumet milletin arzusu hilafına para veriyor. Bu ancak rical-i hükumetin bed-tinetli olmalarından ve İngilizlerin şedid tazyiklerine karşı ser-füru etmelerinden neş’et ediyor. Tabii bu da hürriyet-i akvam namına milel-i sagırenin istiklalini himaye etmek iddiasında bulunan İngiltere’nin adaletine güzel bir nümunedir! Hürriyet-i akvam ve demokrasi için harb ettiklerini müdafii olan Mister Vilson pek metin bir tekzibe pek şedid bir ta’rize duçar olmuştur. Madras Mahkeme-i aliyyesinin reisi olup iktidar-ı hukukısiyle temayüz eden ve İngilizlere sebk eden hidematından dolayı senesinde asalet ünvanını ihraz eylemiş olan Hindli Sir S. Subramanya Eyar Hindistan’ın şekl-i hükumeti hakkında Vilson’a bir mektup göndermiştir. Tekaüdde bulunan kadı’nın reis-i cumhura yazdığı mektubun suret-i mütercemesi şudur: “Efendim gerek siz gerek birçok hükumetlerin rüesası Hindistan’da hüküm-ferma olan su’-i idare ve zulm ü i’tisaf usulünden tamamen bihaber kaldınız. Burada yaşayan yüz milyonlarca insanlar kendilerine ne dinen ne ırkan ne de lisanen münasebetleri olmayan ecnebi bir zümre-i zalimenin iradesine tabi’dirler. Bu ecnebiler kendi efradına fahiş maaşlar büyük mükafatlar vererek onları refah ve saadetlere müstağrak etmek için milletten tahammül olunamayacak vergiler almakta milli servetimizi bel’ etmektedirler. Bizi ni’met-i maariften mahrum ediyorlar. Vaz’ ettikleri fahiş vergilerin tarhında hiçbir hak ve salahiyetimiz yoktur. Bu zümre-i zalime Hindlilerden binlerce kimseleri hissiyat-ı vatanperveranesini izhar ettiklerinden dolayı zindanlara atıyorlar. Hapishanelerin pisliği o mertebededir ki oraya atılmış olanlardan ekserisi vefat ediyor. Sağ kalanlar da daimi ma’luliyetlere duçar oluyor. Hayvanatın himayesine bezl-i himmet eden bu riyakar mahluklar neden insanlara merhamet etmiyorlar? Reis-i cumhur bu mektubu aldığı vakit İngiliz hükumetine bir suretini teslim etmiş ve gazetelerin ağzına düşmüş olmasından dolayı İngiltere de bir hiddet ve tehevvür tufanı koparmıştı. Deyli Telgraf gazetesi ancak mektubu yazanı tahkır etmekle Hindistan hükumetini müdafaa ediyor. Diğer gazeteler de onun mesleğini ta’kıb ediyorlar. Hepsi bu zat-ı muhteremi bunak addettikleri ve Hind vatanperveranının reisesi olan Madam Bizant’ın te’siri altında olduğunu söyleyerek onun tecziyesini istiyor ve bütün Hindileri nankörlükle itham ediyorlar. Kamara’da meb’usandan Mister Jon Hiks ile Mirliva Paç Froht Hindistan Nazırı olan Mister Montago’dan bu mektup hakkında izahat istemesi üzerine muma-ileyh demiştir ki: “Mektubu yazanın mevki’-i ictimaisi pek mühim olmasından dolayı cürmü kabil-i afv değildir. Mektubu okuduğum zaman hayrette kaldım. Fakat havi olduğu de müstenid olmadığı cihetle hiçbir racül-i hükumetin daha hiçbir şey yapılmamıştır. Fakat şimdilik bu mes’ele hakkında Hindistan Hakim-i umumisiyle muhabere etmekteyim.” Bundan anlaşılıyor ki evvela Vilson kendine tevdi’ olunan bir sırrı ifşa etmiş saniyen bu vatanperver ihtiyarı hakıkati söylediğinden ve İngiltere’nin zulüm ve mümkünse mahveylemek istiyorlar. Zehi adalet! Zehi hürriyetperverlik! haksız bir kanun ısdar etmiştir ki ba’dema hiçbir şirket-i Bunun sebebi yaptığı istikraz-ı dahili için kafi müşteri bulmadığı halde böyle iktisadi müesseselerin her gün revac bulmasından ibarettir. Bu kanun aleyhinde gerek li tenkıdat vuku’ bulduğundan Hindistan Maliye Nazırı Sir Vilyam Mayer Bengale Ticaret Odası’nda bu mes’ele hakkında resmi beyanatta bulunmak mecburiyetinde kalmıştır. Kendi kavline göre: “Hükumet bütün iktisadi teşebbüsatı men’ etmek istemiyormuş maksadı istikrazlarını tervic etmekten ibaretmiş. Maksadı hasıl olursa böyle müesseselerin vücuduna hususi müsaadeler verecekmiş.” Geçen nüsha Mister Tilak’ten bahsederken tertib hatası olarak Tilan yazılmıştır. Bu zat Brahmanlıların en tiğinden halk üzerinde pek müdhiş bir nüfuza maliktir. Birçok adamlar nazarında fevkalade mukaddes addolunuyor. Hatta onun tarafdarları miyanında tenasüh-i ervaha zahib olanlar bunun Cenab-ı Hakk’ın mazhar-ı de İngiltere’ye azimet edecek hey’et-i milliyye miyanında bütün Hindistan Muhtariyet Cem’iyeti Reis-i Sanisi olan Sir Hapardi gibi bir zatın bulunması Mister Tilak’in ne derece nüfuz sahibi olduğunu gösterir. Bu nam ile Bandırmalı Ahmed Hilmi Efendi tarafından haftalık bir ceride-i İslamiyye neşrine başlanılmış birinci ve ikinci nüshaları müteaddid makalat-ı diniyyeyi muhtevi olduğu halde saha-ara-yı intişar olmuştur. Refik-ı muhterememizi tebrik ile devam-ı muvaffakıyyatını temenni ederiz. Sebilürreşad’ın tekrar intişarından dolayı memnuniyetlerini mektuplarla telgraflarla bildiren zevata; Sebilürreşad ’ın abone bedelini te’diyeye gayr-i muktedir heveskaran-ı ilm ü irfana irsali için müteaddid abone bedelleri gönderen İzmir’de Hafız Ali ve Adapazarı’nda Hacı Mehmed Hilmi Efendilere; bahusus risalemiz hakkında samimi teveccüh ve iltifatlarda bulunan Tasvir-i Efkar refik-ı muhteremimize bilhassa teşekkürler ederiz. Bizim düşünceler amma sizinkinin aksi: Demin beraber iken şimdi ayrılır hepsi! Bu i’tibar ile baktıkça: Aynı merkezden Çıkıp da na-mütenahi muhite doğru giden Kümeyle hatlara benzer ki muttasıl açılır... Bizim de işte budur inhilalimizdeki sır. O rabıtayla giderken sizin tealiniz; Bu tefrikayla perişan bizim ahalimiz. Sizin işittiğiniz bir terane bir perde; Beşikte sonra eşiklerde sonra mektepte. Hülasa her çatının altı aynı sesle dolu. Bütün şu’unu bir ahenge rapteden bu yolu Tutunca gitgide mekteple kışla fabrika fen Seçilmez oldu hakıkat harim-i aileden. Bu ittihadı tabii yaşatmak isterdi... Asıl kemalini millet o işde gösterdi: Düşündü hangi semadan hayatın indiğini; Düşündü ruh-i umumiyi emziren dini. Sonunda gördü ki: Ümmette müşterek vicdan Tehassüsatını almakta aynı menba’dan; Kurursa bir gün o menba’ ne his kalır ne hayat; Beka-yı din ile kaim hayat-ı cem’iyyat; Mukaddesatını tesbite uğraşıp durdu... Mücerredat-ı kesifeyle bir cihan kurdu. Alınca şekl-i teayyün vatan heyulası Budur revabıt-ı milliyyenin en a’lası Deyip sarılmada asla tereddüd etmediniz. Nasılsa mektebiniz tıpkı öyle ma’bediniz. Ne çan sadası boğar san’atin teranesini Ne susturur medeniyyet bu ahiret sesini. Muhitiniz ne acaib muhit-i velveledar: Ki her gürültüsü bir başka intibaha medar! Sanayiin ne var afakı tutsa demdemesi? Bedayiin de münevvim değil ki zemzemesi. Ne musıkınize girmiş uyuşturur nağamat; Ne şi’rinizden olur tarumar fikr-i hayat. Onun lisan-ı semavisi ruha söylerse; Bununki ruh-ı me’aliyi nefheder hisse. Gelip de görmeli san’atte gaye var mı imiş? “Hayır” denir mi ki: Her gayenizde en müdhiş En ince san’atin esrarı yükselip duruyor? Başmuharrir Sizinki yüksele dursun biraz da gel bizi sor! Beşikte her birimiz bir teranedir işitir Ki bestekarı tabiat değil de an’anedir. Evet bu an’anenin tellerinde mazimiz Terennüm etse o parlak sesiyle raziyiz. Fakat mefahir-i ecdadı nakleden “ana” tel Bakılmayıp da asırlarca kalmadan mühmel Ya büsbütün sağır olmuş ya öyle paslanmış: Ki hangi perdeye vursan çıkan sada yanlış. Bu tel ki “Yıldırım”ın dasitan-ı satvetini Başında besteleyip ceddimin sabavetini Zafer havasına doymaksızın uyutmazdı; Bugün uyuşturuyor “ninni”lerle ahfadı! Eşikten atlamak isterseler hayata yarın Beşikte duyduğu sesler gelir bu yavruların Dokur ufukları üstünde bir serab-ı kesif Ki yırtarak çıkabilmek ümidi hayli zaif! Geçer şebabımızın en güzide eyyamı Hayatı anlayarak atmadan bu evhamı! Hayatı anlamıyor... Çünkü görmüyor okuyor; Zavallı kırkına gelmiş de ağzı süt kokuyor! Okutma: Bitti; okut: Serseri-i şi’r ü hayal; Okutmasan da okutsan da aynı istikbal! Hesab edilse: Cehalet kadar çıkar mühlik Maarif oldu mu bir yerde sade müstehlik. Ulum-ı hazıradan beklenen menafiidir; Demek birincisi ilmin: Hayata nafiidir. O halde bizdekiler sadra hiç değil şafi. Fünun-ı müsbeteden istifademiz menfi; Ne kaldı bir edebiyyatımız mı? Va-esefa! Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyaca vefa; Ya ruh-i milleti efsunlayıp uyuşturuyor! Ya sinelerdeki hislerle çarpışıp duruyor! Şarab kokmada eslafın en temiz gazeli... Beş altı yüz sene “sakı” heva-yı mübtezeli Sinir bırakmadı Osmanlılarda gevşemedik! Muhitin üstüne meyhaneler kusan bu gedik Kapanmak üzre iken başka rahneler çıktı; Ayakta kalması lazım ne varsa hep yıktı. “Değil mi bir tükürük alna çarpacak te’dib Ne hükmü var?” diye üç beş haya züğürdü edib Bitirmek istedi ahlakı arı namusu; Çıkartıp ortaya gezdirtti saksılar dolusu Heva-yı fuhşu kudurtan zehirli “Zanbak”lar! Pek aşikar bir hakıkattir ki siyaset tedabir-i ümem ve asayiş-i memalik gibi hususat sırf adalet esası üzerine kaimdir. Adaletin mayesi ruhu ise emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden ibarettir. Hep o sayededir ki zalimin zulmüne nihayet verilir zuafanın hukuku mahfuz kalır hudud-ı ammeye hürmet ve riayet fikri teessüs eder de bir müteneffizin nüfuzu bir mütemevvilin servet ü samanı onun harim-i mukaddesatı etrafında dolaşmaya bile cesaret edemez. Bu mes’elelerden Kur’an -ı Hakim derecesinde ne bir kitab-ı semavi ne bir kanun-ı vaz’i ehemmiyeti nisbetinde bir lisan-ı i’tina ile bahsetmiştir. Süver-i Kur’an iyye tefahhus edilsin; adl ü ihsan emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkere dair öyle ayat-ı kerimeye tesadüf edilir ki müslümanlar mehma-emken bunların ahkam-ı münifesine imtisal kaydında olsaydılar bugün o muazzam selefleri gibi hüküm ve nüfuzlarını saha-i alemin her tarafına yürütürler zuafaya penah hakk u adle istinadgah olurlardı. Bilmem insanlar için saadet-i ictimaiyyeleri namına şuraya derc edeceğimiz ayat-ı Kur’an iyye haricinde ta’kıb edilecek bir gaye kalmış mıdır: Sonra Cenab-ı Hakk’ın ta’yin etmiş olduğu bu hududu pamal edenlere ve bütün fikir ve hislerini hayat-ı faniyyenin maddi huzuz ve amaline vakf edip de endişe-i maadı kalblerinden silenlere karşı şu ayet-i kerimeden daha beliğ daha müessir bir inzar ve vaid olabilir mi?: den biri de müslümanları bezl-i mal ile mükellef tutmasıdır. Kur’an -ı Hakimde müslümanları bu fazilete teşvik eden ayat-ı kerime hasr u ta’dad edilemeyecek kadar çoktur. Müslümanlar bezl ü infakın dinen derece-i mergubiyyeti hakkında bir fikir edinebilmek için Cenab-ı Hakk’ın ayet-i kerimesinde imsak bi’l-mal hasletine tehlike ünvanı vermiş olduğunu düşünmeli sonra bir de şu serd edeceğimiz ayetlerde münafıkları bizlere tanıtmak için kendilerine ta’yin ettiği evsaf-ı mümeyyizenin neden ibaret olduğunu nazar-ı dikkate almalıdırlar: Hele şuraya derc edeceğimiz ayat-ı kerimenin meal ve mazmunları kadar kulaklarda aks-i mehabet bırakacak kalblere bi-payan te’sirler icra edecek hülasa insanın bu haslet-i redieden Cenab-ı Hakk’ın ihsan etmiş olduğu ni’metleri müstahıkkından esirgemek halet-i makduhasından vazgeçmesi için en kuvvetli bir amil vazifesini görebilecek bir şey tasavvur olunabilir mi? Sadr-ı İslam’da müslümanlar mikdarları gayet çok olmakla beraber ümmet-i vahide idiler. Yekdiğerine muhabbet ve ünsiyet rahm u şefkat hisleriyle merbut bulunan bu kitle-i müttehide miyanında en yakınının başına gelen bir halden en uzaktaki derhal haberdar olageldiği tu. Böyle bir ihtiyac nasıl tahakkuk edebilir idi ki söylediğimiz gibi yekvücud bir halde bulunan bu kimseler Cenab-ı Hakk’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu ni’met ve serveti hayır yolunda bezl ü infak etmeyi kendileri de müslümanlar hudud-ı ilahiyyeyi ta’til etmeye Allah yolunda mallarını bezl ü infak erbab-ı ihtiyaca muvasat gibi en ulvi bir fazilet-i diniyyeye karşı bigane bir tavır almaya başladılar. Mektepler medreseler hastahaneler darü’l-eytamlar vücuda getirmek için icab eden fedakarlığa katlanacak kadar nefislerinde bir semahat hissedemediler. Hep bu haller ne netice verdi? Zamanın o eski rine nekbet ve felaket kaim oldu. Muhit-ı İslam’ı serteser cehalet kapladı. Yekdiğere karşı nefret ve husumet kalblerin en derin köşelerine işledi. O eski ülfet ve cem’iyet tefrika ve kat’-ı münasebete tahavvül etti. Hülasa Kur’an -ı Hakim’in haber verdiği vechile üzerlerindeki vakar ve şehamet-i İslamiyyeden eser kalmadı. Gitgide ümem-i saire ile peyda-yı münasebat eyleyen bu müslümanlar Avrupa akvamının vücuda getirdikleri cem’iyat-ı hayriyyeyi ve ihdas ettikleri darülacezeleri medreseleri hastahaneleri görerek bu yolda onları taklid etmeye onlardan örnek almaya başladılar. Garblıların bu vadide vücuda getirdikleri measire enva’-ı birr ü ihsana meftun ve mütehayyir kalmış olan biçare müslümanlar bugün hayrat [u] meberrat sahalarında onlara rekabet edebilmek hevesiyle bikarardırlar. Halbuki bu adamlar bir kere ellerindeki Kur’an -ı Hakim’i nazar-ı im’an ile tetebbu’ etsinler; zuruf-ı ayatı danlarına rehber ittihaz ettikleri gün dünya ve ukbanın hazain-i hayr u saadeti kendilerine meftuh bulunacaktır. Kur’an’ın o ulvi ve metin mev’izaları ictimai düsturları kendilerine öyle maali ilham edecektir ki en müterakkı ve mütemeddin akvamın bile bugüne kadar hayallerinden geçmemiştir. Acaba hangi bir şeriat-ı semaviyye yahud kavanin-i vaz’iyyede Kur’an’ın müslümanlar arasında uhuvvet esasları vaz’ eden aralarında tefrika ihtilaf tenazu’ gibi halatın hudusüne mani’ olmaya çalışan zenginlerin mallarından fakırler için hisse-i mefruza ayıran o ulvi düsturlarına benzer düsturlara tesadüf olunabilir? Hayır Kur’an bu mes’elelerde rekabet kabul etmeyecek bir surette teferrüd etmiştir. Esasen onun hakim-i habir olan Halık-ı kainat tarafından münzel olduğuna göre böyle olmasında şayan-ı hayret ne gibi bir cihet vardır? Kur’an’ın ihtiva ettiği adab ve ahlak-ı kerime bahsine gelince: Onun bu i’tibar ile de havi olduğu nefais-i hikemiyyenin derece-i mebzuliyyetini anlamak için mündericatına şöyle bir göz gezdirmek kifayet eder. Erbab-ı himmetten bazıları sırf ahlakıyata aid olan ayat-ı kerimeyi cem’ ve telfik etmiş olduğundan arzu edenler bu gibi eserlere müracaat edebilirler. Zaten ne hacet bu cihet hakkında bir fikir edinmek arzusunda bulunan kimse Mushaf-ı Şerif’i şöyle bir açsın. Nazar-ı dikkati önünde hiçbir sahife açılmaz ki bir fazilete da’vet ve tergıbi ya bir rezileden tahzir ve terhibi tazammun etmesin. Sebilürreşad’da intişar eden son makale-i acizaneme aldım. Mektubun sahibini tanımıyorum. Fakat bir kısım gençlerde hükümferma olan efkarın bazısına tercüman olduğu ve tarik-ı diyanetten gençleri alıkoyan ilkaatın şeklini bir dereceye kadar gösterdiği için tamamen ve fıkra fıkra cevaplarıyla birlikte aynen derc ediyorum. Ba’de’l-elkab “ Sebilürreşad’ın numaralı nüshasındaki “şeair-i fazılaneleri münasebetiyle vuku’ bulacak ma’ruzat-ı atiyyeyi hüsn-i telakkı buyurmanızı hassaten rica ederim.” Hakk u hakıkat tarafdarıyım hüsn-i niyyetle vaki’ olacak her türlü ihtarat-ı halisanenizi telakkı bi’l-kabul edeceğime şübhe buyurmamanızı bendeniz de rica ederim. “Evet muhterem üstad!” Estağfirullah beni bir talib ve müteharri-i hakıkat diye i’tikad edip ona göre muamele etseniz böyle yüksek ünvanları müstefid olduğumuz zevat-ı kirama hasr eyleseniz hem vakıa daha münasib hem de selamet-i bahsi daha ziyade kafil olmuş olur. “Evvelleri kadılar ümera ve hulefaya karşı bi-mühaba hüküm ısdarında tereddüdü hatıra getirmezken gitgide zuafanın akviyadan istifa-yı hak etmeleri müşkil hatta müteazzir olmaya başlamıştır.” daha sonra “Müslüman geçinen pek çok kimseler emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münkerden bihaber bulunuyor.” Maalesef teavün ve tenasur müslümanların çoktan beri unutmuş oldukları bir fazilet-i ictimaiyye olmuş zekat bir fariza-i metruke haline gelmiş erkek ve bahusus kadınlara mahsus fezail ve hasail-i müstahsene bu ülkeden hicret etmiş … şeair-i kişmek üzeredir … Bu tasvirin hepsi doğru hepsi güzel; fakat muhterem üstad!” Estağfirullah! “Unutulmasın ki bunlar muhtelif bir takım esbab ve sevaikın taht-ı te’sirinde meydana gelmiştir. İhtimal ki muhitin herşeye müstaid bulunduğu ve bilhassa insanların fıtraten fenalığa mütemayil bulunmasından fesad-ı ahlak tohumlarının münbit mahsuldar mezraada olduğu gibi daha çabuk inkişaf ve tenemmüv ettiği bir saik olarak ileri sürülebilir; fakat bu kadar büyük ve şümullü bir hadise-i ictimaiyyeyi bu kadar basit bir sebebe istinad ettirmek tedavi-i marazda müsbet netayic tevlid etmese gerektir. Binaenaleyh bu maraz-ı ictimainin esbab ve sevaikını daha derinlerde aramak mes’eleyi daha etraflı daha şümullü bir tarzda tedkık etmek lazımdır.” Esbab ve sevaikı münkir olmadığım ve o makalemde onları mevzu’-ı bahs etmediğim için bu i’tirazınızın bana teveccüh eder tarafı yoktur. O makaleyi yazmaktan maksadım giriftar olduğumuz ilel ve emraz-ı ictimaiyyeyi ta’lil değil yalnız bazılarını tasvir idi. Tasvirime resm ettiğim levhaya siz de “Hepsi doğru hepsi güzel” dedikten sonra bu kadar mühim hadisat ve şuun-ı ictimaiyyeyi illetsiz sebebsiz olarak kendi kendine oluverir; yahud insanlar kötüleşmiştir demekle her fenalığı zail olur i’tikad edecek derecede sade-dil zannetmeniz doğru olmasa gerek. Maksadım bir tasvir idi. O maksadım da –yine sizin şehadetiniz vech ile– hasıl olmuştur. Yoksa silsile-i esbab ve müsebbebatı inkar etmek hatırıma uğramış olmadığına emin olabilirsiniz. Esbaba kail olduğumun diğer delili de yine o makalemin sonuna doğru: “Biz halis müslüman kalmış olanlara tevcih-i hitab ederek öteki takımın tılsım-ı iğvaatını bozacak füsun-ı fesadlarını ibtal edecek tedabire tevessül etmek ümmetin selamet çarelerini düşünmek vazifeleri olduğunu ihtar ederiz.” deyişimdir. Evet bu maraz-ı ictimainin kökleri pek derindir. Bunları araştırıp kurutmak ümmetin borcudur. Elverir ki tasvir ettiğimiz ahvalin birer maraz olduğunu sizin gibi mütedeyyin gençler teslim etsin. Marazın maraz olduğunu siz mütedeyyin gençler tasdik ettikten sonra ilacını araştırmak dini bütün mesaibi müvellid olan maraz-ı asli i’tikad ve bu akıdeyi dolaşık yollarla tervic edip de suret-i haktan görünmek isteyenlerle anlaşmaktadır. Dal ve mudıl olan bu insanların sizin gibi mütedeyyin gençleri bile hangi girivelere sürüklediklerine bu mektubunuz bile bizce bir delil-i zahirdir. Maahaza göreceksiniz ki asıl yaraya siz de parmağınızı basamamış ilel ile asarı esbab ile müsebbebatı yekdiğere karıştırmışsınız. “Nesl-i hazır din-i İslam’ın o kadar biganesi olmuşsa nice tahsil görmüş gençler içinde Mushaf-ı Şerif’i yüzünden okuyabilecek kelime-i tevhidi dili dolaşmadan söyleyecek kalmamışsa bu tasavvur kendilerinden ziyade kendilerine ta’lim edenlere aid olsa gerektir.” Mekatibimizde tedris ile iştigal eden muallim efendiler miyanında ahval-i zamandan bihaber mekteplerde tedris edilen ulum-ı müsbete mebadisini bilmez birçok na-ehillerin bulunduğunu ve hasıl olan bir takım şübühat-ı zaifenin bunların bu ehliyetsizliği yüzünden kesb-i ehemmiyyet ederek ifsad-ı akıdeye müeddi olduğunu biz de teslim ederiz. Hatta sizden ziyade bundan şikayet eden biziz. Fakat ortalığı istila eden dinsizlik cürmünün bütününü de neşr-i din ediyoruz zann u i’tikadıyla halisane sarf-ı gayret eden bu biçarelerin sırtına yüklemek acaba muvafık-ı insaf olur mu? Birinin evine vaktiyle hırsız girmiş. Yakayı da ele verip mahkemeye gönderilmiş. Reis efendi her nasılsa sarıktan yana çıkmayı iltizam ederek malı çalınan zavallıya: “Hep kabahat senin. Evinin kapısını niçin sağlam yapmadın? Kol demirini neden ihmal ettin? Pencerelerine neden demir parmaklık taktırmadın? Geceleri malını neden beklemedin?” gibi birçok muahezata girişmiş. Da’vacının canına tak demiş de: “Hakim efendi. Benim kabahatlerim pek çok imiş anlaşıldı. Fakat gece vakti evimi basıp beni böyle sefil ve üryan bırakan hırsızın hiç de mi kabahati yok?” mukabelesinde bulunmuş. Bu biçare hoca efendilerin hesabına ben de müsaadenizle siz hakim efendiye karşı bu lisanı kullanacağım. Hocalar ders okutamıyorlar. Çocukların şübhelerini halledemiyorlar. Evlad-ı memlekete din aşk ve muhabbeti veremiyorlar. Anladık. Fakat bunların hüsn-i telkındeki aczleri cürüm oluyor da bu şübheleri ihdas ve ilka edenlerin aile ocağından mektep denilen ilim ocaklarına din muhabbeti ile düşenlerin bu hiss-i nezihini söndürüp ye asarını imhaya cehd eden babaların emr-i idlaldeki mesai ve himematı neden cürüm olmuyor? Biz öyle babalar biliyoruz ki “Çocuklarımızı Arabi tedrisat-ı beyhudesiyle niçin işgal ediyorsunuz? Namaz surelerini neden ezberletip sersem ediyorsunuz? Mektepleri medreseye çevirdiniz.” diye mektep idarelerine karşı şifahen ve tahriren acı acı şikayetlerde bulunuyorlar. Hem de ta’lim ve tedris başka terbiye başkadır. Ruh-ı İslam’a muvafık bir tarzda terbiye edil[me]miş bir gencin zihnini ma’lumat-ı maz. “Laik” –siz gençlerin belki anlayabileceği ta’bir ile– “la-dini” bir terbiye ile yetişen bir gence haftada yirmi saat ulum-ı diniyye tedris etseniz kalbine te’sir etmez. Mütedeyyin bir genç yetiştirmek için kalb ve kalıbını tekrir-i emsal ile; her fırsat düştükçe kavlen ve fiilen bir nümune-i kemal gösterip hayrat ve hasenatı teşvik etmekle hasıl olabilir. Rahman’a secde etmeyen her fırsat düştükçe hakayık-ı diniyyeyi istihfaf ve istihza ile karşılayan dine muhalif ef’al-i kabihayı teshil eden vezaif-i diniyyenin ifasını elinden gelirse fiilen gelmezse ma’nen genci ulum-ı diniyye muallimi nasıl yola getirsin? Kur’an dersine çalıştığı için babasının tekdir ve tevbihına uğrayan bir çocuğa Kur’an muallimi ne öğretsin? beyanınıza göre elbette ale’d-derecat birkaç mektep değiştirmişsinizdir. Size sorarım hey’et-i ta’limiyye ve mürebbiyeniz içinde kaç kişinin ara sıra namaz kıldığına kaç kişinin oruç tuttuğuna muttali’ olabildiniz? Mektepte elbette hikmet kimya teşrih fizyoloji hayvanat nebatat tabakat kozmografya gibi dersler gördünüz. Bedayi’-i fıtratın meşher-i kemalatı olan bu ilimlerde muallimlerinizin kudret-i Rabbaniyyeden sun’-ı bimisal-i Hak’tan bahsettiklerini kaç kere duydunuz? Sünen-i bir kör tesadüfün bu nizam-ı bedii ihdas edemeyeceğine dair –felsefi maba’dettabii mülahazata dalmaksızın ve hatta mes’eleye ehemmiyet veriyor gibi de görünmeksizin– laf arasında nazar-ı dikkatinizi muallimleriniz kaç kere celb ettiler? Mekteplerinizin konferans salonlarına tiyatro sahnelerine dershanelerine edilen i’tinanın öşr-i mi’şarı mektebin –eğer varsa– mescidine sarf ediliyor muydu? Mektep silinip süpürüldükçe mektep talebesinin onda birini istiab edemeyen o mini mini mescidin tozları alınıyor muydu? Mektebin ta’mire uğradığına müsadif oldunuzsa zaten gayr-i kafi olan musluklar azaltılıp ayak yetişmeyecek kadar yüksek su içmeye ve ara sıra yüz yıkamaya yarayacak fakat abdeste hiç yaramayacak yalnız birkaç musluk ile iktifa edilmedi mi? Ders saatleri her mevsimde evkat-ı salata göre mi tertib ediliyordu? Mektepte leyli kaldınız ise namaza ve derse mani’ olmayacak vech ile sabahları bir iğtisal saati tahsis ediliyor muydu? Bu suallerimin kaffesine zannımı tekzib edecek cevap verebilirseniz kabahati din muallimlerimizin boynuna dolamaktan çekinmem. Lakin bu takdirde de tevbih ve muahaze yalnız bunlara teveccüh etmez. Çünkü dinini seven bir millet din muallimlerini yetiştirmek için fedakarlıktan geri durmaz. Fransızlar din ile resmen kat’-ı alaka edecek derecede dinsizliği ileri vardırdılar. Fakat dindar olan Fransızlar bir asırdan beridir hep mücadele ile vakit geçirdiler. Nakid ve himmet sarfıyla papaslarını ta’lim ve terbiyenin başına geçirerek laik mekteplerde okunan dersleri daha güzel okutmaya çalıştılar. Vakıa bizim hoca efendilerin çoğu biraz tahsil görmüş gençlere karşı lal ü ebkem duruyor. Lakin bunları bu hal-i cümud u ataletten kurtarmak için milletin yaptığı teşkilat nedir? Verdiği para ne kadardır? Biz tahsili medrese aleminden mektep alemine nakle başlayalı takriben yüz sene oluyor. Acaba yeni efkara yeni tahsile göre halkı irşad edebilecek muallim yetiştirmek lüzumunu bir an hissettik mi? Emraz-ı bedeniyye ve ferdiyyeyi şifayab etmek için etibba yetiştirmeye lüzum gören bir millet dinsizlikle ahlaksızlığı da birer maraz-ı ruhani ve ictimai i’tikad ediyorsa onların da tabiblerini yetiştirmeye himmet etmesi iktiza etmez mi? “Rica ederim üstad!” Yine estağfirullah! “Hak-bin olunuz.” Aklım tecrübem vüs’ ve takatim yettiği kadar hakbin olacağımdan emin olunuz. Fakat rica ederim siz de hak-bin olunuz. Umumun boynundaki günahı yalnız birkaç kişinin boynuna dolamayınız. “Mekteplerde şimdiye kadar okunan tecvid ve ilmihal derslerinin nasıl okutulduğunu ve bu muallimlerin nasıl bir zihniyette bulunduğunu bilmez değilsiniz. “Kaçan harf-i medden sonra sebeb-i med sükun-ı arız vakı’ olsa medd-i arız olur.” ibare-i bi-ma’nasını körpe dimağlar nasıl anlar? Ve nasıl hazm eder. Karabaş Veli hazretleri bilmem hangi sene-i hicriyyede “kıraat-ı Asım ve rivayet-i Hafs üzere” o zamanın selika ve ifadesine göre bir tecvid yazmış bugün bile mekteplerimizde okunan başka bir şey mi? Bugün bile Kur’an-ı Kerim ve tecvid derslerinde İslam fıtratında doğmuş o mini mini yavruların canlarını sıkmayacak halavet-i Kur’an’dan maada ne var?” Evet dediğiniz muallimlerin tarz-ı tedrisini ve nasıl bir zihniyette! olduklarını az çok biliyorum. Karabaş merhumun Karabaş Veli değil o başka bir zattır naklettiğiniz bi-ma’na değil ibtidai çocuklarının zihni alamaz. Ancak bu münasebetle müsaadeniz olursa bir tashihceğiz yapacağım. Bugünkü programa nazaran Karabaş merhumun tecvidi ders kitapları miyanından çıkmış ve yerine başkası da ikame edilmemiştir. Programa göre tecvid kavaidi en ma’kul bir tarz olmak üzere kitapsız olarak şifahen ve ameli bir tarzda ta’lim edilmek lazım geliyor. Tecvid dersinin bir ilim olarak tedrisi ancak sırf / sarf-ı Arabi dersleri epeyce ilerledikten sonra mucib-i istifade olabileceğinden elde Türkçe bir ilm-i tecvid kitabı da bulunsun niyyet-i halisasıyla vaktiyle te’lif edilmiş olan Karabaş tecvidinin sizi bi-hakkın ürküten o muğlak fakat ma’nalı ibareleriyle çocukların zihinleri hesabca beyhude Kur’an-ı Kerim dersinde Karabaş’ı okudukları zamanlarda mı daha ziyade istifade ediyorlardı yoksa yeni usuldeki tedris-i ma’kulün ta’miminden sonra mı? Hiç şübhe etmeyiniz ki eskiden çocuklar Kelam-ı Kadim’i gürül gürül okuyabilirken şimdi hecasız da heca ile de nazm-ı Kur’an’ı sökemiyorlar. Sebebi? Çünkü evvelleri evlerde Kur’an okunuyordu. Mekteplerde çocuklar ders saatleri haricinde hatim sürer ve Ramazanlarda muhakkak bir iki hatim indirirlerdi. Eyyam-ı mübarekede ölmüşlerin canı olmazsa namaz surelerini namazlarda okuyup işletirlerdi. Şimdi ise bunlar olmadıktan maada ebeveyn çocuğuna: “Oğlum böyle anlamadığın Arabca sözleri okuma. Alık olursun.” diyorlar. Çocuğun da bütün müddet-i tahsili hoca efendinin huzurunda ve kendi ayarında altmış yetmiş dikkatsiz çocuk ile birlikte kerhen dinlediği haftada bir iki saatlik derse münhasır kalıyor. “Halim Sabit Efendi’nin kitabı müstesna olmak şartıyla tağnidir. İlmihal okuyan hangi babayiğit talebedir ki “farz delil-i kat’i ile ma’lum olan şeydir.” ibaresini söküp anlar; hangi sahib-i deha dimağ hangi kuvvetli hafızdır ki elli dört farzı hıfz eder de sorulunca bir nefeste saya[r]?” Halim Sabit Efendi’yi bu kitapları te’life teşvik ve ba’de’t-tab’ kitaplarını mekatibe kabul ettirmeye gayret suretleriyle benim de hizmetim vardır. Hatta yalnız edip daha yaşlı çocuklara münasib bir şey yazmadığından dolayı müellife itabım var. Maahaza daha sonraları te’lif edilip Maarif Nezareti’nce kabul edilen müselsel ve oldukça elverişli eserler miyanına da elli dört farzı bir solukta saydıran kitap yoktur zannındayım. Böyle iken yine bu kitapların her vech ile matluba muvafık olduğunu teslim edenlerden de değilim. Hatta daha ilerisine gidip matluba muvafık kitap yazmak kabiliyetini hala gösteremedik diyebilirim. Mektep kitaplarına bir dikkat ediniz. Aynen tercümelerinde beis olmayan fen kitapları Fransız ve bazen Alman malı oldukları için mündericat i’tibarıyla pek müfid kitaplardır. Nazarınız –harfiyen tercümesi layık olmayan– din ahlak lisan tarih kıraat kitaplarına tealluk edince işin başkalaştığını görür onların yerli malı olduğunu pek güzel fark edersiniz. Bu kabiliyetsizlikten dolayı hassaten Zeyd ve Amr’ı muahaze etmeyiniz. Milletin seviyesindeki noksanı muahaze ediniz. Bununla beraber bu derd de kabil-i müdavattır. Arzu edildikten sonra yavaş yavaş himmet ede ede muhtac olduğumuz kitapları meydana getirmek mümkündür. Bence en büyük Bir de farzın ta’rifi ile enva’-ı feraizin çocuklara ta’lim edilmesine i’tiraz edişinizde anlaşılmaz bir ma’na görüyorum. Farz vacib sünnet … ilh. ne olduğunu bilmek bir müslüman için lüzumsuzdur mu zannediyorsunuz? Lüzumsuzluğuna kail değil iseniz –her halde ta’rifini ibtidaide rüşdiyede anlamadınızsa– i’dadide yahud sultanide anlamış olacaksınız. Çünkü mütedeyyin bir gençsiniz. Çünkü riyaziyat ile tabiiyatın bu kadar ta’rifini anlamaya yol bulamaması her halde alakadar olmamasından dersi kendine mal etmemesinden ileri gelir. Kezalik feraiz ne kadar çok olursa olsun madem ki bir farzdır bilinmeleri de farz değil midir? Çocuk bilsin de ister bir solukta ister yirmi solukta saysın. Çünkü maksad bilmektir. Saymak değildir. İ’tirazınız çocuğun hafızasını fazla yüklemeye varıyorsa mes’ele yine tarz-ı ta’lime müncer olur. Fakat teşrih nebatat hayvanat ve hatta –bizim mekteplerimizde– kimya gibi sırf hafızayı etmiyorsunuz da sıra feraiz-i ilahiyyeyi ta’lime gelince “Ve sonra hangi mühre-i! riyazidir ki “Güneş doğduktan sonra iki mızrak boyu yükselince bayram namazının vakti hulul eder.” ibaresindeki “iki mızrak” mikyasının mahiyetini anlar ve anlatır? Ne garibdir ki bizce me’haz-i maayib addolunan Avrupa nısfu’n-nehar-ı arzı ölçüp ve bütün mikyasata esas ittihaz ederken onun bir kıyıcığında sakin yine bizler hala mızrak boyuyla güneşin çeşit takvimle iki nevi’ saati kullanan bu zeki millet başka bir mikyasa akıl erdiremez mi?” satırları tahtında müstetir ma’na-yı kamini anlamadım. Ben zannetmem ki mızrak ölçüsü bayram namazını eda etmek isteyen bir müslümanı namazından alıkoysun. Mikyasın besateti her bayram namaz kılmış olmak lazım gelen sizin gibi mütedeyyin bir genci namazdan men’ edecek esbabdan olmasa gerektir. Bayram namazının vakti ma’lumunuz olmak lazım geldiği üzere tulu’-ı şemsten sonra vakt-i kerahetin zevaliyle hulul eder ve ondan sonra istiva’-i şems vaktine kadar kılınabilir. Bunun için de mantuk-ı alisince şari’-i a’zam tarafından herkesin anlayabileceği basit bir ölçü gösterilmiş. Ma’lum-ı alileridir ki din-i İslam yalnız mühre-i riyaziyyun dini değildir. Din-i umumidir. Bütün insanlar beyninde neşri maksud olan bir dindir. Vaktin hesabat-ı riyaziyyesi vakt-i kerahetin takribi olarak zevalini gösterecek ve elinde takvimi olmayan avam-ı nasca da ma’lum olacak bir mikyas ile vakt-i salatın hululünü bildirmektir. Nitekim mühre-i riyaziyyun akıl erdiremez dediğiniz şeyi bugün Anadolu köylüleri pek güzel anlıyor ve bayram namazlarını şaşırmadan kılıyorlar. Avam-ı nas takribi ölçüleri alel-ekser minare boyu mızrak boyu adam boyu kürek boyu gibi ta’birlerle ifade ederler ve maksadları muhatabın tamamen ma’lumu olur. Amma siz sadeliğin bu derecesini beğenmez de teklif-i şer’iyi kendi hakkınızda işkal ve teşdid etmek isterseniz her mevsimin her gününde evkat-ı salatı hesab –ve rasadhanemiz olmadığına göre– elde usturlab yahud basita yahud da rub’-ı mücib olduğu halde üşenmeden ta’yin eder ve şer’in zimmetinize tahmil etmediği bir bar-ı külfeti yüklenebilirsiniz. Ona bir şey denemez. Fakat sizden matlub olmayan bu zahmete “katlanıyorum” diye teklif-i şer’iden itab ve ikab-ı aldanırsınız. Bir de bizde beyne’n-nas ma’lum ve me’luf olan ölçülerle vazife-i şer’iyyemizi noksansız ifa edip uhdeden çıkmak mümkün iken behemehal Avrupa ölçüleri ile ezhan-ı nası tağlit etmekteki zarurete akıl ermez. Bakınız dıkları ve tüccar-ı alem beyninde vahdet-i muamelenin faydasını elbette bildikleri halde kendi mikyasatlarının hiçbirini metre usulüne tatbika yanaşmadılar. İhtimal ki de hiç yanaşmayacaklardır. Mikyasatımızı değiştiriverelim demek göreneğin ülfetin i’tiyadın bütün bir kitle-i halk üzerindeki te’siratını bilmemek demektir. “Hiç şaşırmadan dört çeşit takvimle iki nevi’ saati” kullandığını mik[y]asına akıl erdiremedi. Hatta zatıalinizin bile –tarz-ı beyanınıza göre epey tahsil görmüş yazıp çizmiş iken– nısfu’n-nehar-ı arzın kırk milyonda biri i’tibar olunan metre ecza ve az’afıyla ta’yin ediliyor vehmine düştüğünüzü anlıyorum ki pek fahiş bir hatadır. Zira metre yalnız tul vezn hacim ve meskukat mikyaslarının esasıdır. Ecza-yı devair mikyası derece dakıka saniyedir ki metre barometre higrometre areometre … ilh. ölçüleri hep başka başka esaslara tabi’dir. Bir de Avrupa’dan pek fena şeyler aldığımızı söylediğimize biraz hiddet etmiş olmalısınız ki “Bizce me’haz-i maayib addolunan Avrupa nısfu’n-nehar-ı arzı ölçüp …” diyorsunuz. Bir kere Avrupa nısfu’n-nehar-ı arzı ölçmek şerefi ile yüz seneden beri mübahi ise Halife Me’mun devrindeki İbni Musa’lar bin yüz seneden beri mübahidirler. Bu hesab bizde tağyir-i mikyasata sebeb olmadığı gibi hala İngiltere gibi bilad-ı mütemeddinede de olmadı. Saniyen Avrupa akvamının da –bizim gibi– fezaili de var rezaili de. Avrupa’yı bizim için me’haz-i maayib yapan kendileri değil biziz. Ticarette sanayi’de ulum ve maarifte onlara benzemek için çalışmak bize güç geliyor sarf-ı himmete muhtac görünüyor da iktibası emeksiz kolay olan ahlak ve adat-ı faside ve seyyielerini kabullenerek onlara benzeriz kıyas-ı ham ve bi-ma’nasına düşüyoruz. Hiddetinizi teskin için hakıkat olarak söylüyorum bizim şikayetimiz bu cihettendir. Yoksa Avrupalılara karşı bugünkü zillet ve meskenetimizi görüp de onlardan öğrenecek hiçbir şeyimiz yoktur diyecek humakadan değiliz. “Daha sonra tecrübevi ve müsbet ilimlerle me’luf olan dimağlar havz-ı kebirdeki suyun yahud ma’-i carinin levniyle tu’muyla kokusuyla tahir ve kabil-i isti’mal olduğunu mikrobun vücudu keşfolunduktan ve bunların müvellid-i emraz olduğu hakayık-ı müsbete idadına dahil olduktan sonra biraz güç hazmediyorlar. Hayvanatın lüabıyla suyun şekl-i teneccüsünü de biraz muhtac-ı tedkık görüyorlar.” Necisü’l-ayn olan hamr ile lahm-ı hınzirı alafrangalık uğuruna pek a’la hazmettikleri halde taharet-i şer’iyyeyi hazmedemeyen bu mütefekkir gençler muhtac-ı tedkık gördükleri bu mesailde tahkık ve tedkıklerinin kendilerini nerelere isal ettiğini acaba bize söyleyebilirler mi? Acaba “me’luf oldukları” ulum-ı tecrübiyye ve müsbete levni tu’mu rayihası bozulmuş suların şürbe salahiyetini mi yahud vücuda nafi’ olduğunu mu gösteriyormuş? Kokmuş rengi bozulmuş tadı değişmiş suları içmek şöyle dursun abdestte bile isti’malini nehy eden şer’-i Ahmedinin bu hükmünde bir hata mı görmüşler? Bu gibi adamlar mikrop ilminin bu nehy-i şer’inin isabetini teslim etmediğine kail iseler ulum-ı tecrübiyye ve müsbetenin yalnız ismini duyup kendilerinden bihaberdirler demekte tereddüd etmem. Yok eğer ibareniz maksadınızı edadan kasır olup da mikrop ilmi beni ademin hatır u hayale gelmez derece ve kesrette her taraftan mikrop hem de muzır mikrop orduları mi’yar-ı taharetin bu kadar basitleştirilmiş olmasını kafi görmüyorlar demek istiyorsanız o başka. Lakin o zaman da alimin cahilin bedevinin hadarinin köylünün kentlinin hep birden anlayabileceği hep birden tatbik edebileceği başka bir mi’yarı göstermelerini biz kendilerine teklif ederiz. Kudret-i fatıra muzır gıdalardan içine ecza-yı muzırra karışmış fasid havadan sıyanet-i nefs edebilmeleri için enva’-ı hayvanata bile zaika ile şamme denilen en büyük iki vasıta-i tahaffuzi tevdi’ etmiştir ki bunların hidayet ve irşadı sayesinde muzır gıdalardan muhıll-i sıhhat mevad ile meşbu’ olan muhitlerden kaçınırlar. Şer’-i mübin-i Ahmedinin bizi fıtratın irşadına tabi’ kılarak suların tu’m ve rayihasına dikkat etmemizi fazla olarak da rengi –alel-ekser mevadd-ı uzviyye-i mütefessihadan dolayı– tegayyür eden suların da taharetine da –ihtimal-i galib üzere– muzır mikroplar varsa korunmuş yok ise adem-i isti’malden dolayı hiç zarar görmemiş oluruz. Tu’m ve levn ve rayihası tegayyür etmeyen suların da içine necis karıştığını biliyor isek kullanmayız. Haberdar değil isek eşyada asıl olan taharet olduğundan evhama kapılıp et’ıme ve eşribe ile taharet-i bedende suyu isti’malden geri durmayız. Zira mechulden tehaffuza muzırrasını bütün evsaf ve mümeyyizatları ile öğrenip her su içtikçe yahud her yüzünü yıkadıkça abdest aldıkça elde mikroskop hur[d]ebini muayenelerle saatlerce vakit geçirmek bedevi ile köylünün değil a bu mütefekkir dimağların hatta her gün yeni yeni mikroplar keşfeden bu ilim kodamanlarının bile harcı değildir. Bu şerait dahilinde müslüman değil a kafir olarak yaşamak mümkün bakmaksızın bila-tereddüd mideye indirmekten içleri hiç de yüksünmeyen bu tabiat-şinas ulema sıra suyu yalnız haricen isti’malden ibaret olan gusül ile abdeste gelince mi evhama giriftar oluyorlar? Hayvanatın lüabıyla suyun emr-i teneccüsünü bunların muhtac-ı tedkık görmelerinden de bir şey anlamıyorum. Acaba maksadları kelb veya fare lüabı karışmış sular neden müteneccis olsun? demek ise tenakuzlarına doğrusu ya hiç diyecek yok. Tahir suları milyonda bir ihtimal ile içinde belki bir muzır mikrop bulunur diye abdeste gayr-i salih gören bu takım mütefekkirinin pis bir hayvanın lüabını ağızlarına almaktan tehaşi etmemeleri epeyce çürük bir mantık ve epeyce sağlam bir mide sahibi olduklarına delalet eder. “Şimdi üstad!” Bir daha estağfirullah! İltifatın bu kadarı fazladan fazla. “Hangi genç hangi ilmihal veya ulum-ı diniyye mualliminin kürsi-i ta’liminde vicdanında uyanan bu şübheleri bu ukdeleri halle! cür’etyab olmuş da levs-i tekfirden tahlis-i vicdan edebilmiştir.” Genç mütedeyyin Beyefendi buraya kadar şübheleri gayr-i mütedeyyinlere atfederken şimdi artık onların müdafaa vekaletini kuvvetlice deruhde ederek bu şübheleri tasvib ediyor gibi görünüyorsunuz. Lakin beis yok. Sizinle yine biraz daha konuşabiliriz. İşte size söylüyorum. Ben de bir tarihte Galatasaray Sultanisi’nde ilmihal okutmuştum. Hiçbir gencin böyle ma’nasız şübhelerle Zahir yeni olan bu şübhelerden dolayı şimdiki muallimlerin gençleri tekfir edip etmediklerini bilmem. Fakat onların yerinde ben olsam onları tekfir değil tahmik ederdim. Biraz daha düşünüp daha ma’nidar söz söylemenin yolunu öğretirdim. “Bu şübheleri bu ukdeleri halle doğrusu arza cür’etyab olmuş…” diyerek arz-ı şübühatın bile muallim efendiye karşı bir cür’et olduğunu ima etmek gelinceye kadar hep mektep aleminde yuvarlandım da biliyorum. Ulum-ı diniyye ile Kur’an-ı Kerim muallimlerine hürmet eden hey’et-i ta’limiyye ve mürebbiyye –yok demiş olmamak için söylüyorum– enderdir. Bunların bu hallerinden cür’et alan talebe de hemen daima bu zavallı muallimlerin baş belasıdır. Irad ettikleri es’ileyi hall-i şübhe için değil onları istihza ve istihfaf altında bunaltmak ve ahkamını ta’lim ettikleri dini tahkır etmek de şübheniz olmasın ki– küfr-i sarihtir. Tekfir diye telakkı edilen sözlerin bir takımı da irad edilen şübhelerin kalbde bekası imana münafi olduğuna dair olan sözlerdir. Bir efendi bi’l-farz vücud-ı Vacibü’l-vücud ile sıdk-ı nübüvvet-i Muhammediyye yahud vücud-ı melaike hakkında şübhesi olur da muallim efendi delilini serd ettikten sonra: “Senin i’tikadın böyle kalırsa mü’min olmazsın.” dese yine hoca saili tekfir etti derler. Halbuki buna tekfir değil küfürden tahzir denir ki muallimin vazifesidir. İçimizden dinimize muarız olanların hakıkaten pek acib bir hali var. Hem Kitab-ı Kerim’in bir harfine iman etmezler hem de bize imansız denilmesin derler. Dediğim tarzlarda vakı’ olmayıp da garaz-ı sahiha-i şer’i ile arz edilen şübühatı izale etmeksizin eser-i acz olarak saili “Sen kafir oldun.” demekle tedhiş eden muallimler de bulunmaz değil. Fakat bunlar na-ehildir. Millet bunları düşünüp ıslahlarına çare aramalı. “Hala yakalık takanları pantalon giyenleri tekfirden çekinmeyen hala muamelat-ı diniyyede mübalatsızlık doludizgin giderken Kayışdağı suyu içmeyi inde’t-takva! mucib-i hürmet! addeden a’lem-i ulemadan geçinen vaizlerimiz muallimlerimiz yok mu?” Ben kendi hesabıma söylüyorum ulemanın bu türlüsüne daha rast gelmedim. Bu gibi şeylerle halkı tekfir eden kimse istediği kadar ulemadan geçinsin kendi kendine “Cennet ile cehennemi o mükafat ve mücazat-ı uhreviyyeyi hur u gılmana nailiyetle muhallebi ve sütlac gibi kaba ve şikemperverane teşebbühlerle anlatmaya suvaşmak değil midir ki bir şair-i fettan u riyaya! Giderim böyle der-i merkade dek Ba’s ü ukbaya mahal görmem pek dedirtmiştir.” Muhallebi ve sütlac teşbihlerini ehl-i dine mal ederek rim ki siz bunu ne bir kitab-ı mu’teberde gördünüz ne de hatta cahil bir vaiz ağzından duydunuz. Takvası az yahud mefkud bazı şikemperveranın mutayebe nev’inden söyledikleri şayi’ bir hezeyanı a’da-yı din mal bulmuş mağribi gibi sermaye-i ta’riz ediyorlar. Siz de onlara peyrev oluyorsunuz. Sekene-i cinan olan hur u gılmanın vücuduna olan i’tirazınız ise artık hocalara muallimlere vaizlere değil doğrudan doğruya Kitabullah’adır. Nass-ı Kur’an ile haber verilen bu gibi şeylere imanınız yok ise bilmem ki mü’min olmadığınızı haber verirsem bana karşı da: “Levs-i tekfirden tahlis-i vicdan edemedim.” mi diyeceksiniz? Evet Hak teala bize maad-ı cismani ve ruhaniyi haber veriyor. Yani biz bu dünyada nasıl ruh ile cesedden mürekkeb olarak yaşıyorsak alem-i ukbada da yine ruh haşirden arzdan hesabdan tetayur-ı suhuftan mizandan akabe-i Sırat’tan sonra ayet-i kerimesinin mantuk-ı münifince kimimiz bi-lutfihi teala cennete kimimiz de el-iyazü bi’llah cehenneme gireceğiz. Bu iki me’vada güzariş-pezir olacak eyyam-ı zindegani ruh ile bedenin mukareneti ile hasıl olacağından menaim ve lezzat ile metaıb ve ukubatın hadd-i kemalde olmak için hem ruhani hem cismani olmasında aklın istib’ad edeceği bir şey yoktur. Bu dünyada lezzat-ı maddiyye ve ma’neviyyenin bizde müterafikan vücudu bir noksan duygusu verirken yine ruh ile cesedden mürekkeb olarak alem-i ukbada lezzat ve alam-ı maddiyyeye ma’ruz kalmamızı medar-ı ta’n u teşni’ ittihaz etmek akl-ı selime acaba muvafık mıdır? Hele bu kadar maddiyetperest olan bir taifenin niam ve lezzat-ı maddiyyeyi havsalalarına sığdıramamaları o kadar garib oluyor ki ta’rif edemem. Ekl ü şürb ü nikah ile libas ü zinet ve istihdam-ı etba’ u haşem gibi şeyler bu dünyada menaimden ma’dud ve herkesin bu ni’metleri elde etmek için sarf-ı mesai etmesi ma’kul ve hatta bunların uğurunda bezl-i can u namus edenler çok kereler ma’zur görülürken Cenab-ı Hakk’ın dünyadaki a’malimize mukabil alem-i ukbada bunlara benzer ni’metlerle mükafat etmesi neden istihcan ve istikbah ediliyor? Eğer “gılman” ta’biri fikrinizi gıcıklıyorsa bu lafzın medlulünü hakkıyla anlayamadığınıza hükmedilebilir. “Gılman”ın müfredi olan “gulam” lafzının lisan-ı Arabide –tevehhüm edebileceğiniz gibi– fena bir ma’nası yoktur. Gulam yerine göre çocuk delikanlı hizmetkar köle ve hatta yaşını başını almış sinn-i kühulete varmış kimse ma’nalarına gelir. Kitab-ı Kerim’deki “gılman”dan murad –kütüb-i ehadiste musarrah olduğu üzere– etba’ ve hadem Türkçe “uşak” dediğimizdir. Türkçede “uşak” lafzı hem çocuk hem evlad hem hizmetkar ma’nalarına gelmez mi? İşte bu da böyle. Saha-i niamlarından za’f ve piri tard edilmiş olan cennat-ı aliyata dahil olacak süada-yı beni ademin hep gayr-i fani bir taravet-i civani ile muttasıf olacakları Muhbir-i sadık tarafından behiştin de tüvana genç dinç ve “gulam” lafzının muhtemil olduğu “hizmetkarlık” ile “gençlik” mefhumlarını haiz olmaları iktiza etmez mi? Bir de farz edelim ki gulam münhasıran delikanlı çocuk ma’nasına olsun. Dünyada iken nefsini her türlü rezailden tenzihe çalışan bir mü’min-i muvahhid ahirette Cenab-ı Hak tarafından kendi hizmetine tahsis olunan ve hüsn ü bahaca –asarda varid olduğu üzere– kendinin kale bile alınmayacak kadar dununda olan genç hadimşeklinde yazılmıştır. lerini gördükçe mutlaka zihnine ehl-i rezailin hatırladığı ma’na-yı müstehcen mi hutur eder? Bahusus cennet-i ulya gibi bir yerde! Ehl-i hak böyle bir tasavvur-ı kerihi hatıra getirmekten bile istiaze ederler. yazdığınız ikinci vasfın ma’nasını anlayamadım. Onun tira etmeyiniz. O zat ile birlikte biz hayli seneler düştük kalktık. Hasbihaller ettik. Hoca vaiz meclislerine ömründe gitmezdi ki akıdesini onlar bozmuş olsun. Hatta hiç neşrolunmamış iken bütün gençlerin ezberinde olan “ Tarih ”i ile bu beyti hav[i] olan manzumesi ma’lum olmadıkça küfrüne kail olan yok idi. Diğer manzumelerinde altındaki misyondan muktebes bir üslub-ı münafıkane var idi. Şimdi o dediği gibi “o hali ile der-i merkadden” ve mudil olan vicdanının ve böyle bir vicdanın eseri olan akval ve ef’alinin hesabını verecek ve kendisinden sonra da kaç kişiyi idlale yardım etmiş ve edecek ise onların da mes’uliyetini yüklenecektir. Fakat emin olunuz ki onu idlal eden hocalar vaizler değil kendi kurenası olan şeyatin-ı instir. “Bu mesaili bu yolda düşünenlere azab-ı cahim mukadderse nam-ı Huda’ya kasem ederim ki bunlara ben müstahık değilim. Hakayık-ı İslamiyyeyi anlatmayanlar vazifeleri irşad ve tenvir olduğu halde bende uyanan şübheleri halledeceği yerde bi-mühaba tekfir edenler elyaktır.” Ne yapıyorsunuz mütedeyyin Bey! “Bu mesaili böyle düşünenleri” ben yalnız ma’zur görüyorsunuz i’tikadında kuvvetlenmiş olduğunu açık açık görür gibi oluyorum. Rica ederim hüsn-i zanna biraz imkan bırakınız. Hem de hiddet ve şiddetle nam-ı Huda’ya kasem etmekle hiçbir da’vanın kazanılamayacağını peşin size haber vereyim de biraz kendinize geliniz. Hakk u savab ne ise birlikte düşünelim. Hele bir kere bilmiş olunuz ki izhar-ı küfr edeni tekfir edenler –sebeb-i küfr her ne olursa olsun– hiçbir itab ve muahazeye müstahık olmazlar. Galiba siz tekfiri Hıristiyanlardaki aforoz filan gibi bi şey zannediyorsunuz. Bizde aforoz yoktur. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem bize her ne getirdiyse cümlesine birden icmalen ve tafsilen iman edene “mü’min” ma’lumu olduktan sonra bunlardan velev bir şeye iman etmeyene “kafir” denir. Mü’min kafir olabilir. Kafir de mü’min olabilir. Tekfirin icmalen ve tafsilen mü’menün-bih olan şeylere iman etmeyen kimse hakkında “kafirdir” yahud “kafir oldu” demekten fazla bir ma’nası yoktur. İzhar-ı küfr edenin kafir olduğunu haber vermenin hiçbir itaba mahal vermeyeceği ise bedahet-i akl ile meczumdur. Gelelim su’-i akıde yüzünden sizin mes’ul olup olmayacağınıza. Ma’lum-ı alinizdir ki talib-i hak olmak her akılin vazifesi olduğu gibi Hak teala da bütün insanlara talib-i din-i hak olmak vazifesini tahmil etmiş ve kat’-ı hüccet için vakit vakit enbiya-yı kiramını tefaddulen ba’s ettiği gibi en sonra da –doğduğu günden vefatı gününe kadar hiçbir kimse hakkında müyesser olmamış vech ile hal ü şanı ve tebligat ve irşadatı ma’lum olan– Nebiyy-i ahır zamanı ba’s eylemiştir. Nebiyy-i ahir zaman efendimiz de vazife-i risaleti noksansız olarak bi-hakkın ifa buyurdular. Kendilerine vahy olunan Kitab Kur’an sayesinde olduğu gibi meydanda. Sünen-i nebeviyye de ümmetin himmetiyle yine meydanda. Avam-ı nas bile “Müslüman dini aşikaredir.” derler. Bu kadar açık olan din-i hakkı taleb etmek ahkamını öğrenmek herkese ve o miyanda zat-ı alinize de borçtur. Kimse gelip bana öğretmiyor diye yan gelip oturmakla mes’uliyetten kurtulamazsınız. Kendisine mes’ele-i diniyye sorduğunuz hoca efendinin bildiği halde size cevap vermemesi yahud yanlış bir cevap ile başından savması günah ise “Hocaların vazifeleri niz daha büyük bir günahtır. Din-i İslam’da herkes hem öğrenmek hem de bildiği kadar öğretmekle mükelleftir. Hitabat-ı şer’iyye umum-ı nasadır. Hiçbir hükmün hiçbir sınıf-ı halka ihtisası yoktur. Mektepteki hocanızı cahil bulduysanız daha alimine müracaat ve yine kanaat etmediniz müctehidinin akvalini onları da kafi görmediniz ise doğrudan doğruya Kitab ve Sünnet’i tetebbu’ edeydiniz bunca sadıkane taharrilerden sonra şübheniz zail olmazsa –ki bu ihtimal pek zaiftir– ma’zur sayılabilirsiniz. Sizi besleyecek üzerine bar olacak bir kimse bulmadığınız vakit geçinmeyi; merak ettiğiniz bir fenni tahsil için hatır u hayale gelmez metaibi kendinize nasıl iş edinirseniz dininizi öğrenmeyi de öylece belki çok daha büyük bir ehemmiyetle iş edineceksiniz. Ağzınızda bir çürük dişin idame-i bekası için beş altı dişçiye müracaat etmeye lüzum gördüğünüz halde kalb ve dimağınıza müstevli olan bir çürük fikrin ıslahı için neden erbabına müracaat için ihtiyar-ı zahmet külfetinden kendinizi vareste göresiniz? Bir çürük diş insanın hayat-ı maddiyyesi nokta-i nazarından hiçbir te’sir yapmaz. Fakat bir çürük fikir bir çürük i’tikad insanın hayat-ı ebediyyesini zehirlemeye kafidir. Acaba biri diğeri için Aklı başında olan kimse için nazar-ı ihtimam ile bakılacak budur. Yoksa kasemlerle kendinizi daraya çıkarıp kabahati hep hocalara yükletmek hele Bari tealanın hakk-ı mutlakı olan bir işi üzerinize alıp sevmediğiniz kimseleri cehenneme atı atıvermek değildir. “Arkadaşlarımdan biri hikaye ederdi. Hafızam yanıltmıyorsa “Celal” isminde bir hikmet-i Arabiyye kitabı varmış.” Bir kere hikmetin “Arabiyyesi” “Türkiyye”si olmaz. Hikmet fikri mebahis demektir. Felsefedir. Patagonya vahşilerine aid bir garibeden bahseder gibi bahsettiğiniz “Celal” namıyla mütearif ve kelam ve hikmet ile memzuc bir kitap da hakıkaten vardır. Müellifi olan Celaleddin-i Devvani dokuzuncu asr-ı hicride yaşamış efkar-ı dakıkasıyla kelam ve felsefeye revnak vermiş kitabı asran ba’de-asrin medaris programlarından çıkmamış olan en büyük hükema-yı İslamiyyedendir. “Bu suyu ve havayı hala! bir cism-i basit insanı anasır-ı erbaadan müterekkib addedermiş.” Bu ibarenizdeki “hala”yı birkaç kere okudum da hala anlayamadım. Dört yüz sene evvel alem-i vücuda gelen kitap daha doğrusu müellif-i kitab Lavvazye’nin yüz sene evvelki keşfine nasıl muttali’ olsun? “Bilmem ki el-yevm medaris programlarında bu zeminde isbat-ı müddeaya kalkışanları pek çok gördüm.” Müsterih olunuz. Bu kitap vardır. Ve ders olarak okunuyor. Kaşki Darülfünun’da da okutsalar da Avrupa’dan alınan felsefenin yanıbaşında şarkta felsefenin merahil-i terakkısi de gösterilse. Hem de sizi şu anasır-ı erbaa i’tirazına sımsıkı yapışmış gibi görüyorum. Yunaniyyü’l-asl olan bu fikrin akayid-i İslamiyye ile hiçbir alakası yoktur. Anasır besait dört olmuş kırk olmuş; yedi olmuş yetmiş olmuş; bununla matalib-i diniyyeden hiçbirinin nefy ü na dahil olan anasırın adedi eski zamane tabiiyyununca dört imiş. Bunlar da dört demişler. Bugünkü tabiiyyuna göre anasır yetmiş bu kadardır. Biz de o kadardır der geçeriz. Bununla imanımız artıp eksilmeyeceği gibi vezaif-i diniyyemizin hiçbirine de halel gelmez. “Bir de makale-i fazılanelerinde “Sufuf-i salat günden güne seyrekleşiyor.” buyuruluyor. Burada bir ufacık sual Mesacidde ikame edilen cemaatlere devam cür’et-i medeniyyesini gösteren zümre-i naciyye nezafetin erkan-ı buyurulduktan sonra kaç defa çamaşır değiştirmek cid-i şerifede mefruş ve secdegah-ı mü’minin olan halıların tramvay arabalarındaki döşemelerden daha nazif olacağı veyahud adimü’l-haşerat bulunduğu iddia edilebilir mi? Müteaffin ayakların girdiği yerlere veyahud yine müteaffin ve ciladar ayakların aralarında secde etmek bat olsa bile nezafetin erkan-ı imandan olduğunu bilen ve biraz kimya ve biraz hayvanattan –ta’bir yanlışsa afv buyurulsun– “huveyne” mebhasini okuyan kimseler için biraz hazmı asir ve belki de müteazzir olmaz mı?” Birkaç senedir Fatih ve Bayezid Cami’-i şerifleri Hereke’de suret-i mahsusada i’mal ettirilmiş nefis temiz halılarla tefriş edilmiştir. Darısı diğer camilerin başına .. Fakat bilmem bu cihetin müdafaasını ben niçin deruhde edeyim? Bu i’tirazınız bana değil Evkaf Nezareti’ne teveccüh eder. Ben yine eski sözüme dönüyorum. Millet dindarlığı hakkıyla iltizam ettiği gün camilerini de gül gibi temiz tutar. Sizin gibi münevver gençlerin elinde olan matbuat-ı yevmiyye hoşlarına giden ve gitmeyen mesail hakkında her gün sütunlar dolusu yazı karalıyorlar. Mesacidin nezafetinden kayyımların vezaif-i mevdualarını hüsn-i ifa edip etmediklerinden bahsedildiğini hiç görüyor musunuz? Bir de vehminizi bu kadar gıcıklayan haşerattan cidden korkuyorsanız evinizde namaz kılmaya mani’ nedir? Elverir ki siz namazı evkat-ı muayyenesinde kılasınız. Diğer nevakıs pek az bir himmetle zail olur. Yoksa –camide belki bazı haşerat bulunursa da bunlardan dolayı– ilm-i hayvanatın “huveyne” bahsi beni nehy ediyor fotinlerimin bağını çözüp bağlamak beni üzüyor pantalonum secde ve ka’de esnasında diz yapıyor abdest alırken üzerime su sıçrıyor diye namazı terk etmek ta’bir-i meşhuru vech ile –”bi-namaz özrü”dür. Azim ve cesaret çağında olan gençler i’tirazınızın yüz misline mevrid-i sahih olan bugünkü tramvaylara en adi işleri olunca hatta keyifleri isteyince atlayıp sine ber-sine duş ber-duş izdiham olmaya cesaret ettikleri kendi ezvak-ı nefsaniyyelerini teskin için pek tehlikeli ef’al-i memnuayı istihfaf ettikleri halde namaza gelince mi cesaretleri kırılıyor? Müteaffin ayaklar bahsine gelince derece ve mertebe-i dünyeviyyeye asla bakmaksızın her sınıf ibadullahın huzur-ı Hak’ta tesavisine bu dünyada en bariz tecelligah olan o mübarek buk’alara girmekten fukara-yı avam men’ edilemezler. Dinimiz aristokratik bir din değildir. Kendinizi fukara-yı nas ile bir seviyede görmeye katlanamıyorsanız demek ki kalbinizde ibadet hissi henüz uyanmamıştır. Bu tesavi fikri de zannettiğiniz gibi yalnız sufiyyeye mahsus değildir. Hiss-i taabbüdün ilk kademesi bu olduğu için müslüman olmak namaz kılmak ve tıyb-i nefs ile kendini buna ırza etmek demektir. “Tarih tekerrürden ibarettir.” der durursunuz. Müşrikin-i Arabın sanadidini kabul-i İslam’dan men’ eden esbabdan biri de işte bu idi. Onlar da sizler gibi: “Ayak basılan yere alnımızı nasıl koruz?” derlerdi de iman ve İslam’a gönülleri razı olmazlardı. Fukara ile ağniyanın huzur-ı Hak’ta ictimaından kimseye eza olmamak fena kokulardan dolayı kimsenin huzur-ı kalbine halel gelmemek için yalnız ağniyanın değil fukaranın da mescide giderken pak olmak şartıyla revayih-ı tayyibe sürünmeleri ve soğan sarımsak gibi fena kokan et’ımeden tevakkı ve namaz için kemaliyle tetahhür etmeleri teşri’ edilmiştir. Çoraplardan celayı izale de bu emr-i tathirde dahildir. Bu emirlerle de namaz kılmamak için serd ettiğiniz mahzur ma’a-ziyadetin zail olur. “Bugünkü ma’ruzatım bu kadar üstad! Cevab-ı alilerinin şeref-telakkısiyle mübahi bulunduğum takdirde atiyen de izale-i şübühat sadedinde ma’ruzat-ı mütebakiyyede bulunacağım. Bakı hürmet ve ta’zimatımın kabulünü rica ederim efendim.” Sizi henüz tanımak şerefiyle müşerref olmadığım için ne mizac ve meşrebde olduğunuzu bilmiyorum. Soracağınız şeyler hakıkaten izale-i şübühat vadisinde olur ve haklı cevaplara karşı –bizden taleb ettiğiniz gibi– “hakbin” olursanız elimden geldiği kadar hizmete amade olacağıma ve cevabını bilemeyeceğim şeyleri bilenlerden sorup öğrenmeye çalışacağıma emin olunuz. Ekseriya mu’tad olduğu üzere muaraza şeklinde dinin şan u şerefini yormayacağınızı ümid ederim. “İmza: Mütedeyyin bir genç” Bu imzayı tamamen hak edebilmek için unutmayınız ki dini prensiplerinizin en başında Kitab ve Sünnette sabit olan bütün mu’tekadat ve ahkamın doğru ve hak olduğuna yeri var mıdır diye şübhe etmeye ve mu’tekadat ma’kuliyyetlerini taharri hem hakkınız hem vazifenizdir. Fakat Kitab ve Sünnette sübutu ma’lumunuz olduktan sonra buna benim aklım ermedi buna inanmam yahud mütabaat etmem derseniz zümresine dahil ve mü’min ta’rifinden hariç olursunuz. Bu vesile ile benden hoşunuza gitmeyen sözler sadır oldu ise sebebi böyle bir hali ima ve iham ve bazı yerlerde adeta tasrih eder satırların kaleminizden çıkmış olmasıdır. Bakı hürmet ve niyaz-ı hidayet! Camia-i İslamiyye şark ve garb alemde bulunan müslümanlar arasında uhuvvet ve teavün esaslarına müstenid bir rabıta bulunması kavanin-i İslamiyyenin ta’yin ettiği kuyud ve şurut dairesinde bütün müslümanlar bir aheng-i vahdet te’sis ederek birinin duçar olduğu müşkilat ile mücadele hususunda diğerlerinin de kendine zahir ve mededkar olması demektir. rek cemaat i’tibarıyla bütün müslümanlara başkalarının tecavüzüne hedef olacak her birine imdad ve muavenet hususunda hakıkı bir azm ü gayret göstermeyi vazife kılmış bunda aralarındaki memleket cinsiyet farklarını asla nazar-ı i’tibara almamıştır. Nitekim bir vatan evladı diğer vatandaşlarına karşı aynı his ve vazife ile mükelleftir. Şu hale nazaran camia-i İslamiyye ile camia-i vataniyye ve camia-i cinsiyye arasında ilel ve esbab i’tibarıyla mugayeret olsa da gaye i’tibarıyla mümaselet-i tamme vardır. Çünkü birincinin menşei akıdede ittihaddır. Akıde hususunda başlıca birer amil olan adab ve adat efkar ve temayülat gibi şeylerde vahdeti te’min eder. Diğerlerinden birinin esası vatan diğerinin esası cinsiyet ittihadıdır. Her halde bu mebhasde asla ca-yı münakaşa olmayan bir hakıkat vardır ki o da mevzu’-ı bahs olan camialardan herhangi birinin te’min edeceği fevaidin muhitinin vüs’atiyle mütenasib olmasıdır. Çünkü bir camianın muhitinde mevcud olan bir derece vüs’at tabiidir ki ebna-yı beşerin yekdiğere tekarrubuna bir rütbe hail olacak bir fasıla ve maniayı izale eder. Bundan istihsal edilen neticeye nazaran mesela Cermanlık camiası bu kavmiyeti teşkil eden anasırın dağılmasından ve Prusya Bavyera Saksonya ve saire gibi bir takım cemaatlere inkısam etmesinden elbette hayırlıdır. Hatta Cermanlık aleminde husule gelen böyle bir ittihad yalnız Cermanlar için değil bütün kainat için nafi’ bir hadise olmuştur. Evet bu anasır münazaat-ı dahiliyyeyi ber-taraf ederek onun yerine seviye-i medeniyyelerini yükseltmek maarif ve kemalat-ı kavmiyyelerini aleme neşr u ifaza için elbirliğiyle çalışmak düsturunu ikame ettiler de o sayede ilim fen san’at namına kavmiyetlerinin ibda’ etmiş olduğu harikaları enzar-ı aleme teşhir her ne kadar rakıblerinin mucib-i infiali olduysa da bedayi’-i deha ve kiyasetlerinden kainatı müstefid etmeye muvaffak oldular. Bu mes’ele hakkında uzun uzadı söz söylemeyi zaid görüyoruz. Çünkü hemen hemen bedahet derecesine varmıştır ki camialardan herhangi birinin sahası ne derece vasi’ olursa olsun gerek ehli gerek sairleri hakkında te’min edeceği fevaid o derece amm ve şamil olur. Meğer ki alakadaranı hukuk-ı gayra teaddi gibi bir gaye ta’kıb etmekte bulunmuş olsun. O zaman şübhe yoktur ki böyle bir camia muhitinin genişliği nisbetinde haricte kalanların zararına hizmet eder ve anasır-ı hariciyyeye ellerinden geldiği kadar böyle bir camianın teessüsünü akım bırakacak esbaba tevessül bir hak ve vazife hükmüne girer. Camia-i İslamiyyeye gelince; bunun esas ve mahiyetine bir nazar-ı tedkık atfedenler vehleten anlarlar ki onun ta’kıb ettiği başlıca gaye anasır-ı İslamiyye arasında asabiyet cinsiyet memleket farklarından mütevellid hissiyat-ı mütehalifeyi ortadan kaldırarak alem-i İslam’ı bu gibi ihtilafatın miras-ı şeameti olan niza’ ve lakaydi felaketlerinden kurtarmaktır. Ve tafsilatı aşağıda geleceği vechile daire-i fevz ü felahına dahil olanları himaye ve müdafaadan başka beslediği hiçbir emel yoktur. Arab kavmi havze-i İslam’a dahil oluncaya kadar yekdiğerine yan bakan aralarında meveddet ve samimiyet rabıtası bulunmayan bir takım kabailden ibaret idi. Gün geçmezdi ki bir kabile en adi bir vesile ile diğer bir kabile üzerine akın etmesin. Aralarında zuhura gelen bir muharebe yıllarca sürer giderdi. Muharebat-ı dahiliyyenin böyle biribirini vely etmesinden sonra da her muharebenin senelerce temadisinden bizar olan kabail-i Arab senenin altı ayını eşhür-i hurum addetmeyi bir kanun-ı milli olarak kabule mecbur olmuşlardı. Çünkü böyle bir kuvve-i zacire olmadıkça kalblerini doldurup taşmış olan asabiyet hisleri harb u darb temayülatından feragat etmelerine asla imkan bırakmıyordu. Bu gibi şerait-ı ictimaiyye hercümerc içinde geçti; beşeriyet bunların mevcudiyetlerinden hiçbir şey istifade edemedi. İslam gelince bütün bir camia ile birleşmeye da’vet etti. Bu da’vetin feyz-i kudsiyyeti kalblerinin ta a’makına kadar sereyan etmiş olan Arab kavminde bir hal-i diger tecelli ediverdi: Kabail arasındaki ihtilaf uhuvvet ve samimiyete kalblerdeki münaferet üns ü ülfete tahavvül etti. Dinin zülal-i feyzi zamairdeki levs-i hıkd ve kini yıkayıp temizledi. Yekdiğerin giriban-ı hayatından el çekmiş olan o cemaatler artık müfekkirelerine o eski alemden bütün bütün başka sahalarda cevelangah aramaya başladılar. Bu inkılab-ı ictimainin verdiği netice şu oldu ki aynı kimseler saltanat-ı surette teşyid medeniyet-i celile-i İslamiyyeyi kainata teşhir etmeye muvaffak oldular. O medeniyet ki mihr-i alemi nurlara boğmuş lemeat-ı kudsiyyeti Arabı gayr-i Arabı bütün ebna-yı beşere bir meş’al-i hidayet vazifesi görmüştür. cud olan esbab-ı niza’ ve husumeti izale ile iktifa etmemiş belki Arablarla akvam-ı saire arasında hatta İranlılar Mısırlılar Hindliler gibi dahil-i daire-i İslam olan her kavmin kendi aralarında kadimen mevcud olan kin ve husumetleri de esasından söküp atmıştır. Eğer o zamanlar vesait-i tefahüm bugün olduğu kadar mükemmel olsa bir de camia-i İslamiyyet’e da’vet vazifesini deruhde edenler enzar-ı halkta mes’eleyi başka bir şekil ve simada tecelli ettirecek derecede işi çığırından çıkarmak hatasına düşmese idi mazide o derece kan dökülmez münasebat-ı beşeriyye bugünkünden çok fazla saf ve nezih bir mecra ta’kıb eder idi. Ne fayda ki ümmetlerin bugünkü vaz’ ve şekliyle temas ve ihtilat edebilmelerinin o zaman için fevkalade müşkil olması neşr-i efkar kazıyyesinin hemen hemen müteazzir ve belki de müstahil bulunması camia-i İslamiyyeye da’vet vazifesinin ruhunu muğlak ve mübhem bırakmış kuva-yı muhayyilenin nanlar zannediyorlardı ki müslümanların başlıca emelleri milliyetleri haricindekilere zorla kendi i’tikadlarını kabul ettirmek yekdiğerini ictimaa da’vetten maksadları bu sayede teşkil edecekleri metin ve esaslı bir kuvveti dindaşlarının gayrilere karşı garetgerlikte isti’mal etmektir. Hakıkat-i halde ise İslam’a da’vetin hedefi bütün insanlar arasında mu’tekadatta ittihad esasına müstenid umumi bir uhuvvet te’sis etmek camia-i İslamiyyeye da’vetin ruhu ise müslümanları bilad ecnas ve elvan i’tibarıyla aralarında tehalüf mevcud olsa da münhasıran tecavüzat-ı hariciyyeye karşı yekdiğere imdad ve muavenete müheyya bir hale getirmekten ibarettir. Kavanin-i İslamiyyenin gayra teaddiyi sarahaten tahrim etmiş olduğuna ayet-i kerimeleri birer şahittir. Hele ayet-i kerimesinin baş tarafı İslam’da mukatelenin yalnız müdafaa halinde meşruiyetini sarahaten bildiriyor; sonu bu maksadla ihtiyar edilecek mukateleyi tecavüz-i vakıı def’ ve düşmandan gelebilecek tehlikeleri siye ediyor. Alt tarafta da erbab-ı darb u kıtale Cenab-ı Hakk’ın rıza ve hoşnudisini hedef-i hareket ittihaz etmeleri ve bu ümniyeye muhalif halata cür’et hususunda ondan korkmaları lüzumu ihtar muvaffakıyet ve rıza-yı Bari’ye mazhariyetin bu iki vecibeye riayete vabeste olduğu beyan buyuruluyor. tahrimine maksur da değildir. O bir muahede ile kendilerine merbut olan bir zümrenin hedef-i teaddisi olan bir fırka-i müsellahaya muaveneti de tahrim etmektedir. Şu şart ile ki hukuk-ı şahsiyyeleri nokta-i nazarından muahede-i mevcudenin şurut ve ahkamına halel gelmiş olmasın. bunun hikmetine gelince; İslam daima alemde sulh ve sükunun hükümran olması beşeriyetin ni’met-i müsalemetten müstefid olarak asude bir hayat geçirmesi gibi gayet ulvi bir gaye ta’kıb etmektedir. Onun her zaman için müslümanlarla ümem-i saire arasındaki münasebatın vidad ü müsalemet esasına müstenid olmasını hedef-i siyaset ittihaz ettiğini şu ayet-i kerime pek güzel isbat eder: camia-i İslamiyyenin mahiyeti bundan ibaret olup buna sırf tedafüi bir maksadla tevessülün hikmet-i meşruiyyeti de anifen izah edilen esbab-ı ictimaiyyede mündemicdir. Ancak bu rabıtanın te’yid ve takviyesini derece-i vücuba ümem-i İslamiyyenin bugünkü hal ve mevki’-i siyasilerinde aramak icab eder: Harita-i aleme umumi bir nazar atfedecek olursak küre-i arzın tam vasatında Bahr-i Muhit-ı Atlasi’den Bahr-i Muhit-ı Hindi’ye kadar imtidad eden gayet vasi’ bir saha görürüz ki kısm-ı a’zamını mikdarları gayet kesif ümem-i nasiblerini tedkık edersek anlarız ki bu yerler nüfusunun kesreti maadininin mebzuliyeti i’tibariyle hakıkaten zengin oldukları gibi iktisad nokta-i nazarından da her türlü vesail-i tabiiyye-i serveti cami’dirler. Bununla beraber sekenesinden birçoğunun şerait-ı siyasiyye i’tibariyle hal ve mevki’leri calib-i hüzn ü esef olduğu gibi birçoğunun da çekmekte oldukları derd ve ihtiyac yürekleri parçalayacak bir merkezdedir. Fransızların Tunus ve Cezayir’i tamamıyla yed-i tegallüb ve istilalarına aldıkları günden beri bu iki memleket halkı üzerine çökmüş olan kabus-ı sefalete bir nazar-ı hangi akıdeye salik bulunursa bulunsun fart-ı telehhüften kalbinin doğrandığını hissetmemesi kabil değildir. Elverir ki o kalbde biraz merhamet ve insaniyyet hissi yer tutabilmiş olsun. Nasıl böyle olmasın ki o idare-i zalime bu iki memleketin hürriyet ve istiklaline hatime çektiği günden beri emlaki ashabı yedinden çekip alıyor. Vakıf haneleri müstahıkk-ı tasarruf olanların ellerinde bırakmıyor. Zaten pek mahdud olan servetlerinin mehma-emken tezayüdüne hizmet edebilecek mesaiyi iktiham etmelerine kat’iyyen müsaade etmiyor. Bu mezalimin kaffesinin fevkınde olarak da biçareler emsali görülmedik bir esaret-i siyasiyye zencirleri altında inlemekte istila gününden bugüne kadar kanlarının heder olduğunu görmektedirler. Merakeş’in daha pek yakınlarda istiklalini gaib ettiği andan beri görüp geçirdiği hallere Fransız mösyölere hiçbir endişe-i mes’uliyyet iras etmeksizin hadsiz hesabsız evladının kanları heder edilmek gibi çektiği felaketlere bakan sonra da Fransız kavminin Cezayir ve Tunus’ta tatbik ettiği siyaset-i isti’mariyyenin verdiği netayici göz önüne getiren kimse biçare Fas’ın da aynı netayic-i mütehattimeye duçar olmamak için mukavemet esbabına tevessül etmediği takdirde bir daha ma’muriyet yüzü görmemek şartıyla bir harabezar olacağına kat’iyyen hükmetmemek elinden gelmez. Hind müslümanlarının da hali böyle değil mi? Onlar ki hakimiyet-i milliyyelerini gaib ederek İngiliz boyunduruğu altına girdikten sonra duçar oldukları daimi açlık ve sefalet te’siriyle insan kıyafetinden çıkarak hayal-i sair şekline girmişlerdir. Mısırlıların da aynı felakete duçar olduktan sonra çektikleri siyasi ve iktisadi bela ve mihnetler daha az sezavar-ı terahhum bir raddede değildir. mecbur olmadan şu muharebe hitama ererse netice Mısırlıların tam ma’nasıyla izmihlal-i iktisadiye duçar olmaları şeklinde teayyün edecektir. Rusya’nın esbab-ı sukutu – Sukutun neticeleri – Asya’daki vaz’iyet – Tatarların hataları – Nefs-i Rusya’daki vaz’iyet – İ’tilafçıların ta’kıb ettikleri siyaset – Bizim ta’kıb edeceğimiz siyaset – Kaybedilecek vaktimiz yoktur. Rusya inkılabının esbab ve avamili uzun uzadıya evrak-ı havadiste mevzu’-ı bahs olduğundan bu hususta tafsilat i’tasına hacet yoktur. Yalnız istihsal edeceğimiz neticenin ta’yini için o esbabı muhtasar bir surette gözden geçirmek iktiza eder. Rusya’yı inhilale sevk eden esbab müteaddiddir bi-nihayedir. Biz onları belli başlı olmak üzere ona irca’ ediyoruz: akd-i ittifak ederek harbe girmesi ve Çanakkale müdafaasında büyük bir harika ve mu’cize göstermesi. yetlerin ve verilen beş altı milyon maktulün acısı. ranması ve avam-ı halktan birçok zabitanın ordu başına geçmeleri. olması. mül-fersa su’-i isti’malat. kolların harbe tahsis olunmasından dolayı başgösteren açlık ve kaht. duğu husumetin te’siriyle hükumet za’fa düşer düşmez ahalinin fırsattan istifadeye kalkışmaları. tan men’ için Grenski’nin delaletiyle ameleye yardım etmiş ve o vasıta ile ihtilali icra ettirmiş olmaları. Tabii avam-ı halk nazarında bu sebeblerin en mühimleri vukuu pek melhuz idi. Bu sebeble Londra İttifaknamesi’ni münferid sulh akdetmeye Şitromer vasıtasıyla teşebbüs etti. Fakat İ’tilafçıların intikamına ma’ruz kaldı onların ve saltanatını terketmeye mecbur oldu. le yardım etmişlerdi. Nitekim kendileriyle ittifak eden Kadeler ve ihtilalci sosyalist partileri de harbe devam tarafdarıydılar. Fakat amele ve askerlerin ekseriyeti bu Binaenaleyh İ’tilaf tarafdarı olan Grenski ve hempaları Teşrinievvel’de hükumeti zorla Lenin ve arkadaşlarına teslim etmeye mecbur oldu ve milletin sinesinden çıkan bu ihtilalin intikamından masun kalabilmek için bir tarafa çekilip gizlendi. Lenin ve Troçki amele ve askerlerin ekseriyet-i kahiresiyle Brestlitovsk’ta sulh-ı münferid akdettiler. Bu suretle Rusya İ’tilafçıların arasından çıktı ve şark hududlarımızda sulh u salah kaim oldu. Lenin’in te’sis ettiği hükumet son derece müfrit sosyalist nazariyatçılardan müteşekkil ve harb aleyhdarı olduğu ve “Her millet kendi mukadderatını ta’yin ve arzu ettiği tarz-ı hükumeti intihab etmeye salahiyetdar olması” kaidesini vaz’ ve kabul eyledi ki bununla aktar-ı cihanı nı açmış oldu. Diğer taraftan cihanın teshir ve taksimine dair Çar hükumet-i müstebiddesiyle akdettikleri şeni’ ve hacalet-aver muahedeleri de neşrederek hürriyet ve demokrasi uğuruna harb etmekte olduklarını iddia eden İ’tilafçıların riyakarlıklarını bütün cihan-ı insaniyyet huzurunda teşhir etmiş oldular. Bolşevikler kendilerini bütün cihanın necatına müvekkel addettiklerinden kendi prensiplerini Asya’ya neşr u ta’mim etmeye çalışmakla gerek İngiltere ve gerek Japonya’nın hırs-ı intikamlarını tahrik ettiler. Harbin idamesi için müstebid Çar hükumetine adeta Rusya’nın en güzide gençlerinin bedeli olarak yüz milyon İngiliz lirası Fransa’ya da beş yüz elli milyon yüzlerce milyon liradan ibarettir.– ilga etmekle i’tilafçıların başına daha büyük bir darbe indirmiş oldular siyaset-i alem perde arkasında maliyyun tarafından idare edilmekte olmasından dolayı bu hareketin intikamı seri’ bir zamanda alınması pek melhuzdur. Rusya’nın sukutuyla Lenin hükumetinin vaz’ ettiği kaideye binaen Finlandiya Letonya Litvanya Lehistan Ukranya Kırım Don Kazakları Kafkasya ve merkezi Asya hükumetleri Asya’daki vaz’iyete gelince; Rusya’nın ancak cebir ve şiddetle icra-yı hakimiyyet edebildiği bu araziyi üç kısma ayırmak lazımdır: - Aksa-yı Şark - Sibirya Merkezi Asya müslüman hükumetleri. Tabii bizim için en ehemmiyetlisi üçüncüsüdür. Fakat diğerlerinden muhtasaran bahsetmek mecburiyetindeyiz. Rus-Japon muharebesinden ve Newport muahedesinden Mançurya Japon hükumetine terkedilerek yalnız şimali Mançurya Rusya’nın elinde kalmıştı. Çünkü Vladivostok müstahkem limanına giden demiryol meşhur Harbin istasyonunda Sibirya hattıyla iltisak peyda ediyordu. Esasen bütün Mançurya kıt’ası Çin’in emlakinden ma’dud gerek demiryolunun gerek asayişin muhafazası Rusya’ya terk ve tefviz edilmişti. Şu kadar ki Newport muahedesi mucebince Rusya ancak şimal kısmını muhafaza edebilmişti. Geçen Kanunievvel’de Bolşeviklerin propagandası Şimali Mançurya’nın en mühim istasyonları olan Kırın Hulung Kiyang ve Harbin’e kadar sirayet etti. Oradaki amele ve askerin ekseriyeti yeni hükumete iltihak ile istibdad tarafdarı olan vatandaşlarına hücum etmeye onların silahlarını almaya teşebbüs ettiler. Kendi prensiplerini Çinlilere de zorla kabul ettirmeye kalkıştılar. Bunun üzerine o sırada Japonya’nın ve İ’tilafçıların ellerinde bulunan Çin Reis-i Nuzzarı Tuvan Amerika ve Japonya arasında hasıl olan rekabete binaen Japon askerlerinin oraya gönderilmeyeceğini anlayınca kendi istibdadını ibka ve Japon gayelerini te’min etmek üzere bir mikdar Çin askeri göndererek Bolşevik tarafdarı olan askerlere karşı harbe başladı ve onları bütün Mançurya’dan ihrac eylemeye teşebbüs eyledi. Çin hükumetinin ileri sürdüğü sebebler şunlar idi: Rusya hükumeti asayişi te’min etmekten aciz kalmış Çin ahval-i dahiliyyesine müdahaleye başlamış cenubdaki ihtilalcilerle tevhid-i mesai eylemiş Bolşeviklerle eski Rusya tarafdarları arasındaki muharebat ve münazaat yüzünden bazı Rus olmayanlar da mutazarrır olmuşlar … İşte bu sebeblerle Çin kendi hukuk-ı hükümranisini istirdad etmek ve asayişin te’minini bizzat deruhde eylemek üzere harekete başladı. Bolşeviklerle istibdad tarafdarları arasında devam eden münazaat ve mücadelat Kanunievvel nihayetine doğru Vladivostok’ta da başlamıştı. Tabii buraya Çin’in hakk-ı müdahalesi yoktur. Çünkü burası Rusya’nın emlak-i hakıkıyyesindendir. Bu müstahkem liman harbin bidayetinden beri gerek Amerika ve gerek Japonya’dan Rusya’ya sevk olunan silah cephane ve sair malzemenin transit limanı ve deposu mesabesinde idi. Buradaki karışıklığı vesile ittihaz etmek isteyen Japon hükumeti Vladivostok’a bir donanma gönderdi ve Amerika’nın mümanaat-ı şedidesine karşı gelebilmek için bir İngiliz harb gemisinin sevkini de te’min eyledi. İngiltere bununla Asya’ya sirayet ve Hindistan’a icra-yı te’sir etmesini men’ etmek sonra da i’tilafçıların arasındaki rekabeti ve bozuşmak isti’dadını gizleyerek Japonya’nın münferid harekat-ı fütuhat-cuyanesine nezaketle mümanaatta bulunmak. Tabii Japonya kendi hareketini meşru’ gösterebilmek bulunan tebaasını himaye etmek ve limanda cephane yüklü bulunan birkaç vapuru muhafaza eylemekten ibaret olduğunu” i’lan eyledi. Hiçbir vakit Rusya’nın umur-ı dahiliyyesine müdahale etmemeyi vaad ve i’lan eden Japon hükumeti Kanunisani nihayetine doğru Bolşevik hükumetinin her türlü protestolarına i’tirazlarına rağmen karaya asker çıkardı ve limanda bulunan Bolşevikleri silahlarından tecrid etti. Bu haksız hareketi Fransa’nın Rusya sefiri müdafaa etmiş olması hasebiyle geri alınmasını Lenin hükumeti musırran taleb etti ve nihayet son zamanlarda Fransa sefir-i mumaileyhi değiştirmek mecburiyetinde kaldı. Harbin bidayetinden i’tibaren Düvel-i Muazzama’nın meşguliyetlerinden bil-istifade adeta bütün Çin kişverini ka’nın mümanaat ve rekabetine ma’ruz kalıyordu. Hatta Amerika’nın techiz etmekte olduğu kuva-yı askeriyyeyi Avrupa muharebesinden ziyade Japonya için ihzar etmekte olduğuna kanaat eden birçok siyasiyyun vardır. Amerika hükumeti Japonya’nın harekatına meydan vermemek siyaset ta’kıbine başladı. Bu suretle onu elde edebilecek tekrar saff-ı harbe sevk edebilecek zannediyordu. Buna muvaffak olamayınca ve diğer taraftan Japon hükumeti tarafından Kont İşi’nin riyaseti altında Vaşington’a gönderilen hey’et-i siyasiyyenin giriştiği pazarlık da hitama erince Japonya Reis-i Nuzzarı Teraoçi geçen Kanunisani’nin’sinde meclis-i meb’usan huzurunda bir nutuk ten ve Japon hükumetinin Çin’de ta’kıb ettiği gaye: İktisadiyatın tevsi’ ve inkişafından ahval-i umumiyyesinin terakkı ve terfihinden müttefiklerin menafii arasında bir muvazene ile Çin’in asayişini te’minden ibaret olduğunu söyledikten sonra Rusya ahvaline dair de bu fıkrayı da “Rusya’nın vaz’iyeti bizi endişeye düşürüyor fikirlerimizi sadık dostları gibi temenni ederiz ki komşumuz olan bu muazzam millet hiçbir vakit gaib etmeden metin ve muktedir ve aksa-yı şarktaki arazisinde asayişini muhafaza edebilecek bir hükumet te’sis edebilsin. Maatteessüf o havaliden aldığımız haberlerden anlaşılıyor ki Rusya’da kasırga gibi hükümferma olan ihtilal ve asayişsizlik Şarki Asya’ya da sirayet etmeye başlamıştır. Siyaset-i milliyyemizin bir rükn-i mühimmi olan bu havalideki asayişin muhafazası bir tehlikeye ma’ruz kalacak olursa bu hal Japon hükumetini bi’l-mecburiyye seri’ ve müessir tedabirin Bu beyanattan bir hafta sonra Japon askerleri Vladivostok Limanı’na çıktı ve Bolşeviklerin silahlarını alarak onları tard ettiler. Geçen nüshada Çin’deki dahili muharebeler ile ihtilafat-ı siyasiyye hakkında mufassal ma’lumat verdiğimiz cihetle burada ancak yeni vaz’iyetten muhtasaran bahsedeceğiz. Cenub askerleri şimal ve cenub vilayetlerinin hadd-i fasılını teşkil eden Yangtsi nehrinin vadisini zabtedip şimale doğru ilerlemektedir. Onlar el-yevm Hatkar’ın etrafına vasıl olmuşlardır. Bundan başka Yangtsi nehrinde sefineleri şimal askerlerine silah ve cephane kaçırdıkları gibi para kuvvetiyle Pekin hükumetine propaganda da yaptıklarından dolayı cenub ordularının ateşine ma’ruz kalmışlar ve nehr-i mezkurda icra-yı melahat etmekten şiddetle men’ edilmişlerdir. Bundan müteessir olan İ’tilaf süferası hem şimal partilerinin ittihadını te’min hem de Çin’deki menfaatlerini muhafaza etmek ve bahusus Amerika ve Japonya’nın müdahalesini men’ ile Japon hükumetinin Hankov’daki vasi’ menafi’-i iktisadiyyesini sıyanet eylemek maksadıyla Reis-i Cumhur Feng Kuçang nezdinde şiddetli protesto ettiler ve reis-i cumhurun bizzat o havaliye giderek kuvvetle asileri te’dib etmesini taleb ettiler. Japon sefiri kendi hükumeti namına Şarkı Asya’nın asayişini İ’tilaf hükumetlerine tefviz edildiğinden bahisle Çin hükumeti ticaretin en mühim yollarına ana vazifesini etmekten aciz olursa Japonya bi’l-mecburiyye müdahale edeceğini ihtar eyledi. Cenub ordularına karşı harb etmekte olan şimal askerleri miyanında Hunan mağlubiyetinden sonra cenub müşevviklerinin te’siri ile bir ihtilal vuku’ bulmuş ve reis-i cumhur mülukiyyet ve saltanat usulünü ihya etmekle itham edildiğinden dolayı reis-i cumhur oraya gitmiş fakat hala bir şey yapmaya muvaffak olamamıştır. Havali-i cenubiyyenin ihtilalcileri İ’tilaf siyasiyyunu nazarında Bolşeviklere benziyorlar. Zira ecnebilere alet olmak ve Çin’in menafiini başka bir milletin uğuruna feda etmek istemiyorlar. Tabii şimdiye kadar şimendüfer telgraf ve posta ve maliye işlerini Japonlara teslim eden Pekin hükumeti bu sefer dahi onlara Nankin’deki zengin demir ma’denlerini satmak ordu ve donanmaya lazım gelen silah cephanenin bey’ u füruhtunu Japonya’ya hasr etmek ve memleketin çaydan sonra en mühim mahsulü olan tütün ziraat ve ticaretini beş on milyon İngiliz lirası mukabilinde elli ila yüz sene müddetle Japonya’nın inhisarı altına vaz’ etmek ve bu borcun te’diyesi için her vilayette Japon bankası tarafından birer şu’be te’sis olunmak ve bütün vergiler bunların vasıtasıyla cem’ ve cibayet olunmak gibi vatana muzır ve istiklal-i millilerini tehdid eden imtiyazatın i’tasına muhalefet ediyorlar. Japonya hükumeti hem Çin işlerinde münferid kalmak ve arslan payını almak istediği gibi Kont İşi vasıtasıyla Amerika’yı iskat etmiş olduğundan şimdi de i’tilafçılar namına Sibirya’ya asker sevk etmeye karar vermiştir. Tiyantsin’de bulunan Morning Post gazetesinin muhabiri Japon tehlikesinden ürkerek kendi hükumetini ikaz ediyor ve İngiliz milletinin menafi’-i ticariyyesini vikaye için çırpınıp duruyor. Fakat İngiltere bütün bu acılara Hindistan’ın muhafazası için katlanmak iğmaz-ı ayn etmek mecburiyetindedir. Sibirya’ya gelince oradaki müslüman ahali yüzde on nisbetinde olduğu ve göçebe bir takım kabailden daha azdır. Fakat Rusya hayat-ı iktisadiyyesi için Sibirya’nın ehemmiyeti pek büyüktür.. Oranın hasılat-ı ziraiyye ve ma’deniyyesi büyük Rusya’nın bekası için elzemdir. Ukrayna i’lan-ı istiklal edince Rusya’daki kömür ma’denleri Ekaterinburg’a yani Ural havalisine inhisar etti. Ancak oralarda o da gayr-i kafi olarak bir mikdar kömür bulunmaktadır. Bununla beraber bu ma’denlerden şimendüfer hattı temdid etmek iktiza eder. Sibirya’nın servet-i ma’deniyyesi olmasa Rusya hüsrana mahkumdur. Onun için şimendüfer hatlarının ıslah teksiri maksadıyla kırk bin amele ta’yin edilmiş Sibirya’da bulunan Kazaklardan bir kısmı Bolşeviklere iltihak etmiştir. Bir kısım Kazaklar da mürteci’lerle tevhid-i mesai etmişlerdir. bulunan Alman ve Avusturya esirlerinden mürekkeb yüz yirmi bin kişilik muntazam bir ordu hazırlanarak Hindistan’a doğru yürümek üzere bulunduğunu işaa ettiler ve bu suretle Bolşevikleri itham etmeye kalkıştılar. Açık ve bi-tarafane bir politika ta’kıb etmek iddiasında bulunan Bolşevikler bu şayianın esassız olduğunu anlatmak için mına razı oldular. Oraya giden hey’et avdet ettiği vakit bu şayianın asılsız olduğunu i’lan etmekten geri durmadı; fakat Sibirya’da bulunduğu sırada Çeh-İslovakları Bunlar bin kişiden ibaret olup altmış bin Ripenza Dok ve Kuban havalisindedir. ve Kazakları ihtilale teşvik ederek onlara Vladivostok’tan lazım gelen silah cephane ve paranın celb ve sevkini de te’min etti. kında evrak-ı havadiste hemen her gün bir takım haberler telgraflar intişar etmektedir. Yalnız biz şunu haber vermek isteriz ki: Vaktiyle Rusya’nın eser-i teşvik ve tahriki olarak Çin’den hemen hemen ayrılmış olan Mongolya bugün Rus işgal-i askerisinden tamamen kurtulmuştur. Hatta Budistlerin en mühim merkez-i dinisi olan Orga el-yevm Moskoflardan tamamen tathir edilmiştir. Maamafih Bolşevikler el-an o taraflarda muharebelerle tadırlar. Firar eden Rus zabitanı İ’tilaf’ın parasıyla yardımıyla Sibirya Kazaklarından irtica’ tarafdarı olanlarla Çin ahalisinden ve bahusus Buryatlar ve Mongollardan ordular cem’ ve ta’lim ettikten sonra Bolşeviklere karşı taarruz etmeye başladılar. Bunlar iki koldan hücum ettiler: Birisi mürteci’ Kazak Hatmanı Semonof’un kumandasında diğeri de Ceneral Horat’ın taht-ı idaresinde idi. Birinci ordu biraz ilerledi. Fakat Bolşevikler onun hatt-ı ric’atini kesmek üzere Burziya ve Mançurya istasyonlarıyla hat boyunda istihkamlar yaptılar ve hücuma başlamazdan evvel Semonof’un maiyyetindeki Kazaklardan üç bin kişiyi kendi taraflarına celb ettiler. Muharebe başladı. Bolşevikler Semonof’un mütebakı kuvvetlerini çevirmek ve esir almak üzere iken Semonof Çin arazisine firar ve iltica etmekle yakayı kurtarabildi. Kızıl hassalar Semonof’u ta’kıb etmek istemişlerse de İ’tilafçıların ve bahusus Japonya’nın teşvikiyle Çin hududunda tahşid olunan Çin kıtaatı Semonof’u himaye etti. Bir ay kadar orada kaldıktan ve yeniden kuvvet cem’ ettikten sonra tekrar taarruza geçti ve üç günlük kanlı bir muharebede muzaffer oldu. Fakat bu sefer de kızıl hassalara imdad yetişti. Onun üzerine yine birkaç mağlubiyete giriftar oldu. Şimdi maiyyetinde ancak bin kadar Kazak ile dört bin ücretli Çin askeri vardır. Ceneral Horat ise bidayette bir iki muharebede mağlub olduktan sonra İ’tilafçıların verdiği para cephane sayesinde Çeh-İslovaklardan ve Kazaklardan fazla kuvvetler cem’ edebildi ve İ’tilafçılar tarafından bütün Rusya’nın diktatörü i’lan edildi. Böyle iken son zamanlarda kızıl hassalara karşı mağlub olmaya başladı. Ceneral Kobi kumandasında bulunan ve Çeh-İslovakları te’dib etmek üzere Alman ve Avusturya üserasından teşekkül etmiş olan bir ordu kızıl hassalarla beraber hareket ettiklerinden Ceneral Horat ordusu her gün yeni yeni mağlubiyetlere duçar olmaktadır. görünce Harbin’deki mürteci’lere bir ictima’ akdettirerek Pekin’deki sefirlerine bir muhtıra gönderdiler. Bu muhtırada Bolşevikler aleyhine İ’tilaf hükumetlerinin müdahale-i askeriyyeleri taleb olunmaktadır. Bu ictima’da birkaç bankerle ileri gelen tüccarlar ve eski hükumet me’murları bulunmuşlardır. Bu hususta bu kadarcık ma’lumat i’tasıyla iktifa ederek asıl merkezi Asya’da ve cenubi Rusya’daki müslüman kitlesinden bahsetmek istiyoruz. Perekop berzahından Kırım’ın şimalinden Baykal gölünün cenubuna kadar bir hatt-ı müstakım temdid edecek olursak bu hattın cenubunda kalan arazi asıl müslüman kitlesinin bulunduğu yerleri gösterir. Eski Rusya hükumetinin yaptığı istatistiklerde buralarda tavattun eden ehl-i İslamın - milyon olduğu gösterilmektedir. Fakat Çar hükumeti Sen Sinod siyaset-i zalimanesine ittibaan Kırgız ve Başkırlardan birçoğunu da zorla Hıristiyan addetmiştir. Bunlar ise inkılabdan sonra eskisi gibi müslüman kaldıkları için Rusya müslümanlarının nüfusunu otuz milyon addedebiliriz. Bunlar bazı hayalperest muharrirlerin tasavvurları hilafına olarak maatteessüf müterakkı bir halde değildirler. Ahval-i alemden hatta birbirlerinden milliyetlerinden bihaber bulunuyorlar. O derecede ki geçenlerde Moskova’da akdolunan umumi Rusya müslümanları kongresinde birbirini anlamak ve münakaşa edebilmek için Rus lisanına müracaata mecbur kaldılar. Ahval-i siyasiyyeleri böyle olduğu gibi ahval-i iktisadiyye ve ictimaiyyeleri de geridir. Muhtelif lisanlar muhtelif gayeler parça parça olmuş bi-nihaye milletler… Yalnız Kafkasya’da elli ırk elli lehçe vardır. Merkezi Asya’daki kitle-i esasiyye ancak Krasnovodisk’ten Taşkend’e ve Afganistan hududunda Meymene’ye vasıl olan ve Sibirya-Orenburg-Taşkend şimendüferleri vasıtasıyla alem-i medeniyyete kesb-i ittisal edebiliyorlar. Bunların civarında sonradan iskan edilmiş Kazaklardan ve Ruslardan başka gayrimüslim olanlar yoktur. Bunlar askerlikten muaf idiler. senesinde Türkistan’da hizmet-i askeriyye cebren te’sis olunmak istenilmesi üzerine başlayan ihtilal üç sene devam ettikten ve yüz binlerce ma’sumun kanı aktıktan sonra ancak Çar’ın isti’fasından ve inkılabın zuhurundan biraz evvel hitam bulmuştu. Ukrayna ve Rusya Kazakların iskanı için yüz binlerce Kırgızları vatanlarından yurtlarından tard ettiler. Bu mezalimi icra eden Çar hükumeti yirminci asrın en büyük faciasını irtikab etti. Yarım milyon müslümanı koyun gibi katletti ve bir milyon biçareyi memleketlerinden nefy ü tağrib etti. Manchester Guardian muhabir-i mahsusu Mister Filips Prays bu şenaati ifşa etmemiş olsaydı bugün bu cinayet-i azimeden kimsenin haberi olmayacaktı. Tüyleri ürpertecek derecede şeni’ ve feci’ cinayetler koparan İ’tilaf matbuatı ve siyasiyyunu maatteessüf bu fecayia karşı tamamıyla sakit kaldılar. Volga havzasında yaşayan Tatarlar bu inkılabdan hiç ketlere de uğradılar. Bolşeviklerin zulümlerine intikamlarına ma’ruz kaldılar. Lakin bu hale kısmen de kendileri sebebiyet verdiler. Büyük büyük hatalar irtikab ettiler: Bir kere – Esaslı bir teşkilat muntazam bir ordu vücuda getiremediler. Millet arasında vahdeti te’min edemediler. Halbuki Ukrayna kıtaatı cebhede iken tecemmu’ ettiler ve cüz’-i tamlar halinde memleketlerine avdet eylediler. Bundan dolayı düşmanlarını korkutacak bir halde bulundular. Tatarlar ise matteessüf böyle yapmadılar. Ekserisi silahlarını atarak sallana sallana memleketlerine döndüler. Ruslarla birlikte avdet eden bazı kıtaat-ı askeriyye de ekalliyette kaldılar. Vakıa Ufa ve Kazan’da bu müslüman askerlerden bazı alaylar teşekkül etti. Fakat bu alaylar tecrübesiz alayişperver birkaç gencin kumandasına verildi. Üç dört seneden beri ailelerini ziyaretten mahrum kalan ve onları pek ziyade özleyen bu efrad amal-i milliyyeden bihaber bulundukları cihetle askerliğe karşı müteneffir ve en küçük bahane ile dağılmaya hazır bulunuyordu. Bu sebeble Bolşeviklerin pek ehemmiyetsiz taarruzlarına hiç mukavemet edemeyerek hemen terk-i silah eylediler. Saniyen – Kazanlılar ve Ufalılar meclis-i millinin teşkilinde çocukçasına gülünç hareketlerde bulundular kümdarlarının payitahtı olan Kazan’da olması için pek çok ısrar ettiler. Bin müşkilatla ekseriyet-i araya müracaat olunarak nihayet meclis-i milli Ufa’da ictima’ edebildi. Salisen – Ufa Tatarları ancak yüzde elli nisbetindedirler. Tam ekseriyeti ihraz edebilmeleri için aynı lisanla mütekellim olan Başkırdları da iştirak ettirmeleri lazımdı. Fakat kavmiyet belası olarak “Bu yalnız Tatar meclis-i millisidir!” diye bunların kuvvetinden istifade etmediler. mi nisbetinde oldukları halde onlar da hususi bir “Tatar Meclis-i Millisi” te’sis ettiler. rı halde Kazaklarla ve mürteci’lerle tevhid-i mesai ettiler ve bu sebeble Bolşeviklerin husumetlerini celb ettiler teaddiyatlarına duçar oldular. Fakat maatteessüf kendilerine en feci’ şenaatleri yapan “Tatar Bolşevikleri” namıyla ortaya çıkan adi serseriler zümresi oldu. rin zenginlere karşı icra ettikleri tazyikı ve ağır vergilerin alınmasını milli bir mes’ele gibi telakkı eden Tatarlar bu teşkil etmek mümkün iken silahlarını elleriyle teslim etmekle bu fırsatı fevt eden Ufa Tatarları yeniden kızıl hassalara olmadıklarından her kıt’ada onları ekalliyette bulunduruyorlar. en münevverü’l-fikr Kazan Ufa Tatarlarının hataları. Samara’yı işgal eden Çeh-İslovaklar Ufa’ya tekarrub ediyorlardı. Tatarların yeniden bir hata irtikab etmeleri melhuzdur. Allah basiretlerini açarak hüsn-i tedbir ile tevfikat-ı ilahiyyesine mazhar eylesin. Bozkır’da mukım olan Kırgızlara gelince bunlar en cengaver müslüman kitlesi olup dört milyon nüfusa maliktirler. gerek diğer müslümanların haybeti gerek Çar hükumet-i müstebiddesinden gördükleri vahşi muamelelerden dolayı Bolşeviklerle tevhid-i mesai etmek mecburiyetinde kaldılar. Bunların hareketi sayesindedir ki Türkistan Cumhuriyeti’nin teşekkülüne imkan hasıl olmuştur. Mavera-yı Bahr-i Hazer müslümanlarına gelince onlar da orada bulunan müttefikler üserası ile birlikte Rus mezalimine karşı gelmek istediler hatta birkaç Rus kasabasını bile ihrak ettiler. Fakat Taşkend’de Bolşeviklerin galebesi üzerine bundan da bir netice hasıl olmadı. Maamafih Kırgızların şimdiki sükunu muvakkattir. yorgun düştüler ve büyük zararlara uğradılar. Kendilerini toplar toplamaz yine kıyamlarına intizar olunabilir. Kırım ve Kafkasya’nın sergüzeştleri ise ma’lumdur. lerin gelmesine müslümanların Kadelerle rabt-ı tali’ ve tevhid-i hareket etmeleri sebeb olmuştur. Nefs-i Rusya’daki vaz’iyet-i siyasiyyeye gelince halkın menfaati için yine halk arasından ve avamdan teşekkül etmiş bir hükumet haddizatında muvafık olabilirse de Rusyanın bugünkü hükumeti Londra’daki Bolşevik sefirinin beyanatı vechile amele ve zürra’ sınıfından zenginlere zadegana sermayedarlara ve aristokratlara karşı galebe çalmak ve icra-yı hükumet etmek üzere teşekkül etmiş bir hükumettir. Mürteci’leri tenkil etmeden hükm-i val ve emlakini mubah addeyleyen bu hükumet münferid sulh akdederek düyun-ı ecnebiyyeyi de ilga etmekle dahili ve harici müdhiş bir husumete ma’ruz kaldı. Kendi prensiplerine kemal-i şiddetle kani’ bulunan bu hükumetin erkanı bir günde orduda bulunan on iki milyon neferi terhis etmekle memleketin her tarafında kaht ve asayişsizliğe de sebeb oldu. Her milletin kendi mukadderatını ta’yine salahiyetdar olması hakkını bahş etmekle de büyük Rusya’yı yani merkezi ve şimal[i] Rusya’yı servet-i ma’deniyye ve hasılat-ı ziraiyyesiyle meşhur olan Ukranya Kırım Kafkasya Don Kazakları Merkezi Asya ve Sibirya’nın hasılatından mahrum kaldılar. Yeni teşekkül eden hükumetlerin yanında muhafazakarlar ve burjuvalar bulunduğu cihetle bunlarla hem prensip i’tibarıyla hem de açlıktan kurtulmak için harb ettiler. Kızıl hassalara birçok menfaatperest mürteci’ler gasıb katil adamlar iltihak ettiğinden pek feci’ cinayetler meydana geldi. Bolşevik rüesası bu şeni’ cinayetlerden müteneffir ve mutazarrır olsalar gerektir. Fakat bir kere iş şirazesinden çıkmış nizam ve intizam muhtel olmuştur. Birkaç sene sonra nizam ve asayişi te’min etmek belki mümkün olur. Yeni hükumetin mihver-i siyaseti iktisadiyata bağlıdır. Çar’ın şahsiyeti hakkında bazı ihtilafat olmakla beraber mülukiyet ve saltanat tarafdarları irtica’ için büyük hazırlıkta bulunuyorlar. Müfrit muhafazakar ve ihtilalci sosyalistler İ’tilafçıların yardımıyla birisi istibdadı diğeri hürriyeti ihya etmek hevesiyle gerek bize gerek Bolşevik hükumetine karşı her türlü müşkilat çıkarmaktan fırsat buldukça ihtilaller ika’ etmekten geri durmuyorlar. Kadeler Partisi Almanlarla tevhid-i mesai ederek re’s-i kara geçmek istiyorlar. Bugün Kiyef’de bu işi te’min etmekle meşgul olmaktadırlar. Bütün büyük Rusya içinde düvel-i merkeziyye ile tevhid-i mesai etmeye ve hal-i sulhda kalmaya razi olan yegane Rus partisi Bolşeviklerden ibarettir. Binaenaleyh bunları tutmak kendi prensiplerini kabul etmemek şartıyla bunlara müzaheret etmek bize terettüb eden bir vazife-i siyasiyyedir. Bu siyasetin şerait ve fevaidinden aşağıda bahsolunacaktır. Evrak-ı nakdiyyenin sukutu vesait-ı nakliyyenin hemen hemen ta’tili amele ücuratının yüzlerce defa tezayüdü mevadd-ı sınaiyyenin fıkdanı yüzünden köylülerin mahsulatlarını saklamakta ve ancak havayic-i zaruriyyelerini te’mine kifayet edebilecek kadar bir kısm-ı kalilini ortaya çıkarmakta oldukları cihetle şehirlerde kahtlık açlık hükümfermadır. Bu halin devamı şübhesiz şimdiki hükumet için büyük bir tehlike teşkil eder. Düşmanlarımızın da bu halden istifade etmek Şimdi Rusya’daki bu keşmekeşten bu tezebzüb ve anarşiden İ’tilafçılar ne suretle istifade etmek istiyorlar? Bu ahvale karşı ta’kıb ettikleri siyaset neden ibarettir? Gizli muahedeleri ifşa sulh-ı münferid akd ve düyunatı fart-ı hiddet ve kemal-i nefretle bakan İ’tilafçılar harb-i umuminin neticesini bütün bütün kaybetmemek için yeniden Rusya’yı harbe sokmak istiyorlar. İhtilalci sosyalistlere hürriyetten Alman emperyalizm ve militarizminden Brestlitovsk sulhünün ağır şeraiti haiz olmasından dem vurarak onları iknaa uğraşıyorlar. Alman sefirine karşı asker sevk etmesini geçen Mart’ın yirmi ikisinde resmen selamlamışlardı. Oktoberistleri de eski şa’şaadar Rusya’nın mecd ü şevketini ihya etmekle kendi emlaklerini satvetlerini saltanat usulüyle beraber iade eylemekle kandırmaya çabalıyorlar. Gerek bunları gerek Kazakları daha doğrusu bütün mürteci’leri Bolşeviklere karşı mütemadiyen teşvik ve tahrik ediyorlar. Hasılı Rusya’nın herhangi bir köşesinde Bolşevikler aleyhine bir hareket bir teşebbüs bir isti’dad varsa hemen onların imdadına şitab ederler muhtelif siyasi cemaatlar arasındaki ihtilafı muvakkaten ber-taraf ederek Bolşevikler aleyhindeki mesaiyi tevhide uğraşıyorlar. Sibirya ve Don Kazaklarına Çeh-İslavoklara gönderiyorlar. Askerce de yardımda bulunacaklarını da vaad ediyorlar. Şimali ve merkezi Rusya’daki mürteci’lere lerde bulunuyorlar. Onların fikirlerine göre yalnız para ve mevadd-ı harbiyye kafi değildir. Mevadd-ı sınaiyye yüklenmiş on trenin irsali yüz bin müsellah askerden daha müessir sayılır. Sibirya’ya sevk olunması lazım gelen kuvvet elli altmış bin kişidir. Fakat bunların hiç olmazsa nısfı kıtaat-ı fenniyye olmalıdır. Bunlar şimendüferleri ıslah ve sevkıyatı te’min edebilirler. Amerika’nın Japonya’ya karşı beslemekte olduğu esaslı şübheler olmasaydı daha çoktan Sibirya’da Japon hey’et-i seferiyyesi arz-ı didar edecekti. Hasılı İ’tilafçılar bütün faaliyet ve himmetlerini Bolşevikleri ıskat etmeye hasr ediyorlar. Bunun için her vasıtaya müracaat ediyorlar. Her çareye başvuruyorlar. Geceli gündüzlü uğraşıyorlar. Çünkü Bolşeviklerden başka re’s-i kara kim gelirse gelsin milletin iradesine rağmen harb tarafdarıdır. Şimdi buna karşı bizim ve müttefiklerimizin ta’kıb edeceğimiz siyaset neden ibarettir? Fikrimize göre hükumet-i seniyye evvelden esaslı bir program hazırlamadığı gibi bugün de ma’kul ve kat’i programı yoktur. Düşmanlarımızın i’tirafı vechile bu nadir fırsattan tereddüdden ve hazırlı olmamaktan dolayı ne kendimiz istifade edebildik ne de Rusya müslümanları evvelden esaslı ve etraflı anlaşa[ma]dık. Kuru hissiyatla hareket ederek vakitsiz tedbirsiz müslümanları tahrik ettik. Onun için şimdiye kadar bir şey olmadı. Yalnız Cenubi Kafkasya işleriyle uğraştık. Gürcülerin tahrikatına meydan bıraktık. Şimali Kafkasya’daki yiğit cengaver dindaşlarımızın işleriyle yakından alakadar olmadık. Bu gaflet ve ihmalimiz yüzünden Don Kazaklarının hükumetine oldu. Bundan sonra olsun dürüst bir siyaset-i İslamiyye ta’kıbine çalışalım. Rusya baygın bir haldedir. Tehlikesi tamamen zail olmamıştır. Buna güvenerek arka üstü yatacak zaman değildir. Vazifemizi ihmal edecek olursak maazallah eskisinden daha feci’ bir surette mevcudiyetimiz tehlikelere düşmüş olur. Binaberin Tal’at Paşa’nın yeni hükumetinden ciddi ve seri’ faaliyete intizar ederiz. Bu mesail hakkındaki fikrimizi arz ettiğimiz gibi erbab-ı rica ederiz. Bu mes’elede gerek ittihad-ı İslam tarafdarları gerek Turancılar ve gerek yeni moda ta’bire göre Türkiyeciler müttehiden çalışmaları lazım gelir. Ma’lumdur ki Almanya’da İngilizlerle uyuşmak için diğer menfaatlerini feda etmeye müstaid siyasi bir parti mevcud olduğu gibi Rusya ile ittifak ederek Osmanlıların menafiini feda etmeye mütemayil bir cemaat de vardır. Fon Gulman haklı yahud haksız olarak birinci partinin mümessili olmak üzere sayılıyor. İkinci partinin mümessili meye teşebbüs etmiş olmasından naşi sukut eden esbak Almanya Hariciye Nazırı Fon Yağo’dur. Fakat gerek haşmetli Almanya imparatoru hazretleri bizzat ve gerek askeri ve muhafazakar partilerinin kısm-ı mühimmi alem-i şecaatine daha fazla ehemmiyet ve kıymet vermektedirler. Menafi’-i müşterekeyi te’min maksadıyla akd-i ittifak ettikleri gibi bu ittifaklarını kemal-i samimiyetle idame de etmek isterler. Tabii Almanya’nın vaz’iyet-i coğrafiyye ve iktisadiyyesi siyaset-i hariciyyenin intihab ve ta’yininde en mühim avamildendir. İ’tilafçıların Almanya’yı boğmak emelleri bizim ve müttefiklerimizin süngüleriyle bi-avni Huda kırıldı ve ta Bahr-i Muhitlere kadar geniş bir saha-i faaliyyet açıldı. Binaenaleyh Almanya’ya ne kadar fayda te’min edebilirsek bizim siyasetimize o nisbette ehemmiyet vereceği tabiidir. Şimdiki vaz’iyete göre muhakeme ettiğimiz takdirde evvela Bolşeviklerle tevhid-i mesai edecek olursak bunların re’s-i karda kalmalarını te’min etmiş olduğumuz gibi i’tilafçıların da bütün harekat ve mesaisini ehemmiyetten düşürmüş oluruz. Rusya’nın ictimai inkılab ve mücadelatı ne kadar fazla ve devam ederse Rus tehlikesinden o nisbette uzaklaşmış ve kurtulmuş oluruz. Sonra Bolşeviklerin vaz’iyet-i iktisadiyyelerini ıslah etmekle bütün Rusya müslümanlarının istiklallerini de kazanmış oluruz. Yeniden istiklallerini te’min eden ve edecek olan memleketlerin menabi’-i ma’deniyye ve servet-i tabiiyyesinin inkişafı için Alman ve Avusturya’nın muavenetleri elzem ve faydaları muhakkaktır. Bu memleketlerden geçen yollardan İbnüssema’nın Çin la-yefna servetlerine Almanların yed-i iktidarları vasıl olabilir. Yine bu tariklerle İngiltere’nin medar-ı rif’at ve saadeti olan Hindistan’a varılır ve kemal-i sühuletle bu muannid ve hilekar düşmanın hakkından gelinir. Binaenaleyh biz böyle bir siyaset ta’kıb etmekle hem din kardeşlerimizin istiklallerini te’min ederiz hem kendi mevcudiyetimizi her türlü tehlikeden muhafaza etmiş oluruz. Hem de müttefiklerimize pek çok faydalar te’min düşmanlarımızın mahvına da pek büyük te’sirler lerin harekatından müteneffirdir. Onların vaz’ ettikleri prensiplerin intişar ve tevessüünden korkuyorlar. Halbuki Bolşeviklerin ifratı yüzünden sosyalizm nazariyatı ehemmiyetten sukut etti. Bu akıde-i siyasiyye iflas etti. Yalnız Avrupa’da kuvvet bulan bir şey varsa o da demokrasidir. Almanya ve Rusya arasında İstonya Litvanya Lehistan ve Ukrayna’dan müteşekkil vasi’ bir mıntıka mevcud olduktan sonra Bolşeviklerin aleyhinde harekete sebeb kalmamış olur. Fakat Almanya’nın Moskova sefiri katlolunmazdan birkaç gün evvel Berlin hükumetinin Kazaklara yardım etmeyeceğini Lenin hükumetine tebliğ ettiği halde Ceneral İhhorn Don Kazaklarının Reisi olan Ceneral Krasnof’a muzaheret etti ve payitaht olan Rostof’un ve civarındaki kasabaların Bolşeviklerden tathirine muavenet eyledi. Almanya ile Bolşevikler arasında bir i’tilaf husulünü biz menafi’-i siyasiyyemize daha muvafık görmekteyiz. Bahusus Fon Gulman’ın isti’fasından sonra Almanya dahilindeki ihtilafat-ı siyasiyyenin izalesi de pek mümkündür. Sonra Bolşeviklerin prensiplerinde müslümanlar lara sirayetini mucib esbab bizde yoktur. [ ] diyebiliriz. Binaenaleyh hükumet-i seniyye Bolşeviklerle Almanların arasını bulmak için icra-yı tavassut etmesi muvafıktır. Sonra müsaid bazı şerait ile Bakü’deki petrolden Bolşeviklere bazı istifadeler te’min etmek merkezi Asya’daki kitle-i islamiyyenin istiklali mukabilinde birkaç sene için Rusya’ya bazı hasılat-ı ziraiyye vaad etmek Sibirya’daki harekat-ı irticaiyyeyi mahv eylemek üzere Bolşeviklerle müslümanlar arasında bir ittifak te’sis eylemekle her iki taraf için büyük büyük menafi’ temin etmiş oluruz. Bir kere büyük Rusya kahttan kurtulur ecnebi müdahalatından mahfuz kalır İ’tilafçıların entrikalarına nihayet verilmiş olur. Sonra Türkistan Hokand ve Buhara müslümanlarının Hindistan’a karşı taarruz pek ziyade kolaylaşır. Almanlarla aramızda i’tilaf-ı tam hasıl olduktan sonra Bolşeviklere karşı böyle bir teklif yapılacak olursa kabulden başka bir cevap görmeyeceği şübhesizdir. Almanya ile i’tilafa gelince Hamburg ile Herat arasında darda olduğu için bu fikri maalmemnuniyye kabul ederler ve buna her suretle yardım ederler. Vaktiyle Kırgızları kendi vatanlarından tard ile Kazakları oralara iskan eden Çar hükumetinin icraatı hilafına olarak Bolşeviklerin yardımıyla onları oralardan çıkarmak Kırgızları eski yerlerine iade etmekle Kazan ve merkezi Asya’daki kitle-i İslamiyye arasında maniasız bir hakkından gelmek için bunu yapar. Fakat biz oranın mazlum müslümanlarının iade-i hukuk ve te’min-i istikballeri Bunun gibi bütün mes’elelerin halline imkan vardır ve biraz tedbir ve siyasetle oradaki bütün akvam-ı yetlerin Meclis-i Umumisi huzurunda Kafkasya’nın da ma’karlığının oralarda sirayet etmesinden izhar-ı endişe ederek hudud-ı şimaliyyenin vazıh bir surette ta’yin edilmesini le Rusya’nın Kafkasya’yı istila etmesine üssü’l-hareke vazifesini ifa etmiş olan Gürcülerin entrikalarına mahal bırakmadan Kuban nehrinden i’tibaren şimal ve cenubi Kafkasya’yı bir hükumet adderek buna müttefiklerimizin muvafakatlerini de istihsal etmelidir. Bu mes’elenin halli Elviye-i Selase’nin iadesinden ziyade mühimdir. Bunu halletmekle istikbalimizi esaslı ve kat’i bir surette te’min ettiğimiz gibi Lenin’in endişelerine de mahal kalmamış olur. Bu neticeyi elde ettikten sonra Kafkasya tarz-ı hükumetinin ta’yin ve takriri pek kolay olur. Ya saltanat yahud cumhuriyet şekillerinden biri olur. Ya konfederasyon yahud kanton usullerine göre idare olunur. Bu tün Kafkasya’ya şamil olan Büyük Kafkasya hükumeti teessüs etmelidir. Bu mes’ele hallolunmakla gerek bizim gerek Almanlar Bir kere Almanya için ta Çin’e kadar bir köprü başı açılmış olur. Saniyen oranın ma’denlerini bahusus Almanya’nın bütün ihtiyacatını tatmin edecek olan gayet zengin bakır ma’denlerini işletebilir. Salisen: Oranın bütün halkı müslüman hıristiyan memnun edilmiş olur. Rabian: Birinci Aleksandr zamanında oraya iskan edilen elli altmış bin Alman’ın istikbali de sağlam bir esasa rabt edilmiş olur. Sonra Ukrayna’nın nazar-ı hırs ve tamaından bir türlü kurtulamayan ve mevki’-i coğrafi ve askerisi sayesinde Bahr-i Siyah’a hakim bir vaz’iyette bulunan Kırım şibh-i ceziresi istiklalinin bütün düvel-i müttefikaca taht-ı tasdika alınmasına büyük ehemmiyet vermeliyiz. Bunu te’min etmekle vazifemizi ifa etmiş müslümanların hukuklarını muhafaza eylemiş kendi istikbalimizi de her türlü tehlikeden sıyanet etmiş oluruz. Alem-i İslam’ın en büyük dostu olduğunu Salahaddin-i Eyyubi’nin merkad-i mübarekinde i’lan eden Kayser Vilhelm’in hükumet-i muazzamasının muavenetiyle akvam-ı İslamiyyenin istiklallerini kazanmak hükumat-ı rı ile medeniyette terakkılerini te’min etmek ehemm-i vezaifimizdir. Bu hususta düvel-i merkeziyyenin dostane muavenetleri bizim için elzemdir. Hepimiz için bu kadar nafi’ olan projenin bir an evvel tatbikı zaruridir. Gaib edilecek vaktimiz yoktur. Kafkasya ve Kırım mes’eleleri muallak bir halde iken Sibirya Kazakları ile Çeh-İslovaklar garba doğru gitmekte iken Don Kazakları şimale doğru hareket etmeye çalışırken Vladivostok tarikıyle gelmesi melhuz olan Japonya’nın müdahalesi mevzu’-ı bahs olurken Morman tarikıyle ların müsellah yardımları meydanda iken muvakkaten buriyetinde oldukları halde hiçbir vakit ondan vazgeçmeyen Rusya’nın eski şevketini iade etmeye himmet eden Kadelerin Milyokof ayarındaki rüesası Kiyef’te Almanları dir ki gaib edilecek hiçbir vaktimiz yoktur. İhmal edersek Bolşeviklerin sukutu bugün olmazsa gelecek ayda olması melhuzdur. Bunlar sukut edince velev bir iki sene sonra olsun gerek müttefiklerimiz için gerek bizim için Rus tehlikesi başgösterir ve Rusya müslümanlarının istiklal ve halasına imkan kalmaz. Lenin hükumeti açık siyaset tarafdarı olduğu için biz de bu babdaki fikrimizi alenen söyledik. Hükumet-i seniyye şu sıralarda Hilafet ve saltanat siyasetlerine fazla ehemmiyet vermek mecburiyetindedir. Gerek Berlin’deki sefirimiz gerek Hariciye nazırımız ve gerek sair rical-i siyasiyyemiz bu mühim mes’eleyi halletmeye bezl-i himmet etmelidir. Bugünkü Bolşevik hükumeti hakkında söylenen sözleri iyice ölçüp biçmelidir. Bolşeviklerin bütün Rusya’da yegane sulh tarafdarı bir parti olduğunu daima aklımızda tutmalıyız. Müslümanlara karşı yaptıkları fenalıklar Çar’ın ve mürteci’lerin cinayetleriyle kıyas edilemez. Hiddet ve intikam hissinden ziyade akıl ve mantık siyaset ve menfaat muktezasına göre hareket etmek lazımdır. El-hasıl Rusya tehlikesinden tamamen halas olmak ve Rusya’daki din kardeşlerimizi de kurtarmak istiyorsak hiçbir dakıka fevt etmeden Moskova’da Berlin’de Viyana ve Peşte’de İstanbul’da berk-asa bir faaliyetle ciddi ve esaslı işler görmek esaslı ittifaklar hazırlamak kat’i ve sarih ve menafi’-i müşterekeye müstenid sağlam muahedeler akdetmek elzemdir. Düzce Ziraat Bankası Sandığı Me’muru Hasan Tahsin Efendi’ye: – eserinin ma’nası pek doğru olmakla beraber hadis olarak sübutu manzurun-fihtir. Bunu Hakim-i Nisaburi Müstedrek’inde zikretmiş ve sıhhatini iddia etmiş ise de Münavi’nin beyanına göre ehl-i hadisin muhakkıkları reddetmişlerdir. Kitab-ı Kerim ibadat ve muamelat hususlarında bir kısmı nass-ı sarih şeklinde bulunan kısm-ı digeri kavaid-i usuliyyeye tevfikan ayat-ı Kur’an iyyeden istinbat olunan bir takım ahkam ortaya koymuştur. Gerek ibadat gerek muamelat i’tibariyle Kitab-ı Azizi derin bir nazar-ı im’an ile tedkık ve teemmül edenler onun nasıl bahir hikmetleri muazzam faideleri ulvi maksadları ihtiva etmekte olduğunda şek ve tereddüde münkir ve muanidleri bile teslim ve i’tirafa mecbur edecek hikem-i baliğa fevaid-i bi-nihayesi vardır ki tefsirimizin mebahis-i müteallikasında bunlara dair ma’lumat-ı mufassala vereceğiz. Evet akl-ı beşer kasır olduğu için ahkam-ı Kur’an iyye tahtında mündemic olan gayat-ı ilahiyyenin kaffesini hikmet-i meşruiyyeti saha-i akıl ve idrakimizden uzaktır. Fakat bu ahkam-ı mebhusenin te’min-i hikmet ve maslahat yahud def’-i mazarrat ve mefsedet kabiliyetinden mahrum olduğundan değil belki onun ihtiva ettiği maani-i ledünniyyeyi idrakden akıllarımızın aciz ve kasır olmasından neş’et etmektedir. Kur’an’da nice ali hikmetler var ki asırlarca basiretlerimize hafi kalmış olduğu halde tecarib ve hadisatın te’yidat-ı mütevaliyesine mazhar ola ola enzar-ı i’tibar önünde bir bedr-i dırahşan halinde lamia-nisar olmaya başlamıştır. Bu gibi şeylerden etrafıyla bahis ve tenkıdi mevakı’-ı aidesine ta’lik etmekle beraber şurada umumi birkaç söz söylemeden geçmeyi arzu etmiyoruz: Kur’an -ı Hakim’in ihtiva ettiği ahkamın kaffesinde gerek hikmeti ma’lum olsun gerek akıllarımız bugüne kadar gayat ve makasıdına nüfuz edememiş bulunsun behemehal birer maslahat beşeriyeti hidayete saik bir fazilet mündemicdir ki bunların hepsi insanların bütün envaıyla ibadatın Cenab-ı Hakk’a muhtas olduğunu bilmeleri adab-ı beşeriyyeye sedid ve kavim bir mecra ta’yiniyle beraber maaş ve maada müteallik hallerini zemin ü asmana müteallık mevcud olan ahkamı te’yid edecek bir nice hakayık tecelli ettirmekte olduğu gibi bir taraftan da heves-i istiknah ve tedkık ukul-i beşeri bazı ahkamda henüz hafi kalmış olan hikem ü serairin peyderpey keşf ü ıttılaına sevk edecektir. Zaten asılları i’tibarıyla bu kabil ahkam diğerlerine nisbet edilecek olursa mikdarları parmakla sayılabilecek kadar azdır. Kur’an-ı Kerim sair kütüb-i edyan gibi olsaydı muhteviyatını kabul ve teslimden başka bir çaremiz yok der mevzu’-ı bahis olan ahkamın müstenid olduğu ilel ve gayata peyda-yı ıttıla’ etmek için inceden inceye tedkıkata girişmeye kendimizde bir hak ve salahıyet görmezdik. Fakat böyle bir hareket İslam’ın müesses olduğu kavaid-i metine ve hikem-i baliğaya münafi düşeceği gibi din-i Kur’an’ın haiz olduğu imtiyaz-ı mahsusu da fıtri şeklinde tecelli etmesi ve bunun o dine has bir meziyet olduğunda şübheye mahal olmaması onun bir eser-i feyz ü ni’metidir. Böyle olunca Kur’an’ın ahkamından Başmuharrir hiçbiri fıtrat-ı beşeriyye ve kavanin-i ictimaiyye mukteziyatına münafi olmayan bir kitab-ı fıtri olduğunu bir hakıkat-i sabite olarak kabul etmek zaruridir. Üstad-ı hakim Şeyh Muhammed Abduh rahimehullah diyor ki: İslam gerek kevn-i kebir alem gerek kevn-i sagır insanda vakit vakit runüma olan hadisat karşısında aklın saplanmak isti’dadını gösterdiği evham ve hayalatı bir hakıkat olarak kabul ve takrir etmiş olduğu atideki kanaat ve i’tikad sayesinde esasından söküp atmıştır: Sun’-ı aleme mevdu’ olan ayat-ı kübra Cenab-ı Fatır-ı Hakim’in ilm-i ezelisinde ta’yin etmiş olduğu kanunlar dairesinde cereyan etmekte olup hadisat-ı cüz’iyye bunların tağyir ve ihlali hususunda haiz-i te’sir değildir. Şu kadar var ki bu ayat-ı kübra-yı ilahiyyede Cenab-ı Hakk’ın bir eser-i sun’ ve hikmetini görmemek bunların harika-i tecellisi muvacehesinde Sani’inin kudret ve azametini bir lisan-ı huşu’ ile yad etmemek mukteza-yı ubudiyyetle kabil-i te’lif olamaz. Hadis-i şerifte “Şems ile kamer Cenab-ı Hakk’ın ayat-ı kudretinden birer ayettir ki duçar-ı husuf olmaları kimsenin ölmesi kalmasıyla alakadar değildir. Binaenaleyh husuf görürseniz Allah’ın kudret ve azametini yad ediniz.” Şu hadis-i şerif sarahaten anlatıyor ki ayat-ı kevnin her biri inayet-i ezeliyyenin bir takım kavanin-i asliyyeye müstenid olarak vaz’ ve ta’yin etmiş olduğu nizam-ı vahid üzere cereyan edegelmektedir. Hazret-i Üstad beyanatına devam ederek diyor ki: Ümmetlerin ahvaline gelince; Cenab-ı Hakk’ın bil-cümle şerayi’-i ilahiyyeye tevdi’ etmiş olduğu ruh ki insanın fikrini tashih etmesi hakıkati görmeye alışması amal ve hevesatına hakim olması müşteheyat-ı nefsaniyyesini mahdud bir daireye hasr etmesi her işe yoluyla başlayıp makasıd-ı hayriyyesini elde etmek için esbabına tevessül eylemesi emaneti muhafaza ve insanlarla olan münasebatında uhuvvet birr ü ihsana tealluk eden hususata muavenet hayır ve şerde ebna-yı nev’ine ibraz-i hüsn-i niyyet kaydından vareste kalmaması ve saire gibi bir takım fezail-i esasiyyenin menşeidir ümmetleri hakıkı bir hayata ahiretten evvel dünyada kendilerini saadet-i kamileye mazhar edecek olan işte o ruhtur. Ümmetler münasebat-ı ictimaiyyelerinde bu ruhu muhafaza ettikçe Cenab-ı Hak hiçbir vakit onlardan ni’metlerini selb etmez. Niam-ı ilahiyyenin kulları üzerinde mi’yar-ı tezayüd ve tenakusu o ruhun derece-i kuvvet ve za’fıdır. Bu ruhun ufulünü rahat ve saadet-i akvamın da zevali ta’kıb eder; hayattan nasibleri izzet yerine zillet ve meskenetten kesret ve kuvvet yerine za’f ve kılletten refah ve asayiş yerine mihnet ve şakavetten rahat yerine meşakkatten ibaret olur. Sonra da Cenab-ı Hak üzerlerine ya bir takım zalimleri yahud erbab-ı ma’deleti taslit ederek onlar vasıtasıyla saha-i kevnden vücudlarını silip süpürür. Bir kere de bu hal tahakkuk ettikten sonra artık ah u eninin büka ve feryadın te’siri suri amellerin faydası görülmez; dualar müstecab olmaz. İnsanların bu teakub eden felaketlerden kurtulmaları için bir çare kalır ki o da bu ruh-ı feyyazın tekrar saye-i atıfetine sığınmak; zikir ve fikir sabır ve şükür gibi fezaili tavsit ederek onu suud etmiş olduğu asman-ı rahmetten tekrar kendi sahalarına tenezzül ettirebilmektir. Cenab-ı Üstaz bu bahse şu sözlerle hitam vermektedir: Şu beyan ettiğimiz şeyler mülahaza edilirse anlaşılır ki İslam fezail-i esasiyyeden havze-i kemalatına almadığı bir fazilet mekarim-i asliyyeden tecdid ve ihya etmediği bir mekrümet kavaid-i nizam u intizamdan takrir ve te’yid etmediği bir kaide bırakmamıştır. İslam’ın bu mehasini neticesidir ki insan sinn-i rüşde vasıl olur olmaz hürriyet-i fikriyyesine nazar ve istidlal hususunda istiklal-i aklisine tamamıyla sahib olur; ahlak ve secayasını tehzib azm ü Kur’an -ı Azimi bir fikr-i im’an ve tedebbürle tilavet edenler şübhesizdir ki İslam’ın bu gibi mehasin-i bi-nihayesine aid bitmez tükenmez hazain keşfederler. İsbat-ı rüşd edenin vesayete melekat-ı akliyyesi kemale erenlerin velayete ihtiyacı var mıdır? Asla. Şu serd ettiğimiz hakıkatlerle rüşd ü sedad yolları zeyğ u fesad girivelerinden temeyyüz etmiş insanlara saadet-i maddiyye ve ma’neviyyenin aksa-yı meratibine vasıl olabilmek için şehrah-ı hidayete salik olmaktan yed-i rahmetin kendilerine ithaf etmiş olduğu ni’metlerden istifadenin yolunu bilmekten başka bir şeye ihtiyac kalmamıştır. AYAT-I KUR’AN İYYE Sure-i Bakara ayet Mü’minlerin aded ve kuvvetinde kıllet bulunduğu bir zamanda idi ki her taraftan adavete ma’ruz kalmışlar eylemiş oldukları halde yine onların ahvalini teşvişten ve nası onlardan men’den geri durmuyorlar idi. Hicret ettikleri yerlerde de Yahud’un buğz u mekrine ve münafıkların tecessüs ve keydine duçar oluyorlar idi. Süfeha’-i nas tahvil-i kıble hususunda gunagun hezeyanlar tefevvüh ediyor ve hatır u hayallerinden geçen her rezalet ve şenaati icra eyliyorlar idi. Maksadları vahdet-i ümmeti ihlal ve cem’iyet-i İslamiyyeyi muzmahil ve perişan etmek suretinde tasvir eyledikleri tahvil-i kıblenin haddizatında ecell ü ekber-i ni’met olduğunu ve ta’lim-i kitab ve hikmet ile kuvve-i nazariyyelerini ve fezail-i ahlakıyye ile kuvve-i ameliyyelerini tenmiye ve ikmal eder içlerinden bir peygamber irsal edip bunun da bir ni’met-i uzma olduğunu beyan ile bu niam-ı celileye zikir ve şükür ile mukabele edilmesini emretmişidi. Şimdi de mü’minlerin hakkı te’yid ve fazilete nusret yolunda giriftar olacakları müşkilata tahammül ve sebat ile mukavemet eylemeleri vücubunu şu vech ile beyan buyuruyor: Ey iman edenler! Sabır ve salat ile tahammül ve niyaz ile ve münacat-ı mü’minin olan namaz ile istiane edin. Allah sabredenler mül ve sebat edenleri te’yid eder. Sabır nefiste melekat-ı hayrı tenmiye eder camiu’l-fezail bir fazilettir. Hiçbir fazilet yoktur ki onun esası sabır olmasın. Bir hakkın isbatı veya bir batılın izalesi veya bir akıdeye da’vet veya bir fazileti te’yid veya terbiye-i ümem gibi a’mal-i azime ve keşfiyat-ı ilmiyye veya mebani-i cesime gibi mesalih-i ammeye tealluk eden külliyat-ı umur hep sabır ile mihen ü meşakka tahammül Kitab-ı Kerim’inde yetmişten ziyade mevzi’de sabrı zikir buyurmuş ve sure-i Asr’da tevasu bi’s-sabrı hüsrandan necata sebeb kılmıştır ve bunun içindir ki Resul-i zi-şan efendimiz ve sahabe-i kiramı hak yolunda mekarih ve şedaide tahammüle nefslerini i’tiyad ettirmeleriyle sabrın akıbet-i mahmudesine nail oldular ve kıllet ve za’flarıyla beraber Cenab-ı Hak kendilerini kuvvet ve kesreti bulunan ümem ve akvam üzerine mansur ve muzaffer kıldı. Meleke-i sabrı istihsalden kendini aciz gören bir maksad-ı necib ve aliyi husule getirmek için sebat ve celadet göstermeyen nefsine hain ve Cenab-ı Hakk’ın kendine sini istihkar ile Allah’ın kendisine olan ni’metini istihkar etmiş ve nefsinde bu aczi ihsas ile kendi aleyhine cemi’-i fezailden mahrumiyeti tescil eylemiş olur. Sabır bir lafz-ı amdır vukuatın ihtilafına göre ıtlakı muhtelif olur. İmam Gazzali rahmetullah İhyau’l-ulum’da sabrı şöyle taksim ediyor: “Sabır iki nevi’dir; birisi bedenidir meşakka beden ile tahammül ve onun üzerine sebat eylemek gibi. Bu da ya bil-fiil olur a’mal-i şakkayı teati etmek gibi; yahud bi’t-tahammül olur darb-ı şedide ve elem-i azime ve cerahat-ı haileye sabır gibi. İkinci nev’i sabr-ı nefsanidir bu da nefsi muktezıyat-ı şehvet ve müşteheyat-ı tab’dan men’ eylemektir. Bu nevi’ şehvet-i batın ve fercden sabır ise “iffet” tesmiye olunur. Bir mekruhe tahammül ise sabrolunan mekruhun ihtilafına göre onun inde’n-nas esamisi muhtelif olup bir musibet hengamında olduğu takdirce ona münhasıran “sabır” halet müzad olur. Gına halinde ise ona “zabt-ı nefs” tesmiye olunur; buna “batar” tesmiye olunan halet müzad olur. Muharebede olursa ona “şecaaat” ve muzaddına “cübn” denir. Kazm-ı gayz ve gazabda olursa ona “hilm” ve muzaddına “nezak” denir. Kederli bir hadise vukuunda olursa ona “rahbu’s-sadr” ve mukabiline “zucret” ve “nedem” ve “dik-ı sadr” denir. İhfa’-i kelamda olursa ona “kitman-ı nefs” ve sahibine “ketum” denir. Eğer fuzul-i ayşden olursa ona “zühd” ve mukabiline “hırs” denir. Ve eğer maldan bir mikdar-ı yesir üzerine olursa ona “kanaat” ve mukabiline “şirre” denir ila-ahirihi.” cami’ bir ümmü’l-fezaildir ve Cenab-ı Hakk’ın bu ayette kendileriyle bile olduğunu haber verdiği ve ayet-i atiyyede kendilerini tebşir ve birçok ayetlerde medh u sena buyurduğu “sabirin” ile murad bu evsaf-ı aliyyeyi haiz olanlardır. Yoksa mağmum ve me’yus olarak şedaide sırf acz ü atalet ile nigeran olanlar değildir. Faraza Avrupa ve Amerika’nın bilad-ı mühimmesinde İslamiyet aleyhinde matbuat ile neşriyatta bulunulur veyahud mecami’-i umumiyyede muhadeseler konferanslar verilirse buna karşı kavanin ve secaya-yı İslamiyyeyi tebyin ederek te’yid ve isbat-ı hak yolunda mücahedat-ı fikriyyede bulunmayıp da kuşe-i inzivaya çekilenler sabirinden addolunmazlar. Hakkı te’yid ve muktezasını ifa hususunda sabır maz ile istianeye gelince buna ihtiyacın sırrı namazlarında huşu’ eden musallilere ancak münkeşif olur. Ma’lumdur ki hakıkat-i salat yalnız kıyam ve rüku’ ve sücud ve kıraate dair suret-i ma’lumeden ibaret değildir; namazda musalli için huşu’ lazımdır. Fahşa’ ve münkerden men’ eden ve ashabını Kitab-ı Aziz’in sıfat-ı fazıla ile birçok yerlerde zikreylediği namaz huşu’ ve huzua makrun olan namazdır. Huşu’ ve huzu’ ile eda’-i salat olundukda kalb heybet ve celal-i ilahiyi şuura müstağrak olur ve azamet ve kemal-i saltanat-ı Samedaniyye ile dolar da musalli Allah yolunda her emr-i düşvar ve müşkili hafif görür ve binaenaleyh her belaya tahammül ve her mihnet u meşakkate mukavemet ona sehl ü asan olur. Zira Allah yolunda karşı gelebilecek ne tasavvur eylese Mevla’sını ondan ekber görür ta bir dereceye vasıl olur ki Allahü ekber… Allahü ekber… dedikçe onun nefsinde marziyy-i bu cihetle Zat-ı ecell ü a’lanın lutf u kereminden istimdad buyurulup da denilmemesi maunet-i ilahiyyenin menatı sabır olduğuna tikakın illiyetini ifade eder. Buradaki maiyyet maiyyet-i maunettir denilmiştir. Demek sabirin Cenab-ı Hak’tan maunet ile mev’uddurlar muini Allah olana ise hiçbir şey galebe edemez. Hülasa sünnetullah budur ki a’mal-i azimenin tamama erişmesi ve sahibinin muvaffak olması ancak sebat ve istimrar iledir ve sabır etmeyen sünnetullahtan udul eylemiş olduğundan Allah onunla bile değildir. Binaenaleyh maksad ve gayesine nail olamaz. Ulum-ı İslamiyye demek gerek ma-tahte’t-tabia ve gerek ma-fevka’t-tabiaya nisbet ve izafeti dahi nazar-ı dikkate alınmak haysiyetiyle ferden ve cem’an nüfus-ı demektir. Bu i’tibar ile ulum-ı İslamiyyenin mevzu’-ı umumisi ferden ve cem’an nüfus-ı insaniyye olup mebadisi de kainatın tabakat-ı sairesine müteallik ulum ve fünundur. İşbu mevzu’-ı umumi mevzu’-ı Kur’an demek olduğundan ulum-ı İslamiyyenin cins-i alisi de ilm-i Kur’an’dır. Bunun için Kur’an’da ruh-ı beşeriyyete aid maarif-i ledünniyye esas olarak musarrah diğerleri mebadi olarak mermuzdur. Bu ilm-i umumiye hikmet-i İslamiyye ve fıkh-ı mutlak dahi ta’bir olunur. ayet-i celilesi hikmet ve hadis-i şerifi fıkh-ı mutlak isimlerini ta’yin ederek şeref-varid olmuştur. Bir cem’iyet-i İslamiyye içinde bu ilmin tahsil ve ta’mimi ile muvazzaf bir sınıfın muhafaza-i mevcudiyyet etmesi ve ettirilmesi lüzumunu natık olan ve ayet-i kerimesi de fıkh-ı mutlak üzerine şeref-nazil olmuştur. İmam-ı A’zam Ebu Hanife hazretleri fıkh-ı mutlakı diye ta’rif buyurmuştur. Yani fıkh-ı mutlak nefsin leh ve aleyhine aid mesaili bilmesidir. Buna göre ma’rifetü’n-nefs diye tercüme edebileceğimiz ve fünun-ı felsefiyye miyanında okuduğumuz psikoloji mebadiden ve fakat en karib mebadiden ma’dud olur. Evail-i İslam’da müctehidin dediğimiz ulema’ ulum-ı sizin fıkh-ı mutlak halinde tahsil ve tedvin ediyorlardı ve o zamanlar mahazin-i ulum kitaplar değil dimağlardan hikmeti henüz inkişaf etmemiş tedavül-i kütübe daha ehemmiyet verilememişti. Kitap olarak yalnız Kur’an bulunuyordu. Kitab-ı kainatın muammayatı Kur’an’dan Kur’an’ın mücmelatı da ondan okunuyor ve nev’-i beşer ebedi ve na-mütenahi bir istikbale doğru bir gaye-i saadet bir ruh-ı ıstıfa ile tefekkür ve teakkula sevk olunuyordu. Her atılan hatve-i ilmiyyede aheng-i ittisali te’min eden an’ane ise nukul ve nusus-ı İslamiyye olarak teessüs ediyor ve bu teessüse ciddi bir ehemmiyet verilmek için bütün anasırı mazbut tutuluyordu. Bu suretle tevessüe başlayan medeniyet-i İslamiyyenin medeniyat-ı saire ile delk ve temasa girişmesi üzerine bit-tabi’ vücuh-ı terakkı küşayiş buluyor ve o küşayiş nisbetinde nezaket kesb ettikçe aheng-i ittisalin de ehemmiyeti artıyordu. Aheng-i ulumu olmayan bir cem’iyetin aheng-i medeniyyeti yoktur. Aheng-i ulumun kıvamı ise an’anesi aheng-i ittisali ile kaimdir. İbtidaide bir i’dadide bir başka alide daha başka aheng içinde tahsil gören bir talebenin bidaası ibtidailikten kurtulma ihtimali nasıl yoksa ulumun ve şuun-ı medeniyyenin mazi ve hal ve istikbal arasında aheng-i ittisali muhafaza edilemediği müddetçe yine aynı neticeyi verir. Bugünkü Avrupa medeniyetinin Yunan ve Roman medeniyetine öyle bir aheng-i ittisali vardır ki bunu adeta bir hatt-ı müstakım üzerinde müşahede etmek mümkündür. Arada hadd-i fasıl ve mihver-i ve lakin işlerine yarayan mezayanın kisvesi atılıp başına şapka geçirilmedikçe hatt-ı mezkur üzerinde canişin olmasına Ahiren bu aheng-i ittisalin muhafaza edilememesinden dolayı bir neş’et-i ibtidaiyyeden diğer bir neş’et-i mebadi ve menabiin ve gerek nefis mevzuunda dahil aksamının tertib ve tasnifine lüzum hissettirmiş ve evvelemirde fıkh-ı mutlak i’tikad amel ahlak kısımlarına si idrakat ve idrakata müstenid ef’al ile bu ikisi arasında nazım-ı münasebat olan irade ve ihtiyar gibi temayülat-ı vicdaniyyede hülasa edilebilir. Bu sebeble idrakat-ı beşeriyyenin en umumileri içinde iman ve i’tikada seza desatir-i umumiyyeden bahis olan ilme fıkh-ı ekber ve nam-ı aharla ilm-i akaid ve kelam ve ef’al ve ameliyata müteallik olan ilme de yalnız fıkıh ve i’tikadat ile ef’al arasındaki münasebat-ı vicdaniyyeyi tasfiye ve terbiye edecek olan ahlakıyata da tasavvuf isimleri verilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki fıkıh ahiren yalnız ameliyata alem kalmıştır. Zira İslamiyet’te hedef-i beşeriyyet hükm-i celili mucebince hüsn-i amel olduğuna telmihen fıkh-ı mutlakın ismini en müsmir nev’ine tahsis edivermişlerdir. Şübhe yoktur ki nefs-i ma’rifet i’tikad ve ahlak ümmü’l-fezaildir. Fakat bunların illet-i gaiyye-i kemali faaliyetteki hüsn-i te’sirlerinden ibarettir. Faaliyeti olmayan insanlar ne olurlarsa olsunlar gaye-i hilkatten mütebaiddirler. İslamiyet’in hikmet-i esasiyyesi ise işbu faaliyeti yalnız mehasine hasr edecek surette terbiyedir. Bu ulum-ı selasenin iki nevi’ mebadi ve menabii vardır. Birisi yalnız fıtrat-ı umumiyyeden müstefad olan ulum-ı akliyye-i beşeriyye diğeri de nukul ve nusus-ı İslamiyyedir. Ulum-ı akliyye ulum-ı beşeriyyetçe istikmal olunacağı tedvin ve tasnifiyle tehassus ve imtiyaz etmişler ve bu suretle ulum-ı selase-i mezkureden maada ilmü’l-lisandan Arabiyat vücuh-ı kıraat ilm-i tefsir hadis siyer ve tabakat tarih-i İslam ve bir de bu mebadi ve meahizden fıkhın suret-i iştikakı ile kavaid-i asliyyesini gösteren usul-i fıkıh nam ilimleri tasnif eylemişlerdir. Bu i’tibar ile medeniyet-i İslamiyye iki nevi’ darülfünuna medrese-i külliyyeye arz-ı ihtiyac eder: Birisi sırf ulum-ı akliyye-i umumiyyenin terakkısine diğeri ulum-ı İslamiyyenin terakkısine sai bulunsun. Evvelki medeniyet-i İslamiyyenin anasır-ı cedidesini istihsal ikinci bu anasır-ı cedidenin aheng-i ittisalini bularak künh-i medeniyyete idhal ile meşgul olsun. Usulün hüsn bahsinde “Akl-ı müdrik şer’-i hakimdir.” düsturu bunu amirdir. Balada görüldüğü üzere bugün fıkıh denilince ilmü’l-amel demek olan kısım kasdolunuyor. Ulum-ı İslamiyyenin cümlesi bunun inkişafına müteveccih bulunuyor. dadır. Bu fıkıh ma’ruf bir cem’iyet-i İslamiyyenin müdrekat-ı akliyyesini ne kadar ihata eder ve onu ne derece hüsn-i tesviyeye iktiran ettirirse saadet-i medeniyye o nisbette medeniyye tabiatıyla metruk kalır. İlm-i akaidin ilk telkın ettiği düstur “Alem mütegayyirdir tegayyürü ile beraber ahengini tutan bir nizam-ı kudret vardır.” düsturlarıdır. cümlesinden olduğu için müdrekat ve ef’al-i beşeriyyenin yevmen fe-yevmen tegayyür ve tezayüdüne iman olunması ve aheng-i beşeriyi tutacak olan nizam-ı kudretin dahi bu hadisat-ı mütezayideye birer hükm-i şer’i ta’yin ederek ihata etmesi lüzumu vareste-i iştibahtır. Şu kadar ki bu hüküm cüz’iyetinde müteceddid olduğu kadar da aheng-i küllisinde sabittir. Aheng-i ittisali muhafaza edecek ve min-evvelihi ila-ahirihi silsile-i hayat mecmuuna müsavi olacak desatir-i umumiyyede sabit olmak lazım gelir. Bu desatir-i sabite-i umumiyye Avrupaca hukuk-ı tarihiyye hukuk-ı tabiiyye kavanin-i ictimaiyye-i beşeriyye düsturları altında yad olunuyor. Biz ise bu desatiri kitap ve sünnette şeref-varid olan nusus-ı şer’iyyede bir lisan-ı natıkla memzucen buluyoruz. Nusus-ı şer’iyye nizam-ı alem gibi hükmünde dahil ve bunların zaman ve mekan ve eşhas i’tibarıyla hasıl olacak müdrekat-ı cüz’iyye-i akliyyeye temas noktasından tefri’ olunacak ahkam-ı müctehedün-fiha fehvalarına aid olup medihasına mazhar olan ulemanın kifayetine mevdu’dur. Bu ümniyeti hüsn-i isti’mal eden ulema havadis ve havaic-i mütegayyire ve mütezayide-i beşeriyyenin desatir-i umumiyye dairesinde ahkam-ı müteceddidesini istihrac etmek lazım geldiği gibi emrince icra-yı hükumet edecek kuvvetlerin vazifesi de bunları efkar-ı ulemadan bi’t-tenkıh sahne-i hayata atmaktır. Mecelle’nin birinci maddesinde “Fıkıh mesail-i şer’iyye-i ameliyyeyi bilmektir.” diye ta’rif olunmuştur. Mesail-i şer’iyye-i ameliyyenin ma’nası ise bu a’malin hüsn ü kubuh nokta-i nazarından ahkamı demektir. Bu ahkam nefsin leh ve aleyhine aid olarak evvela iki vücuba taksim olunur. Lehtekiler hak aleyhtekiler vazife demektir. Bundan hüsn hükmünü haiz olanlar evamiri kubh hükmünü haiz olanlar ise nevahiyi teşkil ederler ki ma’mulün-bih olanları kanunlarımız olur. Bu ahkam asıldır. Vücub ve hürmet delil ile sabit olup asıl muvazene-i le; hürmet terke aid olduğu cihetle hürmeti dahi vücub-ı terk ile tefsir ederek vücuba irca’ mümkündür. Binaenaleyh tekalif-i beşeriyyenin hülasası vücubdan yani vücub-ı leh ve vücub-ı aleyhten ibaret olur. Bu vücub yine nilir. Evvela nefs-i vücub saniyen vücub-ı eda sabit olur. Bundan sonra da ef’al-i beşeriyyenin bu tekalife suret-i hati ile teklifi iskat edip etmeyeceği cihetine bakılır ve bütün bu tedkıkatın mercii leh ve aleyhe hüsn ve kubha müncer olur. Bu ahkamın illet-i sübutu mevcudiyet-i insaniyyedir. Bunun için şeriat-ı İslamiyyede hukuk-ı ferdiyye vahdet-i cinsiyye üzerine müesses hukuk-ı mütesaviyedir. Hukuk-ı umumiyye ise yalnız cism-i ictimai üzerine değil ruh ve cism-i ictimai üzerine müessestir. Cism-i ictimainin teşkil ettiği teavün-i iktisadi ise teavün-i iştirak teavün-i mübadele teavün-i ihsan olarak üç kısımdır. Teavün-i iştirak; mütecanis sermayelerin veya mütecanis sa’y ü amellerin veya her ikisinin terakümü noktalarıdır ki vezaif-i hükumet asıl bunlara mümastır. Teavün-i mübadele; muhtelif sermayelerin veya muhtelif sa’y ü amellerin birbirine kalbine aiddir ki aralarında hacet i’tibarıyla muadele ve adem-i teşevvüş nazar-ı dikkate alınır. Teavün-i ihsan; zaidden nakısa ilave ile halel-i ictimainin seddine raci’dir. Mesela ahkam-ı evkafta irsadat teavün-i Medeniyet-i İslamiyye teavün-i iktisadi i’tibariyle bugünkü Avrupa medeniyetiyle komünistler arasındaki fasl-ı müştereki gösterir. Menafi’ ve ağraz-ı iktisadiyyeden başka efradı cem’iyete rabt eden bir amil ve mesalih ve menafi’-i umumiyyeyi umumun beka-yı ebedisine şamil bir fikr-i necib-i ulvi ile fedakarane ta’kıb ettiren bir ruh vardır ki o da yine ilm-i akaid mucebince fikr-i ahiret ve havf ve reca-yı zır fünun-ı felsefiyye ulemasının insanlarda zaruri veya kesbi veyahud ikisi mecmuu olmak üzere sübutuna kail olup durdukları bu fikir diyebilirim ki bazı siyasiyyunun riyyede en büyük vasıta-i iltiyamdır. Tabakat-ı siyasiyye denmese bile tabakat-ı ictimaiyyenin ekseriyeti bununla kaimdir. Avrupa’da kiliseye gitmeyenler ender görülüyor. Bugünkü siyasiyyun bir hey’et-i ictimaiyyenin bundan büsbütün tecridiyle hasıl olacak netaici henüz tecrübe etmemişlerdir. Desatir-i İslamiyyeye nazaran ru-yı arzda nev’-i beşerden bu fikrin irtifaına kadar kıyamet kopmayacaktır. Bu fikrin imhasına hadim bir cem’iyet de vardır. Fransa Grand Oryanı bunların pişvasıdır. Sebtember tarihinden beri muharrerattan esmaullahın ref’ini küçük himmeti kitaplarını ismullah zinetinden mahrum tutmaktır. Böyle fikr-i ahiret ve fikr-i mehafetullahı ref’e çalışanlar bile vicdan mesailini fikr-i istikbal ve fikr-i tarihi bunun makamına ikame etmek mecburiyetine düşmüşlerdir. Çünkü cem’iyatın rabıtası olan ruhların bir vahime olduğuna zahib olduklarından fikr-i ahireti takliden tarih korkusu gibi bir takım vahime-i vicdaniyye tevlidine çalışmışlardır. Halbuki tarih korkusu madde ile ruhun ruhaniyet ile cismaniyetin ayrı ayrı birer vücud olduklarına kail olan dualite yani isneyniyet tarafdarlarının kabul ettiği haşr-ı ruhaniden başka bir şey değil gibidir. Bugün “Tarih korkusu taşımayan insanlar menafi’-i ammeye ne hubb-i vatan ne hubb-i milliyetle çalışamıyorlar hepsini menfaat-i şahsiyyeye tevfik ediyorlar. Bu gibilerin ise cem’iyette vücudu mühlik ve müstehlik olmaktan başka bir şey olamıyor.” denilmektedir. Fikr-i ahiret bil-cümle edyan-ı semaviyyede mevcud na bir hüsn-i şümul ile tevfik etmek olmak ve ezvak-ı acile-i cismaniyye ile bir aheng-i mu’tedile tabi’ tutmak din-i İslam’a mahsustur. Edyan-ı sairede ezvak-ı tabiiyye-i beşerin keyfiyatından değil kemmiyetinden tarh ve fedakari mecburiyeti vardır. Bu edyana kemal-i i’tisam bazı envaından suret-i daime veya muvakkatede mahrum kalıyorlar. Halbuki İslamiyet’te ezvak-ı beşeriyyenin her nev’i için bir şekl-i meşru’ mevcuddur. Menafi’-i umumiyye yalnız keyfiyattaki ta’dil ile menafi’-i ferdiyye de kemmiyetten istifade ile kaimdir. Tam bir müslüman hukuk-ı mütesaviye-i şahsiyye hükmünce şehevat-ı tabiiyyesinin her nev’ini meşruan istifa edebilecek faaliyete ve yalnız keyfiyet ve suret-i istifada ibraz-ı takva ve fedakariye bunu da fikr-i ahiret ile telafiye sevk olunur. Bundan dolayı İslamiyet’te fikr-i ahiret daha müstemir müeyyidata muhtacdır. Bina-berin terbiye-i İslamiyyenin az çok nüfuz ettiği ümmetlerde bu hususun büyük mazili bir te’sir-i kavisi vardır. Bu sebebe mebnidir ki felsefe-i idare ve ictimaiyye nokta-i nazarından düşünüldüğü zaman terbiye-i İslamiyyeden müteessir olmuş akvamın bu i’tikadlarını ihlal ve tevhin etmek hatarnaktır. Maazallah bir müslümanın veya bir müslüman evladının ahiret ve mehafetullah fikri duçar-ı halel olursa o adam menfaat ve ağraz-ı şahsiyyeye perestiş i’tibarıyla alemde en muzır bir unsur olur. Onun nazarında hubb-i nev’ hubb-i vatan menfaat-i amme tarih korkusu denilen şeyler gayet gülünç şeylerden fazilet ve meziyet rik-i dünya olarak gulüvv-i dine sapanlar nasıl atalet-i teşettüt-i ictimai husule getirir. Salifü’z-zikr fikr-i ahiret daman-ı vazife demek olan fikr-i mes’uliyyetin istikbal-i na-mütenahiye doğru inkişaf ve idamesi olmak üzere İslamiyette bu kadar mühim bir amil olmasına mebni fıkhın ef’al-i beşeriyye hakkında hüsn ve kubuh i’tibarıyla takdir edeceği ahkam diğer bir taksim ile yine ikiye ayrılır. Birisinde makasıd-ı dünyeviyye diğerinde makasıd-ı uhreviyye cari olduğundan hükm-i dünyevi hükm-i uhrevi denilir. Ef’al-i beşeriyyenin her birinde bu iki nevi’ mutasavver ise de bazılarında evvelen ve bizzat biri saniyen ve bi’l-arz diğeri; bazılarında da aksi nazara alınır. Mesela namaz oruç zekat hac birer vazife olarak matlub-ı ef’al-i beşeriyyedir. Fakat bu vazifenin ma’tuf olduğu maksad sevab-ı ahirettir. Aynı zamanda bunlarla birçok menafi’-i ferdiyye ve mesalih-i matlubdur. Bunun için bunların ahkamında her şeyden evvel niyetin nusus-ı şer’iyyeye bila-ta’lil imtisalin te’siri vardır. Ma’kulat ikinci kalır. Jimnastik namaz perhiz oruç vergi zekat seyahat hac makamına kaim olsun denilemez. Lakin bey’ u şira gibi ef’al bunun aksinedir. Bunda da ebna-yı cinsinden birisiyle mübadele-i ihtiyac sadedinde ızrardan tevakkı ile tahsil-i rızaullaha niyet olunacaksa da bu niyet mübadele-i mezkurenin ızrar-ı tarafeynden vareste bir surette husulü için bir kefalet-i zımniyye gibi derece-i saniyyede tutulur. Maksad-ı evveli terazi-ı tarafeynin zahiren husulünü gösterecek şeraitın celle’nin yine birinci maddesinde bu taksimi göstermek kam-ı ibadattır veyahud emr-i dünyaya tealluk eder ki münakehat ve muamelat ve ukubat kısımlarına taksim olunur.” denilmiş ve bu suretle fıkhın aksam-ı saneviyyesine mevzuu yalnız makasıd-ı dünyeviyye mülahaza olunan ef’al-i mükellefinden ibarettir. Bu ise Mecelle’deki kısm-ı saniye muadildir. Halbuki ilm-i hukukun evvela umumi surette mücmelen saniyen müteaddid şu’belerde tafsilen tedvin ve tedris olunmasına nazaran bizim hala fıkh-ı umumi halinde bütün tafsilatı öğrenmek istememiz elbette garibdir. Hoş biz talebemize sathi bir fıkh-ı umumi gösterecek bir şekl-i tedris de bulamadık ve mebahis-i fıkhiyyemizi asar-ı atika haline getirdik ya… Hadisat-ı cedidemizin anasırını fıkhımızın i’malhane-i medenisine arz etmeye kudretimiz yok medeniyetimizin aheng-i ittisali kaybolmuş terakkı bu kelimeyi ağıza almaktan çekiniyor. Fakat ne evvelkilerin mehaziri tüketiyor. İctihad ilm-i kavimin bir feyz-ı münteşiridir. Muhitine sığamayacak kadar feyyaz olan bir kuvve-i tesvid edeceği sahaif-i kütübdür. Bu iksir-i cevval hiçbir mahfaza-i aheninde habsolunamaz. Bunun için ulema’-i mutlak ve fıkh-ı umumide at oynatabilecek ulemanın yetişebilmesi hey’et-i ictimaiyyemizde ne kadar azim azm-i bülendlere muhtac olduğu vareste-i iş’ardır. Hem ne hacet müctehidin-i izam kitap ve sünnetin nur-ı irşadıyla zulümat-ı cehlin nasıl izale edilebileceğini gavamız-ı medeniyyenin kıtaat-ı mechulesini bize keşfedivermiş ahlafa yalnız menatık-ı hususiyyede haraset-i fikriyye ile Miras-ı eslafa konacak ve ruhlarından istiane edebilecek ulema ister ki her biri bir şu’benin i’marına meşgul ve verese-i enbiya sıfatıyla bu kadarcık bari feyzdar olsun!.. Bakınız havadis ve havaic-i ictimaiyyemiz içinde o kadar müdrekat-ı cedidemiz husule gelmiş ki bunların aheng-i ittisali hala gözetilememiştir. Mühim hadisat-ı fetvalar içindeyiz.. Bugün yalnız Devlet-i Osmaniyyenin havaic-i cedidesi cildler dolduran düsturlar kadar kavanin ve nizamat husule getirmiştir. Bunların aheng-i memiş memleketimizde hubb-i kanun hubb-i şeriat gibi teessüs edemeyip kalmıştır. Bu kavaninin nazariyat-ı fıkhiyye mucebince tahlilat-ı amika ile mevki’lerini ta’yin edecek kütüb-i fıkhiyye meydana getirmek en birinci vazife-i mütehattimemizdir. Ailesinden dostundan imdad göremeyen insanlar zarurete düştükçe evvela hilelere sapmaya sonra ağyara müracaat etmeye başlar. Hele o ağyar biraz da sahib-i semahat görünürse çar u naçar veliyyü’l-emr kesilir. Bugün hukuk-ı garbiyye hadisat-ı mızı mübadele ile bile olsun hallediverdiğinden dolayı efendimiz olmaya başladı. Biz bunları ihata edip mukayesat-ı nasıl istihsal eyleyeceğiz? Binaenaleyh kitabü’t-tahareden başlayıp ta kitabü’lvasaya ve’l-feraize kadar fıkhın iki yüze karib olan ve her biri bir şu’be-i ilm ü fen telakkı olunmaya değeri olan aksam ve eczasını ulum ve fünun-ı hazıra ile de ölçüp nukul-i şer’iyyemize temas ettirmek ve bu vechile nüfus-ı tasnif ve nizam-ı ictimaimizi ta’yin eylemek bir vecibe-i diniyyedir ve bu suret-i tasnifle fıkh-ı umumimiz müteaddid ulum-ı fıkhiyyeye inkısam eder ve bu inkısam usul-i tedris ve tahsilimize sühulet bahş ederek derece-i ihtisasımızı yükseltir. kık edenler bu iki devletin Fransa ile birlikte yeryüzündeki bütün müslümanları izlerini belirsiz etmek şartıyla mahv ve aynı zamanda Makam-ı Hilafet’i ve bütün müslümanların yegane melaz ve melcei olan şu memleketi Evet öteden beri delailiyle serd ettiğimiz vechile bugün şu üç devletin kabza-i hakimiyyetinde bulunan müslümanların hal-i perişanını gören bunların alem-i İslam hakkında ne şeni’ fikirler beslemekte olduklarını düşünen her ferd müslümanların el-yevm bulundukları hal-i teşettütten kendilerini kurtaracak müttehid bir gaye ve maksad etrafında toplanmalarını te’min edecek bir rabıtaya şiddetle muhtac olduklarına bedaheten hükmeder. Ancak bu rabıtanın te’min edeceği ittihad sayesindedir ki onlar şahıslarını esir can ve mallarını mübah addetmeyi na-kabil-i inhiraf bir hedef-i siyaset ittihaz etmiş olan bu düşmanlarla mücadele kuvvet ve kudretini nefislerinde hissedebilirler. Bu üç hükumet milyonlarla müslümanları mikdarlarını hiç hesaba katmaksızın türlü türlü işkenceler altında ezip duruyor; layık görmedikleri zillet ve hakaret kalmıyor. Bunca eziyet ve hakaretlerin müdhiş te’siratıyla sanki dimağları üzerine kesif bir perde-i veleh ve gaflet çekilmiş de kendi hallerini düşünmek ve bu mezalimden kurtulmanın çaresini araştırmak için muvakkaten muhakeme ve şuurları kendilerine veda’ etmiş olan biçare müslümanların vaz’-ı nevmidaneleri ba’s u nüşur kabiliyeti olmayan emvatın hal-i sükun ve ataletinden hiç de farklı değildir. Onların bu vaz’-ı mütevekkilaneleri o zalim ve müstebid hakimlerin bir kat daha tezayüd-i cür’etlerine sebeb oluyor. Fakat gün gelecek ki bu tahammülsuz ahval ve etvar o muazzam müslüman kitlelerinde izzet-i nefslerini muhafaza için mehib ve pür-vakar bir heyecan uyandıracak şehamet-i fıtriyyeleri hakaretle satılığa çıkarılan bir köle menzilesine indirilmiş olmak zilletini hazm edebilmek derecesinden çok ali olduğunu düşmanları o zaman anlayacaktır. O müslümanlar ki satvet-i ruzgarın bile bil-külliyye mahv u izale-i asarına kudretyab olamadığı kadim bir hamaset ve şehametin ulvi bir mecd ü şerefin hakıkı varisleridirler. Evet müslümanların bugün çekmekte oldukları felaketler giriftar oldukları siyasi ve iktisadi sefaletler kendilerine ahval-i ictimaiyyelerini ıslah ve tanzim sair ebna-yı beşerin haiz oldukları hukuk-ı mukaddeseden istifade edebilmek için aralarında esaslı bir ittihad ve tesanüd husule getirmenin zaruri bir keyfiyet olduğu fikrini bunlardan ibarettir. Beyanat-ı vakıadan anlaşılıyor ki camia-i İslamiyyeye da’vet sekene-i arzdan büyük bir kısmını ıslahat talebiyle aralarında bir tezamun husule getirmek beni-nev’lerinden bir kısmın terfih-i halleri etmemektedir. Bir aralık dalmış oldukları gaflet uykusu arasında esbab-ı hayata tevessül edememiş olan o biçarelerin yanıbaşlarında dikilip durarak onların fütur ve la-kaydlarını dört gözle ta’kıb etmekte olan erbab-ı hırs u şerre sadme-i ihtiraslarına mukavemet edebilecek bir halde olmadıklarını anlar anlamaz pençelerini taktılar. Böyle saf ve ulvi bir maksada istinad eden bir da’veti hüsn-i telakkı etmesi hayırlı neticeler vermesine elinden geldiği kadar çalışarak alt tarafında bütün beşeriyetin bu cereyandan menafi’-i aliyye istihsal edeceğine kani’ olması diğerlerinin de ondan istifadelerini istilzam eder. Terakkıyat-ı ümemden kuşkulanan varsa halkı esaret-i siyasiyyeleri altında tutmak o biçarelerin gerek memleketlerinin mahsulat-ı tabiiyyesinden gerek mesai-i sınaiyyelerinden Yukarıda serd etmiş olduğumuz sözlerden anladınız ki bizde hayat-ı zevciyyet öyle zannolunduğu gibi bütün şaibelerden azade olmayıp belki ekser-i ahvalde maktadır. yat-ı ameliyyede erkeklerle yarı yarıya taksim-i mesai hakkını haiz olduklarını yüksek sesle iddia kadının erkek rini bütün kuvvetleriyle redd ü takbih ediyorlar. Seviye-i basit fikirli kimselerin guya kadınlığı himaye ve teşvik maksadıyla ortaya attıkları vahi nazariyelerin en hararetli mürevvicleri bu kadınlar oluyorlar. Şurada kadının keyfiyet-i hilkatinden onun erkeğe hiç de benzemeyen mizac-ı nev’isinden manzume-i asabisinden bahsi bir tarafa bırakalım o cins-i latifin a’mal-i şakkayı iktiham etmeye siyasiyat ile uğraşmaya harb u darb ve emsali umur-ı mu’zamaya sabır ve mukavemete ne dereceye kadar tahammül edebileceği mes’elelerini münakaşaya girişmeyelim de yalnız kadınlık hayatına aid her zaman ve her memlekette görmekte olduğumuz ahval ve hadisatı kayd ile iktifa edelim: Kadın her ne kadar diliyle hilafını iddiaya yeltense de; kalben bilir ve teslim eder ki gaye-i hilkati erkeğe medar-ı intifa’ olmaktan başka bir şey değildir. Kadınlara sorunuz ki kaşlarına cazibedar bir şekil vermeye türlü türlü boyalar kullanmaya yanaklarını dudaklarını allık vasıtasıyla gülgun ve mutarra bir hale koymaya alınlarını boyunlarını beyazlatmaya neden mecburiyet hissediyorlar? Zarif ve şeffaf libaslar giyinmek kıymetdar müzeyyenat ve mücevherat takınmak heves ve ibtilası nereden geliyor? Göğüslerini kollarını açmak görünecek yerlerinin uzun uzadı tuvaletlerle taravetini tezyid etmek belden aşağı kısmının sıkı sıkıya bedenlerine göre olmasına elbiselerinin ancak diz kapaklarının altına inebilecek kadar kısa kesilmesine o derece i’tina etmelerine sebeb ne oluyor? Neden başlarını nazar-firib kurdelalarla göğüslerini gunagun çiçeklerle donatıyorlar? Bazen bu tarz-ı tecemmülde canlı ve latif bir buket zannolunacak kadar iltizam-ı ifrat ediyorlar? Sokağa çıkacakları zaman çantalarını türlü boyalar pudralarla doldurmak ellerindeki mendillerini sırtlarındaki gömleklerini ıtriyat ile alude etmek zarureti nereden elveriyor? Neden bir tarafa gidecekleri zaman ayna karşısında önden arkadan ayakta oturdukları yerde nazan ü hıraman bir tavır ile gah düz adımlarla reftar ederek muhtelif vaz’iyetlerde endamlarını tedkık ve temaşaya koyuluyorlar ve saatler geçtiği halde aynanın karşısından kendilerini alamıyorlar. Kendilerine bunlar ve bunlara mümasil daha birçok sualler irad ediniz. Acaba hep bu şeyleri fıtrat ve cibilletlerinin sevkıyla yapmakta olduklarını söylemekten başka bir cevap bulabilecekler mi? Vakıa zevcinden başkasını baştan çıkarmak emel-i merduduna hadim olmadıkça kadının böyle şeyleri yapmasında hiçbir beis yoktur. Ancak bundaki maksad yabancı kimseleri hüsnüne meftun etmek onları dam-ı mekr u tezvirine düşürmek olursa tabiidir ki kadınlar bu hareketleriyle kendi iffetlerini kendileri pamal ederler; zevclerine bu yüzden iras edecekleri zarardan kat’-ı nazar; kendi kendilerini reha imkanı olmayan bir girdab-ı helake atmış olurlar. Pek çok vaki’dir ki erkekler böyle müfrit tecemmülata mail olan kadınlara göz dikerek onları baştan çıkarmak kocalarına karşı olan vefakarlık hislerini mahvetmek için her türlü vesaile müracaattan geri kalmazlar. Neticede damen-i namus ve iffetlerini lekedar ederek kocalarıyla aralarındaki rabıtaları kırmaya muvaffak da olurlar. Ahvalin bu tarz-ı cereyanını mahkemelerimizdeki karıkoca da’valarının menşe’lerini müfarakatların ilel ve esbabını tedkık ve ta’mik edenler vazıh bir surette görür ve anlarlar. Bahusus ki izdivac kızın arzusu hilafına mün’akid olmuşsa… Bizde teehhülün tecrübe ve tarafeynin yekdiğerin ahlak ve etvarı hakkında uzun uzadı tedkıkat icrası esasına mübteni olduğu yukarıda söylendikden sonra “Kızın arzusu hilafına” kaydı ihtimal ki sizce badi-i taaccüb olur. Fakat şurası bilinmek lazım gelir ki bu usul bir kısım memalikimizde muttarid olup kızın mehri pederi tarafından tesviye olunan yerlerde ise ekseriya kız kendinin değil velilerinin intihab edeceği erkekle akd-i rabıta-i mecburiyetiyle teehhül eden bir kızın zevcine karşı hasıl edeceği hiss-i sadakat ve vefa bi’t-tabi’ pek mahdud olduğu zaat böşgösterir mehakim talak ve iftirak da’valarıyla dolar boşalır. Tecrübelerimiz bize gösteriyor ki el-yevm bizdeki terbiye-i ahlakıyye kafi bir dereceye varamamıştır. Binaenaleyh nefislerimizin amal-i fasidelerinin önüne geçmek onun bir takım hevesat ve ihtirasata inkıyadına mani’ olmak hususunda terbiye-i ahlakıyyenin hüküm ve te’sirine raber temayülat-ı nefsaniyyeye mukavemet mes’elesi bizde de takdir ve telakkıye göre tefavüt eder. Ez-cümle mahremane ülfet ve ihtilat ekseriya fena neticeler verdiği bundan ictinab etmektedirler. Bilhassa Katoliklerimiz gizli ve hususi ictima’lar akdetmek hususunda Protestanlar kadar ileri gitmiyorlar. Buna zevceynden birinin diğerini fesh-i nikahı mucib olacak bir töhmetle itham etmesi korkusu mani’ oluyor. Bu mes’elede Katoliklerin Protestanlardan daha ziyade bir hiss-i ihtiraz beslemesi mezhebleri icabınca zevceynden birinin böyle bir töhmete hedef olması neticesi olarak vukua gelecek talak ve olmasından neş’et etmektedir. Ve tabiidir ki böyle hail bir dereceye düşebilmek korkusu bazı defalar kadının yabancılarla olan münasebatında hadd-i vakarı tecavüz etmesine mani’ olmaktadır. Maamafih bu suri ictinab onun kalben erkeklere temayüle zevk u sefahet aleminde fasid daima müfsidin munkad-ı amalidir düsturunun muhafaza-i ıttırad etmesine mani’ olamaz. Madem ki talak mes’elesi mevzu’-ı bahs oldu; şurada biraz da talakın bizde mer’i olan usul-i icrası icabatı olarak nasıl neticeler vermekte olduğundan bahsi faydasız addetmiyorum. Bizde münhasıran zevceynden birinin irtikab-ı zina etmesi talaka sebeb teşkil edebilir. Zevc ile zevceden her biri refikını irtikab-ı fuhş etmiş olmakla itham ederek mahkemeye sevk hakkını haizdirler. Mahkemelerimiz bu yolda ikame edilen da’vaları büyük bir ehemmiyetle nazar-ı dikkate alır. Tarafeynin tacak vicdanları isyan ettirecek mahiyette irad edilen delail ve beyyinatı nazar-ı i’tibara alır. Ertesi gün mes’ele en ufak tereffuatına varıncaya kadar bütün safahatıyla ceraid-i yevmiyye sütunlarına akseder. Hasmın münasebat-ı aşıkaneye aid elde ederek beyyine makamında mahkemeye ibraz ettiği evrak ve mekatib birer birer gazete sütunlarında okunmaya başlar. Böyle hallerin zevc ile zevceyi ne kadar şeni’ ve hicab-aver bir tarzda aleme teşhir edeceğini bir ailenin şeref ve haysiyet namus ve ismet namına nesi varsa kaffesini esasından mahvedip bitireceğini söylemeye bit-tabi’ lüzum yoktur. Netice-i muhakemeye gelince müttehem Katolik ise ba’dema diğer bir zevc veya zevce ile izdivac hakkından mahrum eder. Protestan ise ona göre böyle mahrumiyetler yoktur. Fakat bunun ne ehemmiyeti olabilir? Netice her iki taraf için aynıdır: Bütün rezaletlerin meydana dökülerek zevc ve zevcenin aleme rüsvay olması kaşane-i şeref ve namuslarının göçüp gitmesi. Biz garblılar aile rabıtalarını hakkıyla sıyanet edecek zevciyet alakalarının devamına daha fazla haris ve ihtimamkar bulunacak içimizden birinin irtikab edebileceği lışacak yeni bir usul icad ve ikame etmeyi uzun uzadıya düşündük. Çünkü el-yevm mevcud olan talak kanunları o kadar yolsuz ve münasebetsizdir ki insanın buna karşı büyük bir nefret ve istikrah hissetmemesi kabil değildir. Hususiyle mehakimde irtikab-ı fuhş töhmeti kazanmış olan bir kadın artık ömrü olduğu kadar kendini harim-i bilmesine imkan kalmıyor. Tabii herkes kendine de aynı vefasızlığı göstermesinden bir diğerinin namus ve haysiyetine kadınlar da erkekleri böyle muhık endişelere sevk eden bu hallerimizin değişmesini daha az temenni etmiyoruz. Kendimizin amal-i nefsaniyyeye mukavemet hususunda gayet aciz ve zaif birer mahluk olduğumuzu kendimiz de takdir ediyoruz. Bununla beraber ne çare ki adat-ı milliyyemiz öyle fitneyi mucib muhitlerden uzak emin ve asude hayat geçirmemizi te’min edecek kabiliyette değil. Onun tazammun ettiği fart-ı serbesti iplerimizi boyunlarımıza dolayarak her istediğimiz yola süluk hususunda bizi suya fırlatıyor sonra da ıslanmamaklığımızı teklif ediyor. Adat-ı milliyyenin bu müsaadekarlığı neticesi olarak ayağı sürçen bir kadın bilahare kendini toparlayıp doğrulduğu zaman neden bütün ebvab-ı ümidi yüzüne karşı mesdud buluyor bir daha hayat-ı fazılaya karışmasına hatırat-ı maziyyesi ebedi bir mani’ teşkil ediyor? Bizzat ben mahkemelerimizce kabul ve tatbik edilip kadınlardan birçoğunun hayatında daimi müşkilat içinde saplanıp kalmasını intac eden usulden başka bir tarz ve şekilde aile da’valarının tesviyesine çare olup olmadığını düşündüm. Şark işleriyle ziyadece tevaggul etmiş nazar-ı tenkıd ve tetebbuumu şarklıların ahval ve adatının en nazik noktalarına göre nüfuz ettirmiş olduğum yenin en ulvi en hakimane bir tarzda suret-i halli mevcud olduğunu görmekte müşkilata tesadüf etmedim. Kur’an zevc ile zevce arasında mufarakati intac edebilecek mühimce bir niza’ tahaddüs ettiği takdirde hall-i da’va için her iki taraftan birer hakem ta’yinini emrediyor. Herhalde mufarakat esasını kararlaştırmak fikir ve temayülünden pek uzak olarak esbab-ı nizaı tedkıka koyulan bu hakemlerin mesaisine hakim olan ruh mes’elenin bütün safahatını mektum tutmak aile hayatına tealluk eden şuun ve esrar hakkında harice renk vermemektetir. Bu mehasine zamime olarak Kur’an ayetiyle hakemeynin te’lif-i beyn esası dahilinde Halife-i hakim Ömer bin el-Hattab radıyallahü anh şayan-ı imtisaldir: Bir aile da’vasının hall ü tesviyesi için Avdet ettikleri zaman ne yaptıklarını sordu. Beynlerini tefrik ettiklerini haber verince: “Sübhanallah sizi bunun ayet-i hakimesini okumaya başladı. Bizim mahkemelere gelelim: Onlar bu gibi da’vaları rü’yet ederken herhangi bir cinai ticari ve emsali da’vanın tarz-ı rü’yetindeki etvar-ı la-kaydanelerinden farklı bir hal ve vaz’da bulunmazlar. Zevc ve zevce ile kendi aralarında neseb ve sıhriyyet alakası yoktur ki merhamet ve şefkat hissiyle zevceyn arasındaki ravabıt-ı meveddet ve muaşeretin devamına tarafdarlık gayretiyle mücehhez olarak vazife-i hakemiyyelerini ifaya sai olsunlar. Böyle bir usule nisbetle İslam’ın kabul ettiği usulün ulviyet ve hikmeti ne derece zahir ve bahirdir. Ben kendi hesabıma öyle temenni ediyorum ki bir gün aile da’valarının fasl u hasmi hususunda biz garblılar da Kur’an’ın vaz’ ettiği meslek-i hikmet ve şefkati kabul edelim de bu günde amme-i müslimini sair hususlarda olduğu gibi bu hususta da çiğneyip geçelim. Çünkü bu husus hakkında da icra ettiğim tedkıkat neticesinde öğrendim ki müslümanlar asırlardan beri Kur’an’ın bu usul-i te’lif ve ıslahını muattal bırakmışlar kadının talak mes’elesi bila-kayd ü şart erkeğin eline kalmış. Hayat-ı ailede hadis olan bu intizamsızlık münasebat-ı zevciyyede öyle eziyetler zararlar meydan almasına sebeb olmuş ki halk talak ve mufarakat da’valarının garba imtisalen mehakim tarafından hall ü faslını arzu ediyorlarmış. Bilmem ki nasıl oluyor da bu adamlar Kur’an’ın huzur ve saadet-i umumiyyeyi kafil bunca siyasiyat-ı aliyye-i ictimaiyyeyi miyorlar? Doğrusu ben hayret ediyorum ki müslümanlar memleketlerimize gelip gidiyorlar her gün gazetelerimizin aile da’valarına müteallik neşrettikleri bunca rezaletleri iğrenç halleri okuyorlar da bunlardan ne ibret alıyorlar ne de garb aleminin bu usul-i sakıme yüzünden ne derece muzdarib bulunduğu hakkında bir fikir edinebiliyorlar. Tutalım doğrudan doğruya fikir hasıl etmek ellerinden gelmiyor. Hiç olmazsa bu usulün kadınlık hayatında ne elim facialar tevlid ettiği[n]i kadının istikbalini daha ne gibi fecayia namzed bulundurduğunu hiç olmazsa bizden sorup öğrenmek icab etmez mi? Huzzar-ı muhtereme! Sizi te’min ederim ki garbda cari olan bu usul yüzünden bizim çektiğimiz felaketler pek elim olduğu gibi bu hususta garbı taklid hevesinde bulunanları beklemekte olan akıbetler hakıkaten pek feci’dir. Sadede avdet edelim. Erkeğe nisbetle kadının menzile-i takrir edilmiş olduğunu bir takım safsata erbabını mugalatakarane menzile-i tabiiyyenin hudud ve mahiyetine vakıf bulunduğunu yukarıda söylemiş idik. Şurasını da ilave edelim ki kadın erkeğin sermaye-i intifaıdır sözüyle hayatta erkek lerin kıymet ve ehemmiyeti ne ise kadınınki de aynıdır nazariyesini ta’kıb eden bir takım cehelenin fikirlerine tebaiyet etmek istemiyoruz. Bu iddiada bulunanlar cehl-i mahz erbabı oldukları gibi kabul ve tasdik edenler de ni’met-i dirayetten mahrum saf ve sadedil kimselerden aynı zamanda hayatın tekalif-i sairesinde iyisinde kötüsünde gücünde kolayında onun şerikidir. Şu kadar var ki hayat-ı ictimaiyye ihtiyacat-ı adiyye vezaif-i hayattaki bu müşareket için bir takım hudud ta’yin etmiş menatık-ı mahsusa vücuda getirmiştir. Acaba kadının gerek hanesinin gerek kocasının işleriyle mukayyed olması çocuklarını emzirip büyütmek hüsn-i terbiyelerine i’tina etmek onlara telkınat-ı ahlakıyyede bulunmak gibi şeylere hasr-ı mesai etmesi hep bu vezaif-i ma’sumenin ifasına her halde namus ve iffetini kocasına karşı sadakat ve vefakarlığını hüsn-i muhafazaya son derece haris ve ihtimamkar bulunması gibi nev’i meziyetlerinin onun hürriyet ve istiklaline ne te’siri olabilir? Bir de kadının erkek elinde hürriyet ve iradesinden mahrum re’yi gayr-ı mesmu’ bir esir vaz’iyetinde bulunduğunu iddiaya salahiyet verebilecek ortada ne gibi bir sebeb vardır? Böyle bir tahakküm esas-ı İslam’a atfedilmek isteniyorsa benim okuduğum Kur’an diyor. Bu ayet ümem-i İslamiyye arasında hukuk-ı zevciyyet kavaidini kararlaştırmışken artık dinin kadına naçiz bir meta’ yahud müstebid ve cebbar bir efendinin elinde aciz bir esir mevkii ta’yin etmiş olduğunu iddia etmek dine bir bühtan-ı mahz değil midir? Evet müslümanlar cehaletleri sebebiyle bu kanun-ı ulvinin de diğer birçok emsali gibi ahkamını ta’til etmiş olabilirler. O surette ise kabahat dine değil kendilerine aiddir. Ve bundan dolayı müstahıkk-ı muahaze olan din değil kendileridir. Hülasa benim anladığıma göre şeriat-ı İslamiyyenin kabul ve tatbik etmiş olduğu hürriyet hukuk-ı insaniyye-i medeniyyenin bütün şuabatında tasarruf-ı mutlakı te’min eden bir hürriyet-i esasiyyedir. Bazı nazarların müteveccih olduğu istihsali emrinde gençlerin bağırıp çağırdığı cehele-i muharririnin tervicine yeltendiği hürriyet-i muhayyele ise fısk u fücur hıyanet-i hafiyye hukuk-ı zevciyyete adem-i vefa rezailinin müvellidi olan bir hürriyettir. Muhterem Üstad şimdiye kadar maatteessüf ellerinizi öpmek şerefine nail olamadım; sizi ancak Dini Felsefi Musahabeler namındaki kitab-ı mübareki[ni]zle tanıyorum. Tilmizlerinizden biri bana o kitab-ı müstetabı verdiği akşam hiç yatmadan sabaha kadar bitirdim; Bu kalem ve bu lisan ile yazılmış bir ilm-i kelam kitabımız olmadığına teessüf ederek: “Ah ne olur şu zat-ı muhterem bir kitap yazsa da mesail-i i’tikadiyyemizi birer birer teşrih etse!” dedim. Sizi pekiyi tanıyan arkadaşım böyle bir kitap yazmaya başladığınızı bana te’min etti ve beni sevindirdi idi. O günden beri bekliyorum bir şey yok! Şimdi geçen hafta intişar eden Sebilürreşad da Ferid ismini görünce hemen açıp makaleyi baştan başa süzdüm; bir mukaddime gibi telakkı ettiğim bu makale-i fazılaneleri bana büyük ümidler verdi. İnşaallah temennilerim husule gelir; mesail-i i’tikadiyyeyi bu ünvan altında zat-ı fazılanelerinize mahsus olan lisan-ı azbü’l-beyan ile birer birer bizlere bildirmek lütfunda bulunursunuz. Büyük üstad! Emin olunuz ki bu yoldaki neşriyatınızla din-i mübinimize büyük hizmet etmiş ve ruh-ı Seyyidü’l-enamı kendinizden hoşnud ve razi eylemiş olacaksınız. Bakı ihtiram. Fazıl-ı muhterem Abdürreşid Efendi hazretlerine Moskova’dan gönderilen şu mektup Rusya’daki Tatar matbuatının ne halde bulunduğunu göstermek i’tibarıyla şayan-ı dikkattir: Muhterem babamız Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri Mektubunuzu alıp sıhhat haberinizden memnun oldum. Tatar matbuatını görmek arzu etmişsiniz. Maatteessüf şimdilik gönderemeyeceğim. Postaların adem-i yok. Şimdi ise milli gazetelerimizin hepsi kapandı. Yeni Bolşeviklere kuyruk olan Tatar gençleri tarafından çıkarılmakta olan edebden mahrum; emelleri fikirleri pek gaddarane olan gazeteleri tesadüfen okuyorsam da mal edindiğim yok. çarpacak Rıza Musa Ziya hazretleri gibi şayan-ı takdir zevatın edebi dini bazı eserlerinden başka hiçbir şey yoktur. Bilhassa Musa Carullah Efendi’nin Islahat Esasları namında gayet mühim bir risaleleri var ki on beş sene zarfında Tataristan’da cereyan eden ahvali gayet güzel teşrih etmiştir. lunuyorsa da hizmetlerinin semereleri gözükecek derecede değil. Söz çok lakin iş yok netice boş. Bu hal-i esef-iştimalin sebebi benim fikrime göre ma’lumatın azlığı ve terbiye-i milliyyenin yokluğu olsa gerektir. Milletin tercümanı olacak gazetelerimizin kısm-ı a’zamı düstursuzluk mesleksizlik belasıyla millete hizmet edecekleri yerde şahsi hücumlarla vakit geçirdiler. Her biri kendine mahsus parlak şiarlarla ortaya çıkarak türlü türlü cereyanlara kapıldılar milletin menfaatini unuttular. Mukaddes vazifeleri bir tarafa bırakarak ma’nasız şeylerle uğraştılar durdular. Milletimizin haline mugayir cahilane gurur ile atıp tuttular. Herkesi iğfal ettiler. Tecrübesizlik neticesi olarak nice fırsatlar kaçtı. Bizim Tatar milleti bu inkılabda Şair Puşkin’in dediği gibi: “Çatlak çanak” ile kaldılar. Eskiden zat-ı fazılanenizin ta’kıb ettiği kendimize layık mu’tedil siyasi mesleklerin yollarını idare edecek tecrübeli rehberlerimiz bulunmadı. Gençlerimiz derya kadar da’valar dağlar kadar kibirler ile kendi beynlerinde bin türlü münazaalar mücadeleler çıkardılar; milletin mukaddes emelini ateşlere yaktılar. Şu bir sene zarfında Tatarların harekatından ben kendi hesabıma maatteessüf bundan fazla bir şey öğrenemedim ve anlayamadım. Tatarlar tarafından bazı siyasi müesseseler tertib ve teşkil olunmuştu. Maatteessüf aramızda tecrübe-dide adamlar bulunmamasından ve ma’lumatımızın noksan olmasından dolayı hepsi devrildi gitti. Paraları müsadere olundu. Esasen sun’i olduğu maymunluk ile modaya ittiba’ edilerek her şeyin cenaze merasimi tamam oldu. Rusya’da müslüman tüccarı kendi haline göre muharebe zamanında oldukça mühim vazifeler gördüler. Tatarların elinde ticaret de olmasa idi istikbal için hiçbir şey ümid olunamazdı. Tüccarımız millet uğuruna hayli fedakarlıklarda bulundular. Ma’lumunuz olan şu ufacık Moskova şehri bile müessesat-ı milliyye menfaatine yarım milyon para verdi. Umumiyetle tüccaran kendi haline derecesine göre vazifesinde ihmal etmedi. Şimdi başka ne yazayım; nasib olur da yakın vakitte gelirseniz dostlarınızı memnun edersiniz… Haziran Moskova: Tesvir-i Efkar refik-ı muhteremimizin muharrirlerinden bir zat yeni Dahiliye Nazırı olan İsmail Canbulat Bey’le bir mülakat yapıyor. Kanunu bila-istisna herkese harfiyen tatbik etmek şiarıyla meşhur olan Nazır Beyefendi müteaddid mesail hakkında beyanat-ı mühimmede bulunuyor. “Bizde şimdiye kadar işlerin bi-hakkın kavanin-i mevcudenin hiçbir zaman tamamıyla yani hiçbir istisna kabul etmez surette tatbik edilmemiş olması tatbikı düşünülmemiş bulunmasıdır.” diye marazın hakıkatini esasını ortaya koyduktan sonra müşarunileyh sukut etmekte olan ahlak-ı umumiyyenin ıslahı mühim beyanatta bulunmuşlardır. Bütün ehl-i iffet ve namusu pek ziyade memnun eden bu beyanatı aynen naklediyoruz: “Zabıtanın ıslahı ile alakadar gayet mühim bir mes’ele daha var ki o da ahlak-ı umumiyyedir. Evet yalnız Dahiliye Nezareti değil bütün hey’et-i hükumet bu mes’eleye çok ehemmiyet atfediyor. Bilhassa Sadrazam Paşa ahlak-ı umumiyyenin gittikçe pek ziyade inhitat etmesinden müteessir oluyorlar ve bu hale karşı mümkün olabilecek her türlü tedbiri elbirliğiyle ittihaza karar-ı kat’i vermiş bulunuyorlar. Esasen benim fikrimce ahlak mes’elesiyle hükumet her vakit alakadar olmalıdır. Her memlekette hükumetler halkın ahlakı fikri harekatı üzerinde icra-yı te’sir ederler. Hükumetin bu te’siri bilhassa bizde pek ziyadedir. Hükumet halka tarik-ı müstakımi göstermeye bu hususta bizzat kendisi rehber olarak ahlak-ı umumiyyenin harisi damini olmaya mecburdur. Her yerden ziyade bizim memlekette halk muhtac-ı vesayet ve velayettir. Adeta ef’al ve harekatını hükumetin harekatına tamamı tamamına tevfik eder. Rical-i hükumet ve müdiran-ı memleket hüsn-i misal gösterdikçe amme-i nas bundan mutlak hisse-i intibahını alır gösterilen misale imtisal eder. Hülasa fikrimce bizde hükumetin memlekete karşı vaz’iyeti aile içinde pederin mevkii gibi olmalıdır. Bir peder nasıl efrad-ı ailesinin evladının maddi ve ma’nevi terbiyesinden sa’y ü gayretinden hüsn-i hal ve hareketinden mes’ul ise nasıl göstereceği misal sarf edeceği mesai ile ailesi efradının yüksek bir terbiye ve ahlak sahibi olmasını te’min edebilirse hükumet de halk üzerindeki nüfuzu sayesinde aynı te’siri icra edebilir aynı hizmeti görebilir. Bu nazariyeye pek ziyade ehemmiyet veriyorum. Binaenaleyh Nezarette bulunduğum müddetçe bilhassa ahlak-ı umumiyye ile uğraşacağım. Zabıtanın muhafaza-i ahlak nokta-i nazarından uhdesine müterettib vazifeyi son derecede dikkat ve i’tina ile ifa etmesine sai olacağım. Mesela ötede beride birçok kumarhaneler açıldığı görülüyor. Fuhuş her gün biraz daha artıyor. Zabıta bunlara karşı lakayd kalamaz. Hele bazı yerlerde yeniden umumhaneler küşad edilmesine müsaade verilmiş olması badi-i teessüftür. Avrupa’nın birçok mütemeddin memleketlerinde mesela Prusya’da ve İsviçre’nin birçok kısımlarında umumhane küşadı kat’iyyen memnu’dur. Bu memnuiyet lemez. Fakat hükumet bu yolda halka sühulet göstereceği yerde suubet göstermekle vazifesini ifa etmiş oluyor. Biz de o isre ıktifa edeceğiz. Ahlakımızı bozan yahud ahlak bozulmasını teshil eden her türlü esbabı azaltmaya çalışacağız. Bizde amme-i nasın fıtrat ve mizacında hüsn-i ahlaka meyil daha ziyade olduğu cihetle mesaimizde muvaffak olmamız da me’muldür.” Hayır için çalışanlar hiç şübhesiz tevfikat-ı ilahiyyeye mazhar olurlar. leri kapatarak icra-yı fuhş için tevzi’ olunan vesikaları toplatarak bu son zamanlarda meydan alan rezaletlerin önüne geçmek gibi büyük ve tarihi bir hizmeti millet-i nazırlardan bekler. Konya’da müntesibin-i ilmiyyeden bir zattan aldığımız bir mektupta: Konya’da Violaki Efendi’nin mes’uliyeti altında neşrolunan Türk Sözü gazetesinde müslümanların emr-i tesettür ve izdivaclarına karşı gençliği divac uzun bir münasebet ve muvanesette bulunmaya teşvik eyleyen bir makaleye karşı cevap verilmesi temenni olunuyor. O makaleyi biz de gördük. Böyle edeb ve ahlaka mugayir bir mesleği tervic ve iltizam edenlere karşı cevap vermek zaiddir. O münasebetsiz yazıları yazan her kim Alem-i İslam’ın Hastalıkları ve Çareleri makalelerinde Avrupalı bir kadın tarafından serd olunan mütalaat ve mülahazatı görsün de biraz sıkılsın. lesine dair Lozan’dan mühim bir mektup gönderiyor. Müslümanlar için pek ziyade şayan-ı dikkat ve ibret olan bu mektubun bazı mühim fıkralarını ber-vech-i ati naklediyoruz: “İngiliz liberalleri evvela İslamiyet’e sonra Türklüğe olan eski kinlerini Filistin kıt’asına ayak basalı beri Siyonizm mes’elesine bir resmiyet beynelmilel bir şekl-i musaddak vermekle izhar ettiler. Görmemezlikten gelemeyiz ki mem[le]ketimiz için yeni bir merkeziyet-i milliyye tehlikesi başgösterdi. Filistin kıt’asının milli medeni ilmi merkez-i muhtar ve müstakıl olması fikrini tervic eden Museviler ki ekseriyetle Eşkinazi denilen ve bize kamilen yabancı olan Musevilerdir Hakan-ı esbak zamanından beri Siyonizm denilen o mes’eleyi ta’kıb ettiler. Mesleğin imam ve muktedası addolunmaya şayan olan Avusturya Musevilerinden Herçel iki kere İstanbul’a geldi Sultan Hamid’den bilhassa Rus Yahudilerinin arz-ı Filistin’e iskanı için müsaade ta’kıb etti ise yine bir şey istihsal edemedi. Sultan Hamid bat etmek isteyen menafii memleketi birkaç asırdan beri felakete atması yeni bir milliyet mes’elesinin bu felaketi tezyide sebeb olması. me girerek Arablar ile Türkleri birbirinden ayırması. Bu iki sebebin ikisi de fevkalade mühim idi; ikisi de müslümanlık ve Türklüğü za’fa düşürmek mahiyetini haiz idi. Bu gayr-i kabil-i inkar bir hakıkattir. Siyonistler ne kadar iyi adam olurlar ise olsunlar ne kadar hüsn-i niyyet sahibi bulunurlar ise bulunsunlar tutukları yol başka bir neticeye müncer olamazdı. Hakan-ı esbak mesail-i siyasiyyenin takdirinde pek mahir bir diplomat olduğu gibi Hilafet ve vahdet-i İslamiyye maddesine de fevka’l-had i’tina ettiği cihetle Herçel’in tekliflerine red ile cevap verdi. Herçel bunun üzerine başka yerlere başvurdu. Rusya’ya İngiltere’ye Almanya İmparatoru’na müracaat etti. Gördü ki Sultan Hamid muvafakat etmeyince hiçbir şey olamayacak… Fakat geçen asırda Musevilerin arz-ı Filistin’e yerleştirilmeleri fikri birkaç kere ta’kıb edildi. … senesinde İngilizler Filistin’e yanaşınca siyonist cem’iyetleriyle İngiliz hükumeti arasındaki müzakerat neticelenmeye başladı. İngilizler bu mes’ele hakkında müttefiklerine müracaat ettiler. Onlar da muvafakat cevabı verdiler. Bunun üzerine İngiltere Devleti Teşrinisani’nin teşkiline karar vermiş olduğunu beyan etti. milel bir vech ile tasdik edilecektir. hakk-ı lisana malik vergi tarh etmek salahiyetine sahib bir millet olarak tanınmalıdır. cektir. birleştirilecektir. tine malik olacaktır. Filistin’in Museviyete eskisi gibi ictima’-ı milli vatanı olması beyne’l-İslam düşünülecek mühim bir keyfiyettir. Siyonistler Filistin şöyle zengin böyle zengin olacak diye bizim gözlerimizi kamaştırmak istiyorlar. Fakat biz hiçbir zaman İstanbul pişgahından i’tibaren Bahr-i Umman’a kadar mümted olan hey’et-i İslamiyyenin diğer bir milliyetle ülkesi arasında başka milliyetlerin keyfe ma-yeşa teşekkülüne razi olmak elimizden ba’dema gelmez. Pek tabiidir ki Museviler Filistin’e sekiz on milyon nüfusu ceste ceste iskana muvaffak olduktan sonra hatta ondan pek çok evvel ehl-i İslam inkısama uğrayacaktır. Bu inkısam duğu içindir ki İngilizler Filistin’i Musevilere verip bilahare Basra’dan Bahr-i Sefid’e indirecekleri bir şimendüfer hattıyla o koca kıt’a-i İslamiyyeyi ikiye ayırmak tasavvurundadırlar. Bunu ne biz ne de bugün arzu-yı samimi Makam-ı Hilafet’e kıyam eden Hicaz usatı bile razi olamaz. Bugün ağzına aralıkta bir boş ünvan ile bal çalınan Şerif Hüseyin tahrik eylediği isyanın neticesi beyne’l-İslam ne fena bir neticeye müncer olduğunu görmüyor değildir. Şerif o kadar duygusuz mudur ki Hazret-i Ömer’in memalik-i İslamiyyeye zamime eylediği arz-ı Filistin’in olacağını hala anlamasın. Oradaki müslümanlar ancak birkaç sene kalabileceklerdir. Şimdiden toprakların alınması için hazırlıklar görülüyor. Kimbilir el-yevm ne kadar toprak ele geçirilmiştir bile. Şübhe yok ki bütün ehl-i İslam Kudüs-i Şerif’i ve Filistin’i bilahare terketmeye mecbur olacaklardır. Zaten kabil midir ki Museviler gibi tekemmülat-ı hazıradan Arablar tutunabilsinler. Herkes arazisini Bulgaristan’da olduğu gibi ucuz ucuz satıp terk-i vatan etmek mecburiyet-i elimesinde bulunacaklardır. Zaten bir halkı bir yerden kaçırtmanın ne kadar kolay olduğunu Balkanlılar herkese Müslümanlar hakkındaki tedabir ile öğretmediler mi? Arabların da Filistin’de kalmalarına bil-fiil imkan yokki … Museviler beş altı milyon kişiyi orada iskana muvaffak olurlar ise diğer akvam artık meydan-ı mesai bulabilirler mi? Şerif Hüseyin’in İslamiyet’e ettiği fenalığın derecesi o kadar büyüktür ki bu adamın bir kahr-ı Muhammediye uğramasına halis müslümanlar intizar etseler hakları vardır. Nasıl oldu anlaşılmıyor o kadar mütedeyyin ve mutaassıb olan bir zat nefs-i emmareye tebaiyetle ehl-i lizlerin hazırladıkları tertibata vakıf değil mi idi?” New York’ta münteşir American Weekly gazetesinin Kanunısani tarihli nüshasından aynen tercüme ve nakl olunmuştur: “Tarih-i alemin en büyük katliam vak’alarından birisi senesinde Asya-yı Vüsta’da vuku’ bulmuştur. Bu vak’a-i feciada ahali-i müslimeden yarım milyondan fazlası doğrudan doğruya Çar’ın emriyle koyun gibi boğazlanmış bir milyonu mütecaviz ma’sum da ikametgahlarından tard u teb’id edilmişlerdir. Her ne kadar Çar hükumeti bu hadise-i fecianın harice intişarının önünü almaya muvaffak olduysa da Manchester Guardianmuhabiri Mister Filips Prais gazetesi namına Rusya’da tedkıkat ile iştigal ettiği şu sırada bu hakıkate vakıf olmuş ve gazetesine bildirmiştir. Sibirya’nın “Siyah Toprak” mıntıkasının maverasında Orga Akmolinsk Sembriç – Yedisu vilayeti sahraları Sabık Çar hükumeti bilhassa Çin hududuna yakın olan bu kuru ve vasi’ ovalarda Ukrayna müsta’merlerini iskan etmek siyasetini ta’kıb etmiştir. Bu siyasetin gayesi makasıd-ı sevku’l-ceyşiyyenin te’minine ma’tuf ise de Rusya nazırları ve sermayedarları gayet münbit ve mahsuldar kıymetli büyük arazi elde ettiler ve bu vesile ile zürraın bir kısmını buraya iskan ettirerek külliyetli icarlar kazandılar. Bu maksadın istihsali için göçebe Kırgızları en mükemmel otlaklarından tard u teb’id etmek lazım geliyordu. Fi’l-hakıka Çarlık hükumeti bunu yapmaktan çekinmedi. On sene mukaddem ellerinde bulunan arazinin nısfını cebren aldı. Lakin vakta ki Çarlık hükumeti Asya-yı Vüsta müslümanlarına da hizmet-i askeriyyeyi tatbik etmeye başladı; o zaman felaket son derecesine vardı. senesinin yazında Asya-yı Vüsta’nın bütün göçebe ahalisi isyan etmiş dahili muharebeler başlamıştı. canavarcasına katledildi. Yine bu senenin ibtidasında bir milyon kadarı da Çin hududunun içerilerine kaçtılar. Avrupa-yı garbinin kulakları Ermeni katliamlarının hikayeleriyle dolduğu zaman çarlık hükumetinin mümessilleri Asya-yı Vüsta’da ika’ edilen bu feci’ cinayetleri katliamları büyük ihtimamla ihfa ediyorlardı. Rusya inkılabından sonra Çin’deki Kırgız mültecileri memleketlerine avdet etmek istedilerse de emlaklerinin mütebakı kısmını da Moskof ve Kazak muhacirleri tarafından işgal edilmiş buldular. Bir kere daha bunlar Çin hududuna doğru tard olundular. Lakin bu defa Çin hudud muhafızları bunların hududu geçmesine mümanaatta bulundular. Şimdiye kadar bu Moskof ve Kazak muhacirlerini ne hükumet-i muvakkate ne de ihtilal demokrasi hükumeti daire-i itaate alabildiler. Bunlar Kırgızların avdetlerine şiddetle mümanaatta bulunmaktadırlar. Bu sebeble yerliler etmektedir. Sosyalist İhtilalci Partisi ve Çiftçi Meclis-i İdare meb’uslarının bütün dünya için te’sis ettikleri “arazinin serbestisi” usulünü burada tatbik etmeye muvaffak olmaları imkan haricindedir. Zira bu havalide hal-i bedavetteki beri göçebe kabail ile meskun ahali arasında cereyan etmekte olan müselsel muharebelerin te’siriyle tabiatlarında kökleşmiş olan vahşet karşısında bulunuyorlar.” Endülüs faciasından sonra Ehl-i Salib’in müslümanlara karşı ika’ edegeldikleri cinayat miyanında Balkan felaketi ikinci sayılıyordu. Fakat harb-i umumi esnasında Rusya İslamlarına karşı ika’ edilen feci’ cinayetler bunu da geçti. Evet harb-i umumi sebebiyle memleketler dahilinde cereyan eden ahvalden haberdar olmak mümkün olmadığı düvel-i muazzama ikiye inkısam ederek bütün cihan mesail-i askeriyye ile iştigal ettiği Hilafet-i uzma bulunduğu bir zamanda Rusya dahilinde yirminci asrın en büyük bir faciası vuku’ buldu. O Rusya ki hürriyet-i akvam demokrasi insaniyet müsavat gibi yüksek gayeler uğurunda harb etmekte olduklarını iddia eden bütün cihanın hasm-ı canı ve bahusus alem-i İslam’ın en kanlı celladları olan İ’tilaf zümresinin mühim bir rüknünü teşkil ediyordu. Allah’ın inayetiyle bu saltanat-ı zalime bugün yıkıldı da müslümanlara karşı irtikab edilen cinayetler meydana çıkmaya başladı. Kim bilir zaleme-i İ’tilafın daha nice mezalim ve cinayatı vardır. Sulh-ı umumi olunca bit-tabi’ onları da öğreneceğiz. Medeniyet ilim ve ma’rifet hürriyet ve müsavat asrı denilen bu yirminci asırda irtikab edilen cinayetler ika’ edilen zulümler icra olunan şenaatler en vahşi devirlerde bile yapılmamıştı. Buna medeniyet ve hürriyet asrı değil vahşet ve zulüm asrı demek daha münasibdir. Asırlardan beridir milyonlarca müslüman kanı içmekle doyamadılar. Balkan facialarının alem-i İslam’a akıttığı yaşlar kurumadan ehl-i İslam’a karşı Moskofların yine öyle belki ondan daha şeni’ bir cinayetleri vuku’ buldu. Yarım milyondan fazla biçare müslümanları koyun boğazlar gibi kestiler. Bir milyondan fazla zavallıları yerlerinden yurtlarından tard ettiler. Fakat bu cinayetler bu zulümler elbette cezasız kalamazdı. Adalet-i ilahiyye bu ma’sum ve mazlum müslümanların başına en büyük kıyametler koptu. Koca Rusya Devleti tac u tahtıyla yıkılıp gitti. Müslümanlara karşı bu zulümleri süründü nihayet i’dam olunarak ceza-yı sezasını buldu. Allah o memleketlere bir Bolşeviki belası musallat ederek bütün o ceneraller zabitler burjuva me’murlar sokaklarda parçalandı. Naz ü naim içinde yüzen nice zadeganlar sefil ve çıplak bir halde sokaklarda dilendiler. Nice ma’mureler harabe-zara döndü. Baştan başa bütün memleket kan ve ateş içinde kaldı. Bütün Moskoflar kendi elleriyle en kanlı felaketlere uğradılar. Daha da uğrayacaklar. Bu intikam-ı ilahidir. Allah mazlumların ma’sumların intikamını alıyor. Bu ateş bu yangın inşaallah diğer zalim hükumetlere de sirayet edecektir. Bu kıyamet onların başına da kopacaktır. Bütün o zalim cebbar devletler Rusya gibi olmadan bu harb-i umumi nihayet bulacak değildir. Bu öyle bir fitne-i azime öyle bir beliyye-i asmanidir ki Avrupa’nın bütün o zalim devletlerini İ’tilafçıları kasıp kavurduktan sonra belki sükun bulacaktır. Bu şakavetleri bu cinayetleri teşhir ederek yirminci asrın kanlı cebhesini tesbit etmeliyiz. Bu mazlumların hukukunu aramak bize düşen en mühim bir vazifedir. Türkçü diye ortaya çıkan bir takım mecmualar edebiyat kahramanları lüzumlu lüzumsuz şeylerle sütunlar dolduracağına biraz da bu biçare öz Türklerin bu mazlum dindaşların geçirdikleri felaketlerle meşgul olsunlar. Ma’lum olduğu üzere Mısır’ın en mühim hasılatı pamuktur. Harb zamanında gerek amelenin ücuratı gerek arazinin irva ve iskası için lazım gelen mahrukatın fiyatı yüzlerce defa tezayüd etmesinden ve mevadd-ı infilakıyyenin dolayı geçen sene beher kantarın fiyatı on beş liraya kadar tereffu’ eylemişti. Mısırlıların saadetleri şöyle dursun haklarını bile istihsale tahammül etmeyen İngiltere hükumeti halkı ızrar ve Mısır’ın servetini bel’ etmek için bu sene pamuk ticaretini taht-ı inhisara almış İskenderiye’de teslim olunacak beher kantara kırk iki mecidiye maktu’ bir fiyat vaz’ etmiştir. Yani geçen seneki fiyatın yarısı demektir. Halkın şikayeti üzerine bir beyanname neşrederek “İngiltere hükumeti Mısır’ı harbin bela ve mesaibinden himaye garat-ı ecnebiyyeden vikaye etmiş bu sıkıntılı zamanda bile mevadd-ı sınaiyyeden bir hisse ona i’ta eylemiş olduğu gibi ba’de’l-harb dahi bu semahatten geri durmayacağını ve binaenaleyh İngiltere’nin bu lütuflarına ni’metlerine mukabil Mısır ahalisinden böyle bir fedakarlık beklemekte haklı olduğunu” söylemiştir! Demek ki hem bu biçare milleti hürriyetinden mahrum etmek bir ni’met addolunuyor hem de onun mukabilinde milletin servetini bel’ etmek mubah görülüyor! Hiç şübhe etmeyiniz ki gelecek sene için pamuk zer’ edecek bir Mısırlı fellah bulunmayacaktır. İngiliz haydudları Mısır’da kaldıkça ahalinin esareti ve azabı berdevamdır. Cenab-ı Hak bunları bu elim felaketlerden kurtarsın. Mısır’ın iaşesi için bir İngilizin riyaseti altında bir komisyon teşekkül etmiştir. Bu herif İngiliz askerlerinin mal ediyor. Mahrukatın fıkdanını ve amelenin tezayüd-i ücuratını nazar-ı dikkate almayarak hububata harbden evvelki fiyatın iki misli bir fiyat ta’yin eylemiştir. Zürraın tüccarın değirmencilerin ve fırıncıların alışverişlerinde kullanmaya mecbur oldukları fiyat tahdid olunur olunmaz Mısır’ın büyük şehirlerinde müdhiş bir iaşe buhranı zuhur etti. Eğer Mısır ve İngiliz depolarında bulunan erzak halka tevzi’ edilmemiş olsaydı açlıktan müdhiş vefeyat ve ihtilaller vuku’ bulması muhakkaktı. Bu zat bu ahvalden müteyakkız olmadıktan başka bir beyanname neşrederek “vaz’ olunan fiyat gelecek mahsul yetişinceye kadar cari olacağını” söylemiş ve Mısır’ın her vilayetine birer hey’et göndererek kuvve-i cebriyye ile halktan hububat toplamak ve şehirlerde te’sis olunan depolarda cem’ ettikten sonra vaz’-ı yed ederek yeni fiyatla satmak Ceneral Ala[n]bi’nin ordusuna istinad ile Mısır ahalisinin ekseriyetini teşkil eden zürraı ezmeye çalışan bu haydud hükumet zulmünde ısrar ve taannüd ederken hıdiv-i kazib Fuad Abidin sarayında Mehmed Ali Paşa zamanından beri şimdiye kadar Mısır ordusunda isti’mal olunan esliha elbise ve tatbik olunan nizamnameleri havi bir müze te’sis etmekle meşgul oluyor. Rüşdi Paşa kabinesinin erkanı da İskenderiye’de Mısır sevahilinde Nil’de tesadüf olunan balıkların envaını tarz-ı maişetlerini hastalıklarını ve tekessürünü gösterecek bir müze hayat-ı İslam ile istihfafları cezasız kalmayacaktır. SUDAN AHVALI Sudan’da el-yevm Avrupa masnuatının fıkdanı dolayısıyla müdhiş bir muzayaka hüküm-fermadır. Orada bulunan me’murin ve ecnebiler pek perişan bir haldedirler. Harbden evvel birçok mallar mevcud idi. Bunlarla altı ay evvelisine kadar idare edildi. Fakat şimdi hiçbir şey kalmadığı cihetle pek ziyade müşkilat başgöstermiştir. Harbin ta’kıb ettiği cereyandan bütün halk pek memnundurlar. Hepsi yek-vücud olarak bir an evvel İngiliz hakimiyetine bir hatime çekilmesini temenni etmektedir. Darfur’un idaresi için lazım gelen mebaliğ Mısır hükumetine tahmil edilmiştir. Her şeyden evvel arslan payını alan İngilizler oradaki varidattan fazlasıyla müstefid oldukları halde bu yükü Mısır’a tahmil etmeleri pek tuhaftır. Tabii Mısır’ın bir kısm-ı mütemmimi mesabesinde olan Sudan’a yardım etmek lazım ise de İngilizlerin gayr-i meşru’ ortaklığı ve bütün varidatın kendilerine giliz emperyalizm istibdadına karşı gelmek maatteessüf şimdilik imkan haricindedir. Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle elbette bir gün bu mezalimin intikamı alınacaktır. Nil’in Feyezanı ve Ahalinin Endişesi: Bu sene Nil’in feyezanı mu’tadından fazla olmasından dolayı gerek Mısır’da ve gerek Sudan’da tufanlardan korkuluyor. Sudan’ın havali-i cenubiyyesine düşen yağmurlar pek kesiftir ve her seneden daha erken başlamıştır. Geçen sene o havalide vuku’ bulan tufanlardan zer’iyyat pek mutazarrır olmuş bu sebeble halkın bir kısmı kahttan vefat eylemişti. Bu senenin feyezanı ise halkı daha ziyade tedhiş ediyor. Zira maazallah geçen seneki gibi tufanlar olursa kahttan hiçbir ferd kalmaz. Bu senenin yağmuru aynı halde devam ederse geçen senenin feyezanından iki kat fazla tahribat yapması muhakkaktır. tıkları yoktur. Subat nehrinde geçen ay garib bir hadise-i tabiiyye meşhud olmuştur. Bir gün yağan yağmurlardan nehir taşar. Etrafı sular kaplar. Bilahare sular çekilince arazinin balıktan müteşekkil bir tabaka ile mestur olduğu görülür. Açlıktan muzdarib olan halk bunu görür görmez balıkları diri diri yemeye başlarlar. Teaffün ve tefessüh ettiği halde yine yemekte devam ederler. Bit-tabi’ birçoğu zehirlenip feci’ bir surette yerlere serilir kalırlar. Bu suretle kahttan kurtulan biçareler kesret-i eklden giderler. Cenab-ı Hak bu biçare mazlumlara acısın. Onları İngiliz ribka-i esaretinden bir an evvel kurtarsın. Geçen sene yağmur mevsimi pek gecikmiş olmasından dolayı memleketin her tarafında müdhiş bir kahttan endişe ediliyordu. Bahusus harb-i umumiden dolayı bütün cihanın erzakı pek mahdud ve nakli pek güç bir halde bulunması bu endişeyi artırıyordu. Fakat bilahare mebzul yağmurlar yağmış kaht tehlikesi ber-taraf olmuştu. Maamafih bir kısım mezruatın ekilme zamanı geçtiğinden mahdud olmuştu. Zaten Fransa hükumeti harb-i umumi esnasında hububata pek dun fiyat vaz’ ettiğinden ve kuva-yı askeriyyesi vasıtasıyla mahsulatı zorla zabtetmekte bulunduğundan dolayı halk ancak ihtiyacat-ı zaruriyyelerine kifayet edecek araziyi zer’ eylemişlerdi. Fransızların istibdadı ve tama’karlığı olmasa Fas ahalisi es’arın yükselmesinden cesaret alarak fazla zer’iyyatta bulunur bütün dünyadaki erzak sıkıntısı fırsatından ne de Fransa bu ma’nasız siyasetten bir fayda te’min eyleyebilmiştir. Bilakis Fransa bugün Fas’ta bulunan kuvayı askeriyyenin erzakını memleket haricinden celb etmek mecburiyetindedir. Bu muzayaka sebebiyle bir takım hadiseler de vukua gelmiştir. Bazı me’murin-i askeriyye halkın elinde bulunan bir senelik erzakını toplamak isterler. Ahali mukavemet eder. Bu suretle iş müsellah ihtilale varır. Bunun üzerine bu sakım siyaset terkolunur. Bundan başka Fransa asayişi te’min edebilmek için memleketin ihtiyacat-ı zaruriyyesini de celb ve te’min eylemek mecburiyetinde kalır. Çünkü ahalinin ihtiyacat-ı zaruriyyesini te’min edemediği takdirde ihtilal muhakkaktır. Bunu bildiği içindir ki Fransa’da şeker sıkıntısı çekildiği halde Faslılara bol bol şeker yedirmiştir. Çünkü yemekten ziyade çay mübtelası olan Faslılar için şeker mübrem bir ihtiyacdır. Bahusus içtikleri çay yeşil çay ile na’na’dan mürekkeb acı bir şey olduğu için fazla şeker kullanırlar. Bu cihetleri iyi bilen ve evvelden düşünen Fransa daha harbin bidayetinde Fas’ta pek çok mikdarda şeker cem’ ve iddihar etmişti. Lakin şimdi bu şekerler bitti. Tahtelbahr tehlikesinden dolayı başka şeker nakledilmesi de pek müşkil. Bunun için Fransız kumandanı her gün ihtilal endişesiyle muzdarib oluyor. İnşaallah korktuğuna uğrar. Bu senenin bidayetinden i’tibaren Fransız mıntıka-i nüfuzu dahilinde bulunan işlenmiş ve işlenmemiş derilerin adem-i memnuniyyet hükümfermadır. Fransız hükumetinin ta’kıb ettiği maksad derileri ucuz fiyatla satın almak ve deri ticaretini inhisarda bulundurmaktır. Rusya ile Almanya arasındaki münasebat-ı siyasiyyenin te’sisi için müzakeratta bulunan müşterek komisyonun bir celsesinde Rusya ahalisinin ticaret ve sanayi’ komiseri olan Brunski uzun bir nutuk irad etmiştir ki hülasası ber-vech-i atidir: “Rusya hükumeti Almanya’ya karşı taahhüd ettiği şeraiti ifa edebilmek için harici bir istikraz yapmak mecburiyetinde kalacaktır. Bu istikrazın mukassatan ifası bir kısmını tahsis eylemek lazımdır. Bu istikrazı te’min maksadıyla Sovyet hükumeti Almanya’dan alacağı mevadd-ı sınaiyye mukabilinde Rusya’nın menabi’-i tabiiyyesinden istifade etmek ve ma’denlerini işletmek üzere Almanya’ya birçok imtiyazlar vermek icab eder. Bunların kontrolü Rusya hükumetine aid olmakla beraber istihsal olunacak fevaidin bir kısmından da Rusya hükumeti müstefid olacaktır. Sovyet hükumeti Almanya hükumetinin Rusya’nın dahili siyaset-i iktisadiyyesi ve Rusya’dan fekk-i irtibat eden Lehistan Ukrayna Kafkasya gibi memalikin Rusya ile te’sis edecekleri alaka ve münasebetlere müdahale etmemesini taleb eder. Almanya Rusya’ya hiç olmazsa Krivokuruç ve Kafkasya hasılat-ı ma’deniyyesinin yarısını vermeyi taahhüd etmeli ve Rusya-Ukrayna hududunun ta’diline muvafakat etmelidir.” Acaba bu mes’eleden dolayı mı Kafkasya’nın vaz’iyeti muğlak ve muallak kalıyor? Acaba Fas mes’elesinde olduğu gibi bu sefer de pek hasis bir menfaat-i iktisadiyye mukabilinde koskoca bir müslüman memleketi feda mı olunuyor? Acaba alem-i İslam’ın ve bahusus Rusya müslümanlarının bulundukları memleketlerin ma’denleri Almanya’ya kafi değil mi? Acaba Karadeniz donanması da bu mes’eleden dolayı mı Rusya’ya iade edildi? Hükumet-i seniyyenin bu gibi müzakerat ve muhaberattan ma’lumatı var mı? Bunlara meydan vermeden Rusya müslümanlarının ve bahusus Kafkasya’nın mukadderatını bir an evvel ta’yin ve takrir etmelidir. Bugün siyaset aleminde hissiyat değil iktisadiyat hakimdir. Ona göre bir hatt u hareket ittihaz etmek icab eder. dettikleri bir ictima’-ı umumi neticesinde atideki kararı meyen bütün Rusya hürriyetperveranı İ’tilaf müttefiklerimizin kuva-yı askeriyyesini Rusya’ya gelmiş görmekten pek memnun ve mes’ud olacaklardır. Zira ancak bunların müdahalesiyledir ki dahil-i memleketimizdeki Alman emperyalizmine karşı gelinebilecek ve el-yevm hal-i teşettüt ve iftirakta bulunan Rusya’nın en necib evladının Troçki dahi demiştir ki: “Almanya zadegan ve hakim kitlesi emin olsunlar ki ecnebi memleketlerin ilhakı ve muhtelif ırkların teshiriyle kendilerini her halde bir gün infilak edecek torpillerle YAZAR İNDEKSİ |/\|