|\/| _____ SEBİLÜRREŞAD Cild 9 - Unknown 296839 68429 40190 _____ Asırların yığdığı bar-ı giran-ı mesaib altında inleyen millet-i İslamiyye na-şekibane bir subh-ı felahın infilakına dide-küşayı cehalet ile kapalı olan ufk-ı Alem-i İslam’da hiç olmazsa bir berk-ı nur u irfan tevlid etmek maksadıyle biz de dört sene evvel Sıratımüstakīm ceridesini te’sis etmiştik. Asırlardan beri Şark’da ve bütün Cihan-ı İslami’de hükümran olan istibdad-ı idare dindaşları birbirinden ayırmış karde ş leri yek diğerine düşman etmiş mü’minleri birbirlerine boğdurmuş kalem-rev-i İslam’ı dindaş kanıyla sulamış bir mezbaha-i hunine çevirmişti. Furkan-ı Mübin’in uhuvvetle tavsif buyurduğu aynı din salikleri birbirlerinin efkarından amalinden tamamıyle bi-haber kalıyorlar; baka ve idame-i şevketlerini birbirlerinin imhasında zu’mediyor ve o yolda çalışıyorlardı. Çünkü İslam kasabalarını ihata eden cehalet sedleri o kadar kesif o derece zalam-engiz idi ki maverasında zuhur-yafte olan facialardan içindekilerin haberi bile olmuyordu. Bu hal son asra kadar devam etti gitti. Vaktaki Hind’de şevket-i İslamiyye munkarız olarak yerine bir ecnebi hükumeti kaim oldu; vaktaki Mısır’da A’rabi Paşa gibi bir bedbahtın çıkardığı iğtişaş İngiltere’nin ümm-i dünyaya namzedliğini intac etti; oralardaki müslümanlar gözlerini açmaya fikirlerini toplamaya mecbur kaldılar rabıta-i diyanetin ehemmiyetini takdir ederek merkez-i Hilafet’e daha rasin daha ümidvar nazarlar fırlatmaya başladılar. Ne çare ki kabus-ı istibdadla fer ü tabını gaib eden arş-ı Hilafet o kadar uzaklara kadar neşr-i şua’-i tenvir edecek bir halde değildi. Millet-i İslamiyye felakete Saltanat-ı Osmaniyye inkıraza doğru sürükleniyordu. Bu esnada ferman-ı celilinin icrasına hükm-i kader sadır oldu. Müslümanlar esbab-ı felaketi takdir ettiler Osmanlılar çeşm-i intibahı açtılar. Biz de Alem-i İslam’da uyanan nehza-i fikriyyeye bir meş’ale-i tenvir açmak Fatır-ı Mutlak tevfikatına mazhar buyurdu millet-i İslamiyye iltifatını ibzalden çekinmedi biz de rehgüzarımıza tesadüf eden hailleri bir azm-i metin ile iktiham etmeyi göze aldırarak işte dört senedir bu yolda bezl-i gayrette bulunuyoruz. Dört senelik koleksiyonlarımızı tedkīk buyuracak erbab-ı irfanın risalemizin seneden seneye arzettiği safahat-ı terakkī ve tekamülü düşünmüş mündericatını tevsi’ muhteviyatını tenvi’ etmeyi kararlaştırmıştık. Bu maksada vusul için memleketimizin en mütebahhir ve en fazıl simalarından mürekkeb bir hey’et-i tahririyye teşkil ederek tarik-ı mesaimizde kat’-ı merahile başladık. Sıratımüstakīm – Sebilürreşad bugün dokuzuncu cildin birinci nüshasını kari’lerinin nazar-ı irfanına arzederek beşinci senesine giriyor. Alem-i İslam’ın teali ve intibah-ı fikrisine çalışmayı en mukaddes bir vazife olmak üzere telakkī etmiş olduğumuz cihetle her türlü fedakarlıkları ihtiyar ederek bu maksad-ı ulviye doğru bir hatve daha atmaya azmettik. İki ay mukaddem Hindistan Türkistan Afganistan… Bulgaristan ve Romanya müslümanlarının hayat-ı ictimai ve ilmilerini yakīnden tedkīk etmek tearuf-i müslimin esaslarını atmak südde-i Hilafet’ten uzakta kalmış olan dindaşların Makam-ı Mualla-yı Hilafet’e olan merbutiyet-i diniyye meveddet-i ruhiyyelerini teşyid etmek üzere birçok fedakarlık ihtiyarıyle oralara kadar hususi muhbirler i’zamına teşebbüs ettik. Elyevm Hindistan Afganistan ve Türkistan’a müteveccihen Bağdad tariSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib kıyle azimet etmekte bulunan Tevfik Bey ile Bulgaristan muhbirimizin gönderdiği mektuplar kariin-i kiramın elbette nazar-ı dikkatlerini celbetmiş olduklarında şübhe etmiyoruz. ... fermanı müslümanların birbirleriyle tanışmaları bilişmeleri yek diğerlerinin alam ve meserratından hissedar olmaları lüzumunu ihtar buyurduğu cihetle bu teşebbüsle o gaye-i mübecceleye doğru ilk hatveyi atmış oluyoruz. Maatteessüf zir-i liva-yı Osmanide bulunan müslümanlar arasında dahi şimdiye kadar hükmünü tecelli ettirecek bir tearuf esasları kurulmamış olduğundan haricdeki dindaşların ahvalinden haberdar olmak istediğimiz gibi dahildeki mü’minler arasında da bir rabıta-i fikriyye muayyen bir gaye-i terakkī ve tekamüle doğru ilerlemek üzere bir vahdet-i ruhiyye te’sisine çalışmak istiyoruz. Bu da büyük bir kitle-i münevvere-i İslamiyyenin neşriyat-ı ilmiyyelerine vasıta olan Sebilürreşad’ın beyne’l-müslimin intişarına vabestedir. Fakat bu kadar yüksek bir mefkureyi yalnız başımıza te’min edemeyeceğimizi de i’tiraf etmek lazımdır. Bunu bildiğimiz için şu cihad-ı mukaddesde kariin-i kiramın hiss-i diyanet ü hamiyyetlerine müracaat ederek diriğ-ı muavenette bulunmamalarını istirham etmiştik. Ricamız her taraftan intizarımızın kat kat fevkınde mazhar-ı kabul ü takdir oldu. ferman-ı celiline ram olan muhterem dindaşlarımız risalemizin neşr ü ta’mimini mukaddes bir vazife telakkī buyurdular. Kemal-i menn ü şükranla arza mecburuz ki risalemize evvelce abone olan zevat-ı kiram ikişer üçer hatta onar yirmişer otuzar abone tedarikiyle kitle-i İslamiyyeye bir sirac-ı tenvir olmaya çalışan Sebilürreşad’ı beyne’l-müslimin neşre çalışmak gibi hıdemat-ı mübeccele ibzalinden çekinmediler. Müslümanların ilmen irfanen terakkīleri hayat-ı ictimaiyye ve medeniyye nokta-i nazarından tekamülleri şevket ü azamet-i İslamiyyenin tealisi azm ü sebat ittihad-ı fikir gibi esasların te’mini sayesinde müyesser olacağı şübheden vareste olduğu cihetle bu gayeyi ta’kīb eden Sebilürreşad ne kadar intişar u teammüm ederse bu mübeccel mefkureye vusul de o kadar kolaylaşır. La-yetezelzel bir iman metin bir kanaatle bu fikre merbut bulunan müslümanların peyamber-pesend ve sebatkar bir azimle yine bu yolda ibzal-i gayretten geri durmayacaklarına eminiz. Evet Sebilürreşad ne kadar teammüm ederse müslümanlar da birbirlerinin ahvalinden o derece haberdar olacaklar terakkī ve tekamüle doğru azimkarane çalışmak fikri aralarında o nisbette intişar edecek teavün ü tearuf esasları da bu sayede metin ve payidar bir surette vaz’ u te’sis edilmiş olacaktır. Avrupalılar binlerce liralar sarfederek ahval-i İslam’a dair ma’lumat almak üzere her tarafa hey’etler muhbirler gönderdikleri halde müslümanların kendi kendilerini büsbütün unutmuş olmaları ne kadar acınacak bir hal olacaktı. Sebilürreşad Alem-i İslam’ın şu ihtiyacını te’mine çalışmak için te’sis edildi. Fakat tekrar ederiz ki müslümanların mazhar-ı muaveneti olamaz isek bu kadar ağır bir vazifeyi yalnız başımıza yüklenmeye duş-ı zaifimiz mütehammil değildir. La Revue du Monde Musulman ünvanlı mecmua nazar-ı intibahımızı açmalıdır. Onlar sırf kendi menfaatleri uğrunda bu kadar fedakarlıklar ihtiyar ederek İslamların hayat-ı ictimai ve fikrisini yakīndan tedkīk etmek istedikleri halde merkez-i Hilafet’te müslümanların tearufuna hadim bir mecmuanın intişar edememesi müslümanların denildiği gibi inkıraza mahkumiyetlerine delalet etmez mi? Fakat biz son zamanlarda Alem-i İslam’da uyanan intibah-ı fikriden parlak neticeler çıkacağına kemal-i itmi’nan ile intizar ediyoruz. Dinen me’mur olduğumuz vechile sa’y ü sebat gösterilir neşriyat-ı ilmiyyeye devam olunursa Alem-i İslam’ın düşmüş olduğu gayya-yı cehaletten kurtularak şehrah-ı saadet ü tekamüle gireceğine şübhe etmemelidir. Bugün kabus-ı cehalet kesif ve ezici sıkletiyle Alem-i İslam’ı muttasıl tazyik ediyor. Müslümanlar ilmen serveten medeniyeten acınacak bir halde bulunuyorlar. Garb her gün daha insafsız bir vaz’iyetle Şark’a yükleniyor onu bel’ etmek yutmak Garblıların esrar-ı terakkīlerini anlamak Avrupa medeniyetinin ne gibi şeylerini almaklığımız icab edeceğini ta’yin etmek ahlak-ı fazıla-i İslamiyyemiz dahilinde fikren san’aten ticareten ilerlemek için iktiza eden esasları tedkīk etmek Avrupa maarif ü terakkıyatından müslümanları haberdar ederek nazar-ı intibahlarını açmak şevket-i İslamiyyenin paydar olmasını te’min edebilmek için kat’iyyen lazım olduğuna mu’tekıdiz. Bu kanaat bize bu yolda tetebbuatta bulunmak tedkīkatından risalemiz vasıtasıyle Alem-i İslam’ı haberdar etmek üzere mütefekkir ve Şark ve Garb lisanlarına vakıf fazıl bir iki zatı Avrupa’ya göndermek lüzumunu hissettirdi. Ba’de’l-id bu mühim teşebbüse girişeceğimizi kariin-i kirama tebşir ederiz. Sebilürreşad’ın mesleği kari’lerince ma’lumdur: Sebilürreşad’ın hiçbir fırka hiçbir siyasi cem’iyetle alaka ve münasebeti yoktur. Onun yalnız mukaddes bir mefkuresi vardır: Sebilürreşad Alem-i İslam’ın intibah-ı fikrisine teali-i ruhisine rehber olmayı müslümanların ilm ü ma’rifette sınaat ü ticarette terakkī ve tekamüllerine aralarında la-yetezelzel bir meveddet-i samimiyye te’sisine Makam-ı Bülend-i Hilafet’in i’tila-yı şan u şevketine çalışmayı bir emel-i mübeccel tanır ve o yolda çalışır. Sebilürreşad’ın muhteviyatı iki kısımdan ibaret olduğu kariin-i kiramın ma’lumudur: Birinci kısım ilmi ve fenni olup muhtevi olduğu mebahis tefsir-i şerif hadis-i şerif müdafaat-ı diniyye felsefe ictimaiyat fıkıh ve fetava edebiyat tarih ta’lim ve terbiye hutbe ve mevaız ve Alem-i İslam için nafi’ makalat-ı mütenevviadan ibarettir. İkinci kısım ise siyasiyat ve hayat-ı İslamiyyeye tahsis edilmiştir. Bu kısımda siyasiyat-ı umumiyye siyasiyat-ı İslamiyyeden bahis makaleler hayat-ı akvam-ı İslamiyyeye dair ma’lumat kariin ve muhbirlerimizden vürud eden mekatib-i mütenevvia matbuat-ı İslamiyye ve şuun-ı umumiyyeye dair ma’lumat verilmektedir. Risalemize bir üçüncü kısım ilavesine de lüzum gördük. Bu kısımda asar-ı münteşire hakkında tenkīd ve takrizlar bulunacağı gibi İslam ticaretgahları ve İslam asar ve erbab-ı sanayiine dair de ma’lumat-ı lazime dercolunacaktır. Risalemizin mündericatı ve gösterilen rağbet bize ileride hacmini tezyid edebilmek cesaretini veriyor. Sebilürreşad’ın kari’leri ne kadar çoğalırsa mündericat ve hacmi de o nisbette tevessü’ edecektir. Furkan-ı Mübin’in ulum ve fünunun hal-i hazırına nazaran bir tefsire muhtac olduğunu i’tiraf etmeyecek bir mütefekkir yoktur. Risalemiz bu yolda yazılacak tefasir-i şerifeye bir çığır açmaya çalışıyor. Şimdilik ulum ve fünuna tarihe hayat-ı Ehadis-i sahihanın tefrikıyle efkar-ı nasda toplanan şübühatı tamamıyle izale edecek surette teşrihlerine ihtiyac-ı kat’i olduğu cihetle ahval-i ictimaiyye ve hayatiyyemize temas eden ehadis ve sünen-i nebeviyyenin aynen tercüme ve tavzihi bunların hayat-ı cariyyeye tatbikı hususlarına i’tina etmeye gayret edilmektedir. Sebilürreşad neşriyatında iki mühim noktayı daima nazar-ı dikkatten dur tutmuyor ve tutmayacaktır: Evvela mütefennin geçinen kimselerde dine karşı uyanan lakaydi ve şübühatı esasından izale edecek yerine metin ve rüsuhlu bir akīde ikamesine çalışacak saniyen fünun ve felsefeden bi-haber kitleyi tenvir ederek seviye-i ictimaiyyenin i’tilasına ahlak-ı fazılanın te’yidine cehl ile tev’em olan taassubun izalesine ilim ve ma’rifetin intişarına sarf-ı mesaiden geri durmayacaktır. Sebilürreşad ictimaiyata ve ahlakıyata hasrettiği sütunlarda millet-i İslamiyyenin hayat-ı müstakbelesi için nazım vazifesini görecektir. Rahat döşeğine uzanmış gibi bi-tab u bi-huş kalan kitle-i İslamiyyeyi ikaz ederek hayat-ı ilmi ve sınaiye sevkedecek milletin hayat-ı atiyyesini bir mecra-yı salime rabt umumu istila eden kabus-ı ataleti ref’ mevcudiyet-i İslamiyyeyi kemiren emraz-ı ma’neviyyeyi teşrih ve tedaviye gayret gösterecektir. Felsefe kısmında hikmet-i İslamiyyeye dair mebahis-i mühimmeyi enzar-ı kariine arzedeceği gibi dini müdhiş hücumlardan kurtarmak için felsefe-i Garbiyye hakkında da tetebbuat-ı amikada bulunmaya çalışacaktır. Tarih-i felsefeden felsefenin tarz-ı terakkī ve tekamülünden ateizm pozitivizm sosyalizm materyalizm determinizm individüalizm… gibi son zamanlarda Avrupa’da pek ziyade taammüm eden mesalik-i muhtelifeden kari’lerini haberdar edecek bunların zahiren rengin ve ciladar fakat hakīkatte çürük olanlarının üzerlerindeki tıla’-yı muğfili kazıyacak esaslı ve kat’i bulunanlarıyla esasat-ı İslamiyye arasında bir tezad bulunmadığını bulunamayacağını meydana çıkarmaya gayret edecektir. En büyük ihtiyaclarımızdan olan ta’lim ve terbiye bahsine dair tetebbuat-ı mühimmede bulunmaya da azmetmiştir. Alem-i İslam’ın bugünkü sefalet-i hali ta’lim ve terbiye hususunda şimdiye kadar ta’kīb edilen usulsüzlüklerin seyyiesi olduğunda şübhe yoktur. Ana kucağından başlayarak mektep ve medreselerde ve bilahare muhit-ı ictimaide evlad-ı vatana verilen ta’lim ve terbiyede hiçbir gaye gözetilmediğini anlamayan kimse yoktur zannederiz. Bu yolda usulsüz ve münferid bir tarzda verilen terbiyenin netayic-i feciasını her yerde gördüğümüz cihetle ta’lim ve terbiye hakkında tedkīkat-ı lazimede bulunmaktan geri kalmayacağız. Kariin-i kiram tarafından vukū’ bulan rağbet ve teşvik üzerine bir de kısm-ı fenni açtık. Sebilürreşad’da fenne de ayrıca bir kısım tahsisi bazı sebükmağzanın fen ile dinin kabil-i te’lif olamayacağı hakkındaki bi-esas kanaatlerini çürütmek hakayık-ı müsbete-i fenniyyenin esasat-ı İslamiyyeyi te’yid ettiğini göstermek gibi bir maksad-ı ulviye müsteniddir. Kısm-ı fenniye tabiiyyata mebahis-i hayatiyyeye fizyolojiye hıfzussıhhaya tabakatü’l-arza… dair icabına göre mebahis-i mühimme dercedilecektir. Fennin yeni yeni keşfiyat ve muhteraatından mühim ve faideli tatbikatından ma’lumat verilecek ve nazariyat-ı fenniyyeye dair izahat-ı lazime i’ta olunacaktır. Esasat-ı fenniyyeden mahrum olanlarda kudret-i tenkīdiyye bulunamayacağı cihetle dimağları fenni esaslarla tenevvür eden erbab-ı akīde öğrendikleri yarım yamalak bazı mukaddemata istinaden saçma sapan iddialarda bulunan kuteh-binlerin sözlerindeki kıymetsizliği pek kolay takdir edebilirler fenni intikadlarla müddealarının çürüklüğünü meydana çıkarırlar mukni’ cevablarla onları ilzam ve iskat ederler. Esasen hayat-ı maddiyye ile alakadar olan mebahis-i fenniyyenin mechul kalması mücadelat-ı maişet için elzem olan tevazün-i kuvayı ihlal edeceğinden hayat-ı ma’neviyyenin tealisi daima hayat-ı maddiyyenin zindegi ve tekemmülüne arz-ı iftikar eder. Bunlardan yalnız birisiyle cidalgah-ı hayatta te’min-i muzafferiyyet mümkün olamaz. Hakayık-ı diniyyeye kat’i vukūfla beraber saha-i fennin menatık-ı mesturesine nüfuz edilirse insandaki akīde daha ziyade rüsuh-pezir olur. Hayat-ı maddiyyede muzafferiyet esbabını bize ilim ve fen öğretecektir. Sebilürreşad ’ın mebahis-i sairesi için ta’kīb edilecek hatt-ı hareket hakkında birinci nüshamızda ma’lumat-ı lazime vermiş olduğumuzdan bu cildde dahi aynı esaslar ta’kīb edileceğini arzetmekle iktifa ediyoruz. Tevfik Allah’dan: TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi “Hem onlara: ‘Allah ne göndermiş ise ona uyunuz’ dendiği zaman ‘Biz daha iyi atalarımızı müdavim bulduğumuz şeylere uyarız.’ derler; pek a’la! Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş doğru yolu seçememiş ise yine mi uyacaklar?” * * * Ayet-i kerime Sure-i Bakara’ya mensubdur. Bununla beraber aynı meali tebliğ eden diğer ayetler de vardır: gibi... Tercüme ettiğimiz nazm-ı celilin üslub-ı hakimine dikkat olunursa görülür ki: Körükörüne taklid edenleri yani görenek denilen o “akaid-i batıla hülasasının” kuyruğuna yapışıp gidenleri; Allahu Zü’lcelal’in lisan-ı şeriatle lisan-ı fıtratle tebliğ eylediği hakīkatlere karşı gözlerini yumup kulaklarını tıkayanları Hallak-ı Azim velev itab ile olsun hitabına layık görmüyor da onların halini hikaye suretinde beyan buyuruyor. Anlayana bundan büyük ibret görenekçiler için de bu kadar ağır hakaret olamaz. Hakīkat gerek dine gerek dünyaya aid işlerde evamir-i münü ibtal ile başkalarının evhamına tapınmak kadar saçma bir hareket mutasavver midir? Emr-i dini taklid ile kaim bilmenin seyyiesidir ki batından batına birer ikişer bid’at üçer beşer hurafe miras ola ola bugün akaidimiz taatimiz muamelatımız adeta hurafat mecmuası bid’at yığını haline gelmiş! Dinin şekl-i sahihini kolay kolay tahattur bile edemiyoruz! Bugün bir bid’at-ı seyyieyi dinden çıkarıp atmak dinin en büyük erkanından birini yıkmak demektir; belki ondan ziyade galeyanı mucib olur! Görenek dinimizi tahrib ettiği kadar dünyamızı da etmiştir. Zaten Müslümanlık’ta din ile dünya birbirinden ayrılamaz ki. İşte tarih meydanda duruyor. Millet-i İslamiyye şeriati safvet-i asliyyesiyle muhafaza ettikçe hem dini hem dünyası ma’mur imiş; o safveti böyle bir sürü bid’atle bulandırınca hüsrandan hüsrana düşmüş. Ne garibdir ki: Şarkta garbda şimalde cenubda hasılı dünyanın her tarafında milletin avam kısmı “Atalarımızdan böyle gördük.” velvele-i i’tirazını her nida-yı irşada karşı en müdhiş en müstahkem bir siper gibi yükseltir dururken; mütefekkir olması icab eden havas tabakası atalarından gördüğü iyi şeyleri de mutlaka atmak hüviyet-i milliyyelerini tepeden tırnağa kadar değiştirmek sevdasında! Yeniyi iyiliğinden hususiyle lüzumundan dolayı almak; eskiyi de fenalığı sabit olduğu için atmak kimsenin aklına daha doğrusu işine gelmiyor! Dini taklid dünyası taklid adatı taklid kıyafeti taklid selamı taklid kelamı taklid hülasa her şeyi taklid olan bir milletin efradı da insan taklidi demektir ki kabil değil hakīkī bir hey’et-i ictimaiyye vücuda getiremez; binaenaleyh yaşayamaz. Mehmed Akif * * * TERBİYE VE TA’LIM Memleketimizde ulum ve maarifin layıkıyle intişar edememiş olmasından herkes müşteki bulunuyor. Yer yer mektepler açılarak maarif ta’mim edildiği takdirde bugünkü sefalet nihayet-pezir ve vatan bir gülzar-ı saadete münkalib olacağı herkes tarafından bir kanaat-i kat’iyye ile iddia ediliyor. Fakat maarif namı altında ta’mimi arzu olunan şeyler acaba neden ibarettir? Hangi nevi’ maarif memleketi kurtarabilir? Gelişi güzel birçok mektepler küşadı buralarda laale’t-ta’yin birçok dersler okutturulması bu maksadı te’min edebilir mi? Açılacak mekteplerden gaye ne olacağı ve şakirdanın ta’lim ve tedrisine başlamadan evvel onlara ne gibi şeyler okutacağımızı tedris edeceğimiz mevaddı ne vakit ve ne kadar zamanda ta’lim edeceğimizi ta’yin etmek icab etmez mi? Bir hey’et-i medeniyye içinde yaşayacak olan çocuklara ta’lim ve tedrisi icab eden şeyler insanların miras-ı ictimaisi olan “bilgiler” arasından intihab olunması bir emr-i tabiidir. Mevadd-ı tedrisiyye bu bilgiler arasından intihab edildikten sonra her birinin nef’-i nisbisi yani etfalin ta’liminden maksud olan gaye-i hususiyye ile olan münasebeti ta’yin edilmek iktiza eder. Beşeriyetin miras-ı ictimaisi olan bilgiler yalnız ulum ve fünuna münhasır değildir. Yemek içmek yürümek kalkmak gibi en basit bilgilerden en yüksek nazariyat-ı felsefiyyeye kadar bir neslin ahlafına devrettiği ma’rifetlerin kaffesi miras-ı ictimaide dahildir. Şu halde miras-ı ictimai namı altında cem’ ettiğimiz bilgiler mektep ve darülfünun programlarının çizdikleri daire-i mahdudeyi tecavüz ve asırdan asıra tahavvül ederler. Her nesil kendi halefine daha ağır bir hamule bırakır. Bugün nesl-i hazıra intikal eden hamule-i miras o kadar çoktur ki en alim bir zat bile yalnız bir kısmın tafsilatına aid cihetleri değil bir çok fenleri tamamen bir tarafa bırakmak mecburiyetinde bulunmaktadır. Ulum ve fünunun tevessü’ ve tekessürü saha-i iştigali yalnız bir ve nihayet iki fenne hasretmek ve ancak bu fende ihtisasa çalışmak mecburiyetini istilzam ediyor. Fakat fennin tek bir şu’besinde tahassus peyda etmek Bu mahzurun önünü almak ve şakirdanı fünun-ı saire prensiplerinden olsun haberdar edebilmek devre-i ihtisası mümkün olduğu kadar geriye bırakmakla mümkün olabilir. Şurasını da unutmamalıdır ki ihtisası peyda edilmek istenilen fennin de saha-i terakkī ve tekamülde tevessü’ edebilmek Şu halde yalnız bu fenni tamamıyle elde etmek daha uzun bir müddete tevakkuf etmez mi? Bu hale karşı tatbikı icab eden usul aşağıda arzolunacaktır. Tedris olunacak fünun intihab edildikten sonra şakirdana her fenden ne nisbette ve ne kadar şey tedris edilmek icab edeceği mes’elesinin halli iktiza eder. Bunu ta’yin ve takdir ederek lazım gelen aksamı intihab edebilmek için her fennin “nef’ini” nazar-ı i’tibara almak lazımdır. Bir fennin tedrisinden hasıl olacak istifade fenn-i mezkurun umumi prensipleri okutulacak şakirdanın gaye-i teallümleri lıdır. Bir fen ile o fenni tedrisden maksud olan gaye arasındaki nisbettir ki fenn-i mezkurun “nef’ini” takdire hadim olur. Bu nisbet ta’yin edildikten sonra içinde yaşanılan cem’iyetin teşkilat ve ihtiyacatına göre tedrisi icab eden kısmın tefrikı kolaylaşır. Fakat faideli kısımlar tefrik ve intihab olunurken zaman ve inkişaf-i dimağīyi de nazar-ı i’tibara almalıdır. Her nevi’ tedris zamanla meşrut ve mukayyeddir. Ta’lim ve tedris noktasından zamanın kıymeti pek yüksektir. Maamafih bu sözle çocuğun bütün saat-i hayatını işgal etmek lazım olduğu iddiasında bulunmak istemiyoruz. Çalışmak için iktiza eden zaman mahduddur. Bir aile reisi nasıl kendi masrafını iradına tevfik etmeye gayret ederse biz de her fenden matlub olan kısımların tamamıyle tedris olunabilmesi için iktiza eden zamanı takdir etmeye çalışmalıyız. Mevadd-ı tedrisiyye tefrik ve intihab edildiği esnada şu prensibe riayet etmek faideli netayic tevlid edebilir: “Her ilmin tedrisi için tahsisi icab eden zaman o ilmin faidesiyle takdir ve ta’yin olunur.” Pek esaslı olan bu düstur ders programları tanzim olunurken hiçbir vakit nazar-ı i’tibardan dur tutulmamalıdır. Elde edilmesi uzun müddete mütevakkıf olan bir fennin yalnız nazariyat-ı esasiyyesini tedris ederek aksam-ı fer’iyyesini ameli bir surette göstermek daha muvafıktır. sis ve talebeye umumi esasları gösterdikten sonra aksam-ı fer’iyyeyi pratik bir surette ta’lim etmeyi tercih ediyorlar. tağni-i beyandır. Şakirdanın inkişaf-ı dimaği ve iradisini te’min eden fenlere bir hakk-ı rüchan vermeyi de unutmamalıdır. Ma’lumat-ı beşeriyyeden çocuğa en ziyade faide-bahş olacak fünunun tedrisi tercih olunmak icab edeceği arzolunmuştu. Acaba “faide-bahş” olmak ne demektir? Faideli fünundan maksad en mühim zamanlarda en çok Bu faidenin takdirinde tedris olunacak şakirdin kendisini de nazar-ı i’tibara almak icab etmez mi? Bir çocuk için birinci derecede mühim ve lazım olan şey yaşamak mes’ud bir hayat geçirmek saniyen hemcinsiyle hüsn-i muaşerette bulunmaktır. Şu halde tedris edilecek fünunun fevaidi de bu nokta-i nazardan takdir edilebileceğinden mekteplerde ta’lim ve tedris olunacak şeylerin ber-vech-i ati esaslara müteallik bulunması hadim olan ilimler. zasını te’min eden ulum. ezvakını okşayarak azm ü sebatını takviye edecek şeyler. En mühim ve en esaslı nokta çocuğun yaşayabilmesi ve muhit-ı ictimaiye tevafuk etmesi keyfiyeti olduğundan ta’lim ve tedrisde bu cihetin daima nazar-ı ehemmiyete alınması lazimedendir. Mektebi ikmal eden bir genç bilahare nerede ve hangi muhit dahilinde yaşayacak ne ile iştigal edecek kimlerle muaşerette bulunacak? İşte bunlar taayyün ettikten sonra gaye ma’lum olacağından tedris olunacak fünunun intihabı kolaylaşır. Vasat-ı muhiti icabatına tevafuk etmek zaruri olduğundan ta’lim ve terbiyede vasatın da nazar-ı i’tibara alınmaması mümkün olamaz. Vasatın ihtiyac ve icabatına göre terbiye alamayan bir gencin mevki’-i ictimaisi dun bir derecede kalır. Tahsili kendisine pek az bir istifade te’min eder. Bir bankerin ilm-i hesab ve ilm-i hukūkun kısm-ı amelisini bilmesi kendisi için mesela Latince veya tarih bilmeden daha ziyade faideli değil midir? Ta’lim ve terbiyede rehber ittihaz olunacak şey çocuğun menafiidir. Menafi’-i mezkure ise tedrisatın daima icabat ve Bir mektebe devam eden şakirdan kuvve-i zekaiyyece farklı olabileceklerinden programların daima vasat derecedeki zekalara göre tanzim olunması zaruridir. Bu yolda müretteb programlara tevfikan icra-yı tedrisatta bulunacak muallimler usanç getirmeksizin birkaç def’a tekrar etmek suretiyle gabi şakirdanın da istifadelerini te’min edebilirler. ---- EDEBIYAT ---- zua aid tevsiat hep o sayede bulunabilir. Bir mevzua zafer-yab olabilmek yani o mevzuda mündemic meaniyi nikatı keşfedebilmek için en birinci şart iyice etraflıca düşünerek mevzuu hamlıktan kurtarmak olgun bir hale getirmektir. Meşahirden birinin dediği gibi “Mahza mevzu üzerinde lüzumu kadar i’mal-i fikr etmediği için bir mü’ellif eserini yazarken müşkilat içinde kalır.” Edib için herşeyden evvel mevzuunu kelimenin bütün manasıyle hissetmiş olmak lazımdır. Evet işin güçlüğü yazmakta değil yazmaya başlamazdan evvel hissetmektedir. “Ancak iyi hissolunan zeminler iyi tasvir edilebilir” sözü pek kıymetli bir düstur-ı edebidir. Vaktiyle bir felaket geçirmiş bir acı görmüş olursunuz; mazi-i hayatınızın elim bir safhası gözünüzün önünden geçer. bir şey olamaz. Binaenaleyh bunları tasvir etmek isterseniz fevkalade bir surette muvaffak olursunuz. Lakin hüner böyle yad-aşina bir mevzuu değil insan yabancı bir mevzuu etmek ısındırmaktır; bir halde ki o mevzu bütün safahatıyle görülebilsin hissolunabilsin. Eğer yazmaya başladıktan sonra ma’nalar fikirler birbirini velyetmek suretiyle kayd-ı tertibe girmiyorsa demek mevzuunuz henüz size ram olmamış daha kemale gelmemiş. O halde aynı mevzu üzerinde tekrar i’mal-i fikr etmek uzun uzadıya düşünmek iktiza eder; o zamana kadar ki karihanızda bir cuş u huruş başlasın da kendinizde bir an evvel yazıp kurtulmak için adeta bir ihtiyac hissedesiniz. Evet hakīkī talakat hakīkī ilham-ı san’at ancak o vakit gelebilir. Mevzuu meşime-i karihada uzun müddet taşımak cenin-i sakıt gibi vaktinden evvel meydana çıkarmaya özenmemek evvel bu kadar şeraite inkıyad herkes için kat’i değildir. Öyle edibler vardır ki saatlerce hatta günlerce düşünmeden bir şey yazamazlar; sonra öyleleri de vardır ki huruşa gelmek rinci Chateabriant ikinci zümreye dahildir. Bir sa’y-i edebinin kıymeti mevzuu intihab ettikten sonra bir nevzad-ı kamil suretinde vücuda getirebilmek için karihada yaliniz üzerinde husule getirdiği teessüratı tamamiyle tebliğ eylemekten ibarettir. Mevzu dediğimiz mahiyet bir fikirden ibaret basit birşeydir; eğer hayal ile his yetişip o fikrin ihtiva edebileceği menazırı alabileceği eşkali tasvir ederek besatetten kurtarmaz bir kaç kat büyültmezse söylenecek söz zaten söylenmiş demektir. Bil-farz yirmi dört saatten beri kuyuya düşmüş bir adamın halini ihtisasatını tasvir etmek lazım geliyor. Ne yapacaksınız: Evet kendinizi o adamın yerinde farz edeceksiniz. Lakin hiç başınıza böyle bir şey gelmemiş.. Şimdi öyle bir adamın ihtisasatını nasıl keşfetmeli? Öyle ya! Meleke-i icad bu gibi yerlerde kendini gösterecek. San’at dediğimiz de bundan başka bir şey değil. Ta’bir-i ma’rufu vechile başkasının bedenine temessül lazım. Şimdi kuyuya düşen adamın halini tasvirden evvel tasavvur gözünüzün önüne getirip o hayalin etrafında dolaşınız. Zihninize tevarüd edecek meaniyi zabt ediniz. Mesela: Soğuk su karanlık tedrici fakat müterakkī bir surette dibe gitmesi saatin uzunluğu bağırdıkça sesin çınlaması aks-i nida muhitin sükun-ı mehibi kuyunun aşağıdan yukarıya kocaman bir huni gibi görünüşü me’yusane istimdadlar tab ü tüvanın kesilmesi acz-i mütezayid suyun yüzünde kalmak beyhude harekatı yukarıda saf bir sema zaman zaman kuş sesleri haricde velvele-dar lakayd bir hayat sonra onların şu biçare felaketlerin haliyle husule getireceği tezad.. Daha buna benzer şeyler. hali tasvir edilecek. Mes’elenin mühim ciheti bir vak’anın bütün müfredatını bir te’sir hasıl edebilmektir. Görülüyor ki san’at-ı tahrir musırrane müstemirrane bir sa’y ile elde edilen melekeden ibarettir. Büyük dehalar yüksek kabiliyetler bu mecburiyetten azade olsalar bile emin olunuz ki onlar da pek çok çalışmışlardır. Mevzuun intihabıyle dest-gah-ı tahrire vaz’ı arasında mikdarı eşhasa göre değişen bir zaman geçer ki ihtimal bir teşebbüs-i edebinin en sevilmez en çekilmez devresi budur. Bu devrede tahammülü na-kabil bir intizar bir üzüntü vardır. Bakarsınız hiç bir şey doğmuyor. Artık müfekkirede henüz vücudu olmayan meaniyi çıkarmak dimağın bu duygusuzluğuna bu ataletine galebe çalmak lazım gelir ki bu mücahede-i azim için tenha-güzin olmak bütün kuva-yı fikriyyeyi bir noktada cem’ etmek elzemdir. Düşündünüz düşündünüz... Lakin ruh-ı mevzuu temsil edecek hayal-i cemil bir türlü karşınızda tecelli etmiyor! Sakın metanetinizi ümidinizi gaib ederek ye’se düşmeyiniz: Bugün sizden kaçan o hayal yarın agūş-ı müfekkirenize gelir hem de bir gün evvelki mücahedat-ı fikriyye neticesi olarak pek saf pek açık bir surette mütecelli olur. Siz de o zaman hemen kaleme sarılarak not almaya başlarsınız. Mevzuunuz i’tiyadatınızdan muhitinizden tarz-ı tefekkürünüzden ne kadar uzak ise azminiz mücahedeniz de o bu’d nisbetinde fazla olmalıdır. Mevzuunuzu kafanızda taşıyınız; hem uzun zaman taşıyınız; daima beraber gezdiriniz. Göreceksiniz ki nihayet onu kendinize ram edeceksiniz. Karihanın vüs’ati semahati ber-mu’tad mücahede ile kuva-yı fikriyye üzerinde tasarrufla istihsal edilebilir; yoksa rast gele bir şey olmaz. Hülasa his ile hayali kendine mal etmek bunların üzerinde nüfuzunu yürütebilmek icabeder. Vakıa kuvve-i muhayyileden hepimiz az çok nasibedarız; ancak o kuvvetten alabileceğimiz hisseyi büyültmek bize aiddir. Baktınız ki muhayyileniz hararetten mahrum.. O zaman münebbihata müracaat ediniz; yani mevzuunuzla münasebeti olan asarı okuyunuz. Mesela tiyatro yazmak sahneler tertib etmek eşhası birbiriyle konuşturmak istiyorsunuz değil mi? Meşahir-i haile-nüvisanın asar-ı güzidesini tetebbua dalınız. Yahud bir orman tasvir edeceksiniz fakat karşınızda öyle bir manzara yok. Ne yapacaksınız? İşte böyle bir teşebbüsü başa çıkarmak için kalemi ele almazdan evvel orman tasviri yolunda yazılmış asar-ı muhalledeyi gözden geçiriniz; uyuşmuş olan muhayyilenizi tetebbu’ sayesinde intibaha getiriniz. Bu usul daima muvaffakiyeti te’min eder. Kim bilir kaç kere başınıza gelmiştir: Hararet-i hisden şe taret-i hayalden mahrum dimağınızda en basit bir ma’nayı en naçiz bir fikri bulmaktan aciz kaldınız da artık bundan sonra hiç bir şey yazamayacağım diyerek bir ye’s-i amika düştünüz; ati-i edebinizden büsbütün ümidi kestiniz öyle değil mi? Halbuki biraz sonra civarınızda yükselen bir terane bir aheng yahud piş-i nazarınızda açılan şairane bir levha-i temaşa birden bire sizde bir çok hayaller bir çok hisler bir çok fikirler uyandırıverir; muhayyilenizin deminki uyuşukluğu faaliyete inkılab eder. Öyledir; bizim mevcudiyet-i ma’neviyyemizi ta’dil için çok zamanlar en ufak bir şey bile kafidir. Lakin hissimizi tehyic edecek hayalimizi uyandıracak münebbihat arasında hiçbiri mütalaa kadar müessir olamaz. Çünkü mütalaa bizim yacağımız asar içinde rehberimiz olacak elimizden tutacak sahifeler buluruz. Mücahid-i din [ü] devlet sadr-ı şehid Sokollu Mehmed Paşa’nın yevm-i şehadetine musadif Ramazan-ı Şerif’in onuncu Cuma günü Eyüb’de medfen-i mübareki önünde icra edilen ihtifal esnasında Ali Salahaddin Bey tarafından okunmuştur: Ey saye-i iclali olan kavm-i necibin Bir şems idi afakda guya ki rakībin; Velval-i vegada o senin nam-ı mehibin Düşmanlara baran-ı bela olmaya zehrin Bir seyf idi tarrakası da re’y-i musibin. Amal-i cihangirine füshatgeh-i dünya Dar gelmiş idi çünkü fütuhatını cevza Arş olmuş iken süllem-i ikbaline ahra Hak oldu yine cismine bir aşık-ı şeyda! Hun-ab-ı şehadet sana arayiş-i iman Türbende füruzan eser-i lem’a-i Rahman Ruhun ki baka milkine oldukça hıraman Türben diyor insanlara ey sahib-i iz’an Dünyalara layık yine dünyada kalan şan. Bir kanlı elin hançer-i bi-dadına kurban Oldun ne fecaat! Buna her kalb-i huruşan Hasret saçıyor: Hasret-i hunabe-i vicdan! Perverde-i ihsana bakın düşman-ı ihsan! Meczuba bakın katil-i hun-har ne insan! Sen nazım-ı devlet idin ey sadr-ı felek-cah Manzume-i hilkatde ise nadirü’l-eşbah; Bahriyye de berriyye de i’cazına agah Şevkınle bizi kabrine cezbeyleyen Allah Emretmede ihda-yı fevatih bize her gah. Ey unsur-ı pakize-şiyem der-i şehamet Deryada bile eyledin isar-ı celadet; Derya ki senin fikr-i amikından ibaret! Bahşetmiş idi dalgaların savleti elbet! Bir kal’a-i seyyare iken bahr ile berde Ruhun yine seyyare gibi seyr ü seferde! Sen fatih-i büldan iken ey sadr-ı güzide Elbette Süleymanlara Asaflara umde Olmuşdu vücudun evet ey ruh-ı remide. Düşmanları matemlere boğdun o denizde Derya ki senin nakl-i fütuhatına bende! Her mevcesi bir lahn-ı tarab-za-yı güzide Olmuş da verir zindegi-i ruhuna müjde? Kabrindeki zulmet bize bir subh-ı demide! Ulviyyetinin şahidi tarih olan adem Mes’ud yaşar sine-i milletde demadem; Her kuşe-i alem sana bir makber-i hurrem! Bir nefha-i i’caz mezarındaki hemdem Sen bir fem-i mülhim ben ise acz-i mücessem. Ey hatıralar alemi ey fahr-ı ekabir Atilere doğru süzülen şanlı me’asir Türbende teali ediyor evvel ü ahir! Ta’dad edemez gerçi meziyyatını şair Kaldın fem-i devranda fakat yad-ı mefahir Bir ömr-i müebbed kazanan ruh-ı fazilet Habit olamaz saye-i zillet gibi elbet Vaz’ eylediğin dehrde bünyan-ı adalet Bir alem-i umran ki mezarın buna hüccet! Sen ölmedin asla o ne devlet ne saadet! Her tantana her debdebenin ferş-i cebini Toprakdaki cevher; evet oldur semini Namus-ı vatan namına saklar da zemini Takdis ederiz hem okuruz seb’-i mesani ---- TARIH ---- Şimdi tarih-i Museviyyet’in bazı en parlak eşhasına yani Makkabi denilen rüesa-yı ‘aliyye-i ruhaniyyeye kavuşuyoruz. Modi’in şehrinde Mattathias denilen sinni pek ileri olduğu halde hepsi unfuvan-ı şebabında beş oğula malik bir rahib-i Musevi var idi. Bu beş oğulun isimleri sıra ile Yahya [John] Simon Judas Makkabius Eleazar Yonathan idi ki her birinin vatan tarihinde birer nam u şan tutacakları mukadder olmuştur. Peder-i müttakī olan Mattathias ekseriya oğullarına Millet-i Museviyye’nin merkezi olan Kudüs-i Şerif arz-ı suz u güdaz eyler İbranilerin düştüğü mevki’-i tezellülden şikayet ederdi. Hatta bu zamanlarda ihtiyar oğullarına bu dereke-i mezellette ber-hayat olmaktan ise vatanlarının müdafaası uğrunda feda-yı hayat etmekliğin daha şanlı olduğunu telkīn eylemeyi adet etmişti . Kable’l-Milad ’nci senede Makedonyalı hükümdar Modi’in şehrine putperestlerin ma’budlarına takdim edilmek üzere kurbanlar göndermiş ancak Mattathias’ın efkar-ı umumiyye üzerinde pek ziyade sahib-i nüfuz bir zat olduğunu bildiğine alamet olarak müşarun-ileyhe kıymetdar hediyeler takdime-i ihtiramlar da göndermiş idi. Fikr-i asli de şu amaline ser-füruya meylettirilebilsin. Maamafih ihtiyar-ı asil bu hareketi umumi bir nutkunda gayet kibarane reddeyledi. “Her ne kadar hükümdarın taht-ı tabiiyyetinde olan bütün milletler ona itaat eylerler ve birer birer cedlerinin dinlerinden ayrılır o kralın her kumandasına rıza gösterirler ise de ben ve oğullarım ve kardeşlerim ancak babalarımızın ma’bedine gireceğiz. Allah bizi kanun-ı dini ve adat-ı millimizi unutmak zilletinden muhafaza etsin! Kendi din ve mezhebimizden ayrılmak namına olmak üzere hükümdarın söylediği sözleri işitmek istemeyiz ki biz o dinden ne sağa sapmak isteriz ne sola!” Yahudi yeni din üzere kurbanını arzetmek için ma’bed mihrabına yaklaşmış idi. Bu hal Mattathias ile oğullarını o kadar mütehevvir etti ki sade mürted Yahudiyi değil hükümdarın murahhas zabiti olup maiyyetindeki askerlerle yeni şekl-i mezhebi tatbik ve müdafaaya me’mur olan “Apelas” ismindeki me’muru da katlettiler. Bu ma’reke içinde ma’bed karmakarışık oldu. Mattathias sevenler!” Bu vak’a dolayısıyla müşarun-ileyh ile oğulları bütün mal ve mülklerini geride bırakarak dağlara çekildiler. Bunları hemen birçok ahali ta’kīb etti ve adedleri pek sür’atle mütezayid oldu. Şimdi din ve hürriyet uğrunda kahramanane bir mücahede başlamıştı. Beni-İsrail’in bu ehl-i kıyamı hareketlerini şecaatleri derecesinde sıhhat ve maharetle idare etmekte kalmışlar fırsat düştükçe şehirler üzerine hücum etmişlerdir. Bu vechile putperest maabidini tahrib ve ahaliyi resm-i hıtanın ler mazhar-ı mücazat olduğu gibi refte refte düşmanlarının mahv u ma’dum kılmak istedikleri şerayi’-i Museviyye suhuflarını da elde ettiler ahalinin ibadeti için sinagonlar te’sis eylediler. Çünkü Beyt-i Makdis düşmanın yedinde bulunuyordu. Beni-İsrail muhariblerinin adedi her gün artmakta namıyla yad olunur. pek ihtiyar olup harb u darbın icab ettiği faaliyette duçar-ı müşkilat olduğundan kumandanlığı oğullarının en şeci’i Yehuda’ya havale eyledikten sonra ’üncü sal-i hayatında vefat etti. Bu zatın düşmanları kalbinde hasıl ettiği havf u haşyet o rütbeye vasıl olmuş idi ki müşarun-ileyhin maskat-ı re’si olan Modi’in şehrinde ecdadının makberesine defnolunmasına mümanaata cesaret eyleyemediler. Pederin vefatını müteakıb mevki’-i hükme geçen oğlu Yehuda ef’ali ile gösterdi ki kendisi de İbranilerin kadim kahramanları Davud Yuşa’ Ced’un[?] ve Şem’un gibi azimü’l-iktidardır. “Yehuda’ya biraderleri o kadar fedakarane muavenet gösterdiler ki onun kılıcından kurtulabilen mürtedler etrafa perakende olup memleket onların ahval-i mekruhesinden kurtuldu. Beni-İsrail’in yeni kumandanının gençliği muharebatın şiddet ü faaliyetine germi vermiş olmakla beraber ihtiyat ve tedabirinden dahi bir şey eksilmemiş idi. Yehuda vech-i tesmiyesi ma’lum olmayan “Makkabiler” sancağını küşad ederek harbediyordu. “Makkabi” kelimesi hakkında bazıları Sifr-i Huruc ’un bir cümlesindeki kelimatın . Bab- . fıkra yani “mi – kamu – ka – balim – av: Yahova” kelimelerinin hurufatından alınmış olduğunu te’min ediyorlar ki bu cümle; “Ey Rab! İlahlar içinde kim sana misl olabilir?” demektir. Bazıları da bunun “Den”[?] Kabilesi’nin sancağı olup İbrahim İshak ve Ya’kūb aleyhimüsselamın kısımda Kumandan Yehuda’nın –mesela Frankların Charles Martel’i gibi– çekiç ma’nasına olan lakabı olduğunu beyan ederler. Bu Yahudi kumandanının şecaati “ Apocrypha ”da şöyle ta’rif edilmiştir: “Beni-İsrail’in muharebelerini şen ü şatır ederdi. Böylece kavmine büyük şan u şeref kazandı. Bir dev gibi göğsü zırhı giyip mükemmel harb alatını kuşanırdı ve Beni-İsrail’i kılıcıyla muhafaza ederek gavga eylerdi. Harekatında aslan gibi idi ve arslan gibi böğürürdü. Fasıkları arar meydana çıkarır kavmine zahmet verenleri yakardı. Bunun için fenalar ondan korkar fasıklar endişe çekerdi. Çünkü iman ve takva onun yedinde parlamıştı… Bundan maada Yahudiye şehirlerini dolaşıp münafıkları mahveyleyerek gazab-ı ilahiyi Beni-İsrail üzerinden çevirdi” Makkabiler- . Bab- ’den ’uncu fıkraya kadar Gulam Haydar Han Server Han’ın ser-i maktuunu gördükten sonra; “Askerim Server Han’ı katletti. Sizin de Abdurrahman Han’ın işini bitireceğinizi yahud tutup tarafıma göndereceğinizi umarım” mealinde Sultan Murad’a bir mektup yolladı ve; “Abdurrahman Han Bedahşan’da bulunduğu Ashab-ı mütalaanın hatır-nişanı olsa gerektir ki Mir Ba ba’yı Feyzabad’a i’zam eylemiştim. Birkaç gün sonra mü şarun-ileyhe şöyle bir mektup yazdım: “Türkistan askerine müracaat ediniz. İki kuvvet bir araya gelip ehl-i İslam’ın terakkīsini istemeyen Katagan beyleriyle harbedelim.” Mir Baba; “Kendiniz Feyzabad’a gelip ahaliye görününüz; ba’dehu Katagan’a gidelim” cevabını verdi. Bunun üzerine –Rustak hakimi ta’yin etmiş olduğum– Muhammed Ömer’i bazı sergerde ve iki bin süvari ile yanıma alıp hareket eyleyerek Erguye’ye[?] geldim. Gece yarısı kahvecim beni uykudan uyandırdı: – “Yarı çıplak bir herif gelmiş. Yanınıza çıkmak için ısrar ediyor” dedi. Çağırttım. Gelen adam bir kağıd verdi. Okudum; şöyle yazılmıştı: “Ben ki şu arizayı takdim ediyorum Afganlı bir tacirim. Mir Baba Han ile bazı sergerdeganın sizi esir olarak İngilizlere teslim etmeye karar verdiklerini buna mükafaten de Bedahşan hükumetinin kendi hanedanlarında kalmasını istediklerini haber aldım. Allah aşkına olsun Feyzabad’a gel meyiniz!” Bunu okuyunca zihnim perişan oldu. Sabaha kadar dü şündüm durdum. Erkenden Mir Muhammed Ömer’i ve sair sergerdeleri celb ile mektubu gösterip bu hususdaki fikirlerini sordum. – Mir Baba kafir-i ni’met bir herifdir. Afganlı tacirin Mir Muhammed Ömer ise; – Mir ile daima aramızda adavet cari olagelmiştir. Binaenaleyh Feyzabad’a gitmek için beni ma’zur görünüz dedi. – Re’yinizde müstakilsiniz. Siz avdet ediniz. Ben Mir Baba’dan korkmadığımı isbat için gideceğim cevabını verdim. Müşarun-ileyh süvarilerini alıp Rustak’ı muhafaza etmek üzere döndü. Ahval ve harekatından beni haberdar etmesi için de Serdar Abdullah Han’ı beraber gönderdim. Ba’dehu mü tevekkilen alallah Feyzabad’a azim oldum. Birkaç fersah tayyederek “Zerkan” denilen dağa yaklaştığımız sıralarda Mir Baba kumandasında olarak altı bin süvarinin geldiğini gördüm. Maiyyetimdekilere: – Siz durun; ben ileri gideceğim! Şayed bir taarruza uğrayacak olursam hemen ateş edin emrini verdikten sonra atımı sürdüm. Kemal-i ihtiram ile istikbal ettiler. Bizimkiler de gelip yetiştiler. Birlikte yürümeye başladık. Yolda Feyzabad süvarilerine: – “Sizin gayet iyi binici olduğunuzu işitmiştim. Derece-i fürusiyyetinizi re’ye’l-ayn görmek isterdim dedim. Süvariler bana görünmek için at koşturdular. O esnada Afgan lisanıyle arkadaşlarıma: – Mir Baba’nın etrafını ihata edin! emrini verip ortamıza aldırdım. Bu suretle Feyzabad’a geldik. Kaleyi taht-ı tasarrufa alıp kendi adamlarımdan otuz kişiyi kapıya karakol ta’yin ettim. Üç gün sonra Gulam Haydar Han’dan Mir Baba’ya bir kağıd geldi. Gulam Haydar Han beni niçin esir edip de nezdine göndermediğini Mir Baba’ya soruyordu. Buhara emirinden de yine Mir Baba’ya bir mektup ile hil’at ve sırma eğerli dört re’s at vürud etti. Emir-i Buhara da “Ceneral Gulam Haydar Han benim muhibbimdir. Feyzabad vilayetini bana teslim etmeyi de taahhüd eylemiştir. Bunun için Abdurrahman Han’ı esir ediniz. Lazım gelirse katlinden de çekinmeyiniz ki müşarun-ileyh Rusya’dan kaçtığı cihetle katili muahaze ve kısas olunmayacaktır” diye yazmıştı. Mir Baba Allah’dan ziyade rical-i mütemevvile ile onların emvaline mu’tekıd olduğundan emir ile Gulam Haydar Han’ı memnun etmek için Bedahşan ahalisini benim aleyhime çevirmeye çabalıyordu. Bir gün yanıma gelip: – Civarda çok keklik var; arzu ederseniz ava çıkalım teklifinde bulundu. Kabul eyledim fakat: – Asker ne vakit hazırlanacak? diye sordum. – Ahaliye rüşvet dağıtmak için bana bin eşrefi ihsan buyurun! dedi. – Yanımdaki mebaliğ İngilizler ile olacak muharebenin karşılığıdır. Bundan başka rüşvetle toplanacak askerin bana lüzumu yok cevabını verdim. Çünkü yanımda Kataganlılardan on bin Rustaklılardan on bin kişi vardı. Kabil’e gittiğim gibi de binlerce adam bana iltihak edecekti. Sonra nakd-i mevcudum bin eşrefiden ibaret idi. Mir Baba’nın para dolu sandığı sandıklar ise tüfenk kurşunu ile mali idi. Hülasa ava çıkmak için hazırlandık. Ulema-yı a’lam ve müellifin-i zevi’l-ihtiramdan bir zat-ı maarif-simat olup Kütahyalıdır. Asarının en büyüğü olan Hadikatü’l-Fukaha ’sının yine kendi tarafından yazılan şerhinde künyesini böyle yazıyor: “Ebu-Muhammed Hıbri Ali bin Mustafa bin Pir Muhammed el-Ma’ruf bi-Bülbül-zade” Ale’l-usul vatanında ikmal-i tahsilden sonra istikmal-i feyz-i ulum maksadıyle seyr ü seyahat ederek “Kızılhisar”da ihtiyar-ı dame’l-hayat bu vechile imrar-ı evkat eyleyip küsur tarihlerinde dar-ı ahirete rıhlet etti. Fezail-i ilmiyyesine delalet eden asarı mütenevvi’ olup başlıcaları ber-vech-i atidir: eserini tarihinde Telhisu’l-Fetava ve’ş-Şuruh ismiyle beş cild üzerine şerheylemiştir ki bir takımı Manastır Kütüb hanesi’nde mevcuddur. Bu şerhin mukaddimesinde künyesini ve “Kızılhisar”da şerhettiğini tasrih ediyor. Şerif ve’l-Esma’i’ l-Husna”: Kadi Ebubekir Nesai’nin ed-Dürru’n-Nazim fi-Feza’ili’l-Kur’ani’l-Kerim ismindeki e serinin şerhi olup nihayetine lisan-ı dürer-bar-ı nübüvvetten şeref-sadır olan ed’ıye-i me’sureyi ilave etmiştir. medi ”: İlm-i kelamdan bahis bir te’lif-i güzin olup bu eserini ’de tahrir ettiğini dermiyan ediyor. leri adabından ve kısmen Medine-i Tahire fezailinden bahisdir. feraiza dair te’lif ettikleri metn-i metinin şerhi olup bir nüshası Kütahya Kütübhanesi’nde manzurum oldu. nafi’u’l-mebahisdir. “Esiri” mahlaslı mahdum-ı fezail-mevsumları Mehmed Yusuf Efendi’nin de gayr-i matbu’ Muhammediye Şerhi vardır ki bir nüshası Selanik’de mutalaa-güzarım oldu. Bursalı Spinoza “hakk”ın binasını “faide-i ictimaiyye” esası üzerine kuruyor. Hakk-ı tabii herşeyi arzu etmek ve herşeyi yapmaktır; en kuvvetli olmak şartıyle. Fakat bir “hal-i ictimai”nin tekevvünü ancak eşhasın diğer bir kısım hukūku kemal-i emniyyetle tatmin edebilmek için kendi haklarının bir kısmından keff-i yed etmeleriyle kabildir. “Cem’iyet”in faide-i müştereke nokta-i nazarından bütün a’zasına teslim ve tazmin ettiği “hisse-i hürriyyet” “hakk-ı ictimai”den ibarettir. Bu nazariye “hakk”ın ahval-i muhtelifeye iksa edebileceği müsbet şekilleri “zat-ı hak” ile karıştırıyor. İ’tirazata hedef olması işte bundan dolayıdır. Her şeyden evvel eğer “hak” faide-i ictimaiyyeden ve onu te’sis eden “mukavelat”dan neş’et ediyorsa bizzat bu mukavelelere göre tahallüf etmesi de zaruridir. Cem’iyet şahsa bahşettiği hukūku daima ta’dil edebilir. Eğer menfaati emrederse bu hakları intiza’ da edebilir. O halde bunlar esasen muvakkat şeylerdir. Bundan başka cem’iyet şahıs hakkında adaletsizlik göstermemeye kadir olamaz zannedilir. Eğer menfaat-i umumiyye “bir kişinin halk için ölmesini” hiçbir “hakk-ı şahsi”ye malik olmayacaktır. Bizzat “cem’iyet”in mukavelatında eşhasın hakkını tanıması ve ona hürmet etmesi lazım geleceği kabul olunabilir mi? Olunursa bununla beraber “ictimai mukavele”lerden mütekaddim ve müteahhir ve “faide-i ictimaiyye”ye karşı müstakil olan bir takım hukūk-ı tabiiyyenin de kabul edilmesi lazımdır. Bundan başka ictimai mukavelelerin nüfuzu hak ve adaletin kendi kendilerini doğurduklarının iddia olunmasını farzeder. Filhakīka şahıs bu mukavelata bir “sebeb-i adalet” değil ancak bir “amil-i intifa’” bilerek itaat ederse onları kendi menfaatine kafi derecede muvafık görmedikçe mutaiyetine iman edemeyecektir. “Mutlakiyet” veya “hükumetsizlik”de efrad-ı cem’iyyeti def’aten istila eden nazariye bir cem’iyete mensub olmayan kimse ona karşı hiçbir hak hiçbir vazifeye sahib olamayacaktır. O halde herşey “yabancı”nın aleyhinde olarak vaz’ olunmuştur. Bununla beraber mukavelelere hürmet şartıyle cem’iyete dahil olmak isteyen bir şahıs “kuvvet”ten başka hiçbir mu’in bulamayacaktır. Öyle bir kuvvet ki ne daire-i meşruiyyete idhal ne de bir hak ile tahdid edilmiştir. “Hakk”ın mebde’i “hürriyet”tir: “Hakk”ın mebde’i vazifenin mebde’i olan şey’dir. Victor Cousin; “Vazife ile hak kardeştir; müşterek valideleri hürriyettir.” demiştir. Bu nazariye; “hayır” “hürriyet”den tefrik olunmamak şartıyle ayn-ı hakīkattir. Filhakīka “hayr”ın gayesi hürriyeti bir şart-ı zaruri gibi telakkī eder: Şahsın hakīkī tekemmülü bizzat kendi tarafından istenilen veya mevki’-i femizi yapmakta serbest bulunmak lazım değildir onu yapmamakta da serbest bulunmalıyız. Çünkü; insanın kendine rağmen icra edebileceği hangi vazife tasavvur olunabilir? “Hayr-ı ahlakī”nin bütün kıymeti “mes’uliyet” ve “hürriyet”te tekasüf eder. O halde şahıs “hayır” yapmalıdır vazifenin mebde’i de hayırdadır. Fakat bu hususda serbest olmalıdır. Kendini ne men’ eden bulunmalı ne icbar. İşte “hakk”ın mebde’i de buradadır. Hülasa hak vazifemizi yapmak iktidarıdır. Fakat nasıl yapılması lazımsa öyle yani kemal-i serbesti ile. Yahud Kant’ın dediği gibi; “Hak şahsın muhtariyetidir.” Aynı filozofun şu kaidesi de buna müncerdir: “Öyle bir yol tut ki beşeriyet daima sana bir gaye gibi muamele etsin asla bir vasıta gibi değil.” Filhakīka gayesi kendi tekemmülü olan şahıs harici bir gayeye mahkum ve feda edilmemelidir. Yine kendimize gelelim: Garb filozoflarını dinlemeye mecburduk dinledik. Dinledik ve anladık ki hakka muhtelif adeselerle bakıyorlar. Ve hakku’l-insaf söyleyelim bazıları “hakk”ın kuvvetin pen çesinde zebun olmasından korkuyorlar. Felsefenin gayesi garazsız ivazsız “hakīkate erişmek”tir. Her hakīkī filozof bunun çağıra dursunlar biz bugün hangi nazariyenin hükümran olduğunu arayalım. Çok yorulmayacağız değil mi? Bütün hadisat bütün sergüzeştlerimiz bugün Garb’da Şark’da tasaltun eden tarikat-i siyasiyyenin “Hak kuvvettir.” düsturuna bağlandığına şehadet ediyor ve edecek. Bizim buna kızmaya hiç hakkımız yok. Çünkü kızmak hakkımız olabilmek için de kuvvetli olmalıyız. Kuvvetli olmayanın hiçbir hakkı yok: Abdüllatif Nevzad : Bir memlekette fırak-ı siya siyye teşekkülünden bahseden ulema-yı Garbiyyun derler ki: “Cinsiyet üzerine teşkil olunan bir fırka-i siyasiy ye muhataralıdır. Bu şekilde fırka vücuda getirenler diğer ecnasa mensub vatandaşlarını muarız ve muhasım addediyorlarmış gibi bir fikir tevlid ederler. Binaenaleyh şiddetli buğz u garazı da’vet etmiş olurlar. Kezalik bir cinsden olan fırka efradı diğer cinsden olan fırka efradını bina-yı devletin esasını duçar-ı hatar eden a’da suretinde telakkī eylemek isteyebilir.” Zuhur edegelen harikulade halata ilaveten bir de “Türk fırka-i siyasiyyesi” teşkiline çalışıldığı anlaşılıyor. Vakıa Me malik-i Osmaniyye’deki akvam-ı muhtelifeden bazılarının mesalik-i siyasiyye ve amal-i istikbaliyyeleri ma’lum olduğundan bina-yı devleti kuran unsurdan maadası arasında kavmiyet üzerine fırkalar teşkili –vahdet-i Osmaniyye nokta-i nazarından bais-i teessüf olmakla beraber– mucib-i hayret değildir. Fakat Türkler için ayrıca bir fırka-i siyasiyye teşkil etmek gibi bir meslekte biz bir fazilet-i siyasiyye eseri göremiyoruz. Ale’l-husus Türkler müslüman bulunmak haysiyetiyle liva-yı Osmani altındaki diğer akvam-ı müslimeye nümune-i lerine kani’iz. Türk fırkası teşkiline kalkışanların şahıslarını bilmiyoruz. İhtimal ki cümlesi de şayan-ı hürmettirler. Lakin kavmimiz arasında böyle fevkalade bir tahavvül vücuda getirmek kadar kendilerinde kudret görüyorlar ise kendi ehemmiyet-i mevki’iyyelerini biraz mübalağalı surette takdir etmişler demektir. Maamafih teşebbüsleri bazı kimseler için den o babda beyan-ı mülahazaya mecburiyet hisseyledik. Çünkü biz de ana ve baba cihetiyle aslen Türk kavmindeniz. Binaenaleyh biliriz ki Türkler mevki’ ve hakk-ı kavmilerini sıyanet için bir fırka-i siyasiyye teşkili gibi tedabire tevessül eylemeyi hatırlarına getirmezler. Eğer maksad Türklerin terbiye-i medeniyye irfan-ı siyasilerinin tezyidine ahlaklarının tenzihine sıhhat ve refahlarının te’minine teşebbüsat-ı kisbiyyelerinin inşirahına filana hizmet ise onun için gayr-i siyasi cem’iyetler hey’etler teşkil olunurdu herkesin de takdir ve muavenetine kesb-i nailiyyet eylerdi. Hasılı biz Türkler her kimin teşvik ve teşebbüsüyle olursa olsun kendimize mahsus bir fırka-i siyasiyye-i kavmiyye teşekkülünü istemezük! § : Taht-ı hakimiy yet-i efrençde kalmış olan bilad-ı baide-i İslamiyyeden bi lad-ı Osmaniyyeye ve ale’l-husus payitahta arasıra bir çok sahib-i vak’ u ilm zatlar gelip gidiyorlar. Bunların küllisi de niyye hakkında bir hiss-i muhabbet beslerler. Bunlar mesela Buhara’dan ve Asya-yı Vusta’nın diğer mahallerinden niyet-i hacc-ı şerif ile gelip de acz-i fakrdan dolayı muhtac-ı iane-i saltanat olan kimselere benzemezler; az çok cümlesinin de medar-ı maişetleri emindir. Maamafih lisan-ı mahalliye gayr-ı vakıf ve ahval-i memlekete külliyyen yabancı olan bu mu’teberan-ı müslime-i ecnebiyye dahi bazı mertebe muavenete ve asar-ı mihman-nüvaziye muhtacdırlar. Birçoğu buraya gelince İslamiyet hakkında hazz u muhabbeti kat’iyyen mefkūd kesan ile memlu karşı taraf otellerinde imrar-ı eyyam ederler de bizden aklı başında münevverü’l-fikr sahib-i hamiyyet bir zata bile tesadüf eyleyemezler. Herhangisi Makam-ı Meşihat’e veya vükela-yı ma’rufeden birine beray-ı ziyaret gitmiş olsa esna-yı mülakatta ya bizimkilerin lisan-ı ecanib bilmemezliğinden dolayı mükaleme icra-yı selam ve beyan-ı hoş-amediden ibaret olur veya tercüman hazır bulunsa bile musahabet mesela muhadenet-i devleteyn veya uhuvvet-i İslamiyye hakkında bazı beylik sözlere hayide mülahazata münhasır kalır. Bu kabil züvvar-ı mu’tebere-i müslimenin milletin tabakat-ı münevveresi ile hiçbir teması vukū’a gelemez. Zaten bizim tabakat-ı mu’teberemizi teşkil edenlerin pek çoğu da Garblı züvvar-ı ecanib hakkında yılıştıkları eda-yı muhadenet ve şevk-ı mülakat gösterdikleri halde Şarklı ve ale’l-husus müslüman züvvar-ı ecanib Züvvar-ı müslime ma’ruf olan cami’leri türbeleri müzeyi filanı ziyaret eyledikten ve ötede beride tecanüs-i siyasi-i milliye tamamen muhalif türlü türlü efkar-ı acibe hisseyledikten sonra umduğunu görmeyerek ve halimiz hakkında bir hiss-i teessüf peyda ederek kalkar gider. Makam-ı Hilafet hakkında evvelce beslediği efkar ve hissiyat tezelzüle uğrar tabi’ olduğu devlet-i ecnebiyyeye şiddetle münkad olmaktan başka kendisi ve mensub olduğu taife-i İslamiyye vetli bir fikir hasıl eyleyerek yurduna döner. Buraya kadar millet-i Osmaniyye ve Hilafet-i İslamiyye hakkında büyük fikirlerle gelip de me’yusen ve bazen nefretle dönen birçok ezkiya-yı İslam’a tesadüf eyledim. Biz kalb kazanmaya pek muhtacız. Ziyaretçilerimize teshilat ve muavenet-i fi’liyye ve ma’neviyye gösterebilecek teş kilatımız bulunmalı. Bu hususatta şahsi misafir-perverlikten ziyade resmi asar-ı mihmandarinin keramet-i te’siri bulunur. Evkaf Nezareti’ne ve Makam-ı Meşihat’e bu gibi hususatta mühim vezaif terettüb eder. Nezaret-i Evkaf yoluna girip bu gibi işlere de yarar gibi olacak idi. Bilmem ki açılan çığırda hükumet-i hazıra dahi devam edebilecek mi? Makam-ı Meşihat’e gelince: Biz onu bu makūle umur için maatteessüf hiçbir zaman tedarikli görmedik. § Yalın ayak baldırı çıp lak üstü başı yırtık ve murdar eli yüzü kirli bir alay hayır bir alay değil bir ordu çocuklar payitahtın memerr-i amm olan mahallerinde başı boş dolaşıyorlar koşuşuyorlar söğüşüyorlar döğüşüyorlar. Yar u ağyar muvacehesinde bir levha-i zillet ü küduret teşkil eden bu çocukların ekseriyet-i azimesi evlad-ı İslamdandır. Bazıları dilenmek yük götürmek kundura temizlemek gibi vesileler ile nası iz’ac eder dururlar. Bazıları da gazete satmak için vakit be-vakit izdihamlı sokaklarda köprüde haykırarak koşarlar ki bu da namuskarane birkaç para çıkarıp kūt-ı la-yemut tedarik eylemek gayretinden ziyade tulumbacılığa yeltenmek ve alışmak heves-i külhanisinden mütevellid bir telaşa benzer. Hey’et-i ictimaiyye arasında bir unsur-ı atalet teşkil edegelen bu çocukların hayatları kendilerini irtikab-ı ceraim ve meayibe alıştıracak bir hadim olacak biraz okutup birer iş veya san’at sahibi ettirecek ve hallerine münasib iş bulacak ve binaenaleyh memleket genci ilel ve avarız-ı bedeniyye ve ruhiyyeden ari tutacak gayr-ı resmi cem’iyyat ve müessesat-ı hayriyyemiz teşekkül edemediği gibi bu misilli vezaif-i temdiniyye ve ictimaiyye Son senelerde Avrupa’nın memalik-i müterakkıyyesinde çocuklardan faideli ve vazife-şinas birer vatandaş fa’al birer iş adamı çevik ve müteşebbis birer asker ye tiştirmek hına burhan olacak netayic-i hasene ve müfide verdiğinden bu teşkilat-ı sıbyaniyye diğer memleketlerce taklid edildi. Alelhusus Rusya’da kemal-i ihtimam ile tatbik ve bilad-ı adideye teşmil olunmuştur. Çocuklar gayet sade ve hafif üniforma labis oldukları halde vakten ba’de vaktin ta’lim görerek eknaf u etraf kasabat u kurada geşt ü güzar ederek ma’lumat-ı müktesebeleri hakkında idmanlarda bulunurlar. Zabitlerden darülfünun veya mekatib-i aliyye talebe-i mümtazesinden veya me’zunlarından papaslardan muallimlerden tabiblerden avukatlardan filandan bir çok genç zatlar da bu sıbyan keşşaf alayları için evkat-ı muayyenede sergerdelik muallimlik mürebbilik rehberlik vazifelerini bil-ihtiyar deruhde ederler. Halkın tabakat-ı muhtelifesine mensub çocuklar da böylece terbiye-i cismaniyye ve fikriyye görerek istikbal için imtizaclı ve mütecanis bir kitle-i vatandaşan vücuda getirecek kabiliyetleri istihsal eylerler. Memleketimiz otuz bu kadar sene bir devr-i atalet ü meskenet geçirdikten sonra inkılab neticesiyle hürriyet-i faaliyyete malik olmuş idi. Fakat yapılacak birçok ıslahat-ı medeniyye ihtiyaclarını birden bire hisseylediği gibi kendisini dahili ve harici bir çok da müşkilat-ı azime-i mütetabia karşısında buldu. Bakalım ıslahat-ı medeniyye ve ictimaiyye HİND YOLUNDA Beyrut ileride Avrupa’nın en muhteşem bir limanına Marsilya gibi bir şehre muadil olmaya sığlıkta kaya ve taş parçaları pek çok ve mebzul bir halde bulunup şehre güzel tabii bir rıhtım vazifesini ifa eylemektedir. Beyrut’ta bir rıhtım kumpanya ve idaresi bir de komiseri bulunduğu halde maatteessüf rıhtımı yoktur. Beyrut kasabasına vapur takarrub ettiği zaman uzaktan kasaba ta mamıyle “anfitiyatr” şeklinde görünüyor. Pek az bir masrafla gayet metin ve güzel bir rıhtım inşası mümkündür. Ancak bu rıhtımı müslümanlar layıkıyle yapamazlar. Çünkü daha bu gibi işlerde bulunmaya alışmadıklarından her halde bir ecnebinin muavenetine muhtacdırlar. Yalnız münasib şerait dahilinde yerli İslam hıristiyan ve ecnebilerden mürekkeb bir şirket teşekkül ederse zannederim ki hükumet dahi bunlara yardım ve muavenet edebilir. Tasavvur ettiğim rıhtım Beyrut İskelesi’ni teşkil eden “Port”dan i’tibaren deniz feneri vazifesini ifa eden “minare” mevki’ine kadar temdid edilmelidir. Buraları akşam vakitleri ahalinin mesire yerleridir. Arabalar buraya biraz müşkilatla amed-şüd eder. Beyrut’un yollarıyla caddeleri fenadır. Caddelerin bir kısmı elektrikli tramvay kumpanyası tarafından taşla tefriş edilmiş ise de tramvay hattı geçmeyen yerler kamilen tozla mesturdur. Caddeler sulandığı vakit tozlar çamur halini iktisab ile yazın beyaz ve fahir elbise giyenleri iz’ac eder. Beyrut beledisinin varidatı sair vilayat-ı Osmaniyye'ye nisbeten pek ziyade olduğu senevi kırk bin lira kadar mühim bir yekun teşkil ettiği halde kasabaya hiçbir iyilik yapılmamıştır. Devr-i istibdadda belediye reisleri sırf valinin uşağı ve beledi varidatı onların hazine-i hassaları makamında on paralık hizmet ifasına muktedir olmamıştır. Evvelce Fahri Bey beledi reisi iken cidden büyük hizmetler ederek hükumet konağı önünde ve kasabanın ortasında güzel ve küçük bir bahçe te’sis eylemiştir. Bu zat an-asıl Mısırlı olduğu halde uzun zamandan beri Beyrut’a muhaceret etmiş ve el-yevm eşraf-ı mahalliyyeden bulunuyor. Beyrut ahalisi hanelerinde pek temiz ve hüsn-i tabiatla yaşayıp sokakların pisliğine asla ehemmiyet vermiyorlar. Sanki ahaliye bir tealluk ve şümulü yokmuş gibi caddelerin pisliğinden şikayet bile etmiyorlar. Beyrut haneleri Avrupavari apartman tarzında bina edildiği gibi taksimat ve tefrişatı da sade ve Avrupa tarzındadır. Caddelerde sokaklarda köpekler pek pis çirkin bir vaz’iyette bulunmaktadırlar. Beyrut sıhhiye müfettişi bunların birkaçını bidayeten itlaf ettiği halde ahiran ahalinin taassub-ı amiyanelerinden çekinmeye mecbur olarak teşebbüsü ikmal edememiştir. Beyrut’ta bir de umur-ı sıhhiyye komisyonu vardır. A’zalarını teşkil edenlerin cümlesi doktordur. İçlerinde ecnebi ve yerli hıristiyanlarından olan hekimler de vardır. Komisyonun a’zalığını hamiyeten ifa eden Hastahane-i Askeri Müdürü Kaimmakam Nazmi Bey pek fa’al ve çalışkan bir zat olduğu gibi komisyonun riyasetini ifa eden Beyrut Sıhhiye Müfettişi Bahaeddin Bey de pek namuslu ve fa’al [bir] zattır. Maatteessüf belediye dairesi bu komisyonun mukarreratını layıkıyle kuvveden fiile çıkarmıyor. Haleb’de ve Şam’da kolera olduğu halde Beyrut’ta daha ziyade eser-i tahaffuz ve teyakkuzun hüküm-ferma olması lazım gelirken beledi tarafından ehemmiyet bile verilmiyor. Nitekim ihmal neticesinde kolera Beyrut’a gelmiş bir karıya hücum etmişse de mikrobunun pek zaif olması üzerine karı yakasını kurtarmış ertesi günü karı yerine kocası biriyle konuştuğu esnada sekte-i kalbden vefat etmiştir. Karının ikametgahı kordon altına alınıp koleranın sirayetine mümanaat olunmuştur. Sıhhiye komisyonu tarafından iki seyyar tabib ta’yin edilip Haleb’le Şam’dan gelen trenlerin muayenesine mübaşeret olunmuştur. Hamdolsun ikinci bir vukūata sebebiyet vermeksizin koleranın sirayetine bir mania çekilmiştir. Beyrut’ta göz hastalığı topallık illeti pek çoktur. Aynı zamanda emraz-ı efrenciyye de çoktur. Şimdiden ciddi bir surette buna bir çare düşünülmezse ileride gerek devlet gerek ahali büyük bir felakete duçar ve azim bir fedakarlığa mecbur olacaklardır. Bu gibi emrazın önüne hail çekmek için her şeyden evvel fahişelerin şehir haricine tard ü ihrac edilmeleri muktezidir. Fahişeler ise şimdilik tamamıyle şehrin ortasında ve “Burc” tesmiye ettikleri bir mahalde ve hükumet konağının yanı başındaki hanelerde miyet vermiyorlarmış. Çünkü mensub oldukları konsülato me’murlarını nasılsa ikna’ etmek sayesinde me’murin-i Osmaniyyenin elinden kolayca kurtuluyorlarmış. Beyrut’ta her milletten fahişeler var ise de hamdolsun müslümanlardan pek az kadınların bulunduğunu rivayet ettiler. Yalnız İngiliz lere mensub fahişeler yoktur. Çünkü İngiltere Devleti kendi milletini enzar-ı nasda ali göstermek için bu hususa son derece ehemmiyet vermiştir. Beyrut polis müdürü aleyhinde bir çok sözler söyleniyor ise de hakīkat-i halde müdürün afif olduğunu aleyhinde bulunanlar bile i’tiraf ediyor. Polis müdürü derim ki pek güzel ifa-yı vazife edecektir. Polis komiserleri vazife-perver ve şayan-ı terfi’ bir zat olduğunu güzel ve mühim hıdemat ifasına muvaffak olduğunu işittim. Bu zat tam ma’nasıyle müslüman ve vazife-perver bir zattır. Her ne kadar Beyrut polisleri ayda dört yüz guruş kadar maaş alıyorlar ise de bu meblağla sadıkane ifa-yı vazife etmek güçtür. Çünkü bir aşçı ile bir arabacı bile Beyrut’ta ancak sekiz yüz guruşla te’min-i maişet ettiği halde temizliğe riayet etmeye mecbur olan bir polise meblağ-ı mezkur pek azdır. Emniyet-i Umumiyye müdürü bu noktaya ehemmiyet verip Beyrut polislerinin maaşını tezyid ederse zannederim ki iyi bir iş yapmış olur. Ancak yerli polisler içinde muktedir afif vazife-şinas adamlar pek az bulunuyor. İstanbul’dan gelen polisler ise lisan-ı mahalliye aşina olmadıkları cihetle gereği gibi ifa-yı vazife edemiyorlar. Sonra bu kadar az maaşla polis bulmak dahi güçtür. Halbuki Beyrut gibi bir vilayetin en ziyade muhtac olduğu şey polis ve jandarmadır. Hükumet ancak bu vesile ile nüfuz-ı ecanibe karşı kendisini kuvvetli gösterebilir. Hükumetle ahali beyninde bir rabıta-i kaviyye husule getirmeye en ziyade hizmet edecek bir şey varsa Lisan-ı Arabi’ye aşina olan me’murlardır. Ahali Arabca bilen me’murlara hem hürmet hem de rabt-ı kalb eder. Bu me’murların Arabdan olmalarına ahali ehemmiyet vermezler. Yalnız yetişir ki lisana aşina olsun. Bu suretle ahali ve hükumet me’murları beyninde her türlü su-i tefehhümler izale edilmiş olur. Benim gibi hususi emeller ta’kīb etmeyen kimseler vicdanına mahkum adamlar olduklarından pek az yalan söylemeye çalışanlardır ki gördüklerini ketmetmeye muktedir değildirler. Binaenaleyh Beyrut’daki ahlak-ı umumiyyeyi ben bir türlü beğenemedim. Bunun fasid olduğuna hükmedeceğim. İhtimal ki matbuat-ı mahalliyye ile taassub-ı amiyaneye tarafdar olanlar benim bu gibi ictihadatımı beğenmeyip de sonradan aleyhime hücum ederler. Fakat hak ve hakīkat öyle şeylerdir ki hiçbir zaman ketmedilemez; ketmedilse bile her halde er geç meydana çıkar. Beyrut ahalisi son derece heva şehvet-perest ve huzuzat-ı nefsaniyyeye münhemik bulunuyorlar. Alenen müskirat kullanmak alüftelerle ötede beride muaşeret etmek bir arabaya binip gezmeyi kar ihtimal ki sermaye-i takbelesine bir zemin olan böyle İslami bir memleketin yerlilerini daha ali bir seviyede görmek arzu ediyordum. Çi faide ki şairin dediği gibi insan her emeline nail olamıyor. Fakat Beyrut müslümanları içinde yeni fikirli genç bir tabaka ve cumhur türemeye başlamıştır ki bunlar rakı ve müskirat içmekten kahve ve birahanelerle meyhanelere oturmaktan son derece tevakkī ve ihtiraz ediyorlar. Bunlar yalnız ticaret ve iktisadiyata ehemmiyet vererek tedrici bir surette kendi saadet ve salahlarını te’mine çalışmadadırlar. Pek yeni teşekkül eden “Cem’iyetü’l-Aha’i’l-İslami” müskirat yeceğini programıyla beyannamesine idhal eylemiştir. Bu cem’iyete hükumet yardım ederse zannederim ki fesad-ı ahlak tohumlarını ta’dile hiç olmazsa şimdilik bir dereceye kadar muvaffak olabilir. Çünkü bu cem’iyet siyasetle asla iştigal etmez… Reisi nazırı ulema-yı mahalliyyeden ve pek namuslu muhterem kimselerden ibaret olduğu gibi kendisine intisab edenlerin hepsi zeki dindar kimselerden nazırları tarafından bilhassa rica olundu. Beyrut’ta afyonkeşlik ve kumar illetleri de son derecede intişar etmiş umumi bir hastalık halini kesbetmişti. Beyrut’taki şiddet-i hararetten kaçıp Cebel-i Lübnan’ın mürtefi’ çamlık köylerine iltica edenlerin yegane meşgalesi kumar oynamak ve lehv ü lu’b ile imrar-ı hayat eylemektir. Nice hanümanlar bu yüzden sönüp gitmiş ve nan-pareye muhtac olmuştur. Hatta bugünlerde tam Beyrut’tan mufarakat edeceğim sırada gazetenin birinde yazıldığına göre –el-uhdetü ale’r-ravi vebali söyleyenin boynunda kalsın– kumarcının biri kendi zevcesini rehine koymuştur. Gazete müvezzii gazetenin bu muhteviyatını bağıra bağıra satıyordu. Beyrut’ta eyyam-ı mübareke-i İslamiyyenin bir kadr ü kıymeti yoktur. Şenlikler nümayişler yapılmıyor; yalnız silah atılıyor ki pek fena bir huydur. Polisler buna güç hal ile mani’ olurlar. Beyrut’ta ahkam-ı örfiyye i’lanından evvel ötede beride umumhane ve meyhanelerde keyif için yüzlerce el silah patladığını nakl ü hikaye ettiler. Fakat Divan-ı Harb’in teşekkülünden sonra bu adet-i mezmume ister istemez ortadan kalkmış ve zavallı ahalinin yüzü gülmeye başlamıştır. Ahkam-ı örfiyyenin –bazı şarlatan gazetelerin beyanatına rağmen– ticarete hiç ziyanı yoktur. Bilakis faidesi dokunduğunu ve edebsizlere hadlerini tanıttırdığını tüccar bizzat bana söyleyip devamını temenni eylediler. Beyrut ahalisinin çoğu zengin fakīr kısm-ı a’zamı çarşılarda yemeklerini yiyorlar. Kebabcı dükkanları ve lokantaların hadd ü hesabı yoktur. Kahvehaneler dahi daima ahali ile doludur. Gün ortası ve sıcak zamanı bu tenbelhaneler lebaleb dolu bir halde bulunmaktadırlar. Beyrut ahalisi en ziyade ticaret ve iktisadiyata ehemmiyet verdikleri cihetle siyasiyatla pek çok iştigal etmezler. Ahalinin bu kısmı pek mahdud hatta diyebilirim ki amal-i hususiyye ta’kīb eden kimselerden ibarettir. Şu son günlerde İstanbul’da cereyan eden vakayi’-i siyasiyyeyi herkes ta’kīb etmektedir. Ajanslar tarafından günde Suriye ajansı ayrıca İstanbul’daki vakayi’i buraya ihbar etmektedirler. Beyrut’taki misyonerlerle ruhbanlar pek sakitane bir surette işlerine devam eylemekte ve suya sabuna bile karışmamaktadırlar. Mekatib-i ecnebiyye sadakatten ayırıp kendilerine celb ü istihale ediyorlar. El-Aha’ü’l-İslami Cem’iyeti terakkī edip büyüse bunlara güzel bir mani’ teşkil edebilir. Yalnız Hükumet-i Osmaniyye’yi kuvvetlendirmek için daima bu hususda hasr-ı mesai eylemeleri icab eder. Bu cem’iyetin programına bakılırsa güzel İslami şirketler bankalar mektepler te’sisine çalışacakları gibi memalik ve aktar-ı baideye –misyonerler gibi– mübeşşirler dahi göndermek istedikleri anlaşılır. Buna yardım ve muavenet-i nakdiyyede bulunmak için müslümanlar fedakarlıkta bulunmalıdırlar. Hal-i hazırda ecnebi konsolosları içinde en ziyade hükumet-i mahalliyyeye yardım eden İngiliz konsolosudur. Beyrut konsolosu evvelce İzmir’de ceneral konsolosu bulunmuş mücerreb ve umur-ı siyasiyyede yed-i tula sahibi bir zattır. Beyrut’ta bir Hind müslümanı tarafından bir mektep te’sis edilmek isteniliyor. Fransızların Rus ların mekatibine bakılırsa bir Hind müslümanının te’sis e deceği mektep elbette müreccahtır. Hiç olmazsa talebelere ulum-ı diniyyeleriyle örf ve adetlerini öğretmeye muvaffak olsa büyük bir vazife ifa etmiş olur. Beyrut’taki mekatibe dair evvelce bir makale yazmış bir de cedvel göndermiştim. Şimdi ise ayrı bir şey yazmak ce çalışmak lazım gelir ki o da mekatib-i ecnebiyyeye kat kat ercah olacak mekatibin te’sisiyle maksad hasıl olur. Bu ercahiyyeti te’min etmek için bizimle hem-hudud olmayan ve memalikimizde amal-i siyasiyye ve menafi’-i düveliyye ta’kīb etmeyen Portekiz Belçika Danimarka Hollanda ve saire gibi bi-taraf ve küçük devletlere mensub profesörlerin celbiyle Beyrut’ta te’sis edilecek mekatib-i ‘aliyye ile darülfünuna muallim ta’yin edilmelidir ki bu vesile ile yerliler çocuklarını ecnebi mektebine vermekten vazgeçsinler. Türkçe’nin ta’mimi dahi bu suretle kabil ve mümkün olacaktır. Bunların hepsinden sarf-ı nazar Beyrut ahalisine kanuna tabi’ adil ve kuvvetli bir Hükumet-i Osmaniyye’ye tabi’ olduklarını fi’len göstermelidir. Eğer bu dediğim şeyler yapılmayacak olursa birkaç sene sonra buraya da Huda-nekerde –Trablus gibi– ecnebi bir devlet göz dikmeye başlayacaktır. Biz ise her felaket akībinde bir ders-i ibret almaklığımız lazım gelirken maatteessüf daima vadi-i la-kaydide puyan olagelmeyi tercih ediyoruz. Beyrut’un yaz havası gayet sıcak ve vahimdir. Hele deniz kenarında bulunmasından dolayı son derece rutubetlidir. Gece vakti rutubet bütün muhite te’sir ve ahaliyi dehşetli bir asabiyet ve rehavete duçar eder. Rutubet ortalığı öyle kaplar ki insanı ıslanmışa döndürür. Eğer Cebel-i Lübnan gibi mürtefi’ ve serin bir yer Beyrut’a yakīn bir mesafede bulunmasaydı Beyrut’ta hiçbir kimse ikamet etmezdi. Bereket versin ki yed-i kahire-i fıtrat Beyrutluların bu zevkine de hizmet etmiş ve onlara cidden İsviçre dağları gibi şahik ve hoş ab u hava bir Cebel-i Lübnan yaratmıştır. Beyrut’tan Cebel’e bir saatte gidilebilir. Şimendüfer dişli nev’inden gayet yavaş yavaş dağları zirveleri aşıyor. Beyrutluların yaz esnasında en ziyade yayla ittihaz eyledikleri yer Aliye Aynu Sufer ve Hamdan mevki’leridir. Buraya yalnız Beyrutlular değil Mısırlılar Avrupalılar Amerikalılar bile yazı geçirmeye gelirler. Cebel’in Avrupa mevaki’-i sayfiyyesine nisbetle başkaca da ehemmiyet ve meziyeti vardır. Avrupa’nın bu gibi yerlerinde bir insan i’tidal dairesinde geçinmek mecbur bulunduğu halde Cebel-i Lübnan’da en güzel bir otelde ikamet etmek ve yemek içmek de dahil olduğu halde günde yarım liradan ziyade sarfetmez. § Cebel-i Lübnan ahalisinin maişeti en ziyade seyyahlarla yazı geçirmek isteyenlerden te’min edildiğinden kendileri liman açmasını mataliblerine idhal eylemişlerdir. Rivayete bakılırsa Sinabyan Efendi’nin mutasarrıflığa ta’yini geri kalmıştır. Bari yerine ta’yin olunacak zatın tamamıyle ecnebi-perest ve o gibi meşrebde olmayan birisinin namzedliği matalibine gelince; kabil-i is’af olanları kabul etmek ve olmayanlarını reddetmek her halde hükumetin elinde birşeydir. Avrupa devletleri de buna i’tiraz etmeye o kadar salahiyetleri olmasa gerektir. Beyrut’u terkle Haleb’e geldim. Beyrutlular bana karşı son derece nazikane ve mükrimane davrandıkları gibi me’murin-i mahalliyye tarafından da mazhar-ı hürmet ve muavenet oldum. Kendilerine alenen teşekkürü bir borç addederim. Haleb’e giden tren gece vakti saat on bir buçuk zevali da hareket eder ve Cebel-i Lübnan’ın mürtefi’ tepe ve dağlarını geçerek sabah vakti erkenden Rayak’a muvasalet eder. Rayak trenlerin mahall-i telakīsi ve merkez gibi bir mevki’ teşkil ediyor. Haleb Şam Medine ve Beyrut’tan gelen trenler burada her halde tevakkuf etmeye mecburdur. Yolcular burada çıkıp yemek içmek ve sair istirahatlerini istasyon lokantasında te’min ettikten sonra yollarına devam ve trenden trene nakl-i mekan ediyorlar. Aynı zamanda koleralı emakinden gelen yolcular bu istasyonda dezenfekte karantina olurlar. Fakat Rayak’tan sonra irtifa’ inhitata mübeddel olduğu gibi yolcular Cebel serinliğinden mahrum ve memalik-i harrenin en şiddetli hararetine ma’ruz kalmaya mecbur olurlar. Hele Rayak’tan Haleb’e doğru giden trenler Baalbek Aynu Baalbek Hama Humus ve Haleb’e varıncaya kadar ateş gibi sıcak bir hararete duçar ve içleri yanmaya başlar. Su içmekten insan kendisini zabtedemez bir hale gelir. Yemek içmeyi unutur uyku sersemliğine tutulur. Vagonun gayr-ı kabil olur. Ben ise boğulacak bir hale geldim. Ceketi yeleği çıkarıp ıslak mendilimi muttasıl göğsüme boynuma yüzüme sürmeye ve ayakta gezmeye muztar kaldım. Haleb’e tam akşam vakti saat yedide vasıl olarak doğruca sahibi Şamlı ve müslüman olan ve Türkçe konuşan Amerika Hoteli’ne indim. İnşaallah araba ve arkadaş bulduktan sonra Bağdad yolunu Ağustos sıcağında tayyetmeye muvaffak olurum. KARLOVA’DA HAYAT-I İSLAMİYYE Sofya’dan avdet ettikten sonra pasaport için Filibe’de üç gün daha ikamete mecbur oldum. Neticede yine bermu’tad; “Gelmedi.” cevabını alınca dördüncü gün Karlova’ya gitmeye niyet ettim. Karlova Filibe’ye altmış kilometre mesafesi olan bir kasabadır. Bu kasabaya tren gitmez fakat otomobil ve araba daima gidip gelir. Araba ile gitmek daha güç olduğu cihetle biz otomobil ile gitmeye karar verdik. Temmuz Salı günü ale’s-sabah saat zevali bir buçukta hareket ederek beşte Karlova’ya muvasalet olundu. Filibe’den Karlova’ya varıncaya kadar birkaç yerde kaplıca ve banyolar olup buralara pek çok kimseler gelmektedirler. Biz bittabi’ buralarda eğleşemedik doğruca Karlova’ya geçerek saat beşte muvasalet ettik. Daha otomobilden inerken ilk nazar-ı dikkatimi celbeden şey bir meydanlıkta dört tarafı yaldız ile yazılı yüksek bir taş üzerinde bir arslan heykeline istinad eden ve sağ elinde revolver bulunup sol eli nutuk söyleyen bir hatibin vaz’iyetini andıran dehşetli bir insan heykeli olmuştur. Bilahare bunun kim olduğunu tahkīk ettim; Bulgaristan’ın istiklaline çalışırken bir gün Sofya’da darağacına asılan meşhur ihtilalci “Vasilaki” olduğunu öğrendim. Hatıra olmak üzere kendi memleketi olan Karlova’da namına bir heykel rekzolunduğu gibi başka yerlerde de var imiş. Karlova’ya vardığım gibi doğruca Vodapat Hoteli’ne § Buranın ahalisini gayet insaniyetli gördüm; insana son derece yakındırlar. Çünkü ben yoldan geçerken –daha kim olduğumu anlamadıkları görüşüp tanışmadıkları halde– çağırıyorlar oturup bir kahve içmemi arzu ediyorlardı. Buranın havası suları gayet güzeldir. Bulunduğu yer balkan eteği olduğu cihetle su gayet çoktur. Hemen her hanenin içinden su geçiyor. Her evin içinde güzel güzel üzüm asmaları erik armut elma ceviz kestane ve sair yaz meyveleri bulunmakta ve epeyce bir varidat getirmektedir. Hatta bir avlunun içinde görmüş olduğumuz büyücek bir kestane ağacının senevi beş yüz guruş getirdiğini söylediler. Bizim yaban eriği diye beğenmediğimiz dağ erikleri burada Karlova’da bir şayak fabrikası vardır. Çıkardığı mal ekseriyetle memalik-i ecnebiyyeye ve bilhassa Osmanlı ülkesine gitmektedir. Buralarda ticaret ekseriyetle “gül”cülüktür. Herkesin kendi haline göre gül bahçesi vardır. Vakti geldiği zaman toplayıp yağını çıkarıyorlar. Gül yağının dirhemi on franga kadar gitmektedir. On on iki okka gül yaprağından bir dirhem yağ çıkıyor. Ziraat da vardır. Kasabanın çarşıları o kadar muntazam değildir. Burada zikretmekten bir gune kendimi alamayacağım bir acı hakīkat vardır ki o da memleketin servet-i iktisadiyyesi gayr-i müslimlerde bulunması keyfiyetidir. Daha birinci mektubumda demiştim ki seyahat eden insan bazen pek acı şeylere tesadüf eder. Hakīkaten burada gezenler için müslümanların haline zillet ve meskenetine bakıp da ağlamamak kabil değildir. Rus Muharebesi’nden mukaddem buralarının ticareti sırf müslüman ellerinde bulunuyormuş. Hicret zamanında bu güzelim mülkleri meccanen Bulgarlara bırakıp gitmişler. Meccanen diyorum; çünkü bir tarlayı olduğu paraları içindeki mahsulden almış. Binaenaleyh meccanen bir mülke sahib olmuş. Bu sayede evvelce müslümanlara hizmetkarlık edenler efendi olmuş da bilahare yine memleketlerine avdet eden müslümanlar o efendilerin hizmetkarı olmuşlar. Onun için gerek ziraat gerek ticaretin en mühimleri Bulgarlar elinde bulunuyor. Arabacılık berberlik kahvecilik ve sair bunlara müşabih bir takım şayan-ı ehemmiyet olmayan san’atlar da bizim müslümanların elinde bulunuyor. Size şayan-ı ibret bir şey daha söyleyeceğim. Buraya dört saat mesafede Rahmanlı denilen bir köy var. Altmış hane kadar Bulgara mukabil iki yüz elli hane müslümanı havi olan bu yerde gayr-i müslimlerin on on iki kadar dükkanı dehşetli mektepleri var da müslümanların gerek dükkan gerek mektep namına adam akıllı bir şeyleri yok! Hele şükür bu sene bir mektep yaptırabilmişler! Müslümanların bu hali ataletten başka neye hamlolunabilir? § Buradaki müslümanlar arasında en mezmum bir şey hü küm-ferma oluyor ki o da tefrikacılıktır. Bilmem ki bu müd hiş illet bu müzmin maraz müslümanların lazim-i gayr-i mufarıkı mıdır? Her nereye varsak mutlaka bu maraza tesadüf ediyoruz! Bilhassa burada müslümanların ez-her-cihet geride kalmalarına yegane sebeb budur. Bunu tasdik etmeyen hiçbir ferd bulunmamakla beraber yine bu hale nihayet verilmiyor! Müslümanların intibahı Bulgaristan’ın kat’iyyen işine gelmiyor. Maamafih doğrudan doğruya bu intibaha da mani’ olamadığından akīm bırakmak için pek kolay vasıtalara müracaat ediyor. Mesela aralarına tefrika ilka ederek bu suretle onları birbirine hasım ve bi’n-netice onların hicret ve yek diğerinin teşebbüsatına mani’ olmaya sebeb oluyor. Bir zatın ifadesine göre bu sene belediye intihabında müslümanların kanunen dört a’za çıkarmaları lazım gelirken vatandaşları olan Bulgarlar bilahare bunları bu haktan mahrum etmeye çalışırlar. Bunu haber alan müslümanlar kendileri ayrı çalışacaklarını söylerler ve çalışırlar. Fakat intihabdan bir gün evvel müslümanlardan birkaç danesinin ayrılıp Bulgarlar tarafına geçmesiyle müslümanlar bütün bütün gaib ederek bir kişi a’za çıkarabilirler. Daha sonra da: Ayrı çalıştınız da ne yaptınız? diye Bulgarların hedef-i tahkīri olurlar. Sonra müslümanların selametini düşünen birkaç zat bir araya gelerek bir cem’iyet-i hayriyye açarlar. Mekteplerin ve sair hususatın terakkīsine çalışırlar. Bilahare araya giren tefrika ile cem’iyetin ismi cem’iyet-i şerriyye olur a’zaları atıl bir halde kalır ictima’ etmez. İşte bunların hepsi gösteriyor ki bura ahalisinde bir faaliyet uyanıyor. Fakat aralarında bir tefrika çıkar bütün teşebbüsleri mahveder gider. Artık ümid nesl-i hazır ve atidedir. § Burada meşhur Rus Muharebesi’nden mukaddem dört cami’-i şerif ile iki mescid bulunuyormuş. Bunlardan birisi –ki Ballı Mescid demekle ma’ruftur– esna-yı muharebede harab olmuş ve fakat geçen seneye gelinceye kadar minaresi duruyormuş. Geçen sene plan mucebince yol üzerine geldiğinden belediye tarafından hedmedilmiştir. Diğeri de –ki Püser Mescidi demekle ma’ruftur– hala mevcud bulunuyorsa da maatteessüf mahallede İslam ahalisi kalmadığından kapalı bulunuyor. Maa-haza plan mucebince bunun da komşularına taksimi lazım geldiğinden mahkemeye verilmiştir. Diğer dört cami’-i şerif hala açıktır. Bunların en meşhuru Karlı-zade Ali Bey’in bina-kerdesi olan cami’-i şeriftir. Bu cami’ tek kubbelidir. Yukarısında dört taş direği vardır. Kapısı üzerindeki taşta şöyle bir yazı hakkedilmiştir: Diğer cami’lerin tarihleri ma’lum değildir. Şurasını da maalesef söylemeye mecburum ki; bu muazzam cami’-i şerifde imam da dahil olduğu halde iki kişiden fazla cemaat göremedim. Muharebeden evvel Karlova toprağının öşrü ve sair vergileri tamamen bu cami’-i şerifin varidatı imiş. Çünkü Karlova toprağı kamilen vakıf bulunuyormuş. Bunu bittabi’ mütevelliler idare etmekte imişler. Maa-haza şimdiki halde cami’-i mezkurun hiç varidatı yoktur. Zira bu vakıfların pek çokları hükumet tarafından zabtolunduğu gibi han hamam ve saire gibi bazı emlak-i vafiyye de mütevelliler tarafından tahvil-i mülk edilerek bey’ edilmiştir. Hatta mütevellinin ahfadı olanların cami’-i mezkuru bile Bulgarlara bey’ etmeye kalktığını ve fakat Bulgarların ru-yı rıza göstermediklerini duyunca doğrusu bu kadar cür’ete şaşıp kaldım. Kasabanın emlak-i vakfiyyesi senevi altı yüz frank raddesinde imiş. § Biri zükur diğeri inasa mahsus olmak üzere iki mekteb-i nuyor. Bir tarafı ibtidaiyye bir tarafı rüşdiyedir. İnas mektebi üç sınıflı olarak iki muallim tarafından idare olunduğu gibi muallim-i evveli hükumet-i seniyye tarafındandır. Mektebin asıl kendi bütçesi altı yüz franktır. Geri kalan masarıfat şimdiye kadar bittabi’ ahali-i İslamiyye tarafından frank da hükumet-i mahalliye tarafından verilmiştir. Zaten hak aranacak olursa hükumet bu kadar evkafı zabtettikten sonra bu mekteplere bakmak vazifesidir. Fakat şimdi hak ve hukūk aranmıyor! Buralarda asar-ı İslamiyyeden kale istihkam kışla gibi şeyler aranmamalıdır. Mesmuatıma nazaran Kızılhisar denilen karyenin etrafı kale imiş. Karlova’ya dört saat mesafede Tekye denilen karyenin garb cihetinde bir türbe ve bunun civarında bir mescid ile bir matbah olduğunu ve yüz sene evvel civar karye ahalisi ictima’ ederek Cuma namazını ba’de’l-eda bu matbahdan ahaliye çorba pilav tevzi’ edildiğini mevcud olup inhidama yüz tutmuştur. Karlova Kazası’nın hicret eden karyeleri ber-vech-i atidir: Karanlar Peken Obası Işklar Dereli Karahisar Köseler Köleler Avcılar Okçular Doğancılar Marazanlar Keşiş Mahallesi Menteşeli Kulfallar Sıkı Ömer Obası Müderrisli Dar Obası Hamidli Kadirşık Beyköy. Bu karyeler Güveysi Nahiyesi’nde olanlardır. Bunlarda şimdi İslam yoktur. Bunların cami’leri şimdi bazısı kiliseye tahvil bazısı da kançılarya olunuyorsa da birçokları da harab edilmiştir. Aksekili Muhterem Efendim! Bilad-ı İslamiyyeden Hind-Çin ve Türkistan-ı Rusi’de bulunan muhabirleriniz vasıtasıyle ma’rufunuz olan ve başlıca Din-i İslam’ın hadimi bulunan zevata irsal edilmek üzere gazetenizin üç nüshasının birer senelik abone bedelinin baliğ olduğu elli bir frank nam-ı alinize postaya teslim ve takdim kılınmış olduğundan lutfen memalik-i mezkureden tensib buyurulacak mahallerle irsalatınızın kimler namına olacağının Sebilürreşad – İş’ar-ı alileri vechile Sebilürreşad Java Çin ve Hindistan’da ber-vech-i ati adreslere irsal edilmeye başlanılmıştır. Müslümanların tenvir-i fikrisine çalışmak en mukaddes emelimizdir. İbzal buyurulan teveccühata teşekkür ederiz. Abdurrahman bin Mehmed bin Şihab Batavia/Java Pekin/Chine riyya Bombay/India ---- KONURAT SUYU DANELERI ---- Deraliyye Bab-ı Ali Caddesi’nde Orhan Bey Hanı’nda Muhterem Sebilürreşad İdare-i Aliyyesi’ne Merkez-i Hilafet’te müslümanlar sayesinde pek zengin olup şimdi de Konurat suyu danelerini i’lan ile müslümanlara yedirmeye bittabi’ pek hasis meblağ mukabilinde tavassut eden Sabahcıya beyan-ı nefrete ve bu danelerin hakīkatini bildirip müslümanları ikaz eyleyen hamiyetli müslümanlardan Mehmed Fevzi ile Ahmed İbrahim Efendiler’e muhterem Sebilürreşad vasıtasıyle en har teşekkürat-ı daiyanemi takdime müsaade buyurulmasını istirham eylerim efendim. – Sebilürreşad– Sabah getirilen i’lanların terkibatını bilemeyeceği cihetle sonra yine dercetmekte devam ederse o vakit –hakīkaten pek hasis bir meblağ hatırı için– efkar-ı umumiyye-i İslamiyyeye karşı büyük bir saygısızlık yapmış olur. El-Hac Mehmed Efendi’nin galeyan-ı hamiyyeti şayan-ı takdirdir. Dinini seven ona hürmet ettirmenin yolunu da bilir. Artık müslümanlar uyuşukluğu terketmelidir. AFGANLILAR İRAN HUDUDUNDA Afganistan’ın payitahtı olan Kabil’de münteşir Siracü’l-Ahbari’l-Afganiyye ceride-i İslamiyyesinden: Gazeteler bugünlerde İran’ın cenub-ı garbi hududunda cereyan eden hadisatı mevzu’-ı bahs ediyor. Bunların bu hususdaki neşriyat-ı mütebayinesi birçok rivayat ve işaatın meydan almasına sebeb oluyor. Bazıları diyorlar ki: “Afgan Hükumeti Sistan vilayetini zamime-i bilad etmek için intihaz-ı fırsat ediyor.” Beşeriyette ferman-ferma olan “kanun-ı tenazü’” mutabakatına bakarak bu fikri tasvib edenler de var. Düşünüyorlar ki; “Artık kadim bir mecdin varisi olan düşmüştür.” Bazıları da; “Afgan askerinin bilad-ı İraniyyeye bila-mukavemet duhulü birçok gizli şeylere delalet eder” diyorlar. Hasılı her ferd kendi evham ve farazıyatı üzerine birçok mutalaalar bina ediyor. Mevzu-ı mes’eleye girişmeden evvel bir kere Sistan vi la yetinin mevki’-i coğrafi ve tarihisini düşünmek lazımdır. Bu vilayet Horasan’ın cenubunda kaindir. Arazisi pek çorak tır. Nısf-ı garbisi İran’a nısf-ı şarkisi Afgan’a tabi’dir. Hari rud Farahrud Haşrud ve Helmand meşhur nehirlerinden dir. Tarihin rivayetine göre bu vilayet kable’l-İslam meşhur sonra da Senceri ve Sicistani gibi büyük alimler meşhur edibler yetiştirmiştir. Vaktiyle –Gazneviler Guziler zamanında– Afganistan idaresinde bulundu. Bir zamanlar da İran Devlet-i Safeviyyesi’nin idaresine geçti. Afganistan nail-i istiklal olduğu zaman havza-i idaresine intikal ve nihayet İran ve Afganistan arasında taksim olundu. Afganistan’ın Sistan’da asker toplamasına sebeb Rusya’nın Azerbaycan’daki harekatıyle Kafkasya’daki tahşidat-ı askeriyyesi olduğuna şübhe etmemelidir. Rusların Meşhed ve sair İslam şehirlerindeki harekat-ı kat’iyyesi Horasan vilayetindeki vaz’-ı işgali Afganlıları büyük bir musibete karşı uyanık bulunmaya mecbur etmiştir. Çünkü bu haller Sistan vilayetini de aynı akıbete duçar olmakla inzar ediyordu. Binaenaleyh o havalide kuvvetini ta’biye ederek inde’l-hace bugünden sima-yı tehdidini gösteren felaketten korunmak Afgan için derece-i vücubda idi. İşte birçoklarını Afganlıların harekatından şübheye düşüren kīl ü kale yol açan şey bundan ibarettir. Afganistan’ın hatt-ı hareketi ne büyük bir vücubun taht-ı te’sirinde bulunduğunu kari’lerimizin anlayışlıları anlar.” Mısır’ın ve bütün Alem-i İslam’ın medar-ı iftiharı bulunan efazıldan Abdülaziz Çaviş Efendi hazretleri tevkīf edilmiştir. Müşarun-ileyh el-yevm Hilal-i Osmani gazetesi sermuharrirliğini ifa etmekte ve makalatı celb-i enzar-ı takdir eylemekte idi. Hadise-i tevkīf hakkında aldığımız ma’lumat ber-vech-i atidir: Dün sabah Hilal-i Osmani idarehanesine iki polis gelir Abdülaziz Efendi’yi sorar. Gelmediğini anlayınca idarehaneyi muhafaza altına alarak beklerler. Fazıl-ı muhterem gelince dört polis zabıta idarehanesine kadar götürürler ve idarehanede bulunanları da ihtilattan men’ eylerler. Abdülaziz Efendi bir müddet sonra gelir. Birçok tarassud me’murları polisler ve bu miyanda Mısır’dan suret-i mahsusada i’zam olunan iki sivil me’mur olduğu halde idarehane ve ba’dehu Kadıköyü’ndeki hanesi taharri olunur. Tabii hiçbir şey bulunmaz. Yalnız hususi birkaç fotoğrafya ile bir iki risale alınır. Zavallı fazıl-ı mesaib-zede ise Bab-ı Ali’ye gelip bir az aramadan sonra Mısır’dan gelen iki polis de beraber olduğu halde “Romanya” vapuruna bindirilip Mısır’a sevkolunduğu dünkü yevmi gazetelerde okundu. Darülhilafe diye buraya sığınan vatanperver İslam mücahidlerini himaye edememek gibi bütün efkar-ı umumiyye-i den dolayı bütün Alem-i İslam namına beyan-ı teessüf ve teessür eyleriz. Osmanlı Hi lal-i Ahmer Cem’iyeti’nin Amerika-yı Cenubi’deki şuabat reisi ve İngiltere’nin Kab müstemlekesi ahali-i İslamiyyesinden olup Osmanlı Hilal-i Ahmer’ine on beş bin lira-yı Osmani kadar bir meblağ toplayan ve Osmanlılık’a olan merbutiyet-i kalbiyyeleri her türlü takdir ve sitayişin fevkınde bulunan Durbanlı Davud Mehmed ve mahdumu efendiler bu kere canib-i Hicaz-ı mağfiret-tıraza azimet etmek üzere payitaht-ı Hilafet-i Seniyye’yi ziyaret eylemişler ve geçen gün Hilal-i Ahmer Cem’iyeti idarehanesinde kemal-i tevkīr ü ihtiram ile kabul edilmişlerdir. Hasbe’l-mevsim medre se lerin ta’tili sebebiyle ve şühur-ı selase münasebetiyle ma hall-i baideye gitmiş olan talebe-i ulumun birçoğunun icra-yı celb ve iade edilmeleri mağduriyetlerini istilzam edeceği nazar-ı i’tibara alınarak muma-ileyhimin müdavim talebeden olduklarını ve tarih-i veladetleriyle ma’lumat-ı lazimeyi muhtevi olmak üzere yedlerine birer vesika verilerek bulundukları mahallerde en yakın imtihan meclislerinde imtihanlarının bit-tensib icab edenlere tebliğat-ı muktezıyye icra kılındığı Har biye Nezareti’nden bildirilmekle me’murin-i mülkiyyece de ona göre muamele olunması Dahiliye Nezareti’nden ta’mimen vilayata iş’ar kılınmıştır. Mesned-i celil-i Sadaret-i Uzma’ya “Miting Reisi Ya’kub Han” imzasıyle Karaçi’den keşide kılınan telgrafnamedir: “Burada miting halinde müc temi’ bulunan müslümanlar muktezıyat-ı vatanperveriye mugayir bir surette hüküm-ferma olan fırka ihtilafatından dolayı ızhar-ı adem-i hoşnudi eder ve Din-i Mübin-i İslam hürmetine olarak nifak ve iğtişaştan mücanebet ile rayet-i Osmani etrafında zat-ı hazret-i padişahi ile birleşmelerini Osmanlılardan rica eylerler. Aksi takdirde Hind müslümanlarının hissiyat-ı hayr-hahaneleri haleldar olacaktır.” “Arnavud kardeşlerimize açık mektup: Bismillahirrahmanirrahim. Arnavud kardeşlerimizden bazılarının ayaklanarak rahatı ihlal ve arş-ı Hilafeti işgal etmeye sa’y eylemekte olduklarını kemal-i teessüfle haber aldık. Avn-i ilahi ve ruhaniyet-i Hazret-i Risalet-penahi’den başka bir zahirimiz olmayan şu sırada sizden beklenen ancak müşkilata ilka eden bir takım gavailin izalesi ve vusulüne sai olduğumuz maksad-ı mukaddesin hayyiz-i fi’le çıkması için ve ayet-i celilelerinin ihtiva eyledikleri evamir-i ilahiyye ile amel etmeye da’vet ediyoruz. Allah’ın vahdaniyeti ve Resul-i Kibriya’nın ruhaniyeti hakkına şu kıyamdan vazgeçiniz ve akıbeti vahim olan şu gafletten uyanınız da desais-i leimenin neticesi olarak biladımıza müzü ısga etmeyecek olur iseniz sizi Allah’a terkederiz ve elbette Aziz ve Cebbar olan Hazret-i Halık önünde bir mevki’imiz olacaktır. Umum mücahidin namına ve Trablus ahalisi namına: şeklinde yazılmıştır. Muhammed es-Sa’devi İbrahim eş-Şerif Ferhat el-Kadi Ferah eş-Şerif.” Mısır gazetelerinde okunduğuna göre bu sene Hıtta-i Mısriyye’de bulunan bilumum ağniya ve mütemevvilan mallarının zekatını Trablusgarb mücahidlerine tahsis ve i’ta edeceklerdir. el-Alem gazetesi bu fikrin muhassenatından bahis uzun bir makale neşrederek bu babda cem’ olunacak mebaliğın Kahire’de İane Komisyon-ı Alisi veznesine teslimi lüzumunu dermiyan eylemiştir. Şehr-i halin üçüncü günü Hanya şehri haricindeki Plakapiga mevki’inde bir hıristiyan Cumali Babalaki namındaki müslümanı kurşunla elinden ve omuzlarından fena halde yaralayıp kaçtı. Mahall-i cinayette ayrık otu devşirmekte bulunmuş olan bir müslime-i zenciyye feryad etmeye başlamış olmağla ona da bir kurşun atmış ise de “Makedonya’da mezalim Makedon ya’da mezalim!” diye kıyametler koparanlar acaba Bulgaristan’da müslüman ehline neler oluyor bir def’a da bizi mayacağız. Filibe’ye mülhak Karaca karye-i İslam’ında bir haftadan beri ahali-i İslamiyye son derece rahatsız ve bizardır. Ora Bulgar ahalisinden birkaç kişi ahaliye tecavüz etmekte imişler. Gece sahur davulunu paralamışlar. Evvelki gece de müslümanlar teravih namazından dar kaçmışlar. Şimdi bu büyük İslam köyünde Ramazan davulu bırakılmadığı gibi ahalide de dehşetli bir korku var. Çünkü epeyce dayak da yemişler. Balkan Şimdi gelelim müellifin “Muaviye karıların çocukların katli için emir verdi.” tarzındaki sözüne. Bilinmelidir ki bu vak’a yani Büsr bin Ertat’ın Hazret-i Ali tarafdaranına karşı sevki bütün tarihlerde zikrolunan vakayi’in en meşhurlarındandır. Bununla beraber onların hiç birinde karıların çocukların öldürüldüğüne dair bir rivayet olmadıktan başka yukarıdaki iddiaya muhalif haberler vardır. Müverrih Ya’kūbi diyor ki: “Muaviye Büsr ibni Ertat’ı yahud İbni Ebi Ertat Amiri’yi üç bin kişi ile gönderdi. Kendisine dedi ki: “Medine’den geçerken ahalisini çıkar korkut! Daire-i itaatimize dahil olmayanların malları var ise gasbet! Medinelilere o zannı ver ki maksadın kendilerini öldürmektir; ne yaparlarsa yapsınlar kurtulamayacaklardır. Mekke’ye girdiğin zaman kimseye Sonra San’a’ya geç! Zira orada bize tarafdar olan bir cemaat var ki kendilerinden bir ariza aldım. Büsr yola çıktı. Kabail-i Arabdan hangisine rastgeldi ise Muaviye’nin emrini yerine getirmeden geçmedi.” Şu ibareden anlaşılıyor ki işin içinde tehdidden halkı vehme düşürmekten başka bir şey yoktur. Lakin müellif şayan-ı i’timad olan tarihi me’hazlerin kendi arzusunu tatmin edemediğini görünce “ Ağani ”ye meylederek kadınların çocukların katli hakkında verilen emri oradan nakletti. Sonra da Muaviye’nin hilminden dehasından böyle bir emrin suduru ümid edilemeyeceğini ileri sürerek “Muaviye sarahaten bu emri vermemiştir; ancak Büsr’ü harekatında serbest bırakmıştır. Büsr ise pek kan dökücü bir herif olduğu Yukarıda söylemiş idik ki Ağani muhazarat kitaplarındandır. Vak’a ehemmiyetsiz rivayet de latife nev’inden olur yahud ciddiyat ile yorulan dimağı dinlendirmek istenilirse bu gibi eserlere müracaatte be’is yoktur. Lakin mes’ele ehemmiyetli vak’a da ihtilaflı olup neticede ya bir tarafın gibi eserlere müracaat kat’iyyen caiz değildir. Kaldı ki Ağani sahibi Şii’dir. Muaviye’yi lekeleyecek bir şey oldu mu isterse en za’if en i’timad olunmaz bir söz olsun onu bin can ile kabul eder. Evet Büsr b. Ertat iki çocuk öldürdü lakin bu katl ikiyi aşmadı. Artık müellifin “Büsr hunhar idi; çocukları ihtiyarları istisna etmedi.” tarzındaki sözü nerede kalır? Şeyh Şibli-i Nu’mani hazretlerinin Büsr bin Ertat’ı bu suretle müdafaa etmeleri pek doğru olmasa gerektir. Müellif diyor ki: “Muaviye gibi sulhu ile metaneti ile ma’ ruf olan bir adamın zamanındaki ümeranın hali böyle olursa artık o şiddeti o gaddarlığı ile Abdülmelik’in zamanı nasıl olmak icab eder! Haccac’ın mezalimi hakkında söylenen sözler velev yüz yirmi bin kişiyi işkenceler altında öldürdüğünü göstersin istiğrab edilebilir mi? Ya’kūbi Cild sahife ” Evet; Haccac yüz yahud iki yüz bin kişi öldürdü. Lakin bu cinayet Devlet-i Abbasiyye’nin müessisi olan Ebu Müslim-i Horasani’ninki yanında pek ehemmiyetsiz kalır. Zira bu beriki altı yüz bin kişi öldürtmüştü. Müellif eserinde bunu i’tiraf ediyor. Şu kadar var ki “Siyaset öyle icab ederdi” diye kıtali ma’zur göstermek istiyor. Bu hesaba göre Haccac daha ma’zur daha şayan-ı afv olmak lazım gelir. Çünkü Haccac halis Arab olmak i’tibarıyle tabiatinde ğılzat şiddet vardı. Lakin Ebu Müslim acem riş-yab olmuş idi!! Müellif “Abdülmelik Haccac’dan daha zalim idi” suretindeki bir delil getirmiyor. Bu hareket bir gadr olmakla beraber el-Mansur’un Ebu Müslim’e yaptığına nisbetle pek küçük kalır. O Ebu Müslim ki Devlet-i Abbasiyye’nin sahibi veliyyü’n-ni’meti dı. Kezalik yine el-Mansur’un İbni Hübeyre’ye olan gadri bu kabildendir. En ziyade şaşılacak bir şey var ise o da şudur: ---- SAFAHAT ---- Sıratımüstakīm ’de başlayarak geçenki nüshamızda biten bu ictimai dini manzume kitap şeklinde intişar etti. Herkesin anlaması lazım geldiği için herkesin anlayabileceği bir lisan ile yazılan bu eser evvela hafif latif bir mukaddime yor. Sonra nazarları İstanbul’un hatta bütün Osmanlılığın en muhkem en muhteşem abide-i lahutisi olan Süleymaniye Camii’ne doğru çeviriyor. Şadırvan kapısından başlayarak avluyu ma’bedin içini namazını bitirip tesbih çeken cemaatin halini gösteriyor. Duayı müteakıb kürsüye bütün Alem-i İslam’ı dolaşmış muhterem bir pir çıkıyor: “Size va’z edecek değilim; cihan-ı tevhidin halini anlatacağım!” diye söze başlıyor. Ahenk-i beyanıyle ruhları meshur eden bu ihtiyar on on beş sene evvel Sibirya’dan kalkıp Memalik-i Osmaniyye’ye gelmiş milleti ikaz için bir hayli uğraşmış lakin hükumetin ta’kībatından göz açamayarak tekrar Rusya’ya geçmiş. O zamanlar yormuş. O kadar tazyika rağmen bu ihtiyar matbaa açmış gazeteler risaleler çıkararak müslümanları uyandırmak için birçok çalışmış. Nihayet hükumet matbaasını basmış kendisi Türkistan’a kaçmış kurtulmuş. Buralarını Rusya’daki müslümanların ahval-i ictimaiyye ve iktisadiyyeleriyle beraber gayet etraflı olarak hikaye ediyor. Sonra Buharaları Semerkandları daha sonra Çin’i Mançurya’yı Japonya’yı gördüğü gibi anlatıyor. kalkıp buraya geliyor; hürriyeti Osmanlıların nasıl telakkī ettiklerini inkılabdan ne suretle müteessir olduklarını acı bir lisan ile söylüyor. Daha sonra bütün Alem-i İslam’ı musab eden felaketin Osmanlı afakını da tehdid etmek üzere olduğunu etrafıyle izah ediyor. Bu sırada söylediği sözler cemaati cuş u huruşa getiriyor. bildiriyor. En sonunda gayet müessir bir dua ile kürsüden Eserde bütün Osmanlıların bilhassa müslümanların göz lerini dört açacak intibah levhaları doludur. İki guruşa satılan bu kitaptan birer dane edinmelerini muhterem kari’lerimize tavsiye ederiz. Taşra için yirmi para posta ücreti vardır. Tercümesi “Hem göklerde hem yeryüzünde ne kadar ibretler vardır ki yanı başından başlarını öte tarafa çevirirler de öyle geçerler!” * * * Ayet-i kerime Sure-i Yusuf’un son sahifesindedir. Biz müslümanlar Cenab-ı Hakk’ın varlığını birliğini ezeliyetini ebediyetini yakīni bir iman ile tanımak için; yerleri gökleri enfüsü afakı dolduran ayat-ı ilahiyyeyi nazar-ı ibretle temaşa etmeliyiz. Onların her birinde tecelli eden azameti başkalarının gözüyle değil kendi gözümüzle görmeliyiz. ---- ... ... ---- gibi nazarımızda alem-i hilkati şüun-i insaniyyeti namütenahi bir ibret silsilesi gösterecek ayat-ı kerime o kadar çoktur ki: Birer birer irada kalkışacak olsak Kitabullah’ın hemen hemen yarıya yakın mikdarını nakletmemiz lazım gelir. Bir zamandan beri biz müslümanlar Cenab-ı Hakk’ın afak-ı azametinde olanca mehabetiyle olanca vuzuhuyla parlayan ayat-ı bülendini pek lakayd pek sersem bir nazarla görmeye alıştığımız gibi; Kitabullah’ın yukarıda bir kısmını basiretsizlikle aynı tedebbürsüzlükle geçivermek i’tiyad-ı mühlikine pek korkunç bir surette musab olduk! Alem-i İslam asırlardan beridir göklerin yerlerin dilinden bir şey anlamaz oldu! Halbuki her zerrenin kalbinde bir manzume-i şemsiyye mündemic olduğunu gören; maadinin bile bir devre-i tekamül geçirdiğini cemadatın lisanından duyan urefası uleması vardı. Dest-i kudretin kitab-ı kainata yazdığı sayfaları artık okuyamadıktan başka; gece gündüz okuduğumuz Kitab-ı Münzel de neredeyse hiç bize söylemeyecek bir hale gelecek! Garbın büyüklerinden biri: “Müslümanlık iki asır içinde alem-i insaniyyete sayısız hey’et-şinas yetiştirmiş iken kilisenin hakim olduğu on iki asır zarfında biz bir hey’et-şinas bile çıkaramadık!” diyor. Nasıl oldu da o şanlı o irfanlı mazi bize veda edip gitti? Ya biz bu inhitatın önüne düşüp sonuna kadar gidecek miyiz? Çoğumuzun sermaye-i hafızası olan şu ayat-ı kerimeden olsun ibret alarak gözlerimizi açmayacak mıyız? Kendimize acımıyorsak bari da’va-yı intisab ile lekelemekte olduğumuz şu ma’sum şeriate acıyalım. Çünkü biSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib zim bu gafletimizi bu ataletimizi kitab-ı kainata karşı bu kadar cehaletimizi gören yabancılar nahak yere o zavallıyı mahkum ediyorlar. “müslümanları uyuşturan şuun-ı hilkate alabildiğine lakayd bırakan saik dinlerinden başka birşey değildir” diyorlar. Heyhat ki din ne söylüyor biz ne anlıyoruz! Onbirinci asr-ı miladide Irak’ta yetişen erbab-ı fen arasında Ali bin İsa bu nevvar dimağlardandır. İbni Cezle bir da hi-i irfan idi. Ali bin İsa ise bir harika-i zekadır. Arab fihrist -nüvisleri Ali bin İsa gibi bir nadire-i kemalatın asar-ı garbiyyede müşahede edilmektedir. Teracim-i ahval kitaplarında “Ali bin İsa” ve “İsa bin Ali” namında iki isme tesadüf olunuyor. Bazıları bu iki ismin yalnız bir şahsa aid olduklarını iddia ettikleri halde diğer bazı zevat da bunların ayrı ayrı iki şahıs oldukları iddiasında ısrar ediyorlar. Şark teracim-i ahval müelliflerinden Katib Çelebi Cemaleddin el-Kufi ile bunlardan ahz-ı malumat eden müellifin-i garbiyye birinci re’yi iltizam ediyorlar. İbni Ebi-Usaybi’a ve Fihrist müellifi Muhammed bin İshak gibi zevat mektedirler. Cemaleddin kitabında “İsa bin Ali” ismi altında yalnız bir zattan bahsederek bunun meşhur “Huneyn”in şakirdi ve Takriratü’l-Kehhalin ünvanlı eserin müellifi olduğunu zikrediyor. Bunlardan kitabının sekizinci babında “Ali bin İsa” namı altında bahsettiği zatı saltanat-ı Abbasiyye’nin ilk zamanlarına musadif olarak gösteriyor ve o devrin şa’şaa-i ilmiyyesini Ebi Usaybi’a bu zatı meşhur “Huneyn”in tilmizi ve iki eser-i meşhurun müellifi olmak üzere kaydediyor. Onuncu babda bahsettiği zatı ise Irak etibbası arasında ta’dad ediyor. Ve diyor ki: “Ali bin İsa” veya “İsa bin Ali” en muktedir göz tabiblerinden olup Takriratü’l-Kehhalin namı altında şöhret-şiar olan kıymetdar kitabın müellifidir. Bu kitap göz hastalıklarıyla uğraşan etibba arasında fevkalade bir kıymeti haizdir. Maamafih eserin kısm-ı amelisi aksam-ı nazariyyesinden daha mükemmeldir. Hicret-i Nebeviyye’nin dördüncü asrı nihayetini müteakib ruh beyanatına göre Kehhal-i şehir Ali bin İsa’yı “Huneyn”in şakirdi olarak kabul edemeyeceğiz. Çünkü aralarında bir buçuk asır kadar bir zaman geçmiş oluyor. Fihrist müellif-i şehiri Muhammed bin İshak “İsa bin Ali” namında bahsettiği zatı “Huneyn”in şakirdi ve hayvanattan istihsal olunabilecek menafi’den bahis bir eserin müellifi olmak üzere tasvir ediyor. Şu halde Fihrist müellifinin bahsettiği “İsa” namındaki zatın Kehhal-i şehir olmadığına i’timad edebiliriz. Çünkü Fihrist Hicret-i Nebeviyye’nin senesine kadar olan zevattan bahsediyor. Kehhal-i şehir ise bu zamandan sonra gelmiştir. Her halde İbni Ebi Usaybi’a’nın beyanatı vechile “İsa bin Ali” namıyla iki tabibin vücudunu kabul etmek zaruridir. Zamanen muahhar olan ve göz hastalıklarında badisine doğru Irak’ta şa’şaa-paş-ı kemal olan eazımdandır. Burada bahsetmek istediğimiz de bu zattır. Ali bin İsa kehhallikte vasi’ bir saha-i terakkī açmıştır. Eserini tedkīk edenler bu büyük simanın yaşadığı asrı nazar-ı alamıyorlar. Avrupa müellifininden Doktor Lucien ve Mösyö Reiske etibba-i İslamiyye miyanında “Ali bin İsa” namında tekrimatta kusur etmiyorlar. Takriratu’l-Kehhalin başlıca üç kısma ayrılmıştır. Birinci fasıl gözün ta’rif ve teşrihine ikinci fasıl gözde zuhur eden emraz-ı hariciyyeye üçüncü fasıl ise gözün tabakat-ı dahiliyyesine aid emraza tahsis edilmiştir. Bu fasılda “kasru’l-basar” hakkında mühim tedkīkat vardır. Müellif kitabın mukaddimesinde Calinos ve Huneyn gibi etibbanın asarından pek çok istifade etmiş olduğunu Kehhal-i şehirin bu kıymetdar kitabı De Cognition İnfermitatum Oculorum Et Curatione Orum ünvanı altında Avrupa lisanlarına tercüme edilmiş ve defeatle tab’ olunmuştur. senesinde Hille Dresden şehrinde Ali bin İsa’nın bu meşhur kitabından bir parçayı Alii ben İssa Monitorium Oculariorum Specimen ünvanı altında neşretmiş ve eserin metn-i Arabisinin de bilahare neşrolunacağını va’d etmiş ise de maatteessüf bu va’dini infaza muvaffak olamamıştır. Hille bu eserine uzun bir mukaddime ile başlayarak bu rada emraz-ı ayniyye ve mebhas-i teşrih ve vezaif-i ayn ophtalmologie hakkında bir tarihçe yaptıktan sonra Ali bin ve ikinci üçüncü babların da birer fihristini derc eylemiştir. Hille kehhalin-i İslamiyyeye dair olan tedkīkatını Wüstenfeld’den almış ve pek çok yanlışlıklarda bulunmuştur. Hille’in etibba-yı İslamiyyenin emraz-ı ayniyye hakkındaki tedkīkat ve tetebbuat-ı amikalarına tamamıyla kesb-i nesi Ağustos’unda neşredilen Asya ceridesinde Le Journal Asiatique Hille’in hatalarına dair pek mühim tedkīkat ve beyanatta bulunmuştur. Takriratu’l-Kehhalin ’in Paris Dresden ve Florans kütüphanelerinde birer nüshası bulunduğu Doktor Lucien tarafından beyan ediliyor. Ali bin İsa Şark etibbası miyanında bir mevki’-i mümtaz ihraz etmiş eazımdandır. Avrupa müdekkiklerinin müşarun-ileyhin kitabına verdikleri ehemmiyet derece-i irfanını pek güzel isbat edebilir. Onbirinci asr-ı miladide Irak’ta yetişen erbab-ı fen arasında daha birçok mümtaz simalara tesadüf ediyoruz. Fakat bunların kütübhane-i cihana asar-ı mühimme bırakmadan ziyade tedrisat tarikıyla neşriyat-ı ilmiyyeye çalışmış oldukları anlaşılıyor. Bunlar miyanında tarih-i tabii ulemasından İsa bin Ali bin Hasan el-Asedi nam zatı zikredebiliriz. tuyur kısmına dair pek mühim tetebbuatta bulunmuştur. Bu zat aynı zamanda fenn-i tıbba da müntesib bulunuyordu. Esasen fen ve felsefe ile meşgūl olan ulema-i İslamiyyenin hemen ekserisi aynı zamanda tababetle de iştigal etmişlerdir. hakim hem de mütebahhirin-i ulemadan idiler. mukayyed olarak Ali bin İsa el-Asedi’nin bir kitabı mevcuttur. Bu kitap takriben beş yüz sahifeden mürekkeb ve iki kısma münkasemdir. Birinci kısımda tuyur-ı carihadan onların tarih-i tabiisinden tarz-ı terbiyyelerinden suret-i mufassalada bahsedilmiştir. Müellif eserini rengin bir kalemle yazmış tasvirat ve nü kat-ı şairane ile yazılarına ayrıca bir de kıymet-i şairane bahşeylemiştir. Kitabın ikinci kısmında ise ağdiyeden hıfzussıhhadan tababet-i hayvaniyyeden bahsedilmiştir. İsa bin Ali el-Asedi’nin bu kitabının yazma bir nüshası da İngiltere’de Britanya Müzesi’nde Musée Britanique mevcud ve numarada mukayyed olduğu beyan olunuyor. Eseri tedkīk eden Garb uleması müellifin iktidar ve tetebbuatı karşısında arz-ı hürmetten kendilerini alamıyorlar. tebbuundan olduğunu ahlafa yadigar bıraktığı bu kıymetdar kitap pek güzel isbat etmiştir. Tarih-i tabii ilminin tedkīkat tetebbuat ve tecaribe müftekır bir fen olduğunu müellif daha o zamanlarda takdir etmiş ve mesaisini bu hususa hasreylemiştir. asr-ı miladi Irak erbab-ı kemali arasında bulunan Ebu’l-Hüseyn Abdullah bin İsa’yı derhatır etmemek kadr-na-şinaslık olur. Bu zat hem-asır bulunduğu mümtaz simalar kadar parlak bir şa’şaa-i kemale malik değilse de Hazinetü’l-Etıbba namındaki kitabı ve etibba-yı kadimenin mesaliki hakkında edebilmiştir. Şark’ın sine-i irfanında perve[ri]şyab-ı kemal olan bu gibi parlak simalar zengin dimağlar bugün baştan başa bir feyfa-yı cehl ü sefaletten başka bir manzara arzedemeyen Hıtta-i Irakıyye’nin yosunlu taşları altında gunude-i rahmet olan bu dahiler bugün mezarlarında tedrisat-ı ‘aliyye gürültülerine mukabil birer nevha-i inkıraz dinliyorlar. Zir-i sakf-ı irfan-penahına sığınarak senelerce cihan-ı medeniyyete huzemat-ı ma’rifet neşretmiş abidat-ı ‘aliyyeden sada-yı elem-bahş-ı bum u gurabdan başka bir ses duymuyorlar: O medreseler yıkılmış bu hastahaneler çökmüş müebbeden sönmüş koca kıt’a vasi’ ve zalam-engiz bir badiye-i vahşet haline geçmiş!... Şimdi o medreselerin harabeleri üzerinde o alimlerin bedbaht hafidlerinden cılız bir bedevi okuduğu mavallarla –farkında olmaksızın– eski gamgamat-ı tedrisiyyeyi hatırlatmak dastan-ı azametine mersiyeler tanzir etmeye kalkışarak kadrna-şinas ve atıl haleflerine baran-ı nefrin yağdıran ervah-ı ecdadı sanki bu suretle uyuşturmaya çalışıyor. Heyhat!.. ---- EDEBIYAT BAHISLERI ---- Muhayyileyi işletmek edebiyatta en mühim bir iştir; çünkü her şey ona tabi’dir. Evet edebiyat nokta-i nazarından muhakeme olunursa o kadar ehemmiyeti olan his bile edib iane-i hayal ile kendisini müteheyyic etmekten başka bir şey değildir. Hayal nedir? Eşyayı safha safha bütün müfredatıyle göz önüne getirebilmek melekesidir. Tahayyülat-ı edebiyyede hafızanın pek büyük adeta yarı yarıya hizmeti vardır. Mesela Ağustos ayında karlı bir hava tasvir etmek için ne yapacaksınız? Tabii hafızanıza müracaata mecbur kalacaksınız; vaktiyle görmüş olduğunuz o alemi yazmak için hatıratınızdan mahfuzatınızdan istimdad edeceksiniz. Zaten bizim dimağımız evvelce manzurumuz olan eşbahın az çok devam etmek yahud ebediyyen kalmak üzere intikaş ettiği bir fotoğrafi makinesidir. Dimağ daima serveti artan bir hazinedir ki biz sermayemizi oradan çekeceğiz. O halde bu hazineyi mümkün olduğu kadar zenginleştirmelidir. Bir mevzu ne kadar suubetle kabil-i temsil ise o mevzuu hissetmek yani kendine maletmek için o nisbette fazla bir mücahede ister. Binaenaleyh öyle mevzular intihabına çalışmalısınız ki ya vaktiyle kendi başınızdan geçmiş yahud o mevzuu gözünüzün önüne getirmek sizin için pek kolay olur pek kolay hissedersiniz; tevsi’ ve ikmali için müracaat edeceğiniz kullanacağınız mevad kendiliğinden gelir. Hususiyle bu kadar aşina bir mevzuu nazar-ı müşahede önüne getirmek sizde ona karşı bir incizab hasıl eder ki o sizi teşci’ eder. Demek mevzu intihabı mes’elesi hayli mühimdir. Her zemin size gelmez. Tevsi’ edeceğiniz madde kabiliyet-i edebiyyenizle kuva-yı edebiyyenizle mütenasib olmalı. İnsan başa çıkarabileceği işi bilmeli. Faraza bir zemin hoşumuza gider; onu tevsi’ etmek tasvir etmek hevesine düşeriz. Fakat çıkmıyor! Vakıa bu mahrumiyet mevzuu etraflıca düşünmeksizin sen o mevzuun bizim seviye-i kabiliyyetimizden çok yüksek olmasından neş’et eder. Onun için haddimizi bilmeli aczimizi nazar-ı insafdan uzak tutmamalıyız. O halde hakīkati başımızdan geçmiş yahud hiç olmazsa müşahede altına alabileceğimiz zeminlerde aramalıyız. Hakīkat hayat müşahede her eser-i edebinin şerait-i esasiyyesindendir. Bu şeraiti ararsak her zaman bulabiliriz. Hatta hiç yoktan bir mevzu icad edeceğimiz zaman bile işe tabiilik vermek için hakīkat istinadgahımız olmalıdır. Yani hayat-i hakīkıyyeden alınmış olup mevzuumuzu tevsia imdad edebilecek vakayie ahvale müracaat etmeliyiz. Sonra görmüş olduğumuz muhitlerden tedkīk ettiğimiz şahıslardan arasında bir tetabuk husulüne çalışmalıyız. Mesela bir halet-i ruhiyye bir şahsiyet arıyorsunuz değil mi? Yakından tanıdığınız adamları alınız; oldukları gibi gösteriniz; yahud birinden bir çizgi diğerinden bir çizgi alarak bu cüzlerden bir kül teşkil ediniz. Garpta yetişen meşahir hep bu suretle muvaffak olmuşlardır. Hayat-ı hakīkıyye arasında bulunup alınmış bir halet-i ruhiyye edib için öyle metin bir esastır ki mevzuunu o sayede pek kolay başa çıkarabilir. Bir sahneyi tasvir etmek yahud birtakım eşhası muhavere ettirmek hususunda suubete düştüğünüz zaman o halet-i ruhiyye imdada yetişerek güçlüğü bertaraf eder. Öyle ya! Madem ki meydanda şöyle bir adam var madem ki siz de onu iyice biliyorsunuz; artık tasvirine çalıştığınız mevki’de o adamın ne yapabileceğini ne düşünebileceğini ne söyleyebileceğini tahmin için zorluk çekmezsiniz. Bu pek mühim bir şarttır ki daima dikkat ister. Sahravi bir manzara tasvir edeceksiniz öyle mi? Bir köşeye çekilip ezber çalışacağınıza kıra çıkınız; kaleminizi hazırlayınız; meşhudatınızı not suretiyle zabta başlayınız. Yok hafızanıza güvenirseniz not almayarak yalnız muhitinizi nafiz bir nazarla temaşaya dalınız. Dessas hilekar bir adam göstermek istiyorsunuz değil mi? Kıtlığı mı var? Gözünüzü etrafa gezdirerek beğendiğinizi alınız! Avam arasında muhavereler yürütmek arzu ediyorsunuz. Halkın arasına karışınız; bir taraftan çenesi düşük adamları bilhassa kocakarıları dinleyiniz; bir taraftan da söylenen sözleri edasıyle telaffuzuyla beraber zabt ediniz. Size etrafıyle ma’lum olan bir muhit intihabı mes’elesi de kat’i sağlam neticeler verir. Mesela elinizde bir hikaye planı var. Lakin vak’anın güzar ettiği muhit size mechul olduğu man vak’ayı öyle muhayyel değil lakin sizce ma’lum olan hakīkī bir muhite naklediniz; görürsünüz ki planınız derhal muvaffakiyetle tatbik olunmaya başlar. Madem ki edebiyatta her şeyden evvel iyi hissetmek lazım; şayet en iyi hissedebileceğiniz mevzu kendi şahsınız müellefat-ı edebiyye meydana getiren Rahip Prevost’nun Manon Lescaut ’su en muhalled eseridir. Çünkü müellif o eserde kendi sergüzeşt-i garamını yazmıştır. Meşhur Daudet’nin sırr-ı san’atı muhitini gayet nafiz bir nazarla şedid bir müşahede altında bulundurmasındadır. Hakīkat hayat müşahede; işte san’at-ı edebiyyeye hakim olan üç esas. Bütün mücahedat-ı fikriyye bunlar üzerine Eğer bir eser sırf tatlı tatlı okunmak için yazılıyorsa hakīkat cerihadar edildiği yahud tecarible müşahedat-ı hayatiyyeye mugayir bir şey yazıldığı gibi maksad fevt edilmiş demektir. Mesela eşhas-ı ma’rufe-i tarihiyyeden birinin hayatını zemin ittihaz etmek istediniz; artık o adamı sağlığında hiç bulunmadığı muhitlerde memleketlerde gezdirip durmamalısınız. Sonra vak’anın güzar ettiği zamanın mekanın ahvaliyle şerait-i hususiyyesini de hiç nazar-ı dikkatten dur tutmamalısınız. SAFAHAT ŞAİRİNE “Hasta kafa hasta kalb” tevsim ettiğim bizim edebiyatın alnına Abdülhak Hamid saadetli bir sernüvişt yazdı şiirin feza-yı şuununa koca bir levh-i mahfuz astı. Onu bir tarafa bırak; ondan sonra Türkçe’de lezzetle okuduğum birkaç şairden biri sensin Akif! Öteki erbab-ı kalemi ancak kıraat ederim. Halbuki Hamid’le seni işittiğim dinlediğim dakīkalar olur. Sizlerin kaleminiz dimağ ve kalbinize kolunuzun a’sab u adalatıyla değil bizzat merbut. Blaise Pascal insanı ta’rif ederken; “Mütefekkir bir kamış” diyor. Ben de Hamid’in senin ve mümasillerinin kalemine Pascal’ın nay-ı mü tefekkiri diyeceğim. Eşber ’le Safahat ’ı okurum sanırım ki Hamid’le Akif’in karihası dehan olmuş bir ruhdur da bir şeyler söylüyor. Sen bir piyanonun siyah tahtası arasından çıkan beyaz dişler gibi gecenin karanlıkları içinden zıyaları uzanan yıldırımlara kaleminle dokunur istediğin sadayı istediğin zıyadan çıkarır büyücek bir san’atkar-ı fıtrisin. Sen dere kenarlarında tabiattan girye-i yetim içerek yetişen sazlara temas eden ırmaklar gibi her mevce-i hafifin o tabiat rebabı üzerinde bir mevce-i musikī-i latif hasıl ederek mütemadiyen akmaya mahkum bir göz yaşısın. Öyle bir girye ki menbaın kendi gehvaren mansıbın da kendi makberendir. Hamid ise başka fıtrattır. Karanlıkları hem mütefekkir hem mütekellim kılar. Şecerlere hacerlere te’ati-i hissiyat ettirir. Sükun-ı medfende ihtizaz hufre-i zulmette i’tila kamerde nişib ü firaz suud-ı zıyada hufre-i zıl gösterir. Mahlukatı uçuyorsa yıldırım kanatlı yürüyorsa mihver-i arz ayaklıdır. Hülasa öyle bir şair ki fesinin altında birkaç parça kıl ve kemik yerine leyl-i ademler uçar ehram-ı sermediyetler kıyam eder. Bazen o kadar u’cube olur ki şeytana cinne periye bazen o kadar müteali görünüyor ki ilahelere benzer. Binaenaleyh o dahi-i şiirdir sen şair-i sanatkarsın. Kehanetim ve kehanete i’tikadım yok ki istikbali göreyim. Fakat öyle görünür ki bir iki asır sonra seni edebiyatta şeklen mevzuan hasıl ettiğin inkılab için okurlar. Hamid’i ise şeklinden dolayı değil ma’nasından şiiriyetinden dolayı hem okurlar hem ezberlerler. Onun için sen ve emsal-i muhteremen iki üç asır sonra ancak milletinizin tarih-i edebiyat kitaplarında yaşarsınız. Hamid ise ta kendinde ila-yevmi’l-kıyam muammer olur. Hamid’de Hamid yükselir sende sanat i’tila bulur. Hülasa aranızdaki fark şudur: O ibda’ eder; sen yaparsın! § Şimdi biraz da rekini olduğun halde tevazuan “Bir nazımı bir müntesibiyim” dediğin edebiyatımızın ahval-i ahiresinden bahsedeyim ondan sonra da saded-i müttahazeme gireceğim. Hugo benim için yıldırımlardan yapılmış bir dağdır ki ne kadar taş atsalar bir zerresini yıkamazlar. Müfekkirem ahirete komşu mu yaratılmış yoksa toprağım mezar-ı kudema enkazından mı alınmış nedir Hugo’yla Hamid için ne kadar “Öldü tefessüh etti” deseler ikisinden de geçemem. Edebiyatta bu iki dehaya mülakī olmasaydım belki bugün edebiyat bana birşeyler söylemezdi. Hugo’nun iki hafta evvel “ Enlisement ” ünvanlı bir parçasını okudum ki kum deryalarında mağrukan ölen bir bed baht-ı muhayyel tasvir ediyor. Fakat ne tasvir!.. İnsan okudukça kendi ayaklarının altında; “Küre’nin bütün cazibe-i merkeziyyesini her zerre-i hakine cem’ etmiş bir mezarın açıldığını görüyorum” vehmine düşer. Vücudunun her mesamından bir son nefes çıkıyor sanır. Mezar-ı cazibedarın her zerresiyle kendi hun-ı dafia-nisarının her katresi arasında bir cazibe ve dafia muharebesi başladığını duyar!.. Hülasa bu kadar canlı bir ölüm tasvirini asar-ı edebiyye sahifelerinde değil ecza-yı cism ü ruhum olan akribamın ölüm yataklarının çarşafları kenarında bile okumadım. Bir biçare düşün ki bir kum deryasına atılmış toprak kendisine hem maktel hem makber! Muhiti hem kabız-ı ru hu hem zair-i cesedi! Kum mevcatı içinde hem cesedi hem ruhu medfun!.. Böyle bir umman-ı rik şehidine acımaz mısın? Bittabi acırsın. Ben de acıdım. Fakat ben fazla olarak hatve-i terakkīsini kendisinin katili olan bu zavallı ile bizim edebiyat-ı meyyite arasında kara tali’ müşabeheti su-i akıbet mukareneti buldum da daha ziyade teessür hisleri duydum. Edebiyatımız da tıpkı o umman-ı rik şehididir ki terakkī namına bir hatve attıkça ecel-i kaza çehreli bir mezara gömülmüş. Bak Hugo’nun o parçasını “ Edebiyat-ı Osmaniyye ” ünvanıyla tercüme edeyim de şu ecel-i kaza levhasının bizim edebiyat-ı munkarızayı ne dereceye kadar hatırlattığını gör. EDEBİYAT-I OSMANİYYE “Ayaklarında her adım attıkça bir ağırlık duyar. Birden bire iki üç parmak çöker çöker. Anlar ki bir zemin-i metin üzerinde değil; etrafını tedkīk etmek için durur. Birden bire ayaklarına bakar ayakları gaib olmuş kumlar örtmüş. Ayaklarını kumdan çeker geri döner. O zaman daha derin gömülür; kum topuklarına kadar çıkar. Bundan kurtulur sola doğru atılır: Kum yarı dizlerine kadar çıkar. Sağa atılır; kum dizlerinin üstüne çıkar. O zaman dehşetler içinde kalarak anlarlar ki bir rik-i müteharrikin ummanına düşmüş altındaki öyle bir muhit-ı mehib ki içine düşünce insan yürümekten balık yüzmekten aciz kalır. O zaman omuzundaki yükü –kazazede bir geminin denize hamule atması kabilinden– fırlatıp tahaffuf etmek ister. Fakat artık zamanı geçmiş; kum dizlerinin üzerine kadar çıkmıştır. Bağırır şapkasını yahud mendilini sallar: Kum kendisini o nisbette a’makına doğru çeker. Eğer sahil-i selamet kimseler yoksa iş işten geçmiş demektir. O halde “enlisement”e mahkum. Evet “enlisement”e yani o medfuniyet-i mahufeye mahkum demektir ki mediddir layuhtidir şifa-napezirdir vam eden sizi ayak üstünde gezerken sağ ve salim iken serbest iken gelir yakalar ayaklarınızdan gelip tutar çeker. Bir halde ki teşebbüs ettiğiniz her sa’y ızhar eylediğiniz her ve mukavemetinizi tazyikını teşdid etmekle cezalandırmak melekesine ve tavrına maliktir. Dağları ağaçları yeşil kırları sayfiyelerin bacalarından çıkan dumanları denizlerde yüzen sandallardan yükselen yelkenleri uçan ve öten kuşların nağmelerini güneşi gökyüzünü seyretmek için zaman bırakarak insanı toprağa defneder. “Enlisement” medd ü cezirden yapılmış bir mezardır ki yerin dibinden bir yeni hayata doğru yükselir. Her dakīka galebesi mümteni’ bir kefen örer ve giydirir. Zavallı oturmaya yatmaya sürünmeye çalışır. Fakat bütün harekatı kendisini tedfin eder. Doğrulur çöker boğulduğunu hisseder; feryad eder ağlar bulutlara bağırır kolları bükülür ümidi biter işte karnına kadar kumun içinde; kum göğsüne kadar çıkar; artık kendi na’şının nim bir heykelidir!.. Ellerini kaldırır mütehevvir eninler fırlatır tırnakları kumun üzerinde takallus eder bu kül yığınına istinad etmek larına varır boynuna kadar çıkar: Artık şimdi yalnız çehresi görünür. Ağzı bağırır kum onu da doldurur: Artık sükut!.. Gözleri hala görür kum onu da doldurur: Artık gece!.. Sonra alnı gaib olur biraz saç parçası kumların üzerinde titrer. Bir el çıkar kumun sathını deler kımıldar gaib olur!.. Bir insanın mağmum bir silinmesi!.. mek emeliyle attığı her hatve kendi kanına girdi. Bir zaman geldi geri dönmek istedi o da kabil olamadı. Nihayet kendi merkez-i sikleti kendi mezar-ı muzlimi oldu irtihal etti gitti. Tabiatın mehasinine dair bizde birşeyler yazılmışsa tıpkı “Enlisement”la ölen o zavallının mezar-ı maktel-didarına nüzul ederken kuşları bulutları yelkenleri ağaçları kırları nazar-ı ihtizar ile seyretmesi gibidir ki edebiyatımız tabiatın en zi-ruh mehasinini bu kadar meyyitane nazarlarla temaşa etti. Bu sana gelinceye kadar olup biten şeyler sen ne yaptın? Şimdi de onu söyleyeceğim. Midhat Cemal ---- MEKTEPLERDE TEDRIS OLUNACAK ---- ULUMUN TERTIBİ Mekatibde tedris olunacak ulum ve fünunun tertib ve tanzimi hususunda ne gibi esaslara istinad edilecektir? Acaba tedris olunacak şakirdan mı yoksa tedris edilecek şeyleri mi nazar-ı i’tibara almak icab eder? Çocuklarda melekat-ı dimağıyye temrinler ve ta’limlerle tedricen inkişaf ve terakkī edeceği cihetle bir dersin mebahisini şakirdanın melekat-ı dimağıyyelerine göre tertib etmek pek tabiidir. Fakat fenlerin ayrı ayrı tanzimi hususunda tedris olunacak mevaddın nazar-ı i’tibara alınması daha muvafık olur. Derslerin tertibinde fünun-ı muhtelife arasındaki silsile-i mantıkīnin gözetilmesi zaruridir. Mesela cebir ve hendese dersleri behemehal ilm-i hesabdan sonra gösterilebilir. Mukaddemat-ı cebriyye tedris edilmeden evvel müsellesat ta’limine kalkışılırsa beyhude yere talebenin dimağını yormaktan başka hiçbir faide hasıl olamaz. Şu halde başka bir fenne istinad eden bir dersin tedrisinden evvel o fennin mebahis-i lazimesi gösterilmiş olmalıdır. Tedrisatta tekamül ve ihtisas-ı tedrici usulünün ta’kīb edilmesi pek çok faide te’min eder. Ancak bu sayede şakirdanın kuvve-i dimağıyeleri yorulmaksızın esaslı inkişafata mazhar olur. Tedrisatta istinadgah olan lisan ve kavaid-i lisaniyye kıraat ve imla mebadi-i hesab gibi ma’lumat-ı esasiyye ta’lim edildikten sonra diğer fenlere geçmelidir. Fakat başlangıçta çocuğu bu fenlerde mütehassıs yapmak gibi bir gaye gözetmemek icab eder. Şakirde ilk evvel o fennin yalnız ma’lumat-ı umumiyyesi gösterilmelidir. Verilecek ma’lumatın esaslı olmasına da Muallim şakirdana tedrisine yeni başlanılan bir fennin gavamız ve dekayıkından asla bahsetmeyerek mantıkī bir usule tevfikan en esaslı mebahis-i umumiyyesini göstermekle Bu sayede şakirdanın rehgüzar-ı teallümününe hafif fakat emniyet-bahş bir zıya neşredebilecek bir menba’ ihzar edilmiş olur. Bir fenni öğrenmek için evvel be-evvel o fennin ma’lumat-ı esasiyyesini elde etmek iktiza eder. Bu husus da ancak tekamül-i tedrici usulünün muvaffakıyetle tatbiki sayesinde mümkün olabilir. Tekamül-i tedrici usulü tatbik edildiği takdirde tedrisatta ilerledikçe şakirdanın büyük büyük müşkilata ma’ruz kalmalarına meydan bırakılmamış olur. Çünkü evvelce umumi esasları öğrenilen bir fennin mebahis-i gavamıza ve dakīkası bilahare tedricen daha kolay ve daha seri’ bir surette tahsil olunabilir. Tekamül-i tedrici usulü tadrisata fazla zaman tahsisini kazanılmak suretiyle bu mahzurun önünü almak kabildir. Fil-hakīka şakirdana ilk sene yeni başlanılan bir fennin mebahis-i esasiyyesi gösterildikten sonra müteakıb senelerde evvelki umumi kadro tedricen sıkıştırılmak ve her sene daha ziyade ta’mik edilmek üzere fennin gavamız ve mebahis-i hususiyyesine doğru ilerlenirse emin bir surette nihayet şakirdanı o fende mütehassıs yapabilecek bir dereceye çıkılmış olur. Tekamül-i tedrici usulüne her fennin birkaç sene tekrarı gibi zahiri bir mahzur gösterilmek kabildir. Fakat iyice düşünülecek olursa zahiren bir mahzur görünen bu halin bilakis pek büyük fevaid te’min edeceği tahakkuk eder. Terakkī-i tedrici usulü ma’lumat-ı esasiyye merkezde ol mak üzere şakirdanın bir fendeki vukūfunu seneden seneye müttehidü’l-merkez daireler şeklinde tevsi’ etmekten ibarettir. Yani talebeye bir fenne dair en evvel umumi esaslı ma’lumat verilir. Ma’lumat-ı mezkure ertesi sene daha müdellel olmak üzere tevsi’ edilir ve fennin gavamız ve dekayıkına nüfuz ettirecek mebahis tedris olunur. Bu usul sayesinde fennin en umumi ve en esaslı kısımları her sene tekerrür edeceği cihetle şakirdanın dimağlarında tamamıyla rüsuh-pezir olur. Talebe her sene daha müdellel esaslara istinaden daha vasi’ bir saha-i terakkīye doğru Bir mektebe giren şakirdanın hepsi mektebi ikmale muvaffak olamaz. Birçok mevani’ hayluletiyle ekserisinin tahsilini yarı yolda bırakarak mektebi terke mecbur kaldığı görülmektedir. Tahsilini yarı yolda bırakarak saha-i maişete atılan böyle bir genç mücadele-i hayatta muzafferiyyetini te’min edecek ma’lumat-ı lazimeden mahrum kalacağından daima mağlubiyetten nekbete nekbetten sefalete yuvarlanır. Mektep sıralarında sarfettiği mesainin hiçbir semeresini iktitaf edemez. Halbuki mektep tedrisatı terakkī ve tekamül-i tedrici esaslarına ibtina edilmiş olursa yarı yolda tahsili terke mecbur kalan bir şakird hiç olmazsa tedrisi meşrut ve elzem olan fenler hakkında umumi ve esaslı bir ma’lumat almış olarak saha-i maişete atılmış olur. Tabii bu şakird mektebi ikmal eden bir genç kadar o fenlerde vukūf ve ma’lumat sahibi olamaz. Fakat fünun-ı mezkurenin büsbütün cahili olarak mektebi terketmekten veda’ etmek şüphe yok ki daha az zararlı bir haldir. saha-i hayatta az çok istifade etmeye bile muvaffak olur. Cem’iyet-i beşeriyye arasına körkütük cahil bir kötürüm atmaktan yırlıdır. Cem’iyetin reviş-i mesaisine bar olacak bir kötürüm onun ahenk-i terakkīsini ihlal eder. Fakat bir topal ehemmiyetsiz muavenetlerle çabalayarak tarik-ı tekamülde cem’iyeti ta’kib edebilir. Lise teşkilatı ihtisas-ı tedrici usulünün muvaffakiyetle tatbikine pek müsait bulunduğu cihetle programlarının bu esasa istinad ettirilmesinin pek ziyade fevaid te’min edeceği şüphesizdir. usul sayesinde hayret-bahş netayic istihsal edilmektedir. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Afganlılardan birkaçı: – Mir Baba size ihanet ediyor. Adamlarına emir vermiş. Yarın sizi katlettirecekmiş haberini getirdiler. Bunu işitince adamlarımdan otuzunu yanıma alıp dağa doğru çıktık. Yolda adamlarıma: – Daima hazır bulunun. Ben silahımı Mir Baba’ya tevcih eder etmez siz de nişan alın! emrini verdim. Takımın dibine yaklaştığımız sırada beş yüz süvari gelip bize iltihak etti. Mir Baba’nın piyadeleri harbe gidiyor gibi müsellah idiler. Etrafta kekliğe benzer bir şey göremediğimiz için dönecektik. Mir Baba sol tarafımda gidiyordu. – Bedahşan’dan hareket ettiğim esnada beni tutup İngilizlere teslim eylemek istediğinizi işitmiştim. Eğer böyle bir hizmette bulunmak istiyorsanız buradan daha iyi bir mevki bulamazsınız diyerek tüfengimi göğsüne dayadım. Arkadaşlarımdan yirmisi de silahlarını Mir Baba’nın yoldaşlarına çevirdiler. Zavallı adamlar: – Bizi öldürmeyin Mir Baba’yı istemediğimiz halde siz zorla onu emir ta’yin eylediniz diye feryad ettiler. Daha ziyade üzerlerine varmadık; dönüp şehre geldik. Üç gün sonra Rustak sergerdelerinden birini gönderip Mir Baba’yı gece oturmasına da’vet ettim. Üç yüz müsellah neferle bizim karakollar: – Bu kadar adamla gelmiş makbul bir hareket değil! Otuz kişi sizinle beraber girsin maiyyetinizin mütebakīsi geri dönsün! diyerek duhulüne mani’ olmuş. Mir Baba şu mümanaata kızıp Afganlılara söğdükten sonra kapıyı zabtetmek ruzene emir vermiş. Mir Baba takımının birinci kapıyı zabtetmeleri üzerine bizimkiler dahile çekilip ikinci kapıyı kilitlemişler. Adamlarımdan biri koşarak geldi ve – Ne duruyorsunuz? Mahvoluyoruz! dedi. Ben kemerimi çözmüş olduğum halde bol elbise ile oturuyordum. Yalnız cebimde bir revolver bulunuyordu. Derhal sıçradım yanımdakiler ile kapının yanına gittim. Baktım ki hariçte beş bini mütecaviz müsellah adam var. Arkadaşlarıma: – Bu kadar halk ile muharebe mümkün değildir. Maamafih ben dışarıya çıkacağım. Eğer tanımazdan evvel Mir Baba’nın boynundan yakalayabilirsem kurtulduk demektir. Buna muvaffak olamaz da katledilirse[m] sizi Allah’a ısmarlarım dedim ve kale kapısını açtırıp çok şükür tanınmadan boynunu yakaladım yenimde gizlediğim revolveri şakağına dayadım ve – İşte söğdüğün Afganlılardan biri de benim. Çabuk kılıcını elinden bırak! Yoksa revolveri boşaltacağım! dedim. Mir Baba – Siz revolveri çekiniz ben kılıcı bırakırım! diye feryad etmeye ve yalvarmaya başladı. Lakin ben boynunu kuvvetlice büktüğümden kılıcını elinden atmaya mecbur oldu. – Adamlarına emir ver kapıdan dışarıya çıksınlar! dedim. Tavsiyemi ifa etti. Adamlarıma da Afgan lisanıyla; – Kapıyı elde edin! emrini verdim. Ondan sonra Mir Baba’ya – Ben sizi dostane evime da’vet etmiştim. Niçin böyle düşmancasına hareket eylediniz? diyerek Bedahşan ahalisine döndüm ve; – Bana mı muavenet etmek istersiniz yoksa elimde kımıldanamayacak bir hale gelen bu namerde mi? diye sordum. Ahali beylerinin kabza-i iktidarımda bulunduğunu görünce; – Size muzahiriz! dediler. Bunun üzerine verdiğim emir mucebince dağılıp evlerine gittiler. Mir Baba’yı on nefer süvari ile hanesine götürdüm ve; – Bana yiyecek hazırlayın! dedim. Yemeği yedikten sonra kalkıp ikametgahıma geldim. Ertesi günü de afiyetle bir uyku çekip selametimden dolayı Cenab-ı Hakk’a şükrettim. Burada verilmesi lazım gelen ma’lumattandır ki: Mir Baba ile Mir Muhammed Ömer öteden beri yekdiğeri aleyhinde bulunurdu. Bunların arasını bulmak için epeyce uğraştım. Nihayet muvaffak da oldum. Mir Muhammed Ömer dört bin nefer ile Feyzabad’a gelip şehir haricinde ve “Cevzen” denilen mevki’e kondu. Her ikisi de; “Tecdid-i muvalatımızdan dolayı birbirimize bazı hedaya vermek emelindeyiz. Meclisimizde bulunmanızı da’vet etti. Gittim ve aralarına oturdum. Önümüzde tatlı sofrasıyla büyük bir kelle şekeri duruyordu. Beyler yekdiğerine hil’at giydirdikten sonra Mir Baba; – Madem ki iki birader barışıp el ele verdik şu büyük kelleyi kıralım da aramızda taksim edelim dedi. Maksadı bana ta’riz olduğu için; – Bu iş çok müşkildir dedim ve kelle şekerinin kaldırılmasını emrettim. Birkaç saat sonra oradan çıktım lakin muhalefete kalkışırlarsa diye düşünüyordum. MAKKABİLER Yehuda askerini birçok teşebbüsat-ı şecianede tecrübe ettikten sonra ve bir çok şehirleri baskın ile zabtedip tahkim eyledikten sonra düşmanı ile meydan muharebesinde dahi tekabül etmeye karar verdi. Samariye valisi Apollonius evvela Yehuda üstüne yürüdü ise de külliyyen münhezim oldu ve maktul düştü. Yehuda düşman-i maktulünün kılıcını alıp sonraki muharebatta hep bunu isti’mal etmiştir. Müteakıben mürted Yahudilerle kuvvetini takviye etmiş olan Seron nam kumandan Makedonyalı maiyyeti ile Apollonius’un intikamını almaya geldi. Yehuda’nın askeri adetçe az erzaksız kuvve-i ma’neviyyeleri az idi. Lakin Yehuda onları kendi şecaati ile canlandırarak düşmanı kuvvetli Beth-horon geçidinde mağlup etti. Şimdi hükümdar Antiochus memalik-i şarkıyyeye İran üzerine gitmiş olduğundan Arz-ı Filistin’deki umur-ı askeriyyeyi Lysias’a bırakmış fillerle mücehhez bir ordu ile Yahudiye diyarına hücum edip Kudüs’ü tahrib edip ahalisini esir ve millet ve din-i Museviyye’yi büsbütün ilga etmek emrini vermişti. Hemen yeni muhacimler Arz-ı Filistin’de göründüler. Kırk bin piyade ve bin süvari kuvvetinde olup “Şimdi Yehuda ile kardeşleri gördüler ki felaketler tezayüd etti ve düşmanlar hudud-ı dahile girip ordu kurdular. Yahudiler kralın kendi milletlerini büsbütün mahveylemek üzere emir vermiş olduğunu biliyorlardı. Birbirine dediler ki: “Haydi milletimizin hal-i harabisini i’mar edelim ve milletimiz dinimiz için harp edelim!” Sonra harbe hazırlanmak dua ve istirham etmek için bir yere cem’ oldular. O gün oruç tuttular. Eski elbiseler giyip başlarına kül saçtılar. Elbiselerini parça parça ettiler. Yehuda onlara dedi ki: “Silahlanınız ve cesur insanlar olunuz! Sabaha gavga için hazırlanınız bu milletlere karşı ki bizi ve Beyt-i Makdisimiz’i tahrib etmek üzere toplanmışlardır. Çünkü milletimizin felaketini ve dinimizin harabiyetini görmekten ise muharebede ölmek daha rini bulsun!” Şimdi düşman ilerliyordu. Aralarında üserayı satın almak re zencirler vardı. Düşman cenerali küçük Yahudi fırkasını habersiz basmak için bir fırsatın mevcudiyetini tefekkür ettiğinden onların üzerine leylen gizli yollardan bir fırka asker gönderdi. Lakin Yehuda’nın casusları her tarafta idiler. Yehuda muaskerinde muhacimleri gafletle ilerlemeye ikna’ ayrılan fırka sebebi ile zaif düşmüş olan asıl düşman ordusu üzerine hücum etti. Gördüğü mukavemet-i şedideye rağmen müstahkem düşman mevki’ini zabt ve orduyu mağlup eyledi. Yehuda şeci’ olduğu derecede tedbirli idi. Askeri de müteşebbis oldukları kadar intizamlı idiler. Yehuda onları mağlup düşman ordugahını yağmalamaktan men’ etti. Şu vakte kadar ki ileri gitmiş olan Gorgias düşman ordusunun en güzide kısmıyla –dağlar arasında asi Yahudileri aramaktan yorulmuş olarak– avdet etti. Orada ordugahlarının yanmak ta olduklarını hayretle gördüler. Vaki’ olan muharebe kısa lakin kat’i idi. Suriyeliler zayiat-ı azime ile münhezim oldular. Orduların muhteviyat-ı kıymetdarı İbranilerin eline geçti. Bu İbraniler bir mukabele-i bil-misl-i adilane olmak üzere kendilerini alıp satmaya gelen esir tacirlerini esir sıfatıyla sattılar. Yehuda ile ordu-yı muzafferi bir sürur-ı azim içinde Yahudiye diyarına avdet etti. Yolda eski devirlerde ve Meryem zamanında olduğu gibi muzafferiyet-i vakı’alarından dolayı Cenab-ı Hakk’a şükraneler teganni ediyorlardı. Ertesi sene asıl kumandan Lysias Arapça kitaplarda Lişiyaves diye muharrerdir. Suriye’nin merkezi olan Antakya’dan kişilik bir ordu ile yürüdü. Yehuda kişi ile onun pişdar fırkasını münhezim etti. Bunun üzerine Suriye valisi kat’i bir muharebeye girişmekten korkarak fazla asker toplamak için mevki’ine ric’at eylemiş idi. Bundan sonra harbe bir müddet fasıla verildi ve Yehuda milletdaşlarına Beytü’l-Makdis’i tathir etmeyi teklif etti. Beni İsrail adat-ı kadimelerinin bir teceddüdüne ibadet-i asliyyenin böylece tasfiyesine ve milel-i ecnebiyye boyunduruğundan gün bayram ettiler. Bu kadim Makkabi bayramını şimdiye kadar Yahudiler “hanunkah” yani ışıklar bayramı diye icra ederler. Şimdi etraftaki milletler mescidin inşa ve Beytü’l-Makdis’in tathir olunduğunu duyunca çok canları sıkıldı. Binaenaleyh aralarındaki Ebna-yı Ya’kūb’u mahvetmeyi düşünüp katliama başladılar. O zaman Yehuda Arabah’daki Edomya’da Evsaoğulları ile cenk etti. Çünkü onlar Beni cesaretlerini kırdı mallarını aldı. Ve ahaliye karşı bir tuzak ve hakaret demek olan Ebanoğulları’nın –ki daima Beni lerini kapadı önünde ordu kurup hepsini mahvetti ve bütün kumandanları Timotheus olan çok ahali ve kuvvet buldu. Binaenaleyh onlarla en nihayet önünde mağlup edinceye kadar çok muharebeler etti ve hepsini mahveyledi. Nihayet diye memleketine döndü. Sonra Yehuda biraderi Shamoon’a dedi ki: “Adamlarını intihab et ve Celil diyarına gidip oradaki kardeşlerini tahlis et! Çünkü benim ile Yonathan Gilad tarafına gideceğiz! Böylece Yusuf ile Ahar’ı Yahudiye aha lisine kumandan ve yanına muhafızlar bıraktı. Shamoon maiyeti ile Celil tarafına gitti. Kardeşleriyle birçok muharebe edip onları bozdu. Pitolome şehrinin kapılarına kadar koğaladı. Ve orada putperestlerden takriben kişi maktul düşüp malları iğtinam edildi. Diğer cihetten Yehuda nagehan badiye tarikıyla Basura şehri üzerine dönüp şehri zabtedince kılıç ağzı ile bütün nüfus-ı zükuru hareket edip kaleye geldi. Sabah oldukda gördüler ki orada silahlı ve ellerinde kaleyi almak için merdivenler ve sair makineler bulunan birçok adamlar var. Yehuda muharebenin başladığını görünce maiyetine şöyle dedi: “Bugün kardeşleriniz arkasına ilerledi. Dualarla nida etti. O zaman Timotheus’un askeri onun Yehuda Makkabi olduğunu anlayıp firar ettiler. Yehuda da onları kesretle katl ve i’dam etti. Bugün onlardan kişi öldürmüş idi. “Müteakıben Yehuda Masfa üzerine teveccühle hücum zabt ve içindeki bütün nüfus-ı zükuru i’dam şehri de ni zabteyledi. Efzun beldesine de hücum ve nihayet teshir eyledi. Burada da bütün nüfus-ı zükuru kılıçtan geçirip şehri harap emval ve eşyayı iğtinam etti. Ve Yehuda pürşevk u meserret Sion yani Sahyun Cebeli’ne gidip Rabb-i Teala’ya şükraneler takdim etti. Sonra Yehuda kardeşleriyle gitti. Esavoğulları yani kabilesi ile harbedip Hebron’u mahv şehirleri mahvetti. Kalesini yıktı kulelerini yaktı. Filistin diyarındaki Azotos Kabilesi üzerine yürüdü ma’bedlerini yıktı oyma putlarını ihrak etti. Kasabaları da yaktıktan sonra Yahudiye’ye döndü.. ATPAZARI OSMAN FAZLI-İ İLAHI Meşayih-ı Celvetiyye’den zül-cenaheyn muhakkık bir zat olup Tefsir-i Ruhu’l-Beyan sahibi Şeyh İsmail Hakkı merhumun mürşid-i mükerremidir. Bir müddet maskat-ı re’si olan Şumnu’da ba’dehu Aydos ve Filibe’de ve daha sonra İstanbul’da hasud ve kadr-naşinasların sekametiyle Kıbrıs adası kasabatından Magosa’ya nefyedilerek “Ruh-ı pakiyçün azizin okuyalım Fatiha” mısraının delaleti olan tarihinde en ruhlu kısımları Hakkı merhumun Kitabü’l-Hıtab ’ının Şüyuh-ı Selase bahsiyle Silsilename-i Celveti ve Tammü’l-Feyz ve Risale-i Haliliyye isimlerindeki eserlerinde mündericdir. Misbahu’l-Kalb : Şeyh-i Kebir Sadreddin-i Konevi’nin dekayık-ı ilm-i tasavvuftan Miftahu’l-Gayb ismindeki eser-i kudsilerinin şerhidir. Mir’atu Esrari’l-İrfan ala İ’cazi’l-Beyan : Hazret-i Sadreddin’in lisan-ı tahkīk ve tasavvuf üzere yazdığı Fatiha-i Şerife tefsirine haşiyedir. Tecelliyat-ı Berkıyye : Hazret-i Şeyh-i Ekber’in; matla’lı kasidelerinin şerhidir. Haşiye-i Şerh-i Fususi’l-Hikem Usul-i fıkıhtan Tenkīh haşiyesi. Usul-i fıkıhtan Telvih haşiyesi. Usul-i fıkıhdan Risale-i İmam Celdeki haşiyesi. Fenn-i adab ve münazaradan Hanefiyye şerhi. Hidayetü’l-Mütebahhirin hikmet ve kimya-yı atikten bahis olup bir nüshası İzmir’de Hatuniye Kütüphanesi’nde manzurum olmuştur. Muhtasar Maani haşiyesi. den: Şühud eylerdi envarı ülü’l-ebsar olanlar hep Veli ağyarı men’ eyler edip gayret Celal [ya] hu “Atpazari” şöhreti İstanbul’da Fatih civarındaki Atpazarı semtinde ikametlerinden naşidir. Piran-ı Tarikat-i Celvetiyye’den Aziz Mahmud Hüdai ile Üftade-i Burusevi hazeratına nisbetleri ber-vech-i atidir: Seyyid Affan Fazli-i İlahi ani’ş-Şeyh Zakir-zade Abdullah Efendi ani’ş-Şeyh Zerdar-zade Ahmed Efendi ani’ş-Şeyh Hazret-i Hüdai ve ani’ş-Şeyh Mehmed Üftade kaddesallahu esrarahüm. MEKATİB-İ HUSUSİYYE-İ İSLAMİYYE CEM’İYETİ Sebilürreşad ’ın Bulgaristan muhabiri bize pek ibret-amiz ma’lumat ve havadis gönderiyor. Geçen mektuplarından birinde Bulgaristan’daki Bulgar Muallimin Cem’iyeti’nden bahsetmiş idi. Şu cem’iyetin Bulgar milletine ne kadar hizmet etmiş olduğunu düşünüyorum da vatanımızda dahi böyle bir teşebbüsün ne azim istifadeler meydana getireceğini anlayarak bundan mahrumiyetimize ağlıyorum. Ne olur?!.. Bizde de mekatib-i hususiyye-i İslamiyye ittifak kil etse ve kararlaştırılacak muntazam ve müfid bir program tahtında ta’lim ve terbiye-i etfale gayret olunsa eminim ki şu teşebbüsümüz hiç de boşa gitmez… Pek büyük faideler elde ederiz… Millet-i İslamiyyenin istikbali şu teşebbüs ve bu teşebbüsle tanzim edilecek program sayesinde kendini gösterir. Hem iddia edebilirim ki bu teşebbüs kolay bir surette hayyiz-i husule gelir. Mesela bu sene Dersaadet’te bulunan mekatib-i hususiyye-i İslamiyye ittifak ederek şu cem’iyetin esas-ı temelini bir kere atsalar… Sonra nizamnameleri programları ile hepsi de aynı gayeyi ta’kīb etseler… Eminim birkaç sene sonra İstanbul muhitinde şayan-ı hayret tebeddül husule gelecektir. Şimdi cılız ve miskin olan Millet-i İslamiyye birkaç sene sonra birer ateşpare aynı emeli aynı gayeyi ta’kīb eder birer arslan yavrusu kesileceklerdir. Bu teşebbüs yalnız İstanbul’a şamil olmakla kalacak değil netice-i müstahsenesini gören Anadolu ve Rumeli’deki bütün mektepler de tabiatıyla bu ittifaka dahil olacaklar ve onlar da aynı gaye aynı emel-i vatanperveriyi ta’kīb edeceklerdir. Şu gayretin Din-i Mübin-i Muhammedimiz’e vatan-ı muazzezimize hıdemat-ı nafia ibraz edemeyeceğini kim olan Millet-i İslamiyye bu suretle uyanabilir başka türlü değil… Mektepler sayesinde vatan-ı Osmani’de görülen şu tahavvül-i azim artık her biri bir yerde bar-ı elim-i esaret altında dur tutulmayacaktır. kīnen derk edilecektir. Kim bilir?.. Neler neler ümid olunmaz bu mektepler sayesinde?!.. Aynı gaye aynı emel-i terakkīyi besleyen bir program tahtında ali fikirler ile techiz edilecek olan nesl-i ati Millet-i İslamiyye’nin selameti hangi noktadadır bilemeyecek mi?.. O ateşpare-i celadet bunu bildiği vakit o da bizim gibi miskin miskin mi duracak?.. Asla!.. O selamete erişmek için var kuvvetiyle çalışmayacak mı?.. İhtimal ki bir gün –biz göremeyiz ahfadımız görecek– bu mazlum Millet-i eder. Artık o muzlim dakīkalara nihayet verir… Esaret-i ecnebiyye tahtında inleyen Millet-i İslamiyye de o şems-i hürriyyetin nurları altında zindegi iktisab eder yaşar ebediyyen hür olarak yaşar… Ümid ve hayal… Pek parlak değil mi?.. Mes’ele-i azimeye birkaç sözle oluvermiş bitmiş nazarıyla bakıyorum değil mi? Sevgili kari’lerim! Evet biliyorum; hepiniz de bu fikirdesiniz. Bu sözlerime “hülya” namı veriyorsunuz. Fakat düşünmüyorsunuz ki hep bu olamamazlık fikri hep bu korkaklık hep bu hülya deyip de dudak büküvermekliktir ki bizi şimdiye kadar hayat-ı teşebbüsiyyeye atılmaktan men’ etti ecnebi boyunduruğu altında inletti. Neden olmasın?!.. Cenab-ı Hak isteyen kuluna verir. Biz ise Millet-i İslamiyye’nin terakkī ve tealisini istiyoruz ki bu nezd-i ilahide daha büyük daha ve daha makbuldür. Bizim bir fena adetimiz daha var: Maziden ibret almıyoruz da istikbalden nokta-i selameti ararken gelecek bir tehlikeden korkuyoruz. Tarihleri okuyoruz. Darma dağın bulunan hükumat-ı İslamiyyeden hangi biri bir danesinden maada bu sahne-i hayhuyda harita-i alemde sahife-i tarihde idame-i mevcudiyyet edebildi? O bir tane ki biziz bizim dahi nokta-i selameti aramadığımız takdirde onların yanına uçuruma yuvarlanmayacağımız ne ma’lum?.. Hem de o suretle yuvarlanacağız ki artık İslam hükumeti namı bütün sahife-i tarihten silinecek… Garb tarafında huzur ve rahatla bu sükūt-ı müdhişimiz seyredilirken Şark bütün kan ağlayacak… Fakat eyvah ki o ciğer-suz eninini enin-i matemini medenilere! dinletemeyecekler. Ne elim ne acıklı hal değil mi kardeşler?.. Niçin bu hallere sebebiyet verelim? Madem ki daha kurtulabilmek ümidi var neden teşebbüsün büyüklüğünden korkalım? İşte bir Avrupalı mes’elenin büyüklüğünü tehlikesini nazar-ı ehemmiyyete almıyor da ta Kutb-ı Cenubilere kadar keşfe gidiyor… Maksadı nedir? Alem-i insaniyyete beşeriyete hizmet bir parça da kendine şeref! Biz ise yalnız kendi mevcudiyetimiz idamesini istiyoruz da niçin esbabına tevessül etmiyoruz bilmem! Haydi biraz cesaret gösterelim içimizden birkaç kişi çıkalım da şu teşebbüsü mevki’-i fi’le koyalım… Muvaffakiyetsizlikten korkmayalım. Fransızlar “İstemek muvaffak olmaktır” diyorlar. Hakīkaten de öyledir. İstersek meram edersek muvaffak oluruz. Canım dünkü vilayetimiz olan Bulgaristan’ı gözden kaçırmayalım. İşte Sebilürreşad muhbiri yirmi sene içinde o muallimin cem’iyeti sayesinde ne azim terakkī hatveleri attığını yazıyor. İşte o cem’iyettir ki bugün Bulgar milletinin seviye-i irfanına göre programlar tanzim ediyor telkīn-i ilm ü irfan eyliyor. Ve işte bu sayededir ki dün bizim medeni oluyor. Zaten bu bizim körlenmiş paslanmış fikirlerimizi terbiye edecek bize tehlikeyi ihsas edecek nokta-i selameti bildirecek mektepten ilm ve irfandan başka bir şey midir?!.. Elbette hayır!..Bizd O halde biz mektep sayesindedir ki muhtaç olduğumuz saadet ve rahata nail olacağız o mekatib-i hususiyye-i müttefikanın bir olan gaye ve emelleri sayesindedir ki biz bu esaretten bu meskenetten kurtulacağız. Teşebbüslerin olmayacağına kani’ olmayalım. Emsal-i adidesi gözümüzün önünde duruyor. Varsın birden bire husule gelmesin!.. Bir kere teşebbüs edelim bir tarafımız eksilecek değil ya!.. Haydi bakalım ey nesl-i atiyi dest-i terbiyetine alan muallimin; bu vazife sizindir! Bir teşebbüs ile vazifenizi ifa ediniz de senelerden beri esaret altında inim inim inleyen bu millet bu mağdur millet artık kurtulsun! BİZDE AHLAK Bizim kadar an’anat-ı milliyyesini unutmuş bir millet daha bulmak hemen adimü’l-imkandır. Altıyüz sene evvel hükumetin bidayet-i teşekkülündeki efrad-ı milletin tabayi’ ve ahlakı tedkīk olunursa görülür ki bu kavim fevkalade cesur olmakla beraber metanet-i ahlakıyyeye sahip ve an’anat-ı milliyyesini muhafızdı. Birçok muharebeler memalik zabtetmek sine tecavüz edildiği için vukū’ bulmuştu. İşte bu tabayi’de bulunan bir milletin hemen iki asırda şehrah-ı terakkīde nasıl hatve-endaz olduğunu ve birçok akvamı inkıyada mecbur ettiğini tarih pek güzel gösteriyor. O zaman Din-i Mübin-i Belki bu fütuhat-ı azimenin başlıca amili de Din-i Mübin-i rin ve ganaim-i harbiyyenin verdiği servet ü samanı sarf u Osmanlı memleketi tevsi’-i daire ettikçe sefahet de olanca kuvvetiyle tevessü’ ediyor efrad-ı milletin yavaş yavaş ahlakı bozulmaya başlıyordu. Bu sefahet efrad-ı millette olduğu gibi ekabire de sirayet etmiş ve hatta dünyayı zabtetmeyi almıştı. İşte sefahetin sukūt-ı ahlakın baş gösterdiği bu zamanlarda fütuhat ve terakkī devri yavaş yavaş kapanmaya ve buna mukabil inhıtat devri açılmaya başlamıştı. Zaten “hikmet-i tarih” de gösteriyor ki herhangi bir hükumetin müteakıbdır. Mısırlıların Asurilerin İranlıların Romalıların Yunanilerin mahv u inkırazı Sardanapal Baltazar Neron gibi tarihte nam bırakan sefih hükümdarların zaman-ı saltanatlarını ta’kīb etmemiş midir? İşte bizde de sükūt-ı ahlakın ve dindeki mübalatsızlığın neticesi olarak efrad arasına nifak girmiş ve inhıtat devri de küşad olunmuştu. Bazı padişahlarımız ahaliyi ıslah etmek için cidden çalışmışlar fakat muvaffak olamamışlardı. Evvelden mücessem-i şecaat ve ahlak olan yeniçeriler bilahare yaptıkları ahlaksızlıklarla eski hizmetlerini külliyyen unutturmuşlar ve devleti uçurumdan uçuruma felaketten felakete sürüklemişlerdi. Nihayet Sultan Mahmud bunları ortadan kaldırarak bir dereceye kadar bu ahlaksızlıkların önünü almış ve memlekette bir inkılab yapmak istemişti. Bu devirlerde bir dereceye kadar tevakkuf eden inhıtat bilahare yine olanca kuvvetiyle başlamış ve Abdülaziz’in sefaheti yüzünden milyonlarca borca giren millet Abdülhamid-i Sani idaresinde de büsbütün borca batmış mişti. Bu son devirlerdedir ki an’anat-ı milliyye unutulmuş ahlak bir lafz-ı bi-ma’na hükmüne geçmişti. sukūt etmiştir. “Bir milletin ahlakı rağbet ettiği kitapla mukayese olunur.” kaidesine bil-ittiba’ tedkīk olunursa nazarlara pek feci’ ve ye’s-aver manzaralar münkeşif olur. Senelerce tetebbuun mahsulü olan bir fenni kitap beşyüz tane bile satılmadığı halde bir iki ahlaksızın kaleminden çıkan ve hele bu son zamanlarda pek moda olan musavvir-i fuhşiyyat kitaplar binlerce satılıyor. Ahalinin bu inhimakinden istifade etmek isteyen bazı alçaklar da bu yolda yazılmış kitapları neşirden bir an bile hali kalmıyorlar. Düşünmüyorlar ki bunları okuyacak erkeklerle beraber kadınlardır; böyle kitapları okuyan kadınların da ahlakı bozulur. Bu gibi kitapların nısfı kadınların elinde bulunduğunu söylersek mübalağa etmemiş oluruz zannederim. Tabii bu satırların efrad-ı milletin hepsine şümulü olamaz. Bugün ahaliden öylelerini bilirim ki böyle kitapları okumak değil hatta bunları okuyacak kadar duçar-ı zillet olmuş eşhasın mevcudiyetini kabul edemez. Menafi’-i zatiyyesi için namus ve haysiyet-i milliyyeyi bir takım hayvaniyyü’t-tabia gazetelerle ayaklar altına alanlar da nadirattan değildir. Maatteessüf milletin kendi şeref ve haysiyetiyle oynayan bu gibi gazetelere rağbet etmemesi Çünkü biliyorlar ki ahalinin zevk alacağı kitap ve gazeteler bu yolda yazılmış olanlardır. Şimdiye kadar intişar eden bunca kütüb ve resail-i fenniyye içinde kaç danesi sebat edebilmiştir? Bunlar ağlanacak hep birer hakīkattir. Ahlaksızlık bu kadarla da kalmıyor. Ramazan-ı Şerif’te taat ü ibadatla meşgūl bulunulması evamir-i diniyyeden olduğu halde aksi emr olunuyormuş gibi adi zamanlarda icra edilmeyen ne kadar rezalet ne kadar ahlaksızlık varsa hep bu mübarek ayda icra olunuyor. Muhadderat-ı İslamiyyeye tecavüz enva’-ı lu’biyyata rağbet hep bu ayda revac buluyor. Ramazan-ı Şerif’te namuslu bir kadının cami’e gitmesi fevkalade müşkil bir hale geliyor. Bin türlü hakarete duçar olmadan sokağa çıkmak heman muhal hükmüne giriyor. Bütün bunlar sükūt-ı ahlakın birer timsal-i mücessemi değil midir? Bu ahlaksızlıklarla beraber din hususundaki mübalatsızlık ve hürmetsizlikler de tevessü’ ediyor. Geçen akşam bir arkadaşım yürekleri sızlatacak bir mahiyeti haizdi. Çarşı boyunda yatsı ezan-ı şerifi okunduğu halde tam karşısında bulunan kıraathane lebaleb dolmuş ve buna mukabil cami’-i şerifte on iki kişiden başka kimse bulunmuyordu. Kıraathanede bulunan yüzlerce kişi kıraathanede oturmayı cami’-i şerifte teravih namazı kılmaya tercih ediyorlardı. Bizde dindeki bu mübalatsızlık ve hürmetsizlik ahlakımızdaki bu sukūt an’anat-ı tarihiyyemizi külliyyen feramuş varken her gün her saat inkıraza doğru koştuğumuzdan şüphe etmeyelim. Karşımızda müdhiş ağzını açmış Hilal’i yutmak için fırsat beklemekte olan Ehl-i Salib’in nail-i me ram olması zamanının pek yakīn olduğunu unutmayalım. Avrupa dinsiz yaşar biz yaşayamayız. Avrupa ahlaksız yaşar biz yaşayamayız. Avrupa an’anat-ı milliyyesini unutur biz unutamayız. Çünkü onlar Ehl-i Salib biz ise Hilal’in zir-i cenahına sığınmış bir kavimiz. RUSYA’NIN ŞARK’TA KİLİSE SİYASETİ Takriben iki asır mukaddem Rus İmparatoru Büyük Petro’nun terkeylediği vasiyetnamesinde; “İstanbul’a ve Hind’e mümkün olduğu kadar takarrub etmeli. Zira bu mevki’lerde hükümdar olan hükümdar-ı cihandır. Husul-i maksad için bazı İran bazı da Türklerle harb ederek onların kesb-i kuvvet etmesine meydan vermemeli. Bahr-ı Siyah havzasının sahib-i yeganesi olmak maksadıyla Bahr-ı Baltık’ta olduğu gibi tersaneler te’sisiyle Rus bahriyesini tahkim ba’dehu Körfezi’ni ta’kīben tersane-i cihan olan Hind’e yürüyüp maliyece muhtac bulunduğumuz İngilizlerin taht-ı esaretinden tahlis-i giriban etmek için oranın zabtına ez-her-cihet gayret etmeli Türkleri Avrupa Kıt’ası’ndan def’ etmek için Avusturya hanedan-ı hükümdarisiyle uzlaşıp enzar-ı gıbtasını biriyle harbe ilka etmeli veyahud ileride yine ellerinden alınmak üzere Avrupa-yı Osmani’den bir kısmının zabtına mümanaat etmemeli. Ruslar ve Rus Kilisesi kendilerini merkez i’tibar ederek birleşmiş ve hal-i i’tizalde bulunmuş olan Rum kiliselerini makam-ı istinadda etrafına toplayarak onlar üzerinde umumiyetle mezhebi bir hükümdarlık için şimdiden ihzar ve o sayede memalik-i aduda dost kazanarak maksad ve emele sühuletle vasıl oluna.” Şu vasiyetnamenin sahih ve gayr-i sahih olduğu bizim da Rusların ta’kīb ettiği politika balada zikrolunan vasiyetnamenin aynı surette olduğudur. Ruslar Islav cinsinin cihangir olmasını ve Memalik-i Osmaniyye’yi bir hamlede zabtetmeyi asırlardan beri zihinlerine yerleştirmiş olduklarından ve Arz-ı Filistin hakkında Rus ile Osmanlılar beyninde teati olunan mukavelename yine Petro’nun zaman-ı saltanatına musadif bulunduğundan heman vasiyetname mündericatının sahih olduğuna kesb-i kanaat etmekte kendimizi haklı göreceğiz. Bu mukavelenamede “Her iki hükumet ve millete mensup efrad memleketeyn dahilinde istedikleri mahallerde kemal-i emniyetle geşt ü güzar edebilirler. Ruslara Memalik-i Osmaniyye’de hiçbir resm ve vergiye tabi’ olmadıkları halde Arz-ı Filistin ve Mukaddes’de hac ve ziyaret müsaadesi verildiği gibi Memalik-i Osmaniyye’de mukīm Rus papazları ferd-i vahid tarafından ta’ciz ve tasdi’ olunmayacakları” mündericdir. Vakıa bu –ilk darbe denmeye seza– mukavele ibtidaen pek mu’tedil görülüyorsa da sene sonra tekmil Rum Ortodoks Kilisesi’nin muhafaza ve hami-i yeganesi hakkının hükumet-i seniyye tarafından kabul ve tasdikini talep ettiği zaman olanca şiddet ve acısını bize hissettirmiş idi. Fritz Lorch’un Suriye ve Kudüs’te Roma ve Ortodoks Kiliseleri ” namlı kitabında; “Osmanlı ve Rus münasebat-ı kadiminde Haliç’te mukīm Rus sefirleri başları bacakları arasına sokulacaklarını bildikleri için Osmanlı arzularının her birini birer mu’cize diye telakkī ettikleri halde İkinci Katerina zamanından beri Moskofların suret-i kat’iyyede ciddi müdahaleleriyle Bab-ı Ali’de görünüşleri Osmanlı diplomatlarının hiddetinden tiril tiril titremelerini bais olurdu…” diyor. Ondokuzuncu Asır’da - o zamanki patrik Polikarp Arhimandrit Arsine’i kiliselere para tedarik etmek üzere Rusya’ya gönderir. Muma-ileyh senesinde Çar olduğunu söyleyerek teşvik ve o zamanki Beyrut Rus Konsolosu Kostantin ile Rus Meclis-i Kebir-i Ruhani Reisi Kont Protasud dahi teşvikat-ı mezkureyi himaye ederler. Bunun üzerine o zamana kadar Rusya’dan dökülüp gelen ve Rum Kilisesi tarafından su-i isti’male duçar olan meblağı kontrol etmek bununla beraber Arz-ı Filistin’de Rusların müessesat-ı hayriyyeye başlamaları Ortodoks cem’iyet-i ruhaniyyesi tarafından ne suretle kabul ve telakkī olunacağını istikşaf eylemek maksadıyla ruhani bir murahhas gönderirler. Bu murahhas Arhimandrit Orpenski adi bir yolcu kıyafeti ü güzardan sonra İstanbul’a avdet ederek Rum Kilisesi aleyhine olarak verdiği mufassal ma’lumatın zeylinde “Rumların şüphelerini da’vet etmemek üzere evvela Arz-ı Filistin’de bir Rus mektebinin küşadını bir de sahib-i ehl-i ilimden müretteb maiyyetiyle bir Rus piskoposunun irsaliyle orada mevcud meclis-i ruhaniyi idare etmesini ve maiyyeti efradının Lisan-ı Arabi’yi tahsil ile münasib Rus kitaplarını bu lisana tercüme ve ahaliye meccanen tevzi’ maamafih Rusya’dan vürud eden mebaliğin yerli ahali beyninde taksimine nezaret larına birer nümune-i imtisal olacak derecede bir manastır alimi geçirerek ahali-i mahalliyyenin nazar-ı teveccühünü kazanmak ve sair mezhep misyonerleri teşebbüsatını iptal edecek derecede aleyhine uğraşmak vazifeleriyle muvazzaf olmalarını” tavsiye eder. Bunun üzerine Dersaadet Rus sefirinin taht-ı nezaretinde teşekkül eden komisyon bir program tertib ederek hükmüne karar ve icrasına da muma-ileyh Arhimandrit Orpenski ta’yin olunur. Her ne kadar muma-ileyhin teşebbüsatına Rumlar tarafından mümanaat olunmak bir sedd-i azim çekilmek hususunda azim bir hareket görülür ve bir takım mücadelenin vukūuna sebebiyet verilirse de bu mücadele içerisinde Ruslar tedricen emellerine vasıl olmakta iken zuhur eden Kırım Muharebesi keşfiyyatlarının kısmen ta’tiline bais olmuş idi. ’de Episkopos Kyrillos Naumov yazdığı bir mektubunda “İskenderiye Antakya ve Kudüs patrikleri Rumlar elinden alınarak Rus yedine tevdiini teshil için evvela Bulgarları himaye ederek cihet-i maliyyece Ruslara metbu’ bir hale ifrağ saniyen şimdiye kadar Rum kiliselerine edilen muavene-i maliyye arz-ı inkıyadlarına kadar bir müddet-i muvakkate kat’ ve Mısır ile Kudüs ahalisine nisbeten Antakya ve civarı ahalisi hareketimize pek müsait bir halde bulunduklarından tavsiye eder ve harfiyyen icra olunarak pek çok muvaffakiyetlere nail olurlar. senesinde “Rus İmparatorluğu Kudüs Cem’iyeti” namıyla mevcut tekmil dindar Ortodoksları himaye etmek lafz-ı zahirisiyle müstetir hakīkatte ise Suriye ve Kudüs’de mevcut Rum kiliselerini mahv ile yerlerine Rus Kilisesi’nin kazanmak ba’dehu iş kemale erdikte sühuletle memleketi elde etmek fikr-i fasidanesiyle Rus Meclis-i Ruhani-i Hamisi Pobyedonoscef tarafından bir cem’iyet teşkil olunur. A’zaları miyanında imparator imparatoriçe ve cümle mensubin-i hanedan-ı imparatori ile ser-amedan-ı ruhaniyye ve cismaniyye bulunduğu gibi vükela ve me’murin-i hükumetten kısm-ı a’zamı da bulunuyordu. Bundan maada Kudüs hakkında te’lifatta ve neşriyatta bulunan sahib-i eşraf-ı kalemden veya cem’iyete altın ruble teberrüken i’ta eden a’zanın adedi senesinde ’i tecavüz etmiş idi. tarihinde vilayatta dahi şu’beler te’sis olunarak senesinde bunların adedi de elliyi tecavüz etmiş idi. Cem’iyet-i mezkurenin muvazzaf a’zaları senevi diğerleri a’zalardan her kim yekden ve diğerleri ruble te’ diye ettikleri halde senevi hisse-i muayyeneden muaf tutulurlar. Cem’iyetin kendisine mahsus bir bandırası oldu ğu gibi cem’iyete olan hıdemat-ı hasenenin derecesine göre tunç gümüş ve altından madalyalar dahi tevzi’ olunur. Cem’iyetin varidat-ı seneviyyesinin mühimmini a’zalardan vürud eden hisse-i muayyene teşkil eder. Saniyen teberrükat-ı nakdiyye ve hediyeler salisen büyük perhizin son Pazar’ında kiliselerde toplanılan iane rabian dahi kiliseler mülhakatından cem’ olunan iane teşkil eder ki on sene zarfında cem’ ve sarf olunan meblağın cedveli ber-vech-i atidir: ’de ruble ’de ruble ’de ruble ’da ruble ’de ruble ’de ruble ’da ruble ’de ruble ’de ruble ’de ruble Vakıa cem’iyet programının maksad-ı aslisi ifşa olunmuyorsa da cem’iyet-i mezkure Rus Meclis-i Ruhanisi’nden maada hariciye nezaretine merbut bulunması balada arzeylediğim vechile ne fikre mebni teşekkül ettiğini kemal-i vuzuhla bize irae eyliyor. Her ne kadar Rusların bu teşkilatı Rumlar tarafından evvela dostane zan ve kıyas edilerek pek alkışlarla kabul olunduysa da ba’dehu çehre-i hakīkati gördüklerinden beynlerinde şedidü’l-meal tahriri münazaaların hudusuna daha sonra yumruk gavgalarına sebep oldu. Buna mukabil Ruslar o zamana gelinceye kadar Ortodoks kiliselerine maddi muavenetlerini kat’ ile işbu münazaaya hitam vermişler ve Rum kiliselerini kendilerine kuzu gibi muti’ eylemişlerdi. Suriye vilayetinde mevcut Arab cemaat-i hıristiyaniyyeleri o zamana kadar Rum Kilisesi’ne muti’ bulunurlarken Ruslar “Rum papasları en büyük kilise mertebelerine suud ettikleri halde Suriye’de mevcut bu kadar yerli papazların bulunmasına rağmen bu mertebelere suud edemeyip madun derecede kalmaları ca-yı tefekkür ve iştibahtır” diyerek bir taraftan ahali-i mahalliyyeyi teşvik diğer taraftan mertebe-i aliyyede bulunan Rum Kilisesi mensubinine bir muavenet-i nakdiyye lafzıyla rüşvet verirler; bundan maada ta’kīb ettikleri hedefe bir an evvel vasıl olmak maksadıyla Suriye ve Kudüs’de mevcut Rum piskoposlarından kendilerine yar ve dostluk edenlere hizmetleri derecesine mukabil senevi Rusların bu teşebbüsatına Rus konsoloslarının dahi faaliyet-i ciddiyyeleri inzımam ederek vilayet-i Osmaniyyenin her tarafına seyahatler ederek büyük resmi üniformalarıyla kiliselere gidip Rus imparatoru namına ayin icra ettirmeleri Kilisesi’nin ibkası te’min olunmuş olduğundan imparator hazretlerinin Suriyelilere olan fart-ı muhabbetine bir delil olmak üzere yağmur gibi yağdırılan hediyeleri tevzi’ ve yekdiğerleriyle bil-ittihad sair mezheblerin teşebbüsatına muannidane bir harekette bulunmalarını tavsiye ederek ahalinin hüsn-i teveccühünü Rus lehine kazanmaları ile Rum Kilisesi’nden yüz çevirmelerine sebep olmuşlardı. Cem’iyet-i mezkure buna da kanaat etmeyerek Fransızların Şark hıristiyanları üzerindeki hakk-ı himayesini yed-i gasbına almak için Fransızların yalnız Roma katolikleri muhafızı olmakla ancak onların memlekette terakkīsini arzu ve himaye ettiklerinden mahvına ramak kalan Şark Kilisesi’nin bakasını arzu edenler Roma katoliklerinin teşebbüsatı aleyhine var kuvvetleriyle çalışmalarını ve fikirlerini bir yere cem’ ederek akılane hareketi ve gözlerini Arz-ı Mukaddes’e atf ile mazide nasıl ise istikbalde dahi şu arazi-i mukaddesenin hami-i muhlisı Ruslar sayesinde mütedeyyin sahib-i mezheb kimselerin elinde kalmasına çalışmalıdır…” mealinde neşriyatta dahi bulunurlardı. senesinde Rusya vilayetlerinde Cem’iyet tarafından Arz-ı Filistin üzerine nutuk irad ve def’a müteferrik neşriyatta bulunulur. Arz-ı Mukaddes’ten Bir Çoban Sesi namıyla kitap tevzi’ olunur. İşte bu gibi neşriyyat ve teşebbüsat Arz-ı Filistin’e olan seyyahinin adedini sene be-sene çoğalttı; hatta senesinde ’e baliğ olmuş idi. Bundan maada Cem’iyet Arz-ı Filistin’de mektepler için harikulade faaliyetlerde bulunmuştur. Ruslar ilk def’a olarak Suriye’de bir mektep küşad ile tedrise başlar. tarihinde yani yirmi altı sene sonra adedini ’e iblağ ve masarifat-ı seneviyyesine ruble sarfıyla ’e karib talebe tedris olunur. Yukarıda dahi arzeylediğim üzere bu müdavim talebeleri bu mekteplere cem’den maksat mahza insaniyete bir hizmet etmek olmadığı kolayca anlaşılır. Zira kendi memleketlerindeki okuyup yazma bilmeyenlerin adedi memleketimizde mevcut ümmilerin adedinden dun olmadığından evvela kendi memleketlerinde yaptırılması lazım gelen mekteplerin memleketimiz dahilinde küşadları ancak saf olan memleketimiz ahalisini Ruslaştırmaktan başka bir şey değildir. İşbu mekteplerin dahili nizamnamelerine bir atf-ı nazar olunacak olursa ilk maddesini; “Talibin-i müdavimin gayetle mu’tekıdane terbiye ve tahsil gördüğü gibi i’tikad-ı sahihaya “Rus Kilisesi’ne” vasi’ bir hürmet-i mahsusa edindikten sonra ba-şehadetname huruc eden talebeler Suriye’de mevcut diğer Rus mekteplerine muallimlikle ta’yin olunacaklardır.” teşkil ettiğini görürüz. Bu muallimlere tarih-i ta’yinlerinden sene sonra franga iblağ olunur ki Suriye gibi bir mahalde bu meblağ hatırı sayılır bir paradır. Ruslar senelerden beri uğraşarak İran’da en kadim Nasturiyan kilisesini tahakkümüne alarak nihayet İran’ı nasıl bu hale getirmeye sebep olduysa Ondokuzuncu Asır’ın evahirinden bed’ ile Anadolu’nun Ermeniler ile meskun mahallerinde icra eylediği propagandalarda ki sair mezhep misyonerleri tarafından bu derece bir propaganda yapılmamıştır aynı siyaseti ta’kīb ettiler. Bu da pek az görünerek ilk Ermeni hadisesinde Rus himayesine iltica eden Ermeniler’i hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği bir lisanla “Rus Kilisesi’ne mensup olmadığınız halde sizi kabul etmekte ma’zuruz.” diyerek bu hallerinden istifadeye kal[k]dılar ve ’i mütecaviz Ermeni de naçar tebdil-i mezhep etmeye mecbur kaldılar. Ba’dehu Rusya’da mevcut Ermeni kiliselerinin kendi malları olan bütün emval-i menkūle ve gayr-i menkūle tarihinde imparator namına zabtolundu. Şimdiki politikası da Şark’ta mevcut Garp kiliselerinden maadasını kendi taht-ı tahakkümüne alıp entrikasını güzelce çevirebilmekten başka bir şey değildir. senesinde Lübnan İmtiyazlı Vilayeti’ne Rus taraftarı bir valinin intihabı için devletler beyninde büyük bir teşebbüste bulundu. Her ne kadar Ruslar kendi arzuları aleyhine techizat ve ihzarat-ı harbiyyede bulunmadan Japonlarla harbetti ve mağlubiyetiyle neticelendi ise de el-an Islav ve Bi zantin İmparatorluğu hülyasından vazgeçmeyerek kat’i bir darbe vurmak için ihzaratta bulunuyorlar. Doğrudan doğruya Darülhilafe’ye hücum etmek pek işine elvermediğinden Kafkas ve Suriye cihetlerinden girerek Anadolu’yu arkasından kavramak istiyor. Osmanlıları yekden taht-ı tahakkümüne alamayacağını aklı kestiğinden Türkler ile Suriyeliler beynine bir adavet kaması sokarak lüzumu takdirinde hıristiyan mezhebine mensup Suriyelileri kendi bandırası altına çekmek istiyor. Rusların keşşaf kolları Suriye’nin ta cenup cihetlerine kadar sokuldu. Avrupa devletleri de heman gözlerini kırpmadan bunu nazarlarıyla gayet müdekkıkane ta’kīb ediyorlar. Bize de bakī kalan bir şey var ise o da şu satırları okuduktan sonra hiç olmaz ise gözümüzü bundan sonra açmaklık zahmetini ihtiyar etmektir. Yukarıdan beri yazmakta olduğum şu satırlardan yegane maksadım Avrupa devletlerinin himaye-i mezheb-i hıristiyaniyye namı tahtında vatan-ı mukaddesimize nasıl nüfuz ve hulul ettiklerini hıristiyan vatandaşlarımız beyninde nasıl tohum-ı fesad ektiklerini bununla da dahil-i vatanda ne gibi münazaa ve müdahalelere sebebiyet verildiğini vatanımıza dühul ile dahili işlerimize müdahale edebilmek için ne gibi fedakarlıklarda bulunduklarını acizane vatandaşlarıma bulunarak evvela dahil-i memlekette mekteplerin ve daru’l-hasenatın teksiriyle harici müdahalelere bir nihayet vermek ba’dehu onların memleketimiz dahilindeki taleplerine mukabil taht-ı esaretlerinde bulunan bunca milyonlarca müslümanların te’min-i hukūkları için biz de mutalebatta bulunarak itfasına uğraştıkları nur-ı İslamiyyet şem’asına yeniden gıda vererek milel-i hıristiyaniyyenin teşebbüsatına bir sedd-i azim çekmek için bir teşvikten ibarettir. Yukarıda dahi görüldüğü üzere bu gibi işlerde şehbenderlerin fevkalade yararlıkları dokunduğundan onların ta’yin ve tahsislerinde mahall-i me’muriyyetlerinin hal ve mevki’lerine münasip ve aşina kimselerin ta’yinine i’tina hatta fahri şehbenderlerin dahi vatan ve millet-i Osmaniyyenin ahval-i dahiliyyesine gereği gibi ma’lumatı ve lisan-ı resmi-i Türki’ye aşina olmaları elzemdir. Fahri şehbenderlerimizin ekserisi bu mezayayı muhtevi olmadıkları gibi bazı Osmanlı şehbenderliği sair hükumetlerin şehbenderlerine mesela bir aşina olmadığı gibi vatan ve millet-i Osmaniye dahi vukūfu olmadığından hizmetinden vazgeçelim mazarratı dokunmayacağında bizi kim te’min eder? Herbir işi hükumete atfetmeyip millet de hükumete bir istinad olarak el birliğiyle vatan için fedakarlıkta bulunulacak olur ise o vakit vatan vatanla beraber biz de teali ederiz. HİND YOLUNDA Haleb vilayetinin ahval-i ictima’iyyesi Memalik-i Osmaniyye’nin sair şehirlerine hiç de benzemez. Burası dört yol ağzı bulunduğundan her nevi’ yolcuların mahall-i ubur u mürurudur. Anadolu’nun Arabistan’ın badiyenin her tarafından buraya heman her gün yeni yeni adamlar gelir ve biraz sonra geri giderler. Haleb’de en ziyade münteşir olan Lisan-ı Arabi olmakla beraber Suriye ve Beyrut’a nisbeten Türkçe bilenlerin adedi pek çoktur. Esnafa meram anlatmak Türkçe bilenler için kolaydır. Hele Bağdad şimendüferi hitam bulduktan sonra Haleb cidden yeni ve mühim bir devre-i terakkī ve tekamüle girecektir. Haleb’deki kıyafetlerle elbiseler ise pek ziyade calib-i nazar-ı dikkattir. Entarili abalı kefyeli ve akalli[?] gecelikli hırkalı abanili kuşaklı sarıklı setre pantollu velhasıl her çeşit elbise ve kıyafetli kimselere mebzulen tesadüf edilir. Kürtçe Çerkesçe lisanlarıyla da mütekellim kimselerin adedi az değildir. Zira buraya Kürdistan’la Kafkazya’dan muhaceret eden Gürcü ve Çerkesler el-an lisanlarını muhafaza etmişlerdir. Bu muhacirler on bini mütecavizdirler. Haleb tamamıyle bir Şark ve Asya memleketi olup alafrangalıkla frenk adab-ı muaşereti henüz buraya İzmir’de Selanik’te Beyrut’ta olduğu gibi dal budak salmamıştır. Haleb sokaklarında nezafet ve taharetten eser görülmediği halde hanelerinde ahali temizliğe son derece riayet ve fir çağıran Haleb eşrafından el-Mekniyetü’l-Asriyye sahibi Seyyid Abdülvedud Efendi’nin hanesinin dışı ve medhali fevkalade çirkin ve nahoş bir şey teşkil ederken içerisi pek nazif tahir ve temiz Şark ve Garb tarzında mefruş idi. Salonu beyaz ve sade somaki taşlarıyla tefriş edilmiş parıl parıl parlıyordu. Bize ihzar ettiği yemekler ise hep Haleb’e mahsus yerli et’ıme-i nefisesinden mürekkeb idi. Bulgurdan otuz türlü yemek ve köfte yapıldığını hane sahibi söyledi. Hakīkaten yemeğimizde bunun üç dört türlüsü var idi. Haleb’in nefis yağıyla pişirilmiş olan pilav vasf u ta’riften müstağni Haleb’de gayet kadim ve eski bir kale vardır ki el-an enkazı ta uzaklardan nazırına görünmekte ve tarih-i binası mechuldür. Fakat bu kalenin Timurlenk tarafından vaktiyle tahrip edilmiş olduğu kayden sabittir. Günden güne de duvarları aşınıp yıkılmaktadır. Bir de Haleb’in cidden asar-ı nefisesinden addedilebilecek “Camiu’l-Emevi” mescidi güzel ve “arabesk” tarzında yapılmıştır. Camiin avlusu beyaz siyah renkli mermer taşlar Haleb eşrafının haneleri de pek güzeldir. Bu hanelerin içi eski Endülüs tarzında inşa ve te’sis olunarak bağı bahçeleri havuzları fıskıyeleri pek mergūbdur. Eskisine nisbetle Haleb’de maarif müterakkī bir halde bulunuyor ise de maatteessüf ta’mim-i maarife gerek ahali gerek hükumet çalışmamışlardır. Bununla beraber müslimlerin yüzde otuzu okumak yazmaya muktedirdirler. Gayr-i müslimlerin ise yüzde kırkı okur yazar kimselerdir. Haleb’deki maarif her ne kadar badi-i emirde mahdud görünüyor ise de hakīkat-i halde tenvir-i efkara az-çok hizmet etmiştir. Buradaki hükumet mektepleri bir lise bir rüşdi-i askeri bir rüşdi-i mülki bir darülmuallimin ile inas mektebinden ibarettir. Ahali tarafından da birçok ibtidai mektepleri küşad edilmiştir. Fakat ecnebi mektepleri ise Beyrut’ta olduğu gibi burada da fevkalade ve mükemmel bir surette te’sis edilerek evlad-ı vatanı kendi mü’esseselerine –rakibsizlik yüzünden– celbe muvaffak olmuşlardır. Nitekim Haleb’de Fransızların Alyansların Ermeni katoliklerin birer mektepleri olduğu gibi şu son zamanlarda Almanlar tarafından da yeni bir mektep te’sis edilmiştir. Alyans Mektebi cümlesinden iyi ve müterakkī bir haldedir. Ermeni Mektebi hakkındaki ihmal ve rehaveti burada da gereği gibi göze çarpıyor. Usul-i idare-i memleket tamamıyla eskisi gibi ve belki eskisinden hiç farklı değildir. Beyrut Haleb Vilayeti’nin tarz-ı hotelde ikamet eden bir Fransıza “Haleb’i nasıl buldun?” sualime karşı “Tozdan topraktan pislikten başka hiçbir şey görmedim” cevabında bulundu. Filhakīka bu şehirde belediyeden eser yoktur. Hükumet konağı da pek biçimsiz yerdedir. Haleb’de Ramazan geceleri tamamıyle İstanbul gibidir. Ahali bütün vakitlerini kahvehanelerde tiyatrolarda geçiriyorlar. Haleb’de taassub-ı diniyye çoktur. Yani hiss-i bilerek kusur etmezler. Maatteessüf aynı zamanda Beyrut’ta olduğu gibi açıktan açığa müskirat kullanmak ve umumhanelere gitmek adet-i zemimesi burada da caridir. Haleb ahalisi Beyrutlulara nisbeten daha ziyade hilm ve selamet-i efkara maliktirler. Az söyler çok dinler kimselere tesadüf ettim. Haleb masnuat ve mensucatına gelince; zannedersem Memalik-i Osmaniyye’de birinciliği ihraz edebilir. Eğer Haleb’e Avrupa’dan bir şey celbedilmese ahali müstağni olabilir. Sırmalı bürüncekli kumaşlardan tutarak en kaba bez parçalarına varıncaya kadar Haleb’de nefis surette kumaş dokunmaktadır. Haleb’in perdelikleri ipekli kumaşları canfesleri çarşaflıkları abaları yaşmakları alaca topları yünlü pamuklu işlemeli topları cidden nefis dayanıklı ve rekabet kabul etmeyecek surette ucuzdur. Fakat maatteessüf ahaliyi dokumacıları teşvik için hükumet tarafından hiçbir teşebbüs san’atlarının terviciyle Avrupa ve İstanbul piyasalarında satılması Haleb mensucatı için Avrupa piyasalarında Hindistan’da ötede beride şu’beler küşad edilirse zannederim ki büyük faide ve kar te’min edilebilir. Haleb’in Sabun Hanı’nda mensucat-ı mahalliyye ile ticaret eden “Hacı Ahmed Muhakkal ve İhvanühu”nun dükkanına bir iki arkadaşla gittim. Bize son derece riayet ve ikram ettikten sonra Haleb’de yapılan bütün mensucatı bize birer birer göstermek lutfunda bulundu. Bize i’mali hakkında mufassal ma’lumat verdi. Yapılan şeyler o kadar nefis ve hüsn-i tabiat dairesinde yapılmıştı ki göz bir türlü temaşadan doyamıyordu. Öyle nefis ve güzel şeyler gördüm ki Avrupa’da bile emsali yapılmıyor. Bu güzel şeylerin yerli destgahlarla yapıldığına insanın inanmayacağı gelir. Bu zat Chicago Sergisi’ne vaktiyle kendi destgahlarında mazhar-ı takdir olduğuna delil olmak üzere kendisine Chicago Sergisi’nin en büyük bir madalyası verilmiştir. Devr-i sabık hükumeti madalyayı Hacı’dan alıp on beş sene tevkīf ederek i’lan-ı Meşrutiyet’ten sonra kendisine iade eylemişlerdir. Bu hal ile memlekette hırfet ve san’at ticaret ileri gider mi? Bereket versin geçen sene Nafia Nezareti’nce Haleb’de en ziyade mensucat i’mal eden tüccardan birisine verilmek üzere yüz lira mükafat-ı nakdiyye verilmesi takarrur etmiş ve meblağ-ı mezkur en ziyade ve en nefis iş i’mal ettiren Hacı Ahmed Muhakkal’a hükumet vasıtasıyla verilmiş ise de hacı-i muma-ileyh müstağni bulunduğu için aldığı mükafat-ı nakdiyye ile Haleb fukarasına kömür ve saire almıştır. Bana kalırsa Haleb’deki sanayi’ ve mensucatı tervic için bir şirket teşekkül edip ma’mulat-ı dahiliyyenin Avrupa’da ve sair yerlerde neşr ü ta’mimine sa’y ü gayret olunmalıdır ki bu yüzden mühim faideler te’min edilsin. Haleb ahalisi son derece mükrim ve misafirperver kimselerdir. Bu bir iki gün zarfında bana son derece ikram ettiler. Bu gece iftar için yine bir yere da’vetliyim. Bizi öteye beriye götürüp her şeyi gösteriyorlar. İstediğim tafsilatı veriyorlar. Beyrut’tan Haleb’e kadar ta’kīb ettiğim istasyonları ber-vech-i ati kaydetmeyi kariin için müfid tasavvur ettiğimden Beyrut Rıhtım İstasyonu – Eski Beyrut Rıhtım İstasyonu – el-Hades – Baida – el-Cumhur – Gariya – Aliye – Bihamdun – Savfer – el-Müdeyric – el-Müreycat – Cedetya – Sa’d Nayil – el-Muallaka – Riyak – Baalbek – Lebve – Rasin-i Baalbek – Kasayr-ı Kuteyne – Humus – Telyise – Kefr-i Behem – Hama – Kumhane – Kevkeb – Ümmü’r-Racim – Ebu’tTuhur – Tellü’l-Hin – Hamidiyye – Vahimi – Haleb. Humus–Bağdad şimendüferi muattal bir halde kalmıştır. Zira henüz Devlet-i Aliyye’nin ] siyaset-i hariciyyesi layıkıyla ta’yin edilmediği cihetle bunun ikmaline i’tina edilmemektedir. Eğer İngiltere–Almanya arasında bir münazaa ve rekabet devri başlarsa herhalde Humus–Bağdad şimendüferinin tır. Bu hususta ilhah ve ibram etmekten bile çekinmeyeceklerdir. Aksi takdirde Alman–İngiliz münasebatı düzgün ve münasebetli bir surette devam ederse o zaman Almanların Bağdad şimendüferine Fransa ve İngiltere tarafından rekabet ve müzahamet olunmayacağı tabiidir. Yoksa Almanlara meydan okumak için Humus–Bağdad şimendüferi imtiyazını dad şimendüferinin ehemmiyeti kalmaz. Çünkü Humus– Bağdad şimendüferi sekiz yüz kilometre olup Haleb–Bağdad şimendüferi ise bin sekiz yüz kilometreyi mütecavizdir. Eğer Humus–Bağdad şimendüferi imtiyazını İngiltere ve Fransa alırsa Trablusşam’ı liman ve iskele haline ifrağ ile Bağdad şimendüferinin en birinci istasyonu orası ta’yin edilecektir. On dört lira güç hal ile bir araba buldum. Bugün Bağdad yolunu ta’kīb edeceğim. Şimdilik bu kadar yetişir. FİLİBE’DE İKİ İSLAM MUHBİRİNİN MÜLAKATI Sebilürreşad ’ın muhterem Hindistan muhbiri elbette Hindistan’a muvasalet ettiği gibi oradaki ahvale dair ariz u amik ma’lumat-ı mufassala ve nafia i’ta edeceklerdir. Fakat Sebilürreşad ’ın muhterem kari’leri ne bahtiyar ki Hindistan muhbir-i mahsusu henüz o uzun yolları kat’ ederek Hindistan’a varmaksızın Bulgaristan’da bulunan muhbiri vasıtasıyla oradaki intibah ve hissiyat-ı İslamiyyeye dair bugün bazı ma’lumat elde edeceklerdir. Geçen gün ale’s-sabah siyah fesli siyah çehreli beyaz pantolonlu bir zat gördüm. Bu zat-ı muhteremin bu memleket ahalisi olmadığı simasından nümayan oluyordu. İngilizce Almanca Farisice tekellüm ediyor fakat Fransızca Türkçe bilmiyordu. İngilizce bilen bir zat vasıtasıyla görüştük. Neticede anlaşıldı ki Hindistan’ın Kalküta şehrinde İngilizce olarak intişar eden Hemrah gazetesinin muhbir-i mahsusu riyle görüşmelidir” dedim. Maatteessüf bizim bildiğimiz lisanı o onunkini biz bilmediğimiz için mes’ele güçleşiyordu. O gün akşam Muradiye Cami’-i Şerifi kurbünde Uhuvvet Kulübü’nde birleştik. İngilizce ve Almanca bilen iki zat vasıtasıyla Bulgaristan müslümanlarına ait pek çok ma’lumat aldı. Gece zevali saat bire kadar orada bulunduk. Şimdi de sıra bize gelmişti. Vakit geç olduğu cihetle ertesi gün saat ikiye bıraktık. İkide Filibe gençlerinden Almanca bilen bir genç rahman sinni yirmi altıdır ki sinde beraber bulunuyorduk. Kendisi İngiltere darülfünununda ikmal-i tahsil etmiş ve Halil Halid Beyefendi hazretlerini pek iyi tanıyor. Biraz görüşüp o gün saim olup olmadığını sordum. Oruçlu olduğunu söyledi. Ba’dehu şu suretle söze başladık: Ben: – Efendim Hindistan’da bulunan ihvan-ı dinimiz hakkında zat-ı alilerinden bazı şeyler sormak isterim. Bunlara dair biraz izahat verirseniz bendenizi pek ziyade memnun edeceksiniz! Abdurrahman Efendi mütebessimane gayet nazik bir vaz’iyetle: – Estağfirullah; maal-iftihar memleketim hakkında bildiğim kadar ma’lumat verebilirim. Hindistan müslümanlarında büyük bir intibah eseri dehşetli bir faaliyet hissediliyor. Gerek siyaset ve gerek maarif nokta-i nazarından müslümanların intibahı ne derecededir ve bunlar için cem’iyetler teşekkül ediyor mu? – Evet! Bugün Hindistan tamamıyla uyanmıştır. Şimdi Hindistan’da iki büyük cem’iyet vardır ki birisi siyasetle diğeri de yalnız maarif ile iştigal eder. Hindistan’daki siyasi cem’iyetin ismi “All India Muslem League” maarifle iştigal edenin ismi “All India Educational Conference”. a’za miyanına dahil olabilmenin ne gibi şartları vardır? – Bunların suret-i teşekkülü: Evvela bütün kazalarda cem’iyet teşekkül ediyor. Bilahare bunlar umumi bir kongre akdediyorlar. Hatta her iki cem’iyetin geçen sene de bir kongresi olmuştur. Bittabi’ maarif cem’iyetinin maksad-ı teşekkülü Hindistan’da umur-ı maarifi ıslah ederek memlekette maarifi terakkī ettirmektir. A’zası miyanına gerek Mısır gerek Türkistan gerekse sair yerlerden olsun herkes dahil olabilir. Siyasi cem’iyetlerin maksad-ı teşekkülüne gelince: Bu cem’iyetin maksadı umum Hindistan ahalisini tevhid etmek onları nokta-i vahideye toplamaktır. Bunun a’zası yalnız Hindistan ahalisinden olmak lazımdır. Maarif cem’iyeti birçok mektepler darülfünunlar yapmıştır. Bu darülfünunlardan ilahiyat ve elsine-i saire ile meşgūl talebeler vardır. – Evet! Bu iki cem’iyetten başka daha pek çok hey’etler müteaddid mezhebler vardır. Ez-cümle bir Nedvetü’l-Ule ma vardır. Gayet dehşetli bir cem’iyet-i diniyyedir ki müslümanlığın terakkīsi için pek ziyade çalışıyorlar. meşgūl olanlar müslümanlık hakkında ne gibi şeyler düşünüyorlar hal-i hazırdaki müslümanlar ile asıl Müslümanlık arasında bir fark görüyorlar mı? – Hay hay! Müslümanlar ile Müslümanlık arasında büyük farklar görüyorlar ve hem de öyledir. Çünkü müslümanlar dinin Müslümanlığın gösterdiği yoldan gidip oradan ayrılmasalardı bugün dünyanın en aziz en kavi bir milleti olmaları ve herkesin onların önünde boyun eğmeleri lazım gelirdi. Halbuki böyle mi? Bugün müslümanlar her yerde sefil her yerde hakīrdir. Gerek Nedvetü’l-Ulema gerek ilahiyat mekteplerinde meşgūl olanların düşündükleri şey akayid-i hurafattan İsrailiyattan kurtarmak insanları körü körüne taklid fikrinden vazgeçirmeye çalışmaktır. Mesela İslamiyet “Hiçbir şeyi delilsiz kabul etmeyin.” dediği halde şimdiki müslümanlar diyerek herşeyde mukallid oluyorlar. “Bu böyledir.” denildiği gibi hiç ses çıkarmazlar. “Böyle şey olur mu olmaz mı acaba?” diye düşünmezler. Fakat onlar böyle düşünmüyorlar; “Babamızdan böyle görmüşüz” demiyorlar. Bu gibi mesaili pek çok tedkīk ediyorlar akla muhalif olup olmadığını nazar-ı hakkında fikriniz nedir ne gibi şeyler düşünüyorsunuz? – İslamların şevket-i evveliyyelerini iade etmeleri için hem maddeten hem de ma’nen terakkī etmeleri lazımdır. Eğer İslamlar çalışırlar da şu iki kuvveti beraberce terakkī ettirirlerse o zaman bi-hakkın bunu te’min etmiş olurlar. Yok böyle yapmazlar da yalnız maddeten terakkī etmeye bakıp ma’neviyatı bir tarafa atarlar yahud maddiyatı terk ederek ma’neviyat vadilerinde dolaşırlarsa İslamlar hiçbir vakit mevcudiyetlerini gösteremeyeceklerdir. Artık batına da lüzumundan fazla ehemmiyet vermemeliyiz. Bugün İslam memleketlerine atf-ı nazar edecek olursak görürüz ki bir tarafta sırf maddiyata ehemmiyet veriyorlar ma’neviyata; “Neredesin?” demiyorlar diğer yerde de maddiyata göz yumarak ma’neviyata sarılmak zahirden ziyade batına ehemmiyet vermek isterler ki her iki fikrin hata olduğu meydandadır. Zira ma’neviyatın muaveneti olmaksızın yalnız maddiyat ile da istinad edilmez. Maa-haza bir takım asılsız hurafata da bağlanıp kalmak kar-ı akıl değildir. Herhalde düşmanlarımızın terakkıyatını nazar-ı dikkate almak lazımdır. sıldır? Hal-i hazırdan istidlal ederek ne gibi bir hal kesbedeceğini ümid ediyorsunuz? – Umumiyetle istikbal parlaktır! Çünkü her yerde az çok bir fikir hasıl olmuştur. Herkeste bir endişe-i istikbal vardır. Elverir ki aslı esası olmayan birtakım fikirleri silip yerine doğrularını yerleştirmeli. Bu hususta her sınıf halkın cidden fedakarlık göstermesi lazımdır. Bilhassa ulema vazifesini takdir ederek ahaliyi ikaz etmeli bütün memleketlere seyahatler fikir hazırlamalı. büyük bir merbutiyetleri var” deniyor. Buna karşı İngiltere hükumetinin vaz’iyeti nasıldır; Hind müslümanlarının Makam-ı Hilafet’e olan merbutiyetlerini kesmek istemez mi? – Evet! Hind müslümanlarının Makam-ı Hilafet’e karşı la-yetezelzel bir merbutiyetleri vardır. Çünkü biz yakīnen biliyoruz ki Osmanlı hükumeti biraz eser-i za’f gösterecek olursa Hindistan’da İngiliz tehlikesi muhakkaktır. Sonra İngiltere hiç istemez ki Hind müslümanları Makam-ı Hilafet’e merbut kalsınlar. Hatta İngiltere bize krallık bile teklif etmiştir. Bize diyor ki: “Siz isterseniz ben sizi müstakil bir krallık yapayım; kral da kendinizden olsun; benden külliyyen ayrılın! Fakat hükumet-i Osmaniyyeden tamamen merbutiyetinizi kesmek alakanızı kat’ etmek şartıyla! Hem zaten sizin hükumet-i Osmaniyyeye merbut olmanızda bir ma’na yoktur. Zira hilafet Yemen’dedir; siz oraya merbut olmalısınız!...” İngiltere daima Hindistan’da bu fikri tervic ettirmeye Hindlilerin hükumet-i Osmaniyyeden rabıtasını kesmeye çalışıyor. Onun ta’kīb ettiği siyaset budur. nasıl bir te’sir yaptı bundan ne gibi şeyler istintac ediyorsunuz? – Trablusgarb Muharebesi Hindistan müslümanlarının üzerinde pek büyük bir te’sir hasıl etmiştir. Onlar buradaki müslümanlardan daha ziyade müteessirdir. Biz bunu intibah-ı mak Alem-i İslam’da başlayan eser-i hayatı mahvetmek kaddimesi olmak üzere telakkī ediyoruz. Eğer bu müşterek tedbirde –maazallah– muvaffak olurlarsa İslamların atisi karanlıktır. Maamafih bu muharebenin İslamlara pek büyük bir faidesi de olmuştur; İslamların teyakkuz ve intibahına büyük bir faidesi dokunmuştur. Bugün –bir hizb-i kalil istisna edildikten sonra– her taraftaki müslümanlar anlamışlardır ki Trablusgarb Muharebesi bir müstemleke değil bir İslamiyet muharebesidir. Bununla beraber hükumet-i Osmaniyyenin şimdiye kadar olan bu mukavemet-i diliranesi de Avrupalıları pek ziyade endişeye düşürdü. Daha doğrusu İslamiyet aleyhinde beslenen fikirlerin ne kadar yanlış olduğunu düşündükleri şeylerin tatbik edilemeyeceğini bu muharebe fiilen isbat eyledi. Hatta Hindistan müslümanları Mahmud Şevket Paşa ile Enver Bey’in muzafferiyet ve muharebenin devamına dair bir telgrafı üzerine adeta şenlikler yaptılar. Hülasa muharebenin devamı İslamların aleyhine değil lehine olmuştur. decek olursa Hindistan müslümanları arasında nasıl telakkī edilecek? Ve bunu terketmekte mühim bir mahzur görüyor musunuz? – Efendim demincek intibah-ı İslam’dan bahsetmiş ve “Bu olmazsa İslamların hayatı meşkuktür!” demiştik. Fakat burada en mühim bir mes’ele daha vardı ki hatırıma şimdi geliyor. İntibah-ı İslam hususu için kuvvetli bir hükumet-i Osmaniyyenin vücudu lazım olmak ile beraber Şeyh Senusi hazretleri de bu babda bir uzv-ı mühimdir. İntibah-ı mak hükumet-i Osmaniyye ile onun arasında kuvvetli bir rabıtanın te’sisine çalışmak Osmanlılar ile onun beynindeki turuk-ı muvasalenin gerisi bulunarak Osmanlılar ondan bi-hakkın müstefid olmak lazımdır. Eğer Şeyh Senusi hazretlerinden Alem-i İslam istifade edemezse intibah-ı İslam fikri yine ölmüş demektir. Halbuki bugün Trablus’u vermek Şeyh Senusi gibi İslam’ın en mühim bir uzvunu atıl bırakmak İslam’ın ümid-i hazretlerinin Alem-i İslam’a olan yolunu bir taraftan Fransa diğer taraftan da İngiltere Almanya kat’ etmiştir. Şimdiki halde açık yalnız Trablus vardır. Eğer Trablus da İtalya’ya verilecek olursa Senusi hazretlerinin her tarafı kapayarak deniz ortasındaki bir ada gibi sıkışıp kalacak ve binaenaleyh o mühim uzuvdan istifade edilemeyecektir. İşte gerek İngiltere ve gerek düvel-i sairenin ta’kīb ettikleri siyaset… Hele Osmaniyye bulunsun. Maamafih bil-külliyye mahvolmaması da İngiltere’nin menafii iktizasındandır. Bunun için Trablus mes’elesi gayet mühimdir. Hele Trablus’u vermek gibi bir fikir bütün İslamlar üzerinde başka bir te’sir hasıl edecektir. Bunun için ben zannetmem ki hükumet-i Osmaniyye böyle bir fikirde bulunsun. Hem zaten İtalya buna devam edemeyecektir. Çünkü bu muharebede İtalya pek büyük ziyan etmiştir. Yalnız bizim için sebat lazımdır. siyat-ı ali-cenabınıza gerek oradaki müslüman kardeşlerimizin ahvaline dair vermiş olduğunuz izahata karşı azim teşekkürler ederim. Yalnız bir şey daha sormak isterim. Gerçi bunu daha evvel sormak münasip idi fakat Ramazan olduğu münasebetle zihin toplu olamıyor. – Evet efendim buyurunuz! – Yukarıda Hindistan’daki cem’iyetlerden ve bunların kongrelerinden bahsetmiştik. Bunlar kongrelerde ne gibi mukarrerat ittihaz ediyorlar lutfen söyler misiniz? – Efendim her taraftaki cem’iyetin göndereceği murahhaslardan adeta bir meclis-i meb’usan vücuda geliyor. Onlar bil-cümle hal-i hazırdaki ihtiyacat-ı İslamiyyeyi tedkīk edip düşünüyorlar ona göre lazım gelen kararları ittihaz ve bu kararı tatbike çalışıyorlar. Bu cümleden olarak pek çok mektepler vücuda getiriyorlar. – Hindistan’da üç dane büyük İslam darülfünunu vardır. Hele bunun biri pek büyüktür. Bunda la-ekall şuabat-ı müslümanlarının merkez darülfünununu teşkil ediyor. İngiltere’nin “Cambridge” ve “Oxford” darülfünunlarına muadildir. Talebeler orada yiyip orada yatıyorlar. Bu darülfünun hükumetten ayrı olarak sırf müslümanların himmetleriyle vücuda gelmiştir. teplerde onlar da bulunur mu? Bulunursa ne suretle bulunurlar? – Kadınlar bu mekteplere devam etmezler. Maamafih onlar evlerde hususi tahsil ederek imtihan zamanı mekteplere gelirler yüzleri mestur olduğu halde hey’et-i mümeyyize huzurunda imtihan olup giderler. – Memnun oldum. Demek ki sizde tesettüre riayet ediliyor! – Hay hay! Tesettüre riayet ederiz! deniyeti hakkında ne gibi fikirler verirler? – Mekteplerde ba-husus ulum-ı aliyye tahsiline mah sus müesseseler medeniyet-i hazıranın müfid noktalarıyla dini hem-ahenk olarak yürütürler. Ne dini medeniyet-i hazıra aleyhine ve ne de medeniyeti din aleyhine isti’mal etmezler. Hem medeni hem de mütedeyyin olmak isterler. Maamafih din ve ehl-i sünnet mezhebi aleyhinde bazı fırkalar da zuhur etmeye başlamıştır. Ez-cümle bir mu’tezili mezhebi meydan almaktadır. Mesela ekabir-i ulemadan Seyyid Ahmed Han Kur’an üzerine bir tefsir yaparak Din-i İslam’da mu’cize ve havarik-ı adat gibi şeyler olmadığını söylüyorlar. Sonra Seyyid Çerağ Ali de taaddüd-i zevcatın esaretin talakın adem-i cevazına kail oluyor. Hukūk-ı düvel kavaidinden haric olan esareti tecviz etmediği gibi “Bir kocanın karısını boşaması ile de talak caiz olmaz.” diyor. “Talakın sahih olması için kadın ve erkek hükumete celbolunmalı eğer müfti sebeb-i ıtlakına dair erkeğin serdedeceği edilleyi eder. Eğer sebeb-i kafi görülmezse; “Boş ol!” demesiyle boş olamaz!” diye ictihad ediyor ve; “talak-ı bayinin kat’iyyen memnu’ olduğu”na hükmediyor. Yine ulemadan Seyyid Emir Ali de taaddüd-i zevcatın ayn-ı zina olduğuna hükmederek Cenab-ı Peygamber’i misal getirenleri şu suretle reddediyor: “Hazret-i Peygamber’in Ezvac-ı Mutahheratı nikaha aid olan kavanin-i Kur’an ler.” diyor. Bu söylediğim ulemalar ulum-ı diniyye ve usul-i fıkıh mütehassıslarıdır. bileceği melhuz mudur ahalinin bu fikre karşı temayülleri nasıldır? – Şimdiki halde tarafdarları yok değil. Bu mezhebin de tervicine çalışanlar vardır. Fakat bittabi gayet azdır. Maahaza gitgide çoğalmaları melhuzdur. Çünkü her yeni fikrin sahibi bidayeten az olduğu halde sonra sonra çoğalıp gidiyor. – Efendim; tekrar teşekkür ederim memnun oldum! diyerek adreslerini alıp ellerini sıkarak ayrıldım. SEBILÜRREŞAD CERIDE-İ İSLAMİYYESİ MÜDIRİYETİNE Beyefendi! Alem-i İslam’ın hadim-i hakīkīsi olan muhterem Sebilürreşad ’a pek naçizane bir hizmet ifa etmek istedim: Bura postasına teslimen iki mecidiye takdim ettim. Bu para ile altı aylık abone kaydederek en ziyade muhtac-ı tenvir bir yere muhterem risalenizi irsal buyurmanızı istirham ederim. Bu mahallin intihabını zat-ı alinize bıraktım. Herhalde umumi olarak intihab edilecek mahallin İslam’ın hayatıyla istikbaliyle en ziyade alakadar olan zavallı Anadolumuz’da olması fikrindeyim. O mübarek fakat muzlim cüz’-i vatanda nur-ı savvur edemem. ’den numaraya kadar nüshalarınız mevcuttur. Lakin larını görmek mümkün olmuyor. Bunu söylemekten maksadım üç senedir ettiğim istifadeye mukabil kalbimde birikip kalmış olan bi-payan teşekküratımı şu vesile ile zat-ı alilerine arzetmektir. Son bir ricam daha vardır ki o da ilerde Sebilürreşad ’ın terakkīsi uğrunda yapılacak teşebbüse iştirak için müracaat edilecek kari’ler arasında bu acizi de unutmamanızı arzetmektir. Kıymetdar vaktinizin birkaç dakīkasını işgal ettiğim nereye göndermekte olduğunuzu risalenizle bildirmek lutfunda bulunursanız pek minnetdar olurum efendim. Mitroviçe: *** * * * daraneleri cidden şayan-ı takdirdir. Teveccüh-i alinize teşekkürler ederiz. Arzu-yı alileri vechile Anadolu’da Ma’muretü’l-aziz vilayeti dahilinde Malatya Sancağı’nda Akçadağ kazası müftüsü efendi vasıtasıyla kaza-yı mezkur talebe-i ulumu ile mütalaayı arzu eden sair zevat namına nüsha kaydolunup irsalata başlanmıştır. Beyrut İdhalat Gümrük Müdüriyeti muayene me’murlarından Bekir Sami Bey’den aldığımız bir mektupta da münasip bir mahalle altı ay gönderilmek üzere otuz beş guruş gönderildiği bildiriliyor. Bu abone de numaradan i’tibaren Bağdad A’zamiye nahiyesi merkezinde İmam-ı A’zam caddesinde kain Terbiye-i İslam Mektebi’ne kaydolunarak cüh-i alilerine beyan-ı takdir ile arz-ı teşekkür olunur. DARÜLCİHAD’DA AFGANLILAR Afganistan’ın Kabil şehrinde intişar eden Siracü’l-Ahbar ceridesinin Mısır muhabiri Gulam Nakşibend Han-ı Kehhal-ı Afgani mezkur gazeteye yazdığı bir mektupta şu fıkrayı dercediyor: “Mısır Şam Bağdad Anadolu ve İstanbul’da sakin olup da padişah-ı muhteremlerinin Trablus ve Bingazi mücahidlerine muavenet-i nakdiyyede bulunulması hakkındaki iradesinden Siracü’l-Ahbar vasıtasıyla haberdar olan Afganlılar hemşehrilerimiz vatanda mallarıyla mücahidine yardım ettikleri halde; “Biz neye bedenen ifa-yı muavenet etmeyelim?” diyerek beşer beşer onar onar Mısır tarikıyla meydan-ı harbe azimet eylediler. Bunlardan yüz elli kadar kimse ile görüştüm. Hatta İngiliz centilmeni kıyafetinde bir genç ile mülakī oldum ki Avrupa serpuşu altındaki çehresinde nur-ı olup beray-ı tahsil Londra’ya gitmiş ve ikmal-i tahsil ile Mısır’a gelmiş. Epeyce mikdara baliğ olan nakdiyle eşyasını mu’temed bir zata tevdi’ ile; “Selametle dönersem alırım. Nail-i şehadet olursam bunları Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne veriniz!” dedikten sonra saha-i cihada müteveccihen azimet etti.” HİNDİSTAN’DA İTTİHAD-I İSLAM Times gazetesinde neşredilen “ Hindistan’da İttihad-ı İslam ” ünvanlı makalede mücmelen deniliyor ki: “Birçok zamanlar gah ittihad-ı İslam’ın mehaliki istihfaf edilmekle ve gah hareket-i mezkurenin ehemmiyeti fevkalade muhtelife tevali ettiği sırada ve hususiyle birtakım vekayi’-i ahirenin te’siriyle fikr-i mezkur na-mesbuk derecede kuvvet menba’ı Avrupa’da ve bilhassa Osmanlıların Mısırlıların Arabların ve Acemlerin ziyade mikdarda müctemi’ bulundukları Paris’tedir. Ta’limat mu’temed adamlar vasıtasıyla mezkur merkezden irsal edilmekte memalik-i İslamiyyede tarafdar cem’ olunmaktadır. Sultan Abdülhamid ve Mehmed Ali Şah’ın hal’lerinden sonra [ ] Afgan emiri kendisini Alem-i İslam’ın reisi ve mücahidi addetmeye başlamıştır ki iddiası min-cihetin haklıdır. Zira gerek İstanbul’da hükümran olan sultan ve gerek Tahran tahtını işgal eden çocuk fırak-ı siyasiyyenin Fas sultanı ile Mısır hidivi de Fransız ve deri Nasrullah Han ve Kamil Mollalar müşarun-ileyhi salifü’z-zikr tarika sevketmektedirler. Bir müddetten beri Afganistan’da ve hususıyle hıdemat-ı askeriyyede bir hayli Türk niyye beyninde münasebat tekessür eylemektedir. Emir-i Mekke de Medine’de ve Şark-ı Karib’in bir nevi’ merkezi olan Bağdad’da vekiller ikame etmekte ve şu’be merkezi olan Kerbela ve Necef ile de münasebatta bulunmaktadır. Bu teşebbüsat ve Avrupa’dan gelen cereyan ittihad-ı İslam hissiyatını teşdid eylemektedir. Avrupa düvel-i hıristiyaniyyesinin mevcud kalan bir iki İslam devletini de muzmahil ederek memalik-i mezkureyi dahi zabt eylemek üzere akd-i vifak eylediklerine Fas Trablusgarb ve İran ahvaliyle istidlal edilmekte ve buna Hindistan ahali-i mutiası da i’tikad etmektedir. Alem-i İslam’ın asabiyetini tahrik için bunlardan daha mukni’ delail serdi müşkildir. Ve bu sevaikla ittihad-ı Hindistan müslümanları memalik-i baidede cereyan eden vukūatı kemal-i dikkatle ta’kīb etmektedirler. Fas ahvali ve hususıyle Trablus vekayii ’de Osmanlı–Yunan Muharebesi’nde olduğu gibi Makam-ı Hilafet’in muharib bulunması hasebiyle te’sirat-ı fevkalade husule getirmektedir. Senusilerin muharebeye iştiraki hasebiyle birçokları Afrika’dan Mehdi’nin zuhuruna ve dünyayı istila eylemesine intizar eylemektedir. Propagandanın en mühim vesilelerinden biri de hacdır. İran umurunda Rusya’ya mümaşatımız ve Ruslar tarafından Meşhed’in topa tutulması Hindistan müslümanları beyninde pek fena te’sir icra etmiştir. Hindistan ceraid-i bahsetmekte ve bazı Hind gazeteleri de Hind müslümanlarının hükumet tarafından terkedildiğinden bahsederek heyecanı tezyid eylemektedirler. Kelirga Acmir ve Şir-i hind ziyaretgahlarında Afganistan’dan Hicaz’dan Bağdad’dan ve İstanbul’dan gelen veya gönderilen zairler şiddetli propaganda yapmaktadırlar. Hind müslüman gazeteleri Afgan emirinden kemal-i hürmet ve sitayişle bahsediyorlar ve saray halkı ile müsteşarları cihad tarafdarı görünüyorlar ki eğer bir gün emir şevk ve gayretini yenemeyip bu cereyana kapılırsa neticenin ne olacağı bilinemez.” Times gazetesi bu makaleden bahsederek diyor ki: “Bendin muharriri Hindistan’da ve memalik-i Şarkıyyede derin ve gizli siyasi ve dini cereyanlara vakıf tecrübe-dide bir zattır. Muhakematın suret-i umumiyyede musib olduğuna kailiz. Zannımıza göre yeni Panislamizm eskisinden farklıdır. Eskiden hareket-i mezkurenin merkezi İstanbul ve müşevvikı sabık Sultan Abdülhamid idi. Halbuki ittihad-ı haddüs etmiştir. Ve şübhesiz daha vasi’ olup; “düvel-i Nasraniyye tarafından Alem-i İslam’ın son hatt-ı müdafaası olan münbais infial” ta’rifiyle tavsif olunabilir. Temayülatı bizzarure siyasi olmakla beraber esası dinidir. Hilal ve Salib beynindeki muhalefetin temadisi gibi görünmektedir. Bugün Hind müslümanları çar-aktar-ı cihandaki din kardeşlerinin vel Osmanlı–Yunan Muharebesi münasebetiyle olduğu gibi artık ihmal edemeyiz. Zira Habibullah Han zeki ve liyakatli edecek evsafa da malik değildir. Fiilden ziyade kavle müstaid görünmektedir. Hindistan müslümanlarının İran ahvaline diğine muktedir oldukları doğrudur. Ve bu zannı reddetmek müşkildir. Bir fikir Şark’ta intişar ederse hiçbir hüccetle reddolunamaz. Muhbirimizin siyaset-i hariciyyemizde bazı tebeddülat ne de iştirak edemeyiz. Henüz mübhem ve gayr-i muayyen bir tehlikeden ictinab için Rusya’dan ayrılarak beynelmilel münasebat-ı siyasiyyemizi alt üst etmek doğru olamaz.” * * * Harbiye Nezaret-i Celilesi’nden Osmanlı Ajansı’na tebliğ olunmuştur: Şehr-i halin onyedinci günü sabahı Mısrata kasabası ile iskelesi olan Kasr-ı Ahmed-Mısrata arasındaki yol üzerinde mücahidin tarafından kurulan pusuya düşmanın bir tabur kuvveti ile büyük bir otomobili tesadüf ederek öğleye kadar vukū’ bulan muharebede düşmanın tedilmiştir. Trablus’dan Débats gazetesine vahimdir. General Trombi’nin yerine kumandanlığa geçen General Rizzoli kuvve-i Osmaniyyenin hatt-ı muhasarasını kat’ için bir huruc hareketi icra eylemek niyetindedir. Çünkü Osmanlı gülleleri şehre kadar vasıl olmaktadır. Derne’ye kuvvetli mikdarda imdad gönderilmektedir. General Selce Derne topçularının kumandasını deruhde için Trablus’dan şehr-i mezkura hareket eylemiştir. Bundan başka ahiran Derne’ye bir alay piyade iki tabur Alp askeri ve altı batarya top gönderilmiştir. Leryoz’da iki İtalyan neferinin Trablusgarb’a sevkolunmak emrini alınca intihar ettikleri ve Kalimnoz’da da iki İtalyan zabitinin isyan eyledikleri mahallerinden haber veriliyor. Hindistan gazetelerinde okunduğuna göre Bombay valisi Sir George Clark ahiran Puta şehrinde vukū’ bulan İslam Maarif Konferansı’nda Fakat İslamların mukadderatı İngiltere’yi dahi ne derece alakadar ettiğini daima idrak ettiğinizi zannetmem. Biz İngilizler Türkiye’nin tamami-i mülkisini müdafaaten pek çok kan döktük ve para sarfettik ve bilahare de Türkiye’nin bir buhranlı zamanında tekrar yardım eyledik. Unutmayınız ki şu menhus ve lüzumsuz Trablus Muharebesi’nin neticesi Türkiye ehemmiyettir. Daima hatıra getiriniz ki İngiliz diplomasisi ve mülkiyyesi çoktan nihayet bulmuş olur idi. Bugün İran’ın terakkī ve tealisine ve müdahale-i ecnebiyyeden masuniyetine emel ve arzularımız da sizinkinin aynıdır. Halbuki biz sizin tamamen idrak etmediğiniz bir takım müşkilat karşısında bulunuyoruz. Binaenaleyh icabat-ı asriyyenin bize tahmil ettiği vazifeleri imkan dairesinde hüsn-i ifa edeceğimizden emin ve mutmain olabilirsiniz.” Tercümesi “Ey adem oğulları her namaz yeri için temiz libasınızı giyiniz; bir de yiyiniz içiniz yalnız israf etmeyiniz; iyi biliniz ki Allah müsrifleri sevmez.” * * * A’raf Suresi’ne mensub olan bu ayet-i kerimenin nüzulüne sebep olmak üzere diyorlar ki: “Bazıları Beytullah’ı çıplak tavaf ederler; sonra ‘Günaha girerken üzerimizde bulunan libas ile Allah’ın huzuruna çıkamayız’ diye sırtlarındaki esvabı Mescid’in dışına bırakırlardı. Beni Amir Kabilesi de hac günlerinde ağızlarına yağlı yemek koymaz hemen ölmeyecek kadar bir şey yerlerdi. Müslümanlar onları taklid etmek Allah’ın kitabına Peygamberimizin sünnetine Müslümanlığı doğrudan doğruya aleyhissalatü vesselam Efendimiz’den alan Ashab’ın siretine elhasıl Sahabeyi kendilerine nümune ittihaz eden selef-i salihin maişetine bakacak... Lakin ki: Dinimiz ifratın tefritin her nev’inden her şeklinden asudedir; bütün ahkamında bütün evamirinde kemal-i i’tidalden başka bir esas gözetmemiştir. Hakīkat müslümanların erkekleri için şıklık namına çeyiz katırı gibi donanmak yahud seyyar bir tuhafiye camekanı kılığına girmek ne kadar gülünç ise; din namına zühd namına da eski püskü paçavralar içine gömülerek hem müslümanları hem Müslümanlığı terzil etmek o kadar sefil bir harekettir. Hazret-i Ömer’in Ashab arasındaki mevkiini hepimiz biliriz. Aleyhissalatü vesselam Efendimiz’den sonra peygamber gelmesine imkan olsaydı Ömer gelecekti. İşte bu sahabi-i muazzam günün birinde Medine’yi dolaşırken sokağın kenarına çekilmiş bir adam gördü ki sırtına bil-iltizam gayet müstekreh bir paçavra yığını geçirmiş; zelil bir vaziyet ile boynunu yan tarafına eğmiş; masivayı görmekten müteezzi olacak gibi gözlerini de kapamış duruyor! Halife bunu görür görmez: “Böyle miskin tavırlarla dinimizi öldürme hey Allah’ın kahrına uğrayası!” diyerek elindeki kırbacı herifin omuzuna indirdi. Zaten aleyhissalatü vesselam Efendimiz de kudreti varken libasına i’tina etmeyen bir sahabiye “Cenab-ı Hak sana verdiği ni’metin asarını senin sırtında görmekten hoşlanır” buyurmuştu. Vakıa ayet-i kerimede “mescid” kaydı vardır ki bundan mescid haricinde libasa i’tina edilmeyecek gibi bir ma’na çıkabilir. Ancak alt taraftaki ayeti işin öyle olmadığını sarahaten gösteriyor. ce dünyada bu kadar sıhhi bir kanun olamaz. Bu ayet-i kerime ile Hadis-i Şerifi tıbbın hülasasıdır. Nitekim Harunü’r-Reşid zamanında yetişen gayr-ı müslim bir tabib “Müslümanlık Calinus’a bir iş bırakmamış!” demiştir. Tercüme-i Meal-i Münifi “Ey Nebiyy-i Ecmel! Ümid-i nüzul-i vahyimizle sık sık mübarek yüzünü semt-i semaya bargah-ı icabetimize çeSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib virmekte olduğunu –şüphesizdir ki– görüyor ve arzu-yı vatan-perveraneni biliyoruz. Duan nezd-i uluhiyyetimizde müstecabdır. Şan-ı azamet ü kibriyamıza kasem ederiz ki seni müştak ve mütehassir olduğun kıble-i İbrahim’e Beyt-i Mutahhar ve Muattarımıza çevireceğiz. Müsterih ol! Haydi güneş-i cemalini Mescid-i Haram cihetine çevir!” * * * Sultan-ı İklim-i Nübüvvet ve Hatem-i Bab-ı Risalet a ley hissalatü vesselam Efendimiz hazretleri kable’l-hicre “kurret-i ayn”ları olan fariza-i mukaddese-i salatı Kudüs-i Şerif’de Mescid-i Aksa’ya müteveccihen edaya me’mur mağbut-ı bilad ü emsar buyurduktan sonra da on altı ay kadar Sahratullah’a doğru namaz kıldılar. Bu teveccüh süfeha-i Yehud için bais-i gurur ve iftihar oluyordu. Diyorlardı ki: “İşte nübüvvet da’vasında bulunan zat sav bizim kıblemize doğru namaz kılıyor ve dinimizin rüchan-ı faziletini fi’len tasdik etmiş oluyor.” Bu haksız iddia bittabi’ kalb-i hümayun-ı risalet-penahiyi rencide etmekten hali değildi. Zaten hubb-ı vatanla Batha’ya ve hususiyle Ka’betullahi’l-ulya’ya müncezib olan o kalb-i rahmet-penah kıblenin tahvili temenniyatıyle damia vahy-i Hakk’a muntazır bulunuyordu. O güneş-cemal sık sık semt-i semaya tekallüb ediyor Eminü’l-vahy’in müjde-i icabetle nüzulünü bekliyordu. Nihayet Hazret-i Cibril bu ayet-i celile-i icabeti hamilen nazil ve kemal-i beşaşetle huzur-ı akdese dahil oldu. Kadi Beydavi merhum diyor ki: “Ayet-i celile aleyhissalatü vesselam Efendimiz Hazretleri Beni-Seleme Mescidi’nde cemaatle namaz kılarken şeref-bahşa-yı nüzul oldu. Namaz kadın safları becayiş-i mevki’ etti.” Hasılı: Tahavvül-i kıble bir hadise-i fevkalade suretinde vukū’ buldu. Hatta –İmam Buhari hazretlerinin Kur’an -ı Sani olan Sahih i’nde mazbut olduğu vechile– o salatü’l-kıbleteynde hazır bulunmuş olan sahabe-i güzinden Abbad bin Bişr hazretleri ertesi sabah vakti Mescid-i Kuba’ya uğradı. Bu hadise-i tahavvülden haberi olmayan Kuba ahalisinin kıble-i mensuhaya doğru namaz kılmakta olduklarını görünce yüksek sesle keyfiyeti düler. mefharetiyle müşar bil-benan olan o mukaddes secdegah Beni-Seleme Kabilesi’nin mescidi idi. Efendimiz Hazretleri’nin hubbü’l-vatan tecelliyat-ı kudsiyyesinden bir safha-i lahuti! Bütün müfessirlerin “hasret ü iştiyak” nazm-ı celili vatan muhabbetinde lahutiyetin nasutiyete ne kadar mültefit olduğuna bu mahbubiyetle nasutiyetin fahr u mübahata ne derece iktisab-ı hak ettiğine parlak bir delildir. Veliyyü’n-ni’met-i Cihan-ı İnsaniyyet ve İslamiyyet aleyhi’s-salatü ve’s-selam Efendimiz Hazretleri’nin lutfen meşmul-i nazar-ı muhabbetleri olan Ka’be-i Ulya ve keza Ravza-i Mutahhara ve Muattaraları bizim için nedir? Biri iman kadar muazzez diğeri Kur’an kadar mukaddes! Vatan-ı İslam’ın hakīkatte şehenşahı o! Millet-i hanifin efendisi veliyyü’n-ni’met-i yeganesi o! Vatan-ı İslam Haremeyn-i Muhteremeyn’in sur-i şevket ü iclali! Binlerle mesacid-i ilahiyyenin binlerle cevami’-i şerifenin mihrabları nereye müteveccih? Müslüman isek vatanımızı dinimiz imanımız kadar sevelim! Ka’betü’l-ulya’nın Ravza-i Mutahhara-i Resul-i Kibriya’nın sur-i şevket ü iclalini muhafaza uğrunda bir can bir vücud olduğumuz halde bila-tereddüd feda-yı can ve mal edelim! Zira o sur çiğnenirse!... TEALLÜM-İ NEBI İDDİASINA REDDİYE MÜNASEBETİYLE Siyasiyat ve ahlaktan misal ityanına ihtiyac görülmez eden tefsir-i şerifi okumak kifayet eder– yine bir misal irad edelim: Cenab-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir hadis-i şerifinde; buyurmuştur. Siz nasıl olursanız öylece tevelli ve idare olunursunuz. Yani size göre hükumet me’murları valiler idare me’murları bulunur. Onlar sizin başınıza geçer sizi idare ederler. Kusuru hep kendinizde arayınız… Siyasiyatta ne mühim bir düstur-ı hikmet olan şu hadis-i şerifin garibdir ki birçoklarımızın nazarında büyüklüğü tecelli etmez Avrupa hukemasından biri böyle bir söz söylerse ha işte o zaman o söz hikmet-i mahza olur hürmetle telakkī edilir. Mesela bu hadis-i şerif ile Montesquieu’nün; “Her kavim layık olduğu hükumeti bulur.” sözü arasında ne fark vardır? Montesquieu Montesquieu olduğu için sözü her mecliste alkışlarla dinlenir onunla işhad olunur. Ama mealde bir belki ondan daha iyi bir ma’nayı müfid olan bir ayet veya hadis kale bile alınmaz. Bu gibi hallerimize ne kadar teessüf etsek yeri vardır!.. * * * Binbir Hadis-i Şerif sahibi Mehmed Arif Bey merhumun bu gibi hallerimize ait gayet hakimane olan hasb-i halini mes’eleye tealluku olduğundan faideyi mucib olacağı mütalaasıyle aynen dercetmeyi münasib gördüm: “Yirmi otuz seneden beri Osmanlı erbab-ı kaleminin ekserisi ümmetin lisan-ı ecnebi bilmeyen kısmına Voltaire Friedrich Jean Jacques Rousseau Montesquieu ve saire gibi bir çok meşahirin bazı asarını tercüme ile bildirdiler. İhvanımızın niyetleri kavmimizi tenvir ve daire-i ma’lumatını tevsi’ esasına müstenid olup hikmeti her nerede görür isek almak vazife-i diniyye ve medeniyyemiz iktizasından bulunduğu cihetle onların o babdaki mesaisini hayır ile yad ederiz. Lutfettiler himmet ettiler birçok meşahir-i hukema ve ulemanın sözleri ve meslekleri ile beynimizde de iştiharına sebep oldular. Elbette herşeyin ilmi cehlinden evladır. Kesserallahu hayrahum. Lakin onların asarını okuyanların içinde dinimizin vasıta-i tebliği ve iman ve İslam’ımızın ma-bihi’l-beyanı olan lugat-i Arabiyye’yi bilmeyenlerden bazıları dünyada her türlü maani-i hikemiyye ve mezaya-yı münevvireye Garb hukema ve felasifesinin sudurunu masdar bilerek her fazlı her ulviyeti onlara tahsis etmeye kadar çıkıştıkları ca-be-ca nazar-ı teessüfle görülmeye başladı. Ümmet-i İslamiyye efradından bir akılin bir zeki gencin nazar-ı basireti bu türlü bir galat-ı rü’yetle ma’lul olursa onun saha-i i’tikad ve efkarında nasıl münasebetsiz ve müz’ic şükuk ve tereddüd ve su-i zan dikenleri beslenip kendisini rahatsız edeceğini başından geçenler pekala bileceklerinden bu babda ziyade söz yazmaya lüzum yoktur. Hatta Ahmed Mehmed isimlerinde adamlar biliriz ki ehadis-i seniyye-i Seyyidü’l-beşer’den kat’u’n-nazar; “Cenab-ı Murtaza kerramallahu vechehu şu cümle-i vecize-i hikemiy ye ile şu ma’nada natıka-zib-i kemal olmuşlar.” Yahud; “Mu hakkıkīn-i eslaftan Fahr-ı Razi şöyle demiş İmam Gazali şu yolda ma’kūl bir düstur dermiyan eylemiş” diye onlara mukabil Arapça söylenilmiş bazı cümel-i müntahabe dermiyan olunsa yahud mealleri tercüme edilse madem ki kelamın aslı bir müslime isnad olunuyor her neden ise müh mel ve ma’nasız addolunarak artık o sözün o makūlelerin sem’-i kabulünde yeri dikkat ve ibrete değeri kalmaz. Haksız bir su-i zan! Ancak Friedrich ile emsalinin bir cümle-i hikemiyyesi veya Montesquieu’nün idareye hukūka müteallik bir düsturu bunun hilafınadır. Onlar ecille-i mücerribinden ve eazım-ı muhakkıkīnden addolundukları için sözleri fenni bir düstur kuvvetinde telakkī olunur. Fakīr mukaddime-i ma’ruza ile vücudundan şikayet etmek olduğunu zannediyorum: Onun birisi ikbal ve idbar gibi akvama arız olan ilel-i vaktiyye ve zamaniyyeden nevbet-i bazı saf-nihad ashab-ı gulüvv ü ifratın muhakkıkīn-i İslamiyye miyanına sokularak bila-muhakeme bilmeyerek söze ve kitap te’lifine karışmasıdır. Bu ikinci surete göre nakıd basir olursa temyiz-i hal kabildir. Şeamet-i idbara tutulmuş olanların kavli serapa hikmeti de mutazammın olsa manzur-ı nazar-ı iltifat olamaz. Lakin kuvvet ve ikbal ashabına müstenid birinin tasavvuratı biraz akla mülayim ve mantıka muvafık bulunsa derhal lüzumundan ziyade alkışlarla kabul ve tasdik olunmak ve değerinden çok fazla kıymet verilip mahfil mahfil gezdirilerek o kavinin ulüvv-i kadri bir kat daha teşhir edilmek tabiat-i beşeriyyenin mecbul olduğu acaib-i etvar cümlesindendir. Müdekkıkīn-i ulema-yı İslamiyyeden bir fazıla mensub bir düstur-ı hikmetin bir ecnebi hakime nisbet edildiği ve meali ayat-ı Kur’an iyye ve ehadis-i nebeviyyede mevcud veya onlardan muktebes nice cümel-i hikemiyyeye göz yumulup Voltaire’in ve emsalinin sözlerine yine müslümanlar mehafilinde istişhad edilmek istenildiği kiraren görülmüş şeylerdendir. Ez-cümle Montesquieu’nün Ruhu’l-Kavanin ismindeki kitabında; “Her kavim layık olduğu hükumeti bulur” mealinde söylemiş olduğu bir söz guya dünyada emsaline destres olunması gayr-i kabil bir düstur-ı mühim addolunarak Avrupalılardan kat’-ı nazar ma’raz-ı tahsin ve istişhadda müslümanlarımız cümle-i usuliyyenin daha bin kat fevkinde parlak ve ma’nidar bir ta’bir ile irad buyurulan; yani; “Bulunduğunuz hale göre tevelli ve idare olunursunuz.” hadis-i şerifi kale bile alınmaz ve bu meale yakın olan; yani; “Kavim nefislerini tağyir etmeyince Allah onları tağyir etmez bozmaz.” ayet-i kerimesi hiç bahse konulmaz. Böyle şeyler gayret-i diniyye olmasa bile insanın ulüvv-i cenabına dokunur. Mecbur-ı teallümü olduğumuz lisan-ı Arabi’yi bilmediğimizin bu babda dahli münker değilse de daha ziyade Avrupa usul-i terbiyyesini takliden perverişyab-ı vücud olan gençlere ve hele bazı ihtiyarlara bilmem ne diyeceğiz? Fakīr zannediyorum ki bu hallere sebep asr-ı ahir i’tikadatından olmak üzere din ve dünya başka başka tanınmış şeyler olmak hasebiyle müslümanlarca ulema-yı dinden addolunan zevata müstenid asar mehafil ve müsameratımızda yad olunması Garb adatına ittibaen ayıp ve soğuk düşeceği fikrine zahib olunmaktan neş’et ediyor ise de hakīkat-i hal düşünülünce Avrupalılarca işin öyle olması lazım gelirse de o lüzum bizce gayr-i musaddaktır. Çünkü garblılarca dine ve dinin ulemasına müteallik asarın ekseriya mantıkla münasebeti olmadığından onların mevki’-i revacı kiliselerdir. Bizim ise Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem sallallahu te’ala aleyhi ve sellem Efendimiz’in Şeriat-i Garra-yı Ahmediyyeleri’nde ukūl-i münevvere ashabına karşı saklı gizli bir şeyimiz olmamak cihetiyle küre-i arzın her noktası bize göre ibadethanedir. Biz din ve dünyayı tefrik etmeyiz. Bizde din ve millet ikisi bir şeydir. Bizde milliyet din ile kaimdir din olmazsa milliyet de olmaz. sümüzü gere gere kemal-i iftihar ile her yerde istişhaden yad etmekten korkmayız. Bir de azizim şurayı şöyle bilmeliyiz ki; Şark Şark’tır Garb Garb’tır. Şark Garb olmaz. Garb’ın usul ve adatı Şark’a gelmez. Biz onların her usul-i medeniyyetini ihtiyar edersek mevani’-i tabiiyyemiz cihetiyle külliyyen onlara münkalib olamayacağız ve olursak bile bombozuk bir suret kesbedeceğimiz derkardır. Farz-ı muhal olarak onlar olacağımızı tahayyül etsek bizim yerimizi kim tutacak? Şu alemde ihraz ettiğimiz bir mevki’-i siyasi ve medeniyi niçin gaib edelim? Onlar adam ise biz neyiz? Biz biz olalım onlar onlar olsunlar. Biz bizliğimiz dairesinde kesb-i kemal ve iktidar edelim. Ne hacet her mıntıka-i arzın nebat ve hayvanı kendine göredir. Her birinin tarz-ı perveriş ve nümüvvü başkadır. Birisindeki diğerine uymaz. Zor ile uydurulanlar da ehl-i zevk ve vicdan indinde tatsız tuzsuz kekremsi bir şey olur. Hiç kanun-ı hilkatin ahenk-i tabiisinden taklid ile kurtulmak mümkün müdür? Şu kadar ki zamana göre onların afat-ı semaviyye ve arzıyyeden tarz-ı tahaffuzisi ve baka-yı mevcudiyyetlerinin u sul-i müdafaa ve idamesi ne ise yalnız onun bizim mede niyetimize muvafık olan yerlerini alarak şekl-i mahsus ve kadimimizi muhafaza edelim. “Hümü’r-rical nahnu’r-rical” diyenler Şark’ın dühat-ı u le ması değil midir? Her ne ise; gerek tali’imizin düşkünlüğünden gerek nasıl bir ma’den-i keramete malik olduğumuzu bilmediğimizden neden olursa olsun bugünkü gün meydanda olan tekasirimizin ikmali çaresini arayıp bakıyye-i mevcudu muhafaza etmek bilumum ihvanımızın ulüv v-i him metine terettüb eden vezaifin a’zamındandır. Dünyada Müslümanlık şerefini ihraz edenler etmeyenler bir nazar-ı fikret ile meşgūl-i tetebbu’ olurlarsa nass-ı Kur’an isinin ledünniyat-ı şamilesinden feyz-yab-ı kemal olarak müslümanların min-haysü’t-tevarüs nasıl bir cevher-i giran-kadre malik olduklarını anlarlar. Lafz-ı celil-i İslam dahil-i daire-i tevhid olanlara alem olmuş cede hadis-i şerifinin mutazammın olduğu maani-i celileyi ma-dame’l-hayat rehber-i harekat eylemektir. Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri şu ayet-i celilede mezkur olan lafz-ı ali-i “İslam”ı bu suretle tefsir buyurmuş oluyorlar. Bir de hadis-i alisinden o ayet-i celilenin maani-i kudsiyyesini istifsar eder isek tahtından emr-i muamelat ve diyanatta bütün nev’-i beşerin daire-i müfekkiresini tenvire kafi bir nur-ı hikmetin lemean ettiğini görürüz. Hayru’l-halaik Efendimiz’in bu hadis-i samisi hukūk-ı ibad ve salah-ı saadet-i hal-i biladı zir-i cenah-ı himayet ü inayetine alan ve beyne’l-beşer bir uhuvvet-i umumiyye te’sisi esasına müstenid bulunan Şer’-i Şerif-i Mustafavi’nin kavaid-i asliyyesinden biri olmuştur. Keza; düstur-ı muhtasarının sadeliği ki hüsn-i isti’mali halinde bütün beni-beşerin zahir ve batınını saadet emniyet ve ticaret rayihasıyla mal-a-mal eder. Derya derya maaniyi kitap kitap hakayikı şu veciz cümlelere derc ile nur-paş-ı mesami’-i ashab u ahbab olan o Nebiyy-i Ümmi Efendimiz zamire-i beşerde müstekin hu susiyye-i teftişin gayeti veya göreneğe ittibaın neticesi bulunan hubb-ı hurafat meyl-i tavağīyt gibi beni-nev’imizin rehzen-i ictima’ ve saadeti olan şeyler aleyhine enbiya-yı salifenin a’sar-ı muhtelifede vahy-aver oldukları suhuf-ı hakayıkı ye edecek esbabın cümlesini hazırlayıvermiştir. * * * Kur’an-ı Kerim ’de bin ayet-i celile ahbar ve kasasa yani tarihe aittir bin ayet de emsal ve iberden bahistir. Ehadis-i nebeviyye ise bunlardan başkadır. Cenab-ı Peygamber’in ihbar buyurduğu ulum yalnız bunlara mı aittir? O kadar çok ki ta’rif ve beyan mümkün değil: İttihad ve ittifak emanet ve emniyet nikah ve talak servet ve ticaret tedbir ve terakkī cihad ve muharebe hak ve hukūk hilm ve teenni seyahat tıb ve sıhhat ilim ve ulema ahd ü vefa iyade-i maraz katl ü kısas muavenet ve meşveret muharremat ve menhiyyat vakıf ve vasiyet ilh. gibi her biri baka-yı cem’iyyet dünyevi-uhrevi saadet emr-i ehemminde bir düstur-ı hikmet olan binlerce ayat-ı celile ve ehadis-i şerife mevcuttur. Artık bunların insanlardan ta’lim ve teallüm neticesi olması imkan haricidir. Mutlaka harikulade ve ma-fevka’t-tabia bir hale ihtiyac derkardır ki o da Hakk Sübhanehu ve Teala Hazretleri’nin avn ü inayetidir; başka çare yoktur. MEKTEB PROGRAMLARININ TANZIMİNDE NAZAR-I İ’TİBARA ALINACAK ESASLAR Vatanın mukadderat-ı müstakbelesini dest-i ihtimamlarına tevdi’ edeceğimiz gençlerin ta’lim ve terbiyelerini bir esas-ı kavime istinad ettiremediğimiz takdirde sarfedilecek emekler beyhude yere heder olur gider. Yanlış gayelere esassız usullere tevfikan terbiye edilecek nesil bir unsur-ı nafi’ olmaktan ziyade bir kitle-i muzırra olabilir. Memleketin bugünkü sefalet-i ictimaiyyesi tarz-ı terbiyemizin mevludu olduğunu inkar etmek mümkün müdür? Hayat-ı atiyeyi emin ve rasin esaslara istinad ettirebilmek larının tanzim ve tertibi hususu olduğunda tereddüd edilemez. Nesl-i atinin ta’lim ve terbiyesi için ilk evvel üç şey nazar-ı kirdanın sinlerine göre tertib ve tanzimi mütehassıs yapabilecek bir usulün vaz’ ve tatbiki. Pedagojinin ruhunu teşkil eden şu üç mühim mes’elenin halli program tanzimiyle neticelenir. Tedrisatın üssü’l-esası programdır. Programlar muntazam ve muayyen bir gayeye müteveccih olmazlar şakirdanın kudret-i dimağıyye ve ol şeklinde kabiliyet-i idrakiyyeleriyle mütenasib bulunmazlarsa faide yerine büyük büyük mazarratlar tevlid edebilirler. Genç ve işlenmemiş dimağlar daire-i idrakleri haricinde karma karış şeyleri tanzim ve ihata edemeyeceklerinden isti’dad ve kudret-i zihniyyeleriyle mütenasib olamayan ağır ve müt’ib bir yük altında mahvolmak tehlikesine ma’ruz kalırlar. Mektep programlarının yeniden tanzimi veya ta’dil ve bir keyfiyettir: Mütenevvi’ fünunu aralarındaki münasebat gözetilmek üzere tanzim etmek sonra her fennin mebahisini o fenne ve o fenni tedris edeceğimiz şakirdana göre tertib etmek şüphe yok ki vasi’ bir vukūfa medid bir tecrübeye mütevakkıftır. Yalnız tek bir şakird için tertib edilecek ders cetvelinin bile ne kadar müşkil bir iş olduğu düşünülürse muhtelif kabiliyette bir sürü efraddan mürekkeb sınıflara muhtelif muhitlerde yaşayacak şakirdlere tatbik edilmek üzere tanzim olunacak programların ehemmiyet ve güçlüğü kendiliğinden tezahür eder. Aynı bir sınıf şakirdanı arasında parlak zekada talib bulunacağı gibi gabi çocuklar da mevcud olabilir. Program zekilere nazaran tertib edilirse isti’dadı dun olan talebe istifadeden mahrum bırakılmış olur. Gabi şakirdana göre tanzim edilecek bir program ise müsteid efendilerin istifade ve ihtiyaçlarını te’min edemeyeceğinden programların bil-mecburiye vasat derecede zekaya malik olan talebeye göre tertip edilmeleri zaruridir. Şu halde isti’dadı vasat derecede olan şakirdana nazaran yapılacak programda hangi bahisleri Mevadd-ı tedrisiyyeden lüzumlu olanları ne ile faidesiz ve zaid bulunanları ne suretle temyiz ve tefrik olunacaktır? Suret-i mutlakada; “Şu fen veya şu bahis lazımdır diğeri zaiddir” demek tabii doğru olamaz. Bu hususun ta’yini “gaye”nin ta’yinine vabestedir. Tek bir çocuğun meslek-i atisini –isti’dadına göre– evvelden ta’yin ederek ders programını ona göre tertib etmek bi’n-nisbe kolay bir iştir. Fakat kalabalık bir sınıfın belki bir neslin atisini ta’yin cidden müşkil bir mes’eledir. Birden bire bu işe girişmek pek büyük bir cür’etkarlık olur. Okutulacak şeylerden “lazım” veya daha doğrusu “faideli” olanlarda mebahisin ta’yini ne kadar güç bir mes’ele olduğunu pedagoji ile uğraşan zevat pek güzel takdir ederler. Saha-i hayatta faide-bahş ve lazım olacak şeyleri kamilen öğrenmek hiçbir ferde nasib olamaz. Çünkü bu imkan haricindedir. Demek ki program tanzim olunurken lazımlı olanları değil elzem bulunan mebahisi taharri etmek evvel be-evvel programa bunları idhal etmek iktiza ediyor. Yalnız faideli mebahisi ihtiva ederek elzem bulunanları mühmel bırakan bir program ihtiyaca elverişli değildir. Böyle bir programa tevfikan icra edilecek tedrisattan ümid edilen netayic istihsal olunamaz. Okutulacak fenlerin en ziyade lazım ve en çok faideli olan aksamını ta’yin edebilmek keyfiyeti programların tertib ve ta’dilinde birinci derecede badi-i müşkilat olan bir mes’ele-i mühimmedir. dilerinden tevellüd eder. Çünkü bir fenne dair her gün yeni yeni ihtira’lar keşifler vukū’a geliyor ve bunlar mebahis-i tedrisiyyeyi günden güne tezyid ediyorlar. Bu halin programa daima ilavatta bulunmak evvelce yapılan tertibatı mütemadiyen bozmak gibi müşkilata yol açacağı şüphesizdir. Filhakīka fenlerin fevkalade bir sür’atle terakkī ve tevessüü netayici olarak program tedrisat-ı esasiyye ile her gün yığılan ma’lumat-ı hususiyye ve keşfiyat-ı cedide için adeta bir saha-i cidal ve rekabet olmaktadır. Mevadd-ı tedrisiyye gittikçe artarak evvelce çizilen hududu tecavüz ettiğinden tedris için tahsis edilen zaman bunların kaffesinin okutturulabilmesine müsaid olamıyor. Fennin terakkıyat-ı ahiresine dair fazla ma’lumat verilmek istenilirse talebenin zihinleri doluyor en ziyade lazım ve faideli olan mebahisin tedrisine zaman kalmıyor. Mekteplerimizde ta’kīb ve tatbik edilen tedrisat ve programları tedkīk etmek zahmetine katlanacak zevat genç dimağların ne kadar müfrit bir faaliyete ne derece ezici ve faidesiz meşağıle ma’ruz bırakılmış olduklarını –yürekleri yanarak– tasdik ve i’tiraf ederler. Mevcud programların bazı yerleri faide te’min edemeyecek kadar mücmel bazı yerleri ise bilakis lüzumsuz ve müt’ib tafsilatla mali oldukları gibi faaliyet-i zihniyyeyi en ziyade “hafıza”ya yükletecek bir tarzda tertib olunmuşlardır. Bu hal programlar için en büyük bir kusurdur. Çünkü şakirdan mektep sıralarında o derece ta’b ü meşakkatle öğrendikleri mebahisi mektepten çıktıktan sonra kamilen unutmak tehlikesine ma’ruz kalıyorlar. az bir müddet geçtikten sonra mektep sıralarında didinerek yıpranarak öğrendiği şeylerden dimağında sönük birer geçiyor. Yazık değil mi? O kadar meşakkatler o derece sa’y ü gayretler bu acı netice için mi ihtiyar olunuyordu?!.. Mekteplerimizde şakirdana karma karış bir çok şeyler öğretiyor ve bununla iftihar ediyoruz. Fakat unutuyoruz ki ilelebed onların zihinlerinde caygir olacak prensipleri umumi ma’rifetleri –maatteessüf– ihmal ediyoruz. Pek az faideli bir netice için taze dimağları ifrat derecede yormak reva mıdır? Mekatibde tatbik edilmekte olan programların hasıl ettikleri netayicin bir blançosu yapılırsa o kadar zahmet ve meşakkatle öğrenilen şeylerin mektepten hurucu müteakıb unutuldukları cidalgah-ı maişette bunlardan hemen hemen hiçbir istifade edilemediği hakīkat-i müessifesi meydana çıkar. * * * Hayat ve saadet-i milletle pek derinden alakadar olan mektep programlarının tehzibi için behemehal ta’kīb edilecek bir prensip bulunmalıdır. Bu prensip şu iki maddede cem’ edilebilir: ret-i ka’iyyede takdir ve ta’yin olunmalıdır. göre– lazım olmayan veya az faideli bulunan şeyler programdan tarh edilmelidir. Bu sayede şakirdanın zihinlerini yoran ve bilahare unutulacakları cihetle hiçbir faideleri olmayan bir yığın lüzumsuz şeyler programlardan çıkarılmış olur. Yeni bir keşif yeni bir ihtira’ ile her gün tevessü’ etmekte olan fenler için de ber-vech-i ati usullerin tatbik edilmesi muvafıktır: Programa yeniden idhal olunacak şeylere mukabil eskiden mevcud olanlardan lüzumsuz veya az faideli bulunanlar sis edilmiş olan zamanın tezyidine ihtiyaç messetmez. Lüzum ve faideleri müsavi görülen mebahise gelince: Bunlardan umumi olanların ibka münferid ve hususi bulunanların ta’yin edilmiş olan bir fenne yeniden yeniye keşif ve ihtira’ edilmiş olan bazı mebahis-i hususiyye ilave edilmek istenilirse evvela bunların –muayyen gayeye göre– hakīkaten faidedar ve lüzumlu olup olmadıklarını takdir etmek icab eder. Suret-i ka’iyyede programa idhali lüzumu tahakkuk ederse aynı fennin evvelce programda mevcud olan mebahisinden umumi ve esası olmayan yani hususi ve füruata aid bulunan kısımlardan daha az faideli görülen bir bahis retle fennin tedrisi için icab eden zamanın tezyidine lüzum kalmaz. Fakat programdan ihraç olunan kısmın yeniden idhal olunacağına nisbetle daha çok hususi particulières ve daha az faideli olmasına dikkat etmelidir. Şayet bir fennin programına yeniden bazı mebahis ilave edilmesi zaruri olur ve mebahis-i mevcudenin tenkīsı muvafık görülemezse –tabii o fen kendisi için çizilmiş olan kadroyu taşacağı cihetle– iktiza eden fazla zaman diğer fenlerden kazanılmak üzere umumi bir tertib yapılabilir. Ancak bu sayede teşkilat-ı tedrisiyye halelden sıyanet edilmiş olur. Bu sistemin en büyük faidesi ma’lumat-ı esasiyye notion générale ile mevadd-ı fer’iyye fait particulier karşılaştıkları zaman hakk-ı tereccühün birinciye verilmesidir. Bu sayede şakirdan daima esaslı şeyleri öğrenmiş olacaklardır. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Evvelce Belh’e gönderip neşrettirdiğim beyannameler bu sırada zabitandan bazılarının eline geçip; “Sultan Murad ruz” diye Gulam Haydar Han’a müracaat olunmuş. Gulam Haydar Han’a bu talebin Sultan Murad’ın vilayetini zabt ve harekat-ı askeriyyenin beni tehdide vesile olacağını düşünerek birader-zadesini beş tabur nizamiye bin ne sevketti. Bu asker Taleyhan’a vasıl olunca süvariler; “Mir Sultan Murad’ı te’dib etmek lazımdır. Çünkü bize iltihak ederek İngilizler ile harbeyleyecek olan Abdurrahman Han’a yol vermemişti” tarzında müşavere ettiler. Mir Sultan Murad müşavereyi haber alınca Mir Baba ile Mir Muhammed Ömer’e birer mektup gönderip; “Abdurrahman Han’ı daha ziyade alıkomayınız. Zira Belh askeri gerek sizin gerek benim aleyhimize yürüyecektir” dedi. Bunlardan başka; “Katagan’ı teşrif buyurun. Kabul ve istikbalinize amadeyim” mealinde olmak üzere bana da bir kağıt yolladı. Mir Baba ile Mir Muhammed Ömer’e gelen mektuplardan ma’lumatım olmadığı için bu kağıdın mealinden mütehayyir oldum. Vaktiyle beni kabul etmeyen bir adam nasıl oluyor da şimdi de da’vet eyliyordu? Mektubu getiren benim tereddüdümü görünce hakīkat-i hali ve Mir Baba ile Mir Muhammed Ömer’e gönderilen mektupların mealini anlattı. – Öyle ise yarın hareket edeceğim dedim. Mir Muhammed Ömer benimle gelmek için hazırlandı. Mir Baba ise bilahare geleceğini söyledi. Takımıyla beraber elli at ve elli tüfenk alıp getirmesini müşarun-ileyhe söyledim. Çünkü Şehr-i Sebz’den elli nefer Afganlı gelip bana geldim ve yol üzerindeki “Ca’fer” adlı köhne bir kalede misafir oldum. Mir Sultan Murad’ın murahhası daha ileri gidilmesi için – Mir Baba ile Rastak süvarileri gelip yetişmeyince gidemem cevabını verdim. Bu teenniden maksadım Sultan Murad’ın duçar-ı nekal olarak aklı başına gelmesi idi. Altı gün sonra müşarun-ileyhin Belh askerine mağlub olarak ıyali ve sabık “Kalab” emiri ile kaçtığı haber alındı. Bundan sonra da firarilerin yanımıza gelmekte oldukları işitildi. Serdar Abdullah Han’ı kırk süvari ile istikballeri için yolladım ve geldiklerinde de teselli verip; “Mesned-i iktidara vusulümde Katagan hükumetini yine size tefviz ederim” dedim. Ba’dehu müşarun-ileyhe Serdar Abdullah ile altı yüz süvari terfik ederek Taleyhan’a gönderdim ve onların azimetinden sonra kendim de hareket ederek vasıl oldum. Bab-ı sabıkta hikaye edilen vakayi’in esna-yı cereyanında Gulam Haydar Han Belh askerinin nısfıyla harbe mecbur olmuştu. Çünkü Serdar Server Han’ı öldürdüğünden dolayı askerler müşarun-ileyhe isyan etmişlerdi. Gulam Haydar Han üç batarya top üç bin nizamiye süvarisi bin redif piyadesiyle “Tahtapul”a gitmiş kıyam eden asakir –ceddim ve pederim tarafından beş sene zarfında On iki yaşımda iken bu kale için işittiğim müzakeratı kırk üç yaşında bulunduğum şu sırada tamamıyle tahattur ettim. O vakit; “Şayet Kabil elden giderse hanedan-ı saltanatı muhafaza için bu kaleyi yapıyoruz” demişler ve gayet sağlam yapmışlardı. Gulam Haydar Han kalenin haricinde durup dahilindekiler ateş açtı. İçeriden mukabelede bulundu. Fakat epeyce süren bu harbin neticesinde galib-mağlub belli olmadı. Nihayet dahildeki asker dışarıdakilere hitaben: – Biz asi değiliz. Lakin bizim ve sizin padişahzadenizi öldürdüğü ediyoruz diye bağırıştı. Bu sözlerin üzerine hariçteki asker de kaleye ateş etmesini bırakıp Gulam Haydar Han ile Kızılbaşlara hamle ettiler. Gulam Haydar iki yüz tevabii ile “Mezar-ı Şerif”e doğru kaçtı ve asker arkasından kovaladığı cihetle “Abdov” Geçidi’nden “Ceyhun” Nehri’ni geçip Buhara toprağına iltica etti. Iyal ve emvali ise esaretle askerin eline geçti. Benim zabitanımdan iki kişi mahbesten çıkarılıp sergerde ta’yin edildi. Katagan Şebergan Serpul Ağça beldelerinde bulunan asakir de bu vak’ayı işitince Gulam Haydar Han tarafından nasbolunmuş zabitleri tevkīf ve habs eylediler. Bu sırada ben altı bin Rastaklı ve iki bin Kaşemli ile Taleyhan’a vasıl oldum. Kunduz’daki asker Gulam Haydar Han’ın birader-zadesine ve kendisi yalnız kaldığı cihetle Gulam Haydar Han’ın birader-zadesi bütün asker nezdime gelip selam ve ihtiramda bulundular. Secde-i şükre kapandım. – İlahi! Bu vilayeti küffar elinden tahlis etmeye ve onlarla hem-dest-i vifak olanların ceza-yı sezasını vermeye sen muktedirsin dedim. Kunduz’da kalan askere de; “Hepinizi din kardeşi bildiğim mi size isal eylemek üzere Serdar Abdullah Han’ı tarafınıza gönderdim. Şimdilik ben biraz daha burada oturup para ve erzak tedarikinde bulunacağım” mealinde bir mektup yazıp Serdar Abdullah Han ile yolladım. Asker Abdullah Han’ın vüruduyla mektubumun vusulünden gayet memnun olup şenlikler yaptılar ve salavat-ı şerife okuyup Afganistan müslümanlarının İngilizlere galib gelmesi hakkında dualar ettiler. Ba’dehu bir cevabname ya zıp gönderdiler ki Taleyhan’a gelişimden dolayı tebriki ve; “Bizi ecnebi ayağı altında ezilmekten muhafaza için sizi Allah sevketti” mealini havi idi. Ba’de’l-mutalaa Cenab-ı Hakk’a hamd ü senada bulundum. Feyzabad Beyi Mir Baba’nın vüruduna iki gün kadar muntazır oldum. Gelmediği için bir mektupla sebebini istifsar ettim. “Asker size tabi’ oldu; benim gelmeme lüzum kalmadı” diye cevap yolladı. Behemehal gelmesi için te’kid yazdım Bunun üzerine altı bin kişi ile Taleyhan’a gelip bana iltihak eyledi. * * * Ertesi günü Mir Baba’yı Mir Ömer’i Mir Sultan Murad’ı sergerdeleriyle çadırıma da’vet ederek: – Benim ne müşkil bir mevki’de bulunduğumu biliyorsunuz. Cihad fi-sebilillah için geldiğim halde askerimin erzakı yoktur. Binaenaleyh bu memleketin ümera ve rüesası olan sizler bu hususta ala-kaderi’l-imkan yardım etmelisiniz. Kezalik ahali de hane başına bir koyun bir kese buğday yahud arpa vermelidir. Bu son ianeleri olacak. Bundan böyle kendilerinden istiane edilmeyecektir” dedim ve teklifatıma ertesi günü cevap verilmesini söyleyerek meclise hitam verdim. Serdar İshak Han’a da bir kağıt yazıp; “Meymene tarafına hareketinizden beri ahvalinizden haber alamadım. Ben burada meşgūl iken siz “Mezar-ı Şerif”e gelir de oralarını taht-ı işgale alırsanız memnun olacağım” dedim. Bu kağıt müşarun-ileyhe “Deşt-i Azhoy”da vasıl oldu. Benim Bedahşan ile Katagan’a mutasarrıf olduğumu haber alınca derhal kalkıp üç gün içinde Mezar-ı Şerif’e geldi. Oraya vürudunu müş’ir bana bir mektup yazıp maiyetindeki asker MAKKABİLER Trablusşam’da tegallüb etmiş bir hükümdar olan Dimitrius Yehuda’nın gittikçe müzdad olan şevket ve kuvvetini nı Beni-İsrail üzerine göndermiş ve düşmandan kimseye eman vermemesini emretmiş idi. Evvelce Nikanor mazhar-ı muvaffakıyet olduysa da nihayet “Avesi”de şedid bir muharebe vaki’ oldu. Maiyyetinde ancak kişi bulunan Yehuda maiyyetini teşvik için düşmanın mikdarı çoksa da muavenet-i ilahiyyenin ve Hakk’ın kendi taraflarında olduğunu söylüyor ve ilave ediyordu: “Çünkü onlar ancak kendi silahlarına ve şecaatlerine güveniyorlar. Bizim istinadımız hem bizim üstümüze hücum edenleri hem bütün dünyayı mahveder.” Her iki taraf da pek şiddetli cenge başladılar. Nikanor ile maiyyetinden pek çokları maktul oldu. Yehuda münhezim düşmanı ta’kīb ile onlara asla eman vermedi. Muzafferiyetini trampetler ile geçtiği bütün şehirlerde i’lan ediyordu. Bu hal bütün Yahudiye ahalisinin tecemmuuna bais olup düşman-i münhezimin firarilerine öyle şiddetle hücum ettiler ki kişiden mürekkeb ordudan hiç kimse sağ kalmadı. Muharebe bitip avdet ederlerken Nikanor’un cesed-i bi-ruhuna tesadüf ettiler Allah’a şükraneler teganni ettiler. Yehuda cesedin başının ve omuzlarından kollarının kesilmesini emretti ve Kudüs’e getirdi. Burada Yehuda bütün ahaliyi cem’ edip onlara Nikanor’un başını ve kollarını gösterdi. “Ve fasık Nikanor’un dilini kopardığı zaman parça parça edip tavuklara vermelerini ve cinnetinin mükafatını da Beytü’l-Makdis önüne asmalarını emretti. Bütün ahali şükraneler okuyup; “Kendi mevki’ini tahribden muhafaza eden Rab aziz ve celil olsun” dediler. Yehuda Nikanor’un başını herkese karşı muavenet ve lutf-ı ilahiye bir delil-i bahir olmak üzere kulenin üstüne astı.” Bundan sonra Makedonyalılar tarafından bir diğer istila daha vukūa gelip bunda Yehuda’nın biraderi Eleazar maktul oldu ve Yehuda Kudüs surları arkasında tahaffuza mecbur kaldı. Nihayet Yahudiler ile Makedonyalılar arasında bir sulh akdolundu. Ancak bu kısa müddet devam etmiş idi. Makedonyalıların yeni bir hareket-i istilakaraneleri daha görüldü. Buna karşı da Makkabiler ile taraftarları bir asabiyet-i şedide ile karşı koyarak adedce olan noksanilerini şecaat ve maharet-i askeriyyeleri telafi ve bir takım muvaffakiyata mazhar oldular. Düşmanın Yahudi askerinden belki yirmi kat fazla olduğu bu kanlı mücadelattan birinde Yahudilerin hükümdarı cebhe-i şecaati düşman-ı muhacime müteveccih olduğu halde telef oldu. Lakin şevket-i diniyye ve hürmet-i milliyye uğrunda en azim şecaatleri maharet-i askeriyyeyi göstermiş zevat arasında müebbed ve ali bir nam kazandı. Biraderleri Shamoon ile Yonathan hükümdar-ı maktulün cesedini bil-müzakere düşmandan alıp Modin’de pederinin makberesine defneylediler. Eleazar ve Yehuda gibi Mattathias’ın oğlu Johannah da meydan-ı harbde terk-i hayat etti. Sağ kalmış olan Shamoon ile Yonathan da harb meydanında değilse de nihayet su-i kasd ile terk-i hayat eylemişlerdir. Nihayet bu vechile hükumet “Yohanan Hirkanus”a müntakıl oldu ki bu zat memleketini tevsi’ ve kuvvetini tezyid hususunda fevt-i fırsat etmiyordu. Jordan Ürdün Nehri’nin öbür tarafındaki mevaki’den Samga ve Medaya’yı zabtetmiş idi. Ancak onu mutassıb dindaşları hemşehrileri arasında en yüksek mevki’-i ibcale koyan hususi Sayhim mevkiini zabtederek Beytü’l-Makdis’e karşı rakīb bir ma’bed olan Gerizim’i tahrib etmiş olmasıdır. Ma’bed hak ile yeksan edilip en küçük bir nişanesi bırakılmamıştır. “İki yüz seneden beri bu menfur müessese Kudüs-i Şe rif’e gelen erbab-ı din ü takvanın enzarını rahatsız eylemekte mazhar olmuş idi. Samiriyelilerin bu ma’bedi her zaman Yahudilerin gözüne ecdadlarının şan-ı uluhiyyetine karşı ızhar edilmiş bir şerik bir istihkar gibi çekiyordu. O şimdi artık Beyt-i Makdis-i ilahinin tekrar rakībsiz sahibi himayet-i ilahiyyenin mazharı olmuş idiler. Hirkanus bundan sonra Edomya üstüne hareket etti. Tebeasının eski düşmanlarını itaate mecbur Din-i Yehud’a yekdiğerine öyle mezceylemiştir ki bundan sonra tarihde Edomya millet ve hükumet-i müstakillesinin ayrıca zikrolunduğuna tesadüf eylemiyoruz. Hirkanus ’ncı sene-i hükumetinde bütün kuva-yı mevcudesini Samiriye ülke ve şehri üzerine tevcih edip etrafına surlar ve hendekler çekerek şehri muhasara altına aldı. Bir sene devam eden muhasara neticesinde büsbütün aç kalmış olan mahsurlar teslim oldular. Şehir külliyyen tahrib olunup oraya su yolları ve sair mecari çevrilerek şehir ebniyesinin bir tekinden bile nişane bırakılmadı. Filistin ahalisinin Hirkanus’la hitam-ı saltanatına yakīn olan vaz’ ve halleri Makkabiler İhtilali’nden evvelkine nazaran büsbütün başka idi. Babil şehrinin akar suları kenarında oturup ağlayan ahali yani Beni-İsrail içlerinde haiz-i ehemmiyet olanlarının vatanlarına avdet etmesine rağmen her tarafta nail-i hürriyet ve istiklal olamamış idiler ve Kudüs-i Şerif’de temekkün edip Beytü’l-Makdis’in ta’mir ve tecdidine çalışan küçük cemaat-i Museviyye hala İranilerin nüfuz-ı siyasileri tahtında bulunuyorlardı. Hatta mürur eden oldukça uzun seneler zarfında Yahudiler ihraz-ı istiklale teşebbüs edememişlerdi. Hürriyet-i mezhebiyyelerine suret-i lazimede riayet olunduğu müddetçe bir tabiiyet-i siyasiyye altında bulunmaya rıza göstermişlerdi. Yani nefy ü esaretten sonra Yahudilik bir milliyet olmaktan kalarak bir hey’et-i ruhaniyye bir kilise olmuştu. Onları yekdiğerine rabteden bir vatan-ı umumi değil bir din-i umumi idi. Gönüllerindeki vatanperverlik hissiyatı Arz-ı Filistin’in arz-ı mukaddes olduğu binaenaleyh millet-i müntehabe-i ilahiyyeden başka akvam olamaması Mütercimi Ali Rıza Seyfi HADİMI Fuhul-i ulema-yı Osmaniyyeden fazl ü kemal ile ma’ruf bir zat-ı sütude-sıfat olup tarihinde Konya mülhakatından Buhariyyü’l-asl olan büyük pederinin ihtiyar-ı hicret eylediği “Hadim”de tevellüd eyledi. Mukaddemat-ı ulumu peder-i alileri ekabir-i ulemadan “Kara Hacı” şöhretiyle benam Mustafa Efendi’den ba’de’t-teallüm valid-i ekremlerinin tensibiyle beray-ı ikmal İstanbul’a gelerek o asrın en benam fuzalasından bulunan Kazabadi Ahmed Efendi’den parlak bir surette ahz-ı icazeye muvaffak olarak vatanına avdetle tedris ve te’life başladı. Az zaman içinde afaka intişar eden sıyt-ı fazlı dolayısıyla da’vet-i padişahiye icabeten bizzat padişah da hazır olduğu halde Ayasofya Cami’-i Şerifi’ndeki takrir eylediği Fatiha-i Şerife tefsiri calib-i takdir-i umumi oldu ve taltifat-ı şehriyariye mazhariyetten sonra mutayyeben memleketine i’zam olundu. Memleketinde kiraren i’ta-yı icazeye muvaffak olarak tarihinde dar-ı bakaya intikal etti. Mezheben hanefi tarikaten nakşbendidir. Didar-ı Cenab-ı Nebi sav ile müşerref olduğu bir murakabesinde “Eimme-i İsna-Aşere’den şiriyle mübeşşer oldukları hatt-ı dest-i alileriyle muharrer evrak-ı aliyyelerinde mesturdur. Yine bu evrak-ı kıymetdar arasında; “Pederimin kabr-i şerifinde murakabeye varmıştım. Karşımda temessül eyledi. Nasihat istedim; “İşte beni görüyorsun ya” dedi. “Dünyanın esbab ve alaikından ariyim. Bu alemde onlardan hiç biri faide vermiyor. Maişet hususunda hırs ve tama’-ı mezmumdan tevakki ederek Ce nab-ı Hakk’a mütevekkil ve O’nun ihsanına kani’ ol! Dünyada Haliku’l-esbabı unutup ihtiyacını sebeb-i suri olan kula bildirirsen Hak seni en adi kimseye muhtac eder. Eğer dersen dünya bile arz-ı ru-yı ihtiyac eder.” buyurdukları da mündericdir. Asar-ı fazılaneleri ber-vech-i atidir: Metn-i Mecami’u’l-Hakayık fi-İlmi’l-Usul Şerh-i Tarikat-i Muhammediyye Şerh-i Besmele Haşiye-i Dürer Şerhun ale’l-Kasideti’l-Muzariyye Haşiyetü Aliyy li-Tefsiri Suretü’n-Nebe’-i Bey davi Risaletun fi-Hakkı’t-Tesbihi ve’t-Tahmid Tefsir-i Kavlihi Teala “Kuli’llahumme Malike’l-Mülk” Tefsir-i Kavlihi Teala “İnne Ba’za’z-Zanni İsmun” Risaletun fi-Süluki’n-Nakşıbendiyye Risaletu’n-Nasayih ve’l-Vasaya Risaletu’l-Huşu’ fi’s-Salah Şerhu Eyyühe’l-Veled Ara’isü’n-Nefayis fi-İlmi’l-Mantık Ara’isü’l-Enzar ve Nefa’isü’l-Ebkar Risaletun fi-Mahiyetü’l-Ulum Keşfu’l-Hader Risaletun fi’l-Hadisi’z-Za’if Risaletü’l-Misvak Risaletü’l-Kahve Risaletü’d-Dühan Tefsir-i Suretü’l-İhlas Risaletun fi-Hakkı’l-İstihlaf ’da vefat eden birader-i alileri Ebi Naim Ahmed el-Hadimi’nin asarından: Risaletun fi-Hakkı Elfazı’l-Mecaziyye Haşiyetun ale’l-Mir’at Mahadim-i fezail-mevsumlarından olup ’de Mekke’de Haşiyetun ala-Tefsiri’l-Fatiha li’l-Beydavi Şerhu’l-Buhari-i Şerif ile’n-Nısf Şerh-i Kaside-i Bür’e Haşiyetun ale’l-Hayali Şerh-i Şema’il-i Şerife ’de vefat eden Abdullah Hadimi’nin asarı: Şerh-i Mecami’u’l-Hakayık Şerh-i Dibacetü’n-Netayic Kasidetü’l-Hemziyye Haşiyetün ala-Şerhi’l-Besmele Haşiyetün ala-Haşiyeti Mir Ebu’l-Feth Tefsir-i Kavlihi Teala Kad Eflaha’l-Mü’ mi nun… Emin bin Mehmed Hadimi’nin asarı: Şerh-i Menar Haşiye-i Kadi Mir Haşiye-i Münteha ---- HAK ---- Alemin kīl ü kal-i inkarı Ezilir piş-i haşmetinde senin; Darb-ı destinle sadme-i dehrin Sarsılır dehşet-i cefakarı. Ey rehakar-ı fazl olan kudret; Fikrim avare-i Celalin’dir Beşeriyyet lisan-ı halindir. Sana bir terceman olur “hikmet”; Sana müştakdır bütün a’sar Sana mersiyyeler okur “asar” Yine “ümmid”e Sen nigehbansın Yine Sen’den meded umar insan – Çünki Hak’sın yegane Sultan’sın– Sade mehcur-ı kudret olma bir an. SAFAHAT ŞAİRİNE – – Evvela edebiyata “muhavere-i tabiiyye”yi sokan senin kalemindir. Hala bu vadide sana sani çıkmadı. Senden evvel bu kadar tabii muhavereler ise kimse yazmadı. Bana Hamidleri mi gösterecekler? Hamid şiir-i mahzın harikasıdır. Fakat muhavere-i tabiiyye bahsinde kıraat-güzar bir u’cubedir. “Eşber”de ve “Tezer”de hülasa Hamid nam-ı müstakbel-şümulüne aid olan manzum ve mensur birçok eserde muhavere namına mevzun şaibeler mukaffa lekeler pek çoktur. Ancak bu lekeler kamerin siyahlıkları gibidir ki onun –cibal ve enharıyle– bir kainat olduğuna delildir. Çünkü kusursuzluğun bir hadimi de mahdudluktur. Tabiat bile bir külliyet-i muhita olduğu için şahikalarının eteğine hufreler sallanır!.. Ancak ben Hamid’den bahsederken Garb’ın mesela “Molière” gibi bir muhavere-i tabiiyye dahisini düşünürüm de Hamid gözümde onun için küçülür. “Antoine Albalat” Molière’in eserlerinden bahsederken diyor ki: “Eşhas-ı vekayi’in söylediği sözler herbirinin a’mak-ı efkarından her birinin ka’r-ı mevcudiyyetinden çıkar bunlar kendilerine söylenen sözleri dinlemez ve muhatablarına cevab vermezler. Kendi fikirlerini adeta kendi ilimleri lahık olmayacak surette o kadar tabii olarak ta’kīb ve ifade ederler ki Molière’i unuttururlar. İşte deha!” Bizde Hamid böyle midir? Perişan-kıyafet bir bedevi kızı bile –asar-ı Hamid’de– söz söyleyecek olsa insan o çehre-i bedavetin yanı başında Hamid Bey’in “monokl” ile müzeyyen didar-ı kibarını görür. Bilmem ki; “Şiire muhavere sokmakta da ne ehemmiyet olurmuş? Edebiyat-ı sahiha böyle şeylerle yürür mü?” diyecek kadar ukala fıtratlı ve cevahir kıymetli zevatı asr-ı ahir yetiştirebildi mi? Edebiyat asarında muhaverenin ehemmiyeti “tasvir-description” mertebesindedir. Öyle vak’alar olur ki hareket-i tasviriyyesini şiirdeki birkaç şahs-ı vak’anın dudaklarındaki her ra’şe-i tekellüme medyun olur. Ba-husus bir şeydeki kıymet istihsalindeki suubetle mukayese edilecekse “muhavere” bu hususça da diğer edebiyat sanayi’ine faiktir. Çünkü ehemmiyetince her meziyet-i edebiyyeden evvel gelen “muhavere-nüvislik” san’ati suubetçe hepsinden sonra gelir. Senin “Seyfi Baba” kadar tabii sözleri şimdiye kadar hiç biri söyletmedi. Ama mazinin bu hırman u hüsranını ati telafi edecekmiş. O kadarını bilmem meşime-i müstakbelin evlad-ı muhtemelesine sözüm yok… Edebiyatın Fransa’daki hocaları muhavere için inde’l-istikra Biri şudur: Edebi muntazam müretteb muhavereler. Diğeri de şundan ibarettir: Beyne’l-halk söylenen sözlerin “fotografik” bir temsil ve tasviri. Bu iki kısım iki müntehadır. Bunlar arasında temas değil –çünkü o kolay– fakat tevazün te’mini çok zorlu bir iştir. Yani muhavereni hem tertib edeceksin hem kitaba uyduracaksın. Hem intizam-ı edebisi olacak hem yine guya eşhas-ı vak’an onu söylüyor olacak!.. Yani müretteb ve muttarid oluşuna rağmen perişanlığa aid bir letafet-i tabiiyye arzedecek! Güç değil mi? – Arzu edildikten sonra hiç güç değil!.. Sözlerimden iştibah edenler Safahat ’ın birinci kitabındaki “Hasır” manzumesini okusunlar da bir dilenci öldüğü zaman –muharebat-ı aleme karşı İsviçre’nin mevki’i ne la-kaydane ve fakat ne kadar tabii bahsettiklerini –hasırı satanla alan– arasında geçen muhavereden anlasınlar. Fakat bir takım zevat hakīkate karşı mutlaka gözlerini –li-ecli’l-iğmaz– kapayıp ağızlarını –li-ecli’ş-şetm– açmak isterlermiş. Elden ne gelir. İnsaniyetin gözündeki perde-i ama bile tedavi ediliyor fakat vicdan-ı beşerdeki rida-yı iğmaz hastalığına fennin keşfiyat-ı atiyyesinden mi beklemeli? Yoksa ma’lullerinin haslet-yab-ı insaf olmalarından mı? Muhaverenin ehemmiyeti anlaşıldı. Bu ne demektir? Senin Osmanlı nazmına muhavereyi sokarak hasıl ettiğin tı nedir? Sen o şeraite ne kadar riayet edebildin? Biraz da bunlar üzerinde konuşalım. Muhaverede mühim şart kısalıktır. Bunu –bazı zevatı gördüm– karıştırıyorlar. Kısalık bir muhaverenin hey’et-i mecmuasında olacak sanıyorlar. Öyle değil; cümleler kısa olacak. Çünkü her muhaverede her şahıs kendi söylemek dinlemek tevekkül ve tahammülünü her insan-ı kamil ibraz edemiyor. Fakat buna da ıtlakı üzere cari olacak bir kaide-i külliyye mahiyeti vermek yanlıştır. “Demircilerin ta’til-i eşgali” bir gün seninle beraber okumuştuk. On beş mi on sekiz mi neyse tavilü’z-zeyl ve’s-sahaif bir risale!.. Böyle iken bu manzumede “François Coppée” evvela “grev” sonra “katl” yapan bir demirci amelesini mütemadiyen ve muttariden bir mahkemenin salonunda hakimlere hitab ettirir. Hatta manzume ünvanından imzasına kadar demircinin hitabatıdır. Ama denilecek ki Coppée’nin o şiirinde demirci hak kelamını cevaz-ı edebiden almıyormuş da ceza mahkemelerinde her maznuna cinayet mahkemelerinde her mütteheme kanunun i’ta ve hakimin ibraz ettiği “müdafaa-i nefs” salahiyetinden alıyormuş. Daha iyi ya! Benim de meramım asar-ı edebiyyedeki bu ilca-yı mevki’ te’sirini anlatmaktı. uzun söylediğine i’tiraz edecekler bulunur. Bu i’tirazat-ı mukaddere ashabına sorarım: Mahkumiyet ihtimalinin içinde bir hey’et-i mehibe-i hakimenin önünde sandali-i töhmetinden ra’şe-i haşyet içinde kalkan bir demircinin mi sözü kesilemez yoksa bir ma’bed-i muazzam içinde bir cemaat-i haşia önünde bir kürsi-i hitabet üzerinde alnında şaibe-i töhmet değil amame-i şeriat taşıyan bir diyanet vaizinin mi?.. Ama bu zevat bu sözlere de i’tiraz ederlermiş. Şüphe yok! Bu müsellemdir ki dünyada herşey –bir hakayık-ı sabite-i riyazıyye bir de muarızlarımızın dehalarından başka– herşey i’tiraz götürür. Namık Kemal Bey’in oğlu Ali Ekrem Bey’le bir gün senin “ Meyhane ”ni okuyorduk. İkimiz de bir kusur arayıp bulmak rem Bey buldu; “Meyhane kapısına gelen kadının tatvil-i kelam etmesi kusurdur” dedi. Ekrem Bey’in bu ictihad ve Vakıa lisan-ı nazmda Kemal’in dediği gibi “Mufassalat Efendi”lik tahammül edilir mesaibden değildir. Şiir bir şey’-i semavi olduğuna göre şiirdeki bu nakīsa da afat-ı semaviyyedendir. Fakat insaf ile düşünmeli ki senin “ Meyhane” manzumende söz söyleyen kadın maişet ü muaşeretçe dun seviyelidir. Ba-husus bizim memleket mahallatından birine mensubdur. Bizdeki “mahalle-perver” kadınların ne kadar “natuk şeyler” oldukları ma’lumundur. Hele tekrar düşünmeli ki zavallı kadının bir ayyaş kocası vardır her gece zevciyet firaşına meyhanelerin hatırat ve mayiatını taşıyıp getirir kadın maddeten ve ma’nen ateşler saçan bir herifle yani bir harik-ı hanümansuz ile yekvücud olup yatmak mecburiyetindedir. Binaenaleyh o kadın söyler çok söyler her şeyi söyler mütemadiyen söyler. El-hasıl söyler söyler söyler… Bilmem ictihadımda muhti miyim? Fransızlarda iyi bir “vodvilist” olan “ Labiche” ile dahi-i müebbed-hayat “Molière” muhaverede mukteda-yı münferid mahiyetli iki misal-i imtisaldir. Vakıa sen henüz bize tiyatro asarı yazmadın. Fakat işte bir perdelik tiyatrolar cesametinde ve onların üç dört perdeliği liyakatinde şiirlerin var. Safahat ’ın bu ikinci kitabı ise bir facia-i manzume mahiyetindedir. Ancak sahnesi eksik eşhas-ı vak’ası mefkūd. Fakat sen memleketin rezailine ayrı ayrı şahsiyetler ayrı ayrı natıkalar vermiş memleketin fecayi’-i ahlakıyyesini natuk birer insan gibi söyletmişsin. Ah bu fecayi’in ne vakit dili tutulacak? “Süleymaniye Kürsüsünde” tasvir ettiğin vaiz –ki başının dışında sarık içinde Avrupa ve Asya ma’lumat ve meşhudatı olduğuna göre– Abdürreşid İbrahim’dir uzun bir monolog yapmasa da mesela eşhas-ı vak’a ile karşılaşıp konuşsa –ki arada senin kalem-i san’atin vasıta olduktan sonra pek kolaydır– kitabın tabii muhavereler misali olan bir tiyatro mahiyetini alabilecek. Bana öyle gelir ki bizde hareketli hayatlı muhavereleri tiyatro sahife ve sahnelerine de senin kalemin bir gün sokacaktır. Bu hususta milletin istikbal-i karibinde bir “Molière” bir “Labiche” vazifesi ifa edeceksin. Kanaatimi sarahatle söylediğim için muarızlarımın sine-i rinden korkulur. Ne beis var! Adat-ı beldedendir ki bizde halkın bir kısmı yere bir kısmı da rast geldiği her cebhe-i ciddiyet-pervere tükürür. Ciddiyeti hakaretin iskat ettiği bir memleketteyiz. Rezaile cihangirlik fazilet ve metanete de şehadet rolü isabet eden böyle müdhiş bir sahne üzerinde susmak daha müfid idi ama neyse bir def’a şakk-ı şefe etmiş bulunduk. YİNE HABIS ESERLER HAKKINDA Galata’nın bazı meşhur sokaklarında kurulmuş olan fuhuş sergilerinde ve şenaat panayırlarındaki rezalet palyaçolarının mülevven ve mülevves çehrelerini andıran bir takım boyalı ve resimli kağıt parçaları şu yakınlarda kitapçı kağıtçı tütüncü tönbekici dükkanlarının tezgah başlarını pek mebzul ve murdar bir surette kirletmeye başladı. Dükkanların mevki’-i teşhirinden ziyade alafranga istirahathanelerin mevzi’-i mahsusuna asılmaya layık olan bu iğrenç tomarlar hunfesa tabiatlı esafil-i hilkatin gözlerini kamaştırıp ağızlarını sulandırsa bile veba ve koleradan daha müdhiş hastalıklar neşrine hizmet eden kerih kokularıyla ahlak ve vicdan erbabının mi’desini bulandırıp başını döndürüyor. Vakıa bu herzenameler –gece vakti sokak ortalarına bırakılıp sabahleyin tanzifat me’murlarının çarub-ı tathirinden kurtulmuş necis-pareler gibi –vakar ve temkin ashabının nefret ve istikrahından başka bir te’siri mucib olmazsa da tarik-ı hayatın eğri büğrü taşları üzerinde henüz yürümeye kesmekten ve hiçbir şey yapamasalar bile kunduralarını bulaştırıp üstlerini başlarını kokutmaktan hali kalmazlar. Binaenaleyh kitap namına –süprüntü küfesinden boşalmış yahud patlamış bir mecradan tuğyan eylemiş gibi– saha-i matbuatı işgal eyleyen bu mülevvesatı artık ortadan kaldırmalı. Çünkü gelene geçene karşı ayıptır. Ba’de-ma da bunları ifrağ eden menfezleri iyice tıkamalı. Zira milletin şuabat-ı gafilesine yazıktır. Ahlak-ı umumiyyeyi ifsad edecek asarın men’-i intişarı hakkında Matbuat Kanunu’nda madde-i mahsusa varken ve yeni basılan eserlerden bilmem kaç nüshasının Matbuat usulden iken acaba bu mel’un eserler basılıp yayılmazdan evvel Matbuat İdaresi’ne verilmedi mi yoksa idare-i müşarun-ileyhaca mahiyet-i habiselerinin tedkīkine tahammül edilemedi mi? Her iki ihtimale göre bunların çaresine bakmak zamanı gelmiş ve hatta geçmiştir. Tezkiresiz lağım açmak memnu’ olduğu gibi açılmış bir karizi kokusundan yanına varılmıyor diye ala halihi bırakmaktan ziyade taaffünatını men’ için üzerini kapatmak lazımdır. bir san’at ve dolayısıyla kendilerini san’atkar sayacak muharrirleri! herkesin icra-yı san’at hususunda serbest bulunması O yadigarlara: – Evet öyledir ama hadd-i ma’rufu geçmemek şartıyla cevabı verilir ve dellalan-ı muhabbetin pazar-ı mahsusunda kemal-i serbesti ile icra-yı san’at ederken bir afifenin iğfaline teşebbüs eyledikleri takdirde cezaya çarpıldıkları gösterilerek: – Siz de kendinizin yahud müteallikatınızdan birinin hüner ve san’atı olan o yazıları “el-habisat li’l-habisin” hükm-i celilince kendi aranızda ve hempayeleriniz miyanında okuyup benzeyen o kırmızı kaplı fuhuşnamelerinizi bastırmak ve celb-i enzar için öteye beriye astırmakla bir takım safi-dilanı son derecesinden de aşağı yuvarlanmış olmayasınız. Demdematı hadevi tahkīre terdifen utanmayan suratlarına fırlatılır. Mekarim-i ahlakın itmamı için ba’s buyurulan Peygamber-i Ekber’in ümmet-i merhumesi arasında bu kadar şeni’ mahlukatın bulunmasına insan hem şaşıyor hem alıklaşıyor hem de hanesi muhterik olan birinin “Ev yandı ama tahta kuruları da kalmadı!” demesini tanziren “Vakı’a eski Teftiş ve Muayene Encümeni okuduğu kitapları küsgüdük bırakırdı ama böyle muharrirlerin böyle eserlerine müsaade etmezdi” diyeceği geliyor. Tahirü’l-Mevlevi MEDRESELERİMİZ HALA BİR YOLUNA KONMADI mükemmeliyyet ve intizama alınarak yeni bir eser-i hayat göstereceğini hatta bu hususta teşekkül eden cem’iyetler ve yazılan makalelerin asar-ı fi’lisini görerek bahtiyar olacağımızı epeyce ümid hususiyle biz müntesibin şiddetle intizar ediyorduk. Maatteessüf bu ümidlerimizin boşa çıktığını gördükçe me’yusiyetimiz ziyadeleşiyor. İşittiğimize göre İstanbul medarisi ıslah ve terakkıyat-ı hazıraya göre programlar zime idhal edildiği halde taşra medarisi eski hal-i harabisinde devam ve asırların indirdiği darbe-i elem-nak altında saçmış agūş-ı ilm [ü] ma’rifette yetişmiş fikr-i münevverler zeka-yı fevkaladeler sayesinde ulum ve fünunun şuabat-ı müteaddidesinde ibraz-ı kemal eylemiş ciddiyet-i tetebbuat metanet-i ahlak ve muhakemat vüs’at-i ma’lumat bereket-i te’lifat ile şöhretyab olmuş ve her intisab ettikleri daire-i ma’rifette rengin ve mualla bir ittisa’-ı teceddüd ve tekemmül vermiş birçok eazım-ı ümmet vardır ki bunların her biri yalnız İslamlarca değil Garb’ın en büyük ulema ve hukemasınca bile bir harika-i hayret-nüma ve deha addolunmakta ve alem-i medeniyyete ihda eyledikleri keşfiyat ve tedir. hale koydukları medarisin son zamanlarda almış olduğu hal-i fecaat-iştimal bütün mütefekkirini ağlatmaktadır. Bugün Ödemiş’te otuz küsur medaris olduğu rivayet edilmektedir. Esef ile i’tiraf edelim ki birkaçı müstesna olduğu halde diğerleri lane-i bum u gurab denilecek derecede harabdır. Acaba İslamların şa’şaa-i satvetleri cihanı tutmasına pişgah-ı şevketleri önünde birçok akvam ve kabaili gerdan-dade-i nereden iktisab-ı feyz-i irfan etmişler? İlm-i ahlakı nereden almışlar? Biz o eslafın ahfadı hayru’l-halefi değil miyiz? Ecdadımızın o kadar fedakarlıklar himmetler sarfıyla bize müebbed bir yadigar-ı irfan olmak üzere meydana getirdikleri te’sis ettikleri bu müesseseleri niçin muhafaza etmeyelim? Acaba bizde bu daru’l-irfanları ıslah ve i’mar edecek kadar vicdan-ı hamiyyet kalmadı mı? Ey ulema-yı İslam! Ey müderrisin-i kiram! Sizleri sine-i feyz-feşan-ı irfanında perverişyab-ı kemal eyleyen nice seneler Şeriat-i Garra-yı İslamiyye’yi muhafaza ve beyne’l-İslam hakīkī ittihadı te’sis eyleyen medaris harab oluyor. Kendinize “veresetü’l-enbiya” ünvanını takınmak edeceksiniz. Şeriat-i Garra-yı Mutahhara’nın müdafaa ve muhafazası sizin üzerinize vacibdir. Eğer siz bu darü’t-tedrisleri ıslah eylemez zamanımızın terakkıyatıyle mütenasib dersler ilave ederek mütefennin alim müderrisler muallimler tutmaz daha doğrusu hakīkī bir darülfünun haline koymaz milletin rehber-i selameti piş-vayan-ı hidayeti olacak vaizler mürşidler yetiştirmez zulmet-i cehl içinde puyan olmakta İslamiyet’in bütün ahkamına bigane bir halde a’da-yı Din-i Mübin ise her taraftan canavarcasına saldırmakta ciğergahımıza kadar hulul ederek muhadderat-ı İslamiyyenin şübban-ı vatanın akaidini den gelen vesailin her türlüsüne teşebbüs ederek her türlü fedakarlıktan geri kalmamakta; bilad-ı İslamiyyenin her köşesinde mektepler hastahaneler açarak kitaplar risaleler gazeteler neşrederek gençlerimizi iğva ve ıdlal Nasraniyet’i tervic İseviyet’i neşretmekte iken bizim uyumamız bunların mesailerini akīm bırakacak olan medreselerimizin aldığı hal-i esef-iştimale seyirci kalmamız reva mıdır? Aramızda zuhur eden nifak u şikak İslamiyet’te görülen acz ü meskenetler nereden başlıyor? Esbab-ı mucibesi nedir? Şüphesiz dini hatalarımız değil mi? Bizim gibi haramı helal i’tikad eyleyen evamir-i ilahiyyeye imtisal nevahiden diği mebani-i ilmiyyenin yıkılmasına harab olmasına razi olacak kadar kansızlığa giriftar olan bizim gibi bir millet ulemasındaki ahval-i na-layıkanın ictinabı lüzumunu telkīn eylemez herkeste olduğu gibi “Benim neme lazım?” diyerek bir tavr-ı lakaydane alırsa pek tabii değil midir ki daima şahsiyata tezvirata kapılır ahlaksızlık içinde boğulur?.. Ey ulema-yı İslam! Şevket-i sabıkanızı eski kuvvet ve miknetinizi gösteriniz! Medaris-i İslamiyyenin ıslahı çarelerini düşününüz! Yoksa balada dediğim gibi gittiğimiz yol uçurumdur!.. OSMANLILARDA İRAN AHVALİNE BIGANELİK Bundan dört sene evvel Fas Devlet-i İslamiyyesi tarafından Paris’e gelmiş olan sefaret-i fevkalade hey’et-i murahhasası şehr-i mezkurda mukīm İran fazıllarından birisi ile görüşmüş ve kesb-i muarafe ettikten sonra bilcümle İslamların mucib-i hayreti olacak bir suret-i cahilanede İran’ın katolik veya protestan mezahib-i hıristiyaniyyesinden hangisine mensub olduğunu makam-ı tahkīkte sormuşlar idi. Bu vak’a en müessif hallerden en acınacak hakīkatlerden hem de pek acı hakīkatlerdendir. İslamları bugünkü zillete uğratan İslam memleketlerini müdhiş bir inkıraz ve yelerini mahv ile harici tasallutlara ecnebi tecavüzlerine mahkum bırakan sebeblerin en ra’na bir nümune-i cehalet-nümunudur. duçar ettiği gibi sair İslam memleketlerini de cehaletleriyle mütenasib türlü türlü felaketlere uğratıyor. Fas Alem-i İslam’ın en muzlim bir nokta-i ye’s ü nevmidisidir; ahval-i İslam’ı tahlile medar olamaz… denilebilir. Fakat maatteessüf i’tiraf etmelidir ki Alem-i İslam’ın merkez-i rede geçirmiş olduğu buhranını medar-ı intibah ve saadet olacak derecede bilmiyor. Tabii İstanbul Fas Sefaret-i Fevkaladesi kadar fevkalade bir dereke-i cehalette bulunamaz. Maksadımız bu babda bir mukayese yapmaktan da beridir. Fakat şurasını nazar-ı teemmülden dur tutmamalıyız ki İstanbul’un da kendi mevki’ine münasebet almayan gafletleri vardır. Mesela şu satırları yazan aciz İran’da büyük bir Türk unsurunun mevcudiyetini onların hususiyat-ı ahvalini Kafkasya müslümanlarına aid en sade ve en basit ihbarat ve ma’lumatı yeni bir şey gibi telakkī eden bazı zevata tesadüf ettiğim gibi İran’a ve Kafkasya’ya aid bir takım masallar da işittim. Bence bu hal –İran ile Osmanlı memleketleri beyninde mevcud münasebat-ı ma’neviyye ve tarihiyye nokta-i nazarından– Fas cehaletine karib bir hal-i esef-amizdir * * * yaptılar. “İnkılab yaptılar” demek; “Birçok senelerden beri mevcud olan tarz-ı idare ve usul-i hayatı yıktılar” demektir. Bu memleketlerde yıkılan onun yerine kaim olan ne idi? Bu tahrib ve ta’mirde acaba ne gibi bir muvaffakiyet hasıl olmuştur? İşte bu cihetleri bilmek üzere memalik-i İslamiyyede hala bir teşebbüs görülmemiş bu mes’ele ciddi bir surette düşünülmemiştir. Muhatabım Osmanlı efkar-ı umumiyyesidir; acaba İran harekat-ı ahrarane ve ihtilalat-ı meşrutiyyet-perveranesinin ne olduğunu ne gibi safahat geçirdiğini şu efkar-ı umumiyye bir İngiliz yahud bir Fransız kadar biliyor mu?.. Bu suale; “Hayır” cevab-ı menfisini vermek için pek de tereddüd edilmez. Zira Osmanlı matbuatı ne Avrupa ceraid-i mühimmesi gibi Tahran ve Tebriz gibi İran nikat-ı mühimmesinde muhabirler bulundurmuş ne de İngiliz müsteşrik-i şehiri Profesör Browne’ın İran İnkılabı gibi koca bir kitap değil muhtasar bir risale bile olsun İran hakkında Türkçe bir eser neşredilmemiştir. Osmanlı matbuatının İran hakkındaki neşriyatı en zengin edebiyata malik olan İngiliz matbuatı ile değil Fransız Alman ve hatta Rus lisanlarında İran ahval-i hazırasına aid intişar etmiş olan kitaplarla mukayese edersek bunların yüzde bir misline de Türkçe’de tesadüf edemeyiz. Evet Osmanlıyı İran’a ve İran’ı Osmanlıya tanıttıran asar –ale’l-umum memalik-i İslamiyye ve Şarkıyyeyi yekdiğere bildirecek asar gibi– kat’iyyen yoktur. Tuhaf değil mi ki şu içerisinde yaşadığımız Yirminci Asır’da İran ile Devlet-i Aliyye yekdiğerini iki asır bundan evvel kaleme alınan kitaplar vasıtasıyla anlar ve o asar-ı atikadan neş’et eden eski tahassüsat ile mütehassis olurlar?!.. * * * Yeni bir devre-i teceddüde dahil olan her millet gibi Osmanlılarda da edebiyat siyasiyat ve sair cihetlerce hala birçok ictimai siyasi ilmi açıklar vardır. Bu açıklardan birisi de İran Mes’elesi’nin Osmanlılarca mechul kalmasıdır. Temmuz İnkılab-ı Mes’udu’nu müteakıb meydan-ı matbuata atılan asar miyanında İran namına şair-i meşhur Eşref merhumun “İran’da Yangın Var” risale-i hezeliyyesinden başka bir esere tesadüf edilemiyor. Gazetelerin İran’a aid verdikleri ma’lumat ise iktibasat ve tercüme kabilinden olup hem de pek nakıstır. Hiçbir gazetede “İran Mes’elesi” mes’ele olarak alınıp ta’kīb edilmiyor. Bu babda Alem-i İslam ahvaliyle tevaggul eden bir iki muharririn ara sıra hissiyat üzerine yazmakta oldukları makalat istisna edilince ciddi ve ma’lumat-ı esasiyyeyi havi yazılar da yok gibidir. Osmanlı matbuatında mühim bir açık teşkil eden bu mes’ele ile iştigali ehemmiyet-i mes’ele namına Osmanlı muharririn-i muktediresine acizane tavsiye ve bu açığın kapanmasını onların kudret-i kalemiyye ve vüs’at-i ilmiyyelerinden Altı senelik bir inkılab neticesinde gayet feci’ bir surette ecnebi müdahalesinin kanlı ve vicdan-suz bir cilvesi ile zuhur etmiş olan İran buhran-ı hazırı münasebetiyle Osmanlı efkar-ı umumiyyesinin bir eser-i telaş ve heyecan göstermesi ve İran ahvalini bilmek üzere merak etmesi tabiidir. mak üzere bu babda birkaç makale yazmaya ikdam ve bir te’sir-i me’mul-bahş edeceğini dahi –Osmanlıların İran mukadderat-ı feciine lakayd ve bigane kalamayacakları esas-ı muhakkakına nazaran– ümid ederim. TIRNOVA’DA ASAR VE HAYAT-I İSLAMİYYE Tırnova Kasabası nefsü’l-emrde Şimali Bulgaristan’ın en mühim kasabatından olmakla beraber başkaca bir ehemmiyeti de haizdir ki o da şimdiye kadar geçen Bulgaristan’ın krallarına payitaht olmasıdır. Şimdiye kadar birkaç krala makarr-ı saltanat olduğu gibi el-yevm de Bulgar kralları orada taç giyiyorlar. Vaktiyle külliyetli bulunduğu gibi buraya mülhak olan karyelerde dahi İslam pek az bir surettedir. § Buranın mektepleri de bittabi’ meskun bulunan İslamlar ile kıyas olunmak lazım geliyorsa da maatteessüf daha ziyade mütedenni olduğu görülüyor. Çünkü Tırnova Kasabası’nda iki İslam mektebi vardır. Bunlardan birisi ibtidai diğeri rüşdidir. İbtidai dört rüşdi bir sınıflıdır. Bununla beraber zükur inas muhtelit surette tedris ediliyor. Üç muallim tarafından idare olunmaktadır. Evkafa gelince: Bulgaristan’daki evkafın hakīkati biraz tedkīk edilecek olursa herkesin akılları hayrette kalır; evkaftan çok hiçbir şey yoktur. Fakat nereye gittiği evkaf namına ne gibi dolaplar döndüğü kimler yiyor kimler içtiğine dair de hiç kimsenin dürüst bir ma’lumatı yok gibidir. İyice aranacak olursa herkesin evkaftan bir hissesi olduğu görülüyor. Hele hükumetin oynadığı rollere hiç de akıl ermez. Bunları bilahare yazacağım makale-i mahsusa ile izah edeceğim. Tırnovi evkaf-ı İslamiyyesi yirmi beş seneden beri belediyenin taht-ı idaresinde bulunuyormuş. Bu evkafın varidat-ı seneviyyesi yirmi beş bin frank raddesinde olduğu halde belediye tarafından mektep ve cami’lere edilen muavenet ancak beş-altı bin frank kadar bir meblağa baliğ oluyor!!! Sonra parasızlık yüzünden İslamların mektepleri terakkī edemiyor. Bazen da bütün bütün seddediliyor. Fakat kusur yine İslamlarda!?.. § Tırnova Kasabası vaktiyle İslamiyet nokta-i nazarından ne kadar mühim bir yer olduğu ber-vech-i ati zikredeceğim meabid ve medaris-i İslamiyye Görülüyor ki bugün yüz hane İslam’a malik olan bu zavallı la dopdolu imiş. Fakat ne çare ki fıtratın kanunlarına mugayir surette hareket edildiği için bugün görmüş olduğumuz hal-i esef-iştimalde bulunuyor. Bir vakitler nefs-i Tırnova Kasabası’nda cami’-i şerif mescid kadar medrese varmış ki ber-vech-i ati tafsilatına şüru’ ediyorum: Fakat ahşap filan her ne suretle olursa olsun şimdiki halde ma’bedlikten çıkarılmış hükumet tarafından hedmedilerek arsası satılmıştır. medilerek arsası satılmıştır. mış bir kubbeyi havi gayet mühim bir ma’bed imiş. Kendisinin ehemmiyeti nisbetinde gayet mükemmel bir de kütübhanesi olup içerisi asar-ı nefise ve mühimme ile memlu kütübhanede mevcud bulunan asar-ı nefise şunun bunun eline geçerek zayi’ olduğu gibi o güzelim müessese-i İslamiyye de Bulgar hükumet-i medeniyyesi??? tarafından hedm ve tahrib edilerek arsasına “Sveti Kiril i Metodi” bir zükur jimnazyası i’dadi inşa edilmiştir. Bu jimnazyaya tahminen bir buçuk milyon frank sarfolunduğu söyleniyor. İstanbulivistlerin son mevki’i iktidara geldiği zaman yapılmaya başlanmış ve fakat hitama Demokratlar erdirmişlerdir. Binaenaleyh bunun pek büyük bir ehemmiyeti vardır. miş ve oldukça cesameti de var imiş. Maa-haza bunun da cami’ halinde kalmasına razi olmadıkları için Bulgaristan hükumeti tarafından yıktırılıp arsası üzerine meclis-i idare binası inşa edilmiştir. letü hazihi sağlam bir cami’dir. Fakat ne dersin! Bu zavallı da cemaati değiştirmiş. Çünkü eskiden maabid-i İslamiyye olan bu mukaddes makam şimdi cihet-i askeriyyenin yed-i zabtına geçerek cebehane ittihaz edilmiştir. “Yemek istemeyenin malını yiyecek bulunur” derler!.. tarafından tahrib edilerek arsası satılmıştır. mensub büyük bir cami’dir. Maa-haza hükumet tarafından hedmedilmiştir fakat arsası el-yevm boştadır. cami’dir. Bu da emsali gibi hükumet tarafından hedmedilmiş minaresi şerefesine kadar el-an bakī olduğu gibi cami’-i şerif yeri de boştur. rın elinde bulunarak derununda eda-yı salat edildiği cihetle bittabi’ kıymeti pek büyüktür. zata mensubdur. Yıkılmış ve yeri boştur. meti tarafından hedm ve tahrib edilerek kereste ve taşları Leskovensil? Kasabası kurbündeki Petropalof Manastırı’na “bimarhane” nakledilmiştir. olan bir cami’ varsa o da ancak budur. Çünkü vaktiyle her nasılsa yıkıldığı halde bundan yirmi sene mukaddem Çar Ferdinand hazretleri tarafından yeniden bina edilmiş binaenaleyh el-yevm derununda eda-yı salat ediliyor. “Yeni Cami’” veyahud “Ferdinand Cami’i” denilmektedir. boştur. mış olmalı ki bir vakitler bir İslam ma’bedi bir ma’bed-i mukaddes olduğu halde şimdi askeri kilisesine tahvil edilmiştir. § Vaktiyle Tırnova’da sekiz on kadar mescid bulunuyormuş. Maa-haza bugün ancak bir dane bakīsi de hedm illetine kurban olmuştur. Çingane Mahallesi denilen mahalledeki iki mescid ile Kayabaş Mahallesi’ndeki yıkılmışlarsa da arsaları boştur. Sonra Çataklı Mescidi ile Şamlıoğlu Mescidi yıkılmış ve fakat arsaları hükumet-i Bulgariye tarafından satılmıştır. Çeşmebaşı namındaki bir mescid balada zikredildiği üzere lehü’l-hamd İslamların elinde olup içerisinde eda-yı salat ediliyor. § se Kayaaltı Medresesi Orta Medrese Kumluk Medresesi namlarıyla benam medaris-i İslamiyye tamamen yıkılmıştır. Bunların bazıları Gazi Firuz Bey’in bazıları da Feyzi Ağa’nın bir medrese daha var imiş ki bugün kilisedir. Kavak Baba namında bir zata mensub olan Tekye Medresesi de bugün han olup derununda Bulgar aileleri oturmaktadırlar. Daha sonra Tırnova’ya tabi’ Balvan Karyesi’ndeki Balvan Medresesi Yemen Karyesi’nde bulunan Yemen Medresesi Soştise Karyesi’ndeki Soştise Medresesi de yıkılmıştır. Gorna Orahovitsa nahiyesinde vaktiyle üç cami’-i şerif var imişse de hükumet-i Bulgariyye tarafından tahrib edilmiş binaenaleyh şimdi bir dane bile yoktur. Şu acı hem de pek acı olan hakīkatleri yazarken hemen bila-ihtiyar dedim ki; “Ya Rabbi! Bir vakitler meabid-i İslamiyye geçirmekte oldukları bu felaketler nedir? Hani ya Kur’an ; “Mü’minler her yerde aziz olacaklar hiçbir yerde sefalet zillet ve hakaret görmeyecekler” diyordu!.. Hani her yerde mü’minlere nusret edeceğini Kur’an haber veriyordu!.. Bugünkü müslümanların bulunduğu hal ihbar-ı kat’inin tamamen aksine değil mi?...” Eğer o anda; ayet-i kerimesi hatırıma gelmemiş olsa idi hemen hemen diyecektim ki; “ Kur’an-ı Kerim ’in vaadleri –haşa– boşa çıkacaktır.” Fakat bu ayet-i kerime hatırıma geldiği gibi aklımı başıma toplayarak bunların esbabını epeyce düşündüm. En sonra yine i’tiraf ettim ki İslamlara reva görülmüş ve el-yevm görülen muamelelerin sebebi yine İslamlardır. Kur’an ; “Arza salih olan kimseler varis olurlar. Bir memleketi her kim i’mar eder işini yoluna korsa o memleket onun olur.” diye sarahaten müslümanlara söyleyip dururken müslümanlara; “Ni fak ve şikaktan sakının. Hepiniz ittihad ve ittifak ederek memleketinizin muhafazası için lazım gelen kuvveti hazırlayın! daima inkıraza mahkumdur…” diye bağırırken müslümanlar bu kanun-i ilahiye muhalif surette hareket ederek ilme düşman nazarıyla bakarlar tefrika ve nifak u şikakı kendilerine mahsus bir san’at olmak üzere kabul ederlerse elbette sahib-i mülk olan Zat-ı ecell ü a’la mülkünü o kabiliyetsiz kimselerden alıp da o mülkün muhafazasına kabiliyeti olanlara vermek hususunda hiçbir zaman güçlük çekmez. Bununla beraber evvelki mülk sahiblerini de küfran-ı ni’met ettikleri cihetle daha dünyada iken esaret boyunduruğu altında uzun bir zaman –sairlerine ibret olmak üzere– inletir. Bu kanun-ı ezeliden hala ibret almak istemeyen biz Osmanlı müslümanları da iyice düşünmeliyiz: Eğer gözümüzün önünde cereyan eden bu gibi ahval-i müessifeden hala ibret almamakta devam edersek bu kanun bizim hakkımızda da tatbik olunacaktır. SİLİSTRE’DE ASAR VE HAYAT-I İSLAMİYYE Silistre Kasabası etraf-ı erbaası taştan kale ile muhat bir yerdir. Buranın zengin Bulgarları bu kalenin taşlarını alıp hane ve dükkan yaptırmakta oldukları söyleniyor. Birçok yerleri de mahbuslar tarafından hedmedildiği söylenmektedir. Cenubunda iki kilometre yakınında taştan ma’mul ve asar-ı atika idadına idhal edilmiş gayet mükemmel bir ta’biyesi olup Mecidiye Ta’biyesi denilmekle ma’ruftur el-an asker tarafından muhafaza olunmaktadır. Şimalinde dahi Türkiye hükumetinden mevrus büyük bir askeri kışlası ile bir debboy mevcuttur. El-haletü hazihi Bulgarlar tarafından ta’mir edilerek içerisi asker ile memludur. Sonra kasabanın en meşhur nehri bittabi’ Tuna Nehri’dir. Kasabada Türkiye zamanında İslamlar tarafından bina edilmiş büyük bir hastahane olup yine el-yevm hastahanedir. Şehr-i mezkurun en orta yerinde Tahtalı Medresesi demekle ma’ruf ve bir buçuk dekar yeri havi Humbalar nam mahalde bir medrese var imiş ise de bin sekiz yüz doksan bir Bulgar mektebi yapılmıştır. Silistre ahalisi umumiyetle ziraat ile meşgūl olmakla beraber kısm-ı a’zamı da balıkçı ve kayıkçılıkla meşgūldür. Bu cihetle ahalinin kısm-ı küllisinin maişeti Tuna Nehri’nde te’min olunuyor demektir. Büyük servete malik olan müslüman pek azdır. Maamafih te’min-i maişet için yavaş yavaş başka san’atlara da merak hasıl oluyor. Allah intibah versin! Dört sınıflı bir ibtidai ile iki sınıf üzerine bir rüşdiye vardır. bir binadır. Rüşdiyeye gelince bu ayrı bir mektep binası olmayıp Bayraklı Medresesi demekle meşhur olan medresenin dershaneleridir. Bundan maada Çayırkapı denilen yerde cesim bir mektep binası varsa da mektep tahsisatının fikdanından naşi mesdud bulunuyormuş. Bir de Saraykapısı denilen yerde bir cesim mektep binası varsa da Bulgaristan tarafından zabtolunduğu cihetle elyevm Bulgar çocukları tedris ettiriliyor. Burada; “Allah Bulgar hükumetine insaf versin!” diyelim de geçelim. Bir mektep binası da İvaz Paşa Cami’-i Şerifi kurbünde var. Fakat mesmuatıma göre menfaat-perestan-ı ahaliden Akif Burhan Ağa namında birisi zabtetmiş ve el-haletü hazihi öteki beriki Sonra iki sınıf üzerine bir de inas mektebi vardır. Bu mekteplerde altı muallim ile iki muallime bulunur. Muharebe zamanında on üç aded cami’-i şerif mevcud lerek yerleri meydanlık olmuştur. Şimdiki halde dokuz danesinde eda-yı salat ediliyor. Bunların bazılarının banisi ma’lum diğer bazılarınınki ma’lum değildir. Evkafa gelince; burada evkaf-ı İslamiyye pek çok buhranlar geçirmiş. Bu cihetle gayet tedenni etmişse de iki seneden beri muntazaman müzayedeler icra edilerek varidatı terakkī ettirilmiş bu suretle mukaddema on bir bin frank varidat-ı seneviyyesi olan evkaf-ı İslamiyye şimdi yirmi üç bin iki yüz otuz franga baliğ olmuştur. Kasabanın orta yerinde asar-ı İslamiyyeden kar-ı kadim büyük bir cebehane varsa da Bulgarlar tarafından etrafı hedmedilmiştir. SOFYA MEKTUBUNUN NEVAKISINI İKMAL Sofya’dan göndermiş olduğum mektupta i’dadi ve sair mekteplere aid bazı noksanlar vardı. Çünkü orada ikamet ettiğimiz müddet bunları tahkīk etmek kabil olmamıştı. Bazıları da hiç hatırımıza gelmemişti. Bilahare Filibe’ye geldikten sonra tekrar Sofya ile muhabere ederek tekrar İstatistik Dairesi’nden işi bit-tahkīk destres olduğum ma’lumatı gönderiyorum: Zükur ve inas i’dadileri ayrı ayrı olup hepsinin mecmuu adede baliğ oluyor. Bunların kadarı liseler olup bizim sultanilere muadil bulunuyor. Bu mekteplerde muallim de muallime vardır. Muallim ve muallime maaşatı masarıf-ı saire ’dur. Şu halde i’dadilerin mecmuu masarifatı ediyor. * * * zükura mahsus inas allimine kızlar daha çok devam ediyorlar. muallim muallime. Bunların maaşatı masarıfat-ı saire mecmuu . Darülmuallimin muallimlerinden iki danesi hükumet tarafından Avrupa’ya kesb-i ihtisas için gönderilmiştir. * * * Darülfünunda bulunan muallimler: Profesör lektör asistan nizami muavin hususi muavin fevkalade profesörler ki yekun elliden fazladır. Masarifat şu suretledir: Yukarıda söylediğimiz gibi profesörlerin maaşat-ı seneviyyesi franktır. Fakat bittabi’ bunların içinde ecnebi profesörleri de var. Maamafih ecnebi profesörlere Bulgaristan hükumeti ile olan kontratolarını fesh ve ibtal ve mezkur profesörlerin darülfünunu terketmeleri için frank verilmiştir. Demek oluyor ki ecnebi muallimlere ihtiyaçları kalmamıştır. Sofya Darülfünunu’nda tıp fakültesi yoktur. Bulgarlar tababeti Avrupa’da tahsil etmeyi tercih ediyorlar. İhtimal ki böyle daha ucuz geliyor. HİLAL’İN DE BİR DONANMASI OLSAYDI… Ağustos’un on beşi sabah zevali saat altı idi. Suriye haritasında bir mevki’-i latif-i tabiiye malik olan Cebel-i Lübnan’ın şevahik-ı rayihadarından buse-çin-i letafet olarak Derya-yı Sefid’in bir kenar-ı minakarında tal’at-nüma-yı ma’muriyyet olan Beyrut şehr-i şehirine isal-i feyz-ı hayat eden nesim-i dil-nüvaz o muhit-ı şi’r-engizi nazan nazan yelpazeliyordu. Sema deniz müstesna bir levn-i kebud-ı nazar-firib ile yekdiğerini kucaklamış bir ufk-ı dur-a-durdan şuaat-ı zertarisini takarrub etmekte bulunmuş idi. Her taraf bir sükunet-i neşat-hiz-i sihri içinde gunude… Birden bire Re’s-i Beyrut cihetinden nümayan olan kesif kasvet-resa dumanlar bu letafet-i şa’şaadarı bulandırdı. Müteakıben tabakat-ı hevaiyyeye nüfuz ederek tereffu’ ettikçe koyu siyah renginden refte refte açık gül levnine münkalib olan ve akıbet cu’-i ademe ulaşan bu dumanın zir-i kesafetinde denizin sath-ı nil-fam-ı sakitinde aheste reftar olarak limana doğru ilerleyen ve kalb-i adunun siyahi-i fıtrisine müşabih bir boya ile boyanmış bulunan birer seyyar kal’a-i mehibe-i harbiyye göründü. Biribirini pruva hattında ta’kīb eden bu muvahhiş müd hiş sefain-i harbiyyenin serenlerinde guya ki alamet-i farikası olduğu kavmin ye’s ü ıztırabını Trablusgarb mücahidininden yediği darabat-ı müdhişenin ilka ettiği havf u dehşeti hazinane i’lan eden bandıraları Osmanlılığın celadet ve mehabetine serfüru olmuş bi-hareket kıvrım kıvrım bir vaz’iyet-i müteellimane ile bir lisan-ı hal-i me’yusane ile ızhar-ı keder ve matem ediyordu. Birer puşide-i siyah-ı matem ile örtünmüş gibi serapa karalıklar içinde kalmış sefain-i mezkure borda nizamında limanı abluka etmişler idi. Mürettebatı harbe müheyya bir vaz’iyette top başlarında ve filikalarda müheyya-yı huruc bulunan ve biri bir visamiralin diğeri bir kontramiralin taht-ı kumandasında Bahr-ı Sefidimiz’i bi-muhaba dolaşan hakim-i sevahilimiz olan iki firkadan ve altı kıt’adan ibaret bu düşman filosu bir gün evvel Hayfa Yafa Limanları’na uğrayarak bir Alman tüccar vapuruyla yelken sefaini teftiş ettiği havadisi resmi ve hususi surette buraya aksetmiş olduğu cihetle halkta i’zam edilecek bir havf u telaş-ı na-meşhud de riayetkar olmaması hususiyle geçen Şubat bombardımanının hatıra-i feciası mucib-i endişe oluyordu. Maamafih hükumet fırka-i askeriyye geceden tedabir-i ihtiyatıyye ittihaz etmiş olduğundan gemilerin görünmesiyle beraber asakir ve polislerden mürekkeb devriyeler esvak ve mahallatı gezmekte halkı tatmine ve asayişi cidden muhafazaya hasr-ı gayret etmekte idiler. Asayiş ve intizam-ı şehir bu suret-i ciddiyye ile taht-ı te’mine alınmış bulunmak hasebiyle halk asude bir kalb ile limana ve mevaki’-i mürtefiaya koşmuş mütecessisane düşmanın harekatına vakf-ı enzar etmiş idi. Düşman filosu ber-vech-i bala borda nizamında demirlendikten sonra istimbotlarını bazı sandallarını denize indirmiş yekdiğeriyle bir muhabere-i nümayişkariye başlamış hez üç istimbotunu birer çeyrek yarım saat fasıla ile Nehr-i Beyrut cihetine sevketmiş idi ki bundan maksadı karantina hizalarında lenger-endaz olan üç direkli boş bir “barko”yu teftiş ve zabttan ibaret olduğu bir müddet sonra iki istimbota bağlı olarak abluka hattı dahiline getirilmekle anlaşılmış idi. Bununla beraber bu teftiş ve taharri keyfiyeti yalnız mezkur “barko”ya hasredilmemiş idi. Akşam üstü İskenderiye tarikıyle gelen Lloyd Kumpanyası’nın “Amphidrite” ismindeki vapurunun tevakkufu için amiral gemisinden işaret flamalarıyla verilen emri mühimsemeyerek yoluna devam ettiğini gören düşman boş bir top endahtıyla durdurdu ve iki saat devam eden uzun ve müdakkık bir teftişten sonra limana girmesine müsaade ettiği gibi o sırada İstanbul’dan gelen Rus bandıralı posta vapurunu da işaret ile durdurarak iki çeyrek kadar bir muayeneden sonra serbest bıraktı. Bu teftişatın icrası esnasında idi ki visamiral gemisinden ayrılan ve mitralyöz ile mücehhez bulunup önde beyaz bir flama ve arkada İtalya bandırası dalgalanan iki istimbotun limana doğru ilerlemekte oldukları görüldü. Rıhtım ahali ile lebaleb olduğu cihetle bir vak’anın hudusü mütefekkirini endişenak ediyordu. Zaten düşmanın maksadı bir hadisenin tekevvününe sebebiyet verdirmek olduğu gemilerdeki faaliyetden harekat-ı bi-pervasından anlaşılıyordu. Bereket versin ki Osmanlıların metanet-i ahlakıyyesi alamet-i teslim ve dehalet –bilmem ta’bir doğru mu?– olan beyaz flamayı havi düşmanın o küçük müfreze-i teftişiyyesini taarruzdan masun bıraktırdı. Kemal-i hazm ü lakaydi ile herkes seyrediyor bir nazar-ı istihza bile fırlatmıyordu. çehrelerinde ru-nüma olan asar-ı havf ve cebanet acınacak bir halde idi; simalarında kan namına bir şey görünmüyor korkudan elleri ayakları titriyor idi. Düşmanın bu nümayişden de meramı rıhtımda bağlı bir telaşla icra olundu. Zevali saat altı raddelerinde idi ki yukarıda beyan ettiğim “barko”yu yedekte alan bir harb sefinesi borda nizamından ayrılarak rivayete göre Rodos’a götürmüş. Vakta ki gece oldu denizin sath-ı rakidinde kamerin envar-ı şa’şaadarı altında birer heyula-yı siyah gibi yatan zırhlılar bütün ışıklarını söndürmüş sakit naim bir halde sabahı buldular. Sabah zevali saat yedide kontramiral gemisinden keşide edilen bir işareti müteakıb gemilerde gayet bati ve Re’s-i Beyrut’a doğru bir hareket görüldü. Bu esnada işaret-i muhtelife teati olunuyor bacalarından kesif dumanlar çıkıyor mürettebat vazife başında görülüyordu. –Bu ilk manevrada nazım vazifesini visamiral gemisi ifa ediyordu.– Muahharan kontramiral sefinesinden verilen bir işaret üzerine “torpieur” mütevassıt bir meşy ile yine borda nizamında duran diğer gemilerin vasatından geçerek bir nokta-i merkeziyye teşkil etti. Ba’dehu visamiral gemisiyle diğerleri bunun etrafında bir kavis çizdikten ve mezkur amiral gemisi hafif bir seyir ile ilerledikten sonra “torpieur” aynı sür’atle hareket ederek nazım yani pişdar oldu. Diğer dört zırhlı dahi borda hattında arkasına düştü. Filo bu tertib üzere ve seyr-i mütevassıt ları sath-ı semada hafif bulutlar husule getiriyordu ki arkalarından nigeran olan gözlerde o muhabbetli kalblerinde okunan ma’na-yı beliğ ve müessir: “Ah! Bizde de bir donanma olsa idi düşman denizlerimizde bu derece hakim olamaz izzet-i nefsimiz böyle münkesir kalmazdı”dan ibaret idi. Eylül tarihiyle Dehibat’tan makamat-ı aliyyeye keşide edilen telgrafnamedir: “Hukūk-ı vataniyye ve şahane-i Osmaniyyemize zerre kadar halel verecek –gazetelerde okuduğumuz– sulh müzakeratını ve müdavele-i efkar-ı siyasiyyeyi bütün mevcudiyetimizle reddederiz. Düşmanın bir tek şartını kabul etmeyeceğiz. Galibiyet ve muzafferiyet-i mütevaliyyenin bizde olduğuna umumun kanaati mevcud ve gayr-i münkerdir. Cebin düşman gayret-i vataniyyemiz sayesinde bazı deniz kenarlarında donanmasının himayesi altında halen mahsur ve makhurdur. Vatanın selameti Osmanlılık nam-ı mübeccelinin muhafazası uğurunda bir milyonu mütecaviz muharebeye vakfettik. Tek nefere varıncaya kadar temdid-i muharebeye ahd ü misak eyledik. Allah aşkına vatan muhabbeti namına bizi bırakmayınız. Düşmanın bütün mesaisine rağmen hukūk-ı mevruse-i Osmaniyye ve hukūk-ı vataniyyemizi hiçbir halel iras ettirmeyerek bi-temamiha muhafaza buyurunuz. Muharebe ile meşgūl olduğumuz cihetle oraya kadar gelmekliğimize ve uğraşmamıza imkan yoktur. Tarih-i Osmaninin safvetini Huda-nekerde lekedar edecek halin vukūuna meydan vermeyiniz. Muahedat-ı düveliyye ve kavanin-i medeniyye hılafına bi-gayri hakkın taarruz edilen vilayetimizin kurtarılmasına ve zalim düşmanımızın tardına cihandaki umum İslam ve Osmanlıların ve hukūk-ı ma’deleti seven düvel-i ecnebiyyenin bile bezl-i mechud eyleyecekleri derkardır. Bir azm-i metin ile takdim kılınan bu istirham-ı vatanperveranemizin kabul ve icra buyurulacağını ümid ve tebşirinize sabırsızlıkla tazarru’ eyler ve netice-i haseneyi bekleriz ferman. Fasato Kazası’ndan Abdullah Baruni Ahmed Arabi Yusuf Ceris Ömer Ahmed Arabi Ömer bin Selim Ömer el-Hadimi Ahmed İzzeddin Mustafa Şakir Said bin İzzet Muhammed İyaz Mes’ud Efendi Ahmed bin Muhammed Seyyid Berkūs Muhammed bin Said Süleyman Süveyah Ali Şerif Ali el-Keddani Salim bin Kasim Ebu-Beşir Yahya el-Baruni Ahmed el-Baruni Ahmed el-Meksi İbrahim Ebu’l-Abbas Mes’ud Abidan Seyfan Muhammed Mustafa Safi Muhammed es-Suavi Ahmed Elyan Muhammed Ayidan Muhammed Yunus Süleyman Said Abdullah Salih Ali Abaze Abaze Seyfan Ali Muhammed Ali Safer Şa’ban lil Şeyh Ahmed Derviş Süleyman Kami Said Ömer bin Ali Ali Ahmed Fazıl Ömer Tacir Ali Şefeta Abdullah Ebu-Şedre Halife.” Sahne-i harbden el-Alem ’in muhabiri yazıyor: “Yirmi gün evvel “Garyan”dan Aziziye’ye geldim. Maksadım geçen ayda pek az vukūat olduğu için Aziziye’de … Zanzu’da Fındık’da Buğşir’de bulunan mücahidinin ahvalini görmekti. Lehü’l-hamd cümlesini arzu edildiği gibi gördüm. Adedleri kafi olduğu gibi meserretleri de yerindedir. Düşmanlar harb için yeni bir usul ittihaz ettiler ve hala da onu muhafaza ediyorlar. Ölüler gibi istihkamat dahilinde –bazı mücahidlerin harbe da’vetlerini ima eder harekat-ı müteaddidelerine rağmen– iltizam-ı sükun ve rahattır. Mücahidlerin lerde istihkamatın dahiline girip oradaki hayvanları önlerine sürmek suretiyle almaya kadar vardılar. Kendi gözlerimle gördüm: Otuz mücahid önlerinde İtalyanlardan aldıkları dört inek dokuz koyunu üzerlerinde tihkamattan dönüp ordugaha gidiyorlardı. Bugün Seydi Abdülcelil’de hafif bir müsademe vukū’ bularak düşmanın inhizamı ve filonun himayesi altına ilticası birçok deve vasıl oldu. Bu develer esliha ve cebehane ve saireyi hamil olduğu halde Fizan’dan darülharbe gelen birkaç bin develik bir kafileden müfrezdir. evrak-ı matbuanın ihtiva eylediği züll ü meskenet ibareleri düşmanın son derece müzayakada olduğu ve kuvve-i ma’neviyyesinden bir eser kalmadığı istidlal olunuyor. Bu evrak mücahidinin şevk ve neşatını arttırmakta ve vatan-ı muazzezlerine muhabbet ve irtibatlarını takviye eylemektedir.” Emir hazretleri Cenubi Buhara’da icra etmekte olduğu seyahatinden avdet etmiştir. Emirin bu seyahatine bir ma’na-yı siyasi verilmektedir. Türkistan-ı Çini’de vaki’ olan iğtişaşattan dolayı Ruslar gerek Çin gerek Afgan hududuna asker tahşid ediyorlar. “Cenubi Buhara’da Rus asakiri az görüldüğünden leceği düşünülmüş ve emir hazretlerinin seyahatine bu nokta-i nazardan lüzum görülmüştür.” diye bir fikir vardır. Rus Hükumeti ile Buhara Emareti beyninde vaki’ olan muahede vechile Rus mirabları zarfında Buhara arazisini de irva ve iskaya ahden mecburdurlar. Fakat takarrur etmiş bir teamül üzere Rus mirabları külliyetli bir rüşvet almayınca Buhara mezari’ine su vermezler. Bu sene rüşvetin te’diyesinde biraz te’hir vukū’ bulduğundan Buhara pamuk zürra’ı külliyetli hasarata uğramıştır. Dört beş aydan beri Yeni Buhara’da neşredilmekte olan Farisiyyü’l-ibare Buhara-yı Şerif gazetesi ahiren sermayesizlik yüzünden dolayı mahkum-ı ta’til iken Buhara maarif-perveranı tarafından teşkil olunan bir şirketin hamiyeti sayesinde tekrar neşriyata başlamıştır. Gazetenin her numarasında İstanbul muhabir-i mahsusu tarafından mufassal mektuplar neşrediliyor. Şehr-i halin on beşinde birkaç silahlı Rum Hanya Ovası’ndaki Aksilo Famara mevkiine giderek ve Ağa-zade Şakir Bey’in çobanlarını bağlayarak koyun gasb ve sirkat etmiştir. § Hanya Matbaa-i Vilayet Müdürü Kalerki’nin zevcesi Atina Eytamhanesi’nden almış olduğu bir öksüz kızı dayak altında itlaf eyledikten sonra bu cinayeti hükumete sezdirmeksizin gömdürmüş ise de ba’dehu iş komşular vasıtasıyle meydana çıkmış olmağla katil kadın tevkīf edilmiştir. Girit’te birçok hıristiyanın levha-i hatırlarından “ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt” akīdesi silinmiş ve bu yüzden birçok cinayat ve sirkatler vukū’ bulmakta bulunmuş olmağla köylere telkīn-i din münadileri çıkarılmasını Venizelos’un mürevvic-i efkarı olan Greeks gazetesi tavsiye ediyor. Girit - İstikbal nan hususi haberlere nazaran efkar-ı umumiyyede hissedilen adem-i emniyyet ve ara sıra ızhar olunan şikayetlerden dolayı hükumet bir an evvel meclis-i millinin küşadına lüzum görüyor. Fakat diğer taraftan intihabatın tamamıyle kendi lehine neticeleneceğinden emin olmadığı için menfaatini teahhurda buluyor. Shuster Mes’elesi ve Rus ültimatomlarından sonra İran hükumeti şiddetli surette Rus ve İngiliz sefaretlerinin taht-ı nüfuzuna girdiğinden her bir mes’elede onların tarz-ı telakkīlerini nazar-ı i’tibara almak mecburiyet-i elimesindedir. İntihabat mes’elesinde dahi bu mecburiyet bütün an’anatıyle hissediliyor. Ruslar esasen meclis-i millinin küşadı aleyhindedirler. İngilizler ise bilakis meclisin vücudunu kendi nüfuzlarıyla o kadar da münafi görmüyorlar. Ruslar hatta Mehmed Ali Mirza’yı tekrar İran tahtına iclastan sarf-ı nazar etmemiş gibi bir vaz’iyettedirler. Rus mahafil-i siyasiyyesine merbut olan müteneffizin yakın bir zamanda Mehmed Ali Mirza’nın tekrar İran’a avdet edeceğinden bahsediyorlar. İşte bu suretle İran kabinesi iki ateş sında iade-i haysiyyet etmek üzere elzem görüyor. Aynı zamanda meclisin “fazla vatanperver” olmak ihtimalinden de titriyor. Zira öyle bir meclis Rusların hoşuna gitmeyecek ve zavallı memleketin başına yeni entrikalar açılmasını mucib olacaktır. Ruslar Tebriz’de icra ettikleri mezalimi müteakıb Fikir namında bir gazete te’sis ettiler. Rusların Han ile Rus konsülatosunun tahsisatıyla neşredilen bu gazete evvelce bir Ermeni’nin taht-ı idaresinde neşrolunuyordu. Anlaşılan İslam müctehidlerinin kanlı cenazelerinin aşura gibi bir yevm-i mukaddeste teşhir edilmesinden mütevellid olan heyecan o kadar müessirmiş ki Ruslar muzmerr-i fasidlerini setretmek kasdıyle neşrettirmek istedikleri bir paçavranın müdürlüğü rezaletini deruhde eden alçak bir müslüman bulmakta evvel emirde duçar-ı müşkilat olmuşlar. Fakat biraz sonra istedikleri alçağı bulmuş ve “Dervartanyan” ism-i şumunu “Mirza Hasan” imza-yı leimi ile tebdil etmişlerdir. Tabii mekteplere Kazaklar yerleştiren matbaaları yıkıp yakan Rusların gazete te’sisi fikrine düşmelerinde ne gibi bir “saik-ı medeni” olduğunu anlamak güç değildir. Bunlar istemişler ki icra ettikleri faaliyetten yerli ahalinin hoşnud olduğunu Avrupa’ya karşı iddia etsinler ve bunun delil-i maddisi olarak “İran efkar-ı umumiyyesi tercümanı” olan “yerli bir gazetenin ahbar ve mutalaatını ba-telgraf aktar-ı aleme yaysınlar.” Nasıl ki Rus nim-resmi telgraf ajansı “Agence Petersburg” öyle yapıyor. Tahran gazetesi Afitab tarafından “küfür” suretinde okutmaya layık görülen bu Fikir -i Rus bakınız veliyyü’n-ni’meti olan zalimlerin bir memleket-i İslamiyyeye karşı ettikleri su-i kasdda ne gibi bir lisan-ı leametle takdir-han oluyor. Fikir ’in son gelen nüshalarından birinde nefret-engiz böyle bir cümle okuyoruz. “Tefaddulat-ı ilahiyye ve teveccühat-ı hazret-i hüccet-i asr ecl-i ilah-ı ferceden olarak a’la-hazret imparator-ı devlet-i behiyye-i Rus biz ahaliye karşı rauf ve mihriban oldukları gibi asakir-i zafer-nümunu dahi dide-i İslam’ı ihya ediyorlar!” Zannedilmesin ki Tebriz bu paçavraya lazım gelen muameleyi esirgiyor. Tebriz’den yeni gelen birisinin rivayetine nazaran devr-i meşrutiyette neşrolunan gazetelerin müvezzi’leri Fikir gazetesinin daha müsaid bir şartla teklif edilen tevziini reddetmişler. Hali sokaklarda tesadüf eden Fikir müvezzi’leri dahi ahali tarafından darb ve tahkīr ediliyor ve ellerindeki gazeteler alınarak yırtılıyor. Ve bu “Samed Han – Rus” idaresinin sıfat-ı kaşifesi olan bila-muhakeme asılmak kafası kırılmak yüzü kulağı eli ayağı kesilmek gibi en şedid mücazata ma’ruz kalmak ihtimaline rağmen cesaret olunuyor. Bu husus nefretin derece-i şiddetini gösterir zannederiz. Fikir gazetesinin Osmanlı ahvaline dair verdiği ma’lumat tamamıyle bir takım kara haberlerden ibarettir ki bunu mahsus yaptığı şüphesizdir. – Sabık İran Maliye Müşaviri Amerikalı Morgan Shuster’in ne gibi tazyikat-ı siyasiyye neticesinde muma-ileyh Shuster İngilizce olarak İran hususunda mükemmel bir eser neşreylemiştir. Eser-i mezkur sahife olup müteaddid resimlerle müzeyyendir. Kendi umur-ı ıslahiyyesinde Rus ve İngiliz siyasileri tarafından duçar olduğu müşkilatı sened ve vesaik üzerine müstenid olarak birer birer beyan ediyor. Kitabın ünvanı İran’ın Boğulması ’dır. Filhakīka bu kitabı okurken insan bu zavallı memleket-i İslamiyyenin alem-i temeddünün gözü önünde nasıl zalimane ve feci’ bir halde boğulduğunu ra’na görüyor. Kitap Londra’da basılmıştır. Tahran’dan alınan mektuplara nazaran ahiren Şahseven akvamıyla vaki’ olan müsadematta Rus kuva-yı askeriyyesi mütevaliyen rine Ruslar harekat-ı ta’kībiyyenin ta’tilini muvafık bulmuş ve Şahsevenlerin te’dibi hususunu İran kuva-yı dahiliyyesine bırakmışlardır. Sipehdarın Tebriz’e vüruduyla Şahsevenlere karşı lazım gelen tedabir-i iskatiyye ittihaz edileceği Ruslarca ümid olunuyor. Muhterem kari’lerimiz! Abonelerini hep ilk numaradan düncü nüsah-ı matbuası da kalmadı. Maamafih siparişin teahhur etmemesi maksadıyle ilk numaradan abone olanlara mevcud nüshalar gönderilmekte ve eksik kalan numaralar da abone sahiplerinin adresleriyle beraber bir tarafa işaret edilmektedir. Bilahare ne mikdar tab’ı lazım geleceği anlaşıldıktan sonra basılıp hemen gönderilecektir. § Mektuplarda imza yanına abone sıra numarasının her halde yazılması unutulmamalıdır. Çünkü binlerce abone huruf-ı heca tertibiyle de bulunması müşkil ve vakit zıyaını mucib oluyor. Bu sebeple mektubun muamelesi de teahhur ediyor. Onun için mektuplarda abone sıra numarasının her halde işaret olunması imzanın açık muhtelif siparişlerin rakam sırasıyla yazılması reca olunur. Tercüme-i Meal-i Münifi “Onlar görmüyorlar mı ki her sene türlü türlü belalara musibetlere duçar oluyorlar. Sonra da –gariptir ki– ne nifak u şikaklarından nedamet ve tevbe ediyorlar ne de üzerlerinden eksik olmayan felaketlerden ibret alıyorlar.” * * * terkib-i celilindeki istiğrak hakīkī değil örfidir. Musibetler nifak u şikakın devamı müddetiyle mukayyeddir. Nifak u şikak devam ettikçe belalar mübareği!... nazm-ı kerimi “bir veya iki kere” demek değildir. Belki murad-ı ezel kesret ve tenevvu’-ı masaibdir. kelime-i celilesinin mader-i iştikakı “fitne”dir. “Fitne” mihnet ve bela ma’nasınadır. “Fitne” şirk ve küfür ma’nasına da müsta’meldir. “Fitne” hayat-ı ictimaiyi –az-çok– ihlal eden akval ve ef’al-i mefsedet-engizaneye de denir. “Fitne”nin kahr u gazab-ı ilahiye de ıtlakı caizdir. Nitekim Yani: “Ey mahbes-i cahime girmeye bi-hakkın liyakat gösteren caniler! Şimdi fitnenizi tadınız! Dünyada irtikab ettiğiniz türlü türlü fitne ve fesadların ceza-yı sezasını görünüz de fitnekarlık fesad-engizlik nasıl olurmuş anlayınız!” Müsebbeb olan azab-ı ilahi sebeb olan fitnenin ismiyle tevsim buyuruluyor. Allame Kadi merhum ve fazıl Ebussuud rahimehumallah; nazm-ı hakiminde “Fitne”yi; “İnsan duçar olduğu mihnet. Mesela öz vatanından çıkarılmak evini barkını bütün mamelekini o baba yurdunu o nene ocağını düşman eline bırakıp yağmur gibi göz yaşları dökerek hicrete mecbur edilmek. İşte bu felaket katilden daha dehhaştır daha tahammül-suzdur. Çünkü ve ıztırabat-ı vicdaniyye iki dakīkalık bir sekerat-ı mevt ile kat’iyyen nihayet bulur. Fakat vatandan ihraç musibeti öyle değil; o ateş-i hicret kalbde yanar durur.” diye tefsir ve izah ediyorlar. Bir daha tekrar edelim: Katilden eşedd olan fitne vatandan çıkarılmak hicrete icbar olunmak… Unutmayalım! Tercüme ve tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i celile Asr-ı Saadet’teki Medine-i Münevvere münafıkları hakkında hikmet-efza-yı nüzul olmuştur. O zümre-i şikak u nifakı levm ü takri’ ediyor. O –içlerinden bilahare iman etmiş olanlar müstesna– bedbahtları kalblerinde besledikleri nifak kin ve adavet İslamlar aleyhine fitneler uyandırmaya fesad ateşleri yakmaya teşvik ve tahris ediyor. Sonra o ateş-i fesadın alevlerini Allah’ın sarsar-ı kahr u gazabı kendi üzerlerine götürüyor; onları yakıp kavuruyor. Bu ayet-i celile vazıh bir lisan-ı hikmetle söylüyor ki nifak u şikak insanları maddeten-ma’nen kahr u tedmir eden en müdhiş bir maraz-ı ahlakīdir. Bu ma’nevi ve ruhi hastalığın cem’iyyat-ı beşeriyye arasındaki tahribat-ı hailesi koleradan müdhiş taundan mühlik vebadan bi-emandır. Bu hıred-suz hakīkate binlerce senelik tarih-i beşeriyye tin her sahifesi nifak u şikakın fitne ve fesadın kurbanı ol muş olan milletlerin hun-alud birer şahid-i inkıraz ve izmih lali iken yine ne hayrettir ne hikmettir ne garabettir ki em raz-ı sariyye-i maddiyyeden mütevahhiş ve tahribat-ı hanüman-suzundan mütedehhiş olup def’ u ref’i için fart-ı telaş ve ehemmiyetle vesait-ı tehaffuziyye ve tedabir-i şedide-i sıhhiyye ittihaz eden daima çareler bulmaya ilaçlar serumlar icadına çalışan insanlar taun-ı şikaka veba-yı nifaka sevdazede bir aşık gibi meftun olurlar. O cellad-ı insaniyyeti o katil-i cem’iyyeti kalblerinde dimağlarında beslerler. Maraz-ı maddinin savletinden bütün kuvvetleriyle alabildiklerine dünyanın bir ucundan diğerine kaçarken ondan bin kat müdhiş bin kat mühlik olan bir maraz-ı ma’neviSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib nin ağūş-ı cazibedarına!? can atarlar. Ona bile bile teslim-i ruh ederler!! İşte insanlardaki tenakus-ı akli! Dalal-i vicdani! Ama-yı idraki! Fakat ey pek zavallı akl-ı sakīm! Sen hey’et-i ictimaiyye-i milliyyenin nasıl bir kehfü’l-eman-ı hayat olduğunu bilmem niçin anlamıyor yahud –daha doğrusu!– niçin anlamak istemiyorsun? Sen o cem’iyetten çık! O sine-i şefkat-perverden ayrıl! O ağūş-ı vefa-küsterden çekil! Bir dağ başına git! Bir orman içine dal! Hatta aileni de birlikte götür! Bir ağaç kovuğunda bir mağara içinde dağdağasızca mes’udane? bahtiyarane yaşa!! Nasıl?... Mümkün değildir; muhaldir. Bu teklif bi-mealdir. Çünkü fıkdan-ı idrake daldir. Öyle mi? Bir daha öyle mi? Aferin bu idrak-i muhale! Demek o sence herşeyden muazzez olan hayatının muhafızı o kitle-i uhuvvet! O muhterem cem’iyet! O sine-i şefkat! O ağūş-ı insaniyyet! O mahvolursa senin de kıymetli hayatın sevgili canın mahvolur gider. Ya bu hakīkati idrak ediyorsun da sine-i şefkatinde efrad-ı ailenle saadetin bütün ma’nası içinde yaşamakta olduğun o –sence hayatın kadar kıymetdar canın kadar muazzez olan– cem’iyetin hayatını neden düşünmüyorsun? O mukaddes hayatı düşünmek aynıyle kendi öz canını düşünmek değil mi? İşte bir dağ başına çekilmenin bir ağaç kovuğunda bir mağara içinde yaşamanın imkansızlığını Gerçi bu ayet-i celile on dört asır evvelki münafıkīn hakkında nazil olmuştur. Fakat bak! İbret gözüyle bak ki mütevali fitnelerden mütenevvi’ belalardan musibetlerden felaketlerden bahsediyor. Mahşer dolusu dulları yetimleri yerleri sarsan gökleri inleten feryad ü figanları sonra kaht u galaları tufan-nümun boraları doluları memleketleri altını üstüne getiren zelzeleleri haber veriyor. Bunların hepsi nazm-ı celilinin mader-i iştikakı olan “fitne” lafz-ı ammının daire-i şümulü dahilinde. Guya şimdi şeref-nüzul etmiş de bizi gösteriyor. Bizi levm ü tevbih ediyor. Bizim vasf-ı hal-i felaket-mealimiz oluyor. Bizi tevbeye tezekküre ki Cenab-ı Kur’an -ı Mübin gibi her emri ayn-ı ni’met her nehyi mahz-ı hikmet olan bir menba’-ı kavanin-i insaniyyeti bir me’haz-i desatir-i medeniyyeti bir mürşid-i şahrah-ı selamet ü saadeti omuzundan fırlatıp arkasına atsın da sonra yine selamet-i hal ve saadet-i istikbal umsun! Umsun umsun!! Tercümesi “Hepiniz birden Allah’ın kitabına sımsıkı tutununuz; birbirinizden ayrılmayınız; Cenab-ı Hakk’ın üzerinizdeki ni’metini hatırlayınız: Hani bir zamanlar birbirinize düşman idiniz o sizin kalblerinizi birleştirdi de onun lutfu sayesinde kardeş oldunuz; hani bir zamanlar Cehennem uçurumunun kenarında diye Allah ayetlerini size böylece bildiriyor.” * * * Ayet-i celile Al-i İmran Suresi’ne mensubdur. gibi ehadis-i sahihaya bakılınca ayet-i kerimedeki Hablullah’ın Kur’an olduğu anlaşılır. Bundan maksad İslam’dır diyenler de olmuştur. Zaten bu iki tevcih birbirinden ayrı değildir ki. Öyle ya Kur’an İslam’ın kitabı İslam ise o kitabın meal-i müstetabıdır. Cemaat-i müsliminin hem dünyada perişan hem ukbada mahkum-i hüsran olmaması için -her ne surette her ne mahiyette olursa olsun- tefrikayı intac edecek bütün hareketlerden bizi nehyeden ayet yalnız şu tercüme ettiğimizdir zannına düşmeyelim. gibi daha bir çok ayat-ı şerife ile namütenahi ehadis-i münife hep ya aynı gaye-i vahdete sevk edecek birer emri yahud o gayetten uzaklaşmamak hakkında birer nehyi tazammun ediyor. Ne hacet! Bu evamirin bu nevahinin hiç biri olmasa edasıyle me’mur olduğumuz feraiz ta Çin surlarına yaslanmış bir Moğol ile Şar Balkanı eteklerinde dolaşan bir Arnavut arasında en sağlam bir uhuvvet rabıtası vücuda getirecek mahiyeti haiz değil mi? Tarih-i İslam’a azıcık vukūfu olanlar Ensar’ın Muhacirin’e karşı ne büyük fedakarlıklar gösterdiğini bilirler. Evet semahatin insaniyetin bu derecesi o vakte kadar vukūa değil hatıra bile gelmemişti! Halbuki zaman-ı cahiliyyette bunlar birbirinin hasm-ı canı idiler. Muhtelif kabileler arasındaki kanlı muharebeler bitmek tükenmek bilir takımdan değildi. Nitekim Evs ile Hazrec tam yüz yirmi yıl birbirini boğazlamıştı. İşte asırlarca süren bu müdhiş muhasamata hatimeyi Müslümanlık verdi. Kabail yekdiğerine karşı hasm-ı can iken feyz-i İslam ile birden bire yar-ı can oldu. Artık bu tekarrür eden sulhün teessüs eden uhuvvetin saye-i saadetinde pek bahtiyar bir hayata nail olan Ceziretü’l-Arab sakinleri putperestlik levsinden sıyrılarak saha-i nura-nur-ı tevhide yükselmek suretiyle hayat-ı bakıyyelerini de te’min eylediler. lan; her zaman yada alınması emr olunan ni’met bu ni’met-i uzmadır. Müslümanlık ırk renk lisan muhit iklim i’tibarıyle birbirine büsbütün yabancı unsurları aynı milliyet altında cem’ eden yegane rabıta iken; hele biz Osmanlılar için dünyada bu rabıtaya dört el ile sarılmaktan başka selamet yolu yokken; şu son senelerde meydana çıkardığımız kavmiyet asabiyet gürültülerine şaşmamak elden gelmez! Bu kadar hükumat-i İslamiyye hep tefrika yüzünden mahvoldu; hem bir çoğu gözümüzün önünde kaynayıp gitti de biz hala intibaha gelmiyoruz; hala milleti namütenahi parçalara ayıracak bir siyaset güdüyoruz! Ey cemaat-i müslimin aklınızı başınıza alınız; gayret-i kavmiyyeyi bir tarafa bırakınız. Rabıta-i dini biraz daha ihmal edecek olursanız iyi biliniz ki tarumar olur gidersiniz. Hem o perişanlıktan sonra bir daha dünyada cem’iyet yüzü göreceğiniz olmadığı gibi ferda-yı kıyamette de huzur-ı Rabbü’l-alemin’e çıkacak yüzünüz kalmayacaktır. Zira bakınız Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri ne buyuruyorlar: Bu hadis-i şerif Sünen-i Ebi-Davud hadislerindendir. Ravisi Cübeyr bin Mut’im radıyallahu anh dır. Ma’na-yı şerifi: “Asabiyet da’vasına kalkışan onu tervic ve teşvik eden bizden değildir. Asabiyet üzerine kıtale girişen de bizden değildir. Kezalik asabiyet da’vası üzerine ölen de bizden değildir.” “Bizden değildir.” demek olan va’id-i şedidini havi olan ehadis-i münife-i nebeviyye biz müslümanların suret-i mahsusada nazar-ı dikkat ve ehemmiyetini celbetmeye sezadır. Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in “Bizden değildir.” diyecek derecede tevbih ve takri’ine layık olanlar; “Acaba Din-i İslam’ın daire-i hıfz u emanına dahil midirler?” diye bi-hakkın şüphe edilebilir. Hususat-ı sairede olduğu gibi din hususundaki cehlimiz de bir dereceye varmıştır ki bu derece şedid olan tehdidden bile haberdar değiliz. İnsan kütüb-i hadisin sahayif-i kudsiyyesini karıştırırken her adım başında öyle tenbihlere öyle tevbihlere tesadüf ediyor ki mehbıt-ı vahy olan Zat-ı Celil-i Risalet-penahi’nin nizam-ı ictima’-ı beni ademi te’min edecek külliyyat ve cüz’iyyat-ı umurun hiç birini ihmal etmemiş olduklarını görerek veleh ü hayretle karışık bir itmi’nan ile şu’le-i imanındaki kuvvet tezauf ediyor. Ve ahkam-ı Din-i Mübinimiz’in saika-i nadani ile layık görüldüğü gaflet ü nisyana bakarak Alem-i İslam’ın bu günkü hal-i perişandan daha dun bir derekeye nasıl olup da sukūt etmediğine şaşıyor. Bu hadis-i şerifde mevzu’-ı bahs olan nehy-i şedid ve kat’i müsliminin hanüman-ı bakasını yıkmak beynlerinde kanlı mücadelata yol açmak şanından olan “iltizam-ı asabiyyet” hakkındadır. “Asabiyet” kendi asabesini akrabasını himaye maksadıyle diğer kimselere tecavüz etmek ma’nasına gelir ki Beyhakī’nin Vasile bin el-Eskaf’dan rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte; “Asabiyet kavmine zulm üzere yardım etmendir.” diye ta’rif buyurulması da buna şahiddir. Din-i İslam dahil-i daire-i necatı olanlar beyninde bir müsavat-ı tamme te’sis etmiştir. Bütün müslümanlar kardeştir. Lisan-ı Şeriat’te nerede [ ah] kelimesi varid olmuş ise maksud uhuvvet-i diniyyedir uhuvvet-i nesebiyye değildir. Dinimiz bizi müsavata o derece alıştırmak istemiştir ki imanımızın kemalini nefsimiz için arzu ettiğimiz hayrat ve saadatı bütün mü’min kardeşlerimiz için de bila-ziyade vela-noksan arzu etmemize ta’lik etmiştir. mısdak-ı celilince bir mü’min diğer mü’minin ayinesidir adeta nüsha-i diğeridir. Bütün müslümanların milyonlarca eşbah içinde ruh-ı vahid olması terbiye-i İslamiyyenin en büyük gayesidir. Aba vü ecdadı evlad ü akaribi kavm u kabileyi unsur u milliyeti diğer müslimine tercih etmek hissi bu rütbe imtizac-ı ervahın acaba neresine sığar? Meşarik u mağaribde sakin olan müslümanlar –ruh-ı Şeriat’e muvafık bir terbiyeleri varsa– yekdiğerine nazaran yalnız müslümandırlar kardeştirler. Kiminin Arab kiminin Türk kiminin Acem kiminin Hindli olması hiçbir vech ile aralarına ilka-yı nifak u şikak edemez. Her biri; “müslümanlar şöyle böyle olsun!” der de hiç biri; “Benim kavmim şöyle olsun böyle olsun!” diyemez. Kendisi için akarib ü hişanı için kavm u kabilesi için arayabileceği saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyenin amme-i müslimine aid olmasını arzu etmeyen müslüman yoktur. Bir müslüman hiçbir vakitte kendi kavm u kabilesinin suret-i mahsusada saadet-mend olmasını temenni edemez; ederse henüz kalbi halavet-i imandan nasibedar olmamış demektir. Ve bu hadis-i şerifin mazmun-ı münifine nazaran ona adeta müslüman demek bile caiz değildir. “ Ey nas! Biz sizi erkek ile kadından yarattık. Adedinizi çoğaltıp –mahza birbirinizi tanıyasınız diye– sizi bir takım şuub ve kabaile ayırdık. Şüphesiz en keriminiz nezd-i ilahide en ziyade sahib-i takva olanınızdır.” ayet-i kerimesi aba vü ecdadın şuub u kabailin tehalüf ü akvamın nazar-ı İslam’daki vaz’ u menziletini bize pek sarih olarak gösteriyor. Ayet-i kerimeden anlıyoruz ki bu teferruk ve inkısam tanışmak ve sıla-i rahme medar olmak içindir. Nitekim Tirmizi’nin Ebu-Hüreyre radıyallahu anhdan rivayeten tahric eylediği bir hadis-i şerifde; [ Ebvabü’l-Birr ve’s-Sıla ] “Ensabınıza dair sıla-i erhama kifayet edecek kadar ilim edininiz! Zira sıla-i rahm ehle muhabbete malın ziyadesine ecelin gerilemesine sebebdir.” buyuruluyor ki teallüm-i ensab ile mükellefiyetimiz yalnız sıla-i rahme yarayacak mikdara maksurdur. Uzun boylu aba vü ecdadı sayıp tefahur etmek ise maksad-ı Şer’-i Şerif’e külliyyen mugayirdir. Zira bütün kabail ü akvam bir anadan bir babadan müteşa’ib olduğu cihetle beynlerinde rüchan ve tefavüt yoktur. İnsanlar arasında medar-ı imtiyaz olacak bir tefavüt-i hakīkī varsa o da derece-i takvadadır. Müttakī olan kimse –Arab olsun Acem olsun– fasıkdan kafirden Ukbe bin Amir radıyallahu anhdan rivayet ettiği bir hadis-i sahihde; “ Hiçbir kimsenin diğer kimse üzerine fazl ü meziyeti yoktur. Tefazul yalnız din veya amel-i salih ile olur.” buyurulmuştur. Habl-i ilahi ile i’tisama mani’ olan teferruka meydan vermemek hem-nesebi olmasından dolayı değil– mahza müslüman ol duğundan dolayı sevmek himaye etmek hayr-ı İslam’ı nef’-i zati ve kavmiye tercih etmek haslet-i celilesini kalblerimize yerleştirmek maksad-ı kudsisiyle varid olan ehadis-i şerife o kadar çoktur ki zikr u irad etmekle bitiremeyiz. Yalnız haccetü’l-veda’da irad buyurulan o meşhur hutbe-i celilenin şu fıkralarını zikr ile iktifa ederiz: Ma’na-yı şerifi: “Ey nas! Agah olunuz ki Rabbiniz birdir. Agah olunuz ki babanız da birdir. Biliniz ki hiçbir Arabinin Acemi hiçbir Aceminin de Arabi üzerine kezalik hiçbir siyah renklinin siyah olmayana hiçbir siyah olmayanın da siyah renkli üzerine fazl ü rüchanı yoktur. Meğer ki takva leyiniz; tebliğ ettim mi?” Buna karşı; “Evet Ya Resulallah!” denilince; “Öyle ise hazır olan gaib olana bu sözümü tebliğ etsin!” buyurdular.”“ Hadis-i şerifin ma’nası üstünde muhtac-ı şerh u tafsil değildir. Anasır hakkındaki siyaset-i Şer’iyye meydanda teferruk u şikakı nefye maksur iken bir müddetten beridir “Arab Türk Arnavud” gibi kelimelerin sahaif-i siyasette yer bulması İslam’ın son ilticagahı olan vatan-ı azizimizi gözbebeği gibi sıyanet hissiyle kalbi lerzişdar olan biçare müslümanların kalbinde nasıl bir te’sir bıraktığını öğrenmeyi kari’lerimizin vicdanına terkediyoruz. Hiss-i tedeyyünden muhabbet-i Resul’den teberri etmedikçe böyle bir da’va-yı cahileye kıyam edemeyeceği şüphesiz olan züama-yı teferruk u inhilalin haline teessüf etmek hatırımızdan geçmez. Çünkü bu züama-yı teferruk u inhilal zaten ribka-i İslam’ı gerden-i taatten atmadıkça bu milleti göz göre göre hufre-i helake sürüye sürüye götürmeye çalışmazlardı. Bizim acıdığımız bunların ma’lumat-ı siyasiyyesine aldanan cühela-yı kavimdir ki bilmeyerek anlamayarak hem dinlerinden çıkıyor Nebiyy-i Zişanları’ndan teberri ediyor hem de saadet-i dünyeviyyelerini mahvediyorlar. Bizim ağladığımız bu son yüz tutarak nam-ı İslam’ın düşman ağızlarında hakīr u zelil olması şevket-i İslam’ın bi-nişan olarak yalnız tarih kitaplarının mevzuatı miyanında kalmasıdır. Kavm u unsur nizaı! Din-i İslam’ın işte bunun kadar buğzettiği bundan ziyade nefret ettiği şey yoktur. Ensab u ahsab kökünden kesmek için Sahib-i Şeriat s allallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in neler söylediğini bu cahilane asabiyetler Übeyy bin Ka’b radıyallahu anhden rivayeten İmam Ahmed buyuruluyor: “ Bir kimsenin cahiliyet adeti üzere ‘ya li-fülan’ diyerek kavm u kabilesine intisab ederek istimdad ettiğini görürseniz ona; ‘babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz ve bu sözü açık açık söyleyerek kinaye tarikına sapmayınız!” Haya ve nezahette muallim-i alem olan Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’ce İslam’a intisabı bırakıp da kavm u kabileye intisab etmenin ne kadar çirkin olduğunu anlayınız ki böyle yapan herife karşı kinaye ile ifade-i meramdan bile bizi nehyetmiş ve hatta aba vü ecdadını makam-ı tefahurda ta’dad eden bir kimse hakkında kinayesiz olarak bu ta’biri aynen isti’mal buyurmuşlardır. Ebu-Hüreyre radıyallahu anh rivayet ettiği şu hadis-i şerifte kavm u kabile niza’ının akıbet-i feciasını bize gösteriyor: : : “ Nizar evladı; ‘Yetişin ey Nizar evladı!’ Yemenliler de: ‘Yetişin ey Kahtan evladı!’ dedi mi hemen zarar nazil olur nusret-i ilahiyye ref’ olunur. Cümlesine de kılıç taslit olunur.” Bidayet-i fütuh-ı İslam’da muharebata iştirak eden Beni-Süleym Kabilesi’nden Kubeysa namında bir zat diyor ki: “Hureybe denilen mevki’de Utbe bin Gazvan’ın ordusunda bulunuyordum. Utbe orduyu toplamak için olacak; “Ya ashabe Sureti’l-Bakara!” diye nida etti. Öteden biri de; “Ya Ale Şeyban!” diye bağırdı. Bu bağırtıyı duyunca hemen üzerine yürüdüm. O ise mızrağını bana doğrultup; “Savul önümden!” dedi. Elimdeki yay ile mızrağını kendimden uzaklaştırıp sakalına yapıştım ve Utbe’nin huzuruna götürdüm. Utbe o adam hakkında Ömer’e bir kağıt yazdı. Cenab-ı Ömer cevabında; “Böyle cahiliyet da’vası etmişken onu benim yanıma göndermiş olaydın cellad karşısına koyup boynunu ururdum. Zira buna layıktır. Fakat madem ki haps ile iktifa etmişsin artık öldürme de yanına çağır ve yeniden ahd ü bey’at al da salıver.” diye yazdı.” ğumuz şu bina-yı muazzamı Hazret-i Resul-i Ekrem’in sallallahu aleyhi ve sellem eser-i telkīni olan böyle bir siyasetle te’sis ettiler. Biz ise hala Türklük Arablık Arnavudluk gaileleriyle hem kendimizi hem kainatı bi-huzur ediyoruz. En son naklettiğimiz hadis-i şerifin mısdakınca ne olduğumuzu ne olacağımızı şaşıracak kadar zarara uğradık. Nasr u zafer kokusunu da artık almaz olduk. Nasr tecelli etse bile faidesinden mahrum oluyoruz. İnzarın son kısmı kalıyor ki o da mütehakkıktır. Zira yekdiğerimizi boğazlamaktan çekinmiyoruz. Cenab-ı Hak ceza-yı amelimiz olarak seyf-i kahrı üzerimize taslit etmiştir. Aklı başında olanları düşündürecek yalnız bir nokta var: Acaba kendi kılıçlarımız düşman kılıçlarının araya girmesine meydan bırakacak mı?... MENŞE’-İ HURAFAT – İSLAMİYET’İN HURAFAT HAKKINDAKİ AHKAM-I İRŞADİYYE VE TAHRIMİYYESİ – RÜ’YA Emin Rauf imzasıyle aldığımız bir mektupta şu yolda idare-i lisan ediliyor: “Ma’lum ya bizde kökleşmiş bazı i’tikadat vardır: Yolda önüne şu çıkarsa uğur bu çıkarsa muzır; rü’yada şunu görürsen zengin olacaksın bunu görürsen başına felaket gelecek; bu kabilden mani’-i teşebbüs ve terakkī şeyler. Şeriat-i Garra-yı Ahmediyye’nin bu hususdaki nokta-i nazarı nedir? Bu yolda ebatile i’tikadı nahi Kitap ve Sünnet’te ne gibi ahkam-ı münciyye var? Bu cihetlerin izahı… ilh.” Emin Rauf Beyefendi’yle bu babda biz de tamamıyle hemfikiriz. Filhakīka akvam-ı saire gibi bizde de Din-i Mübin namına sicill-i hurafata geçirilmiş birçok ebatil vardır ki mi lazım geleceğini cidden ta’yinden aciz kalıyor. Nur-ı hak ve hakīkatle tenvir-i meslek edemeyen edvar-ı cahiliyyetin mevaris-i meş’umesinden olan bir takım i’tikadat-ı batılanın beyne’l-ümem taksiminde maatteessüf bizim hissemize de birçok şeyler isabet etmesi gayet tabii idi. Fakat öyle isabet ki bizim için mahz-ı musibet olmuş. Emin Rauf Beyefendi’nin sualine cevap vermeden evvel öteden beri insanları te’sirine zebun eden akaid-i batılanın menşe’ine dair bir iki söz söylemek istiyoruz. Vakıa söylenecek sözlerin pek o kadar sadede tealluku yoksa da sırası gelmiş iken söylenilmesinde de bir mahzur olmasa gerek. Şu halde verilecek cevap kendilerine cevap münasebetiyle yazılacak diğer sözler de diğer kimselere aid olmuş olur. Enfüsi ve afakī her türlü hadisatın esbab-ı mucibesini anlamak hiss-i fıtrisiyle mecbul olan insanlar vadi-i tedkīkata doğru yoldan gitmişler ise doğru neticeler elde etmişler yanlış yoldan gitmişler ise yanlış netayice destres olmuşlardır. Fakat ister istifade edilsin ister edilmesin alemde hiçbir sa’y heder olmaz. Bir nokta-i nazara göre heder olmuş gibi görünen bir sa’y diğer bir nokta-i nazara göre asla heder olmamıştır. Fikrimizi müeyyid misal pek çoktur. Mesela bir zaman insanlar maadin-i hasiseyi altına kalbetmek sevda-yı hamına düştüler. Hasis ma’denleri altına kalbedeyim derken kimya potalarında nice altınları mevadd-ı hasiseye kalb ve tahvil ettiler! Fakat yine sa’yleri heder olmadı; muhale masruf olan bu mesai bugün cihan-ı şe’-i zuhuru oldu. Keza evailde asar-ı süfliyyeyi müessirat-ı ulviyyenin te’sirinde arayıp yeryüzünde zuhur eden hadisatın kaffesini ecram-ı semaviyyenin tedbir ve tasarrufuna atfettiler. Bu saika-i hata-aludun delaletine ittiba’ ile gözlerini füshat-saray-ı asmana tevcih ederek her biri kendi hesabına medarında sair olan yıldızların harekatını tedkīka başladılar. Fakat maksad tamamıyle başka olduğu için tedkīkat-ı nazariyyeleri inkişaf-ı hakīkat kadar tevsi’-i hayale de hizmet etti tedkīkat-ı nazariyyelerinin tatbikat-ı ameliyyesi vadi-i hurafata yol açtı o devirlerin alimleri tarafından ilm-i nücum namına la-yuad hurafat mecmuaları te’lif edildi. Bu suretle alem-i insaniyyet vehim deryasında boğuldu. Lakin insanların birçok mahaziri mutazammın olan bu mesaileri yine heder olmadı. Zira ilm-i nücum kendi cinsinden diğer bir fenn-i ulvinin hey’et-i cedidenin esasını vaz’ etti. Bu fenn-i celil de kendisini kubbe-i sema gibi tahayyül olunan fanus-ı nesiminin içinde mahbus zanneden tair-i kudsi-i fikreti bulunduğu tengna-yı ıztırabdan tahlis ile ona namütenahi bir saha-i cevelan gösterdi. Fakat çi faide; fenn-i nücumun istihalat-ı tekamüliyyesi şimdiki dereceye gelinceye kadar dünyanın her tarafında birçok bakaya-yı istihaliyye bıraktı ki binlerce dest-i mesai hala onları temizlemeye süpürmeye muvaffak olamıyor. Kimya-yı mevhumun daire-i hurafatı nisbeten mahdud kalmakla beraber nücumunki alabildiğine tevessü’ etti. Nücum la-yuad hurafatın la-yuad ebatilin ümm-i veludu oldu. Lisan-ı Yunani’de hikaye masal ma’nasını tazammun eden “istorya” lafzıyle Lisan-ı Arab’da efsane ve hurafe ma’nasını nı’nda yıldız ma’nasını mutazammın olan “asteron” kelimesinden müştak olmaları şecere-i ensab-ı ekazibin kökü ilm-i nücum olduğuna delalet eylemektedir. Hatta bizim “tarih” kelimesi de “istorya” kelimesinin muharrefidir; vech-i tahrifin tahriri i’lal şeklini alacağından tafsilinden sarf-ı nazar olundu. Mısır’dan Yunanistan’a oradan da bütün Avrupa’ya intikal etti. Husuf ve küsufun müneccimler tarafından kable’l-vukū’ Avam u havas o gibi hadisat-ı semaviyyenin ta’yin-i vakitdeki neccimlerin her sözü herkes tarafından nass-ı münzel gibi telakkī edildi. Mürur-ı zaman ile ilm-i nücuma hayatın hakimi nazımı nazarıyle bakıldı. Müneccimler hükümdarların müşavir-i hassu’l-hassı oldular. Hükümdarlar onların haber verdikleri her şeyde tahallüf na-pezir bir isabet tevehhüm ederek sema-yı gayb-ı Hüviyyetten istirak-ı sem’ eden bir takım şeyatin-i insin dildade-i hurafatı zebun-ı tahakkümü oldular. Her teşebbüslerinde onlardan re’y sordular. Harbi onların re’yleriyle i’lan mebaniye onların re’yleriyle tarh-ı bünyan ettiler. Müneccimlerin vakt-i muhtarı mu’zamat-ı umura inhisar dairesinde kalmadı. Mesela izdivac akdi izdivaca müteallik bazı levazimin icrası gibi şeylerle esvab biçmek tıraş olmak hamama girmek tırnak kesmek sefer veya nakl-i hane etmek gibi zaruriyyatın kaffesinde de vakt-i muhtar arandı. İş bu dereceyi bulduktan sonra birçok yalanlar birçok hurafeler meydan aldı. Bu efsunları bu efsaneleri havi la-yuad zayirçeler takvimler tertib mülhameler bilmem neler te’lif edildi. Herkes tarafından bu eserlere kütüb-i semaviyyenin zeyli belki de mütemmimi nazarıyle bakıldı. Keza ilm-i nücumun telkīni ile teammüm eden efsane ler yalnız o ilme münhasır kalmayıp mürur-ı zaman ile bunlardan başka ilimler başka alimler de zuhur etti. Mesela menabi’-i hurafatın en mühimlerinden olan Roma “ogur”ları yani mütetayyirleri bu kabildendir. Latince bir kelime olan bu “ogur” lafzıyle Türkçe “uğur” kelimesi beynindeki müşabehet calib-i dikkattir. Uğurdan yahud uğursuzluktan bahseden bu kahinler kuşların uçmasından kaçmasından ötmesinden susmasından birçok ahkam istinbat ettikleri gibi husuf ve küsufdan ra’d ü berkden kuyruklu yıldızlardan da türlü ma’nalar türlü hükümler çıkarırlar idi. O zaman sahne-i hurafatta en mühim rolü icra eden de hala o vazife uhdesinden sakıt olmayan puğu kuşu idi. Lisan-ı Farisi’de baykuş ma’nasını ifade eden “agur” lafzıyla Latince “ogur” kelimesi beynindeki müşabehet de şayan-ı mülahazadır. Baykuşun ism-i meşhuru olan “bum” lafzı elfaz-ı mütevarideden yani hem Arabi hem de Farisi’dir. Ahu vezninde “agu” ve şubu vezninde “ogu” kelimeleri de baykuşun esma-i Farisiyyesindendir. Bu isimlerin de “uğur” lafzıyle münasebeti vardır. Eski Romalıların “ogur”lardan başka bir de “aruspis”leri var idi. Bunlar ma’bedlerde zebh olunan kurbanların ahşa-yı batniyyelerine bakıp onlardan türlü ma’nalar çıkarırlar idi. “Aruspis”ler ahşa-yı [] hayvanattan başka arzi semavi diğer hadisattan da bakıp ahkam çıkarmak o devirden kalma saçmalardandır. Roma’nın “sibil” cybil denilen kahinelerini de unutmayalım. Roma halkı daima bu kadınlara müracaat ederler onlar da keşf-i istikbale dair alem-i gaybdan aldıkları ma’lumatı tekerleme suretinde irad ettikleri bir takım cümel-i mübheme ile müracaatkarana tebliğ eylerler idi. Bunlardan biri Roma’nın ahval-i müstakbelesine aid istihracatı havi bir zayirçeyi İmparator I. Tarquinius’a satmış fakat bu eser “Capitole” Yangını’nda yanmış idi. Hatiflerin de ta’mim-i hurafata büyük hizmetleri oldu. Herhangi bir şey için ma’budlara müracaat eden kimselere onların cevaplarını tebliğe vasıta olan bu adamlar bir zamanlar Asya-yı Suğra ile Yunanistan’da İtalya’da nam vermişler avam u havassı kabza-i teshirlerine almışlar idi. Hülasa gaibden haber vermek da’vası insaniyet kadar kadimdir. Dünyanın hiçbir yeri yoktur ki orada bir kahin bir hatif bir müneccim bir falcı zuhur etmiş olmasın. Bundan dolayı ezmine-i kadimeyi tahtieye asla hakkımız yoktur. İçinde bulunduğumuz Yirminci Asr-ı medeniyyette bile yüz binlerce adamların gaybdan haber vermek san’atiyle te’min-i maişet ettikleri görülüp işitilmektedir. Hatta bunlardan sadır olan garaibe bugün en akıl en münevver geçinenlerimiz bile yorlar. Manyetizm ispirtizm ipnotizm telepati gibi şeyler yavaş yavaş bir devr-i kehanet açacak gibi görünmektedir. Ancak edvar-ı kadimedeki usul-i kehanetle şimdiki usul-i kehanet beyninde bir fark varsa o da şimdi kahinlerin daha kaide-perverane hareket etmeleri tedkīkat-ı vakıalarından vine çalışmalarıdır. sirayetinden bittabi’ kavm-i Arab da muhafaza-i nefs edemedi. Menşe’-i hurafat olan ulum-ı garibe onlar nezdinde de büyük bir rağbete mazhar oldu. Devr-i cahiliyyette Arabistan’da da birçok kahinler arraflar müneccimler falcılar zuhur etti. Binaen-aleyh Arablar da hurafat deryasına daldılar. Hurafat-ı Arabiyyenin en meşhuru oklarla tefe’ül usulü demek olan “ezlam”dır. Arablar bir işe teşebbüs edecekleri zaman iki ok alıp bunların üzerine emir ve nehyi mutazammın la-ale’t-ta’yin birini alırlar idi. Emir veya nehy yazılmış olan oklardan hangisi tesadüf ederse onun muktezası vechile hareket ederler idi. Arabların bir de “sanih” ve “barih” tefe’ülleri var idi ki şekil i’tibariyle Emin Rauf Beyefendi’nin; “Yolda giderken aynı idi. Arablar sayd ü şikara gittikleri zaman şikar avcının sol tarafından zuhur edip sağ tarafına geçerse ona “sanih” derler onunla teyemmün ederler aksi taraftan zuhur edecek olursa ona “barih” derler onunla teşe’üm eylerler idi! Roma’nın “ogur”ları gibi Arablar da kuşların hususiyle baykuşun ötmesinden ahkam çıkarırlar idi. Bu da pek tabiidir. Çünkü dünyanın her tarafında hüküm-ferma olan hurafatın menşe’leri bir olmak hasebiyle bunlar ya birbirinin aynı yahud melezidir. Nitekim zamanımızda mevcud olan falcı karılarla yaşlı nineler huddam sahibi hocalar eski kahinlerin ahfad u ahlafından başka bir şey değildir. Arabların daha pek çok hurafeleri var idi. Hepsinin ta’dadı pek uzun olacağından tatvilden ihtiraz olundu. Vaktaki Şems-i İslam ufk-ı Batha’dan zuhur ile zulmet-abad-ı dalal avarelerine tarik-ı hakk u hakīkati gösterdi bu gibi ebatil ile halkı bir kat daha ıdlal eden yave-füruşanın başlarına kat’i bir darbe-i tenkil indirdi. Hepsinin efkarı fasid güftarı kasid olduğunu halka bildirdi. Hatta Cenab-ı Hakk Habib-i Zişanı’nın bile umur-ı gaybiyyeye muttali’ olmadığını; ayet-i kerimesiyle nasa bildirerek gayba vukūf iddiasında bulunan herze-vekillerin da’va-yı kazibelerini kat’i bir hükm-i ilahisiyle Ayetin ma’nası şudur: “Ya Muhammed; sen de ki: Ben size; Allah’ın hazineleri benim yed-i tasarrufumdadır; ben gaybı bilirim! demiyorum meleklik iddiasında bulunmuyorum! Ben ancak bana vahyolunan şeylerin muktezasına tebaiyyet ediyorum.” Hele; ayet-i kerimesi gaybdan haber vermek iddiasında bulunanların lisan-ı fazahatlerini seyf-i sarim gibi dibinden kesip attı. Sure-i Maide’ye mensub olan; ayet-i kerimesiyle şarap kumar asnam-ı mansube ve tefe’ül-i siham da tahrim buyuruldu. Tetayyüre gelince: Bu kelimenin madde-i asliyyesi kuş ma’nasına olan tayrdır. Tetayyür teşe’üm ma’nasına mevzu’ şer addederler imiş. Ebu-Hüreyre’den naklolunan bir hadis-i şerifde; ” buyurulup sirayet-i maraz tetayyür baykuş veya Safer’le teşe’üm gibi şeylerin aslı faslı olmadığı nasa bildirildi. Hadis-i şerifdeki yani sirayet-i marazın inkarı mutlak değildir. Bunun delili de hadisin nihayetindeki; “Arslandan nasıl kaçarsanız meczumdan yani miskin illetiyle musab olan kimseden de öyle kaçınız!” emridir. Bazı emrazın sari olduğu fıkra-i atiyeden de anlaşılır: Bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerine bazı kimseler gelip; “Ya Resulallah! Bulunduğumuz mahalde veba zuhur etti; ne yapalım?” diye sordular. Cevap olarak; “Oradan tebaüd ediniz; zira hastalarla Karf demek hastalarla ihtilat demektir. Hala bazı kimselerin Safer ayıyla teşe’üm etmeleri zaman-ı cahiliyyetten müntakıl bir fikr-i fasiddir. Fakat hadis-i şerifdeki Safer kelimesinin ma’nasında ihtilaf vardır. Bazıları; “Arablar Safer ayının hululüyle teşe’üm ettiklerinden hadis-i şerifdeki Safer kelimesi ma’lum olan Safer ayıdır.” diyorlar. Bazıları da safer kelimesine bir takım kimselerin karınlarında vücudunu tevehhüm ettikleri mevhum yılan ma’nasını veriyorlar. Guya yılan acıkınca insanın karnını ısırır imiş! Safer kelimesi ister o ma’naya olsun ister bu ma’naya hadis-i şerifde ikisinin de aslı olmadığı beyan buyuruluyor demektir. “Hame”ye gelince: Bu kelime yukarıda söylediğimiz vechile ezmine-i kadimeden beri sahne-i hurafatta cadu-yı şe’amet rolünü ifa eden meşhur aktörün yani baykuşun vefatını haber vermek için hanesinin damına konar imiş! Diğer i’tikad ise guya katili ele geçirilerek intikamı alınamayan maktulün ruhu baykuş suretine temessül edip; “Bana su verin bana su verin!” diye feryad eder katilinden bir şeye yaramayan bu gibi ebatilin kaffesine hadis-i sabıkla suret-i kat’iyyede nihayet verildi. Kara bulut gibi müfkerlere müstevli olan zılal-i evham ve hayalat bu suretle dimağlardan def’ edildi. Hazret-i Aişe bir gün Resul-i Ekrem Efendimiz hazretlerinden; “Kehanetin aslı var mıdır?” diye sual buyurmuşlar Arabistan’da siga-i mubalağa ile “arraf” denilen bir takım kahinler daha var idi. Resul-i Ekrem Efendimiz hazretleri buyururlar ki: “Bir adam bir arrafa müracaat edip de ondan bir şey sual eyleyecek olursa kırk gece namazı kabul olunmaz.” Revahu Müslim. Nücuma gelince: Onun da aslı faslı olmadığı ve derece derece küfre kadar vardığı şu hadis-i şerif ile sabittir: : : Yukarıdan beri söylenen sözlerden anlaşılacağı vechile Emin Rauf Beyefendi’nin sual ettiği şeylere dair Kitap ve Sünnet’te bir şey varsa o da bu gibi türrehata kat’iyyen ve katıbeten inanmamak lazım geldiğinden ibarettir. El-yevm birçok kimselerin harekat ve sekenatını takyid eden o gibi i’tikadat-ı batılanın kaffesi edvar-ı cahiliyye yadigarıdır. Bu i’tikadatın İslamiyet’le asla alakası münasebeti yoktur! Hal böyle iken en ziyade hüsn-i zan olunan ilmiyle mız kulak çınlamak göz seğirmek gibi şeylerden istinbat-ı ahkam ile onlara dair birçok eserler yazmışlar ekser kimseler de bu eserlerin muhteviyat-ı sehifesine i’tikadı ifrata vardırarak neşvelerini metanetlerini gaib etmişlerdir. Hele ekazib-i nücuma i’tikad şer’an menhi iken müluk-i hayret zaaflardandır. Rü’yaya gelince: Rü’yanın hak olduğu nusus-ı katıa ile sabittir. Hazret-i Yusuf’un ma’lum olan rü’yasıyla Cenab-ı Peygamber’in Mescid-i Haram’a tebşir-i duhullerini mutazammın olup Sure-i Fetih’de beyan buyurulan rü’ya-yı sadıkaları bidayet-i nübüvvetlerinde altı ay kadar rü’ya-yı sadıka ile mazhar-ı vahy-i ilahi olmaları rü’yanın esasen hak olduğunda kat’iyyen şübhe bırakmamak lazım gelir. Bir gün Cenab-ı Peygamber; “Nübüvvetten ancak mübeşşirat kalmıştır.” buyurmuşlar idi. Meclis-i risalette hazır bulunanlar; “Mübeşşirat nedir?” diye kendilerinden sual ettiler. Cevab olarak; “Rü’ya-yı salihadır!” buyurdular. Diğer bir hadis-i şerifde; “Rü’ya-yı saliha nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüzdür.” buyurulmuştur. Rü’ya hakkında daha pek çok ehadis-i nebeviyye vardır. Fakat şurası ma’lum olmalıdır ki enbiya evliya ve asfiyanın gördükleri rü’yalar ile boğazına kadar ednas-ı masivaya batan mi’desini helal ve haramdan birçok şeylerle doldurduktan sonra firaş-ı atalete can atan kimselerin rü’yadeğil olarak geçmektedir. sı beyninde hakīkat ile hayal arasındaki fark-ı azim kadar fark vardır. Ekseriyetin gündüzki hülyası ne ise geceki rü’yası da odur. Böyle rü’yalara ne ehemmiyet vermeli ne de ta’bir ve te’vili ile iza’a-i vakt etmeli. Şunun bunun gördüğü rü’yaların sıdkındaki za’fdan kinaye olmak üzere; “Görülen rü’yalar nübüvvetin kırk altı cüz’ünden bir cüzdür.” buyurulması binaen-aleyh herhangi bir rü’yanın bize gelinceye kadar kuvvetinin bir çoğunu gaib etmesi hususunun gayet tabii bulunması gördüğümüz rü’yalara ne dereceye kadar i’timad caiz olduğunu pek a’la göstermektedir. Habaya-yı alem-i gaybı tenvir ile sahibini bazı seraire muttali’ kılmak hususunda bir lem’a-i ilahiyye olması iktiza eden rü’yanın hissemize isabet eden kısmı anlaşılıyor ki gayet az gayet zaifdir. O lem’a-i za’fiyyeden istifade feyzi de harekat ve sekenatını mukteza-yı şer’-i envere tevfik eden asfiya-yı ümmete göre olup yoksa müslümanlığını yalnız zimine veda’ eden kimselere göre değildir. Rü’ya-yı sadıka ki alem-i gaybı tenvir eden bir lem’a-i ilahiyyedir. O lem’a erbab-ı zühd ü takva için bu kadar zaif olursa abede-i nefs ü heva için ne kadar zaif olmak lazım gelir bilemem. Şu hale nazaran ekseriyet tarafından görülen rü’yaların yüzde doksan dokuzunun hatta yüzünün hadis-i nefs ve adğas-ı ahlam kabilinden olduğuna hükümde tereddüd etmek hata böyle sıhhati yüzde yüz meşkuk olan şeylerle izaa-i vakt ise sözün kısası şiar-ı humakadır. Biz sıdk u savabı rü’yadan evvel kendi nefsimizde aramalıyız. Yakazadaki ef’al ü harekatımız bizi vadi-i selamete isalden baid iken uykudaki evham ve hayalatımızdan keramet ve selamet beklemek kelimenin bütün ma’nasıyle abesdir. Daha doğrusu rü’ya ile hülya ile uğraşacak zamanlarda değiliz. Uhdemize terettüb eden en mühim vazife yakazadaki ef’alimizi tesdid ile adam olmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Hatif-i gayb-ı saadetken neva-yı hikmeti Dinlemezler bir hakimin nağme-i irşadını. Hüccet-i nahs u saadet addederler sonra da Karganın pervazını ya baykuşun feryadını. PROGRAMLARIN TANZIMİNDE HÜKUMETİN HAK VE VAZIFESİ Menafi’-i umumiyyenin muhafaza ve müdafaasına aid olan hususatta insanlar siyasi bir takım gruplara ayrılmış olduklarından bu hey’etlerin zat-nümanelerine representant yani hükumetlere terbiye-i umumiyye için bir hakk-ı te’sir verilmiştir. Fakat prensip i’tibariyle ta’lim ve terbiyeden gaye hükumet değil efrad olduğu şübhesizdir. Maamafih hükumet efrad üzerine bir takım kanunlar usuller mecburiyetler tarh etmek hakkını haizdir. Evet her ferd hükumete sormaksızın istediği gibi düşünmek öğrenmek ve hissetmek hakkına maliktir. Bu herkesin hukūk-ı tabiiyyesindendir. Fakat ferdlerin bu hususda daire-i salahiyyeti –hey’et-i yetleriyle tahdid edilmiştir. Herhangi bir hükumet bu tahdid hakkına maliktir. Maamafih gayet sade ve basit olan bu prensip pedagojiye tatbik edilmek istenildiği zaman pek çok müşkilat zuhur ediyor. Ta’lim ve tedris mes’elesiyle fenni ve ilmi bir surette ilk geçmiş olan pedagoji erbabının efkar ve vasayası arasında bir nokta-i i’tilaf bulmak hakīkaten müşkil bir keyfiyettir. Hükumetler efradın ta’lim ve terbiyesine hey’et-i umumiyyenin ve bi’n-netice kendilerinin menafi’-i meşruasını muhafaza için müdahale ederler. Bu menfaat ferd için olduğu gibi hükumet için de evvela yaşamak saniyen devam edebilmek hususunun te’mininden Hükumet te’sirat-ı hariciyyeye karşı kuvvetli bulunmak dahilen de milletin hayat ve saadetini muhafaza edebilmek Haric ve dahile karşı kavi ve heybet-nüma görünmek bir hükumet için fevkalade haiz-i ehemmiyyet bir keyfiyet olduğundan hükumetler zir-i idarelerinde bulunan kavimlerin ta’lim ve terbiyelerine yalnız nezaret etmekle iktifa edemezler. Menafi’-i vataniyye ahenk-i dahili ve tehlike-i hariciyyeyi nazar-ı i’tibara alarak ensal-i atiyyenin ta’lim ve terbiyesine doğrudan doğruya müdahale edebilirler ve etmelidirler. Çünkü refah ve saadet-i umumiyye bunu istilzam eder. Şu halde mekatib-i resmiyyede olduğu gibi mekatib-i hususiyyede de ders programlarını tanzim ve tedrisatı kontrol etmek bir hükumetin vezaif-i esasiyyesindendir. Bu sebebe mebnidir ki hey’et-i ictimaiyyenin menafiini efradın menafiiyle tevfik etmek ve nesl-i atiyi bu esasa göre ta’lim ve terbiye ettirmek hükumetin akdem-i vazaifi sırasında ta’dad edilmektedir. Millette her ferd bir kuvvettir. Bir çocuk ta’lim ve terbiye görmez veya bir hey’et-i ta’limiyye vazifesini ihmal eder veyahud genç dimağları milletin saadet ve refahını ahenk-i umumisini ihlal edecek surette yanlış yollara sevkederse hükumet kuva-yı mürekkebesinden bir kısmını zayi’ etmiş olur. Şu hal hükumetin anasır-ı hayatiyyesinden bir veya birkaçının mefluç kalmasını veyahud yanlış yola sapmasını sı menafi’-i umumiyye icabatındandır. Cihanda her ferd kendi hayatına hakim ise de bu hususdaki hürriyeti içinde yaşadığı cem’iyetin menafi’ ve ahengini vermeye icbar etmek hakkını haizdir. Hükumetin bu müdahale ve icbarı mantıkī ve meşru’ bir haktır. Aynı esbaba mebni hükumet müstakbelde ana olacak kız çocuklarının da vezaif-i terbiyyelerini bi-hakkın ifa etmeye hazırlanmalarını te’min ve teshil etmek mecburiyetindedir. Şu halde tedrisat-ı umumiyyeye aid programların tertib ve tanzimi mes’elesi hükumetçe en ziyade haiz-i ehemmiyyet mevaddan olmalıdır. Hükumet tedrisat-ı umumiyyeyi milletin anasır-ı kudret ve şevketini muhafaza ve tezyid edecek bir istikamete sevk mecburiyetinde bulunduğundan şübban-ı vatanın ta’lim ve terbiyesinde muntazam ve temdini bir disiplin ta’kīb edilmek üzere iktiza eder. Hükumetin mevki’-i ictimai ve şevket-i hariciyyesi ancak bu sayede mazhar-ı teali olacaktır. Bu nokta-i nazardan programların tanziminde ulum-ı diniyye hıfzussıhhaya ve ahlak derslerine i’tina edilmek elzem olduğu gibi vatana sadakat ve muhabbet gibi doğrudan doğruya hükumet ve hey’et-i ictimaiyyenin menafiiyle alakadar olan tedrisata da ehemmiyet vermek kat’iyyen elzemdir. Çünkü ferdin baka ve muhafaza-i şahsiyyesi hıfzussıhha-i bedeniyye ve hıfzussıhha-i ahlakıyyeye aid temrinat ve tedrisatla te’min olunur. Beden ve ruhumuzu te’sirat-ı mühlikeye mukavemet edecek tabii ve iyi bir hale getirmek için riayet ve tatbik edilmesi iktiza eden kavaidin hepsi “hıfzussıhha” terkibinin tahtında mündemicdir. Kavaid-i mezkureyi nazari bir surette tedris etmekten hemen hiçbir faide me’mul olamayacağından ameli temrinlerle beden ve ruhu emraz-ı müdhişeye müsteid olamayacak bir hal-i zindegiye getirmek lazimedendir. Makalat-ı atiyyede bu hususa dair daha ziyade tafsilata girişeceğiz. MARMARA AÇIKLARINDA BİR İHTİSAS Hidiviye Kumpanyası’nın İsmailiye Vapuru Bizans havzasının kesif sislerini yararak İstanbul’dan Şark’ın bu hakime-i cazibedarından yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Vapur dumanlarından mütehassıl kesif ve heybetli bir sütre altında gizlenen Sarayburnu’nu geçtik. Osmanlılığın mazi-i şa’şaadarına birer abide-i ebednümun olan Ayasofya ve Sultan Ahmed minareleri o sütre-i zılalin ötesini berisini çak ederek sanki ulviyet-i İslamiyyeye birer nazire teşkil ediyorlardı. Üsküdar ve Salacak’ın seneler geçtikçe germ ü serd-i zamanın daha akūr daha amansız silleleriyle döküle döküle hüzün-bahş ve matem-nüma bir manzara arz eden köhne ahşap binaları simsiyah bir küme halinde korkunç ve sefalet-alud hey’etiyle tedricen nazardan gaib oluyordu. Kalbde derin bir ye’s ü nevmidi tevlid eden bu manzara Tıb Fakültesi’nin ati-i vatanı rengarenk nurlara garketmeye çalışan bu menba’-ı irfanın ümid ü tesliyet saçan gurur-engiz ihtişamı yanında bir zıll-i zail gibi sönüp gitmese idi İstanbul’a veda’ edenler şübhesiz ki ebedi bir dağ-ı derun ıztırabıyle pür-ye’s ü hırman inleyerek çekilip giderler!.. Fakat Tıbbiye’nin der ü divarından taşan genç ve vakūr seslerin tevlid ettiği gulgule-i telatum Marmara’nın feşafeş-i emvacıyla hem-ahenk-i vifak olarak sanki afaka zinde ve fa’al bir alemin münevver ve nevvar bir kitle-i şebabın peyam-ı tesliyetini isal etmek suretiyle ye’s-zede kalblere bir ruh-ı inşirah-bahş nefh ediyordu. Ey kitle-i şebab! Sizden sizin a’mak-ı ruhunuzdan koparak bedbaht ve hasta vatanın en hücra en ziyade unutulmuş dı köhne Bizans’ın hayuhuy-ı felaket-engizi aşk-ı vatanla titreyen kalblerde ne gird-badlar ne kasırgalar koparacaktı. Sizin vakūr ve zengin dimağlarınızdır ki şu mazi-i pür-miheni bir fecr-i saadetle teakub ettirecektir. Anadolu’nun merhametsiz pençeler altında yıllarca inleyen bu bedbaht mader-i vatanın Marmara ile leb ber-leb-i meveddet olan sahillerinden afak-ı vatanı kaplayan sehabe-i cehl ü sefaleti ebediyyen tardedecek mahlara afitablara matla’-ı irfan-nisar olacaktır. Emin olunuz ki payitaht-ı saltanattan ayrılan vatandaşlarınızın kalblerindeki cerihalar dar-ı irfanınızın sakf-ı pür-i’tilasından taşan nefahat-ı ümid ile tesliyet-yab oluyor. Bu hasta vatanın iltiyam-na-pezir addedilen yaralarını ancak sizin ve sizin gibi çalışan genç kardeşlerinizin dest-i ihtimamatı sarıp tedavi edecektir. Vapur Marmara’ya açılmış artık İstanbul’un yüksek minareleri bile gözden gaib olmuştu. Salona inerek elimdeki kitabın mütalaasına koyuldum. Yanımda oturmakta olan bir zat da gazete okuyordu. Deniz yolculuğunun bahşettiği hiss-i ihtiyac ve serbesti bir müddet sonra bizi laubali birer dost haline getirmişti. Müsahabe pek tabii olarak maarif ve mekteplere intikal etti. “Şu dört senede ne yapıldı?” sualine karşı pür-hicab bila-ihtiyar başımı eğdim. O devam ederek dedi ki: – Biz Ermeniler bu dört senede maarif-i milliyyemizin terakkīsi Anadolu ve Kürdistan’daki unsurumuzun teali ve tekamülü için pek çok çalıştık bir çok işler gördük. Başlıca iki hey’et teşekkül etti. Unsurumuzun en münevver dimağları tarafından idare olunan bu hey’etlerden biri milletimiz arasında maarifin diğeri de sanayi’ ve ticaretin terakkīsine hasr-ı mesai ediyor. Efrad-ı milletten her şahıs kudret-i maliyyesi nisbetinde bu hey’etlere mahiye birer mikdar iane vermeyi taahhüd etmiştir. En fakirler bile sevine sevine ayda hiç olmazsa birer guruş vermekten çekinmiyorlar. Zenginlerin ise ibraz ettikleri semahati bir lisan-ı minnet ve sitayişle yad etmeye mecburum. lu’da ve vilayat-ı Şarkıyye’de yetmiş seksen kadar muntazam mektepler açıldı birçok sınaathaneler müteaddid ticaret evleri teşkil olundu. Bikes çocuklar bu mekteplere garib yiğitler o sınaat ve ticarethanelere alındı. Yılmaksızın yorulmaksızın çalışıyorlar. A’mak-ı ruhumdan kopan hiss-i gıbtaya galebe edemedim. Pek derinden gelen şehekat-ı telehhüf hançereme sığamıyordu. Ya Rab! Millet-i İslamiyyeyi kaplayan kabus-ı cehaleti yırtacak bu müdhiş sehabe-i ataleti parçalayacak gayur ve münevver hey’etler bizde de teşekkül etmeyecek mi? Edemeyecek mi?!.. Mücadele-i hayatta esbab-ı galebeyi te’mine hasr-ı mesai eden vatandaşlarımızın gayretlerinden olsun bir ibret alamayacak mıyız? Güneş bu neyyir-i taban Marmara’nın asumana peyveste olan uzak ufuklarına son buse-i veda’ı fırlatırken ben de birkaç dakīka evvel bu vatandaşla aramızda cereyan eden müsahabenin ruhumda kopardığı hicab fırtınaları gıbta sarsarları arasında kıvranıyor inliyordum. Sırıtkan dişlerini açarak benimle acı acı istihza eden ye’s ve nevmidiye benim bu ebedi düşmanıma galebe etmeye çalıştım. Fakat efsus!.. M. Şemseddin – – BUGÜNLERDE BULGARLARIN TEADDIYATI Bundan evvel göndermiş olduğum hususi bir mektupta bayramdan sonra tekrar Sofya’ya oradan da Plevne’ye gideceğimi söylemiştim. Fakat bugün –maatteessüf– o fikirden sarf-ı nazar ederek veche-i azimeti başka taraflara çevirdim. Çünkü Bulgaristan’ın şimdiye kadar müslümanlar hakkında ta’kīb etmekte olduğu meslek-i ma’luma bugünlerde daha ziyade ehemmiyet veriliyor. Herkesçe ma’lum bir hakīkattir ki; Bulgaristan’ın tahrikatıyle Makedonya’da her zaman bomba ve saire gibi cehennem makineleriyle bir takım münasebetsizlikler zuhur etmektedir. Bunun amil-i yeganesi Bulgaristan olduğu halde seyyiesini zavallı hükumet-i Osmaniyye ve bilhassa müslümanlar görmektedir. Bulgarlar bomba atarlar yine Osmanlılar zalim; vahşi olurlar Osmanlıların bu zulmünden Bulgarları kurtarmak yametleri koparırlar. lar. Bunun da sebebi Koçana vak’a-i ma’hudesidir. Koçana Vak’ası üzerine Bulgarlar galeyana geldiler her taraflarda mitingler tertib ederek; “Türkiye’ye i’lan-ı harb!” diye bağırdılar kıyameti kopardılar. Burada en ziyade ahaliyi galeyana getirenler her vesile bazı hasis gazetecilerdir. Bunlar daima cahil ahalinin hissiyatından dirler. Koçana hadise-i ma’lumesi üzerine Bulgar gazeteleri öyle heyecan-amiz makaleler neşrettiler ki o makaleleri görenler değil Bulgar halis bir müslüman olsa bile yine hükumet-i Osmaniyyeye karşı kendisinde –insaniyet namına– zaruri bir buğz u adavet bir hiss-i intikam duymamak kabil değildir. Mesela Kotra gazetesi Koçana Vak’ası’nın fotoğrafını gazetesine geçiriyor fakat nasıl? Her insanın yüreklerini sızlatacak bir tarzda! O levha gösteriyor ki zalim Osmanlılar? vahşilere yakışacak bir hareketle ma’sum Bulgarları parça parça ediyorlar; kasaphane gibi Bulgarlar yerlere serilmiş seller gibi kan akıyor. Bu gazeteleri tevzi’ eden müvezzi’ler sokaklarda pek acı pek canhıraş bir sada ile koşa koşa bağırmaktadırlar. Daha makaleyi okumadan evvel o musanna’ levha her sahib-i hamiyyetin kalbinde bir hiss-i intikam uyandırıyor. Bu suretle burada bulunan müslümanlara karşı bir takım mezalim reva görülüyor. Bu vak’a üzerine ma’lumü’l-esami bazı gazetelerin neşriyat-ı nifak-cuyaneleri üzerine her tarafta mitingler tertib edildi hatta büyük bir mitingde bizzat kendim de bulundum. Burada irad-ı nutk edenler Osmanlıların zulmünden Bulgarların mazlumiyetinden bahsettiler Bulgarları bu zulümden? kurtarabilmek için hükumet-i Osmaniyyeye karşı i’lan-ı harb etmek lazım geldiğini anlattılar. Orada bulunanlar da umumen; “İsteriz!” sadasını ayyuka kadar çıkardılar. İstihbarat-ı mevsukama nazaran –adetleri vechile– miting esnasında bazı mahalde müslümanlara hakaret bile edilmiş. Şurasını da haber verelim ki miting günleri hiçbir müslüman dışarı çıkamaz mitingcilerin gözlerine görünemez. Görünürlerse mahvoldukları gündür! Zihi medeniyet!.. Ehibbadan bir zatın ifadesine göre mahalledeki Bulgar çocukları da İslam çocuklarına karşı; “Yakında hepinizi keseceğiz!” diye tehdid ve tahvif etmeye başlamışlar. Maahaza birkaç gün geçtikten sonra Bulgarların i’lan-ı harb edemeyecekleri tebeyyün etmişse de ma’hud gazetelerin neşriyat-ı garazkaraneleri müslümanlar aleyhinde pek fena fikirler uyandırdı. Bulgaristan’da fesli sarıklı her kimi görürlerse Osmanlı hafiyesi diye itham ederek derdest edip hiç olmazsa yirmi dört saat olsun tevkīf ediyorlar. Geçenlerde Karlova’ya gittiğim zaman bizim için de haylice ta’kībat icra edildiği gibi oradan müfarakat ettikten sonra da taharri olunduğumu bilahare Filibe’ye gelen ehibbadan bir zattan haber aldım. Bu def’a da Sofya ve Plevne’ye gideceğimi haber alan birçok ehibba kat’iyyen o tarafa gitmemek hakkında tavsiyede bulundukları gibi bugünlerde Dersaadet’ten buraya avdet eden ve İstanbul’da mühim bir gazete ile münasebetdar olan bir zatın hududdan geçip de buraya gelinceye kadar ta’kīb olunduğunu bizzat kendinden öğrendim. Eylül’de Osmanlı Mekteb-i Harbiyye talebelerinden bir efendi de kendi başına gelen bir macerayı anlatıyordu: Bu efendi Varna tarikı ile Sofya’ya geliyor. Orada bunu fes ile gördükleri gibi hemen tevkīf ederler. Ba’dehu getirip nereden geldiğini sual ederler. Bu efendi de kendisi Bulgar tebeası olduğu halde böyle tahkīr edilmesine canı sıkılarak; “Cehennemden geliyorum!” cevabını verir. Bittabi’ Bulgar tebeası olduğu anlaşılarak bırakılır. Yine aynı tarihde Edirne Sultanisi müdavimlerinden bir efendi de bir vak’a anlattı ki bunlara gülmekten ziyade insanın ağlayacağı geliyor. Çünkü bu efendiyi iyi tanıyorum; kendisi daima Bulgarların en mühim merkezinde bulunuyor. Kimin mahdumu olduğu herkesçe ma’lum. Bu böyle olduğu halde Ramazan içinde bunu birkaç def’a istintak dairesine celbederek kim olduğu sual edilmiş. En sonra bunun da canı sıkılarak; “Osmanlı hafiyesiyim!” demiş. Bunun üzerine bırakılmış ise de elinde bulunan pasaportunu da oraya bırakarak; “Bir daha beni aramayın!” cevabını vermiş. Yine bu cümleden olmak üzere Ramazan münasebetiyle Bulgaristan’da bulunup bu kere Sarimbey tarikıyle Dersaadet’e avdet etmekte olan birkaç vaiz efendiyi de Tatarpazarcık Bilahare hüviyetleri tahkīk edilerek bunların Ramazan hocası olduğu anlaşılmış ise de tahliye edilip edilmediğine dair henüz ma’lumat alamadım. Müslümanların bu hukūkunu muhafaza edecek olan en ziyade müftiler ise de pek çok yerlerdeki müftilerin iktidarsızlığı kendilerini her türlü teşebbüsden men’ ediyor. Yine bu cümleden olmak üzere Rusçuk’da bulunan Osmanlı konsolosunun Bulgarlar tarafından görmüş olduğu hakaret de bilhassa şayan-ı kayddır. Bir iş zımnında Osmanlı konsolosu Bükreş’e geçmiş. Bilahare avdetinde vapurdan bir efrada bile yapılması tecviz edilmeyen bazı hakaretler edilerek üzeri taharri edilmiş. Bunun üzerine şehbender bu vak’ayı protesto ederek mahall-i me’muriyyetini terketmiştir. Yine bu cümleden olarak Filibe Cemaat-i İslamiyye Sandığı Emini Hilmi Bey Filibe’ye gelen Hamdi Efendi isminde bir muallim de hafiyelik ile itham olunup bir müddet tevkīf edilmişlerdir. Hasılı ma’lumatları herkesçe ma’lum olan birkaç gazetecinin velvelesiyle ortaya çıkan “muharebe!” sadaları bir buhran-ı iktisadiye sebebiyet verdiği gibi bilhassa müslümanlara karşı reva görülen mezalim ve taaddiyatın teşdidine de sebeb olmuştur. Bütün ağızlarda deveran eden sözlerin hülasası şunlardır: Osmanlılar hat boylarına köprü başlarına bombalar yerleştiriyorlarmış!... İşte zavallı müslümanların hayalinden bile geçmeyen bir iftira ki müslümanlara pek pahalıya mal oluyor… Avrupa nazarında kendilerini mazlum ma’sum Osmanlıları zalim vahşi gösteren Bulgarların zulm ü taadiyatına ufacık bir misal olmak üzere Burgaz’da tahaddüs eden bir vak’ayı da burada zikredeceğim: Burgaz’ın en güzel mevki’i olan rıhtım boyunda mühim bir cami’-i şerif bulunuyordu. Rıhtımdan çıkıldığı gibi göze çarpan bu camiin orada bulunması Bulgarların pek o kadar bir tarafa nakledilmesi ve o mahallin Bulgarlara verilmesine mukabil Napolyon para vererek bunun yıkılması için uğraşıyorlardı. Çoktan beri bu hususa dair Burgaz ile Sofya arasında muhaberat cereyan ediyor ise de camiin buradan kaldırılarak başka tarafa nakledilmesi ve bilhassa Ramazan’a yakın bir zamanda böyle mühim bir ma’bedhaneyi hedmetmek müslümanlar üzerinde pek fena bir te’sir bırakacağı lazım gelen mevaki’-i mühimmeye bildirildiği cihetle hedminden sarf-ı nazar edilmişti. Fakat geçenlerde vukū’ bulan hareket-i arz dolayısıyle yalnız minaresinde biraz sakatlık vukū’a geldiğini gören Bulgarlar derhal cami’-i şerifi kordon altına alarak ahaliyi orada eda-yı salattan men’ ederler. Bilahare müfti efendi İslam meb’uslarından Murad Bey ahali-i mahalliyyeden Ali Efendi namında üç kişi Ramazan-ı şerifde eda-yı salata müsaade edilmesi için Burgaz’dan kalkıp Sofya’ya kadar giderek birçok yere müracaat etmişlerse de matlubları is’af edilmeyerek geriye avdete mecbur olmuşlar. Ramazan-ı şerifde teravih namazını pek fena bir mahalde kıldıktan sonra hiç olmazsa bayram namazını kılmak etmişler. Bunun üzerine Sofya’dan Burgaz hükumetine bayram namazı için müsaade edilmesine emir verilmiş ise de bu emir bayramdan evvel tebliğ edilmeyerek ahali mektep binasında sıkışa sıkışa salat-ı idi eda ettikten sonra –hükumet-i mahalliyye mes’uliyeti üzerinden atmak için– Sofya’dan gelen emri müslümanlara tebliğ etmiş. Doğrusu ya bu adamlar tilkiden de kurnaz değil mi? Şimdi cami’-i şerifin yıkılması için herhalde karar verildi. Fakat bu işte başka bir cihet daha var ki müslümanlara reva görülen mezalim tam ma’nasıyle orada nümayan oluyor: Hareket-i arzdan mukaddem Napolyon verdikleri halde şimdi; “Bu cami’ nasıl olsa yıkılacak diyerek Napolyon veriyorlar ve cami’ yapmak için lazım gelen mahal Napolyona buraya bir cami’ yapın teklifinde bulunuyorlar. ye rıza gösteriyorlarsa da Bulgarlar bu kadarla da kalmazlar. Şimdi bu mescidin yerine müslümanların cami’ yapacaklarını duyan Bulgar ahalisi galeyana gelerek; “Hala müslümanlara cami’ mi yaptırılıyor?” diyerek orada bulunan tabutu kırıp attıkları gibi cami’-i şerifin içine birkaç rakı şişesi de atarlar. Bunun üzerine zavallı mağdur müslümanlar bu cinayetin müsebbiblerini buldurmak için mahalli hükumetine müracaat ediyorlarsa da hükumet; “Bu mütecavizlere karşı tahkīkat me’yusen giderler. Bir misal daha: Kahvenin birisinde eazım-ı ümmetten Namık Kemal merhum ile şehid-i hürriyet Midhat Paşa merhumun resmi bulunuyormuş. Bulgarlar gelerek kahveciye; “Bunları buradan kaldırın!” der. Kahveci de; “Niçin?” sualini sebeb olacaktır ve zaten sizin kesilmek zamanınız da yaklaştı!” diyerek bir takım tecavüzatta bulunurlar. Daha neler neler… Şimdi biz erbab-ı insafın vicdanlarına müracaat ederek diyoruz ki: “Bütün Avrupa’ya karşı kendilerini mazlum ma’sum gösteren Bulgarların ma’sumiyeti nerede? Bulgarların müslümanlara karşı reva gördükleri bu kadar mezalim Zavallı müslümanlara her türlü tecavüzat vahşet zulüm reva görülür de medeni Avrupa? yine ses çıkarmaz yine Bulgarlar mazlum müslümanlar zalim mevki’inde gösterilir; zihi medeniyet!?? Acaba İslamlar bir kilisenin hedmini hayallerinden geçirecek olurlarsa neler olur? Kıyametler kopar değil mi? Biz hiç kimseden perva etmeyerek ileride daha pek çok vesikalar olduğu mesleğin neden ibaret olduğunu ve bundan çıkacak olan netayici enzar-ı ammeye koyacağız. Dünyanın her köşesinde bulunan müslümanların halinden herkesi haberdar etmeyi kendisine bir vazife-i diniyye bilen Sebilürreşad bu hususda her türlü fedakarlığı da gözüne aldıracaktır; * * * Gerek Sofya’da gerek Filibe’de ikamet ettiğim müddetçe –evvelce söylediğim vechile– Metrepol Hoteli’nde kaldım. Fakat bilmem ki tesadüf müdür yoksa nedir her iki hotel de Memalik-i Osmaniyye’den tardolunan İtalyanlar ile memlu bir halde idi. Hatta Filibe’deki hotelde geldiğim sıralarda Bunlar ile ara sıra bazı şeyler konuşuyor idiysem de pek o kadar uzun konuşmazdım. Bir gün merak ederek bunlar fikirleri ne merkezde olduğunu anlamak istedim. Bir gün baktım ki bize komşu odanın önüne çıkmış gazete okuyor. Hemen ben de çıkıp; “Nasıl sulha aid birşeyler var mı?” dedim. Bizim komşu gülümseyerek; “Hayır! Hayır!” cevabını verince ben; –Bakalım ne diyecek?– diye; “Bizim gazeteler yazıyor; birkaç güne kadar sulhun esası kararlaşacak. Hatta bugün bu mes’ele için bizim hey’et-i vükela ictima’ bile edecek!..” dedim. Bunun üzerine İtalyan sevinmeye başladı. Bu esnada biri daha geldi. Ona da bu haberi söyledim. Fakat o hiç düşünmeyerek; “Şimdi kabil değil sulh olamaz; daha çok vakit bu iş devam edecektir!” dedi. İşte bunun üzerine aramızda şöyle bir muhavere cereyan etti: Ben: – Sizce nasıl ümid olunuyor? Bu yakınlarda devleteyn arasında sulh kabil mi değil mi? – Biz değil herkes biliyor ki şimdi sulh kabil değildir. Daha bunun arası pek ziyade uzayacaktır. Çünkü İtalya’nın hal-i hazırdaki teklifini kabul ederek sulha girişmek hal-i hazırda bulunan Osmanlı kabinesi için gayr-i kabildir. Eğer böyle bir sulha girişecek olursa milletin i’timadını gaib edecek ve ihtimal ki millet galeyana gelerek ihtilal bile çıkaracaktır. sulha girişemeyecektir. Maa-haza bu kabineye zahir olacak bir meclis-i meb’usan gelir de onlar karar verirlerse o zaman belki olabilir. Bunun gayri sulh kabil değildir. Fakat hükumet-i sabıka mevki’-i iktidardan sukūt etmeseydi o zaman daha çabuk ihtimal ki şimdiye kadar sulh olacaktı. – Sen ne söylüyorsun? Bizde ekseriyetle bunun aksi düşünülüyor. Bizde ekseriyet diyor ki; “Eğer hükumet-i sabıka mevki’-i iktidarda olsaydı kabil değil sulh olmayacak yani Trablus verilmeyecekti. Fakat onlar mevki’-i iktidardan sukūt edip yerine şimdikiler geldiği için sulh olacak yani Trab lus verilecektir. Siz bunun aksini söylüyorsunuz. – Eğer dahilden ihtilal zuhur etmeyeydi hükumet-i sabıka mevki’-i iktidardan düşmemiş olsaydı aradan pek çok geçmeden İtalya hükumeti Osmanlıların dilediği gibi sulha girişmeye mecbur olacaktı. Binaenaleyh o suretle sulh kabil olarak arası pek o kadar uzamayacaktı. Fakat şimdi bu kabil değildir. – İtalya hükumetini icbar edecek sebebler ne gibi şeylerdi? – Bunun başlıca birkaç sebebi vardır: Bir kere İtalya iflas etmek derecesine gelmiştir ki kendisine bankalar bile para vermemeye başladılar; milyonlarca borca giriftar oldu. Gerçi sizin de yok değil! Bankalar size de vermezlerdi fakat siz zati mesarif etmiyorsunuz ki! Bizim her şeyden fazla olarak bir de o kadar zırhlılarımız vardır ki deniz üzerinde geziyorlar. Bunların hepsi dehşetli para istiyor. Daha sonra Memalik-i Osmaniyye’den tard olunanlara ayda yüz doksan iki yüz frank kadar para da sarf olunuyor. Bunların cümlesi İtalyan kesesinden veriliyor. Fakat sizin ne kadar mesarifiniz var?!! Bir sebeb daha vardır ki o da Osmanlı askerindeki azm ü sebat fedakarlık itaat. Ben bir İtalyan olduğum halde diyorum ki: “Dünyada Osmanlı askeri gibi sabırlı azim ve metanet sahibi asker hiçbir yerde görmedim. Değil bizde başka devletlerde bile Osmanlı askerleri gibi asker olmadığını söylüyorlar. Bunu herkes i’tiraf eder. Zira hiçbir yerde görülmez ki bir asker etsin de ihtilal çıkarmasın! Eğer sizin dahil-i memalikinizde biraz daha devam edeydiniz İtalya askerinde iğtişaş muhakkak olacaktı. Fakat şimdi İtalya yeniden ümitlendi. Kendisinde zuhurundan korktuğu bir hali sizde gördü. Binaenaleyh kolay kolay sulha razi olamaz. Bunun için muharebe devam eder; ta ki kendi dediğini yaptırıp Trablus’u alıncaya kadar…” – Sen ne söylüyorsun? Osmanlı kabinesi Trablus’u İtalya’ya resmen terk etse bile Arablar kendi memleketlerini bir ferd kalmayıncaya kadar müdafaa edeceklerdir. Biz buna tamamen kani’iz. Hatta bütün Suriye ve Mısır gazeteleri buna dair uzun makaleler neşrediyorlar. Trablus ve Bingazi Arabları; “Mukaddes vatanımızdan bir karış yer vermeyeceğiz!” diye bar bar bağırıyorlar protestolar ediyorlar. – Eğer muharebe meydanında olan birkaç kişi buraya çağırılacak olursa İtalya Arabları bir günde kandırır. Zira orada muharebeyi idare edenler birkaç Osmanlı zabitinden Arablara ne roller oynar! İtalya için onları kendisine celbetmek bir günlük mes’eledir. Binaenaleyh onlar yalnız başlarına muharebeye devam edemezler. – Böyle mezelletle dönecek zabit esasen oraya gitmezdi. Sinyor dostum; yine hülyaya dalma! Bu mes’elede mücahidin arasında ayrılık ihtimali yoktur. Ya hep birlikte ölecekler ya hep birlikte ile’l-ebed şan ve şerefle yaşayacaklar!.. – – HALEB–BAĞDAD YOLCULUĞU Ağustos tarihiyle Meyadin kazasından infikakle ertesi günü Salihiye’ye vardığımızda buradaki konakta büyük bir kafileye rast geldik. Hanın etrafında Uneyze kabilesinin bir kısmı çadır kurup ağnam ve mevaşileriyle beraber bulunuyordu. Gece vakti ise Ebukemal’e yetişip sabah vaktine kadar medeniyetten pek bi-behre ve bi-nasib bir haldedir. Sabahleyin buradan mufarakat ederek akşama doğru Nühye mevki’ine geldik. Buradan gelirken yol esnasında Bağdad Valisi Cemal Beyefendi’ye tesadüf ettik. Müşarun-ileyhin maiyyetinde otuz kırk kadar jandarma süvari zabitan ve neferlerinden mürekkeb bir alay var idi. Ertesi günü Ane’ye muvasaletle kaymakamın nezdine gittim. Muma-ileyh devr-i sabıkda Kastamonu’ya teb’id edilmiş bulunduğundan benim menfa refikım idi. İftardan sonra hanesine gidip bazı eşraf-ı mahalliyye ile hakim efendiye takdim eyledi. Ane’den Hadise’ye ve buradan Bağdad mevkiine doğru hareket ettik. Hadise Fırat Nehri kenarında ve gayet iyi bir mevki’de bulunuyor ise de Bağdadi da hiçbir şey –tek bir fersude handan başka– yoktur. Ertesi günü sabah vakti hareketle Hit’e eriştik. Burası da kaymakamlıktır. Fakat hüsn-i tabiat ve nezafetten eser bile yoktur. Bura ahalisi o kadar nezafete riayetsiz adamlardır ki kesafet için bir mükafat verilmek lazım gelse zannederim ki birinciliği mutlaka bu kasaba ahalisi ihraz eder. Bu kazada çarşı namıyla birkaç ufak dükkan bulunmakta ise de bulunan bu kaza az bir himmetle cennet gibi bir yer haline di vakti Ramadi kazasına ulaştık. Bu kazaya bir de “Duleym” kazası ta’bir olunuyor. Hit’e nisbetle burası hemen hemen Paris ve Londra’ya benziyordu. Herşeyden evvel ahalisi nim-uryan olmayıp gayet temiz ve mevsime yakışacak surette elbise ile mülebbes bulunduktan maada çarşı ve pazarlarında yiyeceğin her türlüsü bol ve mebzul idi. Hıtta-i Irakıyye’yi ileride irva ve iska edecek olan sed ameliyatı buradan bed’ edilmiş ve beş-altı saatlik mesafeye şeklinde yazılmıştır. kadar temdid edilmiştir. Günde bin kadar amele çalışmakta ve kemal-i fa’aliyyetle işin ileri götürülmesine dikkat olunmaktadır. Ameliyata nezaret eden Mühendis Sir William Wilcox bizzat iş başında bulunup i’ta-yı evamir ve ta’limat dan fazla bir kıymetle yapılmış bir de “köşk” vardır ki bu köşkü mühendisler bizzat yaptırıp içinde beytutet ediyorlar. Bundan maada mühendislerin yiyecekleriyle sair malzemelerini vakti vaktinde tedarik etmek için maiyyetlerine bir istimbot verilmiştir. Ahali-i mahalliyyenin ifadesine bakılırsa bütün bu ameliyatın faidesiz olduğu ve yapılan masrafların cümlesinin ifna edileceği gösteriliyor ise de hakīkat-i hal büsbütün başka olup bu babda edeceğim tahkīkat ve tedkīkat ile ameliyat-ı mezkurenin nereye kadar varıldığını ayrıca bir makale ile kariin-i kirama arzedeceğimi va’d ile bu hususda şimdilik daha ileriye gitmekten sarf-ı nazar ediyorum. Ramadi kazasında gereği gibi hükumet-i Osmaniyyeyi temsile çalışan bir kimse varsa o da polis me’murudur. Başka me’murların ahali nazarında o kadar kıymet ve meziyetleri yoktur. Bu kazada ise medeniyet ve hüsn-i tabiat farklı ve mütekaddim olduğu gibi merkez-i kazada ayrıca da bir bab rüşdi mektebi vardır. Yalnız teessüf olunur ki buralarda öyle muktedir mütefennin me’murlarla muallimler her nedense gönderilmemiştir. Hıtta-i Irakıyye’ye gönderilen me’murların –sairlere nisbeten– daha ziyade mahir müdebbir afif olmaları lazım iken maatteessüf bu cihete o kadar ehemmiyet verilmediği derhal anlaşılıyor. Ramadi’den hareketle ikinci konağımız olan Felluce – nahiye merkezine– ya geldik. Burası ziraat ve felahatle umrana o kadar kabiliyeti vardır ki burayı görenlerin cümlesinin taht-ı tasdikindedir. Fırat suyu layıkıyle araziyi iska ve irva ediyor. Fakat usul-i felahat ve ziraatin henüz devre-i edilememektedir. Kasaba Fırat suyunun her iki tarafında teşkil olunduğundan ara yerde bir de köprü vardır. Ancak sırat köprüsü üzerinden kolaylıkla geçmek daha ziyade ihtimal dahilindedir. Öyle perişan ve berbad bir köprü üzerinden geçen arabalardan ayrıca beşer guruşluk bir resm-i miri istifa edilmekte olduğunu söylersem taaccüb olunmamalıdır. Halbuki metin ve muhkem bir köprü yapılıp buraya birkaç bin lira masraf edilecek olursa hem abirin ve marrinin istirahatlerini hem de kasabanın az bir zamanda fevkalade bir surette ma’mur olmasını te’min eder. Hıtta-i Irakıyye o kadar çok şeylere muhtacdır ki bunların hiç birisini henüz hükumet yapmadığı gibi ahali-i mahalliyyeyi sa’y ü amele da’vet eylemeyi dahi unutmuştur. Ahali-i Irakıyyenin tamamı değilse bile yüzde doksan dokuzu henüz meşrutiyet ve hürriyetin ne olduğunu bilmediklerinden yalnız hükumetten adalet ve müsavat beklemekle karaları mütegallibenin müteneffizanın –ki her biri bir derebeyi kadar sahib-i nüfuz ve kuvvettir– şerrinden kurtarmak pek kolay ve asandır. Buralarda pek ciddi ve adil ve demir kadar metin bir ahlaka malik bulunan me’murlara ihtiyac şeklinde yazılmıştır. vardır. Böyle me’murların biraz –müstebid diyemeyeceğim ahaliyi en ziyade memnun eden ve hükumetin kuvvetini kendilerine gösteren nokta bundan ibarettir. Hülasa-i kelam şunu demek isterim ki Hıtta-i Irakıyye’ye ayrı ve şiddetli bir kanun ile “adil ve şedid” me’murlar elzemdir. Buraya gönderilen valilerle me’murlar gerek ahali-i mahalliyyeye ve gerek kabail-i mebhuseye –siyaset ve hikmet-i hükumet namına– o kadar yalan söylemişlerdir ki hükumet-i Osmaniyyeyi yalancı dolandırıcı metanetsiz bir hükumet haline getirmeye ve ahali nazarında onu bu suretle tanıttırmaya bais olmuşlardır. Birkaç aile reisiyle görüştüğüm esnada para kuvvetiyle hükumete her şeyi yaptırmanın pek kolay olduğunu ve valilerle mutasarrıfların kaimmakamların ağzından o kadar yalan işitmişlerdir ki artık hükumete bir türlü emniyetleri kalmadıklarını söylediler. Buralara gönderilecek me’murların allame fehhame kimselerden olmaları o kadar muktezi değil ise de afif ve metin ve salabet-i vicdaniyyeye malik olmaları her halde mutezidir. Haccac bin Yusuf es-Sakafi’nin Hıtta-i Irakıyye’ye vali ta’yin edildiği akībinde ahaliye hitaben irad ettiği hutbeyi tarihde okuyanlar ma’ruzat-ı bitarafanemin hakīkatini derhal Çöllerde feyfalarda hükumeti temsil edecek olan kimseler hal-i hazırda jandarmalardır ki bunların da adedi pek kalildir. Bir kaza merkezinde bulunan bir polis hem vazifesini hem de adliye müddei-i umumiliği vazifesini de ifa edecek. Halbuki bir refik ve muavini yoktur. Bana kalırsa ya bu kazalarda adliye teşkilatına derhal mübaşeret eylemeli veyahud bu gibi vezaifle mütevazzıf bulunan me’murin-i inzıbatıyyeye birer refik ta’yin olunmalıdır. Felluce’den yola çıkıp Ağustos’un onsekizinci günü olan Cumartesi günü saat iki alaturkada Bağdad’a muvasalat eyledim. Bağdad SEBILÜRREŞAD MECELLE-I İSLAMIYYESI MÜDIRIYETI’NE Efendim! günler ara sıra erbab-ı hayr u hasenattan bazı zevatın münasib mahallere gönderilmek için abone olduklarını okumakta bundan dolayı sürur-ı bi-payan duymaktayım. Niğde’de Bor kazasında Sarraf Muharrem Efendi nam zat mecelle-i İslamiyyemizin cidden aşıklarındandır. “Sarraf” lakabı olup kendisi fukara-yı sabirindendir. Maatteessüf ümmi olan bu zat mütedeyyin sahi muhibb-i ilm ü ulemadır. Dinini ve vatanını hakīkaten sever sevmesini bilir. Kendisi pek akıl ve fatin yaradılmış olup ilimden fenden ve her şeyden bahseder ve ettirir. Rüşdiyeye müdavim bir oğlu var: Necib. Necib okur kendisi dinler. Necib yarım okur kendisi tamam dinler tamam anlar. Bir dinler başkalarına on anlatır. Kendisiyle yarım saat bir saat musahabet eden bir zat Muharrem Efendi’yi ulum u fünun-ı aliyyeyi tamamen tahsil etmiş fuzaladan zanneder. Kendisinden hülasatü’l-hülasa bahseylediğim bu zat elhak şayan-ı teavün olduğundan ashab-ı hayr u hasenattan yurmanızı halisan li-vechillah rica ederim efendim. Birkaç zamandan beri gazetelerde ve dillerde bir “İran” kelimesidir dolaşıyor. Her tarafta İran’dan bahsolunuyor. Telgraflar oradaki fecayii ihbar ediyorlar. “Zavallı İran” diye herkes teessüf etmektedir… Bu İran nedir ve neresidir?.. Acemistan diye yad edilen bu memleket satvet ve salabet-i tarihiyyesiyle rub’-ı meskuna hakim olmuş şarktan Çin hududuna garbdan Afrika Mısır ve Yunan sevahiline şimalden Bahr-ı Hazer sevahil-i şimaliyyesine ve cenubdan Hindistan sahillerine kadar yayılmış idi. Hal-i hazırda ise sath-ı coğrafisi Fransa memleketinin üç misli zengin bir kıt’aya maliktir. Şimalden Aras nehri Bahr-i Hazer cenubi sahilleri Türkistan hududu boyunda Rusya memleketi şarktan Afganistan ve İngiliz Belucistanı cenubdan Bahr-ı Muhit-ı Kebir ve Basra Körfezi Halic-i Fars garbdan Memalik-i Şarkıyye-i Osmaniyye ile hem-hududdur. mı Farslar Fersler diğer kısmı da Türklerdir. Bu iki unsur-ı mühimden başka Kürdler Arablar Ermeniler Lurlar ve sair bir takım ufak anasır ve akvam dahi mevcuddur. Fakat bunlar nazar-ı ehemmiyyete alınmayacak derecede azdırlar. üç milyona karib bir kısmı göçebe ve aşiret halinde yaşar. Mütebakī yedi milyon ahali ziraat ve ticaretle imrar-ı maişet ederler. Mahsulat-ı ziraiyyeden başlıcası meyve pirinç pamuk ve afyondur. İran ticareti dahi şayan-ı ehemmiyet bir derecededir. Yirmiden ziyade memalik-i ecnebiyye ile münasebat-ı ticariyyede bulunur. İran ma’mulatından halının cihanca bir mevki’-i bülendi vardır. İran ticaretinin senevi eder. İran münasebat-ı ticariyyesine aid umumi bir mülahaza ve mutalaayı meraklılarına teshil için Osmanlı sene-i maliyyesine tesadüf eden “Tahako yıl” İran sene-i maliyyesine aid gümrük istatistikinden bil-iktibas atideki cedvelin dercini münasib bulduk. Ziraat ve ticaretten maada bakır işleri nessaclık ve diğer bir takım el san’atlarıyla beraber hayvan beslemek ve çobanlıkla vakit geçirmek dahi göçebe ve aşiretlerin adedleri kadar kabil-i ehemmiyyettir. Yarım milyondan dun bir adedi Yahudilere Ermenilere ve Zerdüştilere çıkarıldıktan sonra İran ahalisi tamamıyle müslüman ve mezhebce –ale’l-ekser– Şiidirler. Ehl-i sünnet olanları da vardır. Bir Avrupalı müdekkıkın tahmini üzerine İran arazisinden kısm-ı a’zamı kabil-i zer’ olduğu halde ancak yüzde müstesna olarak tamamıyle “erbab” “mellak” ve “han” denilen mütegallibe ve derebeylerin yed-i inhisarındadır. Zürra’ın bila-vasıta kendi eydi-i istifadelerinde olan mezari’ ale’l-ekser Tahran havalisinde vaki’dir. Zira burası merkez-i hükumet olmak hasebiyle bir parça derebeyler istilasından masun kalmıştır. Menabi’-i serveti muhtekir ve tama’kar derebeyleri arasında taksim ile taht-ı inhisara alınmış olan bu memleket böyle bir keyfiyet-i iktisadiyyenin iktizası olan bir lik usulünden ibarettir. Şah kendi mahallerinde küçük birer şah kesilen derebeylerinin menafiini müdafaa etmek üzere şahenşah olmuş adeta memleketin büyük feodali gibi telakkī edile gelmiştir. Memlekette tabakat-ı nasın me’murin-i devletin keza derebeylerinin makam-ı saltanatın hakk u salahiyetini ta’yin eden ve tabakat-ı ictimaiyyenin yekdiğerine karşı münasebatını ta’yin kılan yazılı bir kanun i’lan-ı meşrutiyyete kadar yoktu. Küçük feodaller mütegallibeler kendi vilayetlerinde büyük feodal şah da bütün “memalik-i mahruse”de istediklerini yapabilirler idi. Hülasa hükumet “la-yüs’el amma-yef’al”in tam ma’nasıyle “otokratik” bir hükumet idi. * * * tehir memalik-i şarkıyyedendir. Hele efsanelerde altı bin yıl yaşadığı iddiasına da tesadüf edilir. Bu uzun ömründe İran büyük fütuhata şanlı günlere azametli iktidarlara malik olduğu gibi birçok def’a dehşetli ma’ruz kalmıştır. Tarih-i te’sisi esatir ve efsanelerle muhat olan bu memleket dünyanın en kadim bir mümessil-i temeddünüdür. Şimdiye kadar burada yirmiye karib sülale-i hükümdaran saltanat etmişlerdir. Mevki’-i coğrafi nokta-i nazarından hudud-ı tabiiyyeye malik olmayan bu memleket her daim hücumlara ma’ruz kalmış gerek şarktan gerekse garbdan gelen cihangirlerin pay-ı istila ve galebeleri altında çiğnenmiş ezilmiştir. Fakat bu kadar muhacemata karşı İran yine milliyetini muhafaza etmiş maddeten mağlub olduğu halde kendi fatihlerine bir galebe-i ma’neviyye çalmış ve bu sayede her vakit kaybetmiş olduğu istiklalini iade edebilmiştir. İran’ın şu ahval-i ruhiyyesine tercüman olarak müverrihin ve münakkıdinden bazıları; “İran kendi galiblerine galebe çalan bir memlekettir.” demişlerdir. Bu galebenin kable’l-İslam bir nümune-i muhteşemini Demirci Kave İhtilal-i Millisi teşkil eder. Esatir-i kadimeye müstenid şu an’ane-i milli ber-vech-i ati tasvir edilmektedir: “Arabistan Şibh-ceziresi’nden Maskat’tan bir unsur huruc etmiş İran’ı istila etmiş. Şu müstevliyan-ı Arab yılana perestiş ederlermiş. Yılanperestlerin padişahı olan Dahhak zulüm ve dehşeti ile ma’ruf imiş. İşte bu zalim adl ü re’feti alır ve telef ederlerdi. Bundan başka Dahhakiler ma’budları olan yılanlara günde birer İranlı çocuğunu kurban keserlerdi. Her gün kur’a üzerine birer İranlı ailesi sevgili evladının bulmuştu. Zerdüşt Mezhebi’nin mensubları şiddetle ta’kīb ediliyor emlaki müsadere emvali tarac evlad [ü] ahfadı da katl olunuyordu. “İşte İranilerce id-i milli sayılan Nevruz günü Kave denilen bir demircinin evvelce büyük ve sonra küçük oğlunu alarak götürmüşler ve yılanlar namına kurban olarak kesmişlerdi. Gayretli pedere vurulan bu darbe-i feci’ İran hissiyat-ı vatanperveranesini tahrik eder. Sevgili ciğerparelerinin takar dini milliyeti ve namusu tahkīr eden Dahhak hükumetine karşı i’lan-ı isyan eder. Başına cansipar bir ordu toplar saraya hücum eder. İran tahtının gasıbı olan Dahhak’i katl ile Cemşid-i Adil’in hafidi İran tacının sahib-i hakīkīsi Feridun’u kendi taht-ı mevrusuna ik’ad eder. O vakte kadar henüz genç olan Feridun Dahhak’in korkusundan dağlarda yaşarmış.” A’sar-ı kadimesinde böyle bir an’anat-ı kahramananeye malik olan İran ba’de’l-İslam dahi şanlı an’anelere maliktir. Bu devre-i tarihde dahi İran cihan-ı İslamiyyet ve insaniyyette bir safha-i şan ü şerafet sahibidir. Hele İslamiyet’ten sonra İran’ın meşime-i feyyazından doğan dahiyan-ı ilm ü edeb ile’l-ebed İran’ın medar-ı fahr u mübahatı olacaklardır. Muharririnden birisi; “Arablar İslamiyet’in müvellidi İra niler mürebbisi Türkler de müdafi’idir” demiş idi. Mu har rir-i muhterem erbab-ı ilm ü tedkīka mechul bir hakīkati keşf değilse de milel-i İslamiyyenin İslamiyet’e ne derecede alakadar olduklarını ta’rif için pek münasib bir ta’bir bulmuşlardır. Evet İslamiyet ve Alem-i İslam’ın en büyük mürebbileri addedilen Razi Beydavi Firuzabadi İbni Sina İbni Hacib Zemahşeri Gazzali gibi İslamiyet’in birer rükn-i rekini olan fuzala-yı benam hep İran’ın yetiştirmiş olduğu muallimlerdir. dahi nazar-ı tetebbu’a çarpıyor. İran’ın tehlikeli bir zamanı gelmişlerdi. Böyle vahim bir halde Horasan taraflarında Nadirkulu namında bir rahzen zuhur eder. Evvelce bir gönüllü sırasıyle işgüzar ve cesur bir kumandan suretiyle memleketi helakten kurtarır. Ba’dehu Sülale-i Safeviyye’den sonuncusu ve su-i ahlakından naşi menfur-ı millet olan Şah Tahmasb’ı hal’ ile iktidarı kendi eline geçirir ve bilahare makam-ı hükümdariye geçerek Nadir Şah olur. Nadir Şah İran’ı taht-ı istilalarına alan ecnebileri tamamıyle tardeder; fakat bununla da kalmaz Hindistan’a kadar gider. Teshiri birçok fatihlere sühuletle müyesser olmayan o zengin kıt’aları İran haritasına dahil eder. Bir taraftan dahi muasırı olan Büyük Petro’ya ültimatomlar gönderir. Bir azm-i ahenine malik olan Nadir’in mezaya-yı nadiresi yalnız sahib-i seyf olmasıyla da kalmıyor idi. İttihad-ı kendi fikrini Osmanlı sultanlarından muasırı sultan hazretlerine dahi bildirmiş idi. Nadir Şah’a Avrupa müverrihleri Şark Napolyonu derler. * * * lam’daki mevki’-i bülendleri dahi hiçbir vakit nazar-ı dikkat ve tetebbu’dan dur tutulmamalıdır. Firdevsiler Molla-yı Rumiler Sa’diler Hafızlar yetiştirmiş olan bu memleket o dühat-ı kalemin yükseklikleri sayesinde Lisan-ı Farisi’yi ihya ederek onu Şark’ın Fransızcası mevki’ine is’ad ettirmişlerdir. Bu büyük edebiyatın Osmanlı edebiyatına ettiği te’sir ma’lumdur. Bir vakit Devlet-i Osmaniyye’nin muharrerat-ı resmiyyesi Farisi olduğu gibi Yavuz Sultan Selim’in Farisice rin o büyük şair-i ateş-zebanının yazılarında Yunanlıların Homeri’ne mukabil olan Şehname sahibi Ebu’l-Kasım Firdevsi’nin ruhu ve onun selaset-i inşa ve mehabet-i şi’riyyesi tezahür etmektedir: Namık Kemal merhumun Şehname ’yi ezber bildiği ma’ruf-ı havastır. Hülasa Yunanistan medeniyeti ve Yunan kavmi Avrupa alem-i hıristiyaniyyesince ne gibi bir şöhrete sahib ise Şark ve Alem-i İslam’ca da İran öyle bir an’ane-i tarihiyyeye maliktir. BOSNA’DA EVKAF-I İSLAMIYYE MES’ELESI vali hakkında yazmasını deruhde ettiğim silsile-i makalata evkaf-ı İslamiyyeden başlıyorum. Çünkü evkaf mes’elesi Bosna müslümanlarının hayat-ı diniyyesi nokta-i nazarından en ziyade ehemmiyet verilecek bir mes’eledir. Biz öyle bir ruhbani hükumetin taht-ı idaresindeyiz ki kendisinden terbiye-i diniyyemize hadim hiçbir harekete intizar edemeyiz. Bu hususda sarfedilecek himmet ancak kendimiz tarafından sarfedilebilir. Bizim az nüfusumuz nazar-ı i’tibara alınarak düşünülecek olursa bu hususda dehşetli rakīblerimize karşı bir şey yapamayacağımız varid-i hatır olabilir. Çünkü cüz’i servetimiz ancak kūt-i la-yemut geçinmemize kafidir. Binaenaleyh menabi’-i hususiyyeden umur-ı diniyye ve milliyyemizin emr-i muhafazası için pek cüz’i fedakarlıkta bulunabilir. Eğer Bosna’da bugünkü mebzuliyetiyle evkaf-ı İslamiyye bulunmamış olsa idi bura müslümanlarının diyanet nokta-i nazarından halleri pek perişan olurdu. Bunun için evkaf mes’elesini her şeye takdim etmek sebebsiz olmadığını siz de i’tiraf edersiniz. Size evkafın bugünkü halini tavsif etmeden evvel hükumet tarafından ne suretle idare edildiğini ve bu idareden iktitaf edilen semeratın ne mikdarda bulunduğunu yazayım da eskisi ile yenisini mukayese edip iyiliğe müteveccihen hareket ettiğimizi anlayasınız. Hükumetin evkaf-ı İslamiyyeyi ne suretle idare ettiğini nizamname-i mahsusasından ber-vech-i ati iktibas ediyorum. Hükumet evkaf-ı İslamiyyeyi senesine kadar muvakkat kanunlarla idare ediyordu. senesinin Haziranı’nda evkafın idaresi için esaslı bir kanun tertib edildi. Bu kanunla idare-i kefiyyeye bir renk-i kanuniyyet verilmiş oluyordu. Kanun-ı mezkur mucebince evkaf-ı İslamiyye iki hey’et tarafından idare ediliyordu. Bunların biri “Evkaf Emaneti” hey’eti olup umur-ı evkafda vazife-i teşriiyyeyi ifa ederdi. karreratı mucebince idare-i umur vazifesiyle mükelleftir. Bu vellileri tabi’dir. Yukarıki fıkra ile evkaf teşkilatının bir iskeletini yaptım. Şimdi bu iki hey’etten birincisinin ne suretle teşkil edildiğini ta’rif edeyim: Bu hey’et yirmi bir a’zadan teşekkül eder. Reisi imparator nasbeder. A’za-yı saireyi Bosna-Hersek Nezareti ta’yin eder. Bu yirmi a’zadan biri evkaf katib-i umumisi diğeri evkaf müfettişi-i umumisi dördü meclis-i ulemanın dört a’zası sene için her sancak eşrafından ta’yin edilen zevattan ibarettir. Fakat bu on iki zat müddetlerinin munkazi olması üzerine tekrar ta’yin olunabilirler. “Evkaf Emaneti” a’zası vazifelerini bila-ücret ifa ederler. Yalnız reis müfettiş ve katib-i umumi hey’et-i idare a’zası sıfatıyle “evkaf kasa”sından muhassasat-ı mahsusa alırlar. A’za-yı hariciyyenin dahi her gidip gelişte harcırahları evkaf kasasından tesviye edilir. “Hey’et-i Emanet” reis tarafından la-ekall senede bir def’a o da son baharda ictima’a da’vet edilir. Lüzumu halinde birkaç def’a da’vet dahi salahiyeti dahilindedir. “Evkaf Emaneti” ber-vech-i ati umuru halletmekte salahiyetdardır. – Gerek müstakil evkaf ve gerek “evkaf ihtiyat kasası”nın ma-melekini umur-ı nafiada isti’mal için lazım gelen mukarrerat ve müzakeratta bulunmak. – Şeriat-i Muhammediyye’nin müsaid olduğu kadar ev kaf-ı müstakillenin veyahud “evkaf ihtiyat kasası”nın emlaki karşılık gösterilerek istikrazatta bulunmak veyahud onları diğer birisine temlik etmek için müzakerat ve mukarreratta bulunmak. – Vakıfnamelerde münderic bulunan mutalebatın icrası mak vakıf idaresinin mesarifine karşılık göstermek ve onları umur-ı maarif-i İslamiyyeye tahsis etmek vezaifi cümlesindendir. – Müstakil evkaf ile evkaf ihtiyat kasasının senelik mu vazene-i umumiyye layihasını tanzim etmek. – Evkaf ihtiyat kasası ile sair müstakil evkafın mesarifat-ı seneviyyelerini tedkīk etmek. – Evkaf hey’et-i idaresiyle kaza evkaf emanetlerinin ve sair müessesat-ı evkafın tarz-ı idaresini taht-ı nezaret ve teftişinde bulundurmak kendi vazifesidir. – Evkaf nizamnamesinin tebdili için hükumet-i mahalliyyeye teklifatta bulunmak dahi kendi salahiyeti dahilindedir. Atideki ma’lumat darü’l-cihaddaki İslam kumandanlarının tebliğ edilmiştir: Düşman bugün ale’s-sabah sefain-i harbiyyesinin himayesinde üç alay piyade bir alay süvari ve üç bataryadan ibaret bir koluyla Abdülcelil’den sahil boyunca Seyyid Bilal ve Cebel’deki Sayyad hurmalığına ve sa hil istihkamatının himayesinde Birinci Kol canibdarı olmak üzere gördüğü tazyik üzerine üç piyade alayı bir alay süvari ve beş batarya topa iblağ eyledi. İkinci bir koluyla Ma’mure Tepesi dahil olduğu halde Zanzur hurmalığının cenub kısmından taarruz etmiştir. Muharebe guruba kadar devam etmiştir. Birinci koluna Haşeşan ve Maye’deki kuvvetimiz edilen Saniyetü’l-Gandi kuvveti mukabele etmiştir. Birinci kola altı yüze karib telefat verdirilmiştir ve ric’ate mecbur edilerek yalnız sahildeki Seyyid Bilal Tepesi düşmanın taht-ı işgalinde kalmıştır. Bu koldan bir mülazım bir neferi esir edilmiştir ve yüz küsur tüfenk ile yirmi sandık cebehahe üç ester ve bir esb iğtinam olunmuştur. İkinci canibdar kumandanının şafakla beraber bir batarya ile işgal ettiği bir tepeyi asker ve mücahidinin vukū’ bulan muhacemat-ı şedidelerine karşı toplarının kamalarını alarak ve yirmi cesed ve altı ester laşesi bırakarak terk ve tahliyeye mecbur olmuş geçerek toplarını istir[d]ad eylemiş ve bilahare akşama doğru tepeyi ve mevaki’-i saireyi terk ile Kırkkarış ve Abdülcelil’e çekilmiştir. Düşmanın işbu koldaki telefatı dahi beş yüz tahmin edilmektedir. Bu koldan dahi bir İtalyan neferi esir edildiği gibi pek çok çanta ve eşya ve saireden başka Maye mıntıkasında maa-mecruhin yüz kadar ve Zanzur mıntıkasında yüz kadar şehid ile biri zabit sekizi nefer ve ikisi rüesa-yı meşayıhdan olmak üzere iki yüz elli kadar mecruhumuz vardır. Eylül’ün birinci günü İtalyanlar fecirle beraber mevaki’imizi büyük ve küçük çaplı toplarla şiddetli bombardımana başladılar. Sabah saat on buçuktan ikiye kadar devam eden bombardımanı müteakıb bir liva kadar tahmin olunan bir kuvvetle Derne Vadisi’nin şarkındaki istihkamlardan ve denizden bir kuruvazörün ateşi himayesinde ilerlediler. Aynı zamanda garb cihetinde ve istihkamlardan dokuz yüz metre mesafede bulunan Şid Abdullah Tepesi’ndeki postamız üzerine keza üç kol ile taarruz ettiler. İleri karakol bölüğü ve kısm-ı küllisi ile takviye olunan bu postamız düşmanı buradan geri tardetti ve altı tüfenk alındı. Gündüz saat altıya kadar devam eden bu muharebede bizden Afganlı iki gönüllü şehid bir nizamiye ve bir muhafız neferi mecruh olmuştur. Düşmanın daha ziyade zayiatı olması muhtemeldir. Dört Eylül Salı günü sabahı kamerle beraber ve tahkimine devam ettikleri sahil mevakiine hücum edildi. Muharebe gece geç vakte kadar on beş saat devam etmiş ve İtalyan mevkiinin merkezindeki tahkimat işgal edilmiş ise de bilahare kuvve-i külliyye-i imdadiyye vüruduyla beraber cenahlardaki mevakiin ve sefine-i harbiyyenin şiddetle ateşleri altında tahliyesine mecburiyet hasıl olmuştur. Düşman müdafaa-i mutlakada kaldı. Bu muharebede bizden bir mülazım ile nizamiye ve milis efradından yüz kadar şehid ve bir binbaşı ve bir mülazım hafif surette ve bir topçu çavuşuyla nizamiye ve milis efradından yüz kadar mecruh vardır. Mecruhin miyanında Senusi meşayıhından Seyyid Hamid de bulunmaktadır. İtalyanlardan Yirmiikinci Alay’ın onbaşılarından Onbaşı Cardino Castanito esir ve yüz on tüfenkle bir çok eşya ve techizat-ı askeriyye iğtinam olunmuştur. İtalyanların zayiatı zabit ve nefer olarak iki yüzden fazla tahmin edilmektedir. el-Alem gazetesinin Bingazi’de bulunan muhabirinin Eylül-i Efrenci tarihinde keşide ettiği telgrafnamenin telhisen tercümesidir: Sadat-ı Senusiyye’nin Üstad-ı Ekberi Seydi Ahmed eşŞerif hazretleri Ramazan’ın yirmialtıncı günü Cağbub’a muvasalat buyurmuşlardır. Müşarun-ileyhin müddet-i seyahatleri pek uzun sürmüştür. İkametgahları olan Kufra’dan Cemaziyelahir’in yirmi sekizinde hareket etmişler ve Şaban’ın on beşinde Calu’ya vasıl olmuşlardır. Bundan sonra Ucele ve Kuteymir ve Şahra mevki’lerine de uğra yarak tamam kırk beş günde Cağbub’a gelebilmişlerdir. Bu seyahatin ne kadar mevani’-i tabiiyye nülürse Şeyh hazretlerinin İslamiyet ve Osmanlılık uğrunda ne büyük fedakarlık ihtiyar buyurmuş oldukları anlaşılır. Şeyh hazretlerine karşı icra edilen merasim-i istikbaliyyeyi tasvir kabil değildir. Bu merasim fevkalade ihtiramkarane ve samimi idi. Urban arasında bu gibi merasimde silah atmak bir an’ane olduğundan birçok kurşunlar atmışlar ve buna karşı Şeyh hazretleri; “İtalyanların göğüsleri bu kurşunlara daha layıktı.” buyurmuşlardır. Bundan sonra nutuklar teati edilmiş ve cami’-i şerifde bir hatim kıraet edilerek Şeyh hazretleri ceddi ile pederlerinin makberelerini ziyaret buyurmuşlardır. Şeyh hazretleri el-yevm kırk iki yaşında bulunuyorlar. Kendileri orta boylu kara gözlü buğday çehrelidir. Bazen urbana mahsus elbise ve bazen da kıyafet-i Mısriyyeyi telebbüs ederler. Arkalarında mavi kadifeden yapılmış ve üzerine sim tellerle perde-i şerifenin bazı beyitleri yazılmış bir cübbe bulunur. Daimi surette bellerinde iki küçük mavzer revolveri vardır. Ata bindikleri vakit de sağ taraflarına eğri ve son derecede keskin bir kılıç ve arkalarına “Lil” cinsinden gümüşlü bir Fransız tüfengi almaktadırlar. Kendileri tarih-i İslam’da sahib-i ihtisas oldukları gibi ahval-i İslam’a müteallik bütün vekayie de vakıftırlar. Fikirlerini her vakit gayet selis bir ifade edeceği tarz-ı siyasetin dahilde neşr-i adalet ve harice karşı da muntazam bir ordu ve donanmaya malikiyet olması lazım geleceği fikrindedirler. Muharebe hakkındaki fikirlerine gelince: Müşarun-ileyh ne nam ve suretle olursa olsun Trablus ve Berka’da İtalya’nın bir hakkı olmadığı ve bunun hiçbir İtalyan kalmayıncaya kadar mücahedede devama urbanı terğīb ve teşvik ediyorlar. Eğer arzu edilirse sahne-i harbdeki kuvve-i hazıranın te’minat-ı kafiyye de vermişlerdir. Müşarun-ileyh sadrazam paşadan Hilafet-i İslamiyye ve hükumet-i Osmaniyyenin şan ve şerefiyle gayr-i mütenasib bir muahede-i sulhiyyeye vaz’-ı imza etmeyeceklerini ümid ve intizar eyliyorlar. Şeyh hazretlerinin bakıyye-i seyahati henüz ma’lum değildir. Şimdilik bir müddet istirahat buyuracaklar ondan sonra seyahat programını kararlaştıracaktırlar. danı Ahmed İzzet Paşa hazretlerinden Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne mevrud Temmuz tarihli telgrafname hülasasıdır: Eşkıya-yı İdrisiyye geçen Çarşamba ve Perşembe günleri bir top daha ilavesiyle iz’acata devam etmişlerse de münhezimen ric’ate mecbur edilerek eşkıyaya meşayihden lefat verdirilmiş ve İmam ile Seyyid İdris arasında Cebel-i Raz-ı Huveyni cema’atte harb devam etmekte olup Ared mevkiinde İmam mühim bir galebeye nail olmuştur. el-Alem gazetesiyle neşrolunan bir makalede bütün Alem-i İslam’ın bu seneki fitrelerini Trablusgarb’da İslam uğruna bezl-i hayat eden mücahidine vermeleri teklif olunmuş birçok taraflardan bu teklif kabul edilerek fitreler mücahidine gönderilmiştir. hiyle Balkan gazetesine şu mühim telgraf çekilmiştir: Ziştovi’ye mülhak Çavuşköy ahali-i İslamiyyesine dün akşam Bulgarlar tarafından bir baskın verilerek kahr ile müslüman evlerine girmişlerdir. Telef ve cerh edilenlerin zayiatı henüz ma’lum değildir. Tafsilat postadadır. Nizamı dairesinde yazabilirsiniz. Süleyman Rüşdü Balkan diyor ki: Makedonya’da olsun Bulgaristan’da olsun bir Bulgarın burnu kanarsa kıyametler kopar. Fakat Toyran’da dökülen müslüman kanlarını yahud şimdi şu zavallı Bulgaristan müslümanlarının kanını bakalım kim sorup kim arayacak? Afganistan Emaret-i İslamiyyesi payitahtında neşrolunan Siracü’l-Ahbar gazetesinin son gelen nüshası Afgan emiri hazretlerinin huffaz-ı Kur’an yetiştirmek üzere mühim bir teşebbüsde bulunduklarını bildiriyor. Emirin iradesi üzerine Afganistan’ın on bir şehrinde bilhassa hafızin-i Kur’an tedris etmek için birer medrese te’sis edilecek her sene bu medreselerden yetişecek zevatın adedi kişiye baliğ olacaktır. Kamil bir hafız olarak medreseden me’zuniyet istihsal eden bir talebe hazine-i devletten senevi bir maaş alacaktır. Müddet-i tahsilinde ise her talebenin mesarifi dahi hazine-i devletten te’diye edilecektir. Emir hazretlerinin bu teşebbüsü cidden şayan-ı takdirdir. Rus gazetelerinin neşriyatına nazaran Şahseven tavaifi ahiren üç kısma ayrılarak bir kısmı Mugan Sahrası’na bir kısmı köylere bir kısmı da dağlara gitmişler. Şahsevenler son def’a olarak Ruslara karşı müttehid bir harekete karar vermiş ve mağlubiyete duçar oldukları takdirde de Osmanlı hududuna iltica etmeyi taht-ı karara almışlarmış. Rusların Şahsevenler’den az çok tokat yedikleri vaki’dir. Fakat buna ara sıra Rusya matbuatının Osmanlı namını dahi zi-medhal göstermekte gizli bir maksadları vardır ki bu da kendilerinin gerek Azerbaycan’da gerek Kafkasya hududunda tahşid etmekte oldukları kuva-yı askeriyyeye zorla da olsa “muhikk”! bir sebeb bulup göstermek emelinden Bir zamandan beri izi gaib olmuş olan Salaruddevle birden bire zuhur etti. Telgraflar geçen hafta zarfında merkūmun evvela Hemedan’ı zabtettiğini sonra da Kirmanşah’da hezimete uğradığını haber verdiler. Bir aralık kendisinin derdest edildiğine dair bir takım havadis şuyu’ bulduysa da maatteessüf teeyyüd etmedi. Ahiren Rusların Tebriz’de ayaklandırdıkları fecayi’ neticesinde vatanından Darülhilafe-i İslamiyye’yi sair İran mültecileri gibi bir me’men ittihaz eden Haşim Han Saidü’l-Mülk hazretleri mübtela olduğu hastalıktan reha-yab olamayarak irtihal-i dar-ı baka etmişlerdir. Saidü’l-Mülk hazretleri altmış yaşında bir pir-i vatanperver idi. İran mücahidin-i muhteremesinin olduğu hidemat-ı sadıkanesinden müstebidlerin gazabına uğramış idi. Allah rahmet eyleye! Hindistan gazetelerinde okunduğuna göre Dehli şehri sekenesinden Hacı Abdurrahman Efendi nam zat Hindistan hükumetine müracaat edip li’nin payitaht olması hatırası olmak üzere şehr-i mezkurda bir cami’-i şerif ile bir medrese inşa etmek arzusunda bulunduğunu ve bunların emr-i idaresi de kendi ve ailesi tarafından deruhde edileceğini bildirmiştir. Muma-ileyh bunun etmiş ve aksi takdirde bu mahallin bedelini kendi te’diyeye hazır bulunduğunu beyan etmiştir. Fransa Hey’et-i Seferiyyesi Kumandanı Miralay Largoux Vaday sultanını makamından def’ ve ıskat eylediği müşarun-ileyhin yerine bir diğeri ta’yin olunmayacağı için Vaday Sultanlığı fimaba’d zıya’-ı mevcudiyyet ettiği Kabile Reisi Abdülkerim Mesarif-i Umumiyye Müfettişliği’ne ta’yin olunduğu Eylül’de Paris’den çekilen bir telgrafta bildiriliyor. Bir Fransız hey’et-i seferiyyesi kumandanının bir hükumet-i edecek kadar kudret göstermesi ne derece bais-i teessür ve teellüm ise İslamiyet’e hakaret namına adi bir miralay tarafından oynanan bu faci’ siyaset oyununun guya hiç de ehemmiyeti yokmuş bir hadise-i ictimaiyye gibi matbuat-ı bilecek kadar ince harfle ve ehemmiyetsiz bir sütuna dercedilmesi ve bu babda hiçbir teessüf beyan olunmaması o nisbette mucib-i telehhüftür. Farz-ı muhal olarak bir hey’et-i seferiyye-i İslamiyye Çetine’ye gitse de Karadağ kralını ıskat etse!... Bizce bunun tasviri değil a tasavvuru bile muhalat-ı hailedendir. Çünkü bütün Hıristiyanlık yanardağlar gibi üzerimize yıkıldığı dakīka-i felakettir. Lakin İslamlara gelince hal bütün bütün aksine! Hususiyle bu bedbaht emiri ıskat eden cür’et ve kuvveti veren şeylerden biri de Hilafet-i İslamiyye’nin Trablus’daki hal ve mevki’-i hazırıdır.. Can evinden vurulmuş olan bu mukaddes cüz’-i vatan sağ oldukça cenubundaki Vaday Saltanat-ı Muhammediyyesi de yaşamaya ahdetmişti. Eyvah!.. vesselam! Marakeş’de Fransızlara karşı liva-yı er-Ruği şarkta Ebu-Hamara Cenubi Marakeş’de el-Heyba. Bunlardan en mühimmi olan el-Heyba hakīkī bir mehdi ve büyük bir evliyanın oğludur. Arablar arasında keşf ü keramatıyle müştehirdir. Esasen ecnebi istilası ve akīdesi aleyhdaranındandır. Cenubi Marakeş tamamıyle onun evamirine muti’dir. Geçenlerde Marakeş şehrini işgal etmiş idi. Hal-i hazırda Marakeş’de mevcud Fransa askeri kırk bini tecavüz ediyor. Fakat bunlar ekseriyetle Şimali Marakeş’de uğraşıyorlar. Cenubi Marakeş’e doğru ise dört binden fazla bir kuvvet gitmemiştir. Fransız gazeteleri böyle cüz’i bir kuvvet leyh bu seferin te’hir edilmesi lüzumunu tervic ediyorlar. Rusya’da dördüncü Duma intihabatına başlanmıştır. Rusya İslamları dahi Duma intihabatı münasebetiyle faaliyete başlamışlardır. Ba kü’de intihab zamanına mahsus propaganda yapmak üzere Bakü Hayatı namında bir gazete neşredilmeye başlamıştır. “Uralsk”da vaki’ Tuhfetü’l-Lin? taht-ı idaresinde vaki’ kız ve erkek çocuklara mahsus müslüman mektebinde polis idaresi tarafından taharriyat mi” ve “İlm-i Eşya” gibi birkaç ders kitapları zabtedilmiştir. “Nijni Novgorod” Rusya’nın meşhur ticaretgahlarındandır. Burada her sene büyük umumi pazarlar olur. Birçok İslam tüccarları dahi buraya gelirler. İşte bu İslam tüccarlardan bir hey’et toplanarak feraiz-i İslamiyyeyi eda etmek üzere “Nijni”de bir mescid da müsbet bir neticeye geldiklerinden ilk hatve olarak kendi ceyb-i fütüvvetlerinden üç bin ruble lira-yı Osmani ianede bulunmuşlardır. Buhara-yı Şerif gazetesinde okunduğuna nazaran emir hazretleri id-i fıtırdan sonra yakında Rusya vilayetlerinden “Yalta”ya gideceklermiş. Anlaşılıyor ki emir hazretleri de pederinin isrine ıktifaen her sene Rusya’yı ziyareti bir vazife-i mahsusa telakkī etmeye başlıyorlar!.. Buhara’da Maarifperveran – Buhara-yı Şerif refikımız Buhara erbab-ı servetinden birisinin bir medrese inşası için külliyetli bir meblağ vakfettiğini haber verdikten sonra vakıf-ı muma-ileyhin hüsn-i niyyet ve hamiyyetine karşı ibraz-ı teşekkür ederek şu kadar ki Buhara’da birçok medreselerin vücuduyla yeni bir medreseye o kadar ihtiyac olmadığını halbuki usul-i cedide üzere tahsil-i ibtidai hakkında bir mektep bulunmadığından buna daha ziyade ihtiyac hissedildiğini nazara alarak vakıf-ı mezkura medrese yapacağına mektep yaparsa daha münasib bir iş işleyeceğini tavsiye ediyor. Rahmetullahi’l-ezkiya-yı Veli el-Hoca namındaki Zengibarlı bir müslüman Kahire’de münteşir el-Alem gazetesi vasıtasıyle neşretmiş olduğu gayet mufassal bir makalede Alem-i İslam’ın nikat-ı mühimmesini ale’l-husus makamat-ı mübarekeyi yekdiğere rabtedecek büyük bir şebeke-i hadidiyye inşasından bahsediyor. Zengibarlı kardeşimizin fikrince: İttihad-ı İslam fikrinin fi’len te’yidi ve Alem-i İslam’ın maddi ve ma’nevi takarrubu kadar bir demiryolu inşa etmeli ki bu hat Kudüs-i Şerif Kerbela ve Necef gibi nikat-ı mukaddeseden geçmeli. Hatt-ı mezkurun inşası ise bir İslam şirketi tarafından yapılmalıdır. Bu şirketin mütevellisi milyon İngiliz lirası sermayesi ve her sehminin de birer İngiliz lirası kadar bir kıymeti olmalı. Hatt-ı mezkurun tulü İngiliz mili ve arzı ise kadem olmalı. Yüz sehim alan bir müslim şirketin müdirin-i manlara satılabilmeli ve ancak onların nezdinde rehn edilebilmeli. Asakir-i İslamiyye milel-i İslamiyye ile değil ecnebilerle olan bir muharebeye sevkedildiklerinde hatt-ı mezkur Hicaz Demiryolu iane-i müslimin ile inşa edildiğinden ve bu nokta-i nazardan umum İslamların malı sayıldığından o da işbu idare-i İslamiyyeye ihale olunmalı Bağdad Yolu da tedricen mezkur şirket tarafından ele geçirilmelidir. Nikat-ı esasiyyesi ber-vech-i bala zikrolunan layiha-i mufassalasında Rahmetullah Efendi bu suretle sene sonra Alem-i İslam’da mevcud hutut-ı hadidiyyenin kamilen İslamlar elinde bulunacağını ümid ediyor. Tercümesi “Bir de belanın öylesinden sakınınız ki: O hiç bir zaman yalnız içinizden zalimlere isabet etmez; sonra bilmiş olunuz ki Allah’ın azabı yamandır.” * * * Bu ayet-i kerime “Ey mü’minler Allah ile Peygamber’in size hayat verecek olan da’vetine icabet ediniz...” mealindeki ayet-i kerimesinin altındadır; her ikisi de Sure-i Enfal’e mensubdur. “Beladan sakınınız” demek o belayı getirecek sebeplerden sakınınız... demektir ki bu sebeplerin en başlıcası fitne lafzının medlulüdür. Şimdi bu iki ayet-i celileden şu hakīkat sarahaten anlaşılıyor ki: Her biri cemaat-i müslimin için sermedi bir hayat olan evamir-i ilahiyyeyi yerine getirmeyecek; geldiği zaman kurunun yanında yaşı da yakıp kül eden salgın musibetleri başımıza getirmemenin çaresine bakmayacak olursak helakimiz muhakkaktır. Ne yapalım kanun-i ilahi böyle: Kurunun yanında yaş da yanıyor. Beş on kişinin uyandırdığı fitne yangını binlerce yüzbinlerce milyonlarca hanümanın külünü havaya savurmaktan geri kalmıyor. Evet bir namerdin hırsına koca bir memleket kurban oluyor; bir münafıkın yüzünden cemaatler cem’iyetler tarumar olup gidiyor. Hakim şair Ziya Paşa merhumun dediği gibi Kahhar-ı Zü’l-celal Bir mülkü bir haris-i sitemkar için yıkar; Bir kavmi bir münafık ile tarumar eder. Pekala! Böyle bir iki beş on yirmi elli yüz... Hatta bin hatta bir kaç bin suçlunun ceza-yı amelini geride kalan milyonlarca bi-günaha çektirmek adalet-i ilahiyyeye sığar mı? Bu suali ukde-i hatır etmek bile haramdır. Çünkü Hallak-ı Hakim bu alem-i hilkat için hiç bir zaman değişmeyecek bir takım kanunlar vaz’ etmiş; o kanunların mahiyetini ebediyetini lisan-ı şeriatle bütün mükellef olan insanlara bildirmiş; hem onların bizim hayatımıza bizim selametimize tealluk eden kısmını iyice anlayabilmemiz için gayet basit gayet vazıh bir surette tertib eylemiş; sonra yine bizim selametimiz nezd-i rahmanisinde pek matlub olduğu için “Sakın bu kanunların gösterdiği yoldan ayrılmayınız zira mahvolursunuz.” da Allah’ın evamirine kulak vermez; Allah’ın gösterdiği yolu tutmaz; bilakis bizi helak uçurumlarına doğru götürmek isteyen bir şirzime-i fesadın bile bile arkasına düşersek; adalet-i “Zalimlere dayanmayınız yoksa yanarsınız.” tehdidi gibi erbab-ı zulme yaklaşmadan nehy eden; ayat-ı kerime ne kadar çoktur! Yazıklar olsun ki kendilerinin pek sağlam müslüman olduklarına kail olan çoğumuz bu tehdidlerden bu ihtarlardan zerrece müteessir hatta haberdar değil! Hayatlarını bizim ölümümüzde arayan yabancı milletlerle yabancı hükümetlerin aramıza serpiştirdiği nifak fesad kavmiyet cinsiyet ırk da’valarını; hülasa vahdet-i milliyyemizi perişan edecek her türlü esbab-ı izmihlal tohumlarını bir an evvel büyütmek bir an evvel mahsul verecek devre-i kemaline getirmek için Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib o kadar faaliyet gösteriyoruz ki: Hayrına hakīkī menfaatine karşı o kadar lakayd o derecede kalp görünen Müslüman cemaatlerin kendi şerlerine kendi ziyanlarına gelince nasıl olup da bu kadar çalışkan kesilmelerine akıl bir türlü ermiyor! Ey cemaat-i müslimin Allah için olsun geliniz bu tefrikalara bu kavmiyet bu lisan bu bilmem ne gürültülerine nihayet veriniz. Çünkü tehlike olanca şiddetiyle her taraftan yüz göstermeye başladı. İbret almak için maziye dönüp bakmaya artık ne hacet var ne de vakit! İyice görüyorsunuz ki bu kanlı dedikodulara; bu sırf dedikodudan çıkan kıtallere biraz daha devam edecek olsanız siz de sizinle beraber şu son hükumet-i İslamiyye de -iyazen billlah- evvelkilerin uğradığı akıbet-i feciaya uğrayacak. Mehmed Akif HIFZU’S-SIHHAYA DAİR Mahdud zekası noksan havassiyle kendini hakime-i ci han addeden zavallı beşer vücudunu kemiren bedenini enva’-ı emraza duçar eden bir cihan dolusu mevcudat-ı uzviyyenin vücudundan daha pek yakın bir zamanda haberdar olabilmiştir. En müdhiş hayvanları en müfteris kaplanları en kavi arslanları en cesim gergedanları piş-i iclalinde zebun bırakan mağrur insanlar yıllarca bu gayr-i mer’i uzviyyat-ı sagīrenin müdhiş hücumlarından kendilerini kurtaramamışlar kemal-i acz ve tevekkül ile kazaya rızadan başka bir şey yapamamışlardır. En hunin muharebattan ziyade telefata badi olan bu gayr-i mer’i ordular bir anda binlerce kahramanları hak-i helake serdikleri halde cihanları titreten hükümdarlar bile bunların müdhiş hücumlarına karşı kendilerini müdafaadan aciz kalmışlardır. Bu acz evvelki kadar şedid olmamakla beraber el-an bakīdir. Onyedinci asrın mebadisinde ihtira’ olunan bir alet bizi başka bir alemin vücudundan haberdar etmiş erbab-ı fenni o zamana kadar meçhul kalmış olan bir cihan-ı diğer huzurunda engüşt ber-dehan-ı hayret bırakmıştı. Hurdebin dediğimiz bu alet sayesinde idi ki tabiiyyundan Hollandalı “ Leeuwenhoek” senesinde menkū’at -ı nebatiyyeyi muayene ederken bunların içinde zi-hayat bir takım uzviyyat-ı sağīre bulunduğunu keşfedebilmişti. Hollandalının bu keşfi erbab-ı fenne bi-payan bir saha-i tedkīk u tetebbu’ açmış oldu. Artık ulema-yı tabii yye bu yeni alemde keşfiyyat-ı cedideye hasr-ı mesai etmeye başlamışlardı. Bunların cihan-pesend mesaileri meşhur Pasteur’un keşfiyyatıyle tetevvüc eyledi. Ve o günden i’tibaren emraz-ı müntinenin müsebbibleri bu mikroplar olduğu tahakkuk eyledi. Basil bacille ve bakteri bactérie isimleriyle de yad edilen bu uzviyyata çıplak gözle görülemeyip ancak hurdebinle müşahede edilebildiklerinden naşi “Sedillo” nam zat ta rafından “mikrop” nam-ı umumisi verilmiştir. Bakteriler tufeyliyat arasında hayvanat ve insanlara müstevli olan en müdhiş ve en tehlikeli emrazın tohumunu teşkil ederler. Bakteriler de mantarlar gibi mevadd-ı uzvi yye üzerinde veya zi-hayat hayvanat bedenlerinde yaşarlar. Mevadd-ı uzvi yye üzerinde yaşayanlara saprofit saprophyte ve hayvanat bedenlerinde teayyüş edenlere de tufeyliyat parasite namı verilmektedir. Bakteriler alelade klorofilden mahrum bulunuyorlar. Ulum-ı tabii yye uleması bunları tek hücreli eşniye algues sınıfına mensub nebatatın bir şu’besi miyanına idhal ediyorlar. Nebatiyyundan Mösyö Kohn Cohn bakterilerin klorofilden mahrum olduklarına bakarak bunları mantarlar sınıfına mazhar-ı kabulü olamamamıştır. Evvelki makalelerin birinde beyan etmiş olduğumuz vechile mikroplar havada suda tabakat-ı sathiyye-i arzıyyede velhasıl her yerde mebzulen bulunurlar. Hurdebin denilen alet sayesindedir ki “alem-i suğra”yı teşkil eden bu mahlukat-ı acibenin vücudundan haberdar oluyoruz. Mikroskoplarla muayene ve tedkīk ederek teneffüs ettiğimiz hava-yı nesiminin bi-payan mevad ile mal-a-mal olduğunu pek güzel anlayabiliriz. Hurdebinlerle muayene edilen havayı nesiminin arzettiği manzara Şekil ’de görülebilir: Hurdebinlerle tedkīk edilecek olursa hava dahilinde bulunan tozların kum kömür pamuk ve bez kırıntıları nebatat ve böcek parçacıklarıyla deri kıl ve mevadd-ı saire enkazından ibaret oldukları ve bunların arasında mikroplar isporlar ve mantarların da mebzulen bulundukları anlaşılır. – Bakteriler başlıca üç şekilde bulunurlar: birer huceyre şeklinde bulunan mikroplardır ki bunlara mikrokokos microcques namı verilmektedir. Mikrokokosların bazıları tek ve münferid birer huceyre halinde bazıları da çift olarak birleşmiş bir şekilde bulunurlar. Şekil ’de görüldüğü vechile belsoğukluğu illeti tevlid eden mikroplar gonocoques bu suretle çift olarak birleşmişlerdir. Mikrokokoslardan saprofit mikropları sarsinler: sarcines ise Şekil ’de görüldüğü üzere bir küme halinde tecemmu’ etmiş bulunurlar. Mikrokokosların bir nev’i de yekdiğeriyle birleşerek a deta bir zencir teşkil ederler. Şekil ’de görülen istreptokokoslar streptocoques bu surette bir silsile teşkil edecek tarzda birleşirler. Mikrokokosların bir kısmı da bir pelte yığını manzarası arzedecek surette toplanmış bulunuyorlar. Şekil ’de görülen istafilokokoslar staphilocoques bu suretle tecemmu’ etmişlerdir. bakterilerdir ki bunlar batone batonnet namı altında yad edilirler. Şekil ’da görülen bakteriler şarbon hastalığını tevlid eden mikroplar olup ufak çubuk şeklinde bulunurlar. Batonelerin bazıları da uç uca birleşerek uzun bir çubuk manzarası arzederler. Şekil ’de görülen basiller bu nev’ batonelerden ibarettirler. Batonelerin bir takımları da uzun ve münferid hayt halinde bulunurlar. Leptotriksler leptothrix gibi. lezoni mikroplardır ki “vibrion” namı altında yad olunurlar. Şekil ’de görülen mikroplar bu nev’ vib ri yonlardan ibarettirler. Daha uzun olup halezonvari defeatle kendi üzerine kıvrılmış olan mikroplara da ispiril sprilles ismi verilmektedir. Maamafih mikropları şu üç şekilde cem’ etmek kat’i bir tasnif değildir. Çünkü bu şekiller sabit değillerdir. Bir mikrop te’sirat-ı muhtelife altında şu üç şekilden herhangi birini alabilir. Binaenaleyh ilk def’a tedkīk edilen bir mikrobu görünüşüne nazaran şu sınıflardan birine idhal etmek doğru olamaz. Mikroplar gayetle küçük uzviyyat oldukları için bunların mesahası hususunda vahid-i kıyasi olarak bir milimetrenin binde biri kabul edilmiştir. Bakterioloji fenninde bir milimetrenin binde biri denilecek yerde bir “mi” [µ] denilir Rumca bir harf ismi. Mesela; “Verem basili bir milimetrenin binde birinin ila ’sı kadar bir tule maliktir.” denilecek yerde; “Verem basili Bakterilerin tulleri –ale’l-ekser– arzlarının veya misli kadar olabilirler. Mikropların ekserisi levnden ari iseler de içlerinde menekşevi kırmızı mavi yeşil veyahud sarı bir levn arzedenler de bulunduğu bakterioloji erbabının beyanatından anlaşılıyor. Bakteriler de sair huceyrat-ı nebatiyye gibi haricen bir gışa’ ile mazruf bir takım huceyrelerden Bazılarında bu harici zarf şişerek adeta bir tabaka-i helamiyye teşkil eder ki o vakit buna zoogle zooglée namı verilir. Haricen bu suretle bir gışa’ ile mestur olan bakteri huceyresinin dahili habevi nescde madde-i musavvere-i ula protoplazma: protoplasma denilen maddeden ibaret olup bunun kısm-ı merkezisinde de pek nadir olarak “nüve” müşahede olunmaktadır. Protoplazmayı ihata eden gışanın ekseriya selülozdan mürekkeb bulunduğu erbab-ı fen tarafından beyan edilmektedir. Bakterilerden bazıları bir hareket-i mahsusa ızhar ediyorlar. Hurdebinle muayene edilerek mikropların bu hareketlerini müşahede etmek kabildir. Şekil ’de görüldüğü vechile ehdab-ı mütehezzizeye malik olan mikroplar bu sayede tebdil-i mahal edebilmektedirler. Ehdab-ı mütehezzizeden mahrum olan mikroplarda ise hareket eseri müşahede olunamaz. Bazı mikropların hareket ettiklerini müşahede eden tabiiyyundan bazı zevat bunları zümre-i hayvaniyye miyanına kü bakterilerin umumiyetle eşniye sınıfına mensub nebatattan bulundukları kat’iyyen anlaşılmıştır. Bakterilerden bazılarının hareket edebilmeleri mücehhez oldukları ehdab-ı mütehezzize sayesinde vukūa gelmektedir. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Bu sırada beyler ve sergerdelerden; “Arzunuza imtisalen teheyyüatta bulunduk. Tarafınıza nakid olarak üç yüz bin rupiye gönderdik. Bizi düşman-i haricinin elinden kurtaracağınıza binaen size ala-kaderi’l-imkan imdad ve muavenetten geri durmayacağız. Lazım olduğu takdirde tekrar para da yollayacağız” diye cevablar geldi. Hanabad kalesiyle mevaki’-i sairede erzak iddihar etmelerine dair emir verdim. İshak Han’a da; “On iki bin deve gönderecek olursanız zahire yükletip iade edeceğim” mealinde bir mektup yazdım. Bu esnada Taşgargan ahalisinden “Yar Muhammed Han” namında bir tacir nezdime gelip bazı hedaya takdim etti. Bu kadar ahali içinden bir şahsın çıkıp da bana hediye getirmesine taaccüb eyledim. Fakat çok geçmeden anladım ki sabık Belh Valisi Luytab hazine-i devletten dört bin Rus altını on bin Buhara altını altmış bin Kabil rupiyesi ve beheri yüz rupiye kıymetinde iki bin varaka-i nakdiyye aşırmış birkaç bin eşrefi altınıyla bu şahsa emanet bırakmış o da mes’eleyi bana anlatmak için kalkıp yanıma gelmiş. Gulamım Feramurz’u –ki şimdi Herat sipehsalarıdır– muma-ileyhe terfik ederek Taşgargan’a gönderdim. Feramurz gidip o paraları getirdi. * * * Ertesi günü nevruzun ilki idi. Emir Şir Ali Han zamanında Türkmenler tarafından esir edilmiş altı bin Afgan kadın ve kızının teberrüken azad ve teallukatlarına teslim olunmalarını emreyledim. Mir Baba Han bu hükmü icra etmeyerek benim murahhaslarımı hapse atmış ve; – Şimdilik bu aciz kadınların ıtlakında müsamaha edersek Abdurrahman Han yakında İngilizlere açacağı harbde öyle sıkıntılara uğrayacak ki bunlar hatırına bile gelmeyecek! demiş. Hatta bu hususda ısrar eden murahhaslarımdan birkaçını i’dam etmiş. İçlerinden biri kendini nehre atıp boğuldu zannettirmek suretiyle hayatını kurtarmış. Ba’dehu derviş kıyafetine girip tanınmaksızın yanıma kadar gelebilmiş. Bu feciayı haber aldığım gibi fena halde müteessir oldum. Derhal Mir Baba ile müşavirlerini habsettirip Feyzabad hükumetine Mir Muhammed Ömer’i Rustak hükumetine de biraderini geçirdim ve esirleri bil-ıtlak aileleri nezdine yolladığım gibi haremimin Şuğnan’da mahbus bulunan biraderlerini de kurtarıp milletime şu kadar bir hizmette bulunmaya muvaffak olduğumdan Cenab-ı Hakk’a şükrettim. Ertesi gün Kunduz’a vasıl oldum. Oradaki asker vürudum üzerine yüz bir pare top atmak suretiyle merasim icra ettiler ve gelişimden fevkalade mesrur oldular. Mahza beni memnun etmek emeliyle –evvelce aleyhimde bulunmuş olan– ümeradan iki yüzünü huzuruma getirip katilleri için izin istediler. Matlublarına rıza göstermediğim gibi o adamları tahliye ettirdim. Bir gün sonra da topçuların resm-i geçidini seyrediyordum ki biri geldi selam verdikten sonra ayaklarıma kapandı. Müteaccibane kaldırdım. Baktım ki Nazır Haydar’ın oğlu Muhammed Server Han imiş ki Semerkand’da iken beni bırakıp gitmişti. Müşarun-ileyhin kelimat-ı i’tizarını dinledikten sonra; – Seni afvettim! dedim. – Size takdim olunmak üzere Kabil’den bir ariza getiriyorum demesi üzerine de yanıma alıp çadırıma gittim. – İngiltere sefirinin kağıdı diyerek verdiği mektubu açıp okudum ki şu suretle yazılmıştı: “Muhibb-i muhteremim Serdar Abdurrahman Han! İhtiramat-ı resmiyyemin tebliğinden ve müjde-i selametinizin temennisinden sonra arzolunur ki: yı mahzuz olmuştur. Rusya’dan ne suretle mufarakat ettiğinizi ve şimden sonra ne yolda hareket eyleyeceğinizi öğrenmekle de memnun olacaktır. Muhibbiniz Griffin Bu mektubu mutalaa edince düşündüm; İngilizlerle ilk müzakeremde askerimle meşveret etmeksizin cevab yazmayı muvafık görmedim. Çünkü bir takım fesedenin; “Abdurrahman Han memleketi teslim için İngiltere ile muhabere ediyor!” diye bir şayia çıkarmasından korkuyordum. Maazallah böyle bir şayia beni mahvetmek için kafi idi. Bundan başka milletimin harice karşı bana ne derece iktidar bahşeylediğini de anlamak istiyordum. Binaenaleyh çadırdan çıkıp mektubu yüksek sesle askerin muvacehesinde okudum ve; – Ümera ve zabitanın bu mektuba cevab yazmak hususunda bana muavenette bulunmalarını arzu ederim. Zira yeni dostlarımla müşavere etmeksizin bir iş görmesini istemiyorum. Lihaza hepiniz birer cevabname kaleme alıp bana getiriniz! dedim. vedde getirip verdiler ki bazılarının meali ber-vech-i ati idi: “Ey İngilizler! Memleketimizden def’ olup gidin! Gitmediğiniz takdirde ya sizi çıkaracağız yahud bu uğurda canımızı feda edeceğiz!” “Sizinle müzakereye girişmezden evvel Afganistan’da “Toplarımızı ve kalelerimizi harab ettiğinizden dolayı rupiye tazminat vermelisiniz. Yoksa Peşaver’e kaçıp kurtulacak bir nefer İngiliz bırakmayız. Nitekim eskiden de yapmıştık!” “Ey gaddar kafirler! Hindistan’ı hile ile aldınız. Şimdi de Afganistan’ı oraya ilhak etmek istiyorsunuz. Biz kuvvet kesbeylediğimiz gibi sizi def’ edeceğiz! Sonra da sizinle harbeylemek üzere Rusya Devleti bize muzahir olacak!” Hülasa bu muzahrafatı nezdime getirdiler. Hepsini de avaz-ı bülend ile okudum. Ba’dehu: – Ben de bir cevab yazayım. Hem; “Bilahare başkasıyla bil-müşavere yazmış dememeniz için sizin yanınızda tahrir edeyim” diyerek kağıd kalem aldım ve muvafık bir cevab yerek Afgan ve Özbek kavimlerinden müteşekkil yedi bin askerle [askerin] muvacehesinde şu satırları yazdım: “Serdar Abdurrahman Han tarafından muhibb-i muhteremi Büyük Britanya Sefiri Griffin sahibe selam ve ihtiram Muhabbetnamenizin vusulüyle salimen Katagan’a vürudumuzdan dolayı beyan-ı meserret buyurulmasına mahzuz oldum. Rusya’dan ne suretle hareket ettiğimi soruyorsunuz. Cevab vereyim ki Rusya devletinin Türkistan Valisi Ge neral Kaufmann’ın ruhsatıyle yola çıktım. Maksad-ı yeganem vesselam!” Bu cevabnameyi ala-melei’n-nas okuyup: – Nasıl beğendiniz mi? diye sordum. – Biz din ve memleketimizin muhafazası için sizin emriniz altında cenk etmeye hazırız. Fakat mükalemat-ı resmiyye usulünü bilmediğimizden dilediğiniz gibi yazmakta sizi muhtar bırakıyoruz. Madem ki siz bu cevabı muvafık ve sahih bulup yazdınız biz de onun sıhhatine kailiz diyerek bana gayr-i mahdud bir iktidar verdiler ve sözlerini; “Ya Çeharyar!” nidasıyle te’yid eylediler. Cevabnameyi tebyiz ettirip Muhammed Server Han’a verdim. Müşarun-ileyh dört gün tevakkuftan sonra Kunduz’dan Kabil’e azimet etti. Ben de aheste aheste “Çarikar” yolunu tuttum. Bir taraftan da Kabil’de bulunan İngiliz ümerasına; “Sizinle müzakerede bulunmak üzere Çarikar’a geliyorum.” diye şifahi haberler yolladım. Cumadelulası’nda Kabil’e gidip umur-ı saltanatı elde etmeme dair Griffin sahibden bir mektup geldi. Cumadelulahire’de şu cevabı yazıp gönderdim: “Aziz dostum! “İngiltere devletinden evvelden beri ümidim ziyadedir. Sizin de dostluğunuzun sıhhatine hükmediyorum. Afganistan ahalisinin adet ve tabiatını siz pek iyi bilirsiniz ki bir şahsa tamamıyle mutmain olmayınca o şahsın kendi lehlerinde çalışacağına inanmazlar. Binaenaleyh Afganlılar benim Kabil’e gitmeme müsaade etmezden evvel şu suallerin cevabını almak istiyorlar: Memleketimin hududu neresi olacaktır? Kandehar da Afganistan hududuna dahil olacak mıdır? Bir İngiliz yahud bir Avrupalı Afganistan’da kalacak mıdır? ne yolda menfaat te’min edecektir? Bu menafi’ mukabilinde ne gibi hizmet bekleyecektir? “Bir muahedename tanzimi için bu suallerin cevabını milletime vermek re’y-i muvafakatlerini istihsal eylemek lazımdır. Şu şartla bir muahedename tanzim edilecek olursa ben ve milletim bir gün müttefikan İngiltere devletine hizmet eyleyebileceğimizi eltaf-ı ilahiyyeden ümid ederim.” MAKKABİLER Halbuki Yuhanan Hirkanus’un devre-i hükumetinin nısf-ı ahirinde büsbütün başka bir halete tesadüf ediyoruz. Yahudiler elli senelik bir mücadele-i mütemadiyeden sonra sadece bir hey’et-i fenniyye halinden yeniden bir hey’et-i milliyye şekline girerek Arz-ı Mukaddes’in hudud-ı kadimesine tekrar sahib oluyor denilebilir ki bu hükümdarın taht-ı şevket ü saadeti iktisab etmişlerdi. Bu muvaffakıyyat ise kısmen ahval ve zamanın tesadüfat-ı hususiyyesine istinad etmekten hali değildir. Ancak evvela istiklal-i dini sonra istiklal-i siyasisini kazanmış olan bu İsrailiyyun hey’et-i mahdude-i diniyyesinin şecaat ü sebatı her türlü tahsin ve takdirata kesb-i liyakat etmiştir. Hirkanus kable’l-Milad tarihinde ve ’inci sene-i saltanatında vefat etti. Yerine oğlu Aristobulus kaim oldu. Bu adamın müddet-i hükumeti kısa olmakla beraber birçok fenalıklar yapabilmek için kifayet etmişti. Mesela; validesini zindana atmış açlıktan öldürmüştü. Biraderlerinden üçü de zindana konulup biri saray dehlizinde katlolunmuştu. “Aristobulus” yaptığı hunriz fecialardan müteessir olarak ağzından kan kusmuş kan dolu leğeni götüren hizmetçi dehlizde biraderinin tam katlolunduğu noktada ayağı takılıp düştüğünden ray halkının feryad[ı] te’siriyle hükümdar tarafından istihbar olununca öyle müdhiş bir azab-ı vicdaniye tutulmuştur ki hemen orada terk-i hayat etmiştir. Merkūm ancak bir sene hükumet etti. Josephu s’un ’üncü kitabında denilir ki: Edomya Hıttası’nın büyük kısmını Yahudiye diyarına ilhak ve ahalisini nefy ü tenkil tehdidi altında hıtanı ve sair merasim-i diniyye-i Yahudiyyeyi kabule icbar etmiştir…” Bu hükümdarı ta’kīb eden biraderi İskenderyanus da tahta çıkınca küçük kardeşini katleylemişti. Gazze şehrini muhasara etti. Şehir arz-ı teslimiyyet edince Beni İsrail hükümdarı askerini garet hususunda serbest bıraktığından “müdhiş bir hücum vaki’ oldu…” İskenderyanus şehri baştan başa yakıp yıkmış ve bir harabe halinde terkeylemiştir. Hükumetinin ’inci senesinde ihtimal kable’l-Milad “İskender tebeası tarafından Beytülmakdis’de pek fena bir tahkīre duçar oldu.” Tabernacle yani mangal bayramında Yahudiler adetleri üzere ellerinde taşıdıkları çiçeklerden ona atıp kendisini “köle” ve sair bu gibi münasebetsiz ünvanlarla yad ettiler. Muma-ileyh bundan ziyade mütehevvir olup kendisine muarız bulunan tebeasından kişiyi katlettirdi … güzar ve Amathus’u tahrib etti. Yalnız bir aralık Arabistan hükümdarı Ubeyd tarafından mağlub edilip müşkilat-ı azime ile Kudüs’e avdet etti. Bu hali Ferisiler tarafından çıkarılan ve altı sene devam eden bir isyan ta’kīb eyleyip böylece Yahudi mahv u i’dam olundu. Ferisilere Arablar “Rabbaniyyin” derler. Muhalif fırkaları “Sadukī” yani “Karaiyyin”dir. asiler muahharan Suriye hükümdarı Dimitrius’dan imdad aldıklarından dağlara iltica etti. Ancak hissiyat-ı milliyyenin bir inkılab-ı nagehanisi neticesinde millet onun tarafına döndüğünden Dimitrius mecbur-ı ric’at edilmiş tekrar memlekete sahib olan İskenderyanus muzafferen ve esir aldığı rüesa-yı düs’de bunlara pek müdhiş zulümler yaptı. Nezaret-i vasiası olan bir kulede odalıklarına bir zıyafet tertib edip huzzarın eğlenmesi için hem-mezhebi tebeası olan sekiz yüz Yahudinin çarmiha gerilmesini ve aynı zamanda hepsinin evlad ü hastalanıp yirmiyedinci sal-i hükumet ve kırkdokuzuncu sene-i hayatında vefat etti. Yerine zevcesi Aleksandır[a] geçti. Bunun da vefatında muharebat-ı dahiliyye tekrar meydana çıktı. Mezburenin iki oğlu Hirkanus ile Aristobulus tac ü taht kavgasına düşmüşlerdi kable’l-Milad . Aristobulus mağlub olup Kudüs’e firar etti. Kardeşi onu burada muhasara etti. Muhasara esnasında Hirkanus’un tarafdarları Onias isminde erbab-ı vera’ u takvadan bir ihtiyar zata Aristobulus aleyhinde va’z u nasihatte bulunmasını rica ettiler. İhtiyar tereddüd ediyordu. Lakin müteaddid def’alar Kadir-i Mutlak olan hükümdarlar hükümdarı ki hadimin-i dini ma’bed-i mukaddesde şimdi mahsur bulunuyorlar sana istirham ederiz ki her iki taraf-ı muhasımeynden hangisi yekdiğerinin mahviyetini istiyor ise onun duası ind-i rabbaninde kabul olmasın!..” Onias bunu söyler söylemez bir takım Yahudiler üzerine hücum edip taşlar atarak öldürdüler. [ Josefhus - . Kitab- . Bab] nerali Pompey’e Pompeius müracaat olundu. Bu müracaatin neticesi olarak Pompey Yahudiye Hıttası’na bir ordu sokarak Kudüs’ü zabtetti Roma hükumetine rabteyledi. Aristobulus esir sıfatıyla Roma’ya götürülüp kayserin Roma’ya hakim olduğu vakte kadar orada kaldı. Kayseri mevki’-i iktidara gelince ona serbestisini iade ve iki lejyon alay/fırka Roma askeri terfik edip Suriye Kıt’ası’nı taht-ı itaatte tutmak üzere gönderdi. Lakin Pompey’in tarafdarları pek az sonra merkūmu zehirleyerek öldürdüler. Böylece Hirkanus daha doğrusu Antipater mevki’-i hükumeti muhafaza etti ise de Romalılara tabi’ bir prensten başka bir şey değildi. Aristobulus’un oğlu “Antigonus” rayet-i isyanı kaldırıp Galil’i yani Celil-Halil Hıttası’na yürüdü ise de burada Anti-pater’in küçük oğlu Hirodes tarafından mağlub edildi. Bunun üzerine Hirodes Yahudiye diyarına Romalılar tarafından vali nasbolundu. Antigonus topladığı bir ordu ile harben Kudüs’e muvasaletle şehre girdi. Şehir muhalif fırkalarla çalkanıyordu. Ve Büyük bayram için gelen ahali de muhalif fırkalardan birini iltizam ederek şuriş ve mukatelatı tezyid ettiler. Antigonus tarafdarları Beytülmakdis’[i] zabtetmiş Hirkanus tarafdarları sarayı işgal eylemişti. Ve her gün vukūa gelen mukatelelerle sokaklar kan içinde idi. Hirodes muhalif fırkaları böyle yekdiğeriyle çarpışmaya bırakarak doğruca İtalya’ya gitti ve Augustus ile Antonius’un dostluğunu kazanıp “Yahudiye” kralı nasbolundu. Yeni kral Roma asakir-i muavinesinin muaveneti ile Kudüs üzerine geldi. bin süvari alay piyade ve bir takım Suriye [asakir-i] muavinesi ile şehri muhasara etti. Mahsurlar bir şecaat-i azime ile mukabele ettiler. Lakin nihayet muhasırlar bütün kuvvetleriyle hücum edip Kudüs’ü zabtettiler. Muzaffer ordu her tesadüf ettiklerini kadın erkek çocuk ihtiyar demeksizin kılıçtan geçirdiler. Bu hal gerek sokaklarda gerek evlerin içinde aynı şiddet ve dehşetle vukūa geldi. Beytülmakdis’de artık kendisine iltica edenleri muhafaza edecek bir melce’-i ali addolunmamış idi. “Bu zaman hadis olan perişaniyi katl ü işkence sahnelerini ta’rif edebilmek mümkün değildir. Fikr-i intikam ile coşmuş olan asker şerait-i insaniyyenin zerresini bile düşünmediler. Antigonus zencir-bend olduğu halde Roma’ya Antonius’a götürülmüş sonra da “Hirodes’in rüşvetleri yüzünden Antakya’da başı kesilmiştir. Antigonus’un maktuliyeti ile yukarıdan beri gelen hanedan-ı hükümdari munkarız olmuş kable’l-Milad sene hükumete sahib bulunmuştur. Yahudi milletine ve din-i milliye ettiği hizmetlerle kesb-i mümtaziyyet etmiştir. ---- MEVLANA MUSTAFA-YI MOSTARI ---- Ashab-ı fazilet ve ebrar-ı ümmetten bir zat-ı ali olup Bosna kıt’asında “Yoyo” lakabıyle ma’ruf idi. tarihinde Mostar’da tevellüd eyleyip sinn-i farka vusulünde mukaddemat-ı ulumu fuzaladan olan pederi Yusuf Efendi’den ba’de’t-ta’lim senesinde İstanbul’a gelerek o asrın benam ulemasından ve mevaliden Salih ve Tirevi Kara Bekir ve Arab-zade gibi zevattan ikmal-i tahsil eyledi. Bu esnada yani tarihinde memleketi müftisi Hasan Efendi’nin vukū’-ı vefatına mebni vatandaşlarının da’vet ve iltimaslarına tebean Mostar Müftiliği’ni kabul ederek ma-dame’l-ömr tedris ve te’lif ile bil-iştigal ’da azim-i dar-ı cinan olarak Mostar’daki makabir-i müslimine defnedildi. Mufassalca tercüme-i hali Arabiyyü’l-ibare olmak üzere kainbiraderi olan müderrisinden “Obyaç” lakabıyle mülakkab İbrahim Efendi tarafından yazılmıştır ki ber-vech-i ati iki vefat mısra’ları o tercüme-i halden menkūldür. Asar-ı fazılaneleri: Miftahu’l-Husul fi-Şerhi Mir’ati’l-Usul Risaletün fi-İlmi’l-Adab el-Müsemma bi-Hülasati’l-Adab te’lif etmiştir. Şerhu’ş-Şemsiyye fi’l-Mantıki el-Müsemma bi-Şerhi’l-Cedid Şerhun ala-Enmuzeci’z-Zemahşeri fi’n-Nahv el-Müsemma bi-Fevaidi’l-Abdiyye Şerhun ala-Kasideti’l-Lamiyye fi’l-Kelam el-Müsemma bi-Bedri’l-Maali fi-Şerhi’l-emali Haşiyetun ala-Şerhi Kasideti’l-Lamiyye li’l-Fazıl Karabağī Haşiyetun ala-Şerhi’r-Risaleti’l-Adudiyye fi’l-Vaz’ li’l-Fazıl Isam Şerhun ale’l-Müfti fi’l-Usul el-Müsemma bi-Fethi’l-Esrar Şerhun ala-Müntehab fi’l-Usul el-Müsemma bi-Müntehabi’l-Usul Şerhun ale’r-Risaleti’n-Nesefiyye fi’l-Feraiz Risaletün fi’l-Feraiz el-Müsemma bi-Lübbi’l-Feraiz Mecalisü Latifetün fi’l-Mev’iza el-Müsemma bi-Nefaisi’l-Mecalis Şerh-i Manzume-i Şahidi el-Müsemma bi-Hallihi[?] Manzume tarihli müellif hattıyle muharrer olan nüshası fuzala-yı askeriyyeden Bağdadi İsmail Paşa hazretlerinin kütübhanelerindedir. Şerhun ale’t-Tehzib fi’l-Mantık ve’l-Kelam li’l-Allame Sa’deddin Taftazani Ahir-i te’lifatı olup ’de müelleftir. Şerhu Lübbi’l-Feraiz Dibaçesinde dokuz günde te’lif ettiğini beyan ediyor. Haşiyetun ala-Şerhi’l-Adab li’l-Fazıl Mes’ud-i Rumi Şerhun ala-Risaleti’s-Semerkandiyye fi’l-Adab Şerhun Kebir ala-Risaleti Hülasati’l-Adab Şerhun Sağīr ala-Risaleti Hülasati’l-Adab Şerhun ale’l-Menkabe fi’l-Adab Haşiyetun ale-l-Fevaidi’l-Müberri? fi’l-Adab Haşiyetun ala-Şerhi’l-Allame fi’l-Adab Ta’likatun ala-Haşiyeti Şeyhi’l-İslam el-Herevi ale’l-Muhtasar fi’l-Me’ani Şerhu İsagoci fi’l-Mantık Asarından yalnız bu eseri matbu’dur. Şerhun ala-Dibaceti’l-Muhtasar fi’l-Maani Bunlardan başka mutalaa ettiği kütüb-i mütenevvianın ekserisine ta’likatı olduğu gibi okuduğu kitaplardan altmış küsurunu da istinsah ettiği terekesinde görülmüştür. Teehhül etmişse de evladı olmamıştır. Vefatına badi olan maraz-ı surisi temennisi vechile üç gün devam etmiştir. Türbesi el-yevm ziyaretgah-ı mü’minindir. Rahmetullahi aleyh. SAFAHAT ŞAİRİNE – – Şiirlerinden biri için pis bir kelimenin mevcudiyeti vesile-i amm olması memnu’dur. Henry Monnier gibi meziyeti yalnız her rast geldiği muhavereyi yazmaktan ibaret kalan muharrirler okunmaz. Fakat bu nükteye dikkat etmeli! Henry Monnier’nin değeri kıymeti ancak avamın kaba lisanına tercüman olmasından ibaret kalıyor. Halbuki ben yukarıda fahat” “teşbih” ve “tasvir” gibi iki şu’be-i edebde de muvaffaktır. Hatta bir nokta-i nazardan münferriddir bile. Şu “pis kelime” bahsi ufacık hacmine nisbetle mi’dede büyücek daire-i ihtilal hasıl eden sinekler kabilindendir. Şunu halledelim: Belagati en ibtidai kavaid-i edebiyye kitapları bile; “mukteza-yı makama göre söz söylemek” diye ta’rif ederler. Frenkler edebiyatı mazimizde olduğu gibi nefs-i emmare-i eazım eğlencesi olmaktan müteali gören bir nazarla fen olarak tetebbu’ ediyorlar. Öyle iken onlar da bu ta’rifin tatbikat-ı mütekamilesinden başka bir şey göstermiyorlar. Waterloo harbinde Napoleon askeriyle İngiliz askeri tekabül ederler. Bir rivayete göre İngiliz cenerallerinden Colville rivayet-i uhraya göre Fağlant Fransızlara teslim teklif eder. O zaman Napoleon’un ma’ruf generallerinden Cambronne: – Has…! cevabını verir. Bu pis kelime mübeccel muarızlarımızın gayr-i nezih edebgüzar ve kim bilir ne gibi sıfatlarla tavsif buyuracakları bu kelime Waterloo harbinden daha ziyade şöhret kazanmıştır. Hele Hugo hakim-i a’sar-ı atiyye olan o talakatiyle bu kelimenin medhini bitiremez. “Cambronne bu kelimeyi bir kılıç arar gibi aradı.” der. Rouget de Lisle Marseillaise’i nasıl bir nefha-i ilahiyyenin kendisine nüfuzuyle bulduysa Cambronne da bu kelimeyi o suretle ibda’ etti.” der. Düşünmelidir: Hugo “merd” kelimesi gibi “Has… oradan!” diye tercüme edilebilen bir kelimeyi mahsul-i ilham olmakta bir milletin Marseillaise gibi bir neşide-i hürriyyetine teşbih etmiştir. Hülasa; “Her makamın bir makali vardır!” Hakīkatlerin bu kadar basitlerini olsun unutmamalı. Bu muhterem muarızlara göre acaba General Cambronne – Muhterem paşa hazretleri; Fransız ordusunun zimam-ı mize dokunur!” kabilinden tahte’s-sıfr burudetleri havi ve bed-mestler mecalisinde teati edilen kelimat-ı hulus-ayata müşabih bir nezaket-i mudhike nümunesi mi tefevvüh etmeli “Hani bir saye-i şahane çekip her …. yer.” mısraındaki kelime de Cambronne’un sözü kabilindendir. Dört sene evvel saye-i şahane deyip harim-i iffetlere giren ceplere giren vicdanlara giren kafaların içine giren ellerin ve ağızların yaptığı şeyler… yemek değildi de ne idi? Atinin vak’a-nüvisi bu rezaili yazarken ihtimal ki bu kadar mel’anetler karşısında ra’şe-i isyan göstermeyen tarihin o mukavva çehresine o kağıd kalbine tükürür de o rezaili tasvir için bundan daha şeni’ bir kelime arar. Düşün Akif. Üç asırlık sevabık-ı fahire ve üç asırlık da sevabık-ı fatire bizi hala terbiye edememiş. Elimizdeki rayet-i yun bağıyı “Terk-i edebdir!” diye vermeyeceğiz! § “Teşbih” bahsine gelelim: Teşbih için de şerait var. Ca’li olmayacak zevk-ı selime mugayir olmayacak “hakīkī teşbih” mahiyeti münferid olan iki şart vardır. Biri “hakīkī”lik biri de “şekli nev’ine münhasır”lık “orijinal” dedikleri. Senin edebiyatta san’at-i kaşifen “teşbih”cilikten ziyade “tasvir”ciliktir. Bununla beraber teşbih-nüvis şairlerimizdensin de. Hele o kadar orijinal teşbihlerin var ki bir misli Avrupa edebiyatında mevki’-i la-yemut kazanır. “ İstibdad ” ünvanlı Safahat ’ın birinci kitabında bir bedian var; orada muharrir-i mucidi olduğun şu dört mısra’ın karii ol; Nasılsa bedrin o akşam nigah-ı simini Tarassud etmek için sanki evlerin içini; Dikildi safha-i minada semt-i re’simize Tavansız evlere ya Rab ne hoş bir avize! Sen de burada ayı avizeye teşbih ediyorsun. “Pascal” da “Lamartine” de “Leconte de Lisle” de güneşi lambaya teşbih ediyorlar. Fakat sen kamere “avize” diyorsun ki şu sıfat en evvel hatıra bir “sakf-ı tealluk” getiriyor. Bu hatıra geldikten sonra onu “tavansız evler”e asmakla misalsiz bir orijinalite gösteriyorsun. Bir de onların teşbihlerine bak: – Güneş Hakkında– § Bu şa’şaadar zıya kainatı tenvir etmek için konulmuş “ebedi bir lamba” gibi… Pascal – Ay Hakkında– § Ufka asılmış altın bir lamba gibi kamer kenar-ı ufukta sallanıyor. Lamartine – Ay Hakkında– § Sarı benizli kamer bulutu tenvir ederek “mağmum bir lamba” gibi hazin hazin irticac ediyordu. Leconte de Lisle “Ay” yahud “güneş” deyince hatıra münasebet-i nur u zıya ile mutlaka lamba meş’ale filan gibi bir şey gelir. Binaenaleyh ne aya ne güneşe meş’al lamba demek bir teşbih-i nadirü’l-vücud sayılamaz. Şimdi ortada dört adam var ki –Akif Pascal Lamartine de Lisle– dördü de ayı lambaya benzetmiş. Ancak o üç Garb san’atkarı teşbihlerine orijinalite bahşetmek için biri lambayı “mağmum” diğeri “zerrin” bir diğeri de “müebbed” sıfatlarıyla söylemiş. Sen ise ona hem avize demiş hem de onu tavansız evlere asmışsın. Seninki “tavansız bir eve asılmak” gibi ilk def’a söylenmiş bir tezadı tazammun ettiği için ötekilerin teşbihine faiktir. “Süleymaniye Kürsüsünde”de nazar-ı dikkate –kari’in kalbinden nebean eden göz yaşı gibi– asılıp kalan pırlantaların var. Onları da gelecek makalemde tedkīk edeceğim. MEDRESELERİN AHVALİ Muhterem Sebilürreşad ’ın Şevval tarihli nüshasında “Medreselerimiz Hala Bir Yoluna Konmadı” ünvanı tahtında bir makale manzurum oldu. Makaleye –saika-i meslekle– kemal-i iştiyakla başladımsa da olanca teessür ve telehhüfle bitirdim. Çünkü bu ve emsali yazılar –maatteessüf– iltiyamna-pezir bir cerihayı kurcalamaktan kanatmaktan başka bir şey’e yaramıyor. Evet şimdiye kadar “Islah-ı Medaris” ünvan-ı mefhareti altında ne yazılmadık yazılar ne de doldurulmadık sütunlar kaldı. Fakat şayan-ı teessüf ki son zamanlarda “moda” sırasına geçen lafzenlik ağız kalabalığı bu uğurda yazılan kıymetli yazıları da dürüp toplayıp yanına aldı ve binaenaleyh onları neticesiz ve sırf bir “moda” hükmünde bıraktı. Ne yazık!.. “Neticesiz” dedim; çünkü günlerce gazeteleri işgal eden o yazılardan biz hiçbir semere göremedik. Belki “eski tas eski hamam” olmakta kaldık. Delil mi isteniyor? Söylenmişti ki: “Talebeler cami’lerde değil hususi dershanelerde tedris olunsun. Bu sayede ateş-i ilm ü ma’rifetle çırpınan kalpler sevda-yı tahsille vatan ve akaribini terkedip diyar-ı gurbeti ihtiyar eden o zavallı gençler okumuş olduğu dersten layıkıyle istifade etsin. Cami’ kapısından girince gürültüden alıklaşmasın.” Hani ya?!. Bu sözler ne netice verdi? Ciddiyetle arzu edilmişti ki: Ucu bucağı olmayan müddet-i tahsiliyyenin nihayetinde talebeye bir menfaat bir gaye gösterilsin. Bu sayede henüz tahsilin na-kabil-i tahammül tazyikı altından kurtulan o biçareler bir de derd-i maişet önünde kıvranmasın. Belki vakitlerini tetebbu’ ve mütalaaya hasrederek birçok asar-ı müfide meydana getirerek gençlerin ebna-yı zamanın enzar-ı dikkat ve ibretine vaz’ etsin. Acaba bu çırpınmalar ne faide verdi? Kalemler yekdiğeriyle müsabaka edercesine haykırmışlardı ki: Dürus-ı mütenevvia bir hoca ile değil her ders ayrı ayrı hocalar –mümkün mertebe– mütehassıslar vasıtasıyle okunulsun ve bu suretle medreselerimizden kıymetdar uzuvlar yetişsin. Ta ki o mübarek müesseselerin mazide olduğu gibi halde de istikbalde de meşher-i nur-ı irfan olduğu anlaşılsın. Evet medreselerin feyyaz bir hurşidin meşrik-ı lemeanı olduğu bütün aleme isbat edilsin. Nerde ya?! Muvakkat bir zaman için herşey söyleniyor. Kalemler cuş u huruşa gelerek sahaif-i matbuatı tezyin ediyor ve müştakīn-i serperek neşve-mend-i iftihar ü ümid ediyor. Fakat birden bire sönüp mahvoluyor. O zamanı da bir zaman-ı sükut ü sükunet ta’kīb ederek o canlanmak üzere bulunan şübbanı elem deryalarına garkediyor. Mustafa Satvet Efendi’nin “İstanbul medarisi ıslah ve terakkıyat-ı hazıraya göre programlar ilave… taşra medarisi eski hal-i harabisinde devam… eylemektedir.” Sözüne gelince: Kendisini talebinde haklı gördüm. Çünkü ta’lim ü teallümün zamana muvafakati bir takım desatir ü tecarible sabittir. İşte Dozy Tarihi ve emsali. Eğer bu hezeyannameleri –lisan bilmemekle– erbabı okuyup anlayamazsa ve binaenaleyh hakīkati meydana koyamazsa yazık olmaz mı? Şübhe yok ki bunlar inkar kabul etmez bir hakīkattir. Fakat hem-mesleğimize te’min edelim ki; İstanbul medarisi taşranınkinden farklı değildir. Fünun-ı cedide mes’elesi ise bi-temamiha ... meseline mutabıktır. Zira “fünun-ı cedide” tahsiline tahsis olunan günde bir saat kadar bir zamanın ne suretle geçtiğini ve beş-altı aylık bir tahsil zamanında –hem haftada bir ders olmak şartıyle– üç dane kitabet muallimi değiştiği ve bir kısım dersin beceriksiz ellerde bulunması görülecek olursa şübhesizdir ki işitirken hissolunan lezzet duyulmaz olur. Hele imtihan usulü her türlü ta’rifin fevkındedir. Bakınız nasıl: Mümeyyizler muallimler büyücek bir dershaneye girerek avluda kalan talebeden birini çağırıyor. Sabahtan beri ayak üzerinde ve taşların üstünde duran ve bir an evvel girmezse daha akşama kadar duracak olan talebe koşuşuyor içlerinden yalnız biri muvaffak oluyor ve böylece devam ediyor. malı? Niçin işten anlar müfettişler imtihanlarda dolaşmıyor? Talebenin; “Yazık bizim sa’yimize! İmtihan böyle mi olur?” diye feryadına meydan vermeli mi? Fakat meslekdaşların bu ahvale karşı yalnız için için ağlayarak samit ü sakit durması kimseye bess-i şekva eylememesi beni i’cab ediyor. Bana kalırsa; sırr-ı celilini nazar-ı dikkat ve ibret önünde tecessüm ettirerek hak ve onu talep yolunda her türlü isnada katlanmalı bütün talebe-i ulum –gerek taşradakiler gerek buradakiler– ittifak ederek el birliğiyle hukūk-ı meşruamızı aramalı haksızlığa karşı sükut etmemeliyiz. Zira söyleyecek yerde sükut meskenettir. Şu kadar var ki bütün amal ve harekatımız hüsn-i niyyete makrun olsun. Ey ma’şer-i esatiz ey bize bakmaya borçlu olanlar! A’mak-ı ruhumuzdan kopan bir feryadla size hitab ediyoruz: Siz –ki hadim-i şeriat hafız-ı din ü diyanet emin-i ümmetsiniz– bize bakmaz bizi yuvarlanmakta olduğumuz bu varta-i helakten tahlis etmez zemin ü zamana muvafık derslerle ta’lim etmezseniz emin olunuz ki dünyada ukbada mes’ul olursunuz! Biz çok şeyler istiyoruz siz birini vermiyorsunuz; sözlerimizi nazar-ı insafa almıyorsunuz. Biz şimdilik kemal-i enin ile: ! ! diyerek iştika eyliyoruz. Fakat olanca iştihamızla temenni ediyoruz ki bizi fiilen tekzib edesiniz. SÜSLÜ CERIHALAR Şu elim senelerde devletin ruh-ı siyasisi harici ve dahili birçok insafsız düşmanların zehirli tırnaklarıyla eziliyorken.. ve bunlar –az-çok– efrad-ı milletçe teşhis ü ta’yin edilmiş çerler var ki bize bütün vazıh ve yakīn çehresiyle görünmüyor.. Bu kanlı ve paslı hıyanet aletleri ne kadar yazık ki bütün milletlerin nur-ı hayatı ve berat-ı medeniyyeti olan Teşkilat-ı meşrutiyyesi olan devletlerde “matbuat” kuvveti “teşrii icrai adli” kuvvetlerden sonra hayat-ı milliyye üzerinde en müessir ve en muhterem bir kuvvettir… Yirminci asrın medeniyet-i ma’neviyyesini bu kadar nurlarla feyizlerle besleyen ve yükselten.. bugün bizde –eseflerle söylüyorum– su-i isti’mal edilen “matbuat kuvveti”dir… Ve yine bizde her kuvvetten ziyade mahrum-ı terakkī ve cılız kalan bir şey varsa o da bu kuvvettir. Yevmi gazetelerde her gün şahsi ve hırs-alud müşatemelerle şaibelerle sislenen tefekkür başları –ümidlerle heyecanlarla– kütübhane camlarına kadar kalkarsa.. yine hazin ve acı bir latme-i ye’s ü hırman ile kırılıyor düşüyor… Hayat ve kitaplar.. dimağında bir gayr-i mufarık sahifesi açan herkes mevki’-i ihtirama bu büyük kelimeleri yazmalıdır… manlılığın gençliğini istikbale münevver ve temiz olmasını şiddetle istediğimiz bir istikbale kurtarıcı yaşatıcı nefesleriyle teşyi’ edecek… Bugün kitaplar devletlerin en temiz en mukaddes rayat-ı kirli fakat ma’sum– vasıta oluyorlar… Bir yerde dediğim gibi: “Otuz üç perdeli bir devre-i siyah-ı eninden sonra mu’tekıd ve şanlı ordumuz önde çektiği bir meş’ale-i nevvar ile bulutlu ölüm karanlıklarını delerek yırtarak.. eski Bizans’ın pek kirli ve fesad-alud tanıdığımız temelleri üzerine –mübeccel ve hayrhah ellerle emellerle– kurulan Osmanlı Devleti’nin o daima şan ve zafer nurlarıyla parlayan defter-i safahat-ı hayatının en öldürücü ve karanlık bir yaprağını geldi yırttı. Var olsun! Yani istibdad yıkıldı bina-yı hürriyyet kuruldu; zulm ü cehalet karardı adl ü kemalat parladı.. Öldü ve dirildi.. Vatanımızın mesela bütün asar-ı umran ve tezyin gibi ne maarifi ne kemalatı ne ilmi ve –ma’na-yı muhitıyle– ne zıyası vardı… O zaman bütün eğlenceleriyle sefahetleriyle fakat bütün cehaletiyle ve ebkemliğiyle İstanbul ve bütün memleket seması örtülü bir geceye benziyordu… yorduk ki o bütün bu siyahlıkları ezecek eritecek ve vatanın sema-yı cehlinde küme küme irfan ve terakkī yıldızları uçacaktı… Lakin biz hürriyeti –bu kudsiyet-i ma’nasıyle– hakīkaten tercüme edebildik mi?.. İnce ve korkak: “Evet!” Fakat gür ve cesur: “Hayır!” Hayır!.. Çünkü biz bu hürriyeti ve bu rehayı şimdiye kadar idari kayıdlarla galeyan ederek taşamayan o mazi –enis ve an’aneli sefahetlerimize ahlaksızlıklarımıza birer mecra-yı mücella olarak kabul ettik… Bugün isimlerini bile yazmaktan teeddüb ettiğim bu fesad ve şenaat yapraklarının her bir satırı yarın için hayat-ı ahlakıyyemizin bir dereke daha tenezzül etmesini intac eden süslü birer cerihadır… Bu kitaplar sevgili yetim vatanımızda –emin olalım ki – ziya yerine zulmet hayat yerine ölüm neşr ü isar ediyorlar… Hem bunlar kitap ve sahife değil öyle zehirli iğnelerdir ki birer tarafları gençliğimizin –genç beylerimizin genç kızlarımızın– dest-i telezzüzünde lakin vicdan-ı ma’sum ve gafilinde ve birer uçları devletimizin kalb-i mecruh ve matemindedir. Bunu bugün değilse yarın o zehirli iğnelerin son siyah kanları –Allah esirgesin!– makbere-i mevt ü izmihlale damlarken anlayacağız... Çünkü bütün insaniyeti kavanin ve iradat-ı adl ü hakīkatine munkad ü esir eden büyük tarih ma’nevi bir mukaddes parmağıyla ezilmiş parçalanmış medeniyet harabelerini göstererek ciddi ve müheykel beyanıyle bize bağırıyor ve diyor ki: Ahlaksız bir millet namzed-i harabdır!.. Hükumetin kuvve-i idariyyesi bu kitapları ve bu neşriyyat-ı muzırrayı men’ u tenkile salahiyetdar değilse milletin azm ü metanet-i ahlakıyyesi bunları redd ü tezyif edecek kadar büyük ve temizdir… Muhterem vaizlerimiz –bizimle el ele– halkı bunlardan tebrid için irşadatta bulunmalı ve muazzez pederler veliler de… Cem’iyet-i beşeriyyenin –az bir zaman için– kendilerine tevdi’ ettiği irfan ve zeka incilerini bu heva-yı mesmum muhitinden uzaklaştırmalıdır… Öyle değilse… Bu namuslu ve saf milletin mahfaza-i dimağ ve tefekkürüne feyz ve nur akıtmakla vazife-i vicdaniyye ve ictimaiyyesini ifa edecek olan kalemlerimiz hala böyle fesad ve şenaat çizgileri karalayacak ve hala bunlara teveccüh ve iltifat tebessümleri gösterecek ferdlerimiz bulunacaksa… Tarihin divan-ı itham ü muahazesi karşısında ma’nevileri önünde verilecek yalancı ve riyakar cevablar hazırlayalım… ---- REZIL ESERLER HAKKINDA ---- Pek çok def’alar söylenildi bin telehhüfler sad-hezar hayf larla haykırıldı ki bu millet ahlaka ahlak-ı fazılaya nail olmak çarelerini taharri yolunda bütün mevcudiyetini olanca vüs’at-i iktidar ve kuvve-i müfekkiresini sarfetmelidir. Şu son zamanlarda pek ziyade çığırından çıkmış olan ahlak-ı necibemizi bütün bütün gaib olmuş görmekten tevakkī ve tehaşi eylemelidir. Evet kemal-i teessürle i’tiraf etmeliyiz ki bugünkü ahlak ve seviye-i idrak ü irfanımız bir dereke-i süfla-yı hiçiye doğru sürüklenmek isti’dadını gösteriyor. Neden saklayalım?! Ne için ulu orta söyleyivermeyelim?! Ahlak namına irfan ve iz’an namına tefahur edecek gururlanacak bir derecede değiliz. Ne erkeklerimizde ne de kadınlarımızda onu düzeltmek metin ve rasin esaslara rabteylemek fikri uyanamadı bir türlü uyanmak emarelerini de gösteremedi. Bu vadide çalışanlarımızın çalışmak isteyenlerimizin teşebbüsat-ı layıka ve muhıkkaları bir daire-i mahdudiyyette kaldı. Onlar bir taraftan metn-i metin-i ahlak için teşmir-i sak-ı gayret etmekteler bi-muhaba edilen i’tirazlar o temelleri de yıktı harab etti. Onun içindir ki bugün elimiz böğrümüzde valih ü hayran kaldık ve daha da şaşacağız ve didineceğiz!! Bir kere maarifimize bakalım; yok… Seviye-i irfanımıza güvenmek isteyelim o da yok.. San’at ve ticaretimizi ele alalım o hiç yok... fan… O da yukarıda söylediğimiz gibi ağlanacak bir raddede… O halde ne yapmalıyız? Başımızı taşlara çarpa çarpa öl meli miyiz; hayır!? Bu millet yaşayacaktır ve yaşamak için mevcudiyetini muhafaza etmektedir. Fakat yaşamak için de bir saik-ı ma’neviye muhacız: İşte o da ahlak... Üçyüz bu kadar seneden beri mevcudiyet-i maddiyye ve ma’neviyyesini muhafaza etmekte olan bu millet-i necibe üç-beş erazilin beş-on yardakçının baziçe-i ihtirası olamaz; ihtirasat-ı nefsaniyye yolunda on paralık bir istifade uğurunda koca bir milletin ahlakını bozmak için irtikab edilen edilmekte olan hıyanet ve denaetlere artık tahammül edilemez. § Bugün meydan-ı istifadeye vaz’ olunan binlerce liralar sarfıyle eyadi-i istifazaya tevdi’ kılınan ciddi ahlakī eserler kütübhanelerimizin camekanlarında gubar-ı nisyana atılmış duruyor; göz nurları dökülerek ve milletin istikbal-i irfanı düşünülerek bunca fedakarlıklar ihtiyarıyle yazılan tarihlere hissi ve ictimai eserlere el bile sürülmüyor; yazık... Öbür yanda birkaç güruh-ı erazilin üç beş guruş kapmak için yazarak pazar-ı sefahete çıkardıkları hezeyannameler kapışılıyor. Öyle bir satış bir rağbet-i mecnunane ki insanın ahlak namına terbiye-i medeniyye namına ağlayacağı geliyor. Bu türrehatnameler için matbuat sütunlarında görülen tel’inler protestolar kar etmiyor. Yazan satan utanmıyor; okuyan asla... ni kızartan bu menhus ve müstekreh resimli kitapların arkası ne vakit kesilecek yerlerine ne vakit ciddi ve ahlakī eserler kaim olacak ya Rabbi?! Ahlak-ı umumiyyeye tecavüz şeklini alan bu uygunsuzluklar ne vakit hükumetin nazar-ı dikkat ve basiretine ilişecek... Bugün mektep çocuklarından tutunuz da bir kısım züppe taslaklarına varıncaya kadar ellerinde Kanlı Zifaflar Fahişeler Gıcırtılar. Heyecanlı Dakīkalar ve daha bilmem Anahtar Delikleri filanlar… Halbuki bugün eyadi-i iftiharımızda birer güldeste-i maarif gezdirmeliyiz. Hatta gümüşlü bastonlara lüzumsuz alayişlere mukabil ellerde kollarımızda hazain-i lıyız. Yoksa bu hak-i pak-i vatana misk ü anber-i edeb ü fan tohumu yerine ısırgan zerreleri ekersek esfelü’s-safilin-i zevale doğru gittiğimiz gündür. Acaba o zavallılar Karyolada beyinler bilmiyor ve anlamıyorlar mı ki bu millet artık bir terbiye-i irfan ve kemale muhtacdır!! Bunları derketmek hassasını hiç de tatmamışlar mıdır ki bir memleketin i’tila-yı şükuh u şevketi muhafaza-i hüsn-i ahlak sayesindedir! Bu gibilere ne için iğmaz-ı ayn edildiğini kanun-ı mahsusunda böyle edaniyi tecziye ve teşhire müteallik mevadd-ı mahsusa var iken devair-i aidesinin neden bu hususda müsamahakarane davrandığını anlamak istiyoruz. Çünkü: Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir! * * * SEBILÜRREŞAD Kaplarının üzerinde açık saçık resim bulunan kitabların ahlak-ı umumiyyeyi berbad etmekten başka bir netice vermeyeceğini anlayan hükumetin bu gibi eserler hakkında ta’kībat-ı kanuniyyede bulunacağı haber alındı. Şimdiye kadar milletin namusuna iffetine hücum ederek elinde ahlak-ı safiyyesinden başka sermayesi kalmayan o biçareyi büsbütün bitirecek mahiyette birçok eserler meydana çıktı. Bunların hakkında acı tatlı bir hayli sözler söylendi. Kemal-i esefle i’tiraf etmeliyiz ki o sözlerin hiç te’siri görülmedi. Geçenlerde idarehanemize taşradan muhterem bir zabit gelerek yana yakıla şöyle bir vak’a anlattı: “Demin kitabcıların birine uğradım yeniden ne gibi ciddi eserler çıktığını sordum. Kitabcı bir derin göğüs geçirdikten sonra; “A efendim ciddi eseleri kim arıyor ki yazan basan bulunsun? Biz kitabcılar artık … gibi eserler yazdıracak adam arıyoruz! Yoksa iflas edeceğiz. Karşımdaki yanı başımdaki komşularım benim gibi düşünmedikleri için o dediğim kitaplardan yazdırıp yazdırıp boyuna satıyorlar. Biz eski kafalı adamlardan olduğumuz için; “Ayıptır millete yazıktır” diye sinek avlayıp duruyoruz... İşte bu sözleri söyleyen namuslu bir Ermeni kitabcısı idi.” Muhterem kari’lerimizden bu mes’eleye dair pek çok mektuplar alıyoruz. Hatta bir tanesinde o gibi eserlerin kimler tarafından yazılıp hangi matbaalarda hangi kitabcılar ma’rifetiyle bastırıldığı gayet mevsuk olmak üzere ber-tafsil gösterilmişti. Gerek o eserleri yazan gerek basan adamları teşhir etmek bizim için gayet kolaydır. Ancak biz şimdilik bu vasıtaya müracaat etmeyeceğiz. Yalnız daha namuskarane bir surette para kazanmaya çalışmalarını kendilerinden hem hem milletin memleketin selameti hem kendilerinin mu hafaza-i haysiyyeti namına olsun bundan böyle ticaretin şu na-meşru’ şu sefil tarzını bıraksınlar. Gazetelerimiz de rast geldikleri kitap i’lanını sütunlarına geçirmesinler. Zira tabii bilmeyerek bir sürü mülevves asarın revacını te’min ediyorlar. Evet bilmeyerek ediyorlar. Yoksa hiçbir gazete sahib-i imtiyazının vücudunu tasavvur edemeyiz ki beş on guruşluk i’lan ücreti için tutsun da mensub olduğu millette namus ahlak namına ne varsa kökünden temizleyecek bu gibi murdarlıklara dellal olsun. HÜKUMET-İ OSMANİYYE İLE İRAN BEYNİNDE MADDI VE MA’NEVI RABITALAR Evet tarihi an’anatı ma’neviyatı ile bütün Şark Alemi’ne merbut olan İran din cinsiyet adat ve fersah tulünde büyük bir hudud ile Memalik-i Osmaniyye’ye her memleketten daha ziyade merbuttur. Şark’da hissiyat henüz büyük bir ehemmiyete maliktir. Bu ehemmiyet mesail-i siyasiyyede de rol oynamaktadır. Fakat bu hissiyattan başka millet ve devletleri yekdiğerine rabt ve takrib ile fasl u tefrik kuvvetini haiz şerait-ı maddiyye dahi İran ile Osmanlıyı yekdiğere kamilen merbut kılacak ve bu iki memleket-i İslamiyyeyi muhabbet-i mütekabileye mecbur edecek bir mahiyettedir.illetleri yekdiğerine yaklaştıran beynlerini te’lif eden ve hüsn-i münasebatlarını te’yide hadim kılan birkaç esaslar vardır: Bunlardan birincisi ticaret ve menafi’-i iktisadiyyedir. zar-ı dikkate alınır ve bu cihatın keyfiyet-i haliyye ve müstakbelesi tedkīk edilirse İran pazarının gasıb eller inhisarına geçmesiyle Osmanlı ihracat-ı müstakbelesine varid olacak darbelerin ne kadar vahim olacağını şimdiden tasavvura almamak bu hususda dur-endişane düşünmemek kabil değildir. Şerait-i vedadiyye-i milelden iştirak-i din ü adat bir amil-i müessir addedilmektedir: Eyyam-ı kadimede bir eser-i cehalet ve gaflet olarak hod kaman-ı kavm kendi ihtirasat-ı zatiyyelerini ta’kīb maksadıyle bu iki milletin arasına birçok ihtilafat-ı mezhebiyye sokmuşlardır. Azıcık bir hareket-i terakkī-perverane ile şu münaferete nihayet verilebilir. Hal-i hazırda ise bu iki millet anlamak üzeredirler ki Kur’an’ ı Ka’be’si Peygamberi kıblesi bir olan müslümanlar arasında hiçbir mübayenet yoktur. Zaten inkılabat-ı ahire artık o gafletleri meydandan kovmakta ahrar-ı tarafeyn şu ciheti tashih için uğraşmaktadırlar. Bugün İran’daki tasavvurat tahayyülat telakkıyat on sene bundan evvelki gibi değildir. Herşeyde olduğundan ziyade bu mes’elede de bir görülüyor. Devre-i Meşrutiyyet’te neşredilen İran matbuatı irad olunan nutuklar mev’izalar tedkīk edilirse hep Mirza Aga Han-ı Kirmani’nin şu eş’arındaki maksad-ı vifak-cuyane ve Avrupalılar bundan oldukça istifade ediyorlar. Terakkıyat-ı siyasiyye ve ictimaiyyeleri İran ve Osmanlı memaliki derecesinde olan devletler ise bundan daha sühuletle müntefi’ olabilirler. Tevhid-i lisan ve ırk dahi devletleri yekdiğerine rabteden vesail-i ciddiyyedendir: dan fazla Türk unsuru teşkil eder. Şimali İran Azerbaycan kısmı hep Türkçe tekellüm ederler. İran Türkleri Osmanlı ve Rus hududları boyunda sakin olduklarından hem Kafkasya’da hem Memalik-i Osmaniyye’de yaşayan kendi hem-cinsleriyle komşu olduklarından bu memleketlerle birçok münasebat-ı ticariyyede bulunuyorlar. Osmanlı vilayat-ı şarkıyyesi i’mar edilir turuk u maabir inşa edilirse ticaret ve sınaatte müteşebbis ve gayet faal olan İran unsuru Osmanlılar cak bu iki devletin menafi’-i müştereke ve müstakbelesinin te’minine hasr-ı gayret edebileceklerdir. Şerait-i mühimme-i mezkureden biri de memleketlerin mevki’-i coğrafileridir: Osmanlı memalik-i vesiası şarkan Basra Bağdad Musul Van ve Erzurum vilayetleri ile üç yüz fersah uzun bir hat boyunda İran ile hem-hududdur. Bugün İran hükumeti hem-din ve hem-cins olduktan başka tecavüzi bir vaz’iyet alacak halde de değildir. Böyle bir hale gelinceye kadar Osmanlı hudud-ı şarkıyyesinin mühimmat-ı tedafüiyyesi de tabii tekmil edilmiş olacaktır. Şimdi İran hükumeti yerinde şu memleket-i İslamiyyeyi İ’tilafnamesi’yle kendi beynlerinde taksim etmiş olan İngiliz ve Rus hükumetleri birleşecek olurlarsa hudud-ı şarkıyyemizde değil İran serbazı Rus Kazakı vaz’iyet-i sevku’l-ceyşiyye ve askeriyyesi badi-i endişe olmaz mı? Hal-i hazırda hududlarının muhafazası için yüz binlerce asker silah altında bulundurmak mecburiyetinde kalan bir hükumet elbette ki bu hususu nazar-ı ihmal ile görecek bir halde değildir. Bu kadar vasi’ bir hududu Rus ve İngiliz kuva-yı müttehidesine karşı müdafaa etmek ne kadar maddi ve askeri mesarifat altına girileceğini kestirmek için pek de dur-bin olmaya lüzum yok. Bu bir kere düşünüldü mü: but olduğu bu memleketlerin mukadderat-ı siyasiyyesinin yekdiğeri için birer hayat ve memat mes’elesi teşkil ettiği anlaşılmamak kabil değildir. Ta’dad ettiğimiz bütün vesailden maada efrad ve akvamı yekdiğerine samimi bir surette merbut kılan mühim bir sebeb daha var ki o da müşterek bir düşmanı bulunmaktır: Karşılarında bir düşman-ı umumi bulundukça menafi’ ve amal-i hususiyye ikinci derecede kalmalıdır. Aralarında erbab-ı mezari’ terekelerinin veyahud tarlalarının müşterek ve umumi bir düşman tarafından gasbedildiğini görünce düşmana karşı tevhid-i hareket ederek –muvakkaten olsun– kendi beynlerindeki gavga ve münakaşaları terkeylemeleri mukteza-yı akl ü hikmettir. çok menafi’-i müştereke sahibi olduklarından başka umumi ve müşterek düşmanlara dahi ma’ruzdurlar. Bunlar da perverde eden her kaç senede bir gerek İran ve gerek Osmanlıya birer kıt’a koparan ve kuva-yı müdhişeleriyle her iki devletin payitahtlarına kadar hücumlarını isal eden bir tehlike-i berriyye ve meveddetini gerek İran ve gerek Osmanlıya pek ağır fiatlara satmış olan dehşet-i bahriyyeden ibarettir ki onların müttehid ve müttefik bir kuvvet şeklinde icra-yı meram ve tatbik-ı amale karar vermeleriyle erkan-ı memalik-i İslamiyye tır. HİND YOLUNDA – – BAĞDAD HÜKUMETİNE DAİR MA’LUMAT-I TARIHİYYE Bağdad hakkında yazacağım makalelerden evvel bu memleketin ahval-i tarihiyyesinden mufassal bir surette bahsetmeye mecburum. Ancak bu yolda kariin-i kirama bu memleketin ehemmiyeti hususunda bir fikir verebilirim. Yüz otuz iki sene-i hicriyyesinde Abdullah es-Seffah tarafından te’sis olunan hükumet-i Abbasiyye merkezi için Bağdad şehrini bina eden hulefa-yı Abbasiyyenin ikincisi Ebu-Ca’fer el-Mansur bir taraftan Bağdad binasıyle diğer taraftan hilafgirlerini mahvetmekle iştigal ederek hükumeti pek metin ve rasin bir esas üzerine bina eylemiştir. Bunun ibtida-yı hükumeti yüz otuz altı tarihinde ve vefatı yüz elli dokuz senesindedir ki müddet-i hilafeti yirmi üç senedir. Vefatından sonra oğlu Muhammed el-Mehdi calis-i taht-ı hilafet olup pederi Mansur’un mahbuslarını ıtlak ile ızhar-ı mehasin-i ahlak etmiştir. Yüz altmış dokuzda Muhammed el-Mehdi’nin vefatıyle yerine oğlu Musa el-Hadi ve müşarun-ileyh dahi bir sene kadar hilafette kalarak vefat etmesiyle biraderleri Harun erReşid cülus etmiştir. Harun er-Reşid hulefa-yı Abbasiyyenin erşedi olup şehzadeliği zamanında maharet-i askeriyye ve fazilet-i ilmiyyesini daire-i İslamiyyetin haricindeki akvama bile anlatmış eazımdan olmasıyle zamanı Devlet-i Abbasiyye’nin devr-i ğer taraftan Kafkas ve Maveraünnehr’e isal ettirdi. Bu zat-ı ali terakkıyat-ı medeniyye ve ilmiyyeye dahi tevsi’-i mülk etmesi kadar hizmet etmiştir. Halife-i müşarun-ileyh cesur vakūr alim ve halim idi. Sayesinde evc-i a’laya yetişen hanedan-ı Bermeki’yi yine kendisi mahveylemiştir. Bu kazıyyenin esbabı hakkında tarihlerin beyan ettikleri rivayat pek muhtelif ise de hakīkat-i hal hükumete iştirak fikrine düştüklerini hissetmesinden münba’is olmuştur. Müşarun-ileyh ordusuyla beraber devlet-i İraniyye memalikinden olan Tus –ki hal-i hazırda Meşhed ve Horasan diye yad ediliyor– şehrinde Yüz doksan bir senesinde müşarun-ileyhin vefatı haberi merkez-i hilafet olan Bağdad’a gelmesiyle beraber yerine oğlu Emin calis-i taht-ı hilafet olmuş ve yüz doksan sekiz senesinde mesned-i hilafeti tezyin eden Me’mun er-Reşid bir taraftan tevsi’-i mülk ile meşgūl olarak Girit ve Sicilya adalarını ve sair memalik-i mühimmeyi pederinin devr-i istilasına Arabiye tercüme ettirerek fünun-ı Yunaniyyenin memalik-i alim fazıl müdebbir bir zat idi. Ehl-i Beyt ile Abbasiler arasındaki zıddiyet ve münafereti dahi hüsn-i suretle ittihad ü meclis-i umumide kendine veliahd etmekle Ehl-i Beyt hakkındaki safvet-i kalbini isbat eyledi. sesiyle iki yüz on yedi senesinde müşarun-ileyh Me’mun’un vukū’-ı vefatında hilafet için da’vet olunan oğlu Abbas amcası Mu’tasım’ın hayatında hilafeti kabul etmeyeceğinden bahisle vukū’ bulan i’tizarı üzerine Harun er-Reşid’in üçüncü oğlu bulunan müşarun-ileyh Mu’tasım makam-ı hilafete geçmiştir. vüz eden Kayser-i Rum yani Bizans hükumeti ile muharebe ederek galib olmuş ve Amuriyye Kalesi’ni de almıştır. ne oğlu el-Vasik Billah hilafete geçmiş ve bunun dahi iki yüz otuz sekiz senesinde vukū’-ı vefatı üzerine el-Mütevekkil Alallah lakabıyle mülakkab biraderi Ca’fer taht-ı hükumete sa’id olmuştur. tansır Billah ve onun altı ay hilafetinden sonra el-Müstain Billah halife olmuştur. İki yüz kırk sekiz senesinde makam-ı hilafete geçen bu zatın dahi ahiren vukū’-ı vefatıyle yerine el-Muiz Billah Samarra’da makam-ı hilafete geçti. Mu’tasım’ın zamanından beri Samarra kasabası merkez-i hilafet ittihaz edilip vüzeradan en mu’teber ve muktedir bir zat dahi Bağdad hükumetine me’mur edilmek adet hükmüne girdi. Bunun dahi vefatıyle yerine el-Mühtedi Billah iclas edildi. El-Mühtedi dahi iki yüz elli altı senesinde vefat ederek yerine geçen el-Mu’temid Billah vak’-ı hükumeti muhafaza eylemiş ise de bu halife-i gayurun zamanı bazı muharebat ve gavail ile geçmiştir. İki yüz yetmiş dokuz senesinde vukū’-ı vefatı cihetle el-Mu’tezıd Billah Ahmed bin el-Muvaffak makam-ı hilafete cülus eyledi. Bunun zamanında şimdiki Necid sancağı cihetinde zuhur eden Karamit hükumet-i Abbasiyyeyi bir zaman işgal eylemiştir. Bunlar Hicaz cihetine pek çok tasallut etmiştir. Mu’tezıd’ın iki yüz seksen sekiz senesinde vefatı vukūuyle yerine oğlu el-Müktefi Billah serir-i hilafete kuud etti ve Karamita ile biraz uğraştı. el-Muktedir Billah Ebu’l-Fazl Ca’fer bin Ahmed el-Mu’tezıd hilafete geçti. Hasılı hulefa-yı müşarun-ileyhimin halefleri birer birer makam-ı hilafeti ihraz ve işgal ederek el-Müstazhir Billah Bağdad’ın suruyla şehrini ta’mir eylemiştir. En-Nasır Lidinillah hulefa-yı Abbasiyye içinde maarife ve ta’mir-i mülke hizmet edenlerin birincilerinden ma’duddur. Selatin-i Eyyubiyyeden Salahaddin-i Eyyubi’nin İslamiyet’e ettiği hıdematı bu halifenin zamanına tesadüf eylediği gibi Hive padişahı olan Kutbeddin Sultan Muhammed istila ve tasallut fikriyle Bağdad’a gelmiş ise de askerinin uğradığı şiddetli soğuklar ve karlar Bağdad’a vusulüne mani’ olmuştur. Avdetleri de Cengizlilerin zuhuruna ve seylab-ı bela gibi Asya’ya hücum ve istilalarına tesadüf ederek hükumeti Cengiz eline düşerek mahvolmuştur. Hive saltanatı bu suretle Cengizliler eline düştüğü gibi diğer taraftan birçok mahalleri en-Nasır Lidinillah Devlet-i Abbasiyye’ye ilhaka himmet eylemiştir. El-Mustansır Billah zamanında Bağdad’da umumi kütübhaneler medreseler darussınaalar misilli asar-ı aliyye te’sis olunduğu gibi müşarun-ileyhin rafından yad u takdir olunmuştur. El-Müsta’sım Billah hulefa-yı Abbasiyyenin sonuncusu ve altı yüz elli altı senesinde Bağdad’daki Hilafet-i Abbasiyye Müsta’sım’ın vefatı ve Hülagu’nun Bağdad’ı istila etmesiyle munkarız olmuştur. Bu hanedan-ı hilafetten Mustansır Billah altı yüz elli sekiz senesinde Mısır’da isbat-ı neseb ederek Mısırlılar tarafından kendisine bey’at edilmiş ve Abbasilerin bu ikinci hükumeti selatin-i ızam-ı Osmaniyyeden Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin Mısır’ı istilaları zamanına kadar bir hilafet-i ruhaniyye üzere devam eylemiştir. Hülagu tahribat-ı vakıasından sonra Bağdad’ı terketmiş ve zimam-ı hükumeti İbni İmran nam şahsa tefviz eylemiştir. şeklinde yazılmıştır. Horasan kazası merkezi olan Ba’kūbe kasabası’nda “amil” yani kaimmakamın hizmetinde bulunan edaniden biri olduğu halde Bağdad’ın muhasarat ve muharebatında Hülagu ordusuna Horasan kazasından zehair ve me’kulat tedarikince hizmeti sebketmesiyle Bağdad’ın hükumeti bu hizmetine mükafaten kendisine verilmiştir. Bundan sonra Bağdad valiliği vüzera-yı Tatariyyeden Cohan? Şemseddin Muhammed nam zata tevcih edilip bu adam Hülagu’nun tahribatını ala-kaderi’l-imkan ta’mire sa’y eylemiştir. Bu zavallı adam hükumet-i Tatariyye tarafından bir aralık azl ve habs edilmiş ve yerine Abdülmelik namında birisi ta’yin kılınmış ise de muahharan iade-i me’muriyyet ettirilmiş ve en sonra Baydu Oğul Han tarafından katledilmiştir. Baydu Han’dan sonra Bağdad vilayeti etibbadan ve Millet-i Museviyye’den Sa’düddevle’ye tefviz edilip ahali ise bunu hazmedememeleriyle az müddet içinde katlolunmuştur. Bundan sonra “Şekerci Muhammed” Bağdad valiliğinde bulunmuştur. El-hasıl Hülagu’nun altı yüz elli altı senesinde başlayan Bağdad hükumeti bir takım na-ehil valiler tarafından su-i hal ile idare olunarak nihayet yedi yüz otuz sekiz senesinde Hülagu hükumetinden rehayab olmuştur. Hükumet-i Tatariyyenin duçar olduğu muharebat-ı dahiliyye devamına meydan vermeyerek tarih-i mezkurda Bağdad’da munkarız oldukları misilli yedi yüz kırk senesinde asıl makarr-ı saltanatları bulunan Tebriz’de dahi munkarız olmuşlardır. − − ZİŞTOVİ’DE ASAR VE HAYAT-I İSLAMİYYE Ziştovi kasabası; Varna Sofya Hattı inşasına kadar pek çok zamanlar Tuna sahilinin en mu’tena bir ticaretgah iskelesi karyelerin her birisinde ashab-ı servet ü hayrat tarafından bugün hemen kamilen denecek derecede Bulgaristan hükumeti tarafından tahrib olunmuştur. Yalnız tahrib olunmakla kalsa zavallı müslümanlar buna da razi olacaklar; çünkü onlara göre bir lutuftur. Fakat iş yalnız tahrib edilmekle bırakılmıyor; hem tahrib ediliyor hem de onlara aid olan evkaf hükumet malı gibi me’mur-ı mahsus tarafından hazine namına satılıyor. Bulgaristan’ın her kasaba ve karyesinde bu zulüm bu haksız tecavüzat bu kanun-şikenane muamelat cari olduğu halde makam-ı aidi tarafından hiçbir türlü ses çıkarılmıyor!!! Ziştovi kasabasında vaktiyle on dört cevami’ ve mesacid-i şerife mevcud olduğu halde bugün ancak yedi adedi mevcud denecek bir halde. Bakīsi tahrib edilmiştir. Bunlardan ikisi esna-yı harbde hedm ve tahrib edildiği gibi kasabanın en mu’tena ve şerefli bir yerinde bulunan ve İhsaniye namıyla be-nam olan cami’-i şerif de Bulgar hükumeti tarafından hedmedilerek yerine tiyatro binası inşa olunmuştur ki bir vakitler abdestsiz içeri girilmesine müsaade edilmez iken bugün içerisinde kadın-erkek boklu ayak dansediyor da hala İslamların donmuş olan kanlarında bir eser-i intibah bile hissedilmiyor. Velişan Cami’-i Şerifi de takriben bundan on beş sene mukaddem duvarlarının harabiyeti bahane edilerek komisyon-ı mahsus tarafından hedmolunmasına icbar edilmiş ve bu suretle hedmedilerek enkazından mahalle-i mezkurenin diğer bir mevkiinde küçük bir cami’-i şerif inşa edilmiştir ki bu da hilaf-ı kanundur. Zira bin dokuz yüz dokuz senesi imza edilen protokol ahkamınca aynı mahiyeti haiz bir cami’ inşa edilmesi lazımdır. Kışla Cami’-i Şerifi demekle ma’ruf olan ma’bed-i mukaddesin kurbünde bulunan mektep ve medrese ile cami’-i şerifin minaresi hükumet tarafından hedm ve tahrib edilerek cami’-i şerifin binasıyle tahminen üç bin metre murabba’ındaki avlusu –ki ekser mahalli İslam makabiri imiş– askerlere ta’limgah ve depo ittihaz olunmuştur. Bulgarlar yalnız cami’leri zabtetmekle de kalmayarak muharebeden mukaddem İslamlar tarafından inşa edilmiş bir mekteb-i rüşdi var imiş. Bu mektep Bulgaristan’ın teşekkülünden beri belediyenin elinde bulunuyor ise de bugün Bulgarlara “jimnazya” i’dadi olduğunu kemal-i teessüfle görüyoruz. Hasan Efendi Mescidi demekle ma’ruf olan mescid-i şerif yirmi sene mukaddemine gelinceye kadar hükumet-i Bulgariyye tarafından depo ittihaz edilmiş ondan sonra da ticaret mektebinin inşası esnasında askerler tarafından hedmedilerek enkazı alınıp arsası da mektep avlusuna ilhak olunmuştur. Bu mescidin kurbünde bir de medrese bulunuyorduysa da o da emsali misilli tahrib olunmuştur. yol üzerine gelerek inhidamına sebebiyet vermiş bu suretle hedmedilerek enkazı vakfa alınmış ve arsası bil-füruht bedeli alınmıştır. Bazı cami’ler yıkıldığı halde yerine yapılanların hükumet tarafından yapıldığı zannedilmesin; yukarıdan beri inşa edildiğini söylediğimiz cevami’-i şerife ashab-ı servet ü hamiyyetin hayatlarında bırakmış oldukları sülüs-i malları ve ahali-i hamiyyetdanın ianesi ile meydana gelmişlerdir. Ziştovi kasabasına aid evkaf-ı İslamiyyenin varidat-ı senevisi frank kadar bir yekune baliğ oluyorsa da bunun üç bin beş yüz frangı eimme ve müezzinlere ve sair sarfiyatına bakīsi de terhinen vakıf namına istikraz olunan on bir bin frankın re’sü’l-mal ve güzeştesine verilmektedir. Ziştovi’de İslamların üç ibtidai mektebi vardır. Maa-haza geçen sene ders ibtidasında maarif büdçesinin muzayakasından naşi birisi kapanmıştır. Diğer ikisi de zükur birinci ve talibat bulunuyor. Evvelce dört sınıflı bir de mekteb-i rüşdi olduğu halde birkaç seneden beri muzayaka-i maliyyeden naşi mikdar-ı kafi muallim bulunmadığı cihetle iki sınıfa indirilmiştir. Mekteb-i rüşdinin bulunduğu yerde üçüncü ve dördüncü sene Ziştovi kasabasına aid olarak vermiş olduğum şu kadarcık ma’lumatı mütemmim ve Bulgarların vatandaşları olan müslümanlara bi-gayri hakkın reva gördükleri mezalim ve taaddiyata ufacık bir levha olmak üzere bu günlerde bu kasabaya mülhak Çavuş köy ahali-i İslamiyyesi hakkında Evvela şurasını bilmek lazımdır ki Bulgaristan’da müslümanlar hakkında ta’kīb etmekte olduğu yegane siyaset her türlü vesaita –velevki en hasis olsa bile– müracaat ederek onları hicrete mecbur ve bu vesile ile ellerinde bulunan mal ve emlaklerini yok bahasına zabtetmektir. Çavuşköy ahalisini de bu suretle hicrete mecbur etmeyi düşünmüş olmalılar ki zikredeceğim vahşeti tasmim ederek mevki’-i fi’le koymaya muvaffak olmuşlardır. Vak’a mah-ı halin dokuzuncu Pazar günü akşam yani yatsı namazını müteakıb zuhur etmiştir. Maamafih daha gündüzden böyle müdhiş bir vak’anın zuhur edeceği şayi’ olarak İslamları pek dehşetli bir korku istila eder. Çünkü bu vak’a birden bire meydana gelmiş değildir. İki hafta mukaddem köyün kenarında bulunan İslam Kıbtilerinden birkaç hanenin başına da gelmişti. Bulgarlar orada bulunan birkaç hane İslam Kıbtisine aslı ve esası olmayan bir şey’i bahane ederek bir gece hücum ederler kapı ve bacalarını yıkarak evlerini tarumar ederler. Nizam ve insaniyetin hilafına olarak bu zavallılara edilen zulüm ve tahkīre karşı bigane kalmayı mugayir-i insaniyyet telakkī eden müslümanlar bu vahşeti köy muhtarına arzederler. Fakat aldıkları cevab nasıl olsa beğenirsiniz? “Bakalım sizin başınıza da neler gelecektir!!!” Bundan sonra birkaç gün geçer vak’anın zuhur edeceği gece İslamlar feraiz-ı İslamiyyeden olan yatsı namazını eda etmek maksadıyle cami’-i şerife giderek feraiz-ı ilahiyyeyi ba’de’l-eda bazı komşuları tarafından bir hücum-ı nagehaniye ma’ruz kalarak sopa ve sair şeyler ile fena surette darbolunurlar. Bu haydud vahşi canavarlar burada bedbaht İslamları bir suret-i gaddaranede ezdikten sonra bununla da iktifa etmeyerek kırarlar edebsizcesine bazı İslam evlerine girerler. Hasılı sabahlara kadar sokaklarda kudurmuş köpekler gibi silah atarak zavallı müslümanları bilhassa kadın çoluk ve çocukları havf u hirase düşürürler. Bunun üzerine Reç ve Otro gazeteleri gibi şarlatan haydud körükçüler ile bunların körüğüyle ateş alıp ortalığı yakıp kavuran medeniyet ve insaniyet namına müslümanlara her fenalığı yapmaktan çekinmeyen bir kısım Bulgarlar müstesna olduğu halde bittabi’ hükumet-i mahalliyye vazifesini ifa ederek mücerred vak’ada zi-medhal olan birkaç Bulgarı tevkīf ederler. Fakat benim i’tikadıma göre Bulgaristan’da yaşayan vatanları hakkında hüsn-i niyyetten başka bir his ile mütehassis olmayan müslümanlara huzur ve rahat bırakmak istemeyen Reç ve Otro gibi müfsid gazeteler bakī oldukça bu gibi fenalık hiçbir vakit eksik olamaz. Bugünlerde muharebe hazırlıkları gayet dehşetli gidiyor. Eğer Keşof kabinesi isti’fa ederse yüzde doksan dokuz muharebe muhakkaktır. Bundan sonra yazacağım yazıları İstanbul’da yazmaklığım lazım. JAPONYA MİKADOSU MUTSUHİTO Temmuz gece saat biri dakīka geçe Japonya Mikadosu tahtı Tokyo’da vefat etti. Mutsohito hazretleri yalnız aile-i imparatoriyi değil bütün milletini hatta pek çok mesailde denebilir ki bütün Şark’ı yetim bıraktı. Müşarun-ileyhin umur-ı idaredeki iktidarı siyasetteki mahareti hususan hükümdaran arasındaki sağlam bir temel vücuda getirdi idi. Müşarun-ileyh tahta cülusunda Japonya’yı artık yağı kurumuş sönmeye meyyal bir kandil halinde bulmuştu. Vefatında ise onu her nevi’ terakkıyatın pek yüksek derecelerine kadar isal edip artık ne ruzgara ne de başka te’sire kapılmakla kolay kolay ziyasını bile tenkīs etmez bir “lüks” haline koyup bıraktı. Müşarun-ileyh sene-i miladisinin ’üncü Teşrinisanisi’nde tamam Avrupa devletlerinin ticaret-i ecnebiyye bir devirde dünyaya gelmişti. Japonya’nın o günkü hükumeti Avrupalılar’ın bu taleblerini reddetmişti. Nihayet senesinde pek çok ictihadları te’sirsiz kaldığından Avrupa devletleri arasında bazıları şems-i tali’i cebr ile ticaret-i ecnebiyyeye açtırmak istemişlerdi. Evvelen mesafenin bu’diyyeti saniyen bazı entrikalar sayesinde bu mes’ele yine mesdud kalacağı bir sırada Amerikalı Amiral Perry yedi harb gemisi ile Şimura Limanı’na vürud ile ticaret-i ecnebiyyeye kapıları açmalarını Japonya’dan taleb etti. Japonyalılar cüz’i bir tereddüdden sonra Amerika ticaretine birkaç ticaret limanlarına duhul ile orada ticaretle rallerinden Putyatin dahi aynı şerait dahilinde bir müsaade Ahali ve genç Mikado bu halden son derece endişeye düştüler. Avrupalılar ile yeni münasebete başlandığına cidden müteessif idiler. Memleketin dahilinde her taraftan isyan ateşleri göründü. İmparator ile umur-ı idareyi elinde bulunduran ve makarr-ı idaresi Tokyo’da o zaman Yedo denirdi bulunan Nokogawa Sülalesi namındaki derebeyliği arasında büyük ihtilaflar zuhur ederek senesine kadar devam etti. Akıbet genç ve müteşebbis Mikado’nun galebesi ile nihayet buldu. Kokogawa Derebeyliği’nin askerini ıslah tard ve fitnekarların büyüklerinden oldukları is bat olundu. senesi Teşrinisani’de Mikado Ordusu galibiyet alayları ile sevine sevine imparatorlarını tahta iclas bütün shogun derebeylikleri lağv ile Japonya’yı gayr-i kabil-i taksim ve yalnız imparatora tabi’ bir devlet olarak i’lan ettiler. Mutsohito hazretlerinin tahta cülusları ile Japonya’da yeni devre-i siyasi devre-i terakkī ve refah dahi başlıyor. O günden i’tibaren Japonya İmparatorluğu etrafındaki muzır otlardan tathir edilen bir fidan gibi baş kaldırıyor. Mikadonun cülusu Japonya’yı eski Çin adetlerinden teb’id ve devre-i terakkī ve temeddüne duhul için bir kapı vazifesini görmektedir. senesinde imparatorun müşavirlerinden Okubo nam zat son derece islahat tarafdarı bir zat olup idare-i atika Japonya İmparatorluğu’nun payitahtı ittihaz olunup gelen Kyoto’dan Yedo şimdi Tokyoya hicreti orada yeni usul ve yeni tarz üzere imparatorluğun te’sis olunmasını mu vafık bularak gayet uzun ve mühim bir layiha takdim ediyor. Genç imparator ecdadının bin seneden ziyade bir müddet bila-mufarakat yaşadığı Kyoto’yu terk edip de bir derebeyliğin makarr-ı idaresi bulunan o zaman pek çirkin olan Yedo’ya hicreti hiçbir türlü kabul edemeyeceğini ve böyle bir hicretin yeni bir ihtilale bile vesile olabileceğini beyan ve böyle bir hareketten korktuğunu Okubo’ya söylüyor. Lakin fikrinde musır kalan müşavir genç imparatoru ikna’ sının Garb medeniyetinden bahisle onun müfid noktalarını memlekette tatbik için fezanın hür olması yani eski imparatorluk adetlerinden tamamen azade ve yalnız Mikado’yu dinleyecek bir meydanın vücudu lazım olduğunu ve bunun bileceğini ihtiyar ve adet-perest kübera ise Kyoto’da kalacağından bu ıslahata mani’ olamayacaklarını beyan ediyor. Vatanını ıslah ve rah-ı medeniyyete is’ad ehass-ı amali olan genç ve gayur imparator bu fikirden gayet memnun olarak teklifi kabul ediyor. Bu karar Kyoto ahalisi ve saraylılar arasında büyük bir galeyan vücuda getirdi. Akıbet hicret günü gelmişti. Binlerle ahali saray etrafında toplandı. İmparatoru göz yaşlarına boğula boğula Kyoto’da kalmaya da’vet ediyorlar binlerce sene ecdadının makarr-ı hükumeti olan arz-ı mukaddesi terketmemesini rica ediyorlar akıbeti fena olacağını söylüyorlardı. Lakin demir gibi sert ve dönmez fikirli imparator milletinin göz yaşlarını cehaletlerine atfederek yola çıktı. ka şehrine gidip birkaç ay kaldıktan sonra Yedo’ya gidip tan sonra tekrar Kyoto’ya gelip Prenses Haruko İlkbahar Prensesi ile izdivac etti. Eylül sene İzdivac merasiminden sonra makarr-ı hükumeti olan Tokyo’ya avdet etti ve Kyoto ile alakasını büsbütün kat’ etti. Tokyo’ya avdetle tamam yerleşince hemen ıslahata başlamak için zamanının meşhur ıslahat-perver siyasilerinden Yafo Otubo İto ve Furi gibi zatları kendine takrib ediyor. virlerinin dehası sayesinde her gün türlü türlü eski adetlere müstenid kanunlar ortadan kalkar yavaş yavaş kavi ve mühim esaslar üzerine müstenid bir gül fidanı gibi yeni toprak üzerinde sağlam genç imparatorluğun güneşi doğmaya başladığı görünüyordu. senesi Kanunisani’sinin beşinde İngiltere Rusya Amerika Cemahir-i Müttefikası Almanya ve Hollanda sefirleri payitahtta kemal-i tantana ve debdebe ile birinci def’a huzura kabul edildiler. Pek az bir müddet zarfında da süfera-yı mezkure memleketin terakkıyat ve teceddüdata ne kadar hahiş ile sarıldığını görerek hükumetlerine gönderdikleri raporlarda Japonya’nın rah-ı teceddüddeki sür’atini tasvirde kelime bulamazlardı. Aradan pek az zaman geçtiği halde imparator bütün Düvel-i Muazzama ile pek samimi bir rabıta te’sis etmeye muvaffak olmuştu. senesinde Garb devletlerinin şehzadelerinden Ja ponya’yı ziyaret edenlerin birincisi olmak üzere Rusya prenslerinden Aleksi Mutsuhito’yu ziyaret ve Rusya hanedanının en büyük nişanlarından birini takdim etti. Birkaç sene sonra da Prusya prenslerinden Henry Prusya imparatorunun gönderdiği nişanı takdim için geldi. Biraz sonra da Cemahir-i Müttefika-i Amerika Reis-i Cumhuru Grant Tokyo’ya gelip Mutsuhito’nun cülusu ziraatte de yeni terakkıyata sebeb oldu. Nüfuz-ı siyasinin shogun derebeyilerinden Mikado’ya yed-i idaresine aldıktan sonra feodalizm zamanında arazisiz kalmış fukara-yı zürraa işletebilecekleri mikdarda arazi tevzi’ olunmasını emretmekle imparator avamın ve hususen köylülerin ve asker takımının kalbini kendine celbetmiştir. Ve senesinde bir ferman neşrederek züraın hukūkunu ve arazi-i mezruanın sahiblerinin mal-ı meşruu olduğunu tasdik ve te’kid etmiştir. Böylece bütün zürra’ ufak arazi sahibleri namını ahzetmişlerdir. Zürraa taksim olunan bu araziden bir nevi’ bedel dahi alınmayıp imparatorun ianesi namı tahtında meccanen velakin işletilmek şartı ile bila-müddet verilmiştir. biri de dahili usul-i idarenin eski derebeylikleri usulünden muştur. tarihinde a’zalı Şura-yı İmparatori Meclisi ve nezaretli kabine teşkil olunmuştur. Mezkur tarihi gayet büyük ve mühim umurun mebde’i tarihidir. Sene-i mezkurede Budha mezhebi din-i resmi olarak i’lan edildiği gibi resmen her nevi’ imtiyazat lağvolunarak müsavat i’lan olunuyor darbhane ve posta te’sis olunuyor birinci demiryolunun inşasına başlanıyor. tarihinde de imparatorun emri ile çiçek aşısı kullanılması me’murin-i hükumetin Avrupa usulünde elbise giymesi uzun Çin usulüne müşabih saçların kesilmesi mekteplerin yeni usulde te’sis ve mehakimde her nevi’ darb ve sair bunun gibi cezaların lağvı hıristiyanların ayin-i dinilerinin men’ olunmaması emrolunuyor. Aynı senede maliye ıslahatı için pek büyük gayretler sarfolunuyor. Aynı zamanda bu büyük teşebbüsler sırasında pek çok ufak ıslahattan da geri kalınmıyor. Bu nevi’ büyük dan kalma bazı ahalinin menafii mutazarrır oluyor beylerin ve ağaların iktidarları tenakus ediyordu. Bir gün gelip de tamam kuvvetten düşeceklerini hisseden mezkur takım hükumetin gidişini avama fena göstermekte te’ahhur etmiyorlardı. Bu hali hisseden genç hükümdar pek vaktinde bir ferman neşrederek yakın vakitte kanun-ı esasinin i’lan olunacağını memlekette usul-i meşrutiyyetin tatbikine başlanılacağını sinde ibtidar olunacağını da akībinde neşrettiği bir ferman Kanun-ı esasinin te’lif olunması meşhur Prens İto’ya Japonlar bu zatı vatanlarının Bismarck’ı addederler havale olunmuştu. senesinde Şubat’ta mikado hazretleri usul-i meşrutiyyetin te’sisini bir fermanla i’lan ve en evvela kendisi kanun-ı esasiye sadık kalacağına yemin etmiştir. Hemen ponya Meclis-i Meb’usanı’nın birinci ictimaı imparator tarafından küşad olunmuştur. Japonya Kanun-ı Esasisi’ni yakın vakitte tercüme edip takdim edeceğim. Müteveffa vatanının mevki’-i siyasisini pek iyi anladığından umur-ı harbiyye ve bahriyyenin de ıslah ve kemale isali Meclis-i meb’usan kabinenin bahriyeyi ıslah için taleb ettiği gayet ağır bir bütçeyi reddettiği zaman imparator hükumet me’murinine bir hitabname neşrederek maaşlarının onda birini donanma ianesi olarak vermelerini teklif etmişti. Mezkur hitabnamede usul-i meşrutiyyete ne kadar riayetkar olduğunu gösterecek bir mühim noktaya tesadüf olunuyor: Hitabnamede kendisinin de bir hükumet me’muru olduğunu ve binaenaleyh en evvel kendisi donanma ianesi olarak aylığının onda birini teberru’ ettiğini i’lan ediyordu. cüz’i bir müddet zarfında Japonya’nın şanına layık bir iktidarda satvetli bir donanma vücuda getirilmiştir. Aynı zamanda umur-ı harbiyyenin ıslahı için Golc Paşa gibi birkaç muktedir ecnebi zabitleri çalıştırılmakta memalik-i Garbiyyeye güruh güruh zabitan gönderilmekte memleket dahilinde top ve tüfenk fabrikaları tersaneler vücuda getirilmekte idi. Ticaret ve sınaatin terakkıyatına da imparator büyük ehemmiyetler vermekte müteşebbis tüccara pek büyük ianelerde bulunmakta tahris ve tergīb için hiçbir şeyi esirgememekte idi. Bu vechile “Büyük Islahat Devri” lakabına müstahık senelik Japonya hayat-ı siyasisi artık kolay kolay sarsılacak devreyi atlatmış Düvel-i Muazzama idadına dühule namzed bulunuyordu. Mutsuhito’nun devr-i saltanatı iki parlak galibiyet ile de tezyin olunuyor: senesinde Japon ordusu Çin’i ve senesinde Rusya’yı mağlub ederek artık hakīkaten Düvel-i Muazzama idadına dahil olmuştur. teveffa Mutsuhito hakīkaten Japonya İmparatorluğu’ nun ikinci müessisi namına müstahıktır. Çünkü umur-ı redeki bugünkü mükemmeliyet mütevali galibiyetler maddi ve ma’nevi terakkıyat ve servet-i umumiyye yalnız müşarun-ileyhin netice-i sa’yidir. Her ne kadar bazı Garb seyyahları müşarun-ileyhe bazı bazı evamirini gösteriyorlarsa da bu nevi’ taarruzat yalnız Garblılara aid bir taassub iftirası olduğunu zannediyorum. Efrenci Eylül’ün on üçünde müşarun-ileyhin cenazesi milyona karib bir cemm-i gafir tarafından Tokyo İstasyonu’ndan Kyoto’daki makberesine teşyi’ olunmuştur. FRANSA – ALEM-İ İSLAM ---- VE ---- BAHR-İ SEFID HAKİMİYETİ Paris Journal Bahr-ı Sefid hakimiyeti mes’elesi hakkında yazdığı uzun bir makalede bu hakimiyetin istihsali zımnında Fransa hükumeti tarafından şimdiye kadar sarfedilen mesai Sefid’de en büyük rolün Fransa’ya teveccüh etmekte olduğunu Fransız krallarının öteden beri anlamış olduklarını ve bunun neticesi olarak bütün siyasetlerini İslamiyet cihetine tevcih eylediklerini ve nitekim Birinci François ile Dördüncü Henry Osmanlı padişahının dostluğunu arzu eyledikleri gibi Ondördüncü Luois’nin de Fas’a sefirler i’zam eylediğini ve hatta Napoleon’un da Mısır seferi esnasında İslamların muavenetiyle tasavvur ettiğini söyledikten sonra Bahr-ı Sefid’de Fransız hakimiyetinin bir vedia-i mukaddese şeklinde hükumetten hükumete intikal eylediğini beyan ile diyor ki: “Ecdadımız tarafından çizilen yolu ta’kīb hususunda hisseylediğimiz arzu-yı daimiye ve Fas’da himaye te’sisi için Afrika-yı Vusta’da bulunan en zengin Fransız müstemlekelerinden birinin feda edilmesine rağmen Fransa’nın Bahr-ı Sefid’de ta’kīb ettiği siyasetin nazik bir devre geçirmekte olduğu bedihidir. Bu keyfiyet yirmi seneden beri siyaseten göstermekte olduğumuz rabıtasızlıktan ve mes’ele-i İslamiyyeye külliyyen adem-i vukūfumuzdan neş’et eylemiştir. Fransa tarafından bu tarikte iki azim hata irtikab edilmiştir: Bunlarda biri İstanbul’da Fransız nüfuzu yerine Alman nüfuzunun teessüsüne müsaade edilmesinden diğeri de İtalyanların Trablusgarb ve Bingazi’yi istila eylemelerine imkan vermekliğimizden ibarettir. Fransa’nın ilk vazifesi Osmanlı dostluğunu muhafaza et mek olmalıydı. Makam-ı Hilafet’in Osmanlıların elinde bulunduğu unutulmamalıdır. Makam-ı Hilafet muazzam bir kuvvet teşkil eylemekte ve dört yüz milyonu mütecaviz insanın vicdanını idare etmektedir. Bütün hıristiyanların enzarı “Roma”ya ma’tuf olduğu gibi bütün İslamiyet’in nazarları da İstanbul’a müteveccihtir. Afrika-yı Fransavi de bu kanun-ı müşterekin haricinde değildir. Havali-i mezkurede bulunan ahali-i İslamiyye her sabah ve akşam taht-ı Osmani’de bulunan hükümdarın devam-ı hayatı için dua eyliyor. Bunu men’ etmeyi istemek muhali arzu eylemek demektir. Bir de Fransa hakk-ı tefekkür ve i’tikadın serbestisini bütün aleme bir esasa müsteniden hail olabilir? Artık engizisyon mevcud değildir. Engizisyonun icraat-ı müdhişesini yeniden te’sis eylemek temennisinde bulunanlar bunların harabiyetten başka bir netice vermediğini tarihin tedkīkıyle anlayabilirler. dinin fena bulmasını arzu eylemekliğimize mani’dir. Tezahür eylediği şekil ne olursa olsun hiçbir zaman gaye-i hayaliyi öldürmemek lazımdır. şeylemek suretiyle istikbalde başımıza müşkilat-ı azime zuhur etmesine sebebiyet veriyoruz. İtalya birçok senelerden beri şiddetli nasyonalizm buhranı içinde çırpınıyor. İtalya en kuvvetli devletlerin samimiyetini te’min hususunda hissettiği temayülat-ı hafiyye saikasıyle Prusya ile ittifak etmiş ve hükumet-i mezkureyi takliden İtalyanlar birçok hırs ve tama’lara kapılmışlardır. İtalya kuvvetinin mütemadiyen tezayüdünü ve kendi lehinde ve Fransa zararına olarak eski Roma İmparatorluğu’nu vücuda getirmeyi tasavvur etmektedir. Kartaca ve Manuba hadiselerini ta’kīb eyleyen gerginlik devresinde İtalya matbuatından bazılarında görülen makalat bu babda hiçbir şübheye mahal bırakmamaktadır. Binaenaleyh İtalya’nın Afrika’daki Fransız müstemlekatı kurbünde teessüsüne müsaade eylemek suretiyle kendimize gayet mu’acciz bir komşu hazırlamış olduk. İtalyanlar Tunus ve Cezayir’in Kostantin Vilayeti’ni daha şimdiden doldurmakta ve vilayat-ı mezkurede bulunan yerlilere birer hakim gibi muameleye kalkışmaktadırlar. Yerli ahali harekat-ı vakıadan hiddetlenerek bunu Fransa’nın za’fına hamleylemekte ve Trablus’da bulunan mezhebdaşlarının İtalyan esaretine düşmek üzere olmalarını da Fransa’nın hatasına hamletmektedirler.” Paris Journal Almanya ve İtalya’nın Fransa’nın Bahr-ı Sefid’deki nüfuzunu izaleye çalışmakta olduklarını ve Almanya’nın Osmanlı buhranından bil-istifade İtalyanlar ile sonra Fransa’nın bu rekabetleri izale için taht-ı nüfuzunda bulunan ahali-i İslamiyyenin celb-i kulubuna çalışmasını ve ahali-i mezkureye karşı adilane ve müstakīmane bir siyaset ta’kīb ederek bunların adat ve ihtiyacat ve hukūkuna riayet eylemesini tavsiye eyliyor. Ahval-i hazıranın kesbettiği ehemmiyete mebni evvelki gün Meclis-i Vükela zevali saat on buçukta fevkalade ictima’ ederek geç vakte kadar müzakeratta bulunmuştur. Bulgaristan Sırbistan Yunanistan hükumetlerinin hükumet-i Osmaniyyeye karşı umumi seferberlik kararını verdiklerine dair sefarattan varid olan telgrafnameler üzerine müzakerat cereyan eylemiş ve Düvel-i Muazzama’ya Balkan ahvalinin iktisab eylediği vahametin mes’uliyeti kat’iyyen Türkiye’ye teveccüh etmeyeceğinin ve Türkiye’nin kat’iyyen sulh u müsalemet tarafdarı olduğunun tebliği tezekkür edilmiş ve hükumet-i Osmaniyyenin ittihaz eyleyeceği hatt-ı hareket uzun uzadıya mevzu’-ı bahs olarak icabat-ı mukteziyyesinin hudud-ı Osmaninin vaz’iyetine dair Harbiye Nezareti’ne varid olan telgrafnameler meclisde harbiye nazırı tarafından görülerek Erkan-ı Harbiyye Reisi Hadi Paşa’ya tedabir-i mukteziyyenin serian icrası emredilmiştir. Osmanlı ordusunun umumi seferber haline vaz’ı Meclis-i Vükela’da tekarrur eyleyerek Balkan hükumetlerinin aldıkları vaz’iyet-i muhasematkaraneye karşı hükumet-i Osmaniyye mecbur olduğu tedabiri ittihaz etmekle beraber son derecede müsalemetkarane bir siyaset ta’kībi fikrinde bulunduğu ve şayet Balkan hükumetleriyle bir harb-i müessif zuhur edecek olursa Türkiye’nin kat’iyyen mes’uliyet kabul edemeyeceğini ve mes’uliyetin tamamiyle müsebbibleri olan Balkan hükumatına teveccüh eylediği beyanıyle Düvel-i Muazzama’ya tebliğat-ı umumiyye icra kılınmıştır. Hal-i seferberiye vaz’ olunan kıtaatın umum kumandanlığına Ferik Abdullah Paşa’nın ta’yin edildiği haber alınmıştır. Hükumet bütün vesait-ı nakliyyeyi ve ez-cümle Osmanlı sefainini taht-ı nezarete alarak bunları sevkıyat-ı askeriyyeye tahsis etmiştir. Bulgaristan Sırbistan ve Yunanistan hükumetleri umumi seferberlik emirlerini vererek hükumet-i Osmaniyyeye karşı hududlarda tahşidatta bulunuyorlar. Osmanlı denizlerinde bulunan Yunan ve Bulgar vapurlarına hemen avdet etmeleri için emirler verilmiştir. Romanya hükumeti Bulgaristan hududunda tahşidatına germi ile umumi seferberlik Rusya da bir kısım rediflerini silah altına alarak Garb hududuna sevkıyata başlamıştır. FIRKALARIN BARIŞMASI Memleketimizdeki siyasi fırkaların rüesası birer beyanname yazarak hükumete el birliğiyle yardım etmeye karar verdiklerini vatanın harici düşmanlarına karşı durmak için hiçbir fedakarlıktan geri durmayacaklarını i’lan edeceklermiş. Zaten fırkalardan biz de başka türlü bir hareket beklemiyorduk. Sebilürreşad kendisinin kat’iyyen bi-taraf olduğunu şimdiye kadar ta’kīb ettiği meslek ile kari’lerine anlatmış hem o meslekte sonuna kadar sebat edeceğini sırası geldikçe söylemiştir. Ancak vatanın ma’ruz olduğu böyle vasi’ bir hücum karşısında diğer matbuat arkadaşlarımızın da artık fırka tarafdarlığına tehlike atlayıncaya kadar olsun veda’ etmelerini an-samimi’l-kalb niyaz ederiz. Gazetelerin birbirlerine karşı kullanmakta oldukları ağır lisan dün hayli i’tidal kesbetmiş idi. Bununla beraber yine arada hiss-i infiale kapılmaktan kalemlerini büsbütün alamıyorlar! Gerek fırkaların gerek o fırkalara mensub gazetelerin tamamıyle birleştiği haric nazarında sabit olur olmaz tehlikenin onda dokuzu atlamış demektir. Zira Osmanlıların düşmandan yılar muharebeden çekinir bir millet olmadığı; “Harb isteriz!” yaygaralarıyla Avrupa afakını çınlatan düşmanlarımızca pek ma’lumdur. Düşmanlarımız –şayed bu hazırlıkları kuru patırtı değilse– şu zanda aldanıyorlar ki; Arnavutluk kıyamları fırka münazaaları bizi yabancı bir düşmanın hücumuna karşı birleşmeyecek kadar birbirimizden ayırmıştır. Heyhat! Hududda bir surette birleşen şu kahraman unsurlar el ele verip soluğu muharebe meydanında alacaklardır. Bize vatandaşlık rabıtasıyla merbut olan gayr-i müslim unsurlardan beklediğimiz hem kemal-i itminan ile beklediğimiz hareket de aynı fedakarlık aynı fedailiktir. Başka hükumetler sulh istedikçe sulha tarafdar olmak nasıl en sarih evamir-i Kur’an iyyeden ise harb arzusu gösteren düşmana karşı harbetmek de Kitabullah’ın ahkamındandır. Şimdiye kadar harb için değil sulhu muhafaza için ordumuzu ta’lim ettik tahkim ettik levazımını ikmal ettik. Ama düşmanlarımız harbedecekmiş pek a’la! Dökülecek kanlardan ne huzur-ı Şeriat’te ne de huzur-ı insaniyyette asla mes’ul değiliz. el-Alem Gazetesi’nin sahne-i harbde bulunan muhabirinin Sive İstasyonu’ndan keşide eylediği telgrafnamede taraf-ı eşref-i Hazret-i Hilafet-penahi’den Senusilerin şeyh-i kebiri eş-Şerif Ahmed hazretlerine ihsan buyurulan ve bir kılıç murassa’ nişan-ı Osmani altın saat ve bir sandık ipek kumaştan bub’a muvasalet ederek hedayayı şeyh hazretlerine takdim eyledikleri ve hedayanın şeyh hazretleri nezdinde fevkalade memnuniyet ve şükranı mucib olarak yadigar-ı minnetdarı olmak üzere şeref-i hümayuna elli kişilik büyük bir zıyafet keşide edildiği bildirilmiştir. Efrenci Eylül’ün ’nci günü İngilizlerin Mısır’ı işgal ettikleri güne tesadüf ettiğinden Hizb-i Vatani Hey’et-i İdaresi’nin verdiği karar üzerine Hizib Vekili Ali Fehmi Bey İngiltere Hariciye Nazırı “Sir Edward Grey”e bir telgraf keşide ederek İngiliz devletinin hilaf-ı teahhüd olarak hala Hıtta-i Mısriyye’den çıkmadığını protesto etmiştir. Kalküta’da neşrolunan Farisiyyü’l-ibare Hablü’l-Metin gazetesi ki en eski bir gazete olup İranilerce büyük bir ehemmiyetle okunuyor son gelen nüshalarından birinde Memalik-i Osmaniyye’ye hasretmiş olduğu başmakalesinde Osmanlı siyasiyyununa; “İran facia-i eliminden ibret almaları”na dair bir tavsiye-i biraderanede bulunuyor ve makalesini Firdevsi’nin şu beytiyle bitiriyor: ! Afganistan: Siracü’l-Ahbar gazetesi Londra muhabir-i mahsusundan aldığı bir mektuba istinaden Afganistan maadininin haritasını yapmak üzere celbolunan İngiliz mühendislerinin hükumet-i mezkureye verdikleri haritadan başka kendi hükumet-i metbualarına daha mükemmel diğer bir harita takdim ettiklerini ve mükafat olarak İngiltere’den bin İngiliz lirası aldıklarını yazıyor. Çend günden beri gazeteler Rus Hariciye Nazırı Sazanof’un Londra seyahati ile meşgūldürler. Sazanof Balmoral’da İngiliz kralı hazretlerine misafir olarak Sir Edward Grey ile müzakerat-ı mühimme-i siyasiyyede bulundu. Taht-ı müzakereye alınan mesailden en mühimmi de İran Mes’elesi olmuştur. Ma’lumdur ki liz menatık-ı nüfuzu diye iki kıt’aya ayrılmıştır. Hal-i hazırda Rus mıntıkası farzedilen kıt’a Rus asakiri taht-ı işgalindedir. Kazvin Erdebil Tebriz Urmi Hoy ve Meşhed gibi nikat-ı mühimmede min-haysü’l-mecmu’ on beş bine karib Rus askeri vardır. Asakir-i merkūme muvakkat olarak İran’a sevkedilmiş ve sevkedildiği zaman da Rus hükumeti tarafından zemin ve zaman müsaid olduğu gibi geri çağırılacağına aid beyanat-ı resmiyyede bulunulmuş idi. Fakat beyanname-i mezkuru müteakıb asakir-i mevcudenin geri çekilmesi şöyle dursun bilakis mütemadiyen kuva-yı cedide sevkedilmiştir. Arasıra asakir-i mevcudenin bir kısmı geri istenilmişse de sonradan birer bahane ile tekrar iki misli olarak İran’a dönmüştür. Bu cihet –Hindistan’ı Rusların takarrubundan muhafaza etmek siyasetini İngiltere için hayat ve memat siyaseti telakkī eden– İngiltere mahafilinde asabiyeti mucib olduğu gibi diğer tarafdan Rusların İran mesailinde İngilizlere karşı aldıkları bir tavr-ı lakaydileri dahi ayrıca İngiliz mütefekkirlerini düşündürüyordu. Ahiran İran vakayiini havi olarak neşrolunan Mai Kitab ’a bakılacak olursa görülür ki her mes’elede İngiltere diplomasisi Ruslara karşı ser-füru etmeye her daim Rusların mukavemetine İngiltere nüfuz ve menafiinin Ruslar tarafından imhaline uğramıştır. Rus ve na aid teati olunan bütün muharrerat-ı resmiyyede büyük bir burudet hissedildiği görülüyor. İşte bu burudetin izalesi ve i’tilaf-ı mezkurun daha samimi bir takım esaslar üzerine vaz’ olunması için Balmoral’da İ’tilafnamesi ta’dil edilecekmiş. Acaba bu ta’dilin neticesi ne olacak? İraniler bu ta’dilden ne bekleyebilirler? Ma’lum olduğu üzere Ruslar her nasıl olursa olsun şah-ı mahlu’ Muhammed Ali Mirza’yı tekrar makam-ı saltanatta görmek isterler. Bunun için de İngiltere’yi iknaa çalışıyorlar. Fakat İngiltere Devleti Sir Edward Grey’in parlamentoda resmen beyan ettiği üzere bu fikrin cidden aleyhindedir. Sonra İngilizler Rusların Şimali İran’dan çıkması tarafdarıdırlar. Aynı zamanda meclisin vücudunu da elzem görüyorlar. Halbuki Ruslar böyle düşünmüyor; onlar meclisi kendi menafi’leriyle te’lif ettiremiyorlar. İngiltere gazetelerinin neşriyatına bakılırsa bu ta’dil İran’ın lehine olacakmış. Ta’dil neticesinde gerek Ruslar gerek İngilizlerce şimdiki nokta-i nazardan bir müddetten beri Paris’de bulunan İran Naibü’s-saltanatı Nasırulmülk hazretlerinin dahi Sazanof’un Londra’ya geldiği bir zamanda Londra’ya seyahat etmesini ma’nidar görüyorlar. Telgraflar Balmoral’da İran’ın taksim edileceği mes’elesini tekzib ettikten sonra Mösyö Sazanof’un Nasırulmülk’ün tekrar İran’a avdetini taleb ettiğini haber veriyorlar ki bu da pek ma’nidardır. ğer devletlerin tesadüm-i menafiinden beklemesi oldukça elim bir vaz’iyettir. Bakalım bu vaz’iyet-i elimeye Balmoral mülakatı ne gibi bir elem daha zammedecektir? Fakat bir nokta-i nazara göre ihtimal ki Balmoral mülakati İran’ın alamını biraz tahfif eyler. Çünkü bu aralık İngilizlerin menfaati onu iktiza etmektedir. Osmanlı siyasetinde vaki’ olan tebeddülat İngilizlere daha yüksek konuşmak fırsatını veriyormuş diye bir fikir de vardır. Ahiren Salaruddevle’ye İran meşrutiyet-perveranından Demokrat Fırkası’na intisabıyle ma’ruf olan Yar Muhammed Han namında birisinin dahi iltihak ettiğini yevmi gazetelerde neşrolunan telgraflar bildiriyor. Biz bu haberin Dersaadet’te bulunan İran mültecilerince ne yolda telakkī edildiğini merak ederek tahkīk ettik. Neticede Yar Muhammed Han’ın hakīkaten meşrutiyet yolunda hidemat-ı mühimmesi sebkettiğini fakat bu sonuncu hareketinin meşrutiyet-perveranca hiç de tasvib edilmeyip bilakis nazar-ı nefretle görüldüğünü öğrendik. Buradaki İran meşrutiyet-perverleri gerek demokratlar olsun gerek sairleri olsun Salaruddevle gibi mürteci’lerle teşrik-i mesai etmeyi meslek-i meşrutiyyetten görüyorlar. İran hükumet-i hazırasınca ta’kīb olunan siyaseti pek de tasvib etmedikleri halde kendileriyle hasbihalde bulunduğumuz İraniler hükumeti zaafa uğratacak ve umur-ı dahiliyyeyi muhtell edecek her teşebbüs-i ihtilal-perveraneyi vatanla teşrik-i mesai edenlere la’net okuyorlar. Rusya’dan al dığımız mektuplardan anlıyoruz ki mütevaliyen Alem-i ya İslam gençliğinde şedid bir hiss-i milliyet ve İslamiyyet uyanıyor. Rusya inkılabat-ı dahiliyyesi zamanlarında İslam gençleri ale’l-ekser inkılab-ı mezkurun i’lan etmiş olduğu “hürriyet müsavat ve uhuvvet” efkar-ı ahraranesinden! mülhem olarak milliyet-perverlik ve ittihad-ı İslam gibi efkarı bir netice-i taassub [telakkī] ediyorlar idi. Şimdi ise bilakis o efkarın inkılab günlerine mahsus birer hayal-i müzehhebden mektedirler. Büyük Napoleon’un Moskova’da mağlubiyetinin yüzüncü sene-i devriyyesi olmak münasebetiyle geçen Ağustos’un ’nci günü bütün Rusya’da icra edilen şenliklere Buhara emiri hazretleri dahi suret-i resmiyyede iştirak eylemiş ve Buhara kurbünde vaki’ Kakan Sarayı’nda büyük bir zıyafet vermiştir. Pekin’den Rus gazetelerine çekilen telgraflardan anlaşıldığı vechile Pekin kabinesi fevkalade surette in’ikad eden bir celsesinde Çin ordusunun Ruslara karşı koyacak bir halde olmadığını ve Dış Moğolistan’ın da bizzat gayr-i münbit araziden ibaret olduğunu nazara alarak mahza Rusları susturmak için arazi-i mezkurenin Ruslara verilmesini esasen taht-ı karara almıştır. İşbu fedakarlıkla Çin hükumeti Rus diplomasi[si]nin teveccühünü celb ile Moğolistan’da yaptığı entrikalarından kendisini vazgeçirmek istiyormuş. Fakat zavallı Çin gafil ki; “İştiha diş altındadır!” Tercümesi “İyi biliniz ki Allah ile onun Peygamberine karşı gelenler yok mu işte onlar en zelil mahluklar sırasındadır. Ben de Peygamberlerim de mutlak onları mağlub edeceğiz diye Allah ezelde yazdı; Allah ise muradından kabil değil döndürülemeyen bir Kadir-i Zü’l-celal’dir.” * * * Sure-i Mücadele’ye mensub olan şu iki ayet-i celile Kitabullah’ın en müdhiş parçalarındandır. Ancak aslındaki ruh-ı şiddete dair ufacık bir fikir verecek kadar olsun tercümesine elimizdeki lisanın şivesi müsaade etmiyor. Yoksa edebiyatıyle uğraşmak sayesinde Arabın selika-i beyanına ülfet peyda edenler için bu müeyyed bu müekked tehdid-i Evet nazarımızı maziye doğru çevirirsek: Cenab-ı Hakk’ vermeyen milletlerin sonunda ne ağır bir zillete mahkum olduklarını ne acıklı bir sefalet içinde çalkanıp gittiklerini görürüz. Hayır hayır! Mazileri karıştırmaya uzaklara gitmeye hacet yok. İşte hal de bize namütenahi ibret levhaları gösterip duruyor: Hani müslümanların eski şevketi eski saadeti? Hani onların eski samanı eski izzeti. Bir zamanlar Merkez-i Hilafet dünyanın mültecası iken ne zillettir ki bugün adeta mülteci mevkiinde bulunuyor! Bir zamanlar sıyt-ı şevketimiz cihanı titretirken ne rezalettir ki şimdi Bulgarlar bile bizi korkutmak ümidine düşüyor! Eğer aklımızı başımıza almazsak; eğer Kitabullah’a dört şeklinde yazılmıştır. elle sarılmazsak; eğer aramızdaki nifaklara şikaklara hatime vermezsek; eğer Türkü Arnavuda Arabı Kürde düşman tanıtmak siyaset-i mecnunanesinden vazgeçmezsek; eğer Müslümanlık’ta ataletin meskenetin haram olduğunu hala anlamak istemezsek; eğer bu din-i mübinin cehl ile payidar olamayacağına an samimi’l-kalb iman etmezsek; eğer bütün kuvvetimizle düşmanlarımızdan daha kuvvetli olmaya çalışmazsak; eğer memleketimize garbın rezail-i medeniyyeti yerine fennini san’atını sokamazsak... Ne olacağız bilir misiniz? El iyazü billah milletlerin maskarası Müslümanlığın yüz karası! Kahhar-ı Zü’l-celal’in dest-i intikamı –hamd olsun– alnımıza nişanesini o esaret-i ebediyye o mahkumiyet-i sermediyye damgasını henüz vur m a dı. Lakin kavanin-i fıtrata karşı biraz daha isyan edecek olursak o alamet-i hizlan nasiyelerimize vurulacak; hem ferda-yı mahşere kadar silinmemek üzere vurulacak! Evet cebheleri o dağ-ı hizlan ile kararan millet ne kadar çalışsa bir daha asude bir çehre ile insaniyetin huzuruna çıkamıyor. Biz pek kat’i pek sarih olan bu vaid-i ilahinin başkaları hakkında tahakkukunu gördük. Kitabullah’ın en açık mu’cizelerinden biri şudur ki: Başkaları dediğimiz o zavallı millet eski hatalarını ta’mir eski günahlarını tathir için sonradan alabildiğine çalışmış alabildiğine uğraşmış iken kabil değil mahkum olduğu hüsran-ı müebbedden kurtulamadı; hem imkanı yok kurtulamayacak. Şarktan garbdan şimalden cenubdan hasılı her taraf tan hücuma hazırlanan tehlike-i sarihaya karşı sabrını metanetini ele alması; cümlesinin birden ... terane-i lahuti-i hamasetiyle hudud boyuna koşması cemaat-i Eğer yaşamak istiyorsak bu ruhu öldürmeyelim. Yani vahdet-i İslamiyyeyi tarumar edecek hareketler şöyle dursun tahriklerden bile Allah’a sığınalım. Şu son hükumet-i Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib halinde kaldıkça bütün dünya bir araya gelse devrilmek değil kımıldanmaz bile! Ey cemaat-i müslimin siz ne Arapsınız ne Türksünüz ne Arnavutsunuz ne Kürtsünüz ne Lazsınız ne Çerkessiniz! Siz ancak bir milletin efradısınız ki o millet-i muazzama da sında bulunamazsınız; kavmiyet gayretine düştükçe de müslüman olamazsınız. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin bin üç yüz bu kadar sene evvel ümmetine bildirdiği bu hakīkati hatırınızdan çıkardığınız gibi dünyanız azab ahiretiniz Mehmed Akif : : Bu hadis-i şerif Hakim’in Müstedrek ’inde mezkur olan ehadis-i şerifedendir. Ravisi Hazret-i Cabir radıyallahu anh dır. “Düşman ile karşı karşıya gelmeyi temenni etmeyiniz de Allahu Teala’dan afiyet ve selamet taleb ediniz. Zira düşmanlarınızın eliyle ne gibi ibtilalara giriftar olacağınızı bilemezsiniz. Onlarla karşılaştığınız vakitte de; “Ey onların da bizim de Rabbimiz olan Allahu Azimü’ş-şan! Bizim de nasiyelerimiz onların da nasiyeleri Sen’in yed-i kudret ve tasarrufundadır. Onları hacil ü şermsar edecek de ancak Sen’sin!” diye dua ediniz. Ondan sonra yerinizde oturup sebat ediniz! Üzerinize yürüdüler mi hemen kalkınız ve tekbir alınız!” Yine buna karib olan diğer bir hadis-i şerifde de; “Onlara mülakī olduğunuz vakitte ise sebat ediniz ve zikrullahı çokca ediniz. Onlar eğer gürültü yaygara ederlerse siz sükutu iltizam ediniz” buyurulmuştur. “Devlet harb açmak üzeredir” deniliyor. Düşmanlarımız her taraftan hücuma hazırlanmış namus-ı İslam’ı kesredecek tekalif-i şakkada bulunuyormuş. Her gün; “Silah patlayacak!” diye intizardayız. Böyle bir sırada cihadın fezailini Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin terğībat-ı kudsiyyelerini kari’lerimize bildirmek nesim-i hayatı istinşak ettiği günden son nefesini verdiği ana kadar samiası menakıb-ı cihad ile dolmaktan hali kalmamış bir kavme cihadın fezailinden bahsetmeyi zaid görmüyor bununla beraber şimdi kabil-i ihmal addedebiliyorum. Bu hadis-i şerifi bugün ihvan-ı müsliminimizin piş-i enzar-ı hafta içinde dört beş gün geceli gündüzlü İstanbul sokaklarını çınlatan şamatalar nümayişler mitinglerdir. Hükumet ağızdan; “Harb isteriz! Düşmanlarımız kahrolsun!” dedik durduk. Düşmanlarımızın mağlubiyetini makhuriyetini gazab-ı nun için Bargah-ı Ehadiyyet’e kemal-i tazarru’ u ibtihal inkisar-ı kalb ile arz-ı niyaz eylemeye diyecek yok. Fakat harb sallallahu aleyhi ve sellem razi olacağı temenniyattan değildir. Bahusus yerleri gökleri birbirine katan bu nümayişler ruh-ı İslamdaki ciddiyete hiç de muvafık değildir. Nümayiş! “Nümayiş”in zımnında az çok sahtekarlık mündemicdir. İslam’ın en ziyade nefret ettiği şey ise sahtekarlıktır ki din ve akīdeye tealluk ettiği vakitte onu “nifak” tesmiye etmiştir. Tam müslümanca hareket edecek isek ya göründüğümüz gibi olmalı ya olduğumuz gibi görünmeliyiz. Hiçbir noksanımız düşmanlarımızı ümidlendirecek hiçbir aybımız olmadığı zamanlarda olduğumuz gibi görünmeli fakat şarlatanlığa boş boğazlığa hamledilebilecek ef’al ü harekatın kaffesinden tevakkī etmeliyiz. Kavi azimkar sabit-kadem şeci’ hiçbir musibetten yılmaz cengaver ve bahadırlar olduğumuzu göstermeliyiz. “Düşmanlarımız bizi iğzab için böyle yapıp dururken biz sükut mu edelim?” diyeceksiniz. Hayır sükut etmeyelim; fakat onlara vakar ve sekinetle mukabele edelim. Hem emin olunuz ki takınacağımız vakar ve sekinet kulub-ı a’daya hiç ummadığınız bir havf u haşyet verir. Hem anlamam onların her yaptığını yapmaya neden lüzum görüyoruz? Vakıa; “ Küffara mallarınızla nefislerinizle dillerinizle mücahede ediniz!” diye diğer bir emir varid olmuştur. Fakat mücahede; “Düşmanlarımız kahrolsun!” yahud; “Şöyle keseriz böyle asarız!” demekle hasıl olmaz. A’dayı cidden tehdid edecek kalblerini korkutacak sözlerimiz varsa söyleyelim. Yoksa onlara cevab ve mukabelelerimiz fiilimiz olsun meydan-ı harbdeki sebat ve celadetimiz olsun! Miting akdine fikren muhalif değilim. Çünkü o milletin gayr-ı resmi bir meclis-i meşveretidir. Millet orada –ifrata varmamak devletin siyasetini bozmamak selametini tehlikeye şekl-i muayyene koyarak hükumete arzedebilir. Lakin hatibler bi-ma’na temeddühat ile şer’an menhi olan tafra-füruşane sözlerle Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in zemmettiği şakaşık-ı hitabetle teşedduk-ı zemim ile meclisin ciddiyetini ihlal ve müctema’larda gülünç nümayişlerle i’la-yı kelimetullah uğrunda çalışanları techiz-i cüyuş ile meşgūl olanları bi-huzur etmemelidir. Davullarla zurnalarla bayraklarla meş’alelerle kahramanlığımızı öğerek saatlerce sokak sokak dolaşacağımıza sesimiz kısılıncaya kadar bangır bangır bağıracağımıza iş zamanıdır çalışalım; tedarikli farzettiğimiz düşmanlara karşı tedarikli bulunmaya uğraşalım. Bu ordumuzun her ma’nasınca bir ceyş-i usret olacağını bilerek ona göre hazırlanalım. Ciddi hazırlık ise bizim böyle mala-yağniyat ile uğraşmamıza mani’dir. Hülasa aklımızı başımıza alalım. Kavval olacağımıza fa’al olalım. Harb istemek bahsine gelince; bunda da rehberimiz fatiha-i makal ittihaz ettiğimiz hadis-i şerif-i nebevidir. Cihadı namazdan sonra efdal-i adat addeden; “ Kebairin yedisinden de esna-yı harbde firar etmek… ilh.” hadis-i şerifi mantukunca saff-ı vegadan firarı şirk ile katl-i nefs ile beraber ta’dad edecek kadar bir zenb-i azim addeden hatta saliklerini adedleri kesir iken iki kat kalil iken on kat fazla düşmana karşı sebat ve mukavemeti vacib kılan bir din ile mütedeyyin olduğumuz halde lika-yı aduyu temenniden acaba neden men’ olunuyoruz? Bunun cevabı Said bin Cübeyr radıyallahu anhın rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: “ Nebiyy-i muhterem sallallahu aleyhi ve sellem sefere çıktıkları zaman Cenab-ı Allah’dan ziyadece afiyet talebinde bulunurlardı. Ashabından biri; ‘Ya Nebiyyallah! Cenab-ı Allah’dan ziyadece afiyet talebinde bulunuyorsun. Halbuki biz iki şey arasında muhayyeriz; ya nail-i feth olur ya şehid oluruz!’ deyince Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri –hezimeti kasd buyurarak–; ‘Ben sizin için bu Hasılı şerefimize nakīsa verecek şan-ı İslam’ı tezlil edecek teklifler karşısında metin olalım. Saha-i İslam’ı zilletten tebriye edelim. Bu teklifleri –mücahede-i lisaniyye kabilinden olduğu için– kemal-i unf ile reddedelim. Zira ruh-ı İslam ma’nası zilletten müteezzi olur. Bunu hiçbir vakitte kabul etmez. Fakat nümayişlerden de vazgeçelim. Zira sahtekarlık değilse bile Rabbim muhafaza etsin şaşkınlık alametidir. Sokak sokak dolaşarak; “Kahrolsun fülan! Mahvolsun fülan!” diyeceğimize esbab-ı galebemizi ağır başlılıkla teemmül edelim çalışalım. Bir taraftan da düşmanın makhuriyetini münkesir bir kalb ile deruni niyazlarla Cenab-ı Hayru’n-nasırin’den taleb edelim. Ve isr-i celil-i nebeviye ıktifaen; “Ey bize kitap gönderen bulutları yürüten ahzab-ı mukatilini kaçıran Allahu Azimü’ş-şan! Onları münhezim ve bizi onların üzerine mansur et!” duasını tertil edelim. Çünkü; ayet-i kerimesine nazaran nusretin ne tarafta olacağı ma’lum değildir. Ve; hadis-i kudsisine nazaran fi-sebilillah münkesir olan kalblerden sadır olmuş nusret duasının –sair dualar gibi– bargah-ı kabule kurbiyeti ziyadedir. Düşmanın üzerine miadı gelmedikçe atılmayalım; fakat atıldığımız düşmana mülakī olduğumuz zaman da; hadis-i şerifine iman ederek sabr u sebat edelim. Ve cennetin kılıç gölgeleri altında olduğunu bilelim. DÜŞMANIN HÜCUMUNU BEKLERKEN… Başta Bulgaristan olmak üzere Balkan hükumat-ı sagīresi bize i’lan-ı harb edecekler!.. Bu haber İstanbul’u büyük bir heyecana getirdi. Geçen hafta İstanbullular büyük bir galeyan-ı hamiyyet içinde; davul-zurna ateşin nutuklar samimi ve har alkışlar ve bi-tabane bir sabırsızlıkla Balkan devletciklerinin müttehid ültimatomlarını beklediler… Geçen Cuma günü İstanbul sokakları birer meşher-i hamaset kesilmişti. Muhtelif fırkalara mensub natıklar aynı beyanatta bulunuyor muhalif ve muvafık hepsi yek-avaz olarak: “Yaşasın harb yaşasın Osmanlılar!” diyordular ertesi günü vilayattan gelen telgraflar bütün Memalik-i Osmaniyye’nin dahi İstanbul’un asır-dide mey danlarını çınlatan işbu nida-yı hamiyyetle hem-avaz olduklarını gösteriyordu. Ve zannederim ki bu nidalar yalnız Memalik-i Osmaniyye’ye inhisar etmiyor can kulağımla Hindistan Afganistan İran ve Kafkasya gibi Türkistan Buhara Kırım Kazan Mısır Tunus gibi memalik-i İslamiyyenin dahi Merkez-i Hilafet’te ibraz olunan işbu heyecanlarla hem-galeyan olduğunu ve oralardaki erbab-ı hamiyyetin harim-i ma’neviyyetinden kopan; “Ey Alem-i İslam’ın son nokta-i ümidini yed-i idarelerinde bulunduran kardeşler Allah aşkına icab eden dirayet ve hamiyeti esirgemeyiniz” mealinde bir sayha-i ikaz dinliyorum. Çünkü Trablusgarb Mu harebesi üzerine Alem-i İslam’da görünen heyecan-ı ma’ nevi Dersaadet’teki fırka mübarezatı üzerine Hindistan’ dan çekilen intibah-aver telgraflar memalik-i İslamiyyeden Osmanlı Hilal-i Ahmer Sandığı’na gönderilen paralar bu hususda pek de nikbin olmayan yüreğime az çok bir hassasiyet vermiştir. Ah yed-i kudretimde olsaydı da geçen Cuma günü İstanbul’un almış olduğu o şekl-i mehibi aynıyle aktar-ı aleme hususıyle memalik-i İslamiyyeye göstereydim. Hem arzu ederdim ki Hürriyet ve İ’tilaf ile İttihad ve Terakkī’nin ayrı ayrı yaptıkları mitingleri bir hey’et-i müttehide şeklinde gösterebileydim!.. Evet; bence Osmanlılar bila-fark-ı meslek ü millet vatan-ı müşterek yolunda yek-vücud olduklarını aleme bildirmek “Vatan mes’elesinde Osmanlılar müttefiktir.” sözünü Hürriyet ve İ’tilaf natıka-perdazlarıyla İttihad ve Terakkī hatibleri yan yana ve bir mitingde beyan etmiş olaydılar tezahürat-ı milliyyeyi ma’nen du-bala etmiş olurlardı. Böyle müttehiden müttefikan ayrılık gayrılık ızharına meydan vermeden en ciddi ve en samimi fırka nümayişlerinin şahid-i mes’udu olacağımızı da elbet ki ümid ederiz. Saadet-i memleket ve menafi’-i millet icab ederken bunu gayur vatan-perver Osmanlılardan beklemek çok değildir zannederim. * * * Marakeş’in Fransızlar elinde İran’ın Ruslar pençesinde ma’ruz kaldığını bu kere de Balkan hükumat-ı sagīresinin bize karşı şımardıklarını ve onları şımartan Düvel-i Muazzama’dan bazılarının vaki’ olan teşvikatını görünce müslümanların: “Acaba bir Harb-i Salib karşısında mıyız?..” diye düşünmeleri tabiidir. Bu suale müsbet bir cevab vermek de mes’elenin böyle olmayıp da diğer sevaik-ı batıniyyesi olduğunu söyleyenler ve öyle düşünenler de az değildir. dediyor ve herkes kendi nokta-i nazarından hakaik-ı siyasiyye ve ictimaiyyeyi hususi bir surette tahlil ediyor. Tarafeynin delailini nazar-ı dikkate almamak kabil değildir. Fakat bu böyle olmakla beraber tabii umumi bir hücum karşısında bulunduğumuzu içimizde inkar eden bir kimse de yok!.. Evet mahiyetinde ihtilafımız olsa da keyfiyetinde hepimizin müttehid olduğu müdhiş bir hücum karşısındayız! Bazımızca bu Hıristiyanlık’ın İslamiyet’e bazımızca Garb’ın Şark’a bazımızca da Kapitalizm’in Feodalizm’e karşı bir hücumundan Tabii bunları arayıp araştırmak faidesiz değildir. Zira üzerimize gelen belanın neden ibaret olduğunu ve ne gibi kuvvetlere malik olduğunu öğrenmeliyiz ki ona göre de çare düşünelim. Maraz teşhis olunmayınca ilac ta’yin edilemez. Fakat biz ictihadat-ı siyasiyyemizde maatteessüf ihtilafatı o dereceye vardırdık ki vaki’ olan hücumların umumu[mu] za değil muayyen bir takım hey’etlerimize karşı icra edildiğine bile zahib olduk. bir gazetecisi olmak haysiyetiyle az çok alam ve mesarrına gelirse memleket mahvolur!” diyen bir fırkayı gördüm ki zimam-ı hükumet ellerinde iken Ruslar’ın Tebriz’de ikinci bir facia-i Kerbela ayaklandırdıklarını gördüler ve İran hukūk-ı hükümranisini muhil bir takım şerait-i vahimeyi mutazammın Rus ültimatomunu kabul etmek mecburiyet-i elimesinde kaldılar. Nasıl ki onların yerinde “fazla vatanperver” telakkī edilen diğer İran fırka-i siyasiyyesi olaydı bundan daha iyi bir netice hasıl edilebileceği de müşkuk idi… müşahede ettiğim için pek müteessif oldum. Buradaki mübarezat-ı siyasiyye o kadar İran’dakine benziyordu ki: “İtalya Devlet-i Aliyye’ye değil muayyen bir cem’iyete i’lan-ı harb etti.” diye düşünenler bile oldu. Sonra böyle bir itham altında kalanlar da: “Muarızlarımız İtalyanlarla teşrik-i mesai ettiler” gibi neşriyatta bulundular. Böyle ihtilafatın neticesi de Devlet-i Muazzama-i Osmaniyye’yi o kadar zaif gösterdi ki hatta Balkan devletleri bile meydan okumaya başladılar. Ma’lum olduğu vechile Balkan hükumat-ı sağīresinin uyuşulmaz barışılmaz birçok menafi’-i mütezaddeleri vardır. Bunların bütün bu mütebayin menafi’ miyanından bir nokta-i i’tilaf bularak aleyhimize müttehid bir harekete karar vermelerine kendilerinden hatta sığındıkları Düvel-i Muazzama’dan ziyade müsaade eden nedir biliyor musunuz? Biz ve bizim ihtilafat-ı dahiliyyemizdir! Onlar bizi ihtirasat-ı siyasiyye ile alude yekdiğerimizle barışmaz düşman gibi gördüler ve bu halimizle ma’nen ve maddeten zaif olduğumuza hükmettiler. Pek az noktalarda uyuşabilen Balkan devletlerinin ittihad-ı askerisini tahris eden bizim halimizdir. Evet maraz müzminleşmeyince tedavisine lüzum görmeyen Şarkī ruhumuz ancak şimdi anlıyor ki ihtilafat-ı ictihadiyyeyi; “Biz olmasak memleket mahvolur!” düsturuna rabtetmek büyük bir hatadır. Hem bazen cinayetler kadar mes’uliyetli olan hatalardan!.. Bugünden i’tibaren bu muzır ihtilaflar kalksın ve bu hafta mevaki’de söylenilmesi moda olan muvakkat sözlerden Boğazı’ndan ta Ceyhun Nehri sevahiline kadar Alem-i İslam’ı kanlı darbelerine ma’ruz kılan hamleleri her bir nokta-i nazardan tahlil edersek nihayet bize karşı müdhiş bir hücum olması keyfiyetinde iki re’yimiz olamaz. Hepimiz lerde kimseye rahm u mürüvvet yoktur. Maazallah fırsat bulurlarsa hepimizi bir derecede ezecek çiğneyeceklerdir! Bir zelzele bir tufan bir saika-i asmani nasıl bir abid ile bir fasıkı tefrik etmezse milliyetimizi dinimizi tehdid eden bu kanlı hücumlar da –eğer müttehid olmazsak– içimizden fırka ayırmayarak hepimizi öyle ezecektir! Hücumların önünü almak üzere tedabir-i ihtiyatiyyeden bahsolunur bu hususda muhtelif nazariyeler serdedilirse anlarım; fakat muhacemat bir emr-i vaki’ şeklini alınca artık yaşamaya azmetmiş milletler için yalnız bir şey kalıyor ki o da: * * * Seferberlik i’lan edildikten sonra sunuf-ı muhtelife-i millette gözüken vatan-perverane heyecanlar Osmanlılarda böyle “bir ferd-i vahid” gibi kıyam etmek ruhunun sönmediğini maa’l-mesar gösteriyor. Hududa sevkolunan asakir-i ce insanın kalbine bir inşirah geliyor. Osmanlı nam-ı celadetini tarih-i ceng ü veganın dibace-i mefhareti eden şanlı Osmanlı-İslam kahramanlarının heykel-i mehib ü dehhaşı nazar-ı hayalde bir resmi geçit yapıyor; sair memalik-i İslamiyyenin müdafaasız bir halde düşmanlar elinde inleyerek zebun kaldığından hasıl olan inkisar bir ümid ü iftihara mübeddel oluyor. Ve insanın bila-ihtiyar bağıracağı geliyor ki: Yaşasın Osmanlılar yaşasın Osmanlı askeri!.. EĞER TARIH TEKERRÜRDEN İBARET İSE… yekdiğerine dayanmak suretiyle durabilen ve mevcudiyetlerini sivrisinekler misilli vızıltılarıyla sımah-ı medeniyyete ha ber veren bazı hükumetçikler nasılsa başlarından büyük bir harekete cür’et göstermişler. Farelerin toplanıp da kedinin boynuna çıngırak takmasını kararlaştırdıkları gibi bu dağ sıçanları bu tarla köstebekleri bu ada tavşanları da Osmanlı arslanlarıyla uğraşmak bunlarda beyin varmış gibi anlaşılır!– aralarında bir ittifak akdetmişler. Av’aveleriyle bütün Avrupa’yı bizar ettikleri halde hudud başlarında barınacak bir in sığınacak bir kovuk taharrisinden geri durmayan bu Balkan mahlukatı azıcık akılane davransalar da şu mecnunane teşebbüste bulunmazdan evvel bir kere olsun tarihlerini okusalar ve tercüme-i hal-i makhuriyyetlerini mümkün mertebe öğrenseler olmaz mıydı? patan hırs-ı menfaat ilcasıyle buna muvaffak olamamışlardır. Biz kendilerine bu hususda insaniyetkarane bir hizmet dişlerinin nasıl kırıldığını can-şikaf pençelerinin ne yolda söküldüğünü ber-vech-i ati yazıyoruz… Eğer tarih tekerrürden ibaret ise… Lutf-i ilahi ile bu seferin de bizim için şanlı bir muzafferiyet onlar için de kanlı bir hezimet olacağında şübhe etmesinler. * * * Hicret’in ’inci senesi idi ki Orhan Gazi’nin ferzend-i necili Osmanlıların serdar-ı bi-adili olan Gazi Süleyman Pa şa merhum maiyyetini teşkil eden bir hizb-i kalil –eşheb-i hamasetine dar görünen Anadolu ovalarından– havarik-nüma bir surette Rumeli’ye geçmiş ve Gelibolu Bolayır Malkara İpsala Tekfurdağı sahalarında semend-i şecaatini oynatmaya başlamıştı. Vakıa bu şanlı fütuhatın daha mebdeinde yani henüz sene-i hicriyyesinde iken o barika-i celadet ondan iki ay sonra da Orhan Gazi gibi bir hükümdar-ı ali siret uful etti. Fakat Murad-ı Hudavendigar misilli bir padişah-ı ali-iktidar saltanat-ı Osmaniyye evrengine yeni bir revnak verip Rumeli fütuhatına devam olundu. Çorlu Çatalburgaz Keşan Dimetoka Edirne beldeleri alındığı gibi Zağra ve Filibe de Memalik-i Osmaniyye idadına girdi. Hilal-i Osmaninin Balkanlar’a doğru neşr-i envar etmesinden –o taraflarda hükumet süren– Bulgarlar ile Sırplar yarasalar gibi huylanıyorlar şa’şaa-i satvetlerini subh-ı kazib kadar parlayan füruğ-ı haşmetlerini karanlıkta bırakacak olan o seyyare-i ihtişamı söndürmek ziya düşmanı bulunan gözlerini tervic için incila-yı ma’rifete henüz mazhar olan o cihetleri yine zulmet-abad-ı cehalete döndürmek istiyorlardı. Bir taraftan da –Hazret-i İsa’nın vekalet-i mutlakası daiyesinde bulunurken Ümmet-i Muhammed’in katl-i ammıyle bile teşeffi-i sadrı mümkün olamayan– Papa Beşinci Urban cenabları yeni bir Ehl-i Salib teşkili için –peder-i mukaddesileri olduğu– hıristiyanları Osmanlılar yani müslümanlarla harbe teşvik ediyor günahlarını çıkarmak bahanesiyle zavallı adamların kendilerini günaha fikirsiz başlarını da belaya sokuyordu. Bu teşvik-ı mukaddes! üzerine Macar Kralı Louis d’Anjou [I. Lajos!] Sırbiye prensleri Vukašin ve Uglješa Bosna Kralı Tvrtko Bulgar Çarı Shishman Ulah Voyvodası Mircea gibi sergerdeler birleştiler ve kişilik bir kuvvetle Osmanlı ordusuna doğru sokulmaya başladılar. Rumeli Muhafızı Lala Şahin Paşa bu karga derneğine bu kurt sürüsüne bu Balkan çetesine karşı istikşaf icrası için süvariden yani muhacimlerin on beşte birinden ibaret bir kuvvet sevketti. Bu kuvvetin serdar-ı ebed-iştiharı bulunan Hacı İlbeyi seylabe-i tuğyan gibi Meriç Ovası’nı kaplayan düşman kalabalığını uzaktan gördü. Çokluktan kaçmak tehlikeden geri dönmek Osmanlıların şiar-ı merdanegisine mugayir olduğundan Hacı İlbeyi de bila-zafer avdeti namus-ı fütüvvetine yediremedi. Binaenaleyh bekledi. Gecenin zulümatı etrafı istila etmiş bilhassa müttefikīn ordugahına kabus-ı bela gibi çökmüştü ki sada-yı ra’dı boğuk zıya-yı berkı donuk bırakan demdemat-ı muvahhişe ve şa’şaat-ı müdhişe ile oraları çın çın ötüyor parıl parıl parlıyordu. Çünkü kahraman Hacı İlbeyi ile rufeka-yı can-siparı “Allah Allah” nidasıyle düşman ordugahına hücum etmiş uykudan ziyade şarabın sekr-i meş’umuyla sızmış ve bayılmış olan düşmanın gözünü açmasına meydan vermemişti. sırrını yakīnen anlayan bu koca ordudan birkaç saat zarfında leşler ile çadırlardan başka bir şey kalmadı. Zira; duranlar kılıçtan davrananlar Meriç’ten geçti. Bu kanlı ve şanlı muharebenin vukū’ bulduğu yere de “Sırp Sındığı” denildi . * * * Kosova Melhame-i Kübrası da millet-i muazzama-i Osmaniyyenin menakıbname-i dilaveranesini bi-hakkın tezyin eden mefahir-i uzmadandır ki: Ber-mu’tad aleyhimize ittifak eden Sırplar Macarlar Ulahlar Boşnaklardan mürekkeb yüz bini mütecaviz kalabalığa karşı Allah’ın nusreti Murad-ı Hudavendigar’ın himmeti bilhassa Şehzade Yıldırım’ın gayretiyle senesi Şabanı’nın on beşinci Salı günü kazanılmıştı. Yalnız yirmi bin kadarı zırhlı şövalyelerden müteşekkil olan bu düşmanın bir kısmı saikalar yağdıran Yıldırım’ın dehşetli gürzüyle tepelenmiş bir kısmı da yine Şehzade Ya’kūb Çelebi’nin haraşikaf olan mızrağı ucunda can vermişti. Zırh-puşu olmayan a’da ise bazısı yalın kılıç saldıran Osmanlı kahramanlarının piş-i gazanferanesinde ser-füru etmiş bazısı o ateşin hücumlara yol vermek için orta yerinden ayrılmış şemşir-i celadetle başının koparılmasını istemeyenler de rişte-i esaretle ellerinin bağlanmasına rıza göstermişti. Şimdiki küçük Sırbistan’ın o vakitki büyük! kralı Lazari de hak-i helake serilmiş ve ar-ı mağlubiyyeti yüzünü telvin eden kanıyla ızhar eylemişti. * * * Bu şanlı zaferden biraz sonra yani senesinde Macar Kralı Sigismund şiddetli bir hülya hastalığına tutulmuş ve yeni bir ittifak akdiyle Osmanlıları Rumeli’den çıkarmak vehmine kapılmıştı. Fi’l-vaki’ teşebbüsatta bulundu. Ulah Voyvodası Mircea ile Fransa Almanya Belçika Felemenk Lüksemburg İsviçre Venedik Rodos şövalyelerinden mürekkeb bir cemm-i gafir teşkil etti. Her boydan her soydan her ilden ve her dilden teşekkül eden bu zırhlı ordusu Tuna’yı geçip Niğbolu Kalesi’ni sardı ve birkaç gün içinde o arslan yuvasını teslim olacak sandı. Fakat bilmiyordu ki o yuvada Doğan Bey gibi bir arslan muhafız bulunuyor Yıldırım misilli bir kahraman da imdada geliyordu. Kale pişgahında sarhoşane tafra-füruşlukta bulunan müttefikler pek az zaman içinde tozu dumana katan bir fırtına koptuğunu gözler kamaştıran şimşekler çaktığını kulaklar patlatan tarrakalar husule geldiğini görüp işittiler. Çünkü Osmanlı ordusu gelmiş çünkü Osmanlı kılıcı faaliyete başlamıştı. Müsademenin bidayetinde Sigismund hafiyyen bir kayığa binip mütenekkiren seyahate! çıktı. Nihayetinde ise başlarında Burgonya Dukası Korkusuz Jean olmak üzere bir alay şövalye rüesası esaretle şehriyar-ı mücahidin huzuruna çıkarıldı. Bu mağrur cengaverlerden bir kısmı bir daha Osmanlılar aleyhinde silah kullanmamak üzere yemin ettikleri için afvolundu. Hatta bu miyanda afvedilen Comté de Nevers: “– Yemininden dolayı seni afvetmekle beraber yine meydan-ı harbde karşıma çıkmak için sana izin veriyorum. Git; adam topla tekrar gel!” müsaadesine Korkusuz Jean ise: “– Sana yemin ettirmek istemiyorum. Memleketine gidince yine benimle çarpışmak fikrine düşersen bila-tereddüd gel; beni memnun edersin! Çünkü ben harb ve fetih * * * Bu muzafferiyetten yıl sonra yani senesinde idi ki Padişah-ı Osmani Murad-ı Sani ile Macaristan ve Lehistan Kralı Ladislas arasında “Segedin Muahedenamesi” tanzim olunmuş ahkamı on sene mer’i tutulacağına dair Kur’an ve Türkçe ve Macarca yazılıp teati edilen bu muahedenamelerin daha tamamıyle mürekkebi kurumadan yani teatisinin on dokuzuncu günü Ladislas cenabları tarafından hükümleri nakzolunup Osmanlılar aleyhine teşebbüsata kalkışıldı. Çünkü Papa Dördüncü Eugenius’un Macaristan Vekili Kardinal Julianus Cesarini: “– Müslümanlara karşı edilen yeminin şeriat-i Iseviyye lar Lehler Çehler ve saireden mürekkeb olup meşhur Janos Hunyadi’nin kumandasında bulunan kesretli bir ordu Murad-ı Sani askeriyle meydan-ı harbe yetişti ve düşman tarafından hükmü nakzedilmiş olan muahedenameyi bir mızrak ucuna saplatıp şanlı sancağımızın yanına diktirdikten sonra müsademeye başladı. Gir ü dar esnasında Karaca Paşa gibi fedakar bir serdar nail-i şehadet olduysa da Koca Hızır namındaki bir kahraman da Kral Ladislas’ın başını tacından ve hatta gövdesinden ayırdı. Kralın re’s-i maktu’unu gören ordusu kaçıp kurtulmaktan başka çare bulamadı. Janos Hunyadi’nin teşvikat u teşciatını da bittabi’ dinlemedi. Mağlub kumandan ise münhezim askerine ittiba’ etmeye mecbur oldu ve ta’kībine çıkan Rumeli Beylerbeyi Davud Paşa’nın elinden güç ile kurtuldu. Müfti-i macinliği ile muahedenameyi nakzettirmiş olan kardinal cenabları papadan satın aldığı cennete çekildi!. Çünkü rufeka-yı ıdlali ile zemin-i helake serildi. Receb * * * Bundan dört sene sonra Janos Hunyadi duçar olduğu mağlubiyetin intikamını almak için yine müttefiklerden bir ordu teşkil ederek Kosova Sahrası’na kadar indiyse de mukabelesine gelen Osmanlı ordusuyla üç gün çarpışıp maktul verdikten sonra firara karar verdi. Şaban * * * Telhis ve icmal suretiyle yazdığımız şu vakayi’dan anlaşılıyor ki Osmanlı Devlet ve milleti hey’etinde bulunan düvel-i müttefikanın vakit vakit hücum ve tecavüzüne uğramaktan hali kalmamış ve bunlara karşı “bünyanun mersus” ta’rif-i Kur’an isine ma-sadak bir hareket-i müttehidane ile mukabele ve galebe etmekten geri durmamış her tecavüzü def’ ederek her seferinde bir zafer kazanmış. İşte o devleti o muazzam milleti teşkil eden kahraman muzaffer mücahidler bizim ecdadımız idi. Şimdi bizimle uğraşmak için birleşenler de ecdadımıza mağlub olan müttefiklerin ahfadıdır. Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır hükmü bir hikmet ise ecdadımızın damarlarında cevelan eyleyen hun-ı şecaat bize titrettikleri yüreklerde donup kalmış olan hun-ı cebanet de a’damıza miras kalmıştır. Binaenaleyh her iki kan hasisa-i fıtriyyesini gösterecek ve lutf-ı ilahi ile bu sefer de bizim için şanlı bir muzafferiyeti onlar için de kanlı bir hezimeti intac eyleyecektir. Tahirü’l-Mevlevi Korkunç volkanlar sema-paye dağların çelik kayalardan örülmüş bağırlarını ateşin dişleriyle paralayarak yakınlarını uzaklarını alevlerle saracağı ma’mureleri kül ummanlarına gülistanları ateşin cuybarlarına nermin ve beyaz bulutları kan dalgalarına boğacağı zaman bu azm-i mehibini tabiate rulan korkunç darbelerle sallanmaya başlar a’mak-ı türabda fezanın bütün yıldırımları ru’udu bağırır muhite bir mehabet-i gayr-i tabiiyye düşer; sonra evet pek az sonra o feveran-ı dehhaş! artık devlerin gul ordularının bir zerresini zabtedemeyecekleri o cuşani-i mehib! cuyanesi o korkunç volkanların sema-paye dağları parçalayacaklarını o vaktin pek yakın olduğunu ima eden dehşet-engiz alametlerdir. Osmanlıların İslamlığın düşman ları titresinler bu feverandan; a’mak-ı milliyyetimizde kaynayan bürkan-ı hamiyyete derya-yı huna icra-yı tazyik eylemek miyet olan büyük milletlerin kalb-i müşterekine vurulmak kaynaşan derya-yı ateşinde erir ve kül kömür olur. Bunu tarih-i alem korkunç harflerle tekrar tekrar yazmıştır: Bunu hatta kendilerinde senelerden beri biriktirdikleri kuvvetleri pek büyük gören etrafımızı sarmış uzaklarımızı almış kan düşmanlarımız can düşmanlarımız ve din düşmanlarımız biliyor hissediyor; hatta milletimizin kalb-i umumisinde kaynaşan ummanın çağıltılarını duyuyor; paralayıp taşmak ezip aşmak için sevahil-i muhitayı nasıl mütehevvir darbelerle döğdüğünü görüyor ve tereddüd ediyor. Lakin bizde yanında ölümün meserret addolunacağı bir korku var. Şübheleniyoruz; acaba içimizde bu reşk-i gülistan-ı vatanı baştan başa ya kendimize ya düşmanlarımıza bir kabristan-ı fesih yapmak isteyen mehib ve pür-hamiyet Osmanlı milletinin içinde bazı titreyen lakin hıyanet ve cebanette kavi eller mi var ki kalb-i müşterek-i millinin üzerine bir pençe-i şeamet gibi kapanarak düşmanlarımıza ondaki kuvvet ve feveranı göstermemek ra’d ü berk-ı tehevvürü maniyyeye müebbed bir zillet vermeye çalışıyor? Eğer böyle bırakmak istiyorlarsa tebşir ederim; bu cihanda zillet ve intikam-ı hevl-engiz-i millet ahirette kahr-ı bi-payan-ı Ehadiyyet onlara pençesini uzatmıştır; titresinler!.. Titresinler bu milletin intikamından ki vakar ve namusunu yerlere düşürmemek için aylarla muhasarada kalan bir kalesine sığınmış bir iki bin evlad-ı fedakarı düşmana ar-ı teslimiyyeti kabul etmemiş silah taşımaya muktedir olan herkes evvela kendi çocuğunu hemşiresini zevcesini keserek kara toprağa gömdükten sonra bayramlık elbiselerine bürünmüş yalın kılıç yüz bin kişilik düşman ordusuna saldırıp şehid olmuştur! Bu ana kadar böyle ve bundan daha ali fiatlara mukabil muhafaza edilmiş kanlı asırların yalnız kahramanlara hürmetkar omuzlarında taşınarak bugünkü etrafında dolaşan kara yüzlü hırsızların yalnız bi-haya elleri kesilmeyecek bütün İslamiyet’in Osmaniyet’in satur-ı adalete mülevves vücudlarını da tarihin kilab-ı tahkīratı ağzına parça parça atıp bırakacaktır! Bosna-Hersek’te ağlayan Sırbiye Bulgaristan vahşetgahlarında erkekleri şehid kadınlarının ırzı hetkolunan Sibirya çöllerinde hayvanat-ı vahşiyye gibi döğülen söğülen Afrika-yı Şimali çöllerini kendilerinin ve düşmanlarının kanıyla sulayan bedbaht ecza ve efradı da dahil olduğu halde bütün hey’et-i mehibe-i İslamiyyet buna ahdetmiştir… Bugün İspanyol vahşilerinin bir cennet gibi buldukları ve melekler gibi va’dler vererek girdikleri kara tali’li Endülüs’ün tarih-i encamını gören İslamlar içinde “Erkek gibi müdafaa edemediğin vatanın için karı gibi ağla!” hitabına tahammül etmeyi tasavvur edebilen bir ferd yoktur. Bugün yalnız Osmanlılığın değil vatandaşlar İslamiyet’in son tecrübe-i tali’ini yapıyoruz. Bunu en alimimizden en cahilimize kadar hissetmekteyiz. Osmanlı milleti bir ayağını Asya-yı Suğra’nın kenar-ı şimalisine diğer ayağını Avrupa’nın cenub-ı şarkīsine atmış kamet-i bülendiyle İslamiyet’in son güreşini güreşecek! Bilmek sormak isteriz; te’yid-i hakk u hamiyyetle sıkılmış yumruğumuzu tutmak Mütehevvir bekler iken arkamızda milyonlarca çocukların bakirelerin alil ve ihtiyarların şehik-ı endişesini ezansız kalmış minarelerin enin-i hazinini kefensiz şehidlerin nefehat-ı ervahını bütün Alem-i İslamiyyet’in paye-i Ehadiyyet’e yükselen zemzeme-i münacatını duyuyoruz nihayet! Evet nihayet Ka’betullah’dan Ravza-i Kudsiyye-i Nebi’den gelen bir esir-i lahuti ile ihata olunu[yo]ruz. Sorarız ki: Bizi bu gaza-yı ekberden men’ etmek isteyen kimdir? Muhtazar-ı na-ümidden ab-ı bakayı mahkum-ı cahim-i müebbedden cinan-ı safayı teşne-i hidayetten rah-ı Kibriya’yı çalmak isteyenleri millet bilmek istiyor… Makabir-i enbiyayı karıştırmaya çalışan düşman süngülerini sinesine saplatmak Kitabullah’ı çiğnemek isteyen ayaklara şehidden kalelerle mani’ olmak ile yaşamış nice şevketli asırlar ancak bu feyz ile fenada baka sırrına mazhar olmuş olan Osmanlılar İslamlar artık bir adım geri gitmek istemiyor… Çünkü artık arkada din ve namusun sığabileceği kadar yer yok! Hepimiz bir uçurumun kenarındayız; libas-ı din ve namusu düşman ayaklarına bıraktıktan sonra yarın huzurullaha üryani-i seyyiat ve zilletimizle mi çıkacağız? “Önümüz düşman ise arkamız deryadır!” MEKTEPLERDE HIFZU’S-SIHHA VE TERBİYE-İ BEDENİYYE Nesl-i atinin ta’lim ve terbiyesi mes’elesi nazar-ı i’tibara alındığı zaman hıfzu’s-sıhha ve terbiye-i bedeniyye derslerinin lüzum ve ehemmiyetini unutmamak icab eder. Mekteplerde fezail-i necibe ile pirayedar gençler yetiştirmek olmalıdır. Esasen ta’lim ve terbiyeden maksad da budur. Bu cihetten mekatib programlarında hıfzu’s-sıhha ve terbiye-i bedeniyyeye ayrı ayrı saatler tahsis edilmesi şayan-ı şükrandır. Fakat acaba bu saatlerden matlub fevaidi te’min edebilecek surette istifade mümkün oluyor mu? Gençliği bi-eman pençeleri altında zebun bırakan metanetsizlik seciyesizlik za’f-ı bünyevi ve hasta mizaclık gibi alaim-i barize yüreklerimizi dağdar-ı teellüm ederken böyle bir iddiada bulunmaya bilmem cesaret edilebilir mi? Hıfzu’s-sıhhanın lüzum ve ehemmiyeti hakkında ne kadar değil hücra ve uzak mahallerinde nefs-i payitahtta bile hıfzu’s-sıhha kavaidinin tatbikine karşı derin bir la-kaydi görüldüğünü kemal-i teessüfle i’tiraf etmeliyiz. Bu la-kaydiye karşı Geçen sene Dersaadet’te zuhur eden kolera az bir müddet zarfında tevessü’ ederek herkesi tedhiş edecek kadar telefata badi olduğu halde ahalinin tathirat ve nezafete pagandalara rağmen– tamamıyle takdir edememiş oldukları ma’lumdur. Alelade içilen suları kolera zamanında kaynattıktan sonra içmek pek o kadar masraflı ve müşkil bir iş değildir. Elverir ki bu lüzum takdir edilebilsin! Mekteplerde tedris edilecek hıfzu’s-sıhha dersleri şakirdana bu hususda kat’i ve sarih fikirler verebilmelidir ki her şakirdin i’la edeceği sada-yı ikaz u intibah kendi ailesine bu lüzumu takdir ettirecek kadar bir te’sir icra edebilsin! Hıfzu’s-sıhha tedrisatını yalnız mekatib-i taliyyeye hasretmek de doğru ve ma’kūl bir usul olamaz. İbtidai ve rüşdi programlarına dahi hıfzu’s-sıhha dersleri ilave edilmelidir. Fakat bu kısım mekatibde tedris edilecek hıfzu’s-sıhha bittabi’ mekatib-i taliyyede olduğu gibi gösterilemez. Rüşdi ve ibtidailerde hıfzu’s-sıhha dersleri fenni olmaktan ziyade ameli ve tatbikī bir tarzda icra edilmelidir. Talebenin zihnine ilka edilmek istenilen bir mes’ele ufak ufak hikayeler suretinde tertib edilmiş olursa hem daha te’sirli olur hem de çocuk o şeyi asla unutmaz. Kitleyi tenvir edebilmek milleti kaplayan kabus-ı la-kaydiyi parçalamak için aileler arasında okunmak üzere eğlenceli bir tarzda yazılmış hıfzu’s-sıhha kitaplarının neşr ü ta’mimi de bu hususda der-hatır edilebilecek tedabir cümlesinden sayılabilir. Son zamanlarda rengarenk resimler na-şenide isimler altında intişar ederek memlekete vasi’ bir mikyasda sefalet-i ahlakıyye tohumları neşreden romanlar yerine nezahet-i kalemiyyeleriyle iştihar etmiş erbab-ı iktidar tarafından hıfzu’s-sıhhaya riayetsizlik seyyiesi olarak aileler arasında zuhura gelen acıklı sahneleri müellim faciaları musavvir tedabir-i sıhhiyyeye aid vesaya-yı lazimeyi cami’ aile romanları yazılsa zannedersem memlekete şayan-ı takdir bir hizmet-i vataniyye ifa edilmiş olur. Halkımızda ciddi ve ilmi kitaplardan ziyade roman ve hikaye gibi asar mütalaasına daha ziyade bir rağbet olduğu kabil-i inkar değildir. Şu rağbetten bu suretle istifade etmeye çalışmak pek ma’ kūl ve şayan-ı tahsin bir hareket olacağı şübhesizdir. Bu sayede erbab-ı ismetin necabet-i ahlakıyyeleri sıyanet edilmiş olacağı gibi kavaid-i hıfzu’s-sıhhadan bi-haber kitlenin tedabir-ı sıhhiyyeye aid birçok şeylere kesb-i vukūf etmeleri de taht-ı te’mine alınmış olur. Bu yolda yazılmış nafi’ ve ciddi romanlar sefalet-i ahlakıyye yuvaları olan cicili bicili varak-parelerin eyadi-i rağbetten sukūtlarını intac etmek gibi ayrıca bir faide daha te’min edeceklerini de der-hatır etmelidir. Mekteb-i Tıbbiyye me’zunlarının genç ve fedakar dimağları bu uğurda da yorulmak zahmetine katlanırsa cihan-pesend mesailerini bir iklil-i nevin ile de pirayedar etmiş olurlar. * * * Mekteplerde hıfzu’s-sıhha ilmi ve ameli olmak üzere iki nokta-i nazardan ta’kīb edilmelidir: ve tenmiye edileceğini emraz ve te’sirat-ı hariciyyenin nasıl ve ne yolda bedeni tahrib ettiklerini sari hastalıkların tarz-ı sağlam yapabilecek vesait ve ma’lumatı öğretmelidir. Ameli hıfzu’s-sıhha ise idmanlar mu’tedil ve muntazam temrinlerle bedene kuvvet ve metanet vererek emraz ve te’sirat-ı hariciyyeye karşı vücudun sağlam ve mücehhez bulunmasını te’min ettirir. Ameli hıfzu’s-sıhha yani jimnastik a’za-yı bedeniyyenin takviyesi için yapılan harekat-ı muayyeneden usuli temrin ve mümaresat-ı bedeniyyeden ibarettir. Terbiye-i bedeniyye sayesinde adelat tenemmüv eder; mefasıl hareket-i mütemadiyye-i muntazama ile daha ziyade Harekat-ı bedeniyye aynı zamanda echize-i dahiliyyenin de daha faal bir surette ifa-yı vazife etmelerini te’min eder. Neticede iştiha açılır fi’l-i hazm daha sühuletle vukū’a gelir harekat-ı nefesiyye intizam ve sür’at peyda eder kalb kuvvetlenir deveran intizam kesbeder kilyeler kandan ayrılması icab eden mevaddı daha ziyade bir faaliyet ve i’tina ile ifraz ederek kanı mevadd-ı muzırradan tamamıyle tasfiye ederler. Jimnastik adalatın takviyesini mucib olacağı gibi bilcümle a’za ve echizenin intizam ve faaliyetle ifa-yı vazife etmelerini de te’min eder. Bedeni takviye ve sıhhati muhafazaya hadim olan terbiye-i cismaniyyenin mekteplerde suret-i muntazama ve daimede tatbiki elzemdir. Terbiye-i bedeniyye için birçok usuller mevcud olup başlıcaları Alman Fransız ve İsveç usulünde jimnastiklerdir. Alman usulü jimnastiğin müessisis Mösyö Jahn’dır. Almanyalı Jahn’ın efkarından mülhem olarak senesinde Miralay Amoros Fransa’da usuli jimnastiğin esasını vaz’ etmiştir. Askerlik alemi için şayan-ı tavsiye olan bu usul bilhassa orduya zinde sağlam bünyeli kavi gençler yetiştirmek gayesine ma’tuf idi. Esası hemen hemen aynı zamanda Mösyö Ling tarafından vaz’ edilmiş olan İsveç jimnastiği daha muntazam daha mu’tedil ve daha şümullü olduğu için çok geçmeden her tarafta Alman ve Fransız usulü jimnastikler yerine kaim olmuştur. dil ve ıslah edile edile nihayet bugünkü hal-i mükemmeliyete getirilebilmiştir. İsveç jimnastiği fenni ve sıhhi olduğundan tababette askerlikte ve bilhassa mekteplerde fevkalade bir rağbete mazhar olmuş a’za ve echize-i bedeniyyenin ayrı ayrı neşv ü nemalarını te’min bünyeleri takviye etmeye hadim bulunduğu tahakkuk etmiştir. kuvvetli birer pehlivan birer kahraman yetiştirmekten ziyade sıhhat-i bedeniyyeleri mükemmel uzuvları mütekamil dinç ve sağlam birer ferd yetiştirmiştir. mekteplerde jimnastik derslerinin bu usule tevfikan tatbik edilmesi icab eder. Esasen hemen umumiyetle memalik-i müterakkıyye mekteplerinde usul-i mezkure tatbik edilmektedir. ağūş-ı maderden i’tibaren terbiye-i bedeniyye mümareselerine başlarlar. İşte bu sayededir ki İngilizler meşhur-ı cihan olan metanet-i adeliyye ve zindegiye malik olmuşlardır. Fransa bahriyesinde terbiye-i bedeniyye muallimi bulunan Mösyö Georges Hébert esası Amoros tarafından kurulmuş olan Fransız jimnastiğini pek çok ta’dilata uğratmış buna İsveç usulünden bir çok şeyler ilave etmiştir. Joinville Jimnastik Mektebi’nde el-yevm Hébert usulü ta’kīb edilmektedir. Mekteplerimizde terbiye-i bedeniyye mümareseleri için kabul ve tatbik edilecek en iyi usul evvelce de tekrar edildiği üzere İsveç jimnastiğidir. karşı en büyük mania usul-i mezkureye hakkıyle vakıf muallimlerin nedreti ve daha doğrusu hemen hemen fikdanı keyfiyetidir. Dersaadet Darülmuallimin’inde Selim Sırrı Bey tarafından yetiştirilmekte olan efendilerin istikbalde bu ihtiyacı kısmen telafi edebilmeleri me’muldür. Fakat bütün ümidlerimizi mahdudü’l-aded bu gençlere rabtederek medid bir intizarda bulunmak bugünkü mekteplerin mez mi? Esasen terbiye-i bedeniyye mümareselerinin yalnız mekteplere hasrı keyfiyeti de doğru değildir. Hususi cem’iyet ve kulüplerin bu uğurda çalışmalarına ihtiyac-ı kat’i vardır. lıların bugünkü meskenetleri nesl-i hazırı titretmeli tedhiş etmeli değil midir? Irkın uzun bir müddetten beri sürüklenmekte olduğu inhizal ve inkırazın müdhiş felaketler tevlid etmeyeceğine bizi kim ikna’ edebilir? Bugünün gençleri bu ağır mes’uliyetten huzur-ı tarihde pek güç tebrie-i zimmet edebilirler. Frenklerin “Bir Türk kadar sağlam” İl est fort comme un Turc darb-ı meselinin sıhhati hiç olmazsa nesl-i ati hakkında tahakkuk edebilsin. Mekteplerde aileler arasında muhit-ı ictimaide bu gayeye vusul için sarf-ı mesai edilmek lazımdır. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Tevfik-ı Rabbani ile ahali fevc fevc gelip malen ve bedenen maiyyetimde hizmet edeceklerine dair söz veriyorlardı ki Pençşir’den Çarikar’a geldiğim vakit takriben gazi bana iltihak eylemişti. Ben bu kadar halkı bana tabi’ kıldığı için Cenab-ı Hakk’a hamd ü sena ediyordum onlar da beni müstakbel padişahları tanıyıp memnun oluyorlar ve: – Halisan-lillah maiyyetinizde İngiltere ile harbedeceğiz diyorlardı. Bu sözlere teşekkürle beraber; – İngiltere ile şimdilik muhalefetin lüzumu yok. Çünkü İngilizler beni Afganistan saltanatına da’vet ediyorlar cevabını veriyordum. Recebi’nde Griffin sahibden bir mektup geldi ki ber-vech-i ati suallerimin cevabını havi idi: “Suallerinize karşı Hindistan Devleti’nin cevablarını size tebliğ etmek bana emrolundu. Evvela: İngiltere Devleti müsaade etmeyince düvel-i saireden hiç birinin Afganistan’a hakk-ı müdahalesi olmayacaktır. Afgan hükumetinin politika umuruna karışmayacaklarına dair Rus ve İran devletleri söz vermişlerdir. Şu halde Kabil hükümdarı İngiltere’den başka bir devlet ile politika münasebatında bulunamayacaktır. Eğer düvel-i hariceden biri Afganistan umuruna müdahale eder ve bu müdahale hükümdar için teaddi ve tecavüzü mucib olursa İngiltere Devleti Afganistan emirine muavenet ve lazım geldiği takdirde devlet-i mütecavizeyi def’ eyleyecektir. Fakat bunun mucebince hareketi meşruttur. Saniyen: Afgan memleketinin hududu hakkında arzederim ki İngiltere Devleti’nin taht-ı tasarrufunda bulunan Peşenk ve Sibi’den maada Kandehar vilayeti de müstakil bir hükümdara tefviz olunmuştur. Binaenaleyh İngiltere Devleti Afganistan’ın garb ve şimal taraflarında olup emir-i sabık Muhammed Ya’kūb Han ile kararlaştırılmış olan hududun tecdid ve tebdili hakkında müzakereye girişmek istemez. Bunlardan gayri memalikte İngiltere Devleti size iktidar-ı kamil verir ve Herat’ın tasarrufu hakkında sizi te’min edemezse de ikdam ve gayretinizle orasını taht-ı tasarrufunuza alacak olursanız ona da rıza gösterir. İngiltere Devleti Afganistan’ın umur-ı dahiliyyesine müdahale etmesini ve dahil-i memalikte bir İngiliz sefiri ikame eylemesini taleb etmez. Yalnız iki devlet arasında teshil-i muhabere ve te’min-i muhadene için tarafından müslüman bir vekilin Kabil’de oturmasını arzu eder.” Bir hafta sonra muhtasar bir cevab yazıp Kandehar’ın Afganistan’dan ayrı tutulmasına razi olmadığımı bildirdim ve mütevekkilen alallah Kuhistan tarikıyle Çarikar’a dahil oldum. Yanımda hadsiz hesabsız mücahidin bulunduğundan İngiliz askeri telaşa düşüyor İngiltere’ye muhalif bulunan civar serdarları her gün gelip bana iltihak ediyor bizzat gelemeyenler de ya mektubla yahud başka vasıta ile ızhar-ı muhabbet ve temenni-i muvaffakiyet eyliyordu. Şabanı’nda Çarikar’da bulunan Afgan serdar ve sergerdeleri beni Afganistan hükümdarlığına kabul eyleyerek hutbeyi namıma okuttular. Çarikarlılar da; “Allah bize müslüman bir hükümdar ihsan etti” diye sevindiler. Çarikar’da bu haller vukū’ bulduğu sırada Kabil’de de Griffin sahib bir meclis teşkil ederek İngiliz me’murları ve Afgan serdarları huzurunda benim mevki’-i emarete geçtiğimi resmen beyan etti. Yine bu ay içinde İngiliz askerinin Meyvend’de Serdar Muhammed Han tarafından fena halde bozulduğuna dair Kabil’de mukīm İngiliz me’murlarına bir telgraf geldi. Griffin sahib bu haberi aldığı gibi bir süvari müfrezesiyle Kabil’e dört fersah mesafede vaki’ Zaka’ya gelip benimle görüştü. Müzakeremiz üç gün sürdü. Müşarun-ileyhe – Mukarreratımızı bir kağıda yazıp bana veriniz ki ahaliye göstereyim dedim. Teklifimi kabul ile şu yolda bir varaka tahrir ve i’ta etti: “Hindistan valisi İngiltere Devleti’nin da’veti üzerine Ka bil’e azimetinizden dolayı memnundur. Amal-i dostanenize nazaran ve taht-ı iktidarınızda müstakil bir devlet te’sisinden bu memleket ahalisine fevaid-i adide melhuz olması mu talaasıyle İngiltere Devleti zat-ı valalarını Afganistan emiri tanımaktadır. Vali tarafından beyana me’zunum ki; İngiltere Devleti taht-ı hükumetinizde bulunan bir vilayetin umur-ı dahiliyyesine müdahale etmek ve sefaret tarikıyle memleketinizde bir İngiliz me’muru ikame eylemek fikrinde değildir. Lakin devleteyn arasında te’min-i muhadenet için Kabil’de bir müslüman vekil bulunduracaktır. Zat-ı valaları Kabil hükümdarına karşı İngiltere Devleti’nin alacağı tavrı tahriren taleb etmiştiniz. Keza vali tarafından beyana me’zunum ki; dahale etmelerini kabul eylemediği ve İran ile Rusya’nın müdahaleden muhteriz bulunacaklarına dair söz verdikleri cihetle zat-ı valaları İngiltere’den başka bir devlet ile politika münasebatı te’sis edemeyeceksiniz. Şayed düvel-i saireden biri Afganistan’a müdahale eyleyecek ve müdahale tecavüz derecesine varacak olursa o vakit İngiltere Devleti zahir ve müdafi’iniz bulunacaktır. Maamafih sizin de devlet-i müşarun-ileyhaya karşı kemal-i sadakatiniz meşruttur.” Griffin sahib İngiliz me’murlarının hareketinden evvel Kabil’e giderek kendileriyle veda’laşmamı ve General Roberts gidecek olan askerin selametini te’min etmemi tavsiye eyledi. – “Icabına bakarız!” diyerek serhadde kadar askerin salimen gideceğine dair te’minat verdim ve: – General Roberts mümkün olduğu sür’atle Kandehar’a hareket etsin. Ondan sonra ben de Kabil’e giderim General Stewart’a veda’ ederim! dedim. Ramazanı’nda General Roberts bir tabur askerle Kabil’den Kandehar’a azimet etti. Serdar Şemseddin Han-zade Serdar Muhammed Aziz Han’ı birkaç me’mur ile bu askerin teşyi’ ve tesyirine ta’yin ettim ve esna-yı rahda hiçbir tecavüze uğramamaları için tenbihatta bulundum. Bu sayede General Roberts salimen Kandehar’a vasıl oldu. Serdar Muhammed Eyüb Han da Ramazan sonlarında bozulup Herat’a firar etti. Sir Donald Stewart ile Griffin sahib Ramazan ibtidasında Peşaver’e azimet eylediler. Hareketlerinden biraz evvel gidip bir çeyrek kadar görüştüm. Musahabemiz dostane ve resmiyetkarane cereyan etti. Fakat söz arasında Afganistan Tophanesi’ne aid olup o esnada Şirpur’da bulunan otuz topun keza İngilizlerin memleket emvalinden tahsil ederek askerin erzak ve istihkam masrafı hesabına geçirdikleri takriben rupiyenin bana teslimiyle İngilizlerin Kabil’de yaptıkları yeni kalelerin ala-halihi bırakılmaları kararlaştı. Ba’dehu müşarun-ileyhima daki teşebbüsüm şu suretle neticelendi. Bil-istihkak varisi ve sahibi olduğum Afganistan tahtına cülusum vukū’ buldu. Bundan sonra memleketimin te’min ve tanzimine ve terakkī ve tealisine çalışmaya başladım. Lakin bu kolay bir iş değildi. Mütercimi Tahirü’l-Mevlevi HİND YOLUNDA BAĞDAD HÜKUMETİNE DAİR MA’LUMAT-I TARIHİYYE Tatarlardan sonra İlhaniler Bağdad vilayetinde icra-yı hükumet edip Şeyh Hasan İlhani ve oğlu müstakillen Bağdad hükumetine geçtiler. Köleleri Mercan tanat ve istiklale düşmüş ve Bağdad’da temekkün ederek efendileriyle muharebe etmiştir. Nihayet mağlub olduktan sonra Sultan Üveys tarafından mazhar-ı afv olmuştur. Bağdad’da el-yevm mevcud ve meşhud olan “Mercan Cami’i” ile evkaf-ı azimesi balada namı yad olunan zatın ihya-kerdesidir. Yedi yüz yetmiş altı senesinde Sultan Üveys’in vefatıyle yerine oğlu Sultan Hüseyin geçti. Bunun zamanında birçok muharebat-ı dahiliyye hudus eyledi. Nihayet bu zat vefat edip kardeşi Sultan Ahmed yerine geçmiştir. Sultan Ahmed gayur ve mukdim olduğundan dahili felaketlere nihayet verip küçük biraderiyle de barışarak hükumetini takviyeye muvaffak olduktan sonra seylab-ı bela-yı Timur’a uğramıştır. Timur’un türemesine tesadüf eden bu zaman Asya’nın her tarafı huyul-i Tatariyye ile pay-mal edildiği gibi Sultan Ahmed’in hükumetini ve Bağdad’ı dahi istila eylemiştir. Bu istila üzerine Sultan Ahmed Mısır hükumetine iltica etti. Timur ise Emir Mes’ud’u Bağdad’da terkederek Asya-yı Suğra ve Vusta’nın tamami-i istilasına başladı. Timur’un meşgūliyet-i daime-i harbiyyesinden ve hükumet-i Mısriyye’nin iane-i askeriyyesinden bil-istifade Sultan Ahmed yine Bağdad’a gelerek Timur’un valisi bulunan Emir Mes’ud’u tardedip eski hükumetini tekrar alabildi. Timur vak’adan haber almasıyla ikinci def’a olarak Bağdad’a hücum etmiş ve Sultan Ahmed artık duramayarak o vakit Avrupa ve Asya kıt’alarında tevsi’-i hükumet-i Osmaniyye lerine iltica eylemiştir. Bu iltica üzerine Sultan Bayezid ile Timur’un araları açılmaya başladı. Ahiran Timur kendi hafidi Mirza Bekir’i Bağdad ve Basra valiliğine ta’yin etti ise de Yıldırım vak’a-i ma’lumesinden sonra Sultan Ahmed yolunu bulup ümeradan Karakoyunlu diye meşhur olan Kara Yusuf ile ittifak ederek yine Bağdad’a gelmişler ve Mirza Bekir ve sair ümera-yı Timuriyye def’a olmak üzere ele geçirmişlerdir. Muahharan hükumet-i Timuriyyenin duçar-ı za’f olması maddesinden bil-istifade Azerbaycan’dan dahi Timurluları çıkarmak fikriyle Sultan Ahmed ve Kara Yusuf pek çok çalışmışlardır. Bunların ikisi arasında rekabet ve adavet hasıl olmasıyla bir muharebede Sultan Ahmed’in bozulması ve ele geçmesi cihetiyle Kara Yusuf tarafından i’dam ile hükumet-i İlhaniyyeye artık hatime çekilmiştir. Bu vak’adan sonra sekiz yüz üç senesinde Bağdad hükumeti Karakoyunlu Kara Yusuf’a baycan’da te’sis ettikleri hükumetin mahvına sarfeylemiştir. Kara Yusuf Bağdad’ı merkez-i hükumet ittihaz etmeyip Bağdad hükumetini oğlu Emir Şah Mahmud’a tefviz eyledi Bunun biraderi Emir İspar ile münazaa ve muharebe ederek sekiz yüz otuz yedi senesinde hilafgirleri tarafından tutulup i’dam olunmasıyla yerine biraderi Emir Şah Muhammed Bağdad hükumetine geçti. Bunun ve selefinin biraderi Emir İspar bu kıt’ada muharebe ve mukatele ve nihayet Emir Şah Muhammed’i tardederek Bağdad hükumetini yed-i zabtına geçirdi. * * * hine değin Karakoyunlular elinde olduğu halde Timur’un ümerasından Kara Osman’ın kölesi olup Diyarbekir valisi bulunan ve Akkoyunlu denilen Hasan-ı Topal’ın o zaman Asya’da hükmünü şiddetle icra eden tavayif-i mülukün münazaatından istifade ile hükumet-i Timuriyyeyi ve Karakoyunlular hükumetini dahi ber-vech-i muharrer sekiz yüz yetmiş iki senesinde daire-i saltanatına idhal etmiştir. san” şöhretini alan Diyarbekir hükümdarıdır. Bağdad hükumeti tarih-i mezkurdan dokuz yüz on dört sene[si]ne kadar Akkoyunlular tarafından idare olunduğu halde Şah İsmail-i Safevi’nin türemesiyle ve Akkoyunluların memalikini zabtetmesiyle ta’dilat-ı ahire dahi dahil-i hesab edilir ise Akkoyunluların cümle-i memalikinden bulunan Bağdad hükumetini dahi tarih-i mezkurda istila eylemiş olur. Şah İsmail dahi Bağdad’ın tahribatında Hülagu ve Timur’un üçüncüsü olmuştur. Dokuz yüz on dört senesinden Şah İsmail’in tarih-i vefatı olan dokuz yüz otuz senesine kadar Bağdad hükumeti Şah İsmail’in valileri tarafından Kabilesi’nden türemiş olan Zülfikar nam şahsın Kelhur Aşireti’nden gördüğü muavenet ve muzaheret üzerine şimdiki Luristan taraflarını istila ettikten sonra Bağdad’ı dahi zabt u teshir etmiş ve istiklalini muhafaza etmek için hutbeyi eazım-ı selatin-i Osmaniyyeden Kanuni Sultan Süleyman Han hazretleri namına okutmuş ve sikke darbettirmiştir. Bağdad hükumetinin Memalik-i Mahruse-i Osmaniyye’ye munzam olması işte bu vechile Zülfikar tarafından Sultan Süleyman Han hazretlerine olan itaat yüzünden hasıl olmuş ve bu inkıyad ise Saltanat-ı seniyyenin himayesiyle Şah İsmail’in halefi olan Şah Tahmasb’dan tahlis-i hayat u hükumet etmek mutalaa-i akılanesine müstenid bulunmuştur. Bu zat gayet cesur ve gayur bir vali olmasıyla Bağdad’ın ma’muriyetine hizmet etmiş ise de Şah Tahmasb dokuz yüz otuz altı senesinde Bağdad’ı muhasara etmiştir. Zülfikar’ın ettiği gayurane mukavemet Şah Tahmasb’ın hareket-i vakı’ası için daimi nedamet olmuş ise de Zülfikar’ın iğva ve ıtma’ edilen biraderleri tarafından yatağında katl ü i’dam olunması Şah Tahmasb’ın Bağdad’ı Zülfikar Sultan Süleyman’a arz-ı itaat ve inkıyad ettikten sonra bu suretle Şah Tahmasb’ın tecavüzünden ahz-i nin İran ve Bağdad seferini müstelzim olmuştur. Şah Tahmasb’ın asakir-i Osmaniyyeye mukabele edememesi cihetle şimdiki Kürdistan ve Tebriz cihetleri Memalik-i Osmaniyye’ye zamime olduğu gibi Bağdad şehri dahi bila-muharebe istila edilmiştir. Geldi burc-ı evliyaya padişah-ı namdar Sultan Süleyman Han hazretlerinin Bağdad’ı teşriflerinde söylenen tarihtir. Dokuz yüz kırk bir senesinde Bağdad hükumeti ikinci def’a olarak kemal-i sühuletle Memalik-i Mahruse’ye ilave olunmuştur. Bağdad’dan Basra’ya kadar olan memalik ve ahali dahi Bağdad’a ittiba’an arz-ı itaat ve inkıyad ettiler. Sultan Süleyman Han hazretleri Şah İsmail tarafından mübaşeret olunup asitanede mevcud olan ve içinde Cuma namazı eda edilmekte bulunan cami’i bina ettirdikleri gibi Kerbela ve Necef-i Eşref’e gidip Atebat-ı Aliyat’ı da ziyaret eylediler. Şimdiki Hüseyniye şehri müşarun-ileyh hazretlerinin eser-i mülukaneleri ve Şeyh Abdülkadir-i Geylani kuddise sırruhu’l-ali hazretlerinin evkaf-ı mevcudesi yine müşarun-ileyh hazretlerinin eser-i mürüvvet ve inayetleridir. Bundan sonra Bağdad ve Basra vilayetlerindeki ahali ve kabail tamamıyle Bağdad hükumetine arz-ı itaat ve inkıyad etmemişler ise de hükumet-i Osmaniyye buralarda gereği gibi teessüs etmiştir. senesinde bölükbaşılarından Ahmed Tırıloğlu Mehmed huruc ederek Bağdad’ı zabteylemiştir. Merkūmun terbiyesine Devlet-i Aliyye tarafından me’mur buyurulan Nasuh Paşa askerini dahi ric’ate mecbur etmesiyle istiklal bulmuş iken Mehmed Çelebi namında bir zat tarafından katledilmiş ve yerine biraderi Mustafa Bağdad valiliğinde Bağdad hükumetini bunlardan tahlise me’mur buyurulan Çıgala-zade Vezir Mehmed Paşa bazı aşayir-i Irakıyye ile bil-ittifak merkūm Mustafa’yı harben kaçırmış ve senesinde Kadi-zade Ali Paşa’yı Bağdad valiliğine ta’yin ederek bu suretle Bağdad hükumeti yine idare-i adile-i hükumete rücu’ etmiştir. Vüzeradan Yusuf Paşa’nın Bağdad valiliği zamanında ve tarihinde Bağdad yeniçerilerinden Bekir Subaşı tegallüb ederek valiye muhalefet ve nihayet muharebeye mübaderetle şimdiki Köprübaşı’nda edilen muharebede valinin şehid olması Bekir Subaşı’nın Bağdad hükumetini zabt hakkında ettiği muamelat-ı gadriyye pek suzişli addedilebilir. Bu hal Sultan Murad Han-ı Rabi’ hazretlerinin ahd-i saltanatlarının evailine musadif idi. O esnada Bağdad Valiliği Süleyman Paşa’ya tevcih ve Bağdad’ın tahlisi için de Hafız Ahmed Paşa ordu kumandanlığına ta’yin olunmuştur. Bekir Subaşı bunlara bir taraftan mukavemet diğer taraftan ordu-yı hümayunun mu hacematına tahammül edemeyeceği mutalaasıyle o vakit müracaat etmiştir. Şah Abbas dahi Bağdad hükumetini elde etmek için asakir-i imdadiyye irsaliyle bunların Hanekin’e vusullerine kadar Hafız Ahmed Paşa ile Bekir Subaşı arasında vukū’ bulan muharebatta galibiyet asi Bekir tarafında kalmıştır. Paşa’nın ric’ati lazım geldiğine ve Bağdad’ın İraniler eline geçmesini tecviz etmediğine mebni vakt-i merhununda Bekir Subaşı’yı Bağdad Valiliği’ne bit-ta’yin kendisine o vaktin usul-i idaresi hükmünce valilik emrini vermiş ve Bağdad’ı İranilere teslim etmemek için vesaya-yı tahririyye bil-icra kendisi Diyarbekir cihetine avdet etmiştir. Hafız Ahmed Paşa’nın bu tedbire avdeti üzerine filhakīka Bekir Subaşı İranileri Bağdad’a kabul etmedi. Muamele-i vakı’ası Şah Abbas’ın gücüne giderek bizzat gelip Bağdad’ı muhasara etti. Bekir Subaşı ilk önce biraz mukavemet etmiş ise de ahiran kendi katliyle Bağdad’ın tekrar Safeviler eline geçmesine sebeb oldu. Şah Abbas ise sairleri gibi Bağdad’ı müverrihinince de musaddaktır. Sultan Murad Han-ı Rabi’ hazretleri Bağdad’ın tahlisi için Hafız Ahmed Paşa ve muahharan Hüsrev Paşa’yı me’mur buyurmuşlar ve senelerle pek çok çalışmışlar ise de bir türlü muvaffak olamadıklarından senesinde bizzat Bağdad’ı teşrif ile İranilerden memleketi geri almıştır. Müşarun-ileyh hazretleri İmam-ı A’zam ve Şeyh Abdül kadir-i Geylani hazeratının asitane ve kubbelerini ta’mir ve evkaf ve vezaif-i sairelerini tahdid ve tecdid buyurdukları gibi İran Devleti’yle de bir muahedename akdedip muzafferen Dersaadet’e avdet buyurmuşlardır. senesinden senesine kadar Bağdad vilayeti Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye canibinden mansub vülat-ı Ba’dehu Bağdad ve Basra vilayetleri birleştirilerek Kölemen Süleyman Paşa’ya tevcih olunmuştur. Süleyman Paşa kendisi köle olmasıyla ondan sonra yine Kölemenlerden biri vali olmuştur. O vaktin icabatına göre makam-ı vilayete geçenlere Kölemenlerin son valisi olan Davud Paşa’nın azline kadar Saltanat-ı seniyye ferman irsaliyle vali ta’yini adet hükmüne girmiş idi. senesinde meşhur Laz Ali Rıza Paşa Bağdad Valisi olmasıyla Kölemenleri kamilen def’ ederek artık Bağdad vilayeti daire-i intizama girmiş ve hiçbir sadmeye uğramadığı gibi git gide meratib-i haliyyeyi iktisaba başlamıştır.. – – BULGARİSTAN İMPARATORLUĞU’NUN! TE’SISİ İÇİN BULGARLAR MEMALIK-I OSMANIYYE’DE NE ROLLER OYNADILAR? Bulgaristan’da iki aydan fazla bir seyahat icra ederek orada bulunan İslamların ahvaline ve Bulgarlar tarafından fırıldaklara dair epeyce tedkīkatta bulunduktan sonra İstanbul’a geldim. Şimdiye kadar göndermiş olduğum mektuplar –öyle zannediyorum ki– Bulgarların müslümanlara karşı icra ettikleri vahşetleri alem-i medeniyyete karşı isbat etmeye kafidir. Gerek onları ve gerek bundan sonra neşredeceğim vesaikı okuyanlar Osmanlıları vahşetle itham etmek isteyen Bulgarların mahiyet-i habiselerini anlamakta asla tereddüd göstermeyeceklerdir. Evet! Kariin-i kiram görecekler ki medeniyet gavgası yapan Bulgarlar medeni değil en vahşi bir hayvan-ı müfterisdirler. Bulgarlar için müslüman öldürmek onların ırzlarını paymal etmek en mukaddes ma’bedlere taarruz etmek hiç nev’indendir. Bunu şimdiye kadar göndermiş olduğumuz mektuplar maa-ziyadetin isbat ettiği cihetle bugünkü makalemizde bahsedeceğimiz bu gibi şeyler değildir. Biz bugün Osmanlılıkla pek büyük alakası olan bir mes’eleyi izah ederek Bulgaristan’ın Memalik-i Osmaniyye’de şimdiye kadar oynamış olduğu rollerden ve bunun netayic-i hasılasından bahsetmek istiyoruz. Bugün Bulgaristan Muharebesi’nden Makedonya’daki Bulgarların hukūkundan oradaki Bulgarların zulüm gördüğünden daha doğrusu Osmanlıların Bulgarlara zulüm Düvel-i Muazzama’nın müdahalesi taleb olunuyor. Fil-vaki’ Makedonya’da sair vatandaşlarıyla beraber Bulgarlar da dinamit ateşleriyle yakılıyor. Fakat bunları yapanlar kimlerdir? Herkesin kalbini dil-hun eden bu gibi vakayi’ ne gibi teşebbüsat sayesinde husule geliyor? İşte biz buralarını tedkīk etmek Ma’lumdur ki Bulgarların bir Eksarhhane teşkilatı vardır. Acaba Bulgarlar tarafından böyle bir teşkilatın sebebi nedir? Bunun teşkilatı ne suretle oluyor bunun mevki’-i siyasisi nedir bundan ne faide te’min edilecektir? Eksarhhane Bulgarların Rumeli’deki Patrikhane kiliselerinden ayrılması bahanesiyle vaki’ olan ihtilalleri gürültüleri üzerine İstanbul’da bir Eksarhhane teşkil olunmuş ve Rumeli’nin münasib yerlerinde Bulgar kiliseleri te’sis ve Bulgar metropolitlikleri ve metropolit vekaletleri küşad edilmişti. Bulgaristan’ın hin-i istilasına kadar bu Eksarhhane umum Bulgar kiliselerinin hamisi ve amir-i yeganesi bulunuyordu. Bulgaristan oluncaya kadar bu ünvanı taşıdığı gibi Bulgaristan olduktan sonra da hala bu sıfatı muhafaza ediyordu. Hatta o kadar ehemmiyet verildi ki Bulgaristan’da bulunan kaldı. Şu halde Bulgar kiliselerine aid umur ve hususda Sinod meclisinin ittihaz etmiş olduğu mukarrerat behemehal Eksarhhane’nin tasdikine vabeste idi. Bu kadar ehemmiyeti haiz bulunan Eksarhhane ile İsveti Sinod arasında mühim bir ihtilaf zuhur ettiği bundan iki ay mukaddem evrak-ı matbuatta görülmüştü. Daha o zaman Sofya’dan göndermiş olduğum bir mektupta bu mes’elenin hakīkatine dair uzun bir makale yazacağımı va’detmiştim. Şimdi o va’dimi ifa ediyorum demektir. tilafa bazı Bulgar siyasiyyunu da iştirak etmişti. İsveti Sinod Meclisi’nin bu gürültüden maksadı şu idi: Eksarhhane’nin vazifesi yalnız Memalik-i Osmaniyye’de bulunan Bulgar kiliselerinin reisi olarak kalmak ve binaenaleyh Bulgaristan kiliseleri üzerindeki amiriyetini kat’ eylemek. milletinde hasıl olan galeyan Sinod Meclisi aleyhine yaptıkları miting ve protestolar ile ma’lumdur. Bulgar milletinde hasıl olan bu galeyan ve yapılan mitingler neticesinde bittabi’ bu mes’eleye kapanmış nazarıyle bakılarak suret-i zahirede ihtilaf ref’ edildi. tilafın sebebi tedkīk edilecek olursa neticede şayan-ı ehemmiyet bir mes’ele daha meydana çıkıyor. Ma’lumdur ki Rusya imparatoru kendisini –la-teşbih– bir Ortodoks halifesi göstermek ve bütün dünyadaki Ortodoks kiliselerinin hamisi sıfatını alarak Memalik-i Osmaniyye’deki milyonlarca Ortodoks ve Islav milletlerine hakim olmak ve bu sayede Devlet-i Aliyye’yi tazyik edebilmek daha doğrusu umur-ı dahiliyyesine müdahale için çareler hazırlamış olmak üzere geçen sene Eksarhhane’nin lağvıyle umum Ortodoks kiliselerinin patrikhane nezaretine tevdi’i patrikhanenin de bizzat Rusya imparatorunun himayesine verilmesi teklifinde bulundu. Rusya hükumeti bu teklifi de bittabi’ hod be-hod icra etmek bini gözleyip duruyordu. Vakta ki Kral Ferdinand’ın resm-i tetevvücü merasimi icra edilmek istenildi bittabi’ bu merasime gibi bu miyanda Rusya imparatoru da da’vet edildi. Fakat Rusya hükumeti bu da’vete doğrudan doğruya iştirak etmedi. Çünkü Bulgaristan’ın bu da’vetine karşı Rusya hariciye nazırı Rusya’nın bu resme iştirak etmesi için Eksarhhane’nin lağvedilmesi teklifinde bulunuyordu. Rusya hariciye nazırının bu teklifine karşı Bulgaristan cevab-ı red veremediği gibi kabul ile de karşılanmadı. Fakat Rusya’yı da gücendirmemek için oldu olacaktı vaadleriyle avutuluyor. İşte Eksarhhane’nin İsveti Sinod’dan kat’-ı irtibatı nümayişleri bu resm-i tetevvücün takarrubü hasebiyle oluyordu. * * * Eksarhhane’nin vazifesi nedir? Eksarhhane teşekkül edeliden beri Bulgar kiliselerini tensik ve Bulgar mekteplerini yalnız bununla da bitmiş olmuyor. Bunları bi-hakkın ifa etmekle beraber aynı zamanda Bulgar unsurunu himaye? etmek perdesi altında İstanbul’da bulunan Düvel-i Muazzama süferası nezdinde etmediği teşebbüsat-ı gayr-i resmiyye de kalmıyor. Hatta Rusya hükumetinin hücum ve Rumeli Kıt’ası’nı istilası zamanında bile Eksarhhane Düvel-i Muazzama elçilerini Rumeli Kıt’ası’nda Bulgaristan’ın bir hükumet te’sis edebilmesi hususunda ikna’ edebilmiştir. Evet; bu kıt’a üzerinde behemehal bir Bulgaristan hükumeti te’sis edeceklerini Düvel-i Muazzama süferasına söylemiş ve onları Zaten Rusya’nın büyümesinden daima korkan Düvel-i Muazzama için bu gayet muvafık bir plan idi. Diğer taraftan Eksarhhane’nin bu gibi harekatına minnetdar olan Bulgaristan Eksarhhane’yi kendisine rabtederek bir şu’be-i hükumeti makamına koymuş bu şu’benin ve bu vasıta ile Avrupa-yı Osmani’deki o muhteşem Bulgar mekteplerinin Bulgarlığa aid hususat-ı sairenin te’min-i terakkīsi tahsis etmiştir. Fakat Eksarhhane mesarifatı kiliseler ve me’murin-i fevkalade tahsisatı bu yekuna dahildir zannolunmasın! Çünkü onlar Bulgaristan bütçesinden ayrı bir kalem teşkil ederler. Bulgaristan’ın bu kadar mühim bir mesarifi ihtiyar ile bu kadar teşkilatta bulunması elbette boşuna değil; Bulgar hükumeti yapmış olduğu bu mesarifat ve bu teşebbüsat-ı fevkaladeye mukabil ileride bir şey bekliyor ki o da daima Bulgar milletinin hayal hanesinden ileriye geçmek ihtimali olmayan Büyük Bulgaristan İmparatorluğu’nun teşekkül etmesi! tevsi’-i memalik hususundaki hevesat-ı tahayyül-perveranesi Eksarhhane’nin de yine bu maksadın hadimi olmak üzere Avrupa-yı Osmani Bulgarlarını mektepler ve suver-i saire ile hazırlamış bulunması Rusya’nın nazarında bir gün gelip de altı asır evvelki Bulgar İmparatorluğu’nun vücud bulması ihtimalatını ve binaenaleyh Rusya’nın o zamanki gibi Bulgar ordusuna yine mağlub olması faraziyatı imparator hazretlerini endişeye düşürmüş olmalı ki resm-i tetevvüc cudunun kaldırılması ile Bulgar İmparatorluğu’nun? teşkili Rusya hükumetini daima bir hami gibi telakkī etmesini istedi. Hakīkaten Rusya hükumeti için bu düşünce pek doğrudur. Çünkü Rusya ister ki Bulgaristan ve sairleri daima kendisini bir hami bir peder tanıyarak istediği politikayı ta’kīb etsinler. Bunun içindir ki Rusya hiçbir zaman Bulgaristan’ın pek de büyümesini arzu etmez. Fakat bu teklife karşı Bulgar milleti durmadı mitingler ile kıyameti kopardı. * * * Görülüyor ki Bulgaristan hükumeti ta’kīb etmekte olduğu gaye-i hayaliye vasıl olmak emel-i hayal-pesendanesiyle her türlü teşebbüsattan geri durmuyor kendisinden pek büyük fedakarlıkları ihtiyar ediyor. Memalik-i Osmaniyye’de hükumetin i’dadilerinden daha mükemmel Bulgar i’dadileri ticaret mektepleri vücuda getirdiği gibi Bulgar ile meskun olan en ufak kasabalarda da hükumet-i Osmaniyyenin rüşdiyesinden daha mükemmel rüşdiyeleri vardır. Çünkü hükumet-i Osmaniyye rüşdiyeleri bir-iki muallim tarafından idare olunduğu ve ekseriya bunların da gayr-i muktedir ellere tevdi’ kılındığı halde Bulgarlarınki müteaddid ve muktedir muallimlerin yed-i tedrisine tevdi’ kılınmıştır. Avrupa-yı Osmani’de en ufak bir Bulgar köyünde bile i’dadi tahsili görmüş yahud darülmualliminden me’zun –fakat bizim darülmuallimin me’zunları gibi değil– bir veyahud Bu muallimlerin beherine beş altı yedi lira maaş veriliyor. Bilahare bu kadar maaş ile de bırakılmayarak tezyid ediliyor. Hatta on liraya kadar çıkarıldığı da söylenmektedir. Bulgaristan’ın kendi memleketindeki mekteplerden başka bir de Memalik-i Osmaniyye’de bulunan Bulgar mekteplerine sarfetmiş olduğu bu kadar paralar acaba nereden geliyor? Acaba mahalli vakıflarından mı? Ahali ianesinden mi? Hayır hayır! Bunun hiç birisinden değil! Çünkü biz pek a’la biliyoruz ki Makedonya’daki Bulgarların vakıfları kendi kiliselerinin mesi maaşını bile te’min edemez. Şu halde hükumet-i Osmaniyyenin taht-ı idaresinde bulunan bir ülkede muallimin-i İslamiyyenin bile alamadığı bu maaşat ne suretle tedarik ediliyor? Zannedersem bu sualin cevabı daha makalemizin balasında verilmişti. Makedonya’daki Bulgar mekteplerinin idaresi edildiğini söylemiştik. Daha tuhafça bir şey ilave edelim mi? Makedonya’da muallimlik eden Bulgarlardan hatta umum Bulgar müessesatı me’murlarının maaşlarından tevkīfat icra olunur sonra bu paralar yine Makedonya’daki Bulgar mekteplerinin Bulgaristan hükumeti nezdinde Makedonya’daki mektepler fark gözetilmez. Makedonya’nın en hücra bir köyünde muallimlik etmek fark yoktur. Mesela bir Bulgar beş yahud yedi sene Türkiye’deki Bulgar müessesatında hizmet eder sonra gelir sekiz sene de Bulgaristan’da istihdam edilir. Bunu müteakıb hakk-ı tekaüde malik olur Bulgaristan hükumeti tarafından tekaüd maaşı verilir. Çünkü Bulgaristan Nizamnamesi’nce onbeş sene hizmet etmiştir. Ama bu hizmet gerek Memalik-i Osmaniyye’de olsun gerekse Bulgaristan’da olsun madem ki Bulgar müessesatında Bulgarlık gaye-i amaline sebketmiştir nerede olursa olsun hakk-ı tekaüde maliktir. Çünkü kese hep birdir. Memalik-i Osmaniyye’de bulunan Bulgar müessesatında onbeş sene hizmet eden bir muallim veya me’murların tekaüdiyesiyle müddet-i me’muriyyetini Bulgaristan’da ifa eden bir me’murun tekaüdiyesi arasında hiçbir fark yoktur. me’murları Makedonya’ya giderek orada Bulgar amaline hizmet ediyorlar. Mektepler ve suver-i saire ile ahaliyi Bulgar amaline temayül ettirerek hükumet-i Osmaniyyeye karşı her türlü müşkilat ika’ etmekten icabında cehennem makineleri büyük bir Bulgar İmparatorluğu teşkil etmek fikrini ta’mim etmekten bir dakīka bile hali kalmıyorlardı. * * * Şu kadarcık tafsilatı aldıktan sonra Eksarhhane’nin taksimat-ı dahiliyyesi hakkında da biraz izahat verelim: Bu ta’dad ettiğimiz şeylerden fazla olarak Eksarhhane Bulgarlar için daha pek mühim işler görüyor. di’nin makam-ı resmisi olmak üzere muhteşem bir saray var. Bu sarayın bahçe kapısında siyah elbise-i resmiyyeyi hamil bir nöbetçi daimi surette duruyor. Bu saray ittisalinde cesim bir konak vardır ki orada Eksarhhane me’murları işlerler. Eksarh efendinin biri ruhani diğeri cismani olmak üzere mi yirmi beşer liradır. Bundan sonra Eksarhhane maarif idaresi daire-i ruhaniyye evkaf dairesi namıyle üç müstakil kısma ayrılıyor. Bu dairelerin her birinin birer müdürü ve müteaddid katib ve evrak me’murları vardır. Bu müdür ve me’murların maaşatı da sekiz liradan yirmi beş liraya kadardır. Bunlardan başka olarak Eksarhhane’nin nezaretlerde işlerini ta’kīb etmek için kapıkethüdası namıyle iki me’muru daha vardır ki bunlar da hukūk me’zunlarıdır. Bu taksimattan sonra Eksarhhane altı metropolitliğe ayrılıyor. Metropolit efendiler şahsi olarak liradan altmış liraya kadar maaş alıyorlar. İkametgah daire hademe katib… maaşatı buna dahil olmadığı gibi atı arabası mevcud metropolitler de vardır. Metropolithane başkatibleri derece-i hizmetlerine göre yirmi liraya kadar maaş alırlar. Bir metropolithanede bir başkatib iki katib bir evrak me’muru bir Türkçe katibi mevcuddur. Türkçe katibleri çok kere kapıkethüdalığı vazifesini de görürler. Yani metropolithane kilise mektep vakıf ve saire ne gibi milli işler varsa onların rü’yetleri için metropolit efendi namına olarak devair-i hükumette teşebbüsat-ı şifahiyyede bulunur ve bu işleri ta’kīb ederler. Memalik-i Osmaniyye’de bulunan metropolitlerin o kadar ehemmiyeti vardır ki hükumet-i Osmaniyye tarafından Bulgar müessesatına dair her ne yazılacak olursa mutlaka metropolit efendiye müracaata mecburdur. Mesela; mektep umuru için ne vali ne maarif müdürü Bulgar mektep müdürüne bir tahrirat yazamaz. Eğer yazacak olursa tahrirat dandır. Binaenaleyh bu gibi hususatta Metropolit Efendi’ye müracaat etmek lazımdır. Dahası var: Metropolit efendiler ara sıra bulundukları şehirlerde ecnebi konsoloshanelerini ziyaret ederler. Bittabi’ ekseriya söz mülhakattaki Osmanlıların Bulgarlara türlü mezalim icra ettiklerine dair oluyor. Bu suretle Osmanlılar vahşi Bulgarlar mazlum; Osmanlılar kurt Bulgarlar kuzu mevki’inde tecessüm ettirilir Bulgarların attıkları bombaların failleri müslümanlar bildirilir. Metropolit bu yolda olduğu gibi metropolithane başkatibleri de konsoloshane tercümanlarının parasız ajanslarıdır. Başkatibler tercümanlar ile her gün mülakat ederler; katibler Bulgarların mazlumiyetine dair yalan yanlış toplamış oldukları ma’lumatı tercümanlara günü gününe ihbarda kusur etmezler. * * * Metropolitlerin Bulgar olan kazalarda birer de vekili vardır. Bunlar da metropolit efendinin imtiyazatını aynen haizdirler. Bunların da ayrıca maaşatı birer ikişer katibleri devair-i mahsusaları vardır. Bunların hepsi pek külliyetli para ile olacağına şübhe yoktur. Fakat Makedonya’daki bir Bulgar muallimine veyahud bir Bulgar papasına “maaşatını nereden aldığını” sual edecek olursan; “Metropolithaneden” cevabını verir. Metropolit Efendi’ye; “Bu kadar milyonlarca mesarifata karşılık olmak üzere ne gibi varidatınız vardır?” diye sorulacak olursa; “Mesarifat-ı umumiyye Eksarhhane’den geliyor.” cevabını verir. Aynı sual Eksarh Efendi’ye de vaki’ olursa; “Efendim; ma’lum ya Bulgaristan Evkafı mesarifat-ı umumiyyenin on binde bir cüz’ünü te’mine kafi değildir. İşte bunun için Bulgaristan’da bulunan bir cem’iyet-i hayriyye? bize muavenet-i deyip işin içinden çıkar. Görülüyor ki Bulgaristan hükumeti kendi memleketinde olan binlerce tebea-i İslamiyyenin hukūk-ı meşrualarını gasbederek evkaf-ı İslamiyyeyi zir-i idaresine geçiriyor mekatib-i İslamiyyeyi parasızlık yüzünden mahv u harab ediyor İslamların ma’neviyatını öldürecek her türlü teşebbüsat-ı gayr-i meşruada bulunuyor diğer taraftan da Makedonya’nın hayatını te’min için evkaf-ı İslamiyyeden gasbettiği milyonlarca parayı oraya sarfediyor. En muktedir me’murunu orada istihdam ediyor. Sarfettiği milyonlar sayesinde hükumet-i Osmaniyyeye her türlü müşkilatı ika’ ve her türlü matalibini tervice mecbur ediyor. Çünkü Bulgarların kendilerince kat’iyet-i riyazıyye gibi muhakkak bir şey varsa o da Bulgar İmparatorluğu te’sis etmek için behemehal hükumet-i Osmaniyyeye Makedonya’da dedikleri ıslahatı yaptırmaktır. Eğer Bulgarlar bu kadar para ihtilal sayesinde Avrupa’nın müdahalesi ile Makedonya’da istedikleri ıslahatı yaptırabilirlerse onlar için hayalhanelerinde temerküz eden Büyük Bulgaristan’ın mukaddimesi hazırlanmış demektir. Binaenaleyh bu mukaddimeden sonra da sıra imparatorluğun? mekten maksadı hep bu gayeye vusul içindir; bundan başka hiçbir şey değildir. Şu halde çoktan beri ta’kīb edilmekte olan bu teşebbüsat-ı fevkaladeye karşı hükumet-i Osmaniyyenin alacağı vaz’iyeti de kariin-i kiram takdir etmelidirler. Ahval-i ahire münasebetiyle İstanbul’a avdeti icab eden Bulgaristan muhabir-i mahsusumuz Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin tevkil ettiği zat tarafından dün Sofya’dan aldığımız mektuptur: FİLİBE İSLAMLARININ FELAKETİ Bugüne kadar Filibe’de idim. Şimdi Sofya’ya geçiyorum. Zira burada hayattan emin değilim. Bu üç gün zarfında Filibe ve havalisinde İslamlara reva görülen mezalim beşerin tahammülü fevkındedir. Bunları tafsilatıyle yazmayı bir kitap te’lifine terkediyorum. Burada yalnız vakayi’in birer hülasasını göstereceğim. Eylül’ün onyedinci günü ba’de’z-zuhr İslamlar koyun gibi hapishanelere doldurulmaya başlandı. Asker devriyeleri tarafından tevkīf edilenler hapishaneye götürülünceye kadar kamçı tüfenk dipçiği kılıç arkası ve şamardan da geçirildi. Akşamdan tevkīf edilenlerden yirmi dört saatte iki def’a ekmek parası toplanıldığı halde bir habbe bile getirilmedi. Yüzlerce müslüman yirmi dört saat aç ve uykusuz asker kasaturalıları tehdidi altında bulunduruldu. Def’-i hacet hususunda gösterilen suubet neticesinde üstüne başına edenler bile bulundu. Çoluk çocuk sokaklarda zavallı İslam aileleri havf u hiras u dehşet içinde! Ağlayan sızlayan aç kalan çoluk çocuğun figanını dinleyen bile yok. Müfti-i belde sıfat-ı me’muriyyetten bil-istifade mevkūfinden azade kalarak İslamları kurtarmak için mutasarrıf mevki’ kumandanı ve Sofya nezdinde müessir teşebbüsatta bulunmuş en sonunda da; “Ya beni de kapayın yahud o ma’sum müslümanların serbestisini iade edin; yahud ki onların mücrimiyetini müş’ir ellerine tevkīf müzekkiresi verin ki herkes kabahatini bilsin!” yollu müddeayatı yirmi dört saat neticesinde mevkūfini tahliyeye muvaffak olmuştur. Mevkūfinin ilk tutulanlarından Edhem Ruhi Ahmed Faik ve mektep Müdürü Halil Zeki Beyler olup hapishaneden kumandana müteaddid mektuplar göndererek bu zulme nihayet verilmesini hiç olmazsa harb esirlerine edilen muameleye mazhar olmalarını iddia eylemişler. Bunun üzerine de kumandan bizzat mevkūf bulundukları askeri kışlasına gelmiş. Muma-ileyhim bu müddeayatı tekrarla ya tahliye yahud mücrimiyet kararlarını iddia eylemiş bu muamelenin Bulgaristan için bir leke olduğunu medeniyetle kabil-i te’lif olmadığını söylemişlerdir. İstihbarat-ı mevsukaya nazaran Filibe’de tevkīf olunan müslümanların adedi imiş. Erkeklerin hapishanede süründüğü yirmi dört saat zarfında asker İslam evlerini dolaşmış sandıkların en hücra köşelerini bile taharri eylemişlerdir. Taharri edilen bütün İslam hanelerinde ancak birkaç aded eski silahdan başka bir şey bulunmamıştır. Mülhakattan alınan haberlere göre bu muamele Filibe’ye mülhak İslam köylerinin hepsinde tatbik olunmuş bazılarında Osmanlı idaresi zamanından eski silahlar ve av tüfenkleri bulunmuştur. Darb ve işkence muamelesinin burada da cari olduğunun tekrarına lüzum yoktur. Eylül’ün onsekizinci günü belediye ittisalindeki bir İslam kahvesinin camları kapısı alat ve edevatı redif efradı tarafından kırıldığı gibi aynı günde de Musalla Cami’-i Şerifi kapı ve pencereleriyle içindeki levhalar ve kandiller kırılmış ve ittisalindeki imam efendinin hanesine tecavüz olunarak eşyası su kuyusuna atılmıştır. Eylül’ün ’uncu günü gecesi devriye sıfatlı üç süvari Tepe Mahallesi’nde Köseoğlu Ahmed Ağa’nın hanesine tecavüz etmiş Ahmed Ağa’nın para kesesini almakla iktifa etmiştir. Karşıyaka’da Eşref Ağa’nın çiftlik mevki’indeki bostan burçak ve mısırları yağma edilmiş kulübesi yakılmış ve [E]şref Ağa da darbedilmiştir. Yine aynı gecede eşrafdan Hüseyin Bey’in hanesinde gece yarısı iki asker kapısına geliyor kapıyı kırıyor ve: – Haydi bre Türk kız kardeşini çıkar! diye bağırıyor. Hüseyin Bey’in figanı üzerine karşı komşusu Garovif yetişip kurtarıyor. Eylül’de Karlovalı iki İslam genci Karlova’ya sevkolunmak üzere bagajlarını bir talikacıya veriyor. Bunlar da talikanın arkasından gidiyor. Yolda beş altı asker namzedi tehlikeli surette vuruluyor ve hastahaneye naklolunuyor. Hacı Hasan mahallesinde ihtiyar Halil Ağa Eylül’de akşam orduevi önünde asker tarafından çizme ile döğülmüş ve hal-i ihtizardadır. Keza aynı mahallede aynı zamanda Hacı Yaşar Efendi mahdumu Mustafa Efendi döğülmüştür. Filibe’ye mülhak ve İstanimka demekle ma’ruf kasabadaki raber hareketim anında Nuri Ağa’nın dükkanı kırılıp malları yağma ediliyordu. Bulgarlar bura müslümanlarına pek fena nazarla bakıyorlar. Zavallılar evlerden çıkamıyor ve nevale tedariki için bil-mecburiye kalpak giyerek bu suretle ailelerine ancak ekmek tedarik edebiliyorlar. Edhem Ruhi Bey’in kapısına jandarma ve asker ikame edilip ihtilattan men’ edilmiştir. Bu münasebetle Balkan gazetesi de ta’til-i eşgal eylemiştir. Vesait bulursam inşaallah cereyan-ı vakayi’i sırasıyla yazacağım. Bu mektubumun bütün ceraid-i Osmaniyye tarafından nakl ve dercini rica ederim. Sofya: D. BOSNA’DA EVKAF-I İSLAMİYYE MES’ELESİ − − Evkaf hey’et-i idaresi ber-vech-i ati zevattan teşekkül eder: Evkaf hey’et-i emaneti reisi evkaf müfettişi evkaf katib-i umumisi ve diğer umur-ı evkafı tedvir ile mükellef olan zevat. Hey’et-i idarenin aynı zamanda emanet a’zası olmayan erkanı hükumet-i mahalliyye tarafından ta’yin edilirler. Bütün hey’et-i idare evkaf kasasından muhassasat alır. Evkaf hey’et-i idaresi ber-vech-i ati umuru icraya mecburdur: lar defatire ve her vakfın ma-vudia-lehine sarfedildiğini teftiş etmek. lundurmak. datı ma-vudia-lehine sarfedip etmemesi nokta-i nazarından teftiş ve nezaret altında bulundurmak. nin nasb u ta’yini için teklifatta bulunmak. Mütevvellileri olmayan evkafa mütevelli ta’yini için reisü’l-ulemaya teklifat-ı mahsusada bulunmak vazifeleri cümlesindendir. vazife-i teftişlerini ifa etmek. yet ve hey’et-i emanetin kararı mucebince isti’mal etmek. senelik bilançonun kat’ı vazifeleri cümlesinden olduğu gibi evkafın usul-i idaresi için nizamat-ı cedidenin tanzimi dahi vazifeleri sırasındadır. * * * Yukarıki satırları mutalaa buyuran zevat-ı kiram umur-ı evkafın oldukça yolunda tedvir edilebileceğini zan ve tah min ederler. Ben bu hatayı ta’mir için bir de hükumetin umur-ı evkafa derece-i müdahalesi salahiyeti gösteren madde-i atiyyeyi ber-vech-i ati tercüme edeyim: Hükumet-i mahalliyye evkaf-ı İslamiyyeye nezarette sa lahiyetdardır. Bunun için kendisi tarafından bu hususda merci’ olmak üzere daimi bir müfettiş ta’yin edilir. Hükumet tarafından ta’yin edilen müfettiş hey’et-i emanetin her sahib-i re’y değildir. Hey’et-i emanetin ictimaa da’veti için evkaf reisi daima hükumet-i mahalliyyeden istizana mecburdur. Bütün mukarreratın mer’iyyü’l-icra olması için hükumet tarafından ta’yin edilen müfettiş vasıtasıyle hükumet-i mahalliyyeye arz ve kabul ettirilmeleri lazımdır. Hey’et-i idarenin mukarreratı mer’iyyü’l-icra olabilmek leri lazımdır. Eğer müfettiş arzu ederse hey’et-i idarenin her muamelesini ta’til eder ve hükumet-i mahalliyye karar-ı ahirine havale eder. Bu son madde-i kanuniyye ile evkaf idaresinin ne kadar sıkı ve müstebiddane bir teftiş altına vaz’ edildiği müşahede edilir. Yirminci Asır’da millete karşı mes’ul bir idare ile gayr-i mes’ul bir idareden hangisinin şayan-ı tercih olduğunu mu hakeme etmek zannedersem pek lüzumsuz olacaktır. Bu sözlerimize karşı evkaf idare-i sabıkasında da bir nevi’ mes’uliyet bulunduğunu ityan edeceklere şunu söyleyebiliriz ki: – Evet; eski evkaf idaresi de mes’ul idi. Fakat evkafını ratımızda olan hükumet-i mahalliyye erkanı huzurunda haiz-i mes’uliyyet idi. Böyle bir mes’uliyetin badi-i mazarrat veyahud menfaat olacağını erbab-ı insaf takdir etsin. Makalemin baş taraflarında menabi’-i hususiyyeden u mur-ı diniyye ve milliyye için bir şey te’min edilemeyeceğini söylemiştim. Fakat buna sebeb olarak dediğim gibi yalnız kıllet-i servet olmayıp belki bura ahali-i müslimesinin ihtiyac-ı zamanı adem-i idrakleridir. Çünkü servetçe bizden kat kat dun olan Katolik hemşehrilerimiz menafi’-i milliyyelerini te’min het Bosna müslümanlarının hamiyetsizliğine isnad edilemez. Çünkü Osmanlı–İtalya Muharebesi esnasında bin kron meblağı Hilal-i Ahmer için toplayan bin nüfuslu bir millet hiçbir zaman hamiyetsiz olamaz. Eğer kendisine milli teşkilatının Hilal-i Ahmer derecesinde ehemmiyetli olduğu derkardır. Bosna müslümanlarının umur-ı milliyyelerine bu kadar lakaydi ile beraber hükumet-i mahalliyye ile hem-dest-i vifak olan evkaf idare-i sabıkasının seyyiat ve su-i isti’malatı o kadar haddi aştı ki en nihayet pek lakayd olan Boşnakların bile nazar-ı dikkatini celbeyledi. Su-i isti’malat her ne kadar bizi maddeten mutazarrır etmiş ise de intibahımıza başlıca sebeb yine odur. * * * Bu bir iki makale ile Sebilürreşad ’ın muhterem kari’lerine Bosna’da evkaf-ı İslamiyyenin muhtariyetten evvel ne suretle idare edildiğini yazdığımız gibi gelecek makalede dahi eski idare altında yapılan su-i isti’malatı ala-vechi’l-ihtisar yazacağız. Ala-vechi’l-ihtisar diyoruz; çünkü ale’l-infirad su-i isti’malatı ta’dada başlarsak Sebilürreşad ’ın bütün bir nüshasını doldurmak lazım. Bunu vely edecek makalelerde dahi su-i isti’malatın mucib olduğu hareket-i milliyye Ba’dehu “Evkaf ve Maarif-i İslamiyye Muhtariyeti” Ni zamnamesi izah ve üç senelik muhtari evkaf idaresinin gösterdiği terakkıyat izah olunacaktır. Bundan sonraki makalatım Bosna’daki İslam müeessesat-ı sıhhiyye ve hayriyyesine aid bulunacaktır. Münasebet düştükçe diğer hem-civarımız olan milletlerin bu hususdaki mesaileri hakkında da bast-ı makal edilecektir. Balkan ahvalinin ahiren almış olduğu had şekli bunun umumi seferberliği iktiza ettirdiğini Balkan hükumat-ı sağīresinin bize karşı takındıkları tavr-ı tehdid-amizden dolayı hükumet-i seniyyenin ittihaz ettiği tedabir-i askeriyyenin ilk teşebbüsatını geçen hafta yazmıştık. Bu hafta ise İstanbul başka bir alem geçirdi. Herkes harb istiyor bütün millet harbe hazırlanıyordu. Ahali adeta bir hamiyet müsabakasına girişmiş gibi ibraz-ı hamaset etmekte idi. Kimi gönüllü yazılıyor kimi Hilal-i Ahmer’e kaydolunuyor kimi nakden lar vapur kumpanyaları hep hükumete müracaat ediyor seferberlik hususunda hükumete muavenet edeceklerini her türlü fedakarlıktan geri durmayacaklarını i’lan ediyorlar; hamiyetli İslam kadınları bile Hilal-i Ahmer’e müracaatle kendilerinin hastagan ve mecruhine hizmet etmek üzere meydan-ı muharebeye gönderilmelerini istiyorlar… Öyle bir cuş u huruş ki düğünden farkı yok. Bütün bu measir-i hamiyyeti ber-tafsil yazmak için maatteessüf Sebilürreşad ’ın hacmi müsaid değil. Maamafih bugünlerin vakayi’i tarihi bir ehemmiyeti haiz olduğundan onların en zübdelerinin günü gününe sebt ve derci münasib görülmüştür. Bugün muvafık muhalif bütün İstanbul gazeteleri müttehidü’l-lisan olarak baş makalelerini seferberliğe hasr ile Osmanlılığa şayeste bir lisan-ı hamasetle hükumete zahir olduklarından Osmanlıların vatan hususunda müttefik bulunduklarından bahsettiler. Bugün artık Balkan hükumetleri nezdinde mukīm süfera-yı Osmaniyyeden vürud eden telgraflara nazaran harb vukūu ihtimalinin mehafil-i umumiyye-i siyasiyyede kuvvetli görüldüğü bildiriliyor. Gazeteler daha şiddetli bir lisanla yine bu mes’eleden bahsediyor şımarık Balkan çocuklarına iyi bir ders verilmesini hükumetten taleb ediyorlar. Mehafil-i siyasiyyede artık ahvalin gayr-i kabil-i ictinab bir cereyana girdiği ve harbin muhakkak olduğu beyan ediliyor. rar verdiğine dair bir beyanname neşrediyor. Yunan ve Bulgar vapurlarının harice çıkmamaları için Boğaz kumandanlarına emirler veriliyor. Bütün Darülfünun şuabatı Darülmuallimin Mühendis hane ticaret gibi mekatib-i aliyye talebesi pür-galeyan-ı hamiyyet sancaklarla milli şarkılarla nümayişlere başlıyor Harbiye Nezareti’nde Babıali’de nutuklar irad ediliyor kemal-i intizam ve meserretle Saray-ı Hümuyun’a kadar gidiliyor “bu hamiyet-karane tezahürat” şevket-penah efendimiz hazretlerini de “garik-ı lücce-i iftihar” eyliyor talebe meserret gözyaşları dökerek; “Yaşasın Padişahımız!” sadasını göklere çıkarıyor. Sefarethanelerin ziyaretinden sonra matbuat idarehanelerine gidiliyor muharrirler ve talebeler tarafından mütekabil nutuklar irad ediliyor… Gece yarılarına kadar bugün böyle sürur ve nümayişlerle geçiyor. Vilayatta da aynı surette tezahürat-ı vatan-perveranede bulunulduğuna dair telgraflar tevali ediyor. Bugün ise Osmanlılığın kalb-i vatan-perveranesi bütün kuvvetiyle cuş u huruşa geliyor. Evvela Hürriyet ve İ’tilaf Fırkası’nın sonra İttihad ve Terakkī’nin delaletiyle Sultan Ahmed Meydanı’nda büyük mitingler akdolunuyor bütün esnaf cem’iyetleri ellerinde bayraklar olduğu halde akın akın Sultan Ahmed Meydanı’na toplanıyorlar nutuklar irad olunuyor bir taraftan Hürriyet ve İ’tilaf alayla nümayişle Saray-ı Hümayun’a azimet ediyor diğer taraftan İttihad ve Terakkī davullarla milli şarkılarla Fatih’e şitaban oluyor tekbirlerle Türbe-i Fatih rahimehullah ziyaret ve devr olunduktan sonra yine nümayişlerle Saray-ı Hümayun’a gidiliyor zat-ı şahane tarafından “milletin mansur ve muvaffak olması” için dualar ediliyor binlerce ahali; “Padişahım çok yaşa!” teraneleriyle ızhar-ı hissiyat ve şadmani ediyor yine muzıkalar ve davullarla sefarethanelerde ve Beyoğlu sokaklarında nümayişler yapılıyor. Bugün de böyle bütün İstanbul halkı tarafından gece geç vakitlere kadar harb lehinde büyük nümayişlerle pür-galeyan tezahürat ile geçiyor. Bugün Balkan hükumetleri tarafından i’lanı beklenilen harb yine edilmiyor. Herkes sabırsızlanıyor. Diğer taraftan düvel-i müşarun-ileyhime icra ettiği tebligatta; “hükumet-i Osmaniyyenin mesleği daima sulhun idamesi hususuna ma’tuf bulunduğunu ve Balkan hükumetlerinin aldıkları vaz’iyet-i harb-cuyaneye mukabil tahşidata mecburiyet hasıl olduğundan şayed düvel-i müşarun-ileyhim tarafından muharebeye mani’ olmak ciheti ihtiyar edilir ise –hükumet-i Osmaniyyece esasen Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafında lerinin devletin mesail-i dahiliyyesine müdahale suretinde va ki’ olacak beyanatına asla havale-i sem’-i i’tibar etmeyeceğini” bildiriyor. Osmanlı–İtalya murahhasları arasında kararlaştırılan e sa sat-ı sulhiyye ile Balkan hükumat-ı ma’lumesinin aldığı vaz’iyete karşı hükumet-i Osmaniyyece ittihaz olunacak mukarrerat hakkında müşavere-i hususiyye icrası için A’yan a’za-yı kiramı Daire-i A’yan’da toplanmak istiyor fakat ekseriyet hasıl olamadığı için bir karar ittihaz edilemiyor. Bugün dahi geçen günler gibi efkar-ı umumiyye harb bekliyor. Bir taraftan seferberliğe dahi kemal-i germiyetle devam olunuyor diğer taraftan Babıali’de Rusya ve Fransa sefirlerinin teşebbüsatı üzerine Rumeli’de ıslahat-ı lazimeyi tatbik etmek üzere tedabir ittihaz olunuyor. Bugün ictima’ eden Meclis-i Vükela’da; “Rumeli’de icra edilecek ıslahata dair senesinde hükumet-i Osmaniyye eden kongrede ittihaz ve kabul edilen layihanın suver-i tatbikıyyesine dair uzun müddet müzakerat cereyan ediyor ve neticede mezkur layihanın Rumeli Vilayatı’nda atide dercolunan şekil dairesinde serian tatbikine karar verilerek Düvel-i Muazzama ve Balkan hükumatı nezdinde bulunan süfera-yı Osmaniyyeye tebliğ-i keyfiyyet olunuyor: Hükumet-i seniyyece Rumeli Vilayatı’nda mevki’-i icraya vaz’ı Meclis-i Vükela’ca kararlaştırılmış olan ıslahat Berlin Muahedesi’nin Yirmiüçüncü maddesi mucebince sene-i miladisinde me’murin-i Osmaniyye ve ecnebiyyece bil-müzakere ihzar edilmiş olan ve anasır-ı mevcudenin kaffesine suret-i mütesaviyyede tatbik olunacak pek esaslı ğu mevaddı dairesinde muvakkat bir layiha-i kanuniyye ile mevki’-i icraya vaz’ olunacaktır.” Bundan başka Koçana’daki kıtal mes’elesinden dolayı Divan-ı Harb-i Örfi tarafından –maatteessüf– bir İslam da Bugün Babıali’nin dünkü mukarreratını gören halk birden bire ne olduğunu ta’yin edemiyor. Hayretten ye’se ye’isden hayrete düşüyor. Bir gün evvelki şevk ve neş’eye mukabil bugün bütün simalara bir zulmet çöküyor. sene hakan-ı mahlu’un bile tatbik etmemeye muvaffak olduğu bu ’üncü maddenin tatbikine karar vermek mecburiyetinde bulunacak kadar bir tazyikin vukūunu bir türlü halk zihnine sığdıramıyor. Nihayet Darülfünun talebesi galeyana geliyor büyük bir ictima’ yapıyor. Heyecanlı bir müzakereden sonra müttefikan ittihaz ettikleri karar mucebince atideki telgrafname kaleme alınarak Makam-ı Sadaret’e keşide ediliyor: “Huzur-ı Sami-i Sadaret-penahiye: Te’sirat-ı ecnebiyye altında ve ıslahat nam-ı muğfilanesi ile vatan-ı mukaddesin zararına ve hakimiyet-i Osmaniyyenin tezelzülüne badi olacak her türlü taahhüdat-ı meş’umeyi bütün kuvvetimizle reddeder ve şan-ı Osmaninin müebbeden müdafaasını hükumetten taleb ile bu hususda kendisine muzahir olduğumuzu beyan ve heyecanat-ı hamiyyetle müctemi’ olan binlerce münevver gencin Darülfünun’da serian cevaba intizar ettiğini arzeyleriz. Keşide olunan telgrafnameye bir hayli zaman cevab beklenilmiş müttefikan matlablarını Babıali’de tekrar etmeye karar vererek büyük bir kafile halinde dışarı çıkarak Babıali’ye geliniyor şiddetli nümayişlerde bulunuluyor. Bahriye nazırı çıkıp teskine gayret ediyor fakat bir türlü talebe mutmain olamıyor. Nihayet Sadrazam Paşa teşrif mecburiyetinde kalıyorlar. Güç hal ile talebe teskin ve te’min olunabiliyor. Talebe kemal-i intizam ve vakarla Babıali’yi terkediyor önlerinde Darülfünun’a mahsus sancak ve vatan şarkıları terennüm ettikleri halde avdet eyliyorlar. Yarın tekrar ictima’ etmek üzere karar veriliyor. Diğer taraftan ise hükumet Rumeli ve İstanbul Vilayetleri’yle Çatalca Sancağı dahilinde idare-i örfiyye i’lan ediyor. Bugün İttihad ve Terakkī muhalefet bayrağını açıyor Tanin hükumete karşı ateşler püskürüyor muvafık gazeteler gizli bir infial hissediliyor. umumiyyeye karşı izahat i’tasına kendini mecbur görüyor olmalı ki atideki tebligatı gazetelerle neşrediyor: “Meclis-i Vükela’ca tedkīk ve müzakere edilmekte olan anlaşılmaktadır. Evvela: Islahat-ı lazime henüz tedkīk ve müzakere edilmektedir. Saniyen: Esna-yı tedkīkatta şimdiye kadar tevarih-i muhtelifede yapılan kavanin ve nizamat ve levayihin hepsi nazar-ı mutalaadan geçirilmektedir. Salisen: niyyenin tanziminde ihtiyacat-ı memleketin ve hukūk ve menafi’-i esasiyye-i Osmaniyyenin hususan Kanun-ı Esasi ahkamının nazar-ı dikkate alınması umur-ı tabiiyyedendir. Rabian: Yapılacak layiha-i kanuniyyenin Kanun-ı Esasimiz mucebince Meclis-i Meb’usan ve A’yan’ın nazar-ı tedkīk ve tasvibine arzolunacağı derkardır. Binaen ala-zalik yanlış ve nakıs ma’lumata bakarak ahalimizin müteessir ve müteheyyic olmasına kat’iyyen mahal yoktur.” Fakat halktaki galeyanın teskini mümkün mü? Öğleye doğru bin türlü rivayetler kīl ü kaller deverana başladı. Hatta büyük nümayişlere kadar bile varılacağı söylendi. Tamamıyle artık herkes derin bir ye’s ve nevmidi[ye] düştüğü sırada gazeteler Karadağ’ın i’lan-ı harb ettiğine dair ilaveler neşr eder etmez bir an içinde dimağlara küşayiş geldi bütün ye’s ve kederler zail oldu herkes iki gün evvelki neş’e ile sevinmeye başladı elinden gelen fedakarlığı ifaya şitaban oldu. Bir-iki günlük muvakkat infialler ihtilaflar yine unutuldu. Şimdi bütün millet yek-avaz olarak; “Yaşasın vatan yaşasın hükumet-i Osmaniyye yaşasın harb!..” diye bağırıyor gülerek sevinerek vazife başına koşuyor. Bugün i’lan-ı harbden –muvafık muhalif– bütün gazeteler beyan-ı memnuniyyet ediyor; milleti müttehiden hududa şitaban olmaya zafer şan şeref ihrazına da’vet ediyorlar. Balkan hükumetlerinin de i’lan-ı harbine veya doğrudan doğruya hücumlarına intizar ediliyor. Herkesin yüzünde bir neş’e kalbinde bir galeyan var. Bütün gözlerde nur-ı ümid lemean ediyor. Askerler güle güle meydan-ı cihada koşuyor trenler muttasıl asker mühimmat taşıyor. “ Sabah” ın hususi bir menba’dan istihbarına nazaran Osmanlı askeri kahraman Arnavudlarla beraber Berane muhasarasını ref’ ediyor Karadağ hududundan iki saat kadar içeri giriyorlar. Osmanlılığın milletimizi ittihad ü ittifakta sabit nusret ve zaferde daim eyle! Agence Reuters ’e Kalküta’dan yazılıyor: “Balkanlar’daki hal ve vaz’iyet münasebetiyle Bengal müslümanları arasında büyük bir heyecan hüküm-fermadır. Aralarında birçok Hindular da bulunan cesim bir ictima’da pek şiddetli ifadelerle kararlar ittihaz edilmiştir. Hatibler müslüman hükumetlerini mahvetmek ğunu beyan etmişlerdir. İncil tabi’lerinin Kur’an tabi’lerine düşman olduğunu ilave eylemişlerdir. Ve; “Lakin hiçbir devlet de aks-endaz olan “Allahu Ekber!” nidası yine dünyanın en uzak yerlerinde işitilecektir!” demişlerdir. Japonya’nın payitahtı olan Tokyo’da İngilizce neşrolunan Uhuvvet-i İslamiyye gazetesi bir makale neşrederek Alem-i İslam’ın hal-i hazırından bahsediyor. Avrupa’nın ne gibi vesaille memalik-i İslamiyye’ye hücum etmekte olduğunu milel-i İslamiyye beynine nifak soktuğunu Avrupa gazetelerinin İslam ve Alem-i beyan ettikten sonra bütün milel-i İslamiyyeyi –Osmanlı ve Avrupa muhacemat-ı hane-ber-endazına karşı ittihad-ı nihayet diyor ki: “Bugün bil-cümle tavaif-i İslamiyyeye bize en son bir tarik-ı necat olarak bakī kalan Hilafet-i Osmaniyye’nin ahvalini düşünmek vacibdir!” Süveyş Kanalı’ndan bu sene Hicaz’a azim olan hüccac-ı kiramın adedi el-Alem gazetesinin Kanal İdaresi’nin istatistikine istinaden verdiği ma’lumata nazaran Eylül’ün sekizine kadar kişiden tanya tebeası Rusyalı biri de Felemenklidir. Afgan hükumetinin nim-resmi gazetesi Siracü’l-Ahbar refikımizin son gelen nüshasında hal-i hazırda şehrimizde bulunup kendisini Siracü’l-Ahbar-ı Afganiyye gazetesi muhabir-i fahrisi” diye bildiren Muhammed Veli Han Efendi’ye aid mucib-i hayret ve teessüf bir haber okuduk ki hakīkat-i halin keşfine hizmet etmek kasdıyle aynen tercümesine lüzum gördük. Siracü’l-Ahbar ’ın Kahire muhabiri şöyle yazıyor: “Hind hükumeti ser-hafiyyelerinden bir şahsın Afganistan mevcud olduğunu öğrenmek üzere İstanbul’a azim olduğunu öğrendim. Böyle bir teşebbüsün müsebbibi de muayyen ber-vehm ü hayal olmuştur. Bu şahsın ismi Muhammed Veli Han Seyyid Mahmudoğlu’dur. Fakat iltibasa mahal kalmamak üzere ihtar edelim ki bu Seyyid Mahmud Seyyid Mahmud Paşa değildir. Bu bir Seyyid Mahmud’dur ki “Etek”[?] denizi sahilinde “Yağistan”da[?] bulunuyor… Böyle bir Af gan lının geleceğini haber alınca doğru şimendüfer mevkıfine gittim. Biraz intizardan sonra katar geldi misafirler mışlardı onların miyanında buldum; ileri giderek kendisini selamladım. Başında şapka vardı. Benimle Urdu Lisanı’nca konuşuyordu. Farisice Afganice İngilizce ve Arabca da Arabi nahvı biliyordu. Evvel emirde ne kadar çalıştımsa da bir şey keşfedemedim. Mecbur kalarak arkasından İskenderiye’ye gittim. Orada tam yirmi dört saat kendisiyle beraber bulundum. Artık arkadaşlardan biri vasıtasıyle kafasını üzüm suyuyla tütsületmekten başka bir çare bulamadım. Şöyle ki: “Ümmü’l-habais” “Ümmü’l-matalib” olarak name-i a’malini elime verdi. Anlaşıldı ki herif Foreign Office Hariciye Nezareti’nde Mike Mahen’in zir-i idaresinde çalışıyor. Afganistan’ın bil-cümle ahvaline vakıftır; sefir sahib ve büyük küçük Hindistan’da bulunan bil-cümle Afganlıları rından göstermek bu suretle bir takım esrar elde etmek için kendisine birçok para verilmiştir. Şahs-ı mezkurun nezdinde türlü türlü mülki ve askeri Afgan okunamamıştır ları vardı. Birkaç sandık dahi bir elbise ile dolu idi.” Baladaki mektubu dercettikten sonra Siracü’l-Ahbar diyor ki: “Bu gibi sahtekarlıkların önünü almak için muhbirimiz Afgan devleti tarafından gayr-ı resmi olarak birisinin daimi surette Dersaadet’te bulundurulmasını elzem görüyor.” § Siracü’l-Ahbar ’ın işbu fıkrasını tercüme ettikten sonra bu hususa aid Yeni Gazete ’de münderic bir fıkraya tesadüf ettik ki onu da aynen naklediyoruz: Kabil’de münteşir Siracü’l-Ahbar gazetesinin Kahire muhabirinin el-yevm Dersaadet’te bulunan Hind gazeteleri muhabiri Muhammed Veli Han hakkında bir takım neşriyyat-ı garazkaranede bulunduğunu duyan Hindistan ahali-i müslimesi Aligarh Mekteb-i Alisi me’zunlarından Nüvvab-zade Emirullah Han’ın taht-ı riyasetinde gayet muhteşem bir miting akdederek muhabir-i muma-ileyhin külliyyen hilaf-ı hakīkat olan neşriyatını tel’in ettiklerini ve Muhammed Veli Han’ın ma’ruf bir İslam mücahidi ve müslümanların emn ü i’timadını haiz bir zat-ı ali-kadr olduğu Peşaver’den Ali Abbas Hohdi[?] imzasıyle Makam-ı Sadaret’e telgrafla bildirmişlerdir.” Fakat bizce Muhammed Veli Han Efendi kendisini aynı zamanda Afganlı ve Siracü’l-Ahbar İdaresi’nce ma’ruf birisi gibi bildirmemiş olaydı haklarında vaki’ olan neşriyyata pek de ehemmiyet vermemek kabil olurdu. Sonra madem ki miting Nüvvab-zade Emirullah Han’ın taht-ı riyasetinde vaki’ olmuş o halde neden Makam-ı Sadaret’e çekilmiş telgrafı kendisi değil de Ali Abbas Hohdi[?] namında diğer birisi imza ediyor? Bir de; “Hakīkaten böyle bir miting akdedilmiş mi?” diye insana bir tereddüd geliyor. İşte Muhammed Veli Han Efendi’nin hüviyeti hususunda vicdanen bir re’y-i kat’i vermek için sarih cevablar isteyen birtakım sualler ve mülahazalar!... § Hindistan’da münteşir Zemindar gazetesi dahi Siracü’l-Ahbar ’ın baladaki fıkrasını naklettikten sonra kendi tarafından mealen atideki satırları ilave ediyor: “Bu haberi Siracü’l-Ahbar ’da okuyunca dünya gözümüzde karardı; teessürümüzden az kala boğuluyorduk. Şu adamı biz müfrit bir İslam muhibbi addediyor gazetemize gönderdiği muhaberat ve makalatı memnuniyetle dercediyorduk. Meğerse bu şeytani bir maksada hizmet ediyormuş. Binaenaleyh bugünden i’tibaren mezkur Muhammed Veli Han’ın bize gelip de vesaik-ı lazime ile kendinin bu isnadattan müberra olduğunu isbat edinceye kadar idaremizin kendisiyle hiçbir alakada bulunmayacağını i’lan ederiz.” Yurdunu Allah’a bırak çık yola; “Cenge!” deyip çek ki vatan kurtula. Böyle müyesser mi gaza her kula? Haydi levend asker uğurlar ola. Ey sürüden arkaya kalmış yiğit! Arkadaşın gitti yetiş sen de git Bak ne diyor cedd-i şehidin? İşit: “Durma git evladım... Uğurlar ola. Durma git evladım; açıktır yolun... Cenge sığansın o bükülmez kolun; Süngünü tak ön safa geçmiş bulun. Uğurun açık olsun uğurlar ola. Yerleri yırtan sel olup taşmalı! Dağ demeyip taş demeyip aşmalı! Sendeki coşkunluğa el şaşmalı! Haydi git evladım uğurlar ola. Yükselerek kuş gibi Balkanlar’a Öyle satır at ki kuduz Bulgara: Bir daha Osmanlıya güç sırtara! Git de gel evladım... Uğurlar ola. Düşmana çiğnetme bu toprakları; Haydi kılıçtan geçir alçakları! Leş gibi yatsın kara bayrakları! Kahraman evladım uğurlar ola.” “Balkan”ı bildin mi nedir hemşeri? Sevgili ecdadının en son yeri. Bir sıla isterdin a çoktan beri Şimdi tamam vakti... Uğurlar ola. Balkan’ın üstünde sızan her pınar Bir yaradır durmaz içinden kanar! Hangi taşın kalbini deşsen: Mezar! Gör ne mübarek yer... Uğurlar ola. Eş hele bir dağları örten karı: Ot değil onlar dedenin saçları! Dinle: Şehid sesleridir rüzgarı! Durma levend asker uğurlar ola. Ey vatanın şanlı gaza mevkibi Saldırınız düşmana arslan gibi. Haydi git haydi uğurlar ola. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib TEFSIR-İ ŞERIF Tercümesi: “Habibim; onlara de ki: “Eğer babalarınız evladlarınız kardeşleriniz zevceleriniz kavim ve kabile akraba ve teallukatınız kazanmış olduğunuz mallarınız durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaretleriniz hoşunuza giden evleriniz… sizlere Allah ile Peygamber’inden ve O’nun uğrunda cihaddan ziyade sevgili ise Allah tarafından gelecek belaya kurtarmaz!” * * * Sure-i Tevbe’ye mensub olan bu ayet-i kerime pek ziyade şayan-ı teemmüldür. Zira bu nass-ı kat’i-i ilahi biz müslümanların hal-i hazırda geçirmekte olduğumuz safahat-ı muhtelife ile tamamen münasebetdardır. Bununla beraber nezd-i ilahide makbul dareynde mes’ud olmak neye mütevakkıf bulunduğunu da bu ayet-i kerime ta’yin ediyor. Bu nass-ı celil dikkatle düşünülecek olursa bir zamanlar şan ve şevketleri bütün dünyayı tir tir titretmiş olan biz müslümanların bugünkü hal-i perişanda bulunarak herkesin hedef-i tahkīri her gün yeniden yeniye bir musibete bir belaya giriftar olmamızın esbab-ı hakīkıyyesi pek celi bir surette tezahür eder. Zaten biz müslümanlar Kur’an-ı Kerim ’in ahkam-ı sarihasına muhalefet ettiğimiz ler türlü türlü felaketler eksik olmuyor! Kur’an-ı Kerim ’in kanun-ı fıtratın ahkam-ı la-yetegayyerine boyun eğmediğimiz içindir ki; Kahhar-ı Zü’l-Celal bazılarımızı doğrudan doğruya ecanibin dest-i tezallümü altında müdhiş zelzelelerle yangınlar muharebelerle terbiye ediyor da yine bizde –maatteessüf– zerre kadar olsun bir eser-i Hiçbir kere elimizi vicdanımızın üzerine koyup da bu felaketlerden müteessir olarak kusurumuzu i’tiraf bunların esbab-ı tedafüiyyesini taharriye şitab etmiyoruz; Allah ne buyuruyor Peygamber ne emrediyor kulak vermiyoruz. Mesela tercümesi sadedinde bulunduğumuz şu ayet-i kerimeye dikkat edilirse her yerde müslümanların zillet esaret vadilerinde yuvarlanmalarının esbab-ı hakīkıyyesi pek a’la anlaşılmış oluyor. Çünkü bu nass-ı ezeli ana-baba evlad kardeş kadın kavm ü kabile mal ticaret ve meskene olan muhabbeti Allah Peygamber din vatan muhabbetine tercih edip de “din”in vatanın muhafazası için lazım gelen muaveneti malen bedenen kalemen fikren icab eden yardımı terkedenler hakkında pek şiddetli bir tehdid-i ilahidir. Bu tehdid-i ilahi bu itab-ı ezeliyi teemmül ettikçe insanın bütün a’sabı ihtizaz ediyor ruh-ı beşer derin bir mülahazaya varıyor. Ana-baba ki insanların bais-i hayatıdır elbette bunlara karşı her insanda fıtri bir muhabbet daimi bir hürmet bulunmak lazımdır. Bu lüzuma vicdan-ı beşer şehadet ettiği gibi kanun-ı fıtrisi de bu şehadeti te’yid eder. ki bu da tabii bir şeydir. Zira evlad insanın doğrudan doğruya kendisinden kopma bir cüz’ü olduğu gibi kardeş de kendinin geldiği asıldan gelmiştir. Bu cihetle bir uzvu makamındadır. Hususıyle bunlara karşı da ibraz-ı muhabbet etmek şer’ ile müeyyeddir. ne de büyük bir muhabbeti olacağı şübhesizdir. Çünkü bunlardan evvelkisi insanın ser-yoldaşı ikincisi de min-cihetin kardeşleridir. Bununla beraber ekseriya insanın müreffehen yaşaması akraba ve teallukat kavim ve kabile iledir. İşte bunun meskenlere de tabii bir muhabbeti olacağı derkardır. Çünkü bunlar olmayınca insan hiçbir emeline nail olamaz dünya ve ahiret saadetinden mahrum kalır. Hatta öz hayatını bile muhafaza edemez. Meşhur kelamdır: Mal canın yongasıdır derler. Şu halde bunların hepsi insanın ihtiyacat-ı zaruriyye-i hayatiyyesindendir. Binaenaleyh bunlara karşı ebedi bir muhabbeti vardır. Fakat bu ta’dad ettiğimiz şeyler insanın ihtiyacat-ı zaruriyye-i hayatiyyesinden olmakla beraber bunlar hiçbir vakit yalnız başına insanın maddi ve ma’nevi saadetini te’min edemez. Bunların fevkinde bir şey daha vardır ki beşeriyeti mes’ud eden ancak odur: “Din” yani Cenab-ı Hakk’ın peygamberler vasıtasıyle tebliğ etmiş olduğu ahkam-ı Allah’ı peygamberi ahkam-ı Kur’an iyyeyi karşımıza aldığımız vakit ana-baba evlad kardeş… gibi şeylerin “hiç”den başka ne gibi bir mevki’i olabilir? İşte bunun için Hakim-i Zü’l-Celal hazretleri diyor ki: “Gerçi sizde babaya evlada kardeşe… karşı bir meyl-i tabii bulunmamak kabil değildir. Fakat bunlara olan meyl ve muhabbetiniz Bana Peygamber’ime tebliğ etmiş olduğum kanun-ı ezeliye olan muhabbetinizden fazla olmasın! Din ve onun muhafızı olan vatan için bunların hepsini feda edin! Eğer böyle yapmazsanız Ben size yardım etmem! Bu suretle dünyada başınızdan felaketler eksik olmadığı gibi ahirette de azab-ı elimden yakayı kurtaramazsınız!” Evet; nezd-i ilahide sevgili olmak dünya ve ahirette saadet ve selamete nail olmak isteyenler Allah peygamber din vatan muhabbetini herşey üzerine tercih ederler; dini vatanı uğrunda babasını evladını kardeşlerini bütün mal ve menalini kavm ü kabile muhabbetini hissini feda eder de yine kalbi müsterih olur. Çünkü onun indinde en sevgili şey din vatandır. Bir milletin efradı din vatan muhabbetini herşey üzerine tercih ederse o millet ölmez yaşar; dünyada ahirette saadet ve selamete erer. Zira onların yardımcısı Allah’dır. Eğer bir milletin efradında din vatan hissi kalmaz babaya evlada kardeşe kadınlara kavim ve kabile akraba ve teallukata mal ve emlake saraylara olan muhabbetini din vatan muhabbetine tercih ederse dini vatanı muhafaza etmek için malen bedenen kalemen fikren muavenette bulunmazsa o miletin başından her türlü felaketler musibetler eksik olmaz; musibetin birisi gitmeden öbürüsü yetişir. En sonra o millet de makbere-i mezellete yuvarlanıp gider. Aksekili MUHTEKİRLERİN PENÇELERİ ALTINDA KIVRANAN KÖYLÜLERİ DÜŞÜNELİM bunları teker teker düşünmek isteyen basiretkar bir dimağ bile ateşin buhranlar içinde şaşırır kalır. Filhakīka hangi tarafa bakılsa nazara hunin bir sahne-i fecaat sönük bir levha-i sefalet çarpar. Hangi yaranın üzeri açılmak istenilse o uzvun kangren haline gelmiş olduğu görülür. Kişver-i Osmaninin hangi cihetine gidilse ma’nen maddeten mariz kötürüm bir kitlenin enin-i alamından başka asar-ı hayat duyulmaz. Uzak yılların topladığı yığın yığın felaket molozları altında didinen bugünkü bedbaht neslin seylabe-i zamanın yeni yeni hücumlarıyla ağır balçıklar kesif kumların rehgüzar-ı cak bir hale gelmiş olduğu müşahede olunur. tali’siz milletin ezelden felakete mahkum edilmiş olduğuna hükmedeceği gelir. Şanlı bir milletin acz-zede evladı zinde ve mes’ud bir ırkın hasta ve sefil ahlafı görülmek istenilirse bir feyfa-yı sefalet olan bedbaht memleketimizi gezmelidir. En büyük şehirlerden en küçük kasabalara en kalabalık beldelerden en izbe köylere varıncaya kadar hiçbir mahal hiçbir kasaba hiçbir köy hiçbir kulübe bulunmaz ki orada girmiş olduğuna kanaat edilmesin. Bu dertler bugünden tedavi edilmez o yaralar ihtimamkar ve mahir ellerle vaktiyle sarılmazsa hastalık müzmin yara da kangren haline girer. Sonradan koparılacak telaşlar yapılacak tedbirler edilecek tedaviler hiçbir faide te’min edemezler. zülmelidir ki tedavileri esasları aranılabilsin. Gizlenen bir hastalığın şifayab olması şöyle dursun belki mürur-ı zamanla bütün bütün vahamet-engiz bir devreye girmesi muhtemeldir. Mevcudiyetimizi kemiren varlığımız bünyadını sarsan hastalıklar o kadar çok o kadar mütenevvi’ o derece karışıktır ki en muktedir en hazık sosyologlar bile bunları birbirlerinden mümkün değil tefrik edemezler. Maamafih bütün bu fenalıkların yegane bir menba’ı bütün bu hastalıkların tek bir sebebi vardır. Bu menba’ kurutulur o sebeb izale edilirse hastalıklar da tedricen şifayab olmak isti’dadını alabilirler. Evet emraz-ı ictimaiyyemizin yegane menba’ı cehl sefalet-i milliyyemizin sebeb-i hakīkīsi cehl bütün felaketlerimizin menşe’-i esasisi yine cehldir. Kitle tenvir edilmedikçe köylülerin fikri açılmadıkça ümid-i felah beslemek kadar abes bir şey olamaz. Köylüye onun anlayacağı bir lisanla her hakīkat tekrar tekrar söylenilmeli lünce önüne geçmeli o yolda yürümekten kendisini men’ etmeli. Köye her şeyden evvel muntazam mektep açmalı. Buralara hem çocuklarını hem babalarını kurtaracak tenvir edecek fedakar muallimler göndermelidir. Cehl sebebiyle değil midir ki cihanın en münbit ovalarını en mahsuldar mezraalarını en feyyaz nehirlerini havi olan Anadolu bugün bir harabezar-ı sefalet halinde bulunuyor. Cehl sebebiyle değil midir ki ticaret-i bahriyye-i aleme merkez-i ihracat olmak isti’dadını haiz olan limanlarımızda Osmanlı bayrakları yerine ecnebi sancaklarını hamil gemiler dolaşıyor. Cehl sebebiyle değil midir ki memleketin gencine-i serveti olan ormanlar ahali tarafından cayır cayır yakılıyor. Yine cehl sebebiyle değil midir ki pek çok kıymetdar ma’denler pek mebzul petrol menba’ları Anadolu’nun sine-i metrukünde gömülü kalıyor. Yine bu menfur sebeb saikasıyle değil midir ki biçare köylülerimiz senelerce didinerek çırpınarak çalıştıkları halde kūt-i la-yemutlarını bile tedarikten aciz bulunuyorlar semere-i sa’ylerini başkalarına iktitaf ettiriyorlar. Köylülerimizin ne oldukları bellisiz tabiiyetleri meşkuk seciyeleri bozuk ahlakları rezil bir takım insafsız erbab-ı ihtikarın pençe-i kahharları altında ezilmekte oldukları na-kabil-i aileler söndürerek birçok hanümanlar yıkarak az bir müddet zarfında mal-ı Karun’a malik olmuş bi-payan servet ü saman iktisab etmiş nice nice derbederler gösterilebilir. Anadolu’nun en hücra köşelerine kadar sokulmuş olan bu acib mahlukların en ziyade kazanç te’min ettikleri mahal Arazisinin Huda-dad kudret-i inbatiyyesi köylülerinin tervic-i meramlarına müstaid bir halde bulunmaları memleketin Avrupa ile muntazam vesait-ı iştirake malik bir limanla müntehi olması gibi esbab-ı muraccaha bu gibi tufeyliyatın yet etmiştir. Bu herifler guya perverde ettikleri fevka’l-had muhabbet ve samimiyetin icabatı olduğundan bahisle suret-i haktan görünerek köylülere mahsul idrak etmeden evvel bol bol paralar ikrazından çekinmezler. Köylü şehre indiği zaman onu arkasına takarak Kramer gibi şehrin en müzeyyen en mükemmel birahanelerine götürür En sadik en iyi kalbli bir dostu olduğuna dair saf köylüye Bu gibi mel’anetlerle köylünün kalbini teshir eder. Ona birçok masraf kapıları açar; lüzumlu lüzumsuz pek çok masraf ettirir. Bir köylünün işine yaramayacak bir çok şeyler te’diyeden çekinmez. Buna mukabil köylüden istediği şey faiz-i mürekkebi de üzerine zam edilmek şartıyle mahsul zamanında ödenmek üzere birkaç satırlık bir senedden ehemmiyetsiz bir kağıddan ibarettir. Köylü böyle bir sened vermekte asla tereddüd etmez ve o kağıda imza attığı zaman köylü kendi kendinin fetva-yı mahvını imzalamış olur. Fakat zavallı köylü bunun farkında bile olmaz. Bilakis kendinin ve ailesinin sebeb-i iftiharı olan bu herife ebediyyen minnetdar kalır. Şehirde sürdüğü zevkli ve dil-rüba saatlerin hatırat-ı müsahharıyle pür-meserret ve inşirah köye avdet eder. Zavallı adam! Sırtlan kadar hain yılan kadar insafsız şeytan kadar mel’un olan bu sefilin şeytanetleri seni ne felaketlere ne girdablara sürüklediğini farketseydin farkedecek kadar ama-yı cehlden kurtulmuş olsaydın koşa koşa bu mel’unun dam-ı iğfaline düşeceğine ondan bir yılan kadar ürker bir sırtlan kadar korkar bir şeytan kadar nefret ederdin. Fakat heyhat!.. Köyüne avdet eden bu biçare bağında tarlasında bahçesinde aylarca çalışır ailesiyle çocuklarıyla birlikte didinir uğraşır rahat ve huzur yüzü görmez. Güneşin ateş-i harareti karşısında yanar kavrulur. Nihayet bu kadar metaibi müteakıb bütün bir senelik sa’yin mükafatı olan mahsulü elde eder. Zavallının yüzü gülmeye başlar. Va esefa ki çok geçmeden bu tatlı hülyadan uyanır hakīkatin meraret-i alamını duyar kendisi tarlasında bağçesinde çalıştığı yıprandığı yandığı zamanlarda şehirdeki kaşanesinde müdebdeb arabalar mutantan konaklarda eğlenceli tiyatrolarda peri-peykerlerin har ve nuşin agūşları arasında zevkler safalar sürmüş olan eski dostunun –laşeye üşmüş kartal gibi– başı ucuna dikildiğini görür. Bir acz-i mütevekkilane ile semere-i sa’yini bu herifin dendan-ı ihtirasatına teslim eder. Elleri koynunda hasir ve zelil yalın ayak çırçıplak çocukları yıpranmış güneşin karşısında yanmış kararmış perişan zevcesiyle kulübe-i ahzanına döner. Maamafih bütün bu mahsulü o sefil muhterise teslim etmekle beraber yine borcdan kurtulmuş olmaz. Bir senelik sa’yi ancak borcunun faizini kapatabilmiştir. Halbuki sene-i atiyye mahsul zamanına kadar köylü yiyecek giyecek gibi mübrem ihtiyaclara ma’ruzdur. Zavallı ihtiyacat-ı mübremesini tesviye edebilmek için çaresiz yine bu dostun kise-i semahatine iltica etmekte muztar kalır. Şehre iner yine istikraz başlar. Bu def’a duş-ı zaifine yüklenen daha ağır bir borcun yorgunluğunu bir-iki günlük şehir hayatının zevk-i nuşini ile izale etmeye çalışır. Daha ziyade ihtiyarlamış daha ziyade sarsılmış olduğu halde sendeleyerek köyüne avdet eder. Bu suretle seneden seneye borç çoğalır. Bütün bir ailenin bir senelik mesai-i mütemadiyyesi artık borcun faizini bile tesviye edemeyecek bir hale gelir. O vakte kadar tatlı dilli rahim kalbli beşuş simalı iyi bir dost olan herif birden bire değişir surat ekşir. Merhametten eser kalmaz; muamele barid bir şekil alır. Borçların tamamen tesviyesi için köylü sıkıştırılır tehdid edilir. Eski dostluğa hürmeten biraz daha para verileceği va’diyle tarlanın veya bahçenin kendi üzerine devredilmesi lüzumu ortaya atılır. Maamafih muhabbet-i kadime payidar olduğundan tarla veya bahçede yine köylünün çalışmasına müsaade edileceğine söz verilir. Aç ve bi-ilac kalmış boğazına kadar borca dalmış olan köylü sevk-i ihtiyacla bi’z-zarure dostun bu teklifine muvafakat gösterir. Aba vü ecdadından miras kalan o zamana kadar bütün bir nesli besleyen tarlayı veya bahçeyi bu insafsız muhtekire satmaya mecbur kalır. Kendi halinde marabacılık etmeye başladılar. Bu araziden başka suretle daha çok istifade edebileceğini hissettiği gün evvelki dostluğu köylünün senelerce olan hizmetini ayaklar altına alarak biçareyi büsbütün koğar. Vaktiyle bağ bahçe arazi emlak sahibi olan bu zavallı elleri böğründe ailesiyle beraber sefil ve perişan sokaklara düşerler. Bütün bir aile bu suretle mahv u harab olur gider. Ne feci’ akıbet!.. Her gün binlerce misalleri görülen bu feci’alara bir çare düşünülmezse emin olmalıdır ki çok geçmeden Anadolu’da emlak ve arazi sahibi bir İslam kalmayacaktır. Bugün sefil ihtiraslar peşinde mest ü medhuş koşanlar bu hale bir çare düşünmez köylülerimizin tenvirine çalışmasına onlara doğru yollar göstererek bu gibi sefil muhtekirlerin pençe-i hun-aşamından kurtarmazlarsa yarın ayıldıkları zaman kendilerini pek feci’ pek dil-suz manzaralar karşısında bulacaklardır. O vakit koparılacak; Eyvah ne yar ne diyar kaldı! vaveylasının hiçbir faidesi olamaz. TEDRISAT VE TERBİYE-İ AHLAKIYYE Bir hey’et-i ictimaiyyenin rükn-i i’tilası kendisini teşkil eden ferdlerin fezail-i hulkıyyece olan tekamülleridir. Necabet-i hulkıyyeden mahrum bulunan ferdler ne kadar münevver ne derece tahsil görmüş ne nisbette vakıf-ı san’at bulunmuş olurlarsa olsunlar hey’et-i ictimaiyye bu ferdlere Zahiren muhteşem ve debdebedar görünse bile hakīkat-i halde arzettiği haşmet ve kuvvet zahiri ve suridir. Görülen şey bir cila-yı muğfilden ibarettir. Böyle bir hey’et çürümüş kof ve herem-dide fakat üzeri boyanmış bir binaya benzer. Vehle-i ulada nazar-rüba ve muazzam bir şekil arzeder. Fakat içine girilip her taraf tedkīk edilir üzerindeki cila-yı muğfil kazılırsa köhnelik bütün uryanlığı bütün çürüklüğü O zaman bu muazzam bina şiddetli bir sarsara kuvvetli bir zelzeleye mukavemet edemeyecek bir halde çürük ve temelsiz olduğu anlaşılır. Germ ü serd-i zamanla bünyadı sarsılan temelleri çürüyen bölme duvarları vaz’iyet-i şakūliyyelerini gaib eden köhne ve asır-dide bir bina telvin edilmekle yenilenmez. Yine şiddetli bir rih-ı sarsar onu temelinden sarsar belki de büsbütün yıkar harab eder. Efradı terbiye ve ma’lumat-ı ahlakıyyeye bigane olan milletler de aynıyle böyle bir binaya müşabihdirler. Şiddetli bir ihtilac-ı dahili kuvvetli bir bad-ı harici onu sarsar devirir. Şu halde herşeyden evvel hatta ilimden kemalden evet herşeyden evvel efrad-ı millete fezail-i necibe-i ahlakıyyenin öğretilmesi temrin edilmesi icab eder. Fakat fezail-i ahlakıyye nerelerde ve kimler tarafından öğretilecektir? Vehle-i ulada bu suale; “Mekteplerde ve muallimler tarafından öğretilecektir” cevabı verileceğine eminim. Mekteb ve mualliminin terbiye-i etfal hususunda en büyük amillerden bulunduklarını izah ve i’tiraf etmiştik. Fakat çocuğun terbiye ve ahlakından münhasıran ve birinci derecede mes’ul olan mektepler değildir. Bir çocuk mektebe devam edebilecek bir sinne gelinceye kadar bütün zamanını aşiyane-i ailede ağūş-ı maderde geçirir. Çocuğun melekat-ı ruhiyyesi her şey’i kabule müstaid bulunduğu bu zamanda ananın babanın hemşirenin ve biraderlerin eve gelip giden komşuların komşu çocuklarının uşakların hizmetçilerin velhasıl çocukla temasda bulunan herkesin bu ma’sumun ahval-i ruhiyyesine az-çok bir te’siri olur. Te’sirat-ı mezkurenin tekerrürü çocukta temayülat-ı ahlakıyyenin esaslarını ihzar eder. Bir çocuğun bedenen ruhen te’sirat-ı hariciyyeden en ziyade müteessir mutazarrır olduğu zaman bu devredir. Maatteessüf çocuğa en az ehemmiyet verilen bir insandan ziyade bir oyuncak bir eğlence gibi telakkī edilen zaman yine bu devredir. Bu devrede çocuğun iktisab edeceği temayülat-ı hulkıyye –bilahare mekatib ve muhit-ı ictimaide gösterilen ihtimamlara parlak örneklere rağmen– ile’l-ebed kökleşir kalır. gelmiş bir meleke suretinde ta’rif ediyorlar. Çocuğun bu melekeyi iktisaba en ziyade müstaid bulunduğu zaman ise unfuvan-ı tufuliyyettir. Şu halde temayülat-ı ahlakıyyenin esasları bu devrede kurulduğu cihetle terbiye-i hulkıyyeden birinci derecede ebeveynin mes’ul olması iktiza eder. Çocuk mektebe devam etmeye başladığı zamanlarda bile hayatının en çok zamanını ailesi arasında geçirir. Çocuğun kalması muvafık olmadığından yirmi dört saatin mütebakī zamanını aile yuvasında geçirmesi iktiza eder. Maamafih mektep ve muallimlerin terbiye-i hulkıyyeye olan te’siratı da az ehemmiyetli değildir. mektep çocuğa yeni yeni temayülat veremese bile çocuğun evvelce iktisab etmiş olduğu fena huyları ta’dil iyi şimeleri tenmiye edebilir. Fakat mektebin bu hususdaki mesaisi müsmir ve müessir olabilmek için aile ve muhit-ı ictimainin de mekteble tevhid-i amal tevhid-i mesai etmiş olması lazımdır. Birinin yaptığını diğeri bozarsa çocuğun bir seciye-i sabite iktisab edebilmesine ihtimal verilemez. * * * Mekatibde ma’lumat-ı ahlakıyye dersleri ma’lumat-ı medeniyye dersleriyle birlikte tedris edilmektedir. Aynı usul Fransa mekatibinde de caridir. Fakat ma’ lu mat-ı ahlakıyye ve ma’lumat-ı medeniyye fenleri müstakil birer ders olduklarından biz de tedkīkatımıza o nokta-i nazardan devam edeceğiz. Ma’lumat-ı medeniyye dersleri birçok hususda ma’lumat-ı ahlakıyye ile nikat-ı müşterekeye malik olduklarını i’tiraf ederiz. Dürus-ı medeniyyenin memleketin teşkilat-ı umumiyyesi efrad-ı millete teveccüh eden vezaif-i mahsusaya aid ma’lumat-ı esasiyyesi ilm-i ahlakın vatandaşlık vezaifi vatandaşları hükumete rabt eden münasebat-ı ahlakıyye efradın hukūku gibi esasatına tevafuk ettiği şübhesizdir. Esasen ma’lumat-ı medeniyye ve ma’lumat-ı ahlakıyye arasındaki şu münasebet bunların bir ders suretinde gösterilmesine sebeb olmuştur. Fakat biz tedkīkatımızı daha esaslı yürütebilmek için bunlardan ayrı ayrı bahsetmeyi daha münasib görüyoruz. * * * Tedrisat-ı ahlakıyye ile terbiye-i ahlakıyyenin birbirlerine karıştırılmamaları icab eder. Terbiye-i ahlakıyye yalnız ahlak derslerine değil tedrisatın kaffesine nüfuz edebilmelidir. Tedrisat için muhassas olan zamandan terbiye-i ahlakıyyeye ayrıca bir vakit ta’yin edilemez. Fakat mualliminin bütün tedrisatına –gerek doğrudan doğruya ve gerek bil-vasıta– terbiye-i ahlakıyye esasatı girmelidir. Ders zamanlarında teneffüs vakitlerinde her yerde her anda terbiye-i ahlakıyye temrinatına devam etmek iktiza eder. Kıraet dersleri talebeye ezberlettirilecek ufak ufak manzum parçalar daima terbiye-i ahlakıyye nazar-ı i’tibara alınarak biye-i ahlakıyyeye hizmet edebilirler. Hele hesab mesaili bu hususda muallime pek güzel vesileler ihzarından geri kalmaz: Filhakīka talebenin zihinlerine kanaatkarlık fikr-i yerleştirmek için hesab mes’eleleri pek muvafık vesileler hazırlar. Teneffüs zamanlarında oyun vakitlerinde şakirdanın terbiye-i ahlakıyyelerine pek derin te’sirat bırakılabilir. Fakat bu te’siratı bırakabilecek kadar pedagojiye ve psikolojiye vakıf muallimler mubassırlar ister. Genç dimağların terbiye-i ahlakıyyesinde en müessir amiller mektep dahilinde mubassırlar ve mektep haricinde ebeveyn ve efrad-ı ailedir. Bu hususda muhit-ı ictimainin de te’siratını ehemmiyetsiz telakkī etmemelidir. mektep mubassırları fezail-i ahlakıyyenin birer timsali olmaları icab ettiği gibi şakirdanın ahval-i ruhiyyesine nüfuz edebilecek bir nazara onların kusurlarını –izzet-i nefislerini zedelemeksizin– ta’dil edecek bir iktidar ve meziyete malik olmaları iktiza eder. Fikrimce mekteplerde herşeyden ziyade mubassırların evsaf-ı lazimeyi cami’ zevattan olabilmelerine i’tina edilmelidir. Mubassırların mekatib-i aliyye me’zunları arasında intihabları elzem ise de maatteessüf şimdilik bu hal mümkün olamadığından hiç olmazsa tedrisat-ı taliyyeyi ikmal etmiş ahlak ve etvarı mazbut zevat arasından seçilmeleri lazımdır. Mubassırlık pek ali pek mukaddes pek mühim bir vazife olduğu halde bizde ehemmiyetinin layıkıyle takdir edilememesi şayan-ı teessüfdür. Nesl-i atinin terbiye-i ahlakıyyesinden mes’ul olan zevatın ne kadar iktidar ve mezayayı cami’ olması iktiza edeceğini –gayet basit düşünenler bile– takdir ederler. Mubassırların harekatı şakirdana karşı olan tavr ve muameleleri onların dimağlarında payidar izler bırakırlar. Mubassır her hareketi her muamelesi her sözüyle şakirde fezail-i ahlakıyyenin bir nümunesini göstermelidir. Şakirdan arasında hiss-i uhuvvet ve samimiyyetin teessüsüne birinci derecede hizmet edecek mubassırlardır. Mubassır lede’l-icab şakirdanın dersce olan müşkillerini de halledebilmelidir. Talebe ile en ziyade temasda bulunan mubassırlardır. Şu halde talebenin melekat-ı ruhiyyesine en çok te’sir icra edenlerin de yine mubassırlar olması iktiza etmez mi? Mubassır basiretkar bir psikolog tecrübe-dide bir pedagog olmalıdır. Mubassır talebenin kalbini kırmaksızın izzet-i nefsini zedelemeksizin ruhunu incitmeksizin kusurlarını ıslah huylarını ta’dil edebilmelidir. Bu da bu hususda derin bir vukūfa vasi’ bir ma’lumata sebatkar bir azme uzun bir tecrübeye mütevakkıfdır. Üç-dört yüz guruş bir maaşla bu gibi evsaf ve mezayayı cami’ adam bulmak bittabi’ muhaldir. Mubassırlık için bol tahsisat i’tasından çekinmemelidir. Fakat bu tahsisatı almaya bi-hakkın layık zevat intihabı da en mühim bir mes’ele olduğunu unutmamalıdır. Mubassırlığı layık olduğu dereceye ıs’ad etmelidir ki erbab-ı fazilet ve iktidar seve seve bu vazifeyi der-uhde etsinler. Makalat-ı atiyyede münasebet düşürdükçe bu mühim mes’ele hakkında daha ziyade teşrihata girişilecektir. AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Afganistan tahtına cülus ettikten sonra ve İngilizlerin hareketlerini müteakıb tanzim-i umura ibtida eyledim. Taht-ı hükumetimde her şehirden büyük ve ehemmiyetli olanlara gayet değerli zevatı bilad-ı mütevassıtaya oldukça kabiliyetli kimseleri ta’yin ettim. Her şehire ta’yin ettiğim me’murin ve yaptığım teşkilat şunlardan ibaret idi: Hakim katib hey’et-i kalemiyye; kadi ve müfti; zabıta me’muru polis idaresi; ticaret idaresi ve ticaret meclisi. Memleketin varidat ve gümrükler ile askeri masrafına bakmak üzere idare-i maliyye. Bil-umum vilayattaki kabail ve tavaif rüesasına emirnameler yollayıp asayişi muhafaza etmeleri ve ahaliye müşfikane muamele eylemeleri lüzumunu bildirdim. Bu suretle hareket ederlerse eltaf-ı mülukaneden nail olacaklarını söyledim. Rusya’da bırakmış olduğum haremimle oğullarım Habibullah ve Nasrullah Hanları getirmek üzere sadık adamlarımdan birini gönderdim. Keza Kahdehar’da bulunan akraba ve teallukatımı getirip Kabil’de iskan ettim. Molla Atikullah Sahib-zade’nin kerimesi olan bir kız ile –ki validesi akrabamdan idi– Zilhiccesi’nde izdivac eyledim. Bu izdivac amcam Serdar Yusuf Han’ın hanesinde ve müşarun-ileyhin vasıtasıyle vukū’ buldu. Çocuklarımın en küçüğü olan Muhammed Ömer Han da bu kadından dünyaya geldi. Hülasa az müddet içinde validemi hemşiremi zevcelerimi çocuklarımı ve bütün aile ve teallukatımı nezdime celb ve cem’ ile on iki sene süren avarelik zahmetinden sonra bana bu ni’met ve ikbalimi ihsan eyleyen Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar ettim. * * * Memlekette isyan ve ihtilal emareleri peyda olmaya başladığından me’murin-i hafiyye ta’yin ederek halkın akval ve ef’ali hakkında rapor vermelerini emreyledim. Bu sayede bana dost ve sadık bulunanları anlayıp kendilerine dostane muamele ettim. Efkar-ı hasmane perverde eyleyenleri fitne ve fesad muharriki olanları da siyasetgaha gönderdim. Müteveffa Şir Ali Han’ın bendesi olan bazı ulema ile asi sergerdelere kendi fiillerine göre ukūbat-ı şedide icra ettirdim. Bütün zamanımı bunlarla geçiriyor ve evamir-i lazimeyi –başkalarının beceremeyeceğini bildiğim için– kendi elimle yazıyordum. En ziyade beni düşündüren iki nokta vardı. Biri; asker ve sairenin maaş ve masrafı için lazım olan nakid para yoktu. değildi. el mengeneleriyle gümüş üzerine sikke basıyordu. Çünkü o vakit sikke makineleri olmadığından el makineleriyle Avrupa darbhanelerinde kullanılan makinelere malikiyetle müftehirim. Sırası geldiği gibi bunlardan bahsedeceğim. biraz para vermişti. Bunları erittirip yüzde altı nisbetinde bakır karıştırttıktan sonra Kabil rupiyesi bastırttım. Gümüş sılmasını da me’murlarına emrettim. Bu sayede epeyce bir menfaat husule geldi. Hükumet-i sabıka zamanında bazılarının istikraz bazılarının yağma bazılarının da emanet suretiyle aldıkları mebaliğın ları getirip teslim eylediler. Getirmeyenlerin icbarı için de me’murlar tavzif ettim. Varidat-ı memleketin ta’yini bakayanın kamilen tahsili zımnında muhasebe idaresi teşkil eyledim. Nagehani bir hadise vukū’unda amade-i müdafaa bulunmak üzere mühimmat-ı harbiyye ve levazim-i nakliyyenin lüzumu kadar cem’ ve ihzar olunmasına emir verdim. lunmamasına rağmen mümkün olduğu kadar el ile tüfenk ve fişenk yaptırıp top döktürmeye gülle i’mal ettirmeye başladım. Bereket versin ki pederimin taht-ı riyasetinde ve benim nezaretim altında ceddimin yaptırmış olduğu el ile ların ıslah u tevsi’iyle i’malata başladım. Vaktiyle ahalinin hükumet silahhanesinden yağma etmiş olduğu yahud kendi malı bulunup da satmak istediği silahların bedeli verilerek alınması hakkında bir emir ısdar ettim. Bu tedbir ile az müddet içinde epeyce silah ve mühimmat Müteveffa Şir Ali Han ümerasından değerli birkaç zat ile Rusya’ya azimetimden evvel hizmetimde bulunan ehliyetli zabitanı iş başlarına geçirip askeri teşkilatı yaptım. Hükümdar-ı esbak zamanından beri bir usul cari idi ki ahaliyi cebren askere alırlardı. Bunu kaldırıp herkesin meyl-i kalbisi ile askere girmesini şart koydum. Her tarafta kışlalar hastahaneler ve askeri mektepler te’sis ettirdim. Yolcuların te’min-i seyahati için yollara muhafızlar ikame eyledim. Bila-havf seyr ü sefer eylemeleri hususunda memleketimin tüccarına te’minat verip tezyid-i ticaret için teşvikatta bulundum. Yollar yapmaları misafirhaneler bina etmeleri hülasa her vechile yolcuların istirahatlerini te’min eylemeleri hakkında hükumet mühendislerine emirler verdim. * * * Hükumetin bir şekl-i sahih-i intizam kesbetmesi için ibtida-yı saltanatımdan i’tibaren ne kadar ve ne yolda çalıştığımı ta’rif eylemekten acizim. Fakat Afgan hükumetinin benden evvelki hali ile şekl-i idaresine dair biraz izahat vereyim: Fıkarat-ı meşhuredendir ki: Bir zat birkaç amele çağırmış müstevfi ücret verip; “Filan tarihe kadar bana bir bağ dikin; etrafına duvar çevirin!” demiş. Herifler parayı alıp yemişler. Vakt-i muayyenin hululünde de o zatı alıp işlenmiş bir araziye götürmüşler; “İşte ısmarladığınız bağ!” demişler. Bağ sahibi bakmış ki kuru topraktan başka bir şey yoktur: – Hani üzüm kütükleri? sualinde bulunmuş. – Kütüklerden başka herşey hazır! cevabını vermişler. – Bağın sulanması için ark açılmamış demiş. – Arktan başka herşey hazır! mukabelesinde bulunmuşlar. – Etrafa duvar çekilmemiş; hatta zemini bile sürülmemiş! – Duvardan nadastan başka herşey hazır! cevabını almış. dı fakat lazım olan hiçbir şey yoktu! Kabil ile şark ve cenub hududlarının tertib ve tanzimine başladığım anda Serdar Abdullah Han-ı Tuhi’yi Bedahşan hükumetine şimal ve garb cihetlerini muhafaza ile beraber evamir-i sadıram mucebince hareket etmeleri için amca-zadem Serdar Muhammed İshak Han’ı da Serdar Abdülkuddus Han ile Türkistan vilayetine gönderdim. Memleketimin cenub ve şark cihetleri İngilizlerin elinde ve onlar tarafından Kandehar valisi olan Vali Serdar Şir Ali Han’ın taht-ı tasarrufunda idi. Bir müddet sonra İngilizler vali-i müşarun-ileyhi Kandehar’dan Karaçi’ye gönderdiler ve senesi Cumadelulası nihayetlerine doğru Kandehar’ı bit-tahliyye bana teslim eylediler. Ben de orasını Afganistan vilayatı idadına idhal ettim. ri esbab-ı atiyyeden münbais idi: – Muhammed Eyyub Han Kandehar’a hücum etmek muştu. Şir Ali Han’ın ise müşarun-ileyhe karşı duracak kuvveti yoktu. Zaten evvelce de mukabelede bulunup adem-i – Kandehar ahalisiyle sair İslam cemaatı Ali Şir Han’ı sevmiyordu. Çünkü müşarun-ileyh pek ahlaksız bir adam çekerdi. – Kandehar’ın Afganistan’dan ayrı tutulmasına ben de rıza göstermemiş ve bu maddeyi kat’iyyen imzalamamıştım. Zira Kandehar ecdadımın memleketi ve Afgan hükümdarlarından bazılarının payitahtı idi. Esbab-ı mesrude sevkıyle Şir Ali Han’ın teb’idi ve memleketin bana teslimi esnasında epeyce tereddüd göstermekle beraber kabul ettim. Tereddüdüm ise bazı mütalaalardan Evvela; biliyordum ki Kandehar’ın tanzim-i umuruna meydan vermeksizin Eyyub Han hücum ederek beni mukabeleye ve Kabil’den uzaklaşmaya mecbur eyleyecekti. Saniyen; Eyyub Han ile harb için hareket ettiğim gibi daha inkılab halinde bulunan Kabil’de iğtişaş çıkacaktı. Salisen; Kandehar olmayınca Afganistan saltanatı burunsuz bir surat yahud kapısız bir kale gibi kalacaktı. Bense ecdadımın payitahtını tasarruf hususunda terahi gösterecek derecede korkak ve cür’etsiz bir adam değildim. Binaenaleyh işin fevaid ve mazarratını düşünüp mevki’imin muhataralı olduğunu anlamakla beraber mütevekkilen alallah Kandehar’ı kabul ettim ve Serdar Haşim Han’ı valilikle oraya i’zam eyledim. NASIRUDDIN ŞAH DEVRİ Mirza Takī Han’ın Mağduriyeti – Kanun-hahların Babilik’le Şah’ın Keyfiyet-i Katli Her nokta-i nazardan menafi’leri yekdiğerine uyan İran ve Osmanlı Memalik-i İslamiyyesi’nin tali’leri de birdir. Türkiye’de mezalim-i Hamidi canlar yakarken İran dahi Nasıruddin Şah gibi bir müstebiddin taht-ı zulm ve istibdadında merhum Midhat Paşa gibi bir dahi-i vatan-perverin teb’idi ve şehadeti ile başlanmış idi. Nasıruddin Şah dahi İran rical-i vatan-perveranından Mirza Takī Han emir-i kebirin katli ve onun te’sis-kerdesi olan Şura-yı Devlet’in ilgasıyle hum ıslahat-ı terakkī-perveranesiyle ma’ruf olan eazım-ı ricaldendir. Maksadı İran’da kanuni bir hükumet idaresi vücuda getirmek idi. İlk def’a olarak Avrupavari hey’et-i vükelayı teşkil eden ve umur-ı devletin idaresini ayrı ayrı nezaretlere taksim eden o olmuştur. Şah-ı müstebiddin meyl ve tabiati hilafına olarak Mirza Takī Han Avrupa’ya talebeler üzere mektepler te’sis ediyordu. Hal-i hazırda mevcud olan Tahran Darülfünunu dahi o vezir-i maali-zamirin asar-ı terakkī-perveranesindendir. Bütün bu gibi ıslahatının ruh ve esası olmak üzere Sadrazam Mirza Takī Han daha büyük bir proje ile de uğraşıyordu. O da gerek vatanın gerek vatan efradının hukūk ve vezaifini mübeyyin kanun mecelleleri meydana getirmekten sini ilga etmek onun yerine kanuni bir istibdad işlek bir bürokratizm vaz’ etmek idi. Asıl felaketini mucib olan da bu fikri oldu. O büyük vatanperverin bu büyük fikri henüz genç olan Nasıruddin Şah’a başka bir yolda te’vil edildi. “Sadrazam takım ağraz besliyor!” diye itham edildi. Bunun üzerine şüb helenen padişah azlini ve Kaşan’a teb’idini irade etti. Sonra verilen evamir-i hafiyye üzerine mesmumen katlolundu. sene-i hicri * * * Mirza Takī Han emir-i kebirin katlini müteakıb Nasıruddin Şah bir devre-i vehm ü cinnet geçiriyor. Tac u tahtının daima erbab-ı “fesad” tarafından ma’ruz-ı helak olduğundan korkuyor. Bunun için de her daim tedabir-i tahaffuziyyede bulunuyor. Bu müdafaa-i nefsi birçok erbab-ı zekanın katl-i nefsini teb’id ve habsini mucib oluyor. Erbab-ı fazl ü maarifde kanun-perestlik emeli duyularak vesail-i muhtelife “Kanun yolunda şehid olan erbab-ı namusun haksızca dökülen kanları ahali üzerine su-i te’sir etmesin!” diye Nasıruddin Şah pek elverişli caniyane bir usul de bulmuş du. İranileri kendine maddeten esir etmek için şah halkın ma’neviyatına icra-yı nüfuz eden bir takım münafık mollalardan muzaheret ve muavenet görüyordu. O vakitler Nasıruddin Şah suret-i haktan görünerek İslam’ı müdafaa etmek bahane-i zahirisiyle Babilere i’lan-ı harb etti. Ve sınıf-ı ruhaniyyunun kamilen teveccühünü kazanmak üzere Babilere karşı gayet şiddetli davrandı. Mezheb-i cedide salik olanları katl-i amma kadar vardı. Rüesa-yı Babiyyeyi türlü türlü işkencelerle i’dam ettirdi. Mesela ser-amedan-ı Babiyyeden Süleyman Han’ın bedeninde mumlar yaktırarak kendisini bir suret-i feciada öldürttü. Bu cinayetler avamın alkışları vicdaniyyeye karşı ittihaz olunan bu gibi tedabir-i zecriyyenin netice-i mün’akisesi dahi görülmekte idi: Mazlumiyetleri onlara mütefekkirin nezdinde bir ma’neviyet bahşediyordu. Fakat Babilik töhmetiyle birçok Babi olmayanlar da öldürülüyordu. Zamanının ta’birince kendilerine “kanun-hah” namı veren ahrardan birçokları da; “Babi rüesasındandır.” diye ala-mele’i’n-nas i’dam edilir işkencelere uğratılıyor idiler. Louislerin Charlesların aleyhine kıyam edenlerin Katoliklik’in düşmanı olduklarını Sultan Hamid’e karşı hareket edenlerin Şeriat’i istemediklerini mukadderat-ı memleketi şahların keyfi değil kanunun ta’yin etmesini taleb edenlerin de Babi olduğunu iddia etmişler! Tuhaf değil mi?.. Dini şahların istibdadına vesile olmak dereke-i inhıtatından kurtarmak şahların keyfi idarelerini kavanin-i medeniyye Babilikle müttehem oluyorlardı. Halbuki içlerinde Babiliğin cidden muarızı fikren düşmanı olanlar memleketin halası den Babiliği hatta muzır bilenler onunla mübareze edenler de az değil idi. * * * Erbab-ı vicdanın vücudu gibi memleketin menabi’-i servet ve i’tibar-ı malisi dahi büyük bir helake ma’ruz idi. Ahaliden türlü türlü vesilelerle toplanan beytülmal şahın bahiyyesinin esiri temayülat-ı garamiyyesinin dest-giri idi. Ahlak-ı redieden bir şah hissesi alan bu erkek üç yüzlük bir kadın sürüsüne horozluk ediyor idi. Bir ordu teşkil eden saray kadınlarına onların maiyyetine me’mur huddam ve cariyelere mahsus olmak üzere bil-cümle köşk sayfiye ve saraylarda hususi daireler yapılmış idi. Şimdiki halde Nasıruddin Şah’dan kalma hangi bir köşk ve saraya bakılırsa het-i hümayunun hadd ü gayesi yok idi. Şahın sevgili bir hayvanı rical-i memlekete tefevvuk edercesine bir tertibata malik idi. Şöyle ki; kendine mahsus dairesi hademesi karakolları katibleri arabaları evamir ve feramini afv u kahrı olan huzur-ı mülukanede şefaat etmek salahiyetine malik bulunan bir “gurbe-i hümayun” “Berber Han” namında bir kedinin gebermesi üzerine ekdar u alam-ı şehenşahinin derece-i teessürü rivayat-ı ma’rufedendir. Bir başvekil kadar debdebe ve celale malik olan kedinin tabiblerin tedavisine rağmen telef olması üzerine şaha arız olan dalgınlığı ancak “Meniçe” namında bir çocuğun muhabbeti teskin edebilmiştir. Nasıruddin Şah’ın sefahetine misal olmak için “kerbe-i hümayun” hikayesiyle kifayet ediyoruz. Sair sefaletlerinden bahse ise ne makalemiz ne de vaktimiz müsaiddir. Fakat bu kadar bilmelidir ki devre-i Nasıri İran tarihinin en muzlim bir devresidir. Bütün İran’da şah ve her vilayette dahi o vilayetin şah-ı mutlakı olan derebeyleri tasavvura gelmeyen mezalim köle telakkī ederek istedikleri muameleyi esirgemiyor istedikleri Kuvve-i teşriiyye icraiyye ve kazaiyyeyi ellerinde bulunduran ve aynı zamanda da mellak bulunan bu derebeyleri bu şehzadeler hanlar kendilerini neuzü billah halkın ufak bir rabbi gibi telakkī ediyordular. Zaten onlar şahı “zıllullah” kendilerini de o “zıll”dan bir parça addediyorlardı. Bu Allah gölgesi iddiasına kalkışanlar halkullahın başına cehennem ateşleri savuruyorlardı. “Beyar” dedikleri cebri usul üzerine köylüleri kendi tarlalarında bedava olarak istihdam ediyor ve istedikleri meşakta kendilerini kullanıyorlardı. Birçok derebeyliklerinde “hakk-ı bekaret” diye bir resm dahi vardı ki bu resmin bazı hanlıklarda zifaf gecesinden evvel han sarayına gidip bizzat eda etmesi rivayeti mubalağalı olsa da ta son zamanlara kadar nakden eda edilmesi usulünün bir çok köylerde mevcud olduğu şekk ü şübheden aridir. Bu yolda vaki’ olan faciaların te’siratı ve bazı uzak vilayetlerde bir takım bakayası şimdi de devam ediyor ve her zaman “Kaçar”ların istibdadına la’netler okutturuyor. * * * leketi satmaya teşebbüs etti. sene-i miladisinde İran tönbekisini bir İngiliz kumpanyasının taht-ı inhisarına verdi. Ecnebilere verilmiş olan bu imtiyaz ilk def’a olarak Nasıruddin Şah’a bir darbe indirilmek fırsatını teşkil ediyordu. Daimi surette makam-ı hükumetle mübareze etmekte olan ruhaniyyun bu fırsattan istifade ettiler. O vaktin en nüfuzlu müctehidlerinden olup Bağdad civarında vaki’ Samarra’da sakin olan Mirza Hasan Şirazi hazretleri reji tönbekisinin tahrimine fetva vermesiyle kumpanya aleyhine boykotaj Mirza Hasan hazretlerinin fetvası bütün memlekete yayıldı. Bir yevm-i muayyende bütün İran’da ufak kasabalara varıncaya kadar nümayişler oldu. Kalyanlar nargileler terkedilip herkeste mevcud olan nargileler bir suret-i nümayişkaranede parça parça edildi kırıldı. Şah bu nümayişlerin önüne geçmek istedi. Tahran ulemesasından boykotajı tervic edenlerin başında olan Mirza Hasan Aştiyani’nin nefyine hücum etti. Serbazların askerlerin müsellah olarak mukabele ettiklerine bakmayarak heyecana gelen Tahran ahalisi saray muhafızlarıyle kanlı müsademelere devam ederek verdiği telefata rağmen ric’at etmedi. Şahı tehdidde bulundular. Bunun üzerine ma’hud imtiyazın feshini mübeyyin hicri/ miladi “Reji Mes’elesi” diye meşhur olan bu vak’a İran tarih-i liyor. Keyfiyet-i icrası bir takım desayis-i siyasiyyeden hali kalmayan ve ilk nazarda bir feveran-ı taassub gibi nazara gelen bu vak’a birçok nevakısıyle beraber mühim bir te’sir bırakmıştır. Bir kere istibdadın esasına bir darbe vuruldu. Sultan Aziz zamanında Rus Sefiri İgnatiyef’in alet-i desayisi olan Sadrazam Mahmud Nedim’in azlini istemek üzere saraya karşı hücum eden softalar vak’asına pek müşabih olan bu vak’a artık istibdadın pek de müdhiş bir kuvvet olmadığını ezhana telkīn etti ve bu suretle kanun-hahların teşvikat-ı siyasiyyelerini teshil ve netayicini tesri’ etmiş oldu. Burasını dahi nazar-ı tedkīktan dur tutmamalıdır ki mes’ele-i mezkurede müctehidlerin fetvasına böyle parlak bir muvaffakıyet kazandıran sebeb ahalinin mezalim-i Nasıriden bıkması olmuştur. Reji heyecanı usul-i inkılabı bilmeyen siyasi pişdarları mefkūd ü maktul olan bir millet-i mazlumenin kıyamı idi ki esbabı kamilen müheyya olaydı daha me’mul bir netice verebilir idi İran’ı sapmış olduğu tarik-ı inkırazdan o vakit bile inhiraf ettirirdi. * * * Reji Vak’ası neticesinde nüfuz-ı ma’nevisinin kırıldığı ve mutalebe-i milliyye karşısında ser-füru ettiğine karşı Nasıruddin ser-i tacdarını birkaç sene daha muhafaza edebildi. sene-i hicrisi Şah tarih-i cülusunun ellinci senesini tekmil etmek üzere idi. Nasıruddin Şah kendisinin serir-i saltanatta hüküm-ferma olduğunun yarım asırlık sene-i devriyyesini mutantan olarak ifa ettirmek istiyordu. Tahran devair-i resmiyyesi jübile istihzaratı ile meşgūl idi. İki def’a Avrupa seyahati yaparak Avrupa tacdarlarıyle görüşen Şah bu kere jübile ünvanıyle olsun hükümdarları veyahud kendi namlarına gönderecekleri büyük elçileri payitahtında görmek istiyordu. Fakat İran’ın ilk fedaisi Mirza Rıza-yı Kirmani’nin attığı intikam kurşunu şahın bu arzusunu yüreğinde bıraktı. Tahran civarında vaki’ Şah Abdülazim Türbesi’ne giderken Mirza Rıza tarafından atılan revolver kurşunu müstebiddin son dakīkasını teşkil eyledi Zilka’de. Mirza Rıza-yı Kirmani’nin ailesi Kirman valisinin mezalimine duçar olmuş kendisi dahi Tahran’dan adalet ararken bir çok mağduriyetlere uğramış ve sonra meşhur Seyyid Cemaleddin Afgani’nin huzurunu derkederek ondan gördüğü teşvikat üzerine intikama karar vermiştir. Mirza Rıza-yı Kirmani’yi kariin-i kirama başka bir makale ile ta’rif edeceğiz. ANADOLU MÜSLÜMANLARI Öteden beri Anadolu içinde köy köy dolaşarak memleketimizi layıkıyle tanımak arzu ederdim. Geçenlerde müddet-i ta’tiliyyeden bil-istifade Anadolu’nun iki mühim vilayetinde ufak bir seyahatte bulundum. Maksadım Anadolu’da yaşayan ahalinin mahiyet-i ruhiyyelerine nüfuz edebilmek terakkīlerine engel olan mevani’i bizzat görüp tedkīk eylemek olduğu için gezdiğim yerlerde köylülerle mümkün mertebe münasebet peyda etmeye bunların maddiyat ve ma’neviyatının teşkil ettiği muhit-ı mahsusa mümkün mertebe nüfuz eylemeye çalıştım. Fakat tasavvur edemediğim acıklı manzaralar karşısında bulundum taşra me’murininde ümid etmediğim la-kaydi ve cehalet gördüm. Meşhudatımı nakilden maksadım Anadolu’nun maddeten terakkī edememesinin ve ma’nen günden güne tedenni eylemesinin kısmen esbabını iraeden ibaret olduğu için me’murinden hiçbirinin şahsını bittabi’ hedef ittihaz etmiyorum. Fakat Anadolu’nun hala hayvan muamelesi bile layık görülmeyen mahrum-ı zın veli-ni’metlerine karşı vazifelerinde bu derece tekasül eylemelerinden mütevellid vebal ve günahı düşündükçe mütefekkir geçinen bu adamların hamiyet ve muhabbet-i vataniyyelerinde şübhe etmemek elden gelmiyor. Vakı’a bu me’murların az-çok okumuş!! olan kısmına kendi vazifesizliklerini ta’dad eder bunun ne derece hamiyetsizlik olduğunu teşrih ederseniz derhal size hükumet-i merkeziyyenin haklarını muhafaza etmemelerini merkeze vaki’ olan pek zebun ve salahiyeti pek mahdud bulunan me’murinden bundan fazla iş beklemek abes olacağını ma’raz-ı müdafaada serdeylerler. Fakat vicdan hufra-i izmihlale düşmek üzere olan bir milletin kuvve-i umumiyyesini idareyi der-uhde eyleyenlerde fikr-i fedakari görmek ve vatanın milletinin saadetine hizmet yolunda me’murinde bilhassa me’murin-i mülkiyyede istihkar-ı menfaat ulüvv-i hasletini bulmak arzu ediyor. Bir taraftan perişan sefil senelerce zulmün pençesinde kalmış ahali diğer cihette herşeyden evvel maaşından birkaç para artırarak ma’zulen veyahud tekaüd olarak şey düşünmeyen me’murini karşı karşıya görür de insan bu memleketin atisinden nasıl me’yus olmaz?... * * * Haydarpaşa’dan trenle hareket eden bir seyyah Eskişehir’e kadar menazır-ı tabiiyyenin letafeti karşısında hoş bir hayat geçirir. Kuvve-i hayaliyyesi olmayanları daima ciddi düşünenleri bile tehyic eden şuradan buradan bildiği bir-iki kıt’ayı tabiatin feyzlerine ithafen söylemeye mecbur eyleyen bu yerlerde ara sıra eksik olmayan ve Anadolu’nun tren hareket edip de gerek Ankara cihetinde gerek Konya cihetinde ovaya düştünüz mü yaratıldığı gibi kalmış belki köy denilen köstebek yuvalarından mürekkeb mecmuaların nazara çarpması dolayısıyla letafet-i tabiiyyesi ihlal olunmuş vasi’ araziye baka baka nazarınız usanır şimendüfer içinde sıkılırsınız. Anadolu muhitinin sükunet-i mevtaisi te’sirinden olmalı ki bizim şimendüferlerimiz Avrupa ve Amerika trenlerinin menkūl olan sür’at-i seyrine nazaran araba denecek derecede aheste-reviş oluyor. Tren ba-husus böyle yeknesak bir manzara arasından yavaş yavaş ilerledikçe adeta yürümüş kadar kendinizi yorgun bulursunuz. Koca Anadolu’nun pek cüz’i kısmını kat’ eyleyebilen hutut-ı hadidiyyenin müntehalarında yaylı denilen arabalara binerek Vusta Anadolu’ya doğru yola koyulunca yeni yahud pek eski bir alem içinde kendinizi bulursunuz. Hayvanat-ı bakariyyesi keçi kadar küçülmüş insanları senelerin bar-ı sefaleti altında fazilet-i hulkıyyesini gaib etmeye yüz tutmuş alaim-i vechiyyeleriyle kainattan müşteki bir tavır almış olan bu pek eski dünyada feyz-i tabiat bile hakaret görmekte mahvedilmeye çalışılmakta olduğunu farkedersiniz. Köy denince hatırlara ne gelir? Avrupa’nın İsviçre’nin köylerini görmüş seyahat kitaplarında okuyarak ma’lumat edinmiş olanlar bir de Anadolu’ya gidip aynı namda olan köstebek yuvaları!! mecmualarını görsünler. Anadolu köyleri denilince önünde haneleri sathının beş-on misli bir mezar ile gah yerin üstünde gah yerin altında tavsife imkan bulunmayan –kendi ta’birlerince– damlardan müteşekkil mecmua hatıra gelmelidir. Yerin üstündekiler la-ale’t’ta’yin taş yığınından müteşekkil duvarla üzeri toprakla mestur dar bir yerdir ki isterseniz buna canlı insanların mezarı isterseniz hayvanatla insanlar arasında müsavat i’lan olunmuş bir mülkte bu ikincilere mahsus birer ahır diyebilirsiniz. Yerlerin altındaki sefalethanelere ise “in” ıtlak eylebilirsiniz. Beni bu gibi umransızlıktan ziyade müteessir eden iki noktadır ki bu mülkün atisi i’tibarıyle amik düşüncelere garketti: Biri bugünkü köylülerin teşekkülat-ı bedeniyyelerindeki zaaf diğeri ma’neviyetlerindeki nakīsa ahlaklarındaki sukūt. Türklerin vücudca bünyece ırk-ı beşerin arslanı denecek derecedeki şehameti düşünülür onların ahfadının yüzlerindeki sarılık harekatta gösterdikleri bataet ve miskinlikle tecelli eden za’fiyet-i uzviyyeleri mukayese edilirse bu evladın o babalardan olduğuna adeta şübhe hasıl oluyor. Köylülerin ahlaklarındaki sukūt daha müdhiştir. Hangi köye gittimse ihtiyarlarından şu feryadı işittim: “Çocuklarımız ahlaksız oldu; ne ana ne baba dinliyor. Köyümüzde katl cerh imtizacsızlık günden güne ziyadeleşiyor. Merbutıyet-i diniyye kalmadı havf-ı ilahi azaldı. Atalet bin-netice sirkat umur-ı adiyyeden oldu.” Mehakimin ceraim sicillatıyle tebeyyün eden bu düşkünlük o cahil o sefil muhitte rezaleti intac ediyor. Yirmi yirmibeş sene evvel bir köylünün hatırına gelemeyecek derecede şeni’ ceraim bugün icra ediliyor. sukūta uğramasının ve hala böyle tedennide devam eylemesinin sebebi hükumetin bakımsızlığıdır. Anadolu’nun her haliyle şimdiye kadar burada yaşayan insanların ikaz edilmediği hatta insanca muamele görmedikleri anlaşılıyor. Bugün köylülerde bütün o sefalet o fezahat içinde irşadı kabul edebilecek bir fıtrat bir cevher kalmıştır. Eğer o cevherden atisinden ümid kesmek lazımdır. Kıyafetim onların nazarlarını okşayacak bir halde olmadığı halde gittiğim köylerde büyük pederim derecesinde müsinn olan zavallı aklı başında köylüler birer birer etrafımı aldılar hiç sormadan bile dertlerini teşrih eylediler bi-perva çare-i necatlarını sordular. Hepsi hükumetten şikayet ediyorlardı. Diyorlardı ki: “Evet; bugün sefiliz ahlaksızlık köyümüzde teammüm etmiştir. Fakat bunların sebebi hükumettir me’murin-i hükumettir. Canileri tutmuyorlar; filanı öldüren hala köyümüzde geziyor. Onun duçar-ı mücazat olmadığını belki şerrini artırdığını gören diğeri de yapıyor. “Allah’a asi oluruz” diye korktuğumuzdan sesimizi çıkarmıyoruz. Hükumet bizi düşünmeli. Biz birer birer herşeyi merkez-i hükumette ta’kīb edemeyiz. Merkezle buranın arası kırk sekiz saattir ki hemen her zaman oraya gidecek şikayet eyleyecek halde değiliz. Senenin yalnız dört ayında yüz para yevmiye ile çalışan bir köylü şehre gidip gelmek masrafını sahibi olmaklığımızı istemiyor; bize istedikleri gibi muamele ediyor ekinimizi yediriyor hayvanımızı elde etmek için herşeyi yapıyor. İhtikarın hilekarlığın enva’ını tatbik eyliyorlar; hükumet hiç ses çıkarmıyor. Biz şehirde hükumet dairesinde dığımız dille bizim yapamayacağımız muamelelerin icrasını teklif eyliyor. Üzerimize yüklenen vergi ağırdır. Askerlik dolayısıyla çocuklarımız çalışacak yaşta köyde kalmıyor. Fakat yine hükumetimizin emrine itaate borçluyuz. Yalnız bilmeyiz Allah’ın gazabına mı uğradık ki hükumet bize bakmaz oldu!” Sonra taraf taraf gelen o zavallılar bana gah tarlalarının layıkıyle mahsul vermediğinden bunun çaresini gah kendi sefaletlerini ahlaksızlıklarını izale eyleyecek esbabı soruyorlardı. Beni öyle aşk ile dinliyorlardı ki o safvetteki o samimiyetteki ulviyeti tebcil etmemek elden gelmez. Kendi kendime hükumetin daha doğrusu me’murların bu biçarelerin saadetine dolayısıyla memleketin selametine bu kadar lakayd kalmalarından müteessiren bizzat me’murin-i hükumetin halini tedkīke azm ile vilayet liva kaza merkezinde tetebbuata koyuldum. Bugün netice-i ted kīkatım karşısında bu zavallı yurdumuzun atisi için müdhiş bir bed-bini hasıl ettim. O zaman artık; “Zavallı köylüler! Bu me’murlar ki sizin sefaletiniz kendi sefahet ve cehaletleriyle müftehirdir; imdad beklemeyiniz!” dedim. Size la-ale’t-ta’yin bir liva me’murininin halini izah edeyim: “Ahval-i iktisadiyye” cümlesinin ma’nasını anlamayacak derecede cahil bir mutasarrıf köylülerin cehaletinden sefaletinden istifade ile zengin olmuş pek bayağı insanlardan mürekkeb olan sırf şuradan buradan topladığı paralar dolayısıyla eşraftan denilen kimselerle her gün tulu’-ı şemse kadar kumarla meşgūl bir muhasebeci ma’tuh bir tahrirat müdiri kezalik kumara müdavim bir evkaf müdiri cahil vazifesini takdirden aciz ve aynı zamanda sefih ve kumarbaz ziraat ve baytar me’murları tamamıyle mürtekib yerli küçük me’murlar. Cihet-i adliyye miyanında nadiren me’mur sıfatı verilebilecek muktedir zatlara tesadüf kabil ise de ekseriyet i’tibarıyle onlar da ya mürtekib ya cahildir. Öyle muhasebeci vardır ki livanın varidat-ı umumiyyesinden gafil öyle merkez-i livaya merbut köyleri gezmekten sarf-ı nazar kazalarının isimlerini bile müşkilatla ta’dad edecek derecede cahil. Bu me’murlara ne tavsiye etseniz size ızhar-ı cehl eder yahud beyan-ı la-kaydi eyler. Mektebsizleri hacer kadar gayr-i müteessir mekteblileri memlekete bigane ve o nisbette atıl. Bunların yegane ma’rifetleri ahali arasına nifak sokmaktır. Kendi i’tikadlarınca vazifelerinin hüsn-i ifası sabahleyin hane-i asafanelerinden daire-i hükumete gitmek orada kağıd havale ve imzasından sonra akşam avdetle evlerinde me’murin ve eşraf denilen en ahlaksız mahluklarla şaklabanlık etmekle hasıldır. Daire-i me’muriyyetlerinin hududunu gezip ihtiyac-ı mahalliyi anlamak anlamak istemek pek fazla bir faaliyettir ki –kendi ta’birlerince– merkez-i hükumetin menfaatlerini gözetmediği bir sırada buna tevessül hamakat olur. me’murini aynı zamanda lakaydliğiyle zaten sefil ve biçare olan ahali için bir bela oluyor. Bu haller karşısında insan; “Ya Rab! Bu memleketin me’murlarına insaf vererek dimağlarına ma’lumat aşılayarak bir harika bir mu’cize göster!” demekten kendisini alamıyor. ahalinin suret-i irşadı hakkında varid-i hatır olan mütalaayı yazacağım. * * * Sebilürreşad da inşaallah bu babdaki mülahazatını bildirecektir. Asya’nın haver-i şarkisinden tulu’ eden İslamiyet ki esası nev’-i beşeri zalam-ı cehaletten kurtarmak gayesi insaniyeti medeniyetin mertebe-i kusvasına irtika ettirmektir; işte bu din-i ali bir zamanlar Şark’ın saf ve fakat dalalet ve hayalat vadilerinde sair olan fikr-i batılını tehzib Garb’ın zulmetler ettiği hakayık-ı maddiyye ve ma’neviyye açtığı şehrah-ı medeniyyet ile cihanda tebeddülat-ı azime ika’ eylemiştir. Az vakit zarfında saliklerini fikren insaniyetin evc-i ikbaline tab’an medeniyetin mertebe-i gayesine isal eden Din-i fikriyye ile meşhun etmiştir. niyet-i hazıranın kesbettiği mertebe-i bala her zamanda her Evet! Bugün memalik-i mütemeddine ve müterakkıyyenin kaşaneleri sanayii maddi terakkıyat-ı gun-a-gunu tezyin-i uyun eylemekte ise de terakkıyat-ı ahlakıyye ve ma’neviyye nokta-i nazarından Avrupa İslamların derecesine hala vasıl olamamıştır. Bugün medeniyet-i hazıranın mucidi olmak iddiasıyle mağrur olan Avrupalılar Şark’ın fezail-i ma’neviyyesi hakkında hiçbir surette şakk-ı şefe etmeye muktedir olamaz. “El-fazlu li’l-mütekaddim” fehvasınca medeniyet-i hazıranın felsefenin ahlakıyatın vazı’ları Voltaireler Rousseaular Montesquieuler olmayıp İbni Sinalar İbni Rüşdler gibi allameler Tarih-i medeniyyet tedkīk edilirse terakkıyat-ı ilmiyye ve teceddüdat-ı fikriyye hususunda akvam-ı İslamiyyenin ibraz eyledikleri gayretler bütün dehşet ve azametiyle nazarlarımızı Cihanın enzarında tahakkuk eylemiştir ki Din-i Mübin-i Ahmedi’nin zuhuruyle envar-ı medeniyyet nasıl bir kuvve-i harika ile lem’a-nisar olmaya başlamış ise aynı zamanda müslümanlar bir elde çerağ-ı ilm ü ma’rifet diğerinde mizan-ı adalet olduğu halde Asya’dan huruc ile Avrupa ve Afrika memalikinde hüküm-ferma olan zulmet-i cehl ü na-daniyi ref’ ederek kıtaat-ı mezkureyi müstağrak-ı envar-ı medeniyyet eylemişlerdir. Kurun-ı Vusta’nın afakını istila etmiş olan zalam-ı cehalet sırf mücahidin-i şecaat-karin-i İslamiyanın himmetleriyle kalkmış nur-ı ilm ü ma’rifet Şark’ın mahzen-i ilm ü irfanı olan Rey Bağdad Semerkand’dan asumanını sehab-ı kesif-i cehalet istiab etmiş bulunan İtalya Sicilya İspanya ve Fransa’ya idhal edilmiştir. Kurun-ı Vusta’da bahr-ı bi-payan-ı cehalette puyan o lan Avrupa milel-i kadime medeniyeti bakayasından da Friedrich’in; “Tarih denilen fen ne zamandan ibtida eder?” sualine cevaben bir hakim müverrih tarafından; “Hurafatın mürurundan sonra başlar” denildiği gibi terakkıyat-ı sahiha-i tıbbiyye de ancak edvar-ı kadimenin sürükleyip getirdiği hurafat-ı tıbbiyyenin nihayet bulduğu günden i’tibaren terakkīye yüz tutmaya başlamıştır. Fenn-i mezkur nice asırlar mestur bulunduğu zalam-ı hayalattan kurtularak Şark ve Garb müderrisliği ünvan-ı fahirini ihraz eylemiş bulunan hukema ve etibba-yı İslamiyyenin dest-i fazılanesiyle yeniden ihya olunmuştur. Miladın dokuz on onbir oniki asırlarında ilm-i celil-i tababet hukema-yı İslamiyyenin himmetleriyle pek ziyade terakkī ederek Afrika’nın sevahil-i şimaliyyesiyle bütün Avrupa memalikine intişar etmiştir. dem garik-ı leyle-i cehalet iken Tarık bin Ziyad ve Musa bin Nusayr taraflarından ca-be-ca rekzolunan a’lam-ı muzafferiyyeti müteakıb şu’le-i ilm ü ma’rifet ser-a-pa İspanya Portekiz Fransa’da lem’a-nisar olmuştur. Ezmine-i mutavassıtada Avrupa sefalet ve cehaletin matem-engiz puşide-i siyahına bürünerek ilm ü fen hırfet ü san’at namına habbe-i vahideye malik olmadığı zamanlar sanayi’-i İslamiyyenin husule getirdiği asar-ı nefise memalik-i efrenciyye pazarlarında pek ziyade revacda idi. Şam Kurtuba Gırnata İşbiliye Tuleytula’nın evani-i sim ü zeri akmişe-i nefisesi Avrupa memalikinin her tarafına sevkolunur idi. Şimdi Avrupa emtiası Şark’da nasıl revacda halk beyninde ne yolda moda ise Milad’ın on onikinci asırlarında bilad-ı mezkure-i İslamiyye fabrikaları mahsulatı frenk rical ve nisası tarafından son derece mazhar-ı rağbet olmakta idi. fünun u sanayi’de bu derece ileride iken memalik-i ecnebiyye akvamı edyan u mezahib-i Hıristiyaniyye ihtilafat u münazaatıyle ihtirasat-ı siyasiyyeden göz açamayarak cehl ü nadani içinde bi-mecal kalmış idi. Vakta ki medeniyet-i İslamiyye canib-i Şark’tan nahid-i fazilet gibi tulu’ ederek memalik-i efrenciyyeyi envar-ı saadet-averiyle zıyadar bil-umum akvam u milel-i muhtelifeyi adalet hürriyet-i vicdan emniyet-i mal u can ile bahtiyar ezmine ve a’sar-ı kadimenin sürükleyip getirdiği enva’-ı hurafatla perişan olan fikirleri teskin ederek bilad ü emsarı ma’mur u abadan eyledi; Garb’ın müfekkiresi de küşayiş bularak kendisinde “ilm ü fenn”e meyl ü heves uyanmaya başlayabildi. Binaenaleyh frenkler bundan sonra Bağdad Şam Endülüs darülfünunlarına Avrupa’dan talebe gönderip terakkıyat-ı olmaya yüz tuttular. Milad-ı Hazret-i İsa’nın sekiz yüzüncü senesinden bin dört yüz doksan iki tarihine kadar akvam-ı necibe-i İslamiyye siyaset aleminin ferman-ferması oldukları gibi cihan-ı ilm ü fennin de yegane hakimi idiler. Kurun-ı Vusta’da değil yalnız Avrupa’ya bütün aleme bi-hakkın şan u şeref veren millet ancak Ümmet-i İslamiyye olup fenn-i tıb edebiyat felsefe coğrafya tarih seyahat hayvanat nebatat kimya cebir hendese fenn-i mi’mari ve sairede binlerce mütehassıs zevat yetişerek ulum u fünun-ı mezkureyi adeta yeniden te’sis edercesine tedvin etmişlerdir ki bunların halka-i tedrisinde diz çöken Avrupa talebesi memalik-i efrenciyyede teslim-i ruh eylemiş bulunan medeniyetin Medeniyet-i İslamiyye tarih-i Hicret’in yüz otuz sekiz senesinden birisi Bağdad diğeri de İspanya’nın Endülüs hıttasında kain Kurtuba belde-i meşhuresi idi. Bağdad Darülfünunu beş yüz sene çar aktar-ı aleme neşr-i zıya-yı ma’rifet eylemiştir. Fünun-ı tıbbiyyede asrımızda bile hükmü cari bir çok nazariyatı emraz-ı sariyyeden çiçek ve kızamık gibi hastalıklar hakkında en mükemmel asarı ameliyat-ı cerrahiyyeyi fenn-i tedavi ve müfredat-ı tıbbı ve uyuz illetinin sebebi olan “Sarcoptes” namındaki küçük böceği verem illetinin sari olduğunu etibba-yı İslamiyye keşfetmişler hem öyle bir zamanda keşfetmişlerdir ki hurde-binin değil ismi hayali bile zihinlerde teressüm etmemiş Garb’da alem-i tababet namında ciddi bir eser meydana gelmemiş bütün Avrupa’nın emvac-ı müdhişe-i cehalet içinde mahv u na-bud olmasına ramak kalmış idi. Hukema ve etibba-yı İslamiyyenin asar-ı metrukesi Avrupa’da Arabların inkırazından sonra asırlarca tedris edilmiştir. Ez-cümle Endülüs’ün şevket ü azamet-i ilmiyyesi erkanından olup Kurtuba’nın mehd-i irfanında perverişyab-ı kemal olan dahi-i şehir Ebu’l-Kasım’ın fenn-i cerrahiye dair asarı Fransa’nın Montpellier ve İspanya ve İtalya’nın birçok darülfünunlarında dört yüz sene tedris edilmiştir. “ALLAHU EKBER!” manlar her emr-i azim karşısında bulundukları zaman; “Allahu Ekber!” der işe başlar mütevekkilen alallah sebat eder. Cenab-ı Vacibü’l-Vücud da bu gibi müslümanlara Kudret-i Samedaniyyesi’yle imdad eder. Bizim bildiğimiz budur; her mü’min-i muvahhidin akīdesi de budur bildiği de budur! Biz ne Napoleon gibi; “Para! Para!” diyebiliriz ne de asr-ı hazır devletleri gibi esliha-i cedide ve mühimmat-ı adideye bel bağlayabiliriz. Bizim yegane melce’imiz yegane ümidgahımız Cenab-ı Rabbü’l-alemin’in Kudret-i Samedaniyyesi Hazret-i Fahru’l-kainat aleyhi ekmelü’t-tahiyyat Efendimiz’in sıdk u hulus u muhabbetle i’timad edecek olursak –şübhe yoktur ki ediyoruz; bütün kalblerimiz ile buna şehadet ederiz– o halde zerre kadar şübhe olunamaz ki nusret-i ilahiyye de bizimledir. İşte nass-ı celil-i Kur’an : mazmun-ı münifi: “Madem ki siz Rabb’inize karşı istiğase ediyor güveniyorsunuz; duanız makbuldür düşmanlarınıza karşı Ben size ruhaniyet-i Samedaniyyem ve güruh güruh teakub u tevali eden melaike-i mürdifin ile imdad ediyorum.” Elhamdülillah umum müslümanlar yüz milyonlarca müslümanlar Cenab-ı Hak’dan istimdad ediyorlar. Hiç şübhe ve tereddüd olunamaz ki nusret-i ilahiyye de bizimledir. Şu halde bizim için telaş olunacak bir şey yoktur. Kemal-i böyledir. Ey müslümanlar! Ey can arkadaşları Osmanlılar! Biz yakīnen bilmeliyiz ki her ferd için her sınıf halk için her zamana mahsus birer vazife vardır. Bugün laf u güzaf ile kendimizi iğfal ihvanımızı rencide etmek zamanı değildir. Bugün her ferd-i Osmani vazife başında bilfi’l isbat-ı vücud ederek sebat ü metanet göstermek zamanıdır. Düşmanlarımız karşımıza çıkmıştır. emr-i celili bize sebat ü metanet vazifesini ta’yin eylediği gibi vazifemizi nass-ı celili ile düşmanlarımızın kalblerine korku ve endişe ilka edeceğini de vaad buyurmuşlardır. Bugün bize muharebeyi kazanmak için terettüb edecek vazifelerden biri de; rical-i devletin ve bilhassa Padişahımız efendimiz hazretlerinin fermanlarına ve evliya-i umura itaat etmektir. Hazret-i Faruk radıyallahu anh Sa’d bin Ebi-Vakkas’ı diyar-ı Fars’a gönderdiği zaman asakir-i İslam’a hitaben söylediği nutkunda; buyurmuşlardır. Bize terettüb edecek vazife; herkes kendi başına bir diplomat ve ma’lumat-furuşluk etmeyip evliya-i umura kemal-i hulus-ı niyyet ile itaat etmektir. Eğer biz rical-i devlet vezaifine müdahale etmeyip her ferd-i Osmani kendisine terettüb eden vazifede sebat ederse kat’iyyen emin olabiliriz ki nusretullah bizim iledir. Aksi halde; kahveci bakkal na’lband boyacı süpürgecilere varınca diplomat olur da herkes kendi kafasıyla giderse neuzü billah halimiz hüsrandadır. Bir haftadır bir çoklarımız; “Muharebe olmayacak!” diye kıyametler kopardık. Şimdi de bir takımlarımız yine aynı vaz’iyette; “Muharebe olup da galib gelecek olsak bile hiç bir şey kazanmak ihtimalimiz yoktur!” gibi sözler ile efkar-ı umumiyyeyi ümidsizliğe sevkediyor. Halbuki bu endişeler tamamıyle bizim vazifemiz haricinde evliya-i umura aid mesaildendir. Harb i’lan olunacak ama ne suretle ve ne zaman var. Harb olup bi-iznillah muzaffer ve mansur olarak a’dalarımızın merkezlerine kadar dayandıktan sonra sulh mes’elesini müzakere edecek zaman gelirse yine ricali müzakere eder. Artık bu mes’eleler de Direklerarası’nda hallolunamaz ya! Bizim vazifemiz tekrar edelim; “sem’ u taat”tir. Hal-i hazıra göre sebat ü metanet daha ilerisini evliya-yı umura terkederek Cenab-ı Hakk’a dua etmektir. Fahr-i Kainat Efendimiz esna-i muharebede bütün esbabına tevessül ettikten sonra da; diyerek Cenab-ı Allah’a tazarru’ ederdi. Bizler ki bugün aynı halde bulunuyoruz hiç olmazsa ma’neviyatımızı muhafaza edelim o şanlı ma’neviyatımız ki vaktiyle dünyaları titretmiştir ve hala titretmektedir. Bizim için bugün en büyük vazife budur; biz kendi vazifelerimizi bildikten sonra evliya-yı umurumuz da vazifelerinde tereddüd etmezler. Bugün vazife sebat ü metanettir; Sofya’da sebat ederiz; o zaman sebat etmeyenleri ettiririz… Bir kere; “Allahu Ekber! İleri arş!” desinler sonrası; ; emr-i katidir! KOSOVA CİHADA NASIL “LEBBEYK” DİYOR? henüz bir hisse-i kanaat bir huzme-i iman kazanmak istemeyen kudsi düstur-ı ahenin-sur karşısında bin birinci def’a olarak yine bir tali’ denemek sevdasına düştüler; “Ne olur ne olmaz!” dediler. Ne olup ne olmayacağını ati-i karib onlara bütün kudret-i belağat satvet-i fesahatiyle gösterecek inşaallah!.. Sandılar yahud kandılar ki Müslümanlık Osmanlılık te şettüt-i kulub yüzünden anlaşamamazlık hummasından tam kabil-i hazm u bel’ bir derece-i nadca erdi; hemen el uzatmalı koparmalı ve yutuvermeli. Hayır aldandınız ey Balkan’ın taş beyinlileri aldandınız! Hem bu sefer pek yaman pek bi-eman aldandınız! Müslümanlar birbiriyle gavgalı olabilirler birbirleriyle boğuşabilirler hatta birbirlerini boğazlayabilirler fakat hiçbir zaman kalblerinin aheng-i darabanı birbirlerini tekzib etmez! Onlar bire kaildirler; birlik pak bakan bir kör göz gördüler mi onu bu birlik bu aşk-ı ehadiyyet uğurunda öyle bir çıkarırlar ki… Ve bu ameliyye-i hakimane izale-i ama için o kadar hayr-hahane olur ki musabları da cizye-i emanı şükranlarla edaya şitab ederler! Bu akıbet-i şifa-kar uzak değildir; kulub-ı selime ukūl-i müselleme buna iman ediyor! * * * Üsküp’te dün tertib edilen hayır kendi kendine kaynayan fışkıran ihtifal-i muazzam-ı milliyi Sebilürreşad kari’leri yevmi ceridelerde okudular; bu haşr-asa heyecan-ı kudsi-zebanın gaye-i ictihadını tebliğ eden telgrafnameyi de yüreklerinin en derin bir zaviye-i tebciline sakladılar. Bunu bilirim; fakat bu mahşer-i necaib ve maalinin tebcilkar bir müşahidi gördüklerini dindaşlarına telkīn etmek isteyen yüreğinin feveran-ı şükranını tesbit etmek emeline münkad olan heyecankar bir matali’i sıfatıyle söyleyeceklerim dinleteceklerim var: Cuma günü namazdan evvel bütün dükkanlar kapanmış yaşamak için ölmüştü. Sultan Murad Cami’-i Şerifi leb-a-leb cemaatle dolmuştu. Avluda tarihi sancaklar ihzar ediliyordu. Namazı müteakıb burada müctemiine vahdetin lüzumu tebliğ olundu kalblere lahuti bir dua ile baran-ı sekinet yağdırıldı. Gökler münkad-ı huzu’ olarak derhal “Allah Allah Allah” nidalarıyla sancaklara vaz’iyet-i amudiyye verildi ve bundan sonra hareket başladı. Artık cami’-i şerifden bütün sokaklar bir seyl-i galeyan u heyecan içinde yüzüyordu. Tekbir sadaları Huda’dan isti’taf-ı avn u hidayet ederek havanın ağūş-ı tesellümünde infilak ediyor gürlüyordu. Bu müteharrik azamet ü ihtişam telgrafhanenin önünde tevakkuf etti. Bütün vilayata Kosova mülhakatına keşide edilmek üzere yazılan telgrafname ziyy-i ulemada bir zat-ı muhterem tarafından okundu ve bir tufan-ı tasvib içinde ecniha-i berka tevdi’ olundu. Ben burada söylenen sözlerin tebarüz eden avatıf-ı asilenin huzur-ı feyz u kudsiyyetinde efkar u hissiyatımın talakat-i heyecanına hüviyet-i ma’neviyyemi bütün bütün terketmiş bir an bir an-ı mes’adet hayır olmadı başlamıştım. Kolay kolay ağlayamam; bütün heyecanlarım tekasüf eder kalır. Ah bu sefer de böyle olacaktı! İçin için emn ü itmi’nan yaşları dökecektim; iki Arnavud iki ihtiyar kahraman gözyaşlarımı cazibe-i safvet ü merdanegisiyle yerinden çekti kopardı: Artık ağlıyor sevine sevine güle güle ağlıyordum! Buradan daire-i askeriyyeye geçildi; halkın teşnegi-i cihadı Müşir İbrahim Paşa hazretlerine tebliğ olundu. Muhterem paşa reşaşe-i beyanlarıyle hararet-i hissiyatı teskin ettiler. Sonra hükumet konağına teveccüh edildi; kalblerin samimiyet-i meyelanı oraya da tevdi’ olundu. Artık kafile çarşı yolunu tutmuş köprüye dayanmıştı. Demir köprüden geçmek mukarrerdi. Azva-i heyecan her tarafa serpilecek sonra istasyona gidilerek kahraman Üsküp redifleri teşyi’ olunacaktı. Fakat bundan evvel bir şey yapılacaktı: Düşman konsoloshanelerini o mülevves …leri avaz-ı tahkīr ü tezyif ile yıkamak boğuncaya kadar sulamak lazımdı; o da oldu. Ben kafileden evvel istasyona yetişmiştim. Kahraman askerlerimizi küme küme toplanmış silahlarına yaslanmış buldum. Bu kitle-i necabet arasında dolaşmak beni o kadar tes’id ediyordu ki… Simalar behiç ü pür-ümid şatır u müntakım. Her nefer bir mücessem “kuvve-i ma’neviyye”. Bünyelerin tekamül-i levendanesiyle ma’neviyetin a’zamiyet-i diliranesi o kadar parlak bir şa’şaa-i fevz ü zafer va’dediyor ki… Tevfik-ı Hak da daima bu imtizac-ı adilin zahiri değil midir? Asker kabına sığamıyor; o kadar teşne-i harbdir o kadar nigehban-ı cidaldir. Yalnız asker mi ya? Siz vazife-i askeriyyesi olmayan halktaki neşve-i cihadı çalaki-i himmeti bir görseniz… Sade bugün gönüllü yazıldığı işitildi. Ya Rab! Bütün bu muvahhid ü müttehid kalblerin Sen muinisin! Halk istasyonda askere bütün şevkini bütün neşvesini bütün avatıf-ı ulüvv-i cenabını hamiyetini döktü… Asker bütün bu tezahürat-ı samiye-i hamiyyet ile mahfuf olarak vazife başına şitab ediyor: Arş yiğitler vatan imdadına! Tekrar etmekten o kadar haz duyuyorum ki: Halk millet; teşne-i cihaddır! Hele Bulgarlara karşı öyle bir gayz-ı müntakım var ki hemen herkes bu vicdani galeyanı teskin için oraya koşmak orada öldürmek istiyor! Şimali Arnavudluk’ta ’ten yaşına kadar kahraman Osmanlılığın bir hamiyet-i müsellaha kesilerek hududa şi taba hazırlandığını dün Osmanlı Ajansı tebliğ etti: Yaşasın koca Osmanlı Arnavudlar saf yürekli kahraman müslümanlar… Size o kadar çok yazmak o kadar çok anlatmak istiyorum ki bu aşk-ı tebliği ne yazsam teskin edemeyeceğim gibi geliyor. Şu iki terkib size bütün müslümanlığın Osmanlılığın tercüman-ı fuadı olabilir: Ya kelime-i şehadet ya kelime-i baka! BALKANLAR MUHAREBESİ Kimsenin intizar etmediği bir küstahlıkla Balkan hükumetlerine ön ayak olan Karadağ’ın i’lan-ı harbini müteakıb herkes Bulgaristan Sırbistan Yunanistan’ın da i’lan-ı harb edeceklerini ümid etmiş artık tatlı tatlı bir cihad vukū’ bulacağını Osmanlı göğüslerini kabartan bir hiss-i kable’l-vukū’-ı muzafferiyyetle intizar eylemişti. Fakat bugün Karadağ’ın haber yok. Bu adem-i vuzuh harb için çırpınan yürekleri pek çok sıkıyor simalar hep bu tazyik-ı deruniyi gösteriyor. Karadağ hududundan gelen haberler düşmanın adem-i muvaffakıyetini bildiriyor. Fakat Osmanlıların asıl istedikleri Bulgar muharebesidir ki bir türlü i’lan olunmuyor. Akşam üzeri İngiltere Almanya ve Rusya sefirlerinin Fransız Sefarethanesi’nde toplandıkları ahval-i hazıra hususunda mühim bir müzakerede bulundukları haberi şayi’ oluyor. Bu ezhanı daha ziyade bir intizara ma’ruz kılıyor. “Acaba Düvel-i Muazzama ne yolda bir karar ittihaz edecek ne gibi bir teklifte bulunacaklar?” diye herkes bekliyor. Geç vakit Osmanlı Ajansı akşam saat altıya doğru Meclis-i Vükela nihayet bulduğu bir sırada Avusturya Sefareti baştercümanının Babıali’ye gelerek beş devlet süferası namına süferanın en kıdemlisi olan Marki Pallaviçini tarafından bir nota verdiğini tebliğ ediyor. Bu nota kısm-ı mahsusumuzda mündericdir. Bugün Babıali karşısında yapılan Darülfünun nümayişine ları töhmetiyle birkaç kişi ez-cümle Tanin muharrirlerinden Bugün gazeteler hep Düvel-i Muazzama’nın mes’eleye müdahale etmek arzusuyla Babıali’ye vermiş oldukları müşterek notadan bahsediyorlar. Tanin şedid bir lisan-ı itabla müdahalenin aleyhine yazıyor; ’üncü maddenin dirilmesinden korkuyor; “Yarın ’inci maddenin de bu maddeyi ta’kīb etmeyeceğine ve aynı hakk-ı müdahalenin Anadolu-i Şarkī hakkında da dermiyan edilmeyeceğine acaba bizi kim te’min edecektir?” diye endişe ediyor. Diğer gazeteler de devletlerin umur-ı dahiliyyemize müdahaleye hakları olmadığını beyan ve Babıali’nin kendi vazifesini hüsn-i ifa edeceğini her türlü ecnebi kontrolünün reddolunacağını ümid ediyorlar. Herkes muztaribane Babıali’nin vereceği cevabı bekliyor; Bulgaristan’la kemal-i tehalükle intizar olunan harbin bağlı. Bugün Cuma olması münasebetiyle Babıali devairi ta’til olduğundan cevab verilmiyor. Fakat bir an ta’tile uğramayan bir faaliyet varsa o da sevkıyat-ı askeriyye. Her taraftan akın akın askerler gönüllüler gidiyor. Sirkeci İstasyonu bir meşher-i hamiyyet teşkil ediyor. “Padişahım çok yaşa!..” ed’iye-i halisanesiyle hem-avaz olarak ordu azim-i semt-i cihad oluyor hamiyetli ahali dahi sevgili ordusunu samimi alkışlar ve dualarla teşyi’ ediyor. Kabine bugün de devletlere verilecek cevabın müzakeresiyle tevaggul ediyor. “Acaba Bulgaristan’la harb olacak mı olmayacak mı?” diye ezhan-ı umumiyye hala tereddüdden kurtulamıyor. Fakat bugün kısm-ı mahsusumuzda aynen dercolunan beyanname-i hümayun Devlet-i Aliyye’nin hukūk-ı hükümdarisini müdafaa etmek üzere müheyya-yı harb olduğunu bütün metanetiyle gösteriyor. Ahali sevgili Halife’leriyle hem-avaz olarak şanlı askerlerinin İslam mücahidlerinin muzafferiyeti için dualar ediyorlar. Bulgar vahşetine uğrayan zavallı Bulgaristan’da sakin Efkar-ı umumiyye heyecanla bekliyor: “Acaba hükumet Düvel-i Muazzama’ya ne cevab verecek?” Meclis-i Vükela bugün saat üçte sadrazam paşanın taht-ı riyasetinde ictima’ ediyor. Bu meclisde verilecek cevabın esası kararlaştırıldığı rivayet olunuyor. Almanya sefiri Babıali’ye geliyor Hariciye nazırıyla bu mes’ele hususunda görüşüyor. Avusturya’nın askeri bir takım hazırlıkları haberleri geliyor. Atina Belgrad Sofya Osmanlı sefaret me’murlarının avdet harc-ı rahlarının tesviyesi için evamir-i lazime i’ta kılınıyor. Muharebe alaimi tezayüd ediyor. Şayan-ı kayddır ki muharebe alaimi tezayüd ettikçe ahalinin şevki artıyor pür-ümid kesiliyor. Balkan şımarıklarının küstahlığının Osmanlı kahramanları için muharebeyi bir ihtiyac-ı tabii haline koyduğu aşikar oluyor. koşan askerlerin şarkıları gönüllülerin pür-şetaret ve heyecan sokaklardan akın etmeleri adeta payitahtı nümayişler kadar pür-hayat ve galeyan gösteriyor. Bugün muharebe mesarifatı olarak altı milyon lira kredi te’sisi için layiha-i kanuniyyenin tanzimi taht-ı karara alınıyor. Bugün vicdanlara bir küşayiş geliyor. Ufk-ı siyaset tavazzuh ediyor. Babıali cevabını veriyor devletlerin arzu-yı müdahalesini reddediyor. Bir taraftan da Harbiye Nezareti’nden resmi olarak Karadağ hududundan ilk haber-i muzafferiyyet ber-vech-i ati matbuata tebliğ olunuyor: “Berane’deki müsademat hala devam ediyor. Gosine Plava istikametlerinde ilerlemek isteyen Karadağlılar oradaki askerin şiddetli mukavemetine uğramışlardır. Şimalden Akova üzerine ilerleyen Erkan-ı Harb Binbaşı Mümtaz Bey kumandasındaki müfreze Karadağlılara büyük zayiat verdirmiştir. ne’ye yetişmişlerdir. Gosine’deki müsademat muvaffakıyetle devam ediyor. Berane’ye müretteb kuva-yı muvazzafanın son aksamı yetişmek üzeredir. Karadağlıların Tuz istikametinde mukavemetine uğramıştır. Burada pek kanlı müsademat vukū’a gelmiş asakir-i şahanenin gösterdikleri şecaat büyük takdirlere şayan görülmüştür. Son alınan haberlere nazaran Tuz’da müsademat hala devam ediyor. Dağlıların göl ile deniz arasında ilerleyen kuvvetleri Tranya cihetindeki müfrezemiz tarafından def’ edilmiştir.” Hususi haberler dahi Karadağlıların maktul ve mecruh verdiklerini te’min ediyor. mekte bulunan sulh müzakeratının munkatı’ olduğuna dair neşriyatı tekzib ediyor! Zevali saat bir buçukta zat-ı şevket-simat-ı Hazret-i Padişahi Harbiye Nezareti’ni teşrif ve nezaret meydanındaki Karargah-ı Umumi’yi ziyaret buyuruyorlar. Asakir-i şahane gönüllü taburları Osmanlı Ordusu’nun kumandan-ı a’zamı karşısında geçit resmi icra ediyor ve Halife hazretlerinin mazhar-ı taltif ü iltifatları oluyorlar. Mevkib-i hümayun Babıali Divan Yolu caddelerinden geçtiği sırada bütün ahali saf-beste-i ihtiram olarak büyük Halife’lerini alkışlıyorlar mazhar-ı iltifat-ı şehriyari oluyorlar. Karargahdan dönerken zat-ı şahane istasyonu teşrif ediyor muharebeye giden askerleri bizzat teşyi’ buyuruyor. Asker; “Padişahım çok yaşa!” bağırıyorlar… Akşam üzeri vaz’iyet daha ziyade kesb-i vuzuh ediyor. Herkesde bir sevinç duyuluyor. Bulgaristan sefirinin Babıali’ye bir nota vererek; “Makedonya’ya muhtariyet verilmeyince Balkan devletlerinin muharebeye mecbur kalacakları” yolunda bir tebligatta bulunduğu şuyu’ buluyor. Yeni Gazete kapısında asılan işbu ma’lumatı pür-tehalük okuyarak defterlerine kaydedenler; “Ha böyle…” diye yollarına devam ediyor ve etvarlarından vazife başına koştukları anlaşılıyor. Akşam çıkan gazeteler sefirin böyle bir nota vermediği fakat Sofya maslahatgüzarımıza Bulgar hükumeti tarafından Balkan hükumetleri namına böyle bir nota verildiği bildiriliyor. Hülasa bugün herkes seviniyor. Çünkü Karadağ hududundan muzafferiyet haberleri geliyor; Düvel-i Muazzama’ya Osmanlılığın şan u şerefiyle mütenasib bir cevab veriliyor. Zat-ı Şahane gerek karargahı teşrifleri gerek istasyonda meydan-ı gazaya giden askerleri teşci’ etmeleriyle millete ümidler veriyor ve en nihayet beklenilen şey kesb-i vuzuh ediyor: Bulgarla muharebe… Zaten bugün muharebe hususunda en ihtiyat ve i’tidal ile beyan-ı fikr eden gazeteler de; “Artık isterse harb olsun” diye yazıyorlardı. Bugün bütün gazeteler müttehidü’l-lisan olarak Babı ali’nin mahirane icra etmiş olduğu siyasetin mediha-hanıdırlar. Evet bütün nümayişler ve isti’callere karşı Babıali metanetini muhafaza etmiş arada on gün kazanmış meydan-ı harbdeki vaz’iyetimizi düşmanlarımızın bağrını delecek surette tebdil etmiş efkar-ı umumiyye-i aleme de Balkan hükumetlerinin maksadı ıslahat olmadığını ra’na göstermekle Osmanlıların haklı olduklarını isbat eylemiştir. Düvel-i Muazzama’nın müşterek notası Babıali’nin ona verdiği cevabı Bulgar hükumetinin maslahatgüzarımıza ver diği nota –ki bugünkü gazetelerde neşredilmiştir– hep bunu gösteriyor. Bu vesaik-ı tarihiyye kısm-ı mahsusumuzda mündericdir. Babıali’nin bu hüsn-i idare-i siyasetinden herkes müteşekkir bulunuyor… Hatta “Cenin= Tanin ” de ra zi ve müteşekkir! Bugün Harbiye Nezareti Karadağ hududu muharebatına aid ikinci tebliğ-i resmisini gazetelere veriyor. Muharebatın pek kahramanane ve hun-rizane olduğu anlaşılıyor. Bizimkiler Karadağ dahilinde ibraz-ı besalet ediyorlar. Gayur zabitlerimizden Binbaşı Salahaddin ve Kemal Beyler’le Kumandan Sa’deddin Bey’in şehid olmaları gazilerimizde bir hiss-i rekabet aynı zamanda bir azm-i intikam u celadet tevlid ediyor. Sırp hududunda çetelerle müsademat devam ediyor ve muvaffakıyetin daima asakirimiz tarafında olduğu haberleri geliyor. Yunan sefiri tarafından Babıali’ye tevkīf olunan Yunan gemilerinin saat zarfında tahliye talebine dair bir nota veriliyor. Bugün yine fevkalade olarak Hey’et-i Vükela Babıali’de yeye müştereken tebliğ edilen notaya karşı hükumet-i Osmaniyyenin ahzedeceği vaz’iyet hakkında müzakere ediyorlar nota mündericatının küstahane olduğunu nazara alarak böyle bir notaya cevab vermeyi hükumet-i Osmaniyyenin şeref ü haysiyetiyle mütenasib bulmuyorlar. Hariciye nazırı tarafından üç Balkan devletleri nezdinde olan süferamıza telgraf keşide edilerek münasebat-ı siyasiyyenin inkıta’ıyle avdet eylemeleri tebliğ ediliyor. Taht-ı tevkīfde olan Yunan gemilerinin tahliye edilmesini taleb eden Yunan notasına cevab verilmeyeceği taht-ı karara alınıyor. Atina’da Girit meb’uslarının Yunan Meclis-i Meb’usanı’na kabul olunmaları haberi ve Yunan Başvekili Venizelos’un; “Bundan sonra Yunan ile Girit’in yalnız bir meclis-i meb’usanı olacağını” i’lan ettiğini telgraflar iş’ar ediyor. Bugün inkıta’-ı münasebat gazetelerle i’lan edilince herkes artık Balkan ahvalinin kesb-i vuzuh ettiğinden akşama sabaha resmen i’lan-ı harb edileceğinden emin görünüyor. Yalnız gazeteler; “Neden Bulgarlar teşebbüs-i harb-cuyanelerinde te’hir gösteriyorlar?” diye ahalimizle beraber merak ediyorlar. Herkese öyle geliyor ki Bulgaristan seferberliğini lüzumu derecesinde bitirememiştir. Maamafih harbin muhakkak olduğu artık vareste-i şektir. Acaba muharebe yalnız Balkanlar’a münhasır kalacak mı? Efkar-ı umumiyyeyi işte bu nokta meraklandırıyor. Rusya tahşidatından Avusturya hazırlıklarından herkes birer ma’na çıkarmak istiyor. “Balkan muharebatı neticesinde bir Rus–Avusturya muharebesi mi olacak? Yahud her türlü mesail-i gamızada kendilerine aid olunca bir tarik-ı i’tilaf bulabilen Avrupa diplomatları harbin Avusturya’ya sirayetini men’ edecekler mi?” diye düşünenlerimiz muharebe başlasa bile diplomasimizin uhdesinde büyük ve ağır bir vazife olduğunu teslim ediyorlar. “Muharebeyi asker yapacak fakat diplomatlar bitirecektir. Askerlerimiz kadar diplomatlarımız da mahir olmalıdır” diye gazeteler beyan-ı fikr ediyorlar. Karadağ ve Sırp hududundan bugünkü gazetelerde res mi veya gayr-ı resmi bir ma’lumat alınmaması intizarı mucib oluyor. “Şeyhu Meşayihı Zevaya es-Senusin Ahmed el-Isavi” imzasıyle el-Alem Gazetesi’ne Bingazi’den çekilen bir telgrafda Seyyid Ahmed eş-Şerif hazretlerinin İtalya kumandanına kendilerinde bulunan üseraya mukabil oradaki üseranın terkedilmesine dair ricada bulunduğunu tekzib ile eracifden ibaret olduğunu beyan ettikten sonra Seyyid Ahmed eş-Şerif hazretlerinin şu sözleri de ilave ediyor: “Bu bizim için mümkün değildir. Zira biz çok kereler Senusi mensublarını cihada teşvik ve düşman-ı bi-emanımız olan İtalya’yı memleketimizden def’ etmek için son noktaya kadar mücahede edeceğimizi i’lan ettik. Biz musalahayı da kabul edemeyiz. Hepimiz şehid olup da bir kişi kalsa yine vatan-ı azizimizden bir karış yerin sulh ile gitmesine razi olmayacaktır. Binaenaleyh bunun hilafına olarak neşrolunan şeylerin hepsini İtalyanlar tarafından tereşşuh eden bir takım eracifden olmak üzere telakkī etmelidir.” Afgan Devlet-i İslamiyyesi asakir-i nizamiyyesinin ihraz ettikleri maharet-i askeriyyeyi ve eytam ve etfal-i fukara için bir iane toplamak maksadıyle mahsus bir daire dahilinde askerin jimnastik oyunları icra etmesi ve ahalinin muayyen bir para mukabilinde gelip de jimnastiği temaşa etmeleri için emir hazretlerine mahsus bir fından takdir ve tasvib olunarak tatbik edildiği Siracü’l-Ahbar gazetesinde görülmüştür. Bugünlerde Rusya dördüncü Duma intihabatıyla meşgūldür. Hükumet üçüncü Duma’da az çok hükumete muhalefet etmiş olan sabık meb’usları tekrar Duma’ya intihab ettirmemek için türlü türlü vesail ile çalışmaktadır. Ez-cümle kanunen hakk-ı intihabdan mahrum ettirmek maksadıyle meşhur üçüncü Duma İslam meb’uslarından Maksudof’un “Liyakat-i maliyyeyi haiz değil” diye sudof’u müntehib-i sani olarak intihab etmekle hükumetin Maksudof’un bu suretle tekrar meb’us intihab olunması kabul veya redd olunacağı mes’elesinin de Duma’da halledileceği ümid olunmaktadır. Maksudof üçüncü Duma’da Müslüman Fırkası’nın riyasetini ihraz ve Rusya İslamları menafi’inin müdafaası yolunda irad buyurdukları hamiyetkarane nutuklarıyle kesb-i temeyyüz etmiş değerli zekalardandır. Buhara İslam tüccarlarından bir hey’et Buhara’da elektrik fabrikası te’sis etmek üzere bir şirket-i İslamiyye te’sis etmişlerdir. Şevval’in onbeşinde in’ikad eden şüreka ictima’ında sermaye-i esasi olarak ruble lira-yı Osmani toplanmış. Bu meblağ mezkur fabrikayı te’sise kafi olacak derecededir. İlave olarak ruble lira dahi ihtiyat sermayesi toplanılmaktadır. Yukarıdaki teşebbüs-i ticariyi tebşir eden Buhara-yı Şerif refikımız Avrupa erbab-ı servetinin müessesat-ı iktisadiyye ve ticariyye sayesinde ne gibi terakkıyata nail olduklarını kaydettikten sonra Buhara ne-i imtisal buluyor. Ecanibin esir-i iktisadisi bulunduğumuz böyle bir zamanda İslamlar beyninde zuhura gelen faaliyet-i lürreşad dahi Buhara Elektrik Şirket-i İslamiyyesi’ni ez-can u dil tebrik ve bunu Buhara İslamlarının bir eser-i intibahı telakkī eder. Ahiren Salaruddevle’ye meşrutiyetten irtidad gibi telakkī edilen Yar Muhammed Han ve yaranının Kirmanşah civarında mütehaşşid Şahzade Ferman Ferma’nın taht-ı kumandasında olan hükumet asakiriyle Salaruddevle namına harbettikleri ve hükumet asakirinin muzafferiyetiyle neticelenen bu muharebede büyük bir mağlubiyete uğradıkları Yar Muhammed Han’ın da katledildiği İran Sefarethanesi’ne keşide olunan bir telgrafdan anlaşılmaktadır. Salaruddevle ve Yar Muhammed Han’ı ta’kībe me’mur olan devlet asakiri namına Kirmanşah’dan keşide olunan bir telgrafda Ermeniler Bahtiyariler Nizamiler ve Mücahidlerden ibaret olan zabitan ve rüesası hükumetin verdiği va’dinin ifa olunmasını ve bir an evvel meclisin küşadını istemişlerdir. Son Posta Mülakatı’na hasredilmiş. Mezkur mülakatta Naibü’s-saltana Nasırulmülk hazretleriyle İran Paris Sefiri ve Maarif Nazırı Mümtazü’s-saltana’nın dahi hazır olduklarını yazdıktan sonra Grey ile Sazanof’u İran menafi’i ve istiklali hususunda daha emniyet-bahş bir karar ittihazına ikna’ edebileceklerini ye’salud bir ümidle beyan etmektedir. Bu makaleleri okumak hazin… Hazin olduğu kadar da ibret-engizdir… * * * Tarih-i harbin vesaik-ı resmiyyesini teşkil edecek neşriyatı tesbit etmek üzere vesaik-ı tarihiyye diye bir kısım ayırıyor ve bu hafta zarfında neşrolunan vesaikı ber-vech-i ati dercediyoruz: Harbiye Nezareti’nden bil-umum mevaki’-i askeriyyeye tebliğ kılınan beyanname-i hümayun suretidir: Devlet-i Aliyyemiz’in sulh-perverliği cihanın ma’lum u müsellemidir. Osmanlılar her milletin hukūkuna riayet ederler; her milletin de bil-mukabele hukūk-ı Osmaniyyeye riayet etmesini isterler. Osmanlıların hiçbir hükumet hakkında su-i nazarı su-i niyyeti yoktur. Bina-berin kendi haklarında da sair hükumetlerin şiar-ı musafata mugayir harekatta bulunmamalarını taleb etmek haklarıdır. Osmanlılar hiçbir kavmin saadetini terakkıyatını ihlal etmemek arzusundadırlar; kendilerinin saadetine terakkıyatına da diğerlerinin hail olmasını tecviz etmezler. Memleketimizin muhtac olduğu ıslahatın ale’d-devam musadif olduğumuz gavail-i azimeye rağmen bi-hasebi’l-imkan peyderpey icrasıyle ahalimizin istikmal-i esbab-ı saadet ve istirahatine çalışmakta olduğumuz halde vatan-ı azizimize gözlerini diken ve terakkıyat-ı tedriciyyemizin devamı emel-i gayr-i meşru’larının husulünü gittikçe daha ziyade tas’ib edeceğini bilen küçük komşularımız ıslahat ve terakkıyatımızın inkişafına mani’ olmak ve gavailimizden istifade etmek sevdasına düşerek tevhid-i efkar ve vilayat-ı mütecaviremize tevcih-i sevda-enzar eylemişlerdir. Osmanlıların celadet-i alem-pesendanesine bi’d-defeat cilvegah olan Bulgaristan ve Sırbistan ve Yunanistan ve Karadağ hayal-perestanının akvam-ı Osmaniyyenin muhafaza-i vatan için altı yüz bu kadar seneden beri feda ettikleri canlarını düşmanlarına ne kadar bahalı vermiş olduğundan tegafül ve memalikimizin aksam-ı sairesinden baid iki eyaletimizin bir devlet-i muazzama ile bir seneyi mütecaviz müddetten beri başlı başına kahramanane harb etmekte bulunduğundan da tecahül ederek serhadlerimize kuvayı askeriyye sevkine kalkışmalarına binaen nigehban-ı şecaat-ünvan-ı memleket ve hami-i hamiyyet-nişan-ı namus-ı millet olan asker evladımın silah altına cem’ine mecburiyet hasıl olmuştur. Binaen ala-zalik şimdilik birinci ve ikinci müfettişliklerinde bulunan nizamiye ve redif ve müstahfız kıtaatının tamamen ve üçüncü müfettişlik dahilindekilerin kısmen hal-i seferberiye vaz’ını irade ettim. Aba vü ecdadınızın sizin saadetiniz için mübarek kanlarıyla yoğurdukları sizin istirahatiniz için aziz canlarını feda ederek bugüne kadar hıfzettikleri hak-i pak-i vatanın müdafaası vazife-i mukaddesesi bugün size aiddir. Her zerresi aba vü ecdadınızın ecza-yı mübareke-i vücudundan mürekkeb olan o mukaddes toprakları aba vü ecdadınızın makber-i münevverlerini düşman ayağı altında çiğnetmemek evlad ü ahfadınızın mülk-i meşru’unu tecavüzattan muhafaza etmek uhdenize mütehattim bir zimmet-i mukaddesedir. Düşmanlarımız serhadlerimize toplanıyorlar. Bütün mukaddesatımızı pamal etmeye aba vü ecdadınızın mirasını elinizden almaya evlad ü ahfadınızın saadetini mahveylemeye hazırlanıyorlar. Ecdad-ı ızamınız gibi sizin de kemal-i şecaatle vatanı muhafaza namus-ı milleti müdafaa için hududa hemen şitab ile mader-vatana uzatılacak dest-i tecavüzü seyf-i celadetinizle keserek şanlı aba vü ecdadınızın onlar gibi sitayiş-i cihana layık hayru’l-halefleri biraderleri olduğunuzu aleme göstereceğinizden ve ecdad-ı pak-ervahınızın dastan-ı hamasetine menakıb-ı muzafferiyatınızı ilave edeceğinizden eminim. Cenab-ı Hak sizi daima mansur Osmanlıları fütuhatınızla mesrur etsin! * * * Karadağ hükumet-i kraliyyesinin hükumet-i Osmaniyye dostanede halletmek sarfeylediği mesainin neticesiz kalmasından dolayı müteessifim. Metbu’-ı mufahhamım haşmetlü Kral Birinci Nikola hazretlerinden aldığım müsaade üzerine zat-ı fahimanelerine arzeylerim ki bugünden i’tibaren Karadağ hükumet-i kraliyyesi Saltanat-ı Osmaniyye ile olan bütün münasebatını kat’ ile gerek asırlardan beri tanınmamış olan kendi hukūkunu gerek Saltanat-ı Osmaniyye dahilinde bulunan kardeşlerinin hukūkunu istihsal vazifesini Karadağlıların silahlarına terketmiştir. Karadağ’da bulunan Osmanlı me’murlarına pasaportlarını verecektir. * * * Zirde vazı’u’l-imza olan Avusturya ve Macaristan İngiltere Fransa Rusya ve Almanya sefirleri Babıali tarafından Düvel-i Hamse’nin sened ittihaz ettiklerini ve Avrupa-yı Osmani’nin lüzum gösterdiği ıslahatı ve bunun ahalinin hayr u nef’i yolunda saha-i fi’le isalini te’minen ittihazı icab eden tedabiri Berlin Muahedenamesi’nin ’üncü maddesinin ve Kanunu’nun ruhuna tevfikan Babıali ile hemen müzakere edeceklerini Babıali’ye ihbara hükumet-i metbuaları tarafından me’mur edilmişlerdir. Azade-i beyandır ki ıslahat-ı mezkure hükumet-i Osmaniyyenin tamamiyet-i mülkiyyesine halel getirmeyecektir. * * * Babıali bu notaya cevaben Teşrin’in birinde sabahleyin saat dokuz buçuk raddelerinde zirdeki notayı Avusturya-Macaristan Sefareti’ne tevdi’ etmiştir: Nota Metni: Hükumet-i metbuaları tarafından me’muren Avusturya ve Macaristan İngiltere Fransa Rusya ve Almanya sefirleri hazaratı tarafından mah-ı carinin onuncu günü Babıali’ye vukū’ bulan tebligata cevaben zirde vazı’u’l-imza Zat-ı Hazret-i Padişahi’nin umur-ı hariciye nazırı sefirler hazaratının da bizzat müşahede ettikleri vechile hükumet-i seniyyenin zaten Avrupa-yı Osmani vilayetlerinin lüzum gösterdiği ıslahatı kabul ve idhali lüzumunu teslim eylemiş olduğunu kendilerine tahattur ettirmekle kesb-i fahr eyler. Hükumet-i Osmaniyye bu ıslahatı her türlü müdahelat-ı ecnebiyye haricinde icraya azmettiği ve ıslahatın bu şerait dairesinde icrası Memalik-i Osmaniyye’nin bu cüz’ünün sekenesini teşkil eden anasır-ı gayr-i mütecanise arasında Kanun-ı Esasi-i Osmani’nin ruh-ı hürriyet-perveranesi dahilinde ahenk ve imtizacı te’min ederek memleketin saadetine ve inkişaf-ı iktisadisine hadim olmaktan hali kalmayacağını tahmin eylediği cihetle ıslahat-ı mezkureyi kemal-i kanaat ile nazar-ı i’tibara almıştır. Şurası şayan-ı kayd ü işarettir ki vilayat-ı mezkurenin ah val-i dahiliyyesini ıslah yolunda şimdiye kadar vukū’ bulan teşebbüsat-ı muhtelife muntazar olan semeratın kaffesini şübhe yok ki maksadları neden ibaret olduğu aşikar bulunan tahrik ve ifsad menba’larından tevellüd eden su-i kasdların ve cinayetlerin bais olduğu hal-i teşevvüş ve iğtişaştır. Böyle olmağla beraber hükumet-i seniyye ahval-i mübreme settikleri tebligattaki niyet-i dostaneyi takdirde geri kalmamıştır. Neticesinde alem-i medeniyyet için her türlü vesait-ı azimeyi behemehal tevlid edecek bir müsademe tehlikesine mani’ olmak üzere Düvel-i Muazzama tarafından sarfedilen mesaiye hükumet-i seniyye ez-can ü dil iştirak eder. Bu noktada hükumet-i Osmaniyye Düvel-i Muazzama’nın çare-i hallini taharri ettikleri mes’ele-i müdhişe karşısında kendilerinin vazife-i insaniyet-perveranelerini teshil edecek surette daha evvel davranmış olduğu zannındadır. Filhakīka hükumet-i seniyye Berlin Muahedenamesi’nin bir çok mevaddının gerek metn-i muahedenameye gerek ruhuna mugayir bir surette tatbik ve bu suretle menafi’-i Osmaniyye birçok hususatta ihlal edilmiş olduğunu kale almak ve mezkur muahedenamenin ’üncü maddesinin diğer maddelerden ziyade ne dereceye kadar el-haletü hazihi bir kıymeti kaldığını tedkīk etmek istemeyerek Layiha-i Kanuniyyesi’ni hey’et-i mecmua-i tarihiyyesiyle ilk devre-i Meb’usan’a ve tasdik-ı hazret-i şehriyariye arzetmeye kendiliğinden karar vermiştir. Bu kanun kabul ve i’lan edilir edilmez me’murin-i Devlet-i Aliyye’nin mu-şikafane bir surette tatbikına bezl-i ihtimam edeceklerine Düvel-i Muazzama mutmain olabilirler. Az çok bir usul dairesinde yapılan ve diğer bir tarz-ı idareye has olan eski ihmal ve teallülattan hükumet-i meşruta-i hazıra-i Osmaniyyenin suret-i kat’iyyede ıslahata karar vermiş olmadığını ve mazinin hatalarını ber-taraf etmeye gayr-i kadir bulunduğu hükmünü çıkarmak ve bu babda ızhar edilen bazı şübheleri vesile addederek gerek memleketin gerek ahalinin menafi’iyle gayr-ı kabil-i te’lif başka tedbirler aramak cidden pek haksız olur. * * * Bulgaristan hükumeti tarafından müttefikleri namına Sof ya Osmanlı maslahatgüzarına tevdi’ edilen notanın metnidir: Zirde vazı’u’l-imza Bulgaristan hükumeti reis-i vükelası ve hariciye nazırı Türkiye maslahatgüzarından atideki nota sini rica ile kesb-i şeref eyler: Düvel-i Muazzama’nın Avrupa-yı Osmani’de vücuda getirilecek ıslahatı bizzat ellerine alacaklarına dair düvel-i müşarun-ileyhim namına Avusturya ve Rusya hükumetleri tarafından Balkan hükumatı nezdinde vukū’ bulan teşebbüse rağmen Bulgaristan Yunanistan Sırbistan hükumetleri Saltanat-ı Osmaniyye dahilinde bulunan hıristiyanların sefaletten kurtarılması ve Avrupa-yı Osmani’de sükun ve asayişin tamami-i te’mini ve şimdiye kadar Babıali tarafından ekseriya bila-sebeb bir takım muamelat-ı na-reva ve keyfiyyeye hedef olan Balkan hükumatı ile saltanat-ı müşarun-ileyha arasında metin ve daimi bir sulh ve müsalemet te’sisi için yegane çarenin esaslı bir takım ıslahatın cidden ve tamamen tatbikinden ibaret olacağını hükumet-i müşarun-ileyhaya beyanın daha münasib olacağı mutalaasında bulunmuşlardır. Bulgaristan Yunanistan Sırbistan hükumetleri hadisat-ı ahireden dolayı bu teşebbüslerine Karadağ’ın da iştirak edememiş olmasından dolayı müteessif bulundukları halde Babıali’yi Düvel-i Muazzama ve hükumat-ı Balkaniyye müttehiden Berlin Muahedesi’nin yirmi üçüncü maddesinde mastur olan ve ahalinin milliyet-i ırkıyyeleri vilayetlerin muhtariyyet-i idariyyeleri valilerin Belçikalı ve İsviçreli olmaları vilayetlerin bir meclis-i müntehaba malik bulunmaları jandarma ve serbesti-i tedrisat milis teşkilatı esasına bulunan Düvel-i Muazzama süferası ile hükumat-ı Balkaniyye elçilerinin kontrolü altında kemiyet-i mütesaviyyede müslüman ve hıristiyan a’zalardan mürekkeben teşekkül edecek bir komisyon ma’rifetiyle derhal tatbike tevessül eylemeye da’vet ederler. Hükumat-ı mezkure ümid ederler ki Türkiye işbu nota ve ona melfuf izahnamede zikredilen mevaddı kabul ve altı ay zarfında tamamen mevki’-i tatbike vaz’ edecek ve delil-i muvafakat olmak üzere seferberlik emrini geriye alacaktır. muhtariyet-i milliyyelerinin işbu hakkın tevlid edeceği netayic mevcudiyyetiyle mütenasib meb’uslara malik olması. ların her türlü me’muriyetlerde istihdamı. hükumet mekatibi ile müsavi tutulması. yelerini tağyir için hiçbir suretle muhacir iskanına teşebbüs edilmeyeceğinin taahhüd edilmesi. teşkili. Kadrolar teşkil edilinceye kadar hıristiyanlardan asker alınmaması. ve Belçikalı valiler ta’yini ve suret-i ta’yinlerinin Düvel-i Muazzama tarafından tasdiki ve bunların maiyetlerine devair-i ta’yini. müslüman a’zadan mürekkeb bir meclis-i ali tarafından işbu Düvel-i Muazzama süferası ile Balkan hükumetleri elçileri bu meclisin icraatını ta’kībe salahiyetdar olacaklardır. * * * Hükumet-i seniyye tarafından Teşrinievvel’in ’sinde Dü vel-i Muazzama kabinelerine tebliğ edildiği telgraf ki Osmanlı Ajansı tarafından neşredilmiştir: Bulgaristan ve Sırbistan tarafından Avrupa-yı Osmani vilayatına seferberlik emrinin geri alınmasına dair bize verilmiş olan notadan Düvel-i Muazzama elbet haberdar olmuşlardır. madığı için Sofya ve Belgrad’da bulunan süferamızın derhal her türlü münasebat-ı siyasiyyeyi kat’ ile İstanbul’a avdet eylemeleri için tebligat icra kılınmıştır. Öyle zannederiz ki muhafaza-i sulh için sarfeylediğimiz mesai Düvel-i Muazzama nezdinde mazhar-ı takdir olacak ve Avrupa’nın mevcudiyetinden tecahü ile devletlerin tavassutlarını bir tarafa bırakarak doğrudan doğruya bize teveccüh etmiş olan Balkan hükumetlerinin düvel-i müşarun-ileyhime karşı gösterdikleri hürmetsizlik anlaşılacaktır. Tercüme-i Meal-i Münifi Ey mü’minler! Din ve vatan düşmanlarınızla meydan-ı harbde karşılaştığınız tertib-i sufuf ederek fi-sebilillah cihada başladığınız vakit sakın a’danıza –kesretleri mukabeleyi niz ölümden korkup da kaçmayınız ki beyhudedir. Ölüm –vakt-i merhunu gelince– sizi en metin kale burçları içinde de olsanız yine bulur. Ondan kaçıp kurtulmak muhaldir. İşte bu hakīkati derpiş ederek merdane ve mütevekkilane sebat ediniz! Kemal-i şecaat ü kahramani ile hasmınız üzerine saldırınız! Her kim o gaza gününde o er meydanında –sahte ric’at ve tebdil-i mevzi’ gibi letaifü’l-hıyel müstesna olmak üzere– düşmen-i din ü vatanına arkasını dönüp kaçarsa Allah’ın kahr u gazabına rucu’ etmiş olur! Onun yeri cehennemdir! Ne dehşetli zindan-ı lehib-efşandır o! * * * Beydavi merhum bu kelime-i celilenin kesretten müstear olduğunu söylüyor. aslen masdardır. Çocuk kıçı üzerine yavaş yavaş sürünerek yürümesine lisan-ı azbü’l-beyan-ı Arabda denilir. te’viliyle tarafeyn saflarından hal olması da caizdir. Şu halde ma’na; “A’danızla karşılaşarak yekdiğerinize doğru ağır ağır hatvelerle yaklaştığınız vakit…” sebkinde olur. O dakīkada iki taraf da ölüme doğru gitmekte oldukları endişesiyle bir tufan-ı heyecan içinde titrerler. Vücudlar kuvvet ve metanetlerini gaybetmeye adımlar gittikçe ağırlaşmaya başlar. Herkes birbirine sokulur saflar sıkışır. Hatvelerin bataetinden yürüyüş teessür-engiz bir şekl-i mahsus göterir. Saflar –heyeat-ı mecmuaları i’tibarıyle– sanki yürümüyorlar da kıçları üzerine sürünüyorlar zannolunur. Bu tarz-ı reftar –ateşsiz tarrakasız esliha-i basitanın müsta’mel bulunduğu– bizden pek uzak bir maziye aid olmakla beraber halet-i ruhiyye aynıyle yine odur. Çünkü istikbaline koşulan der-agūş olunan pençeleşilen ölümden başka bir şey değildir. İşte dünya ile ahiret arasındaki mesafe-i muhayyelenin pek kısaldığı adeta yekdiğeriyle temas ettiği o demdedir ki vahime çıldırıyor. Olanca şiddetiyle akla hücum eder. Susturmak şaşırtmak sahibini ric’ate firara mecbur etmek ister. İnsan tufan-hiz bir buhran-ı tereddüd içinde kalır. Akıl meziyetini o anda gösterir. Hayatın hayat-ı namus hayat-ı şeref ve haysiyyet hayat-ı cem’iyyet ve milliyyet hayat-ı istiklal olduğunu hayat-ı ferdin ehemmiyetsizliğini anlatmaya çalışır. Vahime kabarıp çırpındıkça ona; “Çıldırma! Sebat et! Ta ki ya muzafferiyetle memduh ya ki şehadetle müsterih olasın!” der. ! Hakkı kabul etmemek hakkına razi olmayarak kan dökmek kardeşini öldürmek insanlara “Kabil”den kalma bir yadigar-ı zulm ü vahşettir. İnsanın hamir-i maye-i fıtratında o vahşet ateşinden bir damla bulunuyor. O maye kevser-i sahih-i irfan ile tartib u ta’tir olunmaz o katre-i lehib-i vahşet söndürülmez de kendi haline bırakılır kendi nefsine arz-ı teslimiyyet ve esaret ederse savlette vahşette siba’-ı müfteriseyi bile geride bırakır. Bir vahşiyi alınız; ona kıravatıyla gantıyla silindir şapkasıyla muhteşem! bir libas-ı medeniyyet yine hunhardır değil mi? O yine insanlara saldırır paralar gebe kadınların karınlarını yarıp ceninlerini çıkarır ayakları altında ezer bedbaht anası can alıp verirken o kanlı dişlerini sırıtarak güler. Cenin-i bi-ruhun üzerinde hora teper. Öyle ma’nevidir. Medeniyet fazilet-i irfan ulüvv-i vicdandır. İşte Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib eden ancak “din”dir. Ezeli makbul-i Hak olan din ise “İslam”dır. Emin olalım ki bu din gelmese idi insanlar birbirini paralamakta yırtıcı hayvanları geçerlerdi. Binaenaleyh silsile-i hayat-ı beşer de daha ikinci halkasında kopar giderdi. terisanesi önüne geçen o çılgın hayvaniyetin ağzına licam-ı hakimiyyeti takıp zabteden ancak “din”dir “Din-i İslam”dır. Din-i hak mütedeyyinlerini bi-gayri hakkın katl-i nüfusdan sefk-i dimadan şiddetle men’ eder. Hatta en adi bir haksızlığına bir tecavüze bile kat’iyyen razi olmaz. Din-i hak mütedeyyinlerini bir lüzum bir mecburiyet görülmedikçe harbden de zecreder. Herhangi bir kavil veya fiilde şaibe-i bidad vardır din onun aleyhindedir. Nazarında faili mes’uldür mahkumdur. Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’in müfessiri olan lisan-ı akdes-i Risalet’ten hikmet-efza-yı sünuh u sudur olan; “Şecaat ve kuvvetinize mağrur olup da düşmanla harbi arzu etmeyiniz! Fakat mecburiyet görüp de yüz yüze geldiğiniz vakitte sabr u sebat ediniz! İşte o zaman hasm-ı din ü namusunuzla şirane kahramanane çarpışıp ihkak-ı hak ve ibtal-i batıla çalışınız!” Buhari Kitabü’l-Cihad [ ] hadis-i şerifi burhan-ı celidir. Görülüyor ya İslamiyet’te durup dururken düşmana kılıç çekmek hem de tahrimen memnu’dur. Sell-i seyf için mutlak bir mecburiyet bir lüzum bir hikmet olmalı! Düşman terk-i silah ettiği anda seyf-i İslam niyamına girer. Şu hadis-i şerifi okuyalım: “Sahabe-i güzinden radıyallahu an-ecmaihim Mikdad bin Amr el-Kindi –ki Bedr-i Kübra harb-i ebediyyü’l-iştiharını kazanan arslanlardandır– diyor ki: Veliyyü’n-ni’met-i can u cihanımız aleyhi’s-salatü ve’sselam Efendimiz hazretlerinden sordum: “Anam babam yolunuza feda olsun ya Resulallah! A’da-yı dinden biriyle karşılaşıp harbettik. Esna-yı mukatelede bir elimi kılıçla vurup düşürdü derhal bir ağaca iltica ederek; “Ben İslam oldum; Allah’a iman ettim!” dedi. Şimdi bunu ba’de’l-İslam öldürebilir miyim ne buyurursunuz?” “Hayır; öldüremezsin!” “Peki Veliyyü’n-ni’met Efendimiz; fakat o beni bir elden mahrum etti de sonra kabul-i İslam ettiğini de söyledi.” “Hayır; öldüremezsin! Eğer öldürürsen katil olursun! Çünkü o seni öldürmeden evvel senin menzilendedir; senin gibi mü’min oldu. İslamiyet’te hakk-ı hayatı bütün müsavatıyle bütün meziyyatıyle bütün fezailiyle iktisab etti. Sen de o ihtida etmezden evvelce bulunduğu menziledesin. Yani öldürdüğün halde o şehid olur sen de mahkum-ı kısas bir cani.” Buhari Kitabü’l-Magazi [ ] Gerçi bu hadisede selamet-i hayat İslam kaydıyle mukayyed ise de nazm-ı celili a’da-yı tevhidi seyf ile İslam beyninde tahyir hükm-i icbarisini ref’ ettiğinden şu halde seyf-i niyam-ı sulh u müsalemetine giriyor. Binaenaleyh İslamiyet’e “kılıç dini” demek kadar garazkarane bir iftira bir bühtan-ı azim olamaz. Hakīkat güneşten daha bedihi iken buna cevab vermek tenezzülü bile zaiddir. le me’murdur. Redd ü istikbar edenlerden de tahaffuza mec burdur. kasd etmemiştir. Bilakis daima tecavüze ma’ruz kalmış daima su-i kasd görmüştür. Cihad ile me’muriyeti işte bu sebebe mebnidir. İslamiyet muarızlarının mezheblerine i’ti kadlarına karşı lakayd ve gayr-i mütenezzil kaldığı kadar a’dası ona karşı hiçbir zaman ve mekanda lakayd bulunmamış bulunamamıştır. El-yevm mü’min ve mu’tekidlerini cebren ve ikrahen Salib’e secde ettirmek amali onların kalblerinde bir ateştir ki daima yanar ve yakar durur. Bunların İslamiyet’e ezeli ve ebedi adavetlerini Kur’an-ı Kerim bize şu ayat-ı celilesiyle haber veriyor: “ Resul-i muhterem! Ne Yehud ne de Nasara senden ebediyyen razi olmazlar; sana besledikleri kin ve adavetlerini mümkün değil teskin ve onları kendinden irza edemezsin! Ta ki onların milletlerine ittiba’ ve dinlerine irtidad etmedikçe!” “ Onlar sizinle daima muharebe ve mukatele ederler. Ta sizi –eğer ellerinden gelse– dininizden çıkarıp kendi dinlerine reddettirinceye kadar! –Ve tevcih-i diğerle: Mücerred sizi dininizden çıkarmak ve kendilerine benzetmek için.” “ O a’da-yı din-i Hak size galebe çalarlar sizi der-zencir-i esaret ve mahkumiyyet ederlerse aleyhinizde besledikleri gayr-i kabil-i ta’dil gayz-ı muzmerlerini derhal ızhar ederler. Size dest-i vahşet ve iftiraslarını uzatırlar. Cebren evlerinize dalıp ırz ve namusunuzu pamal-i hayvaniyyet ederler. Sizin Allah’ınıza Peyamber’inize Kur’an’ ınıza Ka’be’nize bütün mukaddesat-ı diniyyenize ağız dolusu sebler düşnamlar istifrağ ederler. Ve bütün ruh-ı Salib-perestaneleriyle sizin küfr ü irtidadınızı – “Ah!.. Şu müslümanlar dinlerini bırakıp da bizim mezhebimizi kabul etseler bizimle birlikte Salib’e tapsalar…” diye– temenni eder dururlar.” minlere cihadı emreder. Hayat-ı hakīkıyyemiz olan mukaddes dinimizin muhafazası için bizi er meydanına götürür cennetin şehadet kapılarını açar bize zevk-ı faniye bedel bir naim-i ebedi gösterir. Hatta bize fenn-i harbin ta’biyenin la-yetegayyer planlarını da öğretmek lutf-ı mahsusunda bulunur. İşte tercüme ve tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i celiledeki – – cümle-i istisnaiyyesi! Ta’biye ne kadar teceddüd etse letaifü’l-hiyelden bin bedayi’ icad olunsa yine sahte ric’at ve tebdil-i mevzi’ hareketleri esas olarak bakīdir. Sonra da düşman karşısında adem-i sebat ve firarın cezasını kahr u gazabı mahbes-i cahimi olmak üzere ta’yin eder. Ta’biye ayet-i celilenin içinde olduğu gibi askeri ceza ka nunname-i ilahisi de onda düşman önünden kaçanlar Kur’an-ı Kerim ’i ayaklarıyla çiğnemiş olurlar. Kitabullahı ha düşmana çiğnetmiş ha bizzat üzerine basıp ezmiş ne farkı vardır? Bu gibilerin tevbeleri indallah pek güç ca-yı kabul bulur. Çünkü cinayetleri şahsi değil dinidir millidir koca bir milletin hayatına su-i kasddır. Öylesinin ne cenazesi yıkanır ne de namazı kılınır. Allah’ın makhur u mağdubun-aleyhi olan bir cani-i din ü Kur’ an ’ın akıbet-i hali dünya ve ahiret hüsranından başka bir şey olamaz. Hakīkī müslüman düşman karşısından –bin canı olsa feda eder de yine– firar etmek cinayet-i uzmasını irtikabdan Allahı’na sığınır. FARZ OLAN CİHAD BU CİHADDIR “Cihad”ın ma’nası en büyük zahmet ve meşakkat demektir ve bu ma’na i’tibarıyle efdal-i a’maldir. hadis-i şerifi dahi bunu te’yid eder. Muharebe her ne suretle her ne gibi esbaba mebni olursa olsun emirü’l-mü’minin fermanıyle ta’yin olunmuş kumandan tarafından muhasımine karşı açılmış bir cihaddır ki müslümanlar üzerine farz olan cihad da budur. Yalnız derece-i farziyyet de ayniyet ve kifayet derecesinde ikiye taksim olunur. Müdafaaya kafi derecede bir sevad teşkil etmek farz-ı kifaye ise de düşman kuvveti bize tefevvuk ettiği gibi farz-ı ayndır. Bu farz farz-ı kat’i olup hiçbir te’vil götürmediği gibi hiçbir guna ma’zeret de kabul etmez; her mü’mine farz olur. Nerede bulunursa bulunsun kimin tebeası olursa olsun gelip cihad ordusuna iştirak etmesi farzdır. Ulema-i İslam’ın bazı te’viller ile beyan-ı ma’zeret etmeleri hiçbir zaman ma’zeret-i şer’iyye olamaz. Ordumuzda hıristiyanların bulunması kat’iyyen cihada mani’ olamaz. Vatan evladı herhangi cins ve mezhebden olursa olur vatan hukūkunu müdafaa noktasından bizimle birleşebilirler. Fakat cihad yine cihaddır. Düşmanlarımız bugün Makedonya hıristiyanları hakkında lümanları cayır cayır kesiyor fitne ikaz ettiler bahanesiyle me müslüman kadınlarını kızlarını dağlara aşırmak suretiyle tahkīr ettikten sonra vahşetleriyle iftihar da ediyorlar. Medeni Avrupa süfera ve ateşemiliterleri bunları ra’ye’l-ayn müşahede ettikleri halde hiç seslerini çıkarmayıp daima bizden hıristiyan kardeşleri için ıslahat istiyorlar. Kral Ferdinand kendisinin Hıristiyanlık’ı himaye için meydana atıldığını resmi beyanname ile i’lan ediyor. Bunlardan hiç birini onlar kendileri gizlemedikleri halde bizim için iğmaz etmek neden icab ediyor? Bize vatandaşlık da’vasında bulunan malisörler aynı zamanda dindaşları olan a’dalarımıza muavenet ve bize hıyanet ediyorlar. Nefs-i Petersburg’da müşteşir Rech gazetesi daha i’lan-ı harb olmadan Sırbiye hududunda bulunan asakir-i Osmaniyye hıristiyan efradından yedi yüz şu kadar neferin firar ederek Sırbiyeli hıristiyan kardeşlerine iltihak ettiklerini yazıyor. Bunların hepsine karşı gözlerimizi nafile kapamayalım kendi kendimizi aldatmayalım. Kimsenin maksadı ıslahat filan değil; herkes kendi menfaatini te’min için bahane arıyor. Arada mağdur mazlum bir millet var ise yine biçare müslümanlardır. Şimdi bizim için mühim olan bir şey var ise elhamdülillah ortada cihad var; buna şükredelim! Zira bizim hayatımız bizim selametimiz istikbalimiz hep buradadır. Hazret-i Allah; buyurmuş. Cumhur-ı ulema ve müfessirin de; diye tefsir etmişler; yani cihadı terkederseniz kendinizi tehlikeye atmış olursunuz. Pek doğru tefsirdir. Küre-i arzda mevcud müslümanların kaffesi Osmanlı müslümanlarından maada cihadı terkettikleri zamandan i’tibaren inkıraz ve esarete mahkum olmuşlardır. Bugün cihad i’lan olunması te’min-i hayat demektir. Bu böyledir. Ve bu böyle olduğunu da umum ehl-i İslam hissetmiş olduğunda şübhe yoktur. İ’lan-ı harb daha olunmadan dünyanın en hücra köşelerinde müslümanlara varınca te’sir etti; Amerika’dan gönüllüler geleceği ihbar olundu Memalik-i Osmaniyye’nin her tarafında arslan yavruları hududlara koştular a’yan ve eşrafımız kise-i hamiyyetlerini açtılar dört yüz seneden beri silah isti’mal etmemiş Sibirya Tatarlarından hatta on sekiz adam gönüllü kaydolunarak hududa kadar gittiler. Moskova Darülfünunu son sınıf talebesinden büyük bir aileye mensub Arif Efendi Kerimi mektebini terkederek ordumuza iltihak etmek niyetiyle Darülhilafe’ye gel di ve bugün de hududa gitmek üzeredir. Rusya’dan daha birçok darülfünun talebesi Hilal-i Ahmer tesi talibatı geleceği ayrıca istihbar olunmuştur. Bunlar hep hayata şitab demek olup müslümanların da öyle zannolunduğu gibi kuru patırtılara pabuç çıkarmayacaklarını gösteriyor. Yine Şeriat-i Garra’-i Mutahharamız’ın ta’limatı ile bizim adaletten başka bir mesleğimiz yoktur. Bu kere de düşmanlarımıza karşı ihkak-ı hak ettikten sonra yine bizimle beraber hıyanet etmeyerek bir vatanda yaşamak isteyenlere kardeş nazarıyle bakar ve hukūk-ı meşrualarına da tamamıyle riayet ederiz. Maamafih cihad yine cihaddır. Her mü’min-i muvahhid malını canını feda etmekten kat’iyyen çekinmez. Muharebe tevessü’ ettikçe cihadın farzıyeti bütün müslümanlara taammüm eder. Şimdiden netice-i harbden bahsetmek abes ise de niyetimiz doğru kalbimiz halis oldukça Allah’ın nusreti bizimledir. Cihad bu cihaddır. Artık hiçbir bahane ile bunun önüne durulamaz. Cihad bu cihaddır. BALKANLAR İTTİHAD ETMİŞ OSMANLILAR SİZ DE MEYDAN-I ŞEHAMETE KOŞUNUZ! Furkan-ı mübin Daha dün şanlı Osmanlıların seyf-i hamaseti altında lerzedar-ı hiras olan Balkan’ın derbeder şımarıkları bugün guya ittihad ederek cihanı şehamet ve şecaati karşısında valih bırakan bir millete maye-i asliyyesi hun-ı hamasetle muhammer olan bir devlete meydan okumak cinnetine tutulmuşlar!.. Bulgaristan’ın teşvikıyle Sırbistan Yunanistan Karadağ leri olan velveleler yaygaralarla bütün cihan-ı insaniyyete karşı karar-ı intiharlarını mağrurane i’lana yeltenmişler! Farelerin arslanlara meydan okumasını andıran bu gürültülere mukabil Osmanlıların vakūr ve necib tahaşşüdleri biçareleri bu heyahay-ı sermestiden yakında uyandıracaktır. Ahmaklar düşünmüyorlar ki nur-ı ilahi nefesle söndürülemez! Söner mi “Sön!” deyivermekle nur-ı na-mütenahi; Nefesle kabil-i itfa mıdır çerağ-ı ilahi? Halife ordusu bu ketibe-i şan serseriler yığınından çobanlar derneğinden yılar mı? Kükremiş arslanlar kudurmuş kelblerden hiç çekinirler mi?!... Asırlarca secdegah-ı muvahhidin olan vasi’ bir kıt’anın ebediyyen nur-ı tevhidden mehcur kalmasına rıza-yı Rabbani tealluk eder mi? Hiç şübhe yok: İslamiyet’in ru-yı arzda istinadgah-ı yeganesi olan Saltanat-ı Osmaniyye ebediyyen payidar olacaktır. Balkan serserileri ne dolaplar çevirirlerse çevirsinler onların her türlü mel’anetlerine rağmen Din-i Mübin’in haris-i zi-şevketi olan hilafet-i İslamiyyenin fer ü tabı günden güne artacak Hilal’in sayegah-ı şan u şükuhu bir gülbün-i saadete munkalib olacaktır. Balkan çılgınları iyi bilsinler ki müslümanlar artık hab-ı gafletten uyandılar. sırrı tecelli etti. Osman lılar yek-dil ü yek-can oldular. Tehlike-i vataniyye karşısında fırka mücadeleleri ortadan kalktı. Vatan evladları birbirlerine sarıldılar bir bünyan-ı müşeyyed halini aldılar. Nur-ı ilahi onların dimağlarını kaplayan kabus-ı cehaleti tedricen dağıtıyor; kalblerine ittihad fikirlerine i’tila ruhlarına hamaset hüzmeleri isar ediyor!... Avrupa’nın şımarık Balkan’ın derbeder serserileri bu hareketleriyle kendi mevcudiyetlerine hatime çekeceklerdir. Artık Osmanlıların uğradıkları haksız hücumlar ma’ruz kaldıkları insafsız muameleler gayretullaha dokunacak bir dereceyi buldu. Hak ayaklar altında çiğneniyor haksızlık takdis ediliyor. Ru-yı gabranın bir ma’reke-i zulm ü tecavüz olmasına meydan veriliyor. Liva-i Muhammedi’nin küre-i arz’a Vahdaniyet-i Samedaniyye’nin yegane bir timsal-i maali-nüması olan bu mukaddes sancağın parçalanmasına çalışılıyor!.. Sefiller! Ayetullah sizin mülevves ellerinizle yırtılır mı? Halik-ı Kainat Bargah-ı Rububiyyeti’ne sığınarak meydan-ı vegaya atılan muvahhidini me’yus bırakır mı? Emanat-ı mukaddese-i peygamberinin varis ve muhafızı olan Saltanat-ı Osmaniyye’nin muhteşem orduları derbederler derneğinden yılarlar mı?!.. Sefiller! Titreyiniz! Karşınıza dikilen binlerce muvahhidinin şemşir-i hamasetinden mel’un kellelerinizi kurtarmak atılan Osmanlı dilaverleri kalben vicdanen mazhar-ı galebe olacaklarına emindirler. Mücahidin; tebşir-i Yezdanisi’ne mazhar olduklarına kanaat etmişlerdir. Evet bugün erbab-ı tevhid ve iman nusret-i ilahiyyenin kendi taraflarında tecelli edeceğine mutmain bulunuyorlar. Bunun için didar-ı Rabbani’ye koşar gibi nuşin bir inşirah-ı kalbi ile sevine sevine harbe ma’reke-i cihada atılıyorlar. Ey güruh-ı şaka! İttihadınızla ittifakınızla Rumeli’de Osmanlı şevketinin Halife devletinin ufulünü ihzar edeceğinize mi kani’siniz! Budalalar! Bilmiyor musunuz; şimdiye kadar Osmanlıların şehamet-nüma hücumlarından anlayamadınız mı ki cünud-ı muvahhidin ilahlarının nüvid-i Sübhanisi’ne mazhar olmuşlardır. nıza dikilecek muazzam bir kitlenin muhteşem bir ordunun ya gazi ya şehid olmak arzu-yı mü’minanesiyle meydan-ı ma’rekeye atılan arslan yürekli mücahidinin savletinden yine kurtulamayacaksınız! Liva-i Muhammedi yine teali edecek! Osmanlı ordusu gülbangiyle yine kişver-i a’dayı baştan başa istila edecek! Bekleyiniz! Yakında: “Tutar dünyayı hep gülbank-i kus-ı nusret-avazı” * * * Ne çabuk unuttunuz! Tarihlerinizi açınız! Siz vaktiyle de Osmanlılara karşı yine ittihad etmiştiniz. Bu ittihadın neticesini yine size tarihleriniz pek güzel tasvir eder!.. Osmanlıların büyük padişahı Sultan Murad-ı Evvel zamanında çeviren Bulgar Kralı Sisman bir taraftan hak-i pa-yı saltanata arz-ı ubudiyyet ettiği halde diğer taraftan Sırbistan Kralı Lazari ile Osmanlılar aleyhinde hafi bir ittifak akdetmişti. O zaman da tıpkı bugünkü gibi diğer bir düşmanla harbettiğimizden cesaret-yab olarak Osmanlıları Rumeli’den çıkarmak Biz o tarihlerde Rumeli’ye yerleşememiş idik. Maamafih büyük padişahımızın emriyle Sadrazam Ali Paşa kumandasında gönderilen Osmanlı dilaverlerinin çek-a-çak-i tigı ya şaşırtmış ka’ka-i rimahı aklınızı dağıtmış ma’reke-i vegayı kaplayan gird-bad-ı tevsen-i mücahidin gözlerinizi kör etmişti. Daha ilk hamlede asar-ı hezimet göstermiş Osmanlıların asumanlar titreten gulgule-i tehlili karşısında dikiş tutturamayacağınızı anlayarak kararı firara tebdilden başka bir çare-i halas bulamamıştınız! Müttefik ordularınız şir-i jiyan hücumuna ma’ruz kalmış çakal sürüleri gibi uluyarak tarumar olmuş Bulgar Kralı Sisman senesinde mücahidin-i Osmaniyyenin dest-i esaretine düşmüştü. Müttefiklerden Sırp Kralı Lazari ise aradığı belasını Kosova Sahrası’nda bulmuş bir kahramanın seyf-i meslulüyle adem-abad-ı fenaya yuvarlanmıştı. Melhame-i cidalde ne kadar bi-eman iseler aceze ve üseraya karşı da o derece şefik olan Osmanlılar sizin kökünüzü kazıyacak sizi sahne-i şuundan büsbütün silecek bir kudret ve şevketi haiz iken buna tenezzül etmemiş yılanı koyunlarında beslemekten çekinmemişlerdi?!.. Nankörler! Bir kere bugün Bulgaristan’da Sırbistan’da bulunan bedbaht İslamlara reva gördüğünüz zulümleri denaetleri gösteriniz; bir kere de Osmanlıların cihanı titrettikleri zamanlarda size karşı göstermiş oldukları ulüvv-i cenab ve necabeti piş-i nazara alınız da bir şemme insaf ve hayanız varsa utanınız yerlere geçiniz! * * * Balkan serserileri! Unutmamanız icab eden tarihin bu sahifelerini der-hatır ediniz. Rumeli’de henüz tamamıyle te’yid-i saltanat etmemiş oldukları bir devirde bile müttefik ordularınızı tarumar eden Muradlar’ın Yıldırımlar’ın Fatihler’in Süleymanlar’ın kahraman evladları beş-altı asır sonra bu kıt’ayı size teslim ederler mi? Osmanlılar baştan başa ecdadlarının hun-ı hamasetleriyle sulanmış olan Rumeli’yi her taş altında babalarının bir hatıra-i şehameti gizlenen sevgili vatanlarının bu dil-nişin parçasını bugün sizin ihtirasatınıza terkederler mi sanıyorsunuz! Bekleyiniz; titremeyiniz kaçmaya hazırlanmayınız! Pek güzel tanıdığınız Muradlar’ın Fatihler’in evladları düğüne koşar gibi yine meydan-ı vegaya geliyorlar. Karşınızda sizin müttefik ordularınıza tekabül etmeye koşuyorlar. Mukaddes vatanlarını muazzam namuslarını muhafaza için hududa harbe o meydan-ı karuzara şitab ediyorlar. Kanlarıyla canlarıyla namuslarını namus-ı millilerini şereflerini şeref-i askerilerini sizin gibi sefil düşmanların rezil taarruzlarından kurtaracaklar!.. Osmanlılar korku nedir bilmezler. Hakka hürmet ederler fakat haksızlığa asla evet asla tahammül edemezler. Yaşarlarsa şanlarıyla şerefleriyle yaşarlar. Aksi takdirde onların nazarında yerin altı da üstü de birdir. Zilletle yaşamaya şehametle ölmeyi bin kat tercih ederler. Osmanoğulları zulme nefret ederler; fakat zalimleri ezmekte vicdani bir haz duyarlar. Sulha meftundurlar asayişe perestiş ederler; fakat sevgili vatanlarını bombalarlar çetelerle bir harabezar-ı hunine çevirmek isteyenlere namusları kadar muazzez dinleri kadar mukaddes olan vatanlarına bu mahbube-i vicdanlarına yan gözle bakmak isteyen sefillere baran-ı bela gibi gülle yağdırmaktan çekinmezler. Babalarının yurdunu analarının yuvasını çiğnemek hevesine kapılanların ayaklarını kırmaktan ihtiraz etmezler. Harbi sulh için vatanlarını tecavüz-i a’dadan kurtarmak kerileri şehamet-i kavmiyyeleri kadar alidir. Bunu rencide etmek cesaretinde bulunanların vay haline! Satvet-i Osmaniyye yıldırımları düşmanlarını her halde kahreder ve edecektir. * * * Osmanlı kahramanları! Yıldırım’ın Murad-ı Evvel’in şanlı Selim’in muhterem evladları! Hazır olunuz! Büyük padişahımız sizi vatanın muhafazasına da’vet ediyor. Halife-i Resulullah bilad-ı İslamiyanın tecavüz-i a’dadan kurtarılmasını sizin hamasetinizden sizin cihanları titreten şecaatinizden bekliyor. Ruh-ı Akdes-i Muhammedi bala-yı semadan kurb-i me le’-i a’ladan size müjde-i nusretini tekrar tebliğ ediyor. Ervah-ı şüheda arş-ı muazzam etrafına toplanmış sizin şehamet-i hizberanenizi alkışlamaya ha zırlanıyor. Ecdadınızın ruhları mezarları başına üşüşmüş ma kabir-i muvahhidinin düşman ayaklarıyla çiğnenmesine meydan verilmemesini sizden niyaz ediyorlar. İslamiyet; mu kaddesat-ı diniyyenin maabid-i aliyyenin himayesini si zin hamasetinizden bekliyor. Ka’betullah’ın Merkadd-i pür-nur-ı Peygamberi’nin Mescid-i Aksa’nın muhafaza-i kud siyyetleri sizin keskin kılıçlarınıza metin bazularınıza mev du’dur. Arş ey muhteşem Osmanlı dilaverleri! Arş ileri! Fevz ü felah nusret ü muvaffakıyet sizindir!.. Peygamber-i Zişan’ımızın tebşirini der-hatır ederek meydan-ı cihada koşunuz! Muhterem mücahidler! Biliniz ki cennete didar-ı Huda’ya ancak kılıçlarınızın gölgesi altından yol bulabileceksiniz! Ru-yı arzda mü’minler bala-yı semada melekler muvaffakıyatınızı alkışlamaya müheyya bulunuyorlar! Bunu düşünerek vatanın hududlarına süğūr-ı İslamiyyenin muhafazasına koşunuz! Ey kahramanlar; haydi hududa! Arş ileri! Son kararınız; “Ya gazi ya şehid! Ya ölüm ya vatan!” olsun!... Zinet-i hak-i şehadet olmasun bir tiğ-zen; Şan-ı Osmaniyi dil-hah üzre i’la etmeden Teşrinievvel ---- NAMUS KAVGASI ---- Tarihimiz dikkat ile tedkīk edilirse görülür ki bu millet millet-i Osmaniyye ta bidayet-i teşekkülünden şu güne gelinceye kadar daima gavail-i gunaguna ma’ruz kaldı. Fakat hepsinde de öyle şahane muzafferiyata öyle şanlı fütuhata nail oldu düşmanlarını öyle bir hezimet-i kamileye öyle bir ric’at-i kahkariyyeye giriftar etti ki Osmanlılık alemde cesaretçe şecaatçe bala oldu müstesna oldu. Değil yalnız düşmanlarımız hatta bütün alem dedi ki: “Osmanlılarda bu kuvvet-i İslamiyye var oldukça onlar devrilmez bir kal’a-i ahenindirler; onlarla harbetmek –kendi ta’birlerince– kamere havlamaktan başka netice veremez.” Hilal’in Salib’e galibiyetini bildiren bu i’tiraf maatteessüf adularımızı daire-i sükuna irca’ edemedi. Belki onların kal binde Osmanlılık’a bilhassa Hilal’e karşı öyle kin öyle ga raz uyandırdı ki teskin-i hırs için daima fırsata muntazır oldular. Ne vakit ki bir keşmekeş-i dahiliye ma’ruz kaldık daha doğrusu nifak ile şikak ile harice karşı ifasına mecbur olduğumuz vazifelerimizi unuttuk an-ı intikamın vüruduna hükmeden düşmanlarımız bu sevgili ve muazzez vatanımızı çiğnemeye insafsızcasına parçalamaya kalkıştılar. Osmanlılar ise mukaddes tanıdıkları dedelerinin kanlar canlar saçarak fetheylediği vatanlarını öyle kolay kolay düşman eline teslim etmek kahbeliğini irtikab edemezlerdi etmediler. Hem bilakis öyle kahramanane müdafaa ettiler ki o nifak u şikak avanında bile vatanlarına karşı muttasıf oldukları meziyetlerini gösterdiler. Bugün iyice dikkat edersek yine aynı düşmanlar hayatımızı taksir ve mevcudiyetimizi tehdid etmek istiyorlar. Kalbi hamiyet-i vataniyye ile sızlayan hiçbir Osmanlının kabul edemeyeceği tekliflerde bulunarak haysiyetimizi çiğniyor ve bizi daimi bir zillet altında yaşamaya da’vet ediyorlar. Yirminci Asır’da medeniyetten dem vururken orada kadınlarımızı kardeşlerimizi boğuyorlar öldürüyorlar. Kurun-ı Vusta’da İslamiyet’e karşı meydan alan kin şimdi yine aynıyle kendisini gösteriyor; “Daha ne vakte kadar Hilal Avrupa toprağında alem-i medeniyyet sahasında temevvüc edecek?” diye birbirlerini teşvik ediyorlar ve bir Hilal ve Salib muharebesi çıkarmak istiyorlar. Osmanlılar şimdiye kadar çalışmak lazım gelen bu asr-ı medeniyyette sulh u sükuna ne derece tarafdar olduklarını akvaliyle ef’aliyle bi’d-defeat isbat ettiler. Fakat namuslarının mevcudiyet-i milliyyelerinin muhafazası zımnında adularına nasıl karşı koyacaklarını da gösterdiler. Esasen başka türlü hareket edemezlerdi. Şimdiye kadar tekerrür eden bu nevi’ iz’aclardan artık bıkmış usanmış idiler. Daha dün bir vilayetlerini teşkil eden bu şımarıkların son bir darbe ile mevcudiyetlerine hitam vermek için ettikleri sabır hadd-i layıkını bulmuş ve geçmiş idi. Bundan böyle Osmanlılık zillet ile değil şan ile şeref ile yaşayacak ve hukūkunu paymal ettirmeyecektir. Hilal yine Avrupa’da hatta Avrupa’nın göbeğinde te mev vüc ede ede bizden bu muzafferiyetleri bekleyen Ce nab-ı Hakk’a şükraneler yollayacaktır. Evet o liva-yı mukaddes altına toplanan ehl-i tevhid Allah’ın İsm-i Celal ü Azameti’ni zulmet-i şirk ile kararan Balkanlar’dan semalara yükseltecek bütün o zalam-alud ovaları vadileri nur-ı tevhide garkeyleyecektir. İşte bizim için zafer şan budur. Bununla ne derece sevinir göğsümüzü kabartırsak Yirminci asr-ı medeniyette çalışmak için lazım olan sulh u sükunu Osmanlılık alemi bugün tamamıyle sulh u silm dairesinde terakkī etmek istiyor. Fakat efsus ki bizim kanımıza susamış olan adularımız gözümüzü açtırmak istemiyorlar. Anlayalım ve bilelim ki bu adular bir değil iki değil bütün alemdir. Ahfadımıza bu terbiyeyi verelim ve onlara diyelim ki: “Evladlarımız şu gördüğünüz şa’şaa-i medeniyyet sizin gözlerinizi kamaştırmasın! Onun altında hep kin hep garaz hep levs hep riya gizlidir. Sen bunları bil ve bunlara rağmen bu milleti sev bu dini sev bu mukaddes ve muazzez memleketi sev!” NEŞIDE-İ HAMASET Kalkın ey ehl-i vatan bezl-i ser ü can edelim Düşmen-i ru-siyehi hak ile yeksan edelim O celadet ne imiş aleme i’lan edelim Hun-ı cevvalimizi unsur-ı cuşan edelim Rayet-i şanımızı şehir-i perran edelim. § Atalım tefrikayı kitle-i yek-can olalım Vatanın derdi büyükdür ona derman olalım Hepimiz seyl-i huruşan gibi puyan olalım Düşmenin saha-i amaline tufan olalım Şüheda ma’şerinin ruhuna kurban olalım. § O hamiyyet denilen cevherimiz bir iklil Bu da Osmanlıların şanını tebcile delil. Yükselen gulgul-i tekbirler avaz-ı rahil Sadr-ı İslam’daki feyzi ederler temsil; Yek-zeban ayet-i Feth’i edelim hep tertil. § Çehreler kalb ile hem-hal birer kaşif-i raz Cihet-i camia-i vahdet-i eyler ibraz. Dideler şimdi sühan-saz-ı serair-perdaz… Yükselen gulgule-i ruhlar avaz-ı niyaz; Ediyor Arş-ı İlahi’ye dualar pervaz. § Çiğneyip rik-i beyaban gibi düşmenleri hep Ne imiş gösterelim anlatalım onlara harb; Harbdir şan-ı hamasimizi i’laya sebeb Kılma düşmanlara ya Rab bizi ehdaf-ı leheb Vatana göz dikenin gözleri çıksın ya Rab! § Berk-ı hatif gibi sür’atle geçen ömre necat Veremez havf u hazer emr-i mukadderse memat. Mahv ile anlaşılır gah-ı hayatı isbat! Yaşamakdansa zelilane ölüm ayn-ı hayat. § Merd-i meydan-ı şehametdeki kandır yaşatan Koca bir milleti her katresi bir ruh-ı revan. Cebhe-i mecd ü şeref eldeki seyf-ı bürran Sıyt-i velvalimize ma’rekeler sur-ı cihan; Dökülen hun-ı şehadetde füruzan iman. ---- VE ---- SOMALİ MEMLEKETİ Afrika’nın şimal-i şarkīsinde ve Bahr-ı Ahmer sahilindeki Arabistan Hıtta-i Osmaniyyesi karşısında “Eritre” namıyle yad olunan müstemlekesi ile Yemen ve Hicaz vilayetlerinin mevki’-i siyasileri inzibat u asayişi arasında o kadar mühim ve karib bir münasebet vardır ki şurada birkaç söz söylemeyi zaid addeylemiyoruz. Filhakīka; “İtalyanların yirmi üç yirmi dört sene evvel buralara yerleştikleri zamandan beri Osmanlı Devleti’nin Bahr-ı Ahmer’de yed-i yemin-i icraatı bükülmüştür” denilse sezadır. Çünkü İtalyanlar Bahr-ı Ahmer’in karşı yakasına fuzuli surette yerleşmekle kalmamış ve dost namuslu bir komşu olacağı yerde Bahr-ı Ahmer’deki kontrabandcı eşkıya serseri merakib-i bahriyyenin bütün şübheli ve kanun-ı Devlet-i Aliyye’den firari Arab senbuklarının hami-i mütegallibi kesilmiştir. Filhakīka İtalyanların kendilerine büsbütün yabancı ve umumiyetle İslam olan bu sahilde hükm ü nüfuzlarını tevsi’ eylemek yavaş yavaş kendisinin pek de faidesiz bir komşu olmadığını hıristiyanlar hakkında harekat-ı tecavüziyyede bulunsalar da hiç de muhabbet beslemeyen Arablara ifham edebilmek için bundan seriu’t-te’sir sehlü’l-icra bir manevrası yok idi. Müstemlekata mücavir bulunan ve civar ecnebi müstemlekatında meskun ahali ra gibi mevaki’de bulunmuş olanlar yerli sefaine seve seve kendi sancağını yahud bandırayı çektirebilmenin ne kadar mühim ve sağlam bir mukaddime-i muvaffakıyyet vasıta-i hulul ü te’essüs olduğunu pek a’la bilirler. Bu da o sancağı çeken sefainin haklı haksız başka devletlerin müdahalat u taarruzatından emin bulunacağını –lakin bil-kuvve değil bilfi’l emsal-i müessire ile– isbat ve irae ile olabilir. İtalya’nın kendi bandırası altına iltica etmiş sefaini müdahalatına karşı koruyacağı bir hükumet olmak üzere Bahr-ı Ahmer’de bir biz zavallılar bulunuyorduk. O zamanki zillet-i siyasimize ama-yı tegafül ü cehaletimize karşı da bu vazifenin ifası pek kolaydı. Bahri nümayişlere şedid protestolara bile pek nadir hacet görülür İtalya’nın bir iması Bahr-ı Ahmer sevahilindeki bahriye berriye kumandanlarını en büyük mülkiye me’murlarını “sızıltıya meydan verildiği” itabıyle hükumet-i Hamidiyyenin şerrinden titretmeye kafi gelirdi. Halbuki şimdi de olduğu gibi o zamanlar Bahr-ı Ahmer’de Arab senbuku yelkenli sefinesi demek ya silah ya esir ya tönbeki ya riyal kontrabandcısı ve Arab gemicisi demek kaçakçılık men’de bu kadar kanlı kıyamları büsbütün kanlandıran son sistem esliha ve cebehane hep bu Arab sünbukları ile idhal olunuyor. Uzun ve mechul mühlik Hicaz Yemen sevahilinin Urban-ı asiyye ile meskun merakizine rahatça çıkarılarak temlekesi sahili de bir Avrupa esliha müskirat cebehane deposu haline getirilmiş bu ticaret birçok beş parasız elleri altınlar ile doldurmaya başlamıştı. Bizim Osmanlı gambotları o reviş-i ahesteleri ile beraber zabitan ve efradın gayret ve mesaisi ile hangi tönbeki yüklü hangi cebehane dolu sünbuğun bordasına yanaşmaya muvaffak olabilseler direğinde tutulup Hudeyde Limanı’na getirilse hemen bu hareketlerinden dolayı İtalya konsolosu şahsiyetinde bir da’vacı hükumetin yakasını kavrıyordu. Devr-i Meşrutiyyet’te hadis olan ma’hud İtalya sünbuğu mes’ele-i acibesi de bunun en ehven bir nümunesi olduğundan ve zaten makalemizin mevzuuna münasebeti olmadığından bu bahsi bırakalım da bir zaman Yemen’deki İmam Yahya’nın maiyyetindeki mübarizler mukaddem de Somali sultanı daha doğrusu Somali kabaili de okunan Eritre müstemlekesinin mevki’ini ve sergüzeşt-i siyasiyyesini anlayalım: bir-iki sünbuka dolup da mukabil Bahr-ı Ahmer sahiline geçebilmesi kinin onda biri bile olsa bittabi’ bir hayal-i hamiyyet-karanedir. Somali sultanilerine gelince bu hususda biraz aşağıda bahsedeceğiz. Eritre müstemlekesi Bahr-ı Ahmer’in Afrika yakasında sahilen ° // arz-ı şimalide kain Kasr Burnu’ndan Babü’l-Mendeb Boğazı’nda ve ° // arz-ı şimalideki Dümeyre Burnu’na kadar ve sahilin imtidad-ı kamili mildir. Bütün müstemlekenin mesaha-i sathiyyesi İngiliz mil-i coğrafisine baliğ olur. Kısm-ı a’zamı bedevi olan kadardır. Halbuki senesinde yerli ve Avrupalı ta’dad olunmuş idi. Müstemlekenin mühim limanı olan Musavva’ sekiz bini mütecaviz nüfusa malik olup bunun bin kadarı Avrupalıdır. Mütebakīsi kamilen Arabdır ve bu mikdarlara asakir-i muhafıza idhal olunmamalıdır. Müstemlekenin merkez-i idarisi Asmara beldesidir. Eritre kelimesi lisan-ı mahalliye mensub olmayıp ve seneleri arasında ısdar olunan emr-i krali mucebince müstemlekeye den nim-muhtardır. Kendi bütçesiyle idare olunur. Mayıs tarihli “Oka”lı ahidnamesi ve müteakıben Menelik Hamarat ile şimalindeki kıt’ayı ve sahili İtalyanlara terketmişti. Bu aralık İtalyanlar Kassala Kesale’yı da Temmuz. ’de İtalya hükumeti ile Habeşistan arasında zuhur eden bir harb neticesinde İtalyanlar Tigre arazisini de müstemlekelerine vesi pek az devam etti. Çünkü Martı’nın birinci günü meşhur ve İtalyanların çehre-i bi-haya-yı askerisinde müebbed leke olan müdhiş zelil bir mağlubiyete duçar oldu. Bu acz-i mağlubiyet içinde Adisababa’da aynı sene imzaladığı muahede hükmünce Mearib Blesa Muna nehirlerinin cenubuna düşen bütün araziyi Habeşistan hükumetine terk ve iadeye mecbur oldu. Bu Adva muzafferiyeti Habeşistan bu da ba’de-ma Habeşistan’ın istiklal-i tam ve hukūk-ı kamile-i siyasiyye sahibi bir hükumet addolunmasıdır. Eritre müstemlekesi ile Hıdiviyet-i Mısriyye’nin ona muttasıl Sudan arazisi beynindeki hudud ise Nisan Ahidnamesi Protokolleri ve yine lifü’z-zikr Kasr Burnu’ndan Bereke’ye ba’dehu Kassala’nın mil şarkında Siderat’a ve buradan da cenuba doğru milde Aratbara’ya müntehi olur. Habeşistan ile İtalya ve İngiltere arasında Mayıs ve Habeşistan ile İtalya arasında Temmuz Ahidnameleri’yle Eritre müstemlekesinin hududu hem Sudan hem de Habeşistan tarafından duçar-ı ta’dil olmuştur. Beş-altı sene evvel müstemleke bütçesi lire yirmibeş lire guruştur tevazün etmişti. Nefs-i müstemleke varidatı üç buçuk milyon İtalyan frangına baliğ olabilirse de noksanı İtalya hükumeti i’ta ediyor. Eritre’nin iklim-i harrı ve bilhassa suyun nedreti hasebiyle mezruattan suret-i lazimede istifade edebilmek için irva ve Lakin o mevaki’de yaşayanlar hep akvam-ı bedeviyyedir. Hayvanattan deve öküz koyun ve keçi bulunur. Mahsulat başlıca koyun eti deri tereyağdır. Gerek Musavva’ civarında ve gerek Dahlak adacıklarında inci çıkarılır. Çıkarılan incinin kıymet-i senevisi bin ve sadefinin kıymeti bin ’de hep İtalya tebeasından mürekkeb bir inci saydı kumpanyası Musavva’ hükumeti ile İtalya’nın kara sularında ekmek için mukavele etmiş. Merkez-i müstemleke olan Asmara’nın mil uzağında bir zamandan beri altın ma’deni işletilmeye çalışılıyor idi. Musavva’’dan Asmara’ya ve mevaki’-i saireye askeri şimendüfer hututu inşa olunmuştur. Burada adedleri epeyce bol olan Somali sultanlarının bazılarının İtalya ile mevcud sergüzeştlerinden sergüzeşt-i siyasilerinden de hiç olmazsa bir-iki kelime velakin kederle bahsedelim: Evvela şurasını söyleyelim ki Somali akvam-ı bir hıtta-i vesiaya dağınık kabail-i müteaddide[ye] münkasemdir ve Somali arazisinin bir parçası Habeşistan bir parçası İngiltere bir parçası Fransa ve bir parçası da İtalya elinde yahud taht-ı himayesinde? bulunuyor. Binaenaleyh hepsinin vakayi’-i siyasiyyesini o namlarla zikretmek lazım derpiş ettik. senesinde Somali sahilinde ° // arz-ı şimaliden ° // arz-ı şimaliye kadar mümtedd olan Obya Somali sultanı İtalya taht-ı himayesine dahil olmuş idi. Beş-altı ay sonra bu himaye dairesi ° // arz-ı şimaliden ° // arz-ı şimaliye kadar yukarılara kadar tevsi’ edilmiş bu da Mecreteyn Kabail-i Somaliyyesi sultanı ile yapılan muahedename sayesinde mümkün olmuştur. Bu muahede mucebince Mecreteyn sultanı arazi-i mütebakıyyesi hakkında doğrudan doğruya muahede yapamamayı da kabul etmiş te’kid olundu. ’de Somali sahili mil dahile mümted olmak ve Barave Merka Mogadişu ve Vahşih limanlarını havi bulunmak üzere doğrudan doğruya Zengibar Sultanı tarafından İtalya’ya terkolunmuş ’de İtalyanlar tarafından bilfi’l idaresine başlanmıştır. Afrika-yı Şarkī’de İngiltere ile İtalya mıntıka-i nüfuzlarının hududu Mart ’da ve Mayıs ’de ta’yin ve tecdid olundu. Bu hudud Cuba Kanalı’nın ağzından ’ıncı arz-ı şimali dairesine kadar çıkıp buradan şarka zivaye-i kaime ile kırılarak ’inci derece-i tul-i şarkīye vasıl ve ba’dehu şimale teveccühle Nil-i Ezrak Mai Nil’e müntehi olur. Yalnız İtalya hükmündeki Somali Hıttası bin mil-i İngilizi murabba’ı vüs’ate ve takriben bin nüfusa maliktir! MUSİKĪ – AHLAK SUKŪTU Serlevhamız nazarların dikkatini celbetmekten hiçbir vakit hali kalmayacak ve; “Musikī ile sükūt-ı ahlakın birbirleriyle ne münasebeti var?” denilecektir. Her yerde musikīnin ahlakın tasfiyesine hizmet ettiği iddia olunurken sükūt-ı ahlakı musikīde aramak abes olmaz mı?.. Evet musikī iyi ahlakın yaratılması için çok kere mühim bir müessir olmuştur. Mektepler musikīyi bir terbiye amili olarak kabul etmiştir. Bu babda musikī büyük bir mevki’ kazanmıştır. Fakat bugün bizdeki musikī bizdeki şarkı ve türküler o meziyetten tamamıyle haricdir. Memleketimizde musikī bugün yüz kızartacak bir şekil aldığını i’tiraf edelim. Memleketin terbiye-i umumiyyesini aileler muhit doğurur. Mektepler efradı ailelerin küçük rükünlerini terbiye eder insan eder. Mektepler bu hususda büyük ve kıymetli bir müessirdir. Müessirdir ama muhitın aile terbiyesinin çok kere mektep terbiyesini terbiye-i esasiyyeyi de ihlal eylediği müşahede edilmiştir. Mektepler çalışır; mütemadiyen bir maddenin ıslahı çocuğun terbiyesi için mütemadi gayret sarfeder yorulur. Sonra çocuk muhitinde rast geldiği bir şeyden ebeveynin bütün mesaisi heba olur. Terbiye-i umumiyyenin istikbalin halin kahramanı addedilen mektep müdhiş bir emel sukūtu karşısında kalır… Bunu çok mektep çok hoca hissetmez ve ağlamaz ağlayamaz. Fakat sa’yini fedakarlığını muhit-ı hususinin kırdığını görüp ağlayan asil mektepler hocalar da eksik değildir. Bugün kalkalım İstanbul’u büyük şehirlerimizi mahalle mahalle dolaşalım. Köylere kadar varalım. Neler görür ve neler işitiriz. Gördüklerimiz acı hakīkatlerdir. Onların tedkīkini bir tarafa bırakalım. İşittiklerimizden biri de musikīdir. O musikī ki bütün mevcudiyeti bütün mahiyeti ile ictimai yaralardır. Bir genç kız bir genç erkek çocuk ağzı ile bağırır bir şarkının bir avam türküsünün alçak ve yüksek avazeler ile güftesi kulağımıza erişir. Ağızlarda gezen bu güfteler hep söyleyenlere ahlaksızlık adilik ta’lim eder. Valide peder komşu bir türkü bir şarkı söyler mırıldar; çocuk bunu dinler bütün inceliğiyle öğrenir o da söyler. Bu şarkı da kendisine sükūt-ı ahlak tavsiye etmiştir. Bunları genç kız da söyler. Babasının annesinin halasının bütün büyüklerinin akranlarının kariblerinin işiteceği sada ile söyler. Onlar da işitir kemal-i sükunla belki de memnuniyetle dinlerler alkışlarlar. Neyi alkışlıyorlar? Neyi dinliyorlar?.. Bu şarkılar yüz kızartmıyor mu? Genç kızı u tandırmıyor mu?.. Ebeveyn bunu nasıl dinliyor?... Şu muhakkak ki bugün bu açık şarkılara hiç ehemmiyet verilmiyor. Bunları dinlemek ahval-i adiyyeden addolunuyor. Sonra o ebeveyn başka hususatta asabileşiyor. Kendi müsaadesiyle ahlaksızlık öğretiyor da sonra bu müsaadesinin netice-i tabiiyyesine hiddet ediyor taassub gösteriyor… Bu şarkılardan birkaçını ta’til münasebetiyle İstanbul’da Rumeli ve Anadolu’nun bazı yerlerinde bulunduğum esnada topladım. Bunları burada yazmakla bu sahifeler kirlenmez zannederim. Şarkıların bütün rezillik ifade eden satırlarını okuyalım da ona göre mazarratını takdir edelim. Adalar sahilinde bekliyorum Yarim seni serian istiyorum Her daimki yerinde bekliyorum Beni şad et sevdiğim başın için Haniya da o mis gibi leylaklar Sararıp solmak üzre yapraklar Bana mesken olunca topraklar Beni şad et sevdiğim başın için… Bir diğeri: Böyle de kaş böyle de göz Böyle de gözler kimde de var. Naz ü eda bizde de var… Diğeri: Elif üstünde mimler! Yaktı beni o diller.. Benim yüreğimde sensin Senin yüreğinde kimler?.. Diğeri: Aman aman fındık Ne güzel de kırdık Ceviziçi badem şam fıstık Kara kara kaşlar Üzüm gibi gözler O beyaz gerdandan öpmeli! Diğeri: Çek deveci develerini yokuşa aman Gül memeler birbirine tokuşa aman Haydi elma yanaklı haydi kiraz dudaklı… Diğeri: Elmalıya yangınım aman Cilvesine baygınım aman Her hali hoşuma gidiyor. Aklımı başımdan alıyor. Aman güzel elmalı Gönlüm sana sevdalı Pek hoşuma da gitti Ah seni nasıl sarmalı?.. Diğeri: Oğlan yaylı kız vidalı!! Dayanamıyorum gayri Ben askere gidiyorum Helallaşalım gayri… Diğeri: Kaldı ateşler içinde yine sevdalı serim; Nereden gördü seni kahr olası didelerim? Görsem ar[t]ar sitem görmesem artar kederim; Nereden gördü seni kahr olası didelerim? Diğeri: Sinemi sad pare kıldı tir-i müjganın heman Merhamet kıl nazlı yarim halim oldu pek yaman Kanma ağyara efendim lütfuna geldi zaman Merhamet kıl nazlı yarim halim oldu pek yaman. Diğeri: Tenezzül eyle gel agūşuma yat!.. Daha neler neler… Dikkat ediniz; bunları genç kızlar kadınlar delikanlılar söylüyor. Umumi yerlerde teganni ediliyor. seyahatimde gençler ağzından bu şarkīları bu besteleri bu güfteleri dinledim; müstesnaları pek az pek ender… Bu sefil musikī terbiye-i milliyyemizi öldürüyor bozuyor. Ahlak-ı millimizi i’dam eden biziz; haricden bize bunun için gelen nümuneler yoktur! Biz intihar eyliyoruz. Bu kadar açık saçık şarkılar Avrupa’da da yoktur. Daha açıkları var ise de aile arasına giremez o süfli yerlerde ayyaşlar arasında kalır… Ahlakın sukūtu ölmesi terbiye-i umumiyyeyi de hançerliyor. Fikir bedende ahlakla beraber dolayısıyla uçuruma yürüyor herşey fena buluyor… Biz asıl böyle kökten bozulan şeyleri terbiye eylemeliyiz. Cebr ile zor ile halkı iyi ahlaklı ve dindar yapmanın imkanı yoktur. Vasi’ bir programla çalışmaya başlamalı. Böyle çalışmaz Polis efendiler sokakta açık gezen kadınları istedikleri kadar çevirsinler. Şeyhülislam efendi istediği kadar emir versin beyanname neşretsin ceza i’lan olunsun! Te’min ederim ki hiç bunların bir faide ve ehemmiyeti yoktur. Maraz esaslı ve ilerlemektedir. Biz marazın asıl tedavisi ne ise onu düşünmüyor hastalığı cebr ile korkutuyoruz. Böyle üstün körü adi tedbirler ile İslamiyet’in uğradığı ve uğramakta olduğu sukūt-ı ahlakī tedavi edilemez. Yüzlerce mektepler kız mektepleri aileler valideler babalar arasında va’z u nasihatler insaniyeti düşünür İslamiyet’i düşünür ve bunlar için çalışır kadın ve erkekten mürekkeb ciddi cem’iyetler bu işi ıslah eder. Hükumet için vatandaşlar için ulema için yapacak budur. Bu şarkılar nasıl bir ahlaksızlık propagandası propagandacısı ise biz tedaviciler onlardan daha kuvvetli propaganda te’sis eylemeliyiz. Çare-i felah bu!.. Sakın musikīnin lüzumsuzluğunu ale’l-umum; “Musikī ahlaksızlığı mucibdir!” dediğim anlaşılmasın. Bütün dünyada olduğu gibi muharrir-i naçiz bile mektebimde musikīyi bir esas-ı terbiye olarak kabul ettim. Mekteplerde tatbik edilen musikī çocuğa gence iyi ahlak metanet şecaat vatanperverlik askerlik hissi sa’y ü gayret hissi mesleğe muhabbet hissi teali hissi dindarlık hissi veriyor… Fransızlar bugün kendilerini ölümden muzlim bir istibdaddan kurtaran Marseillaise’e medyun-ı şükrandırlar. Marseillaise Fransızlara vatanperverlik dersi verdi vatanı halas fikri verdi şecaat ü metanet verdi… Bizde de inkılab-ı ahirinden sonra böyle vatani şarkılar terbiyevi şarkılar tanzim olunmaya başladı. Mekteplere girdi. Hatta cümlesinden büyük istifadeler elde edildi. Lakin bunların adedi ne bizim istediğimiz kadar ne de beriki ma’yub şarkıların vücudunu setredecek kadar… eden yorgunluğu meşağıl-i dimağıyyeyi gideren musikīdir. Fakat bize hizmet edecek bu musikī dediğim gibi nezih ve vatani olmalıdır. Ahlar oflar ile inleyerek şehvet va’deden musikī parçalarını öldürmeye çalışmalı onların nazım ve bestekarlarını la’netle yad eylemeliyiz. Manastır – – Şeyh Cemaleddin – Mirza Mülküm Han – Mirza Aka Han-ı Kirmani ve arkadaşları – Üç gazeteci – Mirza Abdurrahim ve Hacı Zeynelabidin. Nasıruddin Şah’ın bütün şiddet ve mezalimine rağmen memlekette bir fikr-i teceddüd ve inkılab perverde ediliyordu. Şah her ne kadar Babilik töhmetiyle halkullahı kestirmiş kırdırmış idiyse de fikr-i terakkī-perveraneyi tamamıyle bitirememiş onu ciddi ve fedakar mürevviclerden mahrum bırakamamıştı. Devr-i Nasıri’nin bütün zulmet ve kesafetlerine rağmen ara sıra erbab-ı fikr u deha birer şihab-ı sakıb gibi parlıyor ve uful ediyorlardı. Fakat bütün ufullerine rağmen sitareler gitgide bollaşıyor az çok sebat gösteriyor İran-ı kadimin ufk-ı tarikine nur-ı teceddüd saçıyorlardı. Silsile-i makalatımızda ihtiyar ettiğimiz usul-i ihtisara nazaran biz bu “sitare”lerden ancak İran İnkılabı’na efkar-ı ahraranesine en ziyade icra-yı te’sir etmiş olanlarını kaydetmek mücahedat-ı fikriyye ve hıdemat-ı kalemiyyelerinin ehemmiyetini göstermekle iktifa edeceğiz: * * * deye atılan mütefekkirlerinin başında Seyyid Cemaleddin-i Afgani hazretleri geliyor. Şeyhin İttihad-ı İslam fikri mürevviclerinden olduğu ma’lumdur. Bu fikrin son şeklinin müessisi addedilen Cemaleddin hazretleri Nasıruddin Şah zamanında iki def’a mabeyn-i hümayunda bir makam-ı bülend ihraz eylemiş hayalat-ı terakkī-perveranesinden dolayı İran’dan tardedilmiştir. seyahat ettiği esnada müşarun-ileyhle Münih’de görüşmüş kendisini makam-ı vekalete ta’yin edeceğini vaad ile mevkib-i hümayunuyla beraber Tahran’a celbetmiştir. Şeyh Şah’ın gazabına uğramış ve katline irade-i şahi sadır olmuştur. katıra bindirilerek Tahran sokaklarında teşhir edilmiştir. Fakat Fransa Sefareti’nin müdahalesi üzerine katlinden vazgeçilmiş tekrar İran’dan teb’idi cihetine gidilmiştir. Memalik-i İslamiyyede dahilen kanuni ve adil birer hükumet te’sis eylemek ecanibe karşı da müttehid ve müttefik bir Alem-i İslam vücuda getirmek gayesine fedakarane hizmet eden bu büyük adam gerek İran’da gerek Memalik-i Osmaniyye Mısır ve Hindistan’da birçok tarafdar kazanmış idi. Fakat tarafdaranından ziyade –daha doğrusu tarafdaranından daha kuvvetli– düşmanları da türemiş idi. Bu düşmanlar sırasında Nasıruddin Şah dolayısıyle Sultan Hamid olduğu gibi İngiltere devleti de var idi. Bu sonuncu düşmanın tazyikı yüzünden muhterem mücahid bütün dünyada rahat yüzü göremedi. İttihad-ı İslam fikrini tervic etmek üzere Arabca neşrettiği Urvetü’l-Vüska nam risale-i mevkūtesi Bundan dolayı Şeyh Cemaleddin gazetesini ne Mısır’da ne Londra’da ne de Paris’de neşredebildi. Mısır’da Paris’de diplomatik vesilelerle maksadına destres oldu. Urvetü’l-Vüska ’nın Paris’de ’nci nüshasında tevkīf edilmesiyle geniş bir nefes çekmiş olan İngiliz hükumeti Londra’da dahi Şeyh hazretlerini İngiltere hürriyet-i matbuatından tuhaf bir entrika vasıtasıyle mahrum edebildi. Şöyle ki: Bütün Londra’da huruf-ı Arabiyyeye malik ve Arabca gazete tab’ına yararlık gösteren bir dane matbaa varmış. Seyyidin gazetesi de orada tab’ edilmeye mecbur. İngiliz hükumeti matbaacıya hulul eder Urvetü’l-Vüska tab’ edilmemek şartıyle matbaaya külliyetli siparişatta bulunur. Bu vesile ile İttihad-ı İslam gazetesi de ta’tile uğrar. Bu mücahid-i bi-perva hapislere nefiylere tahkīr ve işkencelere bakmayarak şayan-ı takdir bir metanetle kendi mesleğini ta’kīb eylemiş fikrinin tervicinde bir an tekasül etmemiştir. Hatta zindanlarda olduğu zamanlar bile. Mesela Necef ulemasına yazmış olduğu gayet müessir bir hitabesini Osmanlı mahbeslerinin birisinden göndermiş. İşbu mektubunda Şeyh Necef ulemasını Nasıruddin Şah’ın istibdadı ya da’vet etmiştir. Cami’u’l-Ezher’de ıslahat yapıp ulum-ı cedideyi oraya teşci’ kılan Mösyö Renan’ın “İlim ve İslam” nam konferansına mukabele ederek muarızının; “Bu şeyhi görünce çeşmimde tecessüm ediyor” yollu kıymetdar bir ihtiram ve takdirine mazhar olan bil-cümle asarında büyük bir İslam memalik-i müttehidesi ve cihad-ı umumi gayesini ateşin bir surette ta’kīb eden bu İslam mücahid-i a’zamı Nasıruddin Şah’ın katlolunması üzerine İran hükumetinin tahriki ve Sultan Hamid’in – “Şahı katlettiren bir adam sultanı da katlettirir” korkusuyla– içirtmiş olduğu “kahve-i şehadet”le meydan-ı mübarezeden çekilip da’vet-i Hakk’a lebbeyk-zen-i Seyyid her ne kadar “Afgani” diye meşhur ise de an-asıl dir. * * * kılab nefheden Seyyid Cemaleddin’i Mirza Mülküm Han gibi bir muharrir-i siyasi ta’kīb etmiştir. Mirza Mülküm Han olan Ya’kūb’un oğludur. Mirza Mülküm Han daha ameli daha yakın ve daha kabil-i tatbik bir emel yolunda meydan-ı mücahede ve mübarezeye atılmış da memleketin kavanin-i mazbutaya muhtac olduğunu kendine has olan sade tekellüfsüz ulvi bir tarz-ı inşa-yı nevinle neşr u beyana başlamıştır. Mirza Mülküm Han Farmasonların teşkilatına karib “kanun-hah”lardan müteşekkil bir cem’iyet-i hafiyye dahi tertib etmiştir. Cem’iyet-i mezkurenin ismi “Ademiyet” olduğu gibi a’zasına da “adem” lafzı ıtlak olunurdu. Cem’iyetin nizamnamesi olmak üzere Mülküm Han tarafından Usul-i Ademiyyet diye bir risale de kaleme alınmıştır. Mirza Mülküm Han asar-ı müteaddidesi ve “Kanun” ruznamesiyle dığı halde gayet diplomat bir adam olduğu için o derece mabeynin kahr u gazabına duçar olmayıp her vakit devlet me’muriyetinde ve ekseriya siyasi me’muriyetlerde bulunmuştur. Şöyle ki; Berlin Kongresi’nde İran meb’usu olmuş uzun müddet Londra Sefareti’ni işgal eylemiş ve nihayet dört sene evvelisi Roma sefiri olduğu halde vefat etmiştir. Mirza Mülküm Han İslam elif-basının ıslahıyle de uğraşmıştır. Kendisi icad etmiş olduğu elif-ba ile nümune olmak üzere birkaç kitap dahi bastırmıştır. Elif-basını vaktiyle Osmanlı Devleti’ne dahi takdim etmiş bu hususda imtiyaz taleb eylemiş fakat Encümen-i Maarif tarafından reddedilmiştir. Fars muharririn-i ahiresi arasında Mirza Mülküm Han tarz-ı inşada müceddid addedilip nesr-i Mülküm nümune-i feda edip efkarı mübalağa elfaz-ı müselsel[e] içinde boğan dehşetli bir inhitata ma’ruz kalan nesr-i Farisiyi ale’l-ade ve teşbihlerden ibaret olan Mülküm Han inşası İran gençlerince en makbul en müstahsen en müessir bir tarz-ı tahrir ü beyandır. Bu tarz-ı nevin-i dil-pesendle yazmış olduğu Peltik[?] Devleti Tanzimat Şeyh ve Vezir gibi asarı İran mütefekkirin muharririn ve inkılabcılarına icra-yı te’sir etmiştir. * * * Fikr-i inkılabın en dehşetli en ateşin müessirlerinden biri de adat ve ahlak-ı rezilenin evham ve hurafatın din namına akīdelerin münekkıd-i bi-emanı Mirza Aka Han-ı Kirmani cenablarıdır. Mirza Aka Han’ın ateşin bir ruh-ı pür-feveran-ı inkılabla yazılmış olan asarından yalnız İran tarihine aid manzum ve mensur birer kitabı ahiran tab’ olunmuşsa da sair asar-ı münekkıdanesi bu vakte kadar tab’ edilmemiştir. Zira şerait-ı mevcude-i ahlakıyyenin tahammül edemeyeceği bir şiddetle yazılmıştır. Maamafih gayr-i matbu’ olduğu halde hizmet etmemiştir. Bu kadar cesurane yazılan asardan menfaatten ziyade zarar geldiğine kesb-i kanaat edenler varsa da Mirza Aka Han’ın azamet-i ruhunu ve icra etmiş olduğu te’sirini inkar etmek güçtür. Din namına icra olunan maskaralıkları tenkīdden ibaret olan Sad Fasl ’ı ile milli hikayeler ve romanlardan ibaret olan birkaç eserini okumaya muvaffak oldum da öyle bir cesaret öyle bir ruh-ı inkılab ve isyanı takdir etmemek elimden gelmedi. Mirza Aka Han-ı Kirmani güzel bir nasir olduğu kadar kasidelerinin birinde bir saika-i durbinane ile şair İran’ın bugünkü felaketini o zaman bile görmüş demiştir ki: . : . . Nasıruddin Şah’ın katlini müteakıb İran Dersaadet Sefiri Alaülmülk’ün tavassutuyle Mirza Aka Han-ı Kirmani ve iki arkadaşı –Hacı Mirza Hasan-ı Tebrizi ile Şeyh Ahmed Ruhi– Sultan Hamid hükumeti tarafından İran hükumetine teslim edildiler ve tahte’l-hıfz Tebriz’e gönderildiler. Sonra veliahd-ı saltanat şimdiki şah-ı mahlu’ Muhammed Ali Mirza’nın emri üzerine bu üç mücahidi şehid ettiler hicri . Bu üç arkadaş tul müddet İstanbul’da ikamet etmiş ve katiblikle geçinmişlerdir. Hacı Mirza Hasan Han ile Şeyh Ahmed Ruhi’nin gayr-i matbu’ olmak üzere birçok eserleri vardır. Bunlar da Mirza Aka Han’ın asarı gibi ahlakıyata dair olup mezalim-i istibdadı tenkīd yolunda yazılmıştır. * * * Bunlardan daha mu’tedil fakat daha müessir olmak üzere diğer bir kısım muharririn de vardır ki fikr-i teceddüd ve inkılaba pek çok hizmetler etmişlerdir. Bunlar miyanında gazeteci olarak üç kişi vardır: Biri Hindistan’da Kalküta’da neşrolunan Farisice Hablü’l-Metin gazetesi Sahibi Celaleddin el-Hüseyni’dir. Bu zat İranilerce en ziyade okunan sahib-i azm ü sebat muharrirlerdendir. Yirmi seneden beri neşretmekte olduğu haftalık Hablü’l-Metin ’i ile İran’da iyi bir cereyan vücuda getirmiştir. İran ahrarının ekserisi Hablü’l-Metin ’den mülhem olmuş fikr-i meşrutiyyeti ondan öğrenmişlerdir. Hal-i hazırda Farisice neşrolunan gazeteler miyanında Hablü’l-Metin en eski bir gazetedir. Şiddetli bir vatanperver hararetli bir “İttihad-ı İslam” tarafdarıdır. Vaktiyle Dersaadet’te neşrolunan Ahter gazetesiyle Mısır’da çıkan Perveriş gazeteleri dahi İran devr-i intibahının birer amil-i müessiri olmuşlardır. Ahter ’i Tebrizli Muhammed Tahir Bey Perveriş ’i ise Mirza Muhammed Ali Han Perveriş hazretleri [ya]zıyorlardı. Muhammed Tahir Bey’in gazetesini Sultan Hamid kapattı. Bu zat şimdi de Dersaadet’te bulunuyor. Vaktiyle Osmanlı Encümen-i Maarifi’nin a’zalarından Merhum gayet sehhar bir kaleme malik olup inşada erbab-ı mazlumiyetini istibdadın kasavetini İran’ın ihtişam ve satvet-i tarihiyyesini tasvir eden birçok güzel parçaları vardır ki erbab-ı zevkın hafızalarında münakkaştır. * * * fekkirin tedkīk olundukta iki zat daha müdekkıkın nazar-ı dikkatini celb ve kendilerine karşı insanda bi-hakkın bir hiss-i tebcil ve ihtiram tevlid ederler. Bunlar da Tebrizli Mirza Abdurrahim-zade ile Meragalı el-Hac Zeynelabidin hazretleridir. Birincisinin Kitab-ı Ahmed veya Sefine-i Talibi ’si asar-ı cedideden en ziyade okunan eserlerdir. Kitab-ı Ahmed müsahabe yollu yazılmış ulum-ı muhtelifeden ma’lumat-i sevile okunur. Ta’lim ve terbiye nokta-i nazarından büyük bir kıymeti haiz olan bu kitab İran’ın sebeb-i tenezzülünü memalik-i ecnebiyyenin hikmet-i terakkīsini vazıh delillerle gösteriyor. Kitab-ı Ahmed ’i okumamış bir İranlıya az tesadüf edersiniz. Seyahatname-i İbrahim Bey ise roman-vari yazılmış bir eser-i kıymetdardır. İran usul-i istibdadını cehaletini fesad-ı ahlakını san’atkarane bir surette tenkīd eder ve Avrupa usul-i idaresi kabul olunmayınca İran’a necat olmadığını şekk ü şübheye meydan bırakmadan kari’lerine hissettirir. Devr-i istibdadda İran’a dühulü memnu’ idi. Fakat memnu’iyetine rağmen kitabı az kimse okumamıştır. Gerek Abdurrahim Efendi gerek Hacı Zeynelabidin Efendi iki sene evvel birincisi Kafkasya’da vaki’ Timurhan Şura şehrinde ikincisi de Dersaadet’te bu dar-ı fenaya veda’ eylemişlerdir. Abdurrahim Efendi’nin Kitab-ı Ahmed ’den başka ilm-i hey’ete hikmet-i tabiiyyeye ictimaiyyat ve tarihe aid sair eserleri de mebzuldür. Tabii İran devre-i inkılabının mütefekkir ve muharrirleri yalnız bunlar değildir. Fakat biz en meşhurlarını zikrettik. HİND YOLUNDA − − HITTA-İ IRAKIYYE UMUR-I ZİRAİYYESİ NASIL İHYA VE ISLAH OLUNUR? Ecdadımızın kanıyla yoğrulmuş hak-i pak-i vatanımızı daima parçalamaya çalışan düşmanlardan muhafaza etmek duya muhtacız. Ordularımızdaki birkaç yüz bin askeri güzelce beslemek giydirmek ellerine en yeni toplar tüfenkler vermek en yeni icad olunmuş zırhlılar satın almak için devlet ve milletimizin milyonlarca liraya ihtiyacı vardır. Kezalik ahalimizi rahat yaşatmak kolaylıkla çok para kazandırmak len şose ve demiryolları da yüzbinlerce milyonlarca liralar Acaba devletimiz bu milyonlarca liraları ne suretle ve nereden tedarik edecektir? Devletimiz ya varidatından fazla olan masarıfatını kapatmak için gümrüklerinin vergilerinin her senelik hasılatını rehin vererek ve ecnebilere yüz suyu döküp boyun eğerek ağır faizlerle ödünç para alır yahud ahalinin vergilerine zam ederek onları ağır bir yük altında bırakır yahud ticaret ve sanayi’i ziraati ilerleterek onlardan fazla varidat çıkarmaya bu suretle açığı kapatmaya çalışır. Şimdiye kadar devletimizin mesarifi varidatından daima çok olduğu için devletimiz masrafının fazlasını Avrupalılardan aldığı paralarla ödemiş ve senelerden beri milyonlarca borç altına girmiştir. Geçen sene devletimizin bütün varidatı yirmi sekiz milyon Osmanlı lirası tuttuğu halde mesarifi otuz altı milyon liraya vardığından bu açığı kapatmak için Almanlardan on milyon lira ödünç almaya mecbur olmuştur. Bir devletin borcunun çoğalması i’tibarının gitgide azalmasına sebeb olacağından bilahare karşılık gösterecek varidat bulamayacağımız için daima borç ile geçinemeyeceğimiz gibi Allah esirgesin borçlarımızı da veremeyecek bir hale geldiğimiz vakit hazinemiz de ecnebilerin boyunduruğu altına girer. Devletimiz ödünç para almaya muvaffak olamayınca ya masrafını son derece kesmeye yahud çiftçilerin esnafın sırtlarına ağır ağır vergiler yükletmeye mecbur olur. Devlet masrafını indirirse düşmanlara karşı hazır bulundurması beylik gemiler tayyareler tedarik edemez; şoseler demiryolları yaptıramaz; memleketleri i’mar eyleyemez; me’murlarına muntazaman aylık veremez… İşin fenalığı istibdad devrinde olduğu gibi yine fukaranın başına gelir. Devlet masrafını kısaltmayıp da vergileri artıracak olursa zaten gelirleri az olan ve pek az nafaka ile geçinmeye mecbur bulunan rençberler esnaflar bu ağır yükün altında kalkamayıp büsbütün ezileceklerdir. Şu halde gerek ecnebilerden ödünç para almakla gerek vergileri artırmakla elde edilecek varidat ahalinin zararına olacak ve milleti sefalete doğru sürükleyecektir. Şimdi yalnız devletin ziraat ticaret ve sanayi’in ilerlemesinden ve ahalinin zengin olmasından kazanacağı para kalır. Hazineye varidat getirecek sanayi’ en ziyade büyük fabrikalardır. Memleketimizde tezgahla işleyen san’atler zaten esnafın karnını zor doyurduğu için devlete büyük varidat bırakamaz. Hepimiz pek a’la görüyoruz ki yiyeceğimiz giyeceğimiz eşyanın çoğu hatta başımızdaki fesden ayağımızdaki kunduraya geliyor. Avrupalılar bizden pamuğu yünü keteni keneviri guruş mukabili olarak kantarlarla ipeği okkalarla aldıkları halde bunları elbise ve saire haline getirerek mecidiye ve lira mukabilinde bize dirhemlerle satıyorlar. Bizim bunların hiç birisini yapmak için fabrikamız olmadığı gibi yapılsa da devletin artırmaya muvaffak olamadığı gümrük resmi bu raddede kaldıkça bizim fabrikaların Avrupalılarla rekabet etmek onlardan ucuz mal satmak ihtimali yoktur. Bundan anlaşılıyor ki devletimiz şimdiki halde sanayi’den büyük bir varidat bekleyemez. Ticarete gelince: İhtiyacımız nisbetinde yollarımız şimedüferlerimiz fabrikalarımız limanlarımız olmadığı hal-i hazırda mevcud olanı da hemen hemen maatteessüf ecnebilerin elindedir. Şu sözlerden anlaşılmıştır ki Avrupalılar ticaret ve sanayi’de bizden fersah fersah ileride oldukları için onlara bu hususda az zamanda yetişmek kabil değildir. Aramızdaki fark o kadar büyüktür ki bugün bile onlar buhar kuvvetini bırakıp elektrik sür’atiyle ilerledikleri halde biz hala deve adımıyla gidiyoruz. Binaenaleyh bir tarafdan memleketimizin kabiliyeti derecesinde ticaret ve sanayi’in de terakkīsine çalışmakla beraber bu dünyada Osmanlı olarak yaşamak yani düşmanlara ve ecnebilere esir olmamak için her halde başlıca ziraatin terakkīsine bütün mevcudiyetimizle çalışmaklığımız Fakat evet büyük bir teessüfle denilebilir ki: Eyyam-ı ümranında rüsum-ı beytülmal öşür ve nısf-ı öşür nisbetinde Hıtta-i Irakıyye bugün nısf sülüs rubu’ humus nisbetinde varidat vermediği nazar-ı i’tibara alınırsa nasıl bir ihmalin zebunu olduğu anlaşılır. yenin bir timsalidir. Irak dünyada akan en mebzul sulara harikulade kuvvet-i inbatiyyeye muhtereat-ı cedideden olan her türlü makinelerin tatbik ve teşebbüsüyle dünyada en müsaid müstevi bir satha hafif milli ve teşekkülat-ı tabiiyyenin ziraate en elverişli bir surette arazili bir türaba ve tabakata maliktir. Hele iklim nokta-i nazarından bilad-ı baride ve harrenin yetiştirdiği ve yetiştiremediği birçok eşcar ve nebatat-ı müfide ve sanaiyyenin neşv ü nemasına müsaid bir mıntıkada bulunması her türlü terakkıyata sebeb olan mevadd-ı ibtidaiyyenin bir mahzeni olduğuna şübhe getirilemez. milyon dört yüz bin küsur dönümden yalnız dört yüz bin küsur dönüm o da gayet adi bir surette ziraat edilip mütebakī kalan yüz kırk bir milyon dönüm topraklarımız saban değmemiş ekilmemiş bulunduğu halde birçok ihtiyacat-ı zaruriyyemizi ecnebilerden tedarik etmekliğimiz ve bunlarla geçinmekliğimiz bizim için yazık günah değil midir? Bu hal bizi ağlatmazsa yüzümüzü kızartmaz mı?! Ziraatin memalik-i ecnebiyyede ilimle fenle büyük büyük makinelerle yapıldığı halde memleketimizde ma’lumatsızlıktan yapılmasından ileri geliyor. Avrupa’da çiftçiler ma’mur köylerde güzel köşklerde oturdukları bol ve nefis yemekler yedikleri velhasıl pek zengin ve pek rahat geçindikleri halde acınarak denebilir ki: Köylülerimiz adi kulübelerde çırıl çıplak bir halde bütün sene yoksuzlukla yaşarlar! Niçin bizim çiftçiler de elleriyle sırtlarıyla za’if ve cansız gerd –ziraat– hayvanlarıyla gördükleri hizmetleri cansız makinelere gördürerek birçok zahmet ve meşakkatten kurtulmasınlar? Niçin güzel giyinip iyi yiyerek rahatça yaşamasınlar? arz edilecek mevadd-ı mühimme-i hayatiyyedendir. Değil memleket-i Osmaniyyenin; dünyanın en mühim ve mümtaz bir kıt’a-i ziraiyyesi olup Irak ve Ceziretü’l-Arab dahil olduğu halde Musul hududundan ta Basra’nın münteha-yı hududuna kadar ufak devletlerden birkaç hükumet kıt’asına muadil olan bu kıt’a dahilinde terakkıyat-ı ziraiyye namına şimdiye kadar ne yapıldı? Hiç! Halbuki iklim ve isti’dad-ı tabii nokta-i nazarından bu kıt’anın pek ma-dununda ve ziraate kabil arazinin mecmuu bu kıt’anın arazisine muadil gelemeyen Anadolu ve Rumeli’nin hemen umum vilayatında hatta liva ve kazalarında birçok ziraat mektepleri nümune çiftlik ve tarlaları ipek böceği darü’t-tahsilleri süthaneler her nevi’ alat ve edevat-ı ziraiyye depoları ziraat bankaları bağcılık mektepleri aygır depoları hayvanat-ı bakariyye haraları velhasıl şuabat-ı ziraatin umumuna aid terakkıyatı nazar-ı i’tibara alınarak hatta Avrupa’ya birçok talebeler gönderilmiştir. Bu hıtta-i cesimeye ise ne yapıldı? Yine hiç! İnsanın ani’l-yakīn bu hali görüp de müteessir olmaması feryad etmemesi mümkün olmuyor. vermeye müsta’id olan bu kıt’a-i harikulade ziraat nokta-i nazarından böyle bir yokluk bir perişanlık içinde yuvarlanıp giderken biz ecnebilere boyun eğerek yüz suyu dökerek elimizi uzatıp haysiyet-i milliyyemizi rahnedar menafi’-i iktisadiyyemizi dat vermeyen menafi’-i maddiyye te’min etmeyen yerlere sarfediyoruz. Ve asıl hayat-ı milliyyemizi parlatacak servet-i umumiyyemizi tezyid hazinemizi zengin edecek ve bizi ecnebilerin ribka-i esaretinden kurtaracak böyle bir kıt’a-i cesimenin terakkıyat-ı ziraiyyesini şimdiye kadar hiç nazar-ı ehemmiyete almamışız. Buna ne kadar teessüf edilse sezadır. BALKANLAR MUHAREBESİ Bugün de öğleye kadar harb i’lan edilmedi. Herkes intizar ediyor. Gazeteler Poinkare’nin bir konferans teşebbüsünü haber veriyorlar. Bu haber ezhanı yine meraklandırıyor. “Acaba Düvel-i Muazzama mes’ele bu raddeye geldikten sonra bizi harbden alıkoyacaklar mı? Devlet-i Aliyye bu konferans mes’elesini nasıl telakkī edecek?” diye yine meraklar artıyor. Ufk-ı siyaset sehabedar oluyor. Diğer taraftan yor. Bu habere nazaran hakimiyet-i Osmaniyye Trablus’da bakī kalmak şartıyle bir muhtariyet-i idare i’lan olunacak zat-ı şahane tarafından bir naibü’s-sultan ta’yin edilecek. Fakat Balkanlar muharebesini bir gaye-i milli telakkī eden hükumet-i Osmaniyye için hayat-memat mes’elesi addeden efkar-ı umumiyye diğer bir zamanda olsaydı heyecanlarla telakkī edeceği bu sulh haberini kemal-i sükunet ve i’tidal-i demle karşılıyor. Hele bu sulhün böyle gaileli bir zamanda vukū’ bulmasının mucib-i memnuniyyet bile olduğu hissolunuyor. Bir taraftan sulh fakat diğer taraftan harb olmak şartıyle. Hükumet-i Seniyye bugün Bulgar ve Sırp sefirlerinin pasaportlarını kendilerine tevdi’ ediyor biran evvel hudud haricine çıkmalarını taleb ediyor; bu suretle Bulgaristan ve Sırbistan’a karşı harb i’lan olunuyor. Fakat –nedense– Yunanistan sefirinin pasaportu verilmiyor. Yunan Sefiri Griparis Babıali’ye geliyor Hariciye nazırıyla mülakat ediyor. Bu hususta birçok dedikodular çıkıyor türlü türlü te’vilatlar oluyor; “Neden Yunan’a i’lan-ı harb olunmamış?” diye merak olunuyor. Akşam Harbiye Nezareti’nden Bulgar ve Sırp hududunda olan ordu kumandanlarına hücum emri veriliyor. Artık harb başlamıştır. Bugün de Romanya vapuruyla Bulgar mezaliminden kurtulan birçok Bulgaristanlı İslam kardeşlerimiz Dersaadet’e geliyorlar. Duçar oldukları teaddiyatı yana yakıla naklediyorlar. Bugünkü gazeteler hep harbden ve Osmanlılığın menakıb-ı askeriyyesinden bahsediyorlar. Simalarda bir beşaşet kalblerde bir inbisat duyuluyor. Çünkü artık i’lan-ı harb edildiğini an’anat-ı askeriyye-i Osmaniyyeden olan hücum emri verildiği müjdesini herkes haber almıştır. Bulgaristan ve Sırbistan sefaretlerine tebliğ olunan şifahi i’lan-ı harb notası gazetelerle i’lan olunuyor. Osmanlılığın vakar ve haysiyetiyle mütenasib bu notayı herkes alkışlıyor.. İtalyanlarla sulhün kat’i olduğu da bugünkü neşriyatla artık te’eyyüd ediyor. Boğaz’ın torpillerden tathirini İtalyanların tekrar İstanbul’a döneceklerini ve Banco di Roma’nın İtalya Sefarethanesi’nin açılacağını gazeteler haber veriyorlar. Trablusgarb’a muhtariyet veriliyor bu hususta tertib edilen kanun-ı mahsus gazetelerle i’lan olunuyor Trablusgarb’da okunacak ferman-ı hümayun da neşrolunuyor. Bunlar kısm-ı mahsusumuzda mündericdir İtalyanların taht-ı işgalinde olan adalar tahliye edileceği İtalyanlarla teşrik-i mesai eden Şeyh İdris’in mazhar-ı afv-ı ali olduğu i’lan olunuyor… Dün vapur bulunmadığı cihetle şehrimizde kalan Bulgar ve Sırp sefirleri bugün gidiyorlar. Sefarethanelerin armaları iniyor. Diğer tarafdan Yunan’ın da müttefiklerinden geri kalmayarak resmen i’lan-ı harb ettiği haberi geliyor. Akşam gazeteleri hududlardan muzafferiyet haberleri getiriyorlar. Fakat resmi olarak henüz bir haber yok. Zaten bu kadar çabuk esaslı ve ciddi bir harbe de intizar edilemez. Bugün başkumandan vekili olan Harbiye nazırının ordu-yı hümayuna hitaben tastir buyurdukları beyanname neşrolunuyor. Beyannamedeki metanet ve vakar lisanındaki kuvvet ve ciddiyet müraat eylediği usul-i nezaket ve hususunda sitayişkarane makaleler yazıyorlar. Büyük heyecan ve alkışlarla beyanname askerlere karşı okunuyor. Askeri mütehassıslarından bazısının gazetelerle neşrolunan re’ylerine nazaran büyük bir meydan muharebesini ancak bir hafta sonra beklemelidir. Bugün Darülfünun talebesinden kadar gönüllü Harbiye Nezareti’ne gidiyorlar taburlara kaydolunuyorlar. Bugün gazeteler Kral Ferdinand’ın hurub-ı salibiyye taassubuyle yazılan dini ve ırkī hissiyatı gıcıklandıran “Hilal’e karşı bir Salib harbi” i’lan eden beyannamesini neşrediyor ve şiddetli tenkīdatta bulunuyorlar. Yirminci asr-ı medeniyetinin nümune-i ma-fi’z-zamiri olan bu mühim vesika-i tarihiyye kısm-ı mahsusumuzda mündericdir. Matbuat-ı Osmaniyye mütemeddin! hıristiyan kralının beyannamesini Avrupa’ca taassub! telakkī olunan İslam Halifesi’nin beyannamesiyle mukayese ediyor ve pek haklı olarak taassubun hangi tarafta olduğunu Avrupa’nın gözüne sokuyorlar. Bütün hududlarda harb olduğu resmen i’lan olunuyor. Karadağ hududunda ufak bir kasaba olan Tuz Karadağ’ın sür’atle i’lan-ı harb ettiğinden dolayı tahkim edilememiş olduğundan şanlı bir müdafaadan sonra sukūt ediyor. Fakat diğer hududlarda Osmanlı ordusu muzafferiyet kazanıyor evvelki gün öğleden sonra Kırcaali’nin şimalinde “Aydoğmuş” ve “Köseler” istikametinden ilerlemek isteyen Bulgar kuvvetleri asakir-i Osmaniyye tarafından def’ u tard edildiği mukabil bir taarruz ile Bulgarların Harmantepe Karakolu zabtolunduğu resmen matbuata tebliğ olunuyor. Yine resmi ma’lumata göre Karadeniz’de bulunan Osmanlı donanması Varna Limanı açığında tesadüf ettiği Bulgar torpidolarını limana ilticaya mecbur ediyor Bulgarların milis ve muntazam askerlerinden mürekkeb bir kuvvet Kırkkilise’nin şimalinden Malkoçlar istikametinde hududu geçmeye çalışıyor fakat askerimiz tarafından geriye tardediliyor nikat-ı hakime işgal olunuyor. Sırbistan’ın Düvel-i Muazzama’ya verdiği yeni nota mündericatı gazetelerle i’lan olunuyor. Bu notada Sırbistan ırk ve dindaşlarını Türk mezaliminden! kurtarmak üzere silaha sarılmaya mecbur olduğunu ve bu musaraada hıristiyanların teveccühünden ümidvar olduğunu beyan ediyor. Osmanlı Atina Sefareti erkanı bugün şehrimize varid oluyorlar. Birçok Yunan tebeası şehrimizden def’ olup gidiyorlar. Varna ve Burgaz Limanları Osmanlı donanması tarafından abluka olunuyor. Rusya’da Kiev şehrinde Avusturya konsulatosuna karşı şiddetli bir nümayiş vukū’ bulduğunu nümayişçilerin konsulatoyu yağma ederek Avusturya bayrağını yaktıklarını telgraflar iş’ar ediyor. Bu haber ahalimizce harbin Rusya-Avusturya’ya sirayet edeceğine bu iki düvel-i muazzamanın yekdiğerleriyle çarpışacağına bir emare gibi telakkī ediliyor. “Cenin” Gazetesi bugün hakan-ı mahlu’un muharebeden dolayı Selanik’ten kaldırılarak İstanbul’a getirileceği ve burada taht-ı tevkīfde bulundurulacağı kararına karşı i’tiraz ediyor hakan-ı mahlu’un İstanbul’da bulunmasını muhataralı görüyor. Bugün gazetelerde neşredilen hususi telgraflardan Edirne taraflarında Osmanlı-Bulgar hududunda asakir-i muzaffere-i Osmaniyye ile Bulgar kıtaat-ı askeriyyesi arasında vukū’a gelen muharebe-i şedidede düşmandan dört yüz süvari askerinin pusuya düşerek kamilen telef olduğu Sırp hududunda düşman kıtaatının zayiat-ı azimeye uğratılarak püskürtülmekte olduğu Lika’nın zabtedildiği Kurşunlu’da muharebe[ye] devam olunduğu Yunan hududunda dahi muhtelif nikatta müsademeler vukū’a geldiği anlaşılıyor. Gayr-ı resmi haberler Preveze Limanı’nın Yunanlılarca abluka altına alındığını dahi bildiriyorlar. İzmir yolunda hat me’murlarının her halde mücazatsız kalmaması iktiza eden müessif bir müsademe oluyor yüz kadar telef ve mecruh oluyor. Bugünkü gazeteler donanma-yı hümayunun Bahr-ı Siyah’daki faaliyeti hakkında resmi ma’lumat neşrediyorlar. Donanmamızın Varna Limanı’ndaki mebani-i askeriyyeyi tahrib ettiği bombardımanın el-an devam ettiği düşman deniz’deki filo kumandanından alınan diğer bir telgraf dahi limandan çıkmak isteyen üç Bulgar torpidosunun duçar-ı hasar olarak limana avdete mecbur edildikleri bildiriliyor. Bulgaristan hududunda Hanlar mevki’i mukabilinde sahte bir ric’at neticesinde düşmanın bir giriveye düşürüldüğü kendilerine mühim bir zayiat verdirildikten sonra iki toplarının sı’na tebliğ olunuyor. Diğer resmi bir ma’lumata göre de bütün Rumeli hududunda muharebat vaki’ olduğu haber veriliyor. Fakat büyük meydan muharebesi hala yok. Buna bir iki gün daha intizar olunacak. Bugün İngiltere hükumetinin i’lan-ı bi-tarafi eylediği akşam gazeteleriyle i’lan edildiği gibi İngiltere Sefiri Sir Lowther hazretleri dahi Hariciye Nazırı’nı konaklarında mülakat ederek devlet-i metbuasının Balkanlar Muharebesi dolayısıyla bi-taraf kalacağını tebliğ ediyor. Büyük bir intizarla beklenilen büyük meydan muharebesinin bugünkü haberlerle artık başlanmış olduğu tebeyyün ediyor. Resmi olarak Osmanlı Ajansı atideki telgrafı neşrediyor: “Meriç darü’l-harekatında harekat-ı taarruziyyeye da tesadüf ettiği düşmanın kuva-yı külliyyesine taarruz etti. Hala devam eden şiddetli bir muharebe başladı. Muharebenin tarz-ı cereyanı ordu-yı hümayuna muvafıktır.” Aynı zamanda hususi telgraflara nazaran; Maraş ve civarında asakir-i Osmaniyye ile Bulgarların otuz bin kişilik kuvveti arasında dokuz saat devam eden kanlı bir muharebede düşmanın; “Valeli mayka= Aman anacığım!” feryadıyle mühim bir kısmı telef oluyor kalanları firar ediyor. Ta’kīb olunarak Çirmin Karaağacı’nda topçu ve piyadelerimiz tarafından mahvediliyor birçok esir alınıyor. Kırkkilise saat tecavüz ediyor Edirne’yi muhasara maksadıyle düşman tarafından getirilen dört muhasara ve yedi seri’ ateşli topları i’tinam ediyor bir binbaşı ile bir çok da neferat esir alıyor… Cisr-i Mustafapaşa’ya mücavir Kadıköyü’nde de gayet şiddetli bir surette devam eden müsademe neticesinde Bulgar asakiri nısfına karib zayiat vererek münhezimen ric’at ediyor. Bu muharebede de düşmandan top ve hayli mühimmat iğtinam olunuyor… Tunca nehrinin cihet-i garbiyyesinde Hasköy ve Kireççi karyeleri civarında Bulgar süvarisinden bir bölük kamilen mahvediliyor… Vaysal mevki’inde vukū’ bulan müsademede de Bulgarlardan iki mitralyöz iğtinam ediliyor. Sırbistan Karadağ Yunanistan hududlarında da mühim muzafferiyetler tevali ediyor. Harbin cihet-i askeriyyesi böyle heyecanlı dakīkalar geçirdiği bir zamanda şuun-ı siyasiyye de merak-engizdir. İngiltere’den başka Düvel-i Muazzama’dan hiç birisi usulden olan bi-taraflığını resmen henüz i’lan etmediler. “Acaba ne olacak?” diye mülahazalar mütalaalar yürütülüyor. Düvel-i Muazzama bi-taraflıklarını i’lan için yekdiğerine karşı meşkuk bir tavır takınan Rusya ve Avusturya’yı bekliyorlarmış. Onlar da galiba serbesti-i hareketlerini muhafaza etmek üzere bi-taraflık i’lanında pek de kat’i bir karar veremiyorlar. ALEM-İ İSLAM’DA TEZAHÜRAT Pretoria Cemaat-i İslamiyyesi tarafından Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne telgrafla ve Milli Banka ma’rifetiyle beş yüz elli galibiyeti inayet-i Samedaniyyeden niyaz ve istirham olunmuştur. Amerika’da bulunan birçok Arnavudlar bir ictima’ akdederek zat-ı Hazret-i Padişahi’ye arz-ı sadakat ve vatandaşlarına tavsiye-i ittihadı havi bazı mukarrerat ittihaz ederek bunları bir telgrafla Washington sefirine tebliğ eylemişlerdir. Sefir mukarrerat-ı vakı’adan dolayı kendilerine teşekkür ettikten sonra mezkur telgrafname suretini Hariciye Nezareti’ne göndermiştir. Londra Cemaat-i İslamiyyesi tarafından Balkan hükumetlerinin hükumet-i Osmaniyyeye karşı ahzetmiş oldukları vaz’iyet hakkında protestoda bulunmak üzere bazı mukarrerat Makam-ı Sadaret’e Teşrinievvel tarihiyle Cape Town’dan Abdülmecid Han Sir Grew imzasıyle atideki telgrafname keşide edilmiştir: “Cape Town müslümanları hükumet-i Osmaniyyeye kar şı olan ihtisasat-ı samimiyye-i hayr-hahanelerini te’kiden arz ve izhar ederler ve Devlet-i Aliyye’nin ihraz-ı galibiyyet ile şan u şeref-i İslam’ı muhafaza etmesini temenni eylerler ferman.” man gazetesi müttefik Balkan devletleri aleyhine şiddetli bir makale neşretmiştir. Bu gazete Balkanlar’da muhasamatın başlamasını büyük bir meserretle alkışlıyor ve Türkiye’nin komşularına galebe edecek kadar kuvvetli olduğunu isbat edecek zamanın çoktan hulul etmiş olduğunu ve Balkan hükumetlerinin bu harbini müslümanların İslamiyet aleyhine yeniden Ehl-i Salib muharebatı açması nazarıyle baktıklarını ve bütün İslamların İslamiyet’i müdafaa için kıyama hazır ve amade bulunduklarını beyan eyliyor. Balkan Muharebesi’nin i’lanı Rusya İslamları beyninde büyük bir heyecanı mucib olmuştur. Birçok Rusya mekatib-i aliyyesinde ikmal-i tahsil etmekte olan müslüman talebeleri gönüllü olarak darü’l-cihada gelmek için hazırlanıyorlar. İlk gönüllü olarak dahili Rusya müslümanlarından darülfünun talebelerinden Arif Bey Kerimof Efendi şehrimize vasıl olmuştur. Bu hamiyetli gencin beyanatına nazaran gerek Kafkasya’dan gerek dahili Rusya’dan birçok gönüllüler daha geleceklerdir. Bu sername ile yazdığı mühim bir makalesinde el-Alem gazetesi u tehalükle gönüllü yazıldıklarını ve iane-i harbiyye olmak üzere para topladıklarını misal olmak üzere kaydettikten sonra; “Neden biz Mısırlılar ianede bulunmayalım?” diye Mısır İslamlarının hissiyat-i diniyye ve hamiyyetlerini tahrik ediyor. Devlet-i Aliyye’nin bedenen Mısırlıların muavenetine Balkanlılara haklarını verdirmekte kafi geldiğini kaydederek böyle bir zamanda Devlet-i Aliyye Mısır’dan ve bütün İslam kardeşlerimizden muavenat-ı maliyye intizar ettiğini beyan ni böyle bir muavenet-i müessireye teşvik ediyor. Böyle bir muavenetin ne kadar sehlü’l-icra olduğunu ve aynı zamanda ne kadar büyük neticeler verebileceğini de gazete kaydetmeden geçmiyor. el-Alem ’ce her bir Mısırlı beşer guruş verecek olursa en az Mısır’da milyon İslam var ki bu yüzden guruş toplanılabilir. Refikımız makalesini samimi ve har da’vetlerle bitiriyor ve diyor ki: Bu muharebe Alem-i İslam’ın ve belki bütün Şark’ın mukadderatına merbut olduğundan her İslam her Şarklı ona iştirak etmelidir. Bir Mısırlının lüzum-ı iştirakini ihtar etmek ise zaiddir. Tercüman-ı Hakīkat ’in Çarşamba günü çıkan nüshasında; “Düvel-i Muazzama’dan birinin teşvikıyle İran Devlet-i mealinde neşretmiş olduğu bir haber şehrimizde bulunan sefarethaneye koşarak neşriyat-ı mezkurenin ne gibi bir esasa mübteni olduğunu pür-telaş tahkīk ederler. Sefarethane de böyle şeye imkan olmadığı Tercüman-ı Hakīkat ’in hilaf-ı hakīkat neşriyatta bulunduğu te’min ve bundan dolayı da sefir hazretlerinin müteessif olduğu müracaat edenlere beyan edilir. Bunun üzerine İraniler geceleyin Yeni Gazete Tanin ve İkdam idarehanelerine giderek böyle bir havadisin aslı faslı olmadığını beyan etmişlerdir. Ertesi günü de gazetelerle bunun bir su-i tefehhümden ibaret olduğu beyan olunmuştur. § Aldığımız mevsuk habere göre Dersaadet’te bulunan ya teşebbüs etmişler daha ilk günlerde lira kadar bir meblağ toplayabilmişlerdir. Mücahidin-i muhtereme-i İslamiyyeden Bingazi Kumandan ve Mutasarrıfı Enver Bey tarafından Derne’den Mısır Fevkalade Komiserliği’ne keşide olunup Mısır gazetelerinde neşrolunan telgrafların tercümesidir: Teşrinievvel’de İtalyanlar bir alay ve Eritre askerinden dört tabur ile Derne’ye musallat olmak üzere intihab ettiğimiz merkeze garb tarafından ve diğer bir alay ile Seyyid Abdullah’ın haziresinin bulunduğu elHarabe’ye? diğer bir cihetten hücum ettiler. Bunun üzerine aramızda büyük bir müsademe vukū’ bularak tam on zabit ve bir nefer-i nizamiyye şehid ve bir mülazim ile bir nefer-i nizamiyeden ve mücahidin-i Urbandan on iki kişi mecruh düşmüş ve bir küçük zabit ile iki onbaşı gaib olmuştur. Neticede el-Harabe mevki’ini istila eylemişlerdir. Teşrinievvel’de mezkur mevki’i işgal eden düşmanın askeri cenuba doğru ilerleyerek hatt-ı ric’atimizi kesmek istediler. Bu sebeble de aramızda büyük bir müsademe cereyan etmiş ve bütün gün imtidad eylemiştir. Bu neticede düşmanlar cenuba doğru beş kilometre mesafede kain Sefuh’u dahi işgal eylediler. Bugün düşman yeni işgal eyledikleri yerlerden bize hücum ettiler. Kuvvetleri on iki tabur üç cebel bataryası iki tabur süvari ve bir tabur topçu ve dört tabur Eritre askeri idi. Aramızda cereyan eden müsademe geceye kadar imtidad eylemiş ve neticede düşman pek fena bir halde mağlub olarak fevkalade zayiat verdikten sonra bur olmuşlardır. Elimize düşen ganayim arasında birinci alaya müteallik bir takım evrak ile birçok esliha vardı. Bini Alayı’nın Elliikinci Bölüğü efradından Terry Geovanni namında bir neferi esir ettik. Bu müsademede bizden yalnız beş zabit ve içlerinde bir çavuş bulunduğu halde topçulardan yedi nefer hafif surette cerholunmuş ve milisiden bir nefer şehid olmuştur. Düşmanın altı piyade taburu ile iki bataryası merkeze doğru ilerlemek istemişlerse de bu hali görünce zerre kadar bir tecavüzde bulunmadan geri dönmüşlerdir. § Teşrinievvel’de İtalyanlar Bumba Sahili’ne bir tabur piyade indirmişlerse de gönderdiğimiz kuvvet oraya muvasalat etmezden evvel bile mezkur taburu gemilere irca’ eylemişlerdir. Aynı günde ve iki gün sonra Susa sularında birkaç kruvazör durmuş ve sahile bir çok gülleler atmış ise de bu gülleler zerre kadar bir te’sir yapmamıştır. Hükumet-i seniyye tarafından Mısır hükumetine teslimi birçok kīl ü kali mucib olan el-Hilalü’l-Osmani sahib-i muhteremi meşahir-i üdeba-yı Arabdan Şeyh Abdülaziz Çaviş hazretlerinin Mısır mahkemesince beraetine hükmedilerek bila-te’hir Hıtta-i Mısriyye’den çıkmak şartı ile sebilleri tahliye edilmiş ve Salı günü sabahleyin Dersaadet’e vasıl olmuşlardır. el-Alem gazetesinin yazdığına nazaran iki hafta bundan evveline kadar Kanal’dan geçmek üzere bin ve nefs-i Mısır’dan dahi bin huccac-ı kiram semt-i Hicaz’a azim olmuşlardır. Geçen nüshamızda Rusya Devleti’nin Duma intihabatında menafi’-i milliyyelerini gözetmek üzere çalışan İslamları tazyik etmekte olduğuna bir nümune olarak muhterem Maksudof’un isminin müntehabin listesinden ihrac eylediğini yazmıştık. Bu kere daha aynı tazyik neticesi olarak intihabat hakkında yazmış olduğu başmakalesinden dolayı Kazan’da münteşir Vakit sermuharririnin de habsedildiği Rusya gazetelerinde okunmuştur. kararlaştırılacak olan Rus ve İngiliz notasının kendisine verilmesini karşılamak maksadıyle İran ıslahatına aid olmak üzere müstakil bir program tertib etmiştir. Tahran’daki sefirleri vasıtasıyle Rus ve İngiliz devletlerine tebliğ olunan bu program atideki fusulü havidir: darma ve polis vasıtasıyle memleketin asayiş-i dahilisinin te’mini. İran işlerinde alakadar olmayan küçük Avrupa devletlerinin birinden celbolunan zabitan kumandası tahtında olarak kişilik bir ordu teşkili. Devleti menabi’-i varidatın taht-ı zımanında yakın bir zamanda iki milyon rublelik bir avans almak şartıyle rublelik bir istikraz akdi. Hazar Deryası’nı Basra Körfezi ile vasledecek bir şimendüfer imtiyazının beynelmilel bir kumpanyaya i’tası. Meclis-i millinin küşadı İran arazisinin ecnebi asakirinden tathiri Samed Han’ın Azerbaycan Eyaleti umuruna kat’-ı müdahalesi ve Şahseven iğtişaşatının İran hükumeti eliyle hatime-pezir olması vesaitıyle haysiyet-i hükumetin te’mini. Bunlara ilaveten İran hükumeti Rus ve İngiliz hükumetlerinden şah-ı sabık Muhammed Ali Mirza’nın tekrar İran’a avdet edemeyeceğinin bilhassa te’minini rica ediyor. Bu hafta telgraflar İran’dan gayet müessif bir haber getirdiler. Şah-ı sabıkın biraderi şekavetleriyle şöhret bulan Salaruddevle birçok hezimetlerden sonra tekrar Tahran civarına kadar gelmeye muvaffak olmuş ve Kostantinopol Ajansı’nın istihbaratına nazaran ! süvariyle Tahran’ı taht-ı muhasaraya almıştır. Tahran’da idare-i örfiyye i’lan edilmiş ve şehre hakim olan mevaki’ ve istihkamata top vaz’ edilmiş ve levazim-i müdafaaya tevessül olunmuştur. Trablus ve Bingazi Muhtariyeti Hakkında Ferman-ı Ali Suretidir: Trablusgarb ve Bingazi eşraf ve a’yan ve ahalisine tevki’-i refi’-i hümayunum vasıl olıcak ma’lum ola ki; hükumetim bir tarafdan memleketinizi müdafaa için muhtac olduğunuz muavenet-i müessireyi ifa etmek imkansızlığında bulunduğu ve diğer tarafdan sizin saadet-i hazıra ve atiyyenizi düşündüğü ve gerek sizler ve gerek aileleriniz için dai-i mazarrat ve devletimiz için mucib-i muhatara olan bir harbin devamını ber-taraf etmek istediği cihetle memleketinizde sulh ve saadet-i hali takrir ve tecdid etmek ümniyesine ve hukūk-ı hükümranimize ibtinaen size muhtariyet-i tamme bahş ve mahsusa ile idare edilecek ve bunların ihtiyacat ve adatınıza muvafık olması için ihzarına vasaya ve irşadatta bulunmak suretiyle tarafınızdan muavenette bulunulacaktır. Eazım-ı rical-i Devlet-i Aliyyemiz’den Evkaf-ı Hümayunumuz nazır-ı esbakı olup Birinci Rütbe Osmani ve Mecidi Nişan-ı Zişanları’nı haiz ü hamil olan iftiharu’l-eali ve’l-eazım muhtaru’l-ekabir ve’l-efahım Şemseddin Bey damet maalihi taraf-ı hümayunumuzdan nezdinize naibü’s-sultan ünvanıyle ta’yin edilmiş ve memleketinizdeki menafi’-i Osmaniyyenin emr-i muhafazası müşarun-ileyhe tevdi’ olunmuştur. Müşarun-ileyhe tevdi’ ettiğim vekaletin müddeti beş sene olup bu müddetin hitamında taraf-ı padişahanemizden müşarun-ileyhin vekaleti tecdid edilecek yahud halefi nasb u ta’yin kılınacaktır. Ahkam-ı celile-i şer’-i şerifin müstemirran mer’iyeti aksa-yı makasıd-ı şahanemiz olduğundan bu maksadı te’min için lazım gelen kadi taraf-ı şahanemizden nasb u ta’yin olunacak ve kadi-i müşarun-ileyh dahi ulema-yı mahalliyye miyanında ta’yin eyleyecektir. Kadi-i müşarun-ileyhin maaşı tarafımızdan ve naibü’s-sultan ile diğer bilcümle me’murin-i şer’iyyenin maaşatı varidat-ı mahalliyyeden te’diye kılınacaktır. Tahriran fi’l-yevmi’l-hamis min-Şehri Zi’l-ka’deti’ş-şerife li-sene selasun ve selase mi’e ve elf. * * * Trablusgarb ve Bingazi’nin muhtariyet-i idaresi hakkında kanun suretidir: Madde - Trablusgarb ve Bingazi kıt’alarına muhtariyet-i tamme verilmiştir. Madde - Trablusgarb ve Bingazi kıt’aları kavanin-i cedide ve nizamat-ı mahsusa ile idare edilecek ve bu kavanin ve nizamatın ihtiyacat ve adat-ı mahalliyyeye muvafık olması mahalliyye tarafından muavenette bulunulacaktır. Madde - Trablusgarb ve Bingazi kıt’alarına taraf-ı padişahiden naibü’s-sultan ünvanıyle rical-i Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’den bir zat ta’yin ve mezkur kıt’alardaki menafi’-i Osmaniyyenin emr-i muhafazası kendisine tevdi’ olunacaktır. Naibü’s-sultanın müddet-i vekaleti beş senedir. Bu müddetin hıtamında taraf-ı şahaneden naibü’s-sultanın vekaleti tecdid yahud halefi nasbedilecektir. Madde - Ahkam-ı celile-i şer’-i şerifin müstemirran icrası zımnında taraf-ı hümayundan kema-kan kadi nasbolunacak ve kadi-i müşarun-ileyh dahi icab eden nüvvab-ı şer’iyyeyi ahkam-ı şer’iyyeye tevfikan ulema-yı mahalliyye miyanından ta’yin eyleyecektir. Madde - Kadinın maaşı Hazine-i Celile-i Maliyye’den ve naibü’s-sultanın ve kadiden maada bilcümle me’murin-i şer’iyyenin maaşatı varidat-ı mahalliyyeden te’diye olunacaktır. Madde - Bu babda ahali-i mahalliyyeye hitaben bir ferman-ı ali ısdar olunacaktır. Madde - Bu kanunun icra-yı ahkamına Meşihat-i İslamiyye Bu kanunun Meclis-i Umumi’nin ictima’ında kanuniyeti tasdik ettirilmek üzere muvakkaten mevki’-i icraya vaz’ını Fi Zilka’de sene ve Fi Teşrinievvel sene * * * Trablusgarb ve Bingazi’de tamamen te’sis-i sükun maksadıyle mevadd-ı atiyye emrolunur: retle muharebeden dolayı bir cürüm ihtiyar eylemiş olan bütün Trablusgarb ve Bingazi ahalisi için kamilen afv-ı umumi ba’dema da hususat-ı mezhebiyyede serbesti-i tamma malik olacaklardır. Cami’lerde Halife’lerinin ismi zikrolunacak ve zat-ı Hazret-i Padişahi tarafından nasbolunacak zat kendisinin vekili addedilecektir. Hukūk-ı evkaf kema-kan mahfuz olduğu gibi Meşihat-i menin muamelatına bir suretle müdahale edilmeyecektir. mur Trablusgarb ve Bingazi’yi İtalya hakimiyetine vaz’ eden Şubat tarihli kanundan sonra kıt’a-i mezkurede mevcud olan tebea ve menafi’-i Osmaniyyenin de muhafaza vazifesini haiz bulunacaktır. eşraf-ı mahalliyye de bulunacak ve her iki vilayetin umur-ı riyet-perverane nizamat vaz’ u te’sisine me’mur olacak komisyonunun a’zası ta’yin edilecektir. * * * BULGAR VE SIRP SEFIRLERİNİN PASAPORTLARININ İ’TASI Hariciye Nezareti Kalem-i Mahsus müdürü Teşrinievvel’in ’ünde sabahleyin Bulgaristan ve Sırbistan Sefaretleri’ne azimet etmiş ve Osmanlı Ajansı’nın tebliğine göre iki sefire tebligat-ı atiyyede bulunmuştur: Bulgaristan Sırbistan Sefareti’ne “Bulgaristan Sırbistan hükumetinin umum ordusunu hal-i seferberiye vaz’ etmesi ve kuvvetini hudud-ı hakanide tahşid eylemesi ve bütün hudud boyundaki istihkamat ve mevaki’e her gün hücumlar vukū’ bulması hükumet-i Osmaniyyenin umur-ı dahiliyyesine müdahale olunması ve Bulgaristan Sırbistan hükumetinin şayan-ı kabul olmadıktan başka akla sığmaz bir takım mutalebat ileriye sürmesi hükumet-i Osmaniyye ile Bulgaristan Sırbistan beyninde hükumet-i Osmaniyyenin daima muhafazasına arzukeş bulunduğu sulh ve müsalemetin devamını gayr-ı kabil bir hale getirmiştir. Binaenaleyh Bulgaristan Sırbistan sefiri ile sefaret erkanının pasaportlarını almaya ve kabil olduğu kadar sür’atle Osmanlı toprağını terkeylemeye mecbur bulundukları ihbar olunur.” * * * HÜCUM EMRİ “Devlet-i Osmaniyye’nin muhafaza ve idamesine sai olduğu meslek-i müsalemet-perveraneye Bulgaristan ve Sırbistan hükumetleri tarafından umumi seferberliğe kıyam ile hudud-ı Osmaniye sevk ve cem’ ve bütün hudud boyundaki kalelerimize ve mevaki’-i saireye külle yevmin taarruz olunması ve hükumet-i seniyyenin umur-ı dahiliyyesine müdahaleye ve kabule gayr-i şayan ve na-ma’kūl müddeeyata kalkışılması Saltanat-ı Seniyye ile Bulgar ve Sırp hükumetleri beyninde devam-ı sulhü derece-i istihaleye getirdiğinden Bulgaristan ve Sırbistan sefirleriyle maiyyetlerinin pasaportlarını ahz ve Memalik-i Osmaniyye’den teba’üde müsaraat etmeleri zımnında Hariciye Nezaret-i Celilesi’nden mezkur sefirlere dün tebligat icra edilmiş ve gerek Bulgarlara gerek Sırbistan’ın ber-devam olan taarruzat ve tecavüzatına müstainen billah artık mukabele olunması için ordu-yı hümayuna evamir-i lazime verilmiştir.” * * * YUNANIN İ’LAN-I HARB NOTASI “Bulgaristan Sırbistan Yunanistan hükumetleri namına verilmiş olan müttehidü’l-meal notaya Babıali’ce bir cevab verilmemiş olduğu gibi aynı zamanda Sırp mühimmat-ı harbiyyesinin ve Yunan vapurlarının tevkīfi ve bunlardan başka hükumet-i Osmaniyye tarafından her türlü hukūk-ı düvel kavaidi hilafında kat’-ı münasebet edilmiş olması mülabesesiyle ahval-i siyasiyye pek ziyade kesb-i vehamet etmiş olduğundan Yunanistan hükumet-i kraliyyesinin maatteessüf silaha müracaat zaruretinde kalmış olduğunu beyan eylerim.” Griparis * * * OSMANLI HARBIYE NEZARETI’NIN ---- BEYANNAMESI ---- Asakir-i Berriyye ve Bahriyye başkumandanı bulunan metbu’-ı a’zam ve efham Padişahımız Efendimiz hazretlerinden şeref-telakkī ettiğim emr u ferman-ı hümayun mantuk-ı alisi vechile size yani şeci’ Osmanlı ordusuna bu vechile tevcih-i hitab ediyorum: Ey zabitan ve efrad! Asırlardan beri vatanımız için bu kadar mühim bir saat hulul etmemiştir! Kendileriyle sulh u müsalemet üzere ve hatta dostane yaşamaktan başka bir şey istemediğimiz komşu hükumetler her gune kaide-i adaleti ve kaffe-i hukūku ayak altına alarak ve Avrupa Düvel-i Muazzaması’nın nasayih ve ihtarat-ı vakı’alarına ehemmiyet vermeyerek sulh u müsalemetin muhafazası emrindeki mesaimizi hükümsüz bırakmak için bize küstahane meydan okudular. Bütün millet onların bu vaz’-ı cür’etkarlarını kemal-i nefret ü istihkar hususunu size tevdi’ eylemiştir. Ey zabitan ve efrad! Bu hakaretin intikamını almak ve devletimizin şeref ve namusuyle hukūk-ı mukaddesesini müdafaa etmek ve şanlı Osmanlı ahlafının meziyatına halel gelmediğini ve onların an’anat-ı kahramananesiyle her hal ü karda gösterdikleri şecaat ü besaleti ve vatanın selameti uğrunda bi-hadd ü payan fedakarlıklarını tamamıyle muhafaza ettiklerini kainata karşı isbat etmek sizlere kalmıştır! Ecdadınızdan bir avuç şüc’an vaktiyle Anadolu’dan Rumeli yakasına geçerek bu iklim-i azimi fethetmiş ve onların şanlı evladı dahi şimdiye kadar vukū’ bulan her bir muharebede kahramanca hareketle bütün cihanın takdir ve hayretini celbederek sizler için imtisale şayan bir çok nümune ve misal göstermişlerdir. Karşınızdaki düşmanlar fezail-i askeriyyece sizin dununuzda bulunduklarından Allah’ın avn ü inayetiyle onlara şiddetli bir ders vermek sizin için vazife-i hamiyyettir. Memleket size güveniyor! Fakat hayatınızı tehlikeye ilka ederek müdafaa eyleyeceğiniz maksad fevkalade muhıkk ve mukaddes olmakla beraber şurasını hatırdan çıkarmayınız ki avn-i Hak’la mağlubiyet şanından olmayan bir şecaatten başka sizce ibraz edilmesi lazım gelen bir nümune-i imtisal daha vardır. O da rinize itaat-i mutlakadan ibarettir. Bila-mucib ve gaddarane kan dökülmemeli! Ma’sum ve acizlere nisvan ve sıbyana ve üseraya karşı tecviz-i i’tisafat edilmemeli! Silahı olmayan efrad-ı ahalinin mal ve canı ve her kavmin kendince muhterem olan mebani-i ruhaniyyesi muhafaza edilmeli! Amirlerine itaat için sizinle harb eden ve külliyyen muharebeyi tel’in eyleyen ve size dest-i muhadeneti uzatmayı cana minnet bilen bir takım iğfale uğramış biçarelere merhamet olunmalı. Osmanlıların en müterakkī milel ü akvam mertebesinde bulunduklarını ve hakkaniyet-i düveliyye esasatıyle efkar-ı insaniyyet-perveranenin nihayetü’l-emr ihraz-ı galebe edeceğine derece-i nihayede i’timad ettiklerini sizi pek az tanıyan alem-i medeniyyete karşı isbat etmelisiniz. Ey vatanın şeci’ müdafi’leri! Umumi tehlike karşısında her vakitten ziyade müttehid olarak ve vazifenizi bilerek ilerleyiniz! Marş ruhu sizinle beraberdir. Arkanızda ise cesaretinizin mükafatını muavenet için her türlü fedakarlığı ihtiyara hazır sadık ve merhametli yürekler vardır. Marş ileri! Mefahir-i zaferle ve en mukaddes bir vazifenin ifa ve ikmaliyle bütün aile ve akrabanızı ve cümle vatandaşlarınızı mesrur ve minnetdar ediniz. Cenab-ı Allah cümlemize tevfikını refik etsin! Fi Zilka’de ve Fi Teşrinievvel Ordu-yı Hümayun Başkumandan Vekili Birinci Ferik Harbiye Nazırı Nazım * * * BULGAR KRALININ BEYANNAMESİ Kostantinopol Ajansı ber-vech-i ati tebliğ etmiştir: “Yirmibeş senelik zaman-ı hükumetim esnasında daima Bulgaristan’ın tarik-ı tekemmülde ilerleyerek terakkī ve teali eylemesi ve saadet ve muzafferiyeti için sarf-ı mesai eyledim. Bulgar milletinin bu yolda ilerlemesi arzusunda bulunuyordum. Fakat şimdi Bulgar milletinin bu hal-i sulh ve saadetinden feragatle büyük bir muammayı suret-i kat’iyyede hall için silaha sarılmak devresi hulul etti. Rilo ve Rodop dağlılarının arka cihetinde bulunan kan ve din kardeşlerimiz halas-yab olmamızın ’inci senesi olmadığı halde kabil-i tahammül bir hayat-ı insaniye nailiyetle mes’ud olamadılar. Bulgaristan ve Düvel-i Muazzama tarafından bu neticenin elde edilmesi maksadıyle sarfedilen bunca mesai bugüne kadar Türkiye’deki hıristiyanlara hukūk-ı beşer kavaidi altında yaşayabilmek saadetini bahşedemedi. Bugünkü sakinane surette geçirmekte olduğumuz hayatı büyük bir hıristiyan halaskarına medyun olduğumuz için bu Balkan esirlerinin sada-yı iştikaları ve milyonlarca hıristiyanların ah u enini kalbimizi titretmemesi kabil değildir. Onun nin nihayetine kadar ta’kīb olunması zımnındaki beyan-ı mu’cizini Bulgar Milleti der-hatır eylemelidir. Muhafaza-i sulh hakkındaki arzularımız tükenmiştir. Şimdi Türkiye’deki ahali-i hıristiyaniyyeye dest-i muavenetimizi uzatmak ve dindaşlarımızın hayat ve saadetlerini te’min için silaha sarılmaktan başka bir çaremiz kalmamıştır. Türkiye’deki anarşi hayat-ı millimizi bile tehdid etti. İştip ve Koçana hadiselerinden sonra hükumet-i Osmaniyye te’min-i adaletle felaket-zedeleri terfih etmesi hakkındaki mutalebelerimize kuvve-i askeriyyesini seferberliğe da’vetle cevab verdi. İşte uzun müddetten beri muhafaza ettiğimiz sabr u sükun bu suretle duçar-ı tezelzül oldu. Hissiyat-ı insaniyye-i hıristiyaniyye taht-ı tehdidde bulunan kardeşlerimizin muavenetine şitab vazife-i mukaddesesi Bulgaristan haysiyet ve şerefi beni vatanın müdafaası için hazırlanan oğullarımızı silah altına da’vet vazife-i mücbiresine sevketmiştir. Maksadımız büyük ve mukaddestir. Düvel-i Muazzama’nın kaffesinden mazhar-ı müzaheret ve himaye olacağımıza büyük bir i’timadımız olduğu için Bulgar milletine Türkiye’de bulunan hıristiyanların hukūkunu muhafaza için i’lan-ı harb edildiğini beyan eyler ve cesur Bulgar ordusunun Türk toprağına doğru ilerlemesini emrederim. Bizimle beraber düşman-ı müştereke karşı Bulgaristan’ın müttefiki olan Yunanistan Sırbistan Karadağ da mücadele etmektedir. Salib’in Hilal’e karşı olan bu mücadelesinde adalet ve terakkīyi sevenlerin mazhar-ı teveccühü olacağız. Bu teveccühattan emin olan bahadır Bulgar askeri peder ve ecdadının ve halaskarı olan Rus’un harekat-ı kahramananesini der-hatır ederek muzafferiyetten muzafferiyete gitsin; ileri! Cenab-ı Hak muinimiz olsun!” Bu beyanname kralın imzasını ihtiva etmekte olup altında da nazırların imzası bulunmaktadır. Tercümesi Habibim bilmiyor musun o kimselerin halini? Ki sayıları binlere baliğ olduğu halde -memleketlerine tecavüz eden düşmanın hücumuyla gelmesi muhtemel olan –ölümden korktukları için memleketlerini bırakıp kaçtılar da Allah onları yine öldürdü sonra da tekrar diriltti; şurası da muhakkaktır ki: İnsanların hepsine Allah’ın ihsanı pek çoktur lakin Allah uğrunda düşmanlarınızla çarpışın! Hem iyi biliniz ki: Allah hem işitir hem bilir. * * * ma’nasınadır. Bu suretle iradının vechi mahkiyyün-anh olan emrin vuzuh ve tahakkukta mer’i mertebesinde bulunmasıdır. kesretten kinayedir. demektir. Bununla beraber buradaki leceği üzere– ma’na-yı tabiilerinde müsta’mel değildir. “Fi sebili’l-lah mukatele” i’la-yı kelimetullah muhafaza-i vatan sıyanet-i hukūk-ı müslimin için olan mukateleden e’amdır. Kitabullah’ın içinde insan bazen öyle parçalara tesadüf eder ki onlardaki nezahet-i uslub selaset-i beyan ihtiva etti gi hakaik-i kat’iyye… lisan-ı azbü’l-beyan-ı Arab’a vukūfu olanları valih ü hayran bırakır; derin derin tefekkürlere sevk eder. İşte tercüme ve tefsiri sadedinde bulunduğumuz şu ayetler de bu cümledendir. Zira bunlardan daha evvelki ayetlerde efrad-ı insaniyyenin kendi şahsına ehl-i beytine tealluk eden ahkam-ı ilahiyye beyan buyuruluyorken buraya gelince birdenbire uslub değişiyor şiddet kesb ediyor; hey’et-i ictimaiyye-i beşeriyyenin mevcudiyetini muhafaza nihayet vermek isteyen mütecavizlere karşı alacakları vaziyete müteallik ahkam; daha kat’i daha müessir bir surette takrir ve tebliğ ediliyor. İşte bunun içindir ki bu uslub üzere ayetin vürudu insanda pek şiddetli bir te’sir bırakıyor. Evet ahkam-ı şahsiyye sarahaten zikir edilecek yerlerde çok kere işaretle iktifa olunur. Çünkü şahıs kendisine tealluk eden şeyleri işlemek için te’kide hacet görmez hevayı nefsaniye iyi geldiği cihetle hemen onunla amel etmeye kalkışır; fakat menfaat-i umumiyyeye tealluk eden ahkam böyle değildir. O gibi ahkamı –pek az kimseler müstesna olduğu halde– hiç kimse anlamaz. Bilmek istemez. Binaenaleyh menfaat-i umumiyyeye müteallik olan ahkam takrir edilirken onunla amil olmayanların çokluğu nisbetinde ehemmiyet verilerek o ehemmiyeti ifade edecek bir te’kid bir sarahat-i kat’iyye bir uslub-ı müessir ile irad etmek lazımdır; ki muhatab gözünü açsın basiretle istima’ etsin. İşte bunun içindir ki bu ayet-i kerimeler pek celi bir beyan gayet dehşetli bir uslub ile zikr ediliyor. Bu uslub-ı nezihi izah kudret-i fatıranın bu la-yetegayyer kanununu her hal ve zamana tatbik etmek için ruh-ı ayetle kabil-i te’lif olmayan bir takım kısas ve hikayatı asl u esası olmayan İsrailiyatı nakl ü hikaye edecek değiliz. Biz yalnız bu nass-ı ezeliyi kıyamete kadar tevali edecek olan hadisat-ı dehrin bir mir’at-ı tecelligahı olması nokta-i nazarından ted kīk edeceğiz. Eğer fikrimizi ruh-ı ayetle biraz temas ettirecek olursak pek çok hakaik-i ictimaiyye tecelli ediyor. Nihayet ulum-ı bur oluyoruz. Bu suretle fikr-i beşer tasdik ediyor ki: Her asırda gelecek hey’et-i ictimaiyyenin saadet ve selametini te’min edecek maarif-i la-tuhsayı ihtiva eden bir kitap varsa o da Furkan-ı Hakim’dir. Bu ayet-i kerimeler bize pek büyük bir hakīkati her zaman vukūu muhtemel bir vak’a-i mühimmeyi haber veriyor; ölümden korkarak memleketlerini düşmana bırakıp kaçan kimselerin halini tasvir ediyor. Maa-haza onların adeSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib dini milletini memleketlerini ta’yin etmiyor. Binaenaleyh siyak-ı ayetten mütebadir olan bir hakīkat-i kat’iyye varsa o da şudur: Din vatan düşmanları ile muharebe ederken düşmanın hücum etmesiyle gelecek ölümden korkarak düşmandan pek çok efrada malik olan bir millet bir ordu tam ma’nasıyla hayat-ı şahsiyyelerini ölüme tercih ederler düşmanın kurşunuyla ölmemek için memleketi terk edip düşmandan firar ederlerse Allah o milleti düşmana terbiye ettirir. Düşman cesarete gelerek o orduyu takīb ve tenkil eder bazılarını öldürür bazılarını da esir alır. Bu suretle –düşman– muharebede galib mevki’inde kalır. Kaçmaları sebebiyle mağlub olanların istiklal-i millilerini mahv eder onları her suretle kendisine itaate mecbur kılar. Ribka-i esaretine geçirir. Berikiler de pek uzun bir zaman bu esaret bu zillet bu meskenet vadilerinde yuvarlanıp mahv u perişan olurlar. Kaçtıkları ölümden daha bed-ter bir musibet bir felaket-i uzmaya duçar olurlar. Akılları başlarına gelip de istiklal-i millilerini ha kīkati sarahaten bildiriyor. Çünkü buradaki emri emr-i tekvindir emr-i teşri’ değildir. Evet sünnet-i ilahiyye bu yolda caridir. Hiçbir vakit tebeddül etmemiş etmesi de mümkün değildir. ruh-ı ayetle fikrimizi temas ettirirsek buradaki mevt ile hayatın ma’na-yı hakīkīleri murad olmadığı pek aşikar bir surette anlaşılır. Zira bu nazm-ı celilden maksad-ı ilahi düşmanın kurşunuyla gelecek ölümden kaçanlar hakkında cari olan sünnet-i ilahiyyeyi beyandır. Zaten bu her zaman görülen bir hakīkattir ki: Bir millet düşman ile muharebeye girdiği vakit düşmana karşı korkaklık gösterip kaçarsa düşman bundan cesaret alarak var kuvvetiyle firarilerin üzerine hücum eder. Onları tenkil kuvvetlerini perişan bir hale getirir. Her vechile kendisinin emrine inkıyada amade kılar. Bu hale gelen bir millete diri demekten addediyor. Bu ayet-i kerimedeki hayata gelince; o da cezayı amelleri olarak inkıraz çukuruna düşen bir milletin bu hal üzere birçok zamanlar sefalet çektikten sonra akıllarını başlarına alarak evvelki şan ve şevketlerini istiklal-i millilerini Hayat ile mevtin bu ma’naya ıtlakı pek çok yerlerde vürud etmiştir. Tercüme ve tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerimede şayan-ı dikkat ve ibret bir nokta daha vardır: emrinin fa ile vaki’ olan haberin de ile atf olunması. Ayet-i celilenin bu uslub üzere vürudu sarahaten gösteriyor ki: Düşmanın hücumuyla gelecek ölümden firar edenler kaçmak ile yakayı kurtaramazlar. Bunlar kaçtıkca korkmuş oldukları ölüm kendilerini pek seri ibret-nüma bir seyr ile takīb edecek; hem de bunların firar etmeleri yalnız kendilerinin ölmelerine sebeb olmayacak belki mensub oldukları millet de onların firarı neticesi olarak düşmana mağlub olarak pek seri’ bir surette makbere-i mezellete sukūt edecek müddet-i medide inkıraz vadilerinde sersem sersem dolaşacak mevcudiyetine indirilen bu darbeden kurtulub tekrar hayat buluncaya kadar pek uzun zamanlar mürur edecek!!.. yatı için alacakları vaz’iyeti ta’yin ediyor muharebe yerinde düşmandan kaçanların akıbet-i vahimesini nazar-ı ibretimize koyuyor. Hülasa: Her gün gözümüzün önünde tevali eden me sa lekteki hataları ta’mire çalışmayanlar düşmanın kurşunuyla gelecek ölümden korkarak firar edip de memleketi a’da-yı din ü vatana teslim edenler dünyada en müdhiş bir ölümle ölecekleri gibi huzur-ı Rabbü’l-aleminde de bu amellerinden dolayı rezil ve rüsvay olarak en büyük cezaya çarpılacaklardır. Bunda şübhe etmek vahdaniyet-i ilahiyyede tereddüde düşmek kadar azim bir cinayettir. Zaten dünyada bir milletin namus-ı istiklali şahsiyet-i ma’neviyyesi perişan olmak kadar bir ölüm tasavvur olunur mu? Namus-ı istiklali mahv olduktan sonra yaşamaktansa ölmek daha ehvendir. Hayat-ı hakīkıyye ancak düşmanın tecavüzünden mahfuz olan hayat-ı milliyyedir Binaenaleyh hakīkaten yaşamak isteyenler hayat-ı milliyyelerini muhafaza malını evladını hayatını feda etmekten çekinmezler. Bunun dı Cenab-ı Hak emr ediyor. Üzerimize farz kılıyor ondan diriyor. Fi sebili’llah mukatele mücahede; i’la-yı kelimetu’llah hukūk-ı meşrualarının muhafaza ve müdafaaları için açılan muharebeden e’amdır. Çünkü memleketin saadet ve selameti te’min edilmedikçe i’la-yı kelimetu’llah olmayacağı derkardır. Bunun için düşman evvela memleketi mahv etmeye çalışıyor. Bir kere bu maksada nail olduktan sonra tedricen “din”i de ayaklar altına alacağı şüphesizdir. Şu halde hem dini hem dünyayı muhafaza için düşman ile merdane çarpışmaktan başka çare yoktur. Ve olamaz. Bu sebebden mücahede mukatele ile emr olunuyoruz. Bundan sonra Cenab-ı Hak kendisinin olduğunu zikr etmesiyle daima bizi murakabe altında bulundurduğunu ve binaenaleyh muharebeden evvel lazım gelen laka imtisal etmeyen korkakların özürleri nezd-i sübhanide hiçbir zaman mazhar-ı kabul olamayacağı serd edecekleri meyeceğini de mü’ekkeden haber veriyor. Aksekili HADIS-I ŞERIF : : Tercümesi Bir sofradaki insanlar yek-diğerini –buyurun buyurun diye– nasıl da’vet ediyorsa sizin üzerinize her tarafdan hücum ve sizi memleketinizden çıkarmak için de bütün milletler devletler birbirlerini öylece da’vet etmeleri yakındır. Biz ashab sorduk: – Ya Resulallah! O zaman biz pek mi az olacağız?.. Buyurdular ki: – Hayır hayır! O zaman siz pek çok olacaksınız; fakat –maa’t-teessüf– sellerin üzerinde gelerek köşede bucakta kalan çörçöp gibi pek dağınık bir halde olacaksınız. –Bunun için– düşmanlarınızın kalbinden korku gidecek sizin kalbinize vehn yerleşecek... Vehn nedir? Sorduk: – Hayatı yaşamayı sevmek ölümden korkmaktır buyurdular. * * * Müsned-i Ahmed bin Hanbel ’de mezkur olan şu hadis-i sahih keşf-i istikbale dair şeref-sudur eden ehadis-i şerifenin en mühimlerinden ve binaenaleyh mu’cizat-ı bahire-i Cenab-ı Risalet-penahi’dendir. Bununla beraber bir vakitten beri müslümanların geçirmekte oldukları mühlik safhaların ledünniyatını da pek açık bir lisan ile nazar-ı ibretimize arz ediyor. Bir şu hadis-i şerife bir de her tarafda bulunan müslümanların başındaki kanlı felaketlere sonra da düvel-i ecnebiyyenin müslümanlara karşı almış oldukları vaziyet-i mahufaneye nazar-ı im’an ile bakacak olursak bin üç yüz bu kadar sene evvel bir yetim-i eminin lisanından sudur eden bu kelam-ı belağat-ittisamın dünyanın diplomatlarını bütün ukala ve hükemasını hayretler içinde bırakan pek dehşetli bir hakīkati ihtiva ettiğini görür ve bir ümmiden –ma-fevka’t-tabi’a bir kuvvetin yardımı olmaksızın– bu gibi hikmetin sudur etmesi imkan haricinde olduğunu tasdik etmekte hiç güçlük çekmeyiz. Bilmem ki sıdk-ı nübüvvet-i Muhammediyye’ye bundan daha büyük bir mu’cize daha kuvvetli bir delil aramaya hacet var mı? Bin üç yüz bu kadar sene evvel bir eminin lisanından şeref-sudur eden şu kelam-ı mu’ciz; düvel-i ecnebiyyenin müslümanlar hakkında besledikleri emel-i hod-pesendaneyi perde arkasında oynamak istedikleri müdhiş rolleri bir zaman gelip de perde yırtılarak hafi emellerin meydan-ı aleniyyete çıkacağını bunların esbab ve ledünniyatını pek güzel haber veriyor. Her vakit sırası geldikçe söylüyor ve yine söyleyeceğiz ki: Bütün insanların dünyevi ve uhrevi saadet ve selametini te’min eden bir din-i hakīkīye mensub olan müslümanların her milletten yüksekte bulunmaları lazım gelirken bugün aksine olarak küre-i arzın her köşesinde bulunan müslümanların zillet ve esaret vadilerinde yuvarlanmalarının esbabı ahkam-ı İslamiyyeden pek bi-haber olarak adeta yabancı mevki’inde bulunmalarıdır. Zannedersem bunu teslim etmekte hiçbir mütefekkir tereddüd göstermeyecektir. Çünkü Cenab-ı Peygamber sav efendimiz hazretlerinin fem-i saadetlerinden şeref-sudur eden şu hadis-i şerif bir zaman gelip de düvel-i ecnebiyyenin hepsi müslümanlara hücum ve bu hücuma adeta birbirlerini teşci’ ve da’vet edeceklerini yemek sofrasındaki kimselerin yemeği taksim ederek birbirlerine “buyurun” dedikleri gibi müslüman memleketlerini taksime çalışacaklarını haber veriyor. Fakat yalnız bunu haber vermekle iktifa ediyor mu? Hayır. Aynı zamanda bunun esbabını ve onun zımnında bu gibi felaketlerden kurtulmamızın çaresini de göstermiş oluyor. Evet Cenab-ı Peygamber sav bu hadis-i şerifde düvel-i nasaranın müslümanlara karşı alacakları vaz’iyeti haber verdikten sonra onların o vaz’iyetine sebeb olmak üzere de ça olmaları diğeri de bunun neticesi olarak kalblerine za’af ve fütur arız olması hayat-ı şahsiyyeye –velevki meskenet kıyyeden gafil bulunmaları hayat-ı hakīkıyye için hayat-ı şahsiyyelerini feda etmekten çekinmeleridir. Binaenaleyh şu hadis-i şerif suret-i kat’iyyede ifade ediyor ki: Bir millet yaşamak mevcudiyet-i hayatiyyesini muhafaza edebilmek için vahdet-i milliyyesini muhafaza etmek lazımdır. Eğer bir milletin arasındaki revabıt-ı ictimaiyyeye za’af tari olur inhilal ederse o millet dağılır parça parça olup her birisi bir tarafda kalır. Selin üzerinde gelerek her birisi bir tarafda kalan çöpler gibi hiçbir suretle mevcudiyet gösteremezler. Bunun neticesi olarak kalblerine za’af ve fütur gelir. Etraflarında ağızlarını açıp yutmaya çalışan düşmanlar bunu fırsat bilerek onları mahv etmeye harita-i alemden vücudlarını kaldırmaya teşebbüs ederler. Bu hakīkati din-i mübin-i İslam pek çok ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife maa’t-teessüf bu gibi hakayıktan gafil bulunduğumuz içindir ki bugünkü hal-i esef-iştimale geldik. Bununla beraber hala bunları anlamak istemiyoruz. faza edebileceğini sarahaten gösteren bir takım kavanin-i la-yeteğayyerdir ki bunlara muhalefet etmek pek vahim haller Müslümanlar kudret-i fatıranın bu la-yeteğayyer kanunlarına tam ma’nasıyla inkıyad ettikleri zaman a’da-yı din ve vatan onların –yalnız– nam-ı bülendini işitmekten bile tirtir titrerdi. Tarih-i İslam’ı açıp bakacak olursak bu hakīkati pek güzel idrak ederiz. Ez-cümle Tebuk Vak’ası bunun şahid-i bi-naziridir. Malumdur ki; bir vakitler Suriye Mısır… gibi memalik zir-i idaresinde bulunan Herakliyus Medine-i Münevvere’ye kadar giderek İslam’ın Nebisi ile muharebe edip İslamiyeti ortadan kaldırmaya niyet eyledi. Bunu kuvveden fi’ile çıkarmak Medine üzerine yürüdü. Cenab-ı Peygamber bunu haber alınca otuz bin sahabe ile karşı çıktı. Fakat düşman daha yolda iken korkmaya başladı İslamların yüzünü bile görmeden memleketine dönüp kaçtı. Peygamberimiz Tebuk denilen yere geldiği zaman düşmandan eser bile görmeyerek geriye döndü. İslamlardaki kuvve-i ma’neviyye düşmanı geriye püskürttü. İşte saha’if-i tarihiyyenin her fıkrası bu gibi vekayi’in birer canlı şahididir. Vakta ki İslamlar sonradan sonraya ahkam-ı İslamiyyeden tebaüd etmeye başladılar aralarında nifak ve şikak meydan aldı; o günden itibaren vahdet-i milliyyelerine za’af tari olarak hey’et-i ictimaiyye arasındaki rabıtalar çözüldü. lerine vehn korkaklık arız oldu. Herkes kendi hayat-ı şahsiyyesini muhafaza etmek kaydına düştü. Bunun üzerine etrafda müterakkıb-ı fırsat olan düşmanlar gözlerini dört açmaya müslümanları ortadan kaldırmak için bir takım planlar kurmaya hazırlandılar. Her nerede İslam hükumeti varsa birer desise ile onların mevcudiyetine hatime çekmeye başladılar. Daha dün İslam’ın sağ ve sol kanadları mesabesesinde olan Fas İran hükümetleri de bu fikrin uğruna kurban olup gittiklerini herkes biliyor. Lakin bununla iş bitmezdi. İslamiyet’i mahv etmek için kanadlarını kırıp da vücudu sağlam bırakmak doğru olamazdı. İşte bunun için düvel-i nasara yakīnen biliyorlardı ki: Ta’kib ettikleri gayeye vasıl olmak için –Hilafet-i lı Hükumeti’nin de mevcudiyetine nihayet vermek lazımdır. Bu hakīkati idrak eden düvel-i nasara var kuvvetlerini buraya sarf ettiler. Nihayet bunların beş tanesi Hükumet-i Osmaniyye’ye karşı alenen ilan-ı harb cür’etinde bulundu. Tercüme ve izahı sadedinde bulunduğumuz hadis-i şerifde beyan buyurulduğu vechile üzerimize hücum etmek için birbirlerine da’vetiyeler gönderdiler. Memalik-i İslamiyyeyi kendi aralarında taksime karar verdiler. İşte her gün her saat gönderilen da’vetiyeler edilen müzakereler bunu pek aşikar gösteriyor. Artık gizli kapaklı hiç bir şey kalmadı demektir. Fakat bunlar bu fikirlerinde muvaffak olabilecekler mi? Bunu da yine hadis-i şerif ta’yin ediyor. Eğer biz müslümanların dağınık olmasından aralarındaki suri ihtilaflardan cesaret alan düşmanlarımıza bunun aksini bil-fi’il isbat eder küre-i arzda bulunan müslümanların bir kütle-i muvahhide olduğunu gösterir bunların emellerini akīm bırakmak için bir ferd kalmayıncaya kadar hayat-ı şahsiyyemizi istihkar ederek ölüm meydanına sevine sevine gidersek –nasıl ki bu muharebe fikirlerinde ne kadar aldandıklarını müslümanlar onların tahayyül ettikleri gibi olmadığını bil-fi’il isbat etmiştir– o zaman ta’kib ettikleri gayeye vasıl olamayacaklarını derhal anlayacaklar bundan sonra müslümanlar da bir saadet yüzü göreceklerdir. Bugün gerek Osmanlıların mümessili olan kabineye gerek o kabineye müzahir olan bütün efrad-ı milletin uhdesine pek büyük bir vazife terettüb ediyor. Kabine ta’kib ettiği siyasette daima cesaret ibraz ederek Osmanlıların tam ma’nasıyla yaşamaya niyet ettiklerini ve binaenaleyh bu azmlerini hiçbir şeyin tevkīf edemeyeceğini Avrupalılar tarafından haklarında beslenen imha-yı tedrici usulünün pek yanlış olduğunu bil-fi’l alem-i insaniyete karşı göstermelidir. Efrad-ı millete gelince: Onlar da her ne kadar zahiren dağınık olsalar da hakīkatte bir vücud gibi olduklarını birinin uğruna cümlesinin feda-yı cana hazır ve amade bulunduklarını bütün dünyaya bil-fi’il ilan etmelidir. O vakit emin olalım ki Avrupalılar bu çıkmaz sokağı ta’kib etmekten vazgeçeceklerdir. Şu halde mücahedeye devam edelim ölüme koşa koşa gidelim hayat-ı şahsiyyemizi değil hayat-ı hakīkıyye-i milliyyemizi düşünelim. Aksekili Osmanlıların bil-umum muharebatta istihkar-ı mevt edercesine mantukunca a’danın bile müsellemidir. Ecdadımızın muharebat-ı sabıkada gösterdikleri hamaset ve fedakarlıktan tarih kitaplarını gözden geçirip bazılarını nakl ettim. Mesleklerine tevafuk eden sair gazete ve resaile nakl ü derci hususunda müdürleri bulunan zevat muhtardırlar. şeklinde Buhari MENAKIB-I HARBIYYE-I OSMANIYYE’DEN ---- BIR NEBZE ---- Zamanında fevkalade metanetli olan Hereke Kal’ası düşmanın merkez-i ictima’ı idi. Kendisine güvenen ve Osmanlı kılıcından kurtulan düşmandan sekiz dokuz yüz kişi oraya tahassun ederek asakir-i İslam’ın harekat-ı harbiyyesine manialar peyda etmekten hali kalmazlardı. Sultan Osman-ı Gazi İzmit fethine azm eyledikleri sırada bir yüz kadar müntehab dilaver ile kahramanan-ı meşahirden Gazī Ali Bey’i –guzat-ı Osmaniyyeden Timurtaş Paşa merhumun pederidir– Hereke’nin zabtına irsal buyurdular. Gazi-i müşarunileyh oraya varır varmaz kal’anın metanetine düşmanın kesretine ma’iyyetindeki bahadırların kılletine bakmaksızın hemen ayağı tozuyla: – Dinini devletini seven arkamdan ayrılmaz. Diyerek yalın kılıç kal’aya doğru hücum eyler. Şan meydanlarında kimseden geri kalmamayı vecaib-i hamiyyetten bilen Osmanlı bahadırları dahi arkasından ayrılmazlar ve dört saat zarfında kal’ayı feth ederler. Gazi Ali Bey’in hücum sırasında sağ gözüne bir ok isabet eder. O timsal-i şeca’at ise gözüne saplanmış olan oku eliyle çekip atar. Böyle bir facia ile azminde fütur göstermekten başka yanında bulunan genç bir gazinin telaşını görünce: – Noldun yiğit! Bir başa bir göz elvermez mi? İki gözü olub da biriyle arkasına bakmaktan ise bir gözle bir yürek sahibi olub ileri bakmak daha hayırlıdır. Sözüyle latife-senc-i besalet olarak onu da teşci’ eder. Asıl ismi Hüseyin iken nehafet-i vücudiyyesiyle beraber her önüne gelen pehlivanı yenmekte ve zimam-ı idaresini ele aldığı fırkayı daima galib etmekte olduğundan dolayı beyne’l-guzat “Timurtaş” ünvanını ihraz buyurmuş olan Timurtaş Paşa ise mülkümüzde her askerin vücuduyla iftihar edeceği ümeradan olup mevki’lerinin sarplığı cihetiyle zabtları hayli müşkil olan Rumili kal’alarını ancak şeca’ati sayesinde feth etti. Bu cümleden olarak Pirlepe Kal’ası’na hücum ettiği sırada ibtida kale burcuna bayrağı elinde olarak kendisi ipek kemend ile çıktı ve bade’l-feth: – Burca çıkıncaya kadar çiğnediğim şehidlerin yedisi akrabamdan Yıldırım Bayezid Han devrinde Anadolu muharebatındaki asakirden bazıları hücum ile dahil oldukları bir mahalde gayet güzel bir duhter-i tabende-ahteri kayd-ı esarete giriftar edip emval-i ganimenin nuhbesi olmak hasebiyle Timurtaş Paşa merhuma takdim olunur. O mücahid-i zi-şan-ı şehvet elinden kurtarmak ümidiyle getirdiklerini işrabla işbu tavır ve hareketlerinden dolayı bir suret-i fevkaladede tatyib ederek derhal mezburenin zevc-i meşru’unu buldurmuş ve kendisine teslim etmiş olduğu sırada: – Zevcenizin ırzı askerimizin iffeti sayesinde kurtulduğunu bil! Sözüyle te’kid-i iffet eyleyip hitab etmiştir. Yavuz Sultan Selim Han hazretlerinin ettikleri seferlerinden birinde askerlere bazı mertebe usanç gelip harbden bıkmış ve bazı mertebe yolsuz hareketler münasebetsiz nümayişlerde bulunmuş olduklarından şehriyar-ı zafer-şiar derhal yeniçeri ağasını celb ile ceza-yı sezasını verdikten ve ümera-yı saireyi harem-gah-ı zafer-iktinahları önüne da’vet eyledikten sonra: – İşte bakınız terbiyesizlerin bundan böyle görecekleri muamele budur. Ben din-i mübinin izzeti için çalışıyorum. Bu yolda ihraz-ı şan ve galebeye çalışacağım. İhraz-ı şan ve galebe ise askerin çokluğuna değil terbiye ve şeca’atine menuttur. Tehdid-i fa’alanesiyle ordusunda terbiye-i askeriyyeyi te’yid eylemiştir. Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri Edirne ordugahını – Ölüm adama bir def’a gelir korku ise ölüm gelene kadar temadi ettiğinden her an bir ölüm acısı hissettirir ve’l-hasıl korku ölmekten hem zor hem acıdır. Fıkrasını dermiyan buyurmuştur. Belgrad muharebesinde Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri yaralandığı cihetle Ordu-yı Osmanide bir dereceye kadar bozgunluk alameti görüldüğünden hemen Hazret-i Fatih tekrar atını meydana sürüp: – Askerler! Düşman mermiyatı korkanlarla saklananlara erişir. Demincek biraz saklanır gibi oldum derhal beni buldu. Bakın şimdi göğsümü geriyorum önünde geziyorum da bana gelmiyor. Sanki mermiler de benden korkuyor. İşte her cesurdan da böyle korkarlar. Ecsam-ı ulviyyeye mevadd-ı süfliyye erişemez. Yolunda bir hitabet-i besalet-intisabla sa’ika gibi tekrar muharebeye girişmiş ve şahid-i dil-ara-yı muvaffakiyeti derağūş etmiştir. SAF-DERUNLUK MUDUR NEDIR? Avrupa’da medeniyet dedikleri ma’nasız bir söz var: “Civilise” kendilerince iki paralık ehemmiyet ve kıymeti haiz olmayan şu kelimeyi bize o kadar büyük tanıtmışlardır ki biz her zaman bütün harekatımızı bu kelimeye tatbik etmek sevdasında bulunuyoruz. Daha muhtasarı bütün ömrümüzü menafi’-i şahsiyye ve milliyyemizi şu kelime uğrunda feda ediyoruz bilerek bilmeyerek hep medeniyet medeniyet! Olur mu yakışır mı?... diyoruz. Halbuki o bizim hocalarımız olan zevat ki bize bu kelimeyi ta’lim etmişlerdir kendileri bizim hakkımızda yalnız bizim hakkımızda değil nerede za’ifi bulurlarsa umumen o za’ifler hakkında canavardan daha vahşi oluyorlar. Bu o kadar aşikar bir şeydir ki bunu isbat için ehl-i basiret delil bile aramazlar. İster milletler namına ister efrad namına mülahaza olunsun bu böyledir. En mütemeddin İngilizlerin Fransızların Hindistan’da Mısır’da Tunus’da reva gördükleri kavanini kendileri dahi hem-cinslerine hem-dinlerine karşı isti’mal olunduğunu görürlerse kıyametleri koparırlar. Efrada gelince en mütemeddin ademlerin hatta en meşhur profesörlerin miyanında dahi kendi biraderine hatta pederine karşı dünya malı için en büyük denaetleri irtikab edenler yüzlerce binlercedir. Ekser medeniyetini muhafaza edenler de medeniyetten değil ellerine fırsat geçmediğinden bir fenalıkta bulunamıyorlar. Ben bu babda müşahedatım olarak binlerce muameleler ile misal gösterebilirim fakat sahife müsa’id değil. Şimdi biz bu kelimeyi o kadar büyütmüşüz ki bütün beliyyat bize şu yüzden gelmiş ve gelmektedir. Biz hala medeniyet diyoruz: Bıyıklarımızı yukarı çekeriz medeniyet sofralarımızda tabak şakırdısı medeniyet parlak çizme medeniyet Tokatlıyan’da düşüp kalkmak medeniyet daha bilmem ne hep medeniyet…. Bunların hepsinden iğmaz edelim bugün harb zamanında düşmanlarımız bizim köylerimizi yakıyorlar komitecileri vasıtasıyla bombalar attırıyorlar biçare za’iflerimizi asıp kesiyorlar bilahare bizim teba’amızdan olanlarını dahi papasları vasıtasıyla iğva ederek bizim aleyhimize sevk ediyorlar. Kırkkilise tahliyesi zamanında daha Bulgar askeri oralara gelmeden Kırkkilise’de sakin bizim sadık! teba’amız olan Bulgarlar o şaşırma telaş içinde can kurtarmak için firara dökülmüş ahali-i müslimeyi daha kendi hanelerinde kendi rivayetine göre en sonra terk etmiş askeri ekmek müte’ahhidi … ağzından dinledim daha o dakīkalarda bizim tarafdan bu hainlere mukabil medeniyet namına lütuf Daha o zaman Kırkkilise’de baba otuz beş bin askere ekmek veriyormuş. Baba diyor ki: “Askerimiz o edebsizleri terbiye edecekti fakat yirminci asrın medeniyeti müsa’id değilmiş!” yine medeniyet hülyasıyla geliyor. Harb meydanında dahi medeniyet beslemekteyiz. Ben burada Avrupa medeniyetinden Ruslara aid olan bir kısmını kari’in-i kirama arz ederek nazar-ı dikkatlerini celb edeceğim: Rusya payitahtı olan Petersburg’da münteşir nim resmi olan Novye Vremya gazetesi ser-muharriri Balkan Muharebesi’nden bahs ettiği sırada Rus asakirinin zabitlerine ve neferlerine hitab ederek diyor ki: “Ey Hıristiyanlık hamileri! Islavlık ve Hıristiyanlık uğrunda size diyorum: Balkan’da bulunan din kardeşlerinize de bir hıristiyan görseler orada kesip kanını içiyorlar. Bugün din kardeşlerinize yardım ediniz. Türkleri nerede görürseniz orada intikam alınız.” Bunu Avrupa’nın en mütemeddin en munsıf bir feylesofu bile okuduğu zaman diyeceği söz: “Harb zamanıdır olur ya!” Bu kadar sarih yalanları alenen nim resmi gazetelere kadar derc ederler biz de bunlara bil-mukabele hemen medeniyet tavsiye ederiz. Ben bilemiyorum buna ne diyelim: Hurde-binlik midir nedir? Yahud idare-i maslahat mıdır? Ben demek isterim ki: Bunlar hep bizim Avrupalılara karşı lüzumundan ziyade saf-derun lüzumundan ziyade perestişliğimizden tevellüd etmiş fenalıklardır. Bulgarlar kendileri için lazım olan Ruslara da tamamıyla ediyoruz. Bulgarlar muharebeden iki hafta mukaddem bütün şimendüfer hattını kendi ellerine aldıktan sonra bize aid olan lokomotifleri vagonları da alıkoydular biz ise sevkiyata başladıktan sonra kafi derecede lokomotiflerimizin olup olmadığını anlayabildik bunu da onların medeniyetlerine Hala o medeniyete iman ve i’tikad ediyoruz hala o medeniyet namına ale’l-amya harekette devam ediyoruz. Bu nedir ya Rabbi? Bu ne derece ama’? Basiretimiz tamamıyle bağlanmış. Bu derecede teğafül bu kadar da tesahül ve tekasül… Ben bilemiyorum ne gibi ta’bir kullanayım… Artık sükut edeceğim. ---- SABIR VE SEBAT MUCIB-I ZAFERDIR ---- Ayat-ı furkaniyyenin her nazm-ı beliği yüzlerce nikat ve mezamini binlerce serair ve hikemi indimac eylediği bil-cümle ehl-i tevhidin taht-ı teslimindedir. Şems-i taban-ı İslam’ın meşrık-ı Batha’dan tulu’ ile afak-ı alemiyana eşi’a-paş-ı intişar olmaya başladığı zamanda daha dide-i huffaşanelerini kamaştırmakla ateş-i kin ve hasedden kalbleri yana yana büryan-ı dud-efşana dönen binaberin o şu’le-i nevvare-i tevhid ve hidayetin mahv u teşci’ ve seyl-i huruşan-ı bela gibi müdhiş ve mehib olan düşmanın ordusu karşısında muvahhidinin pa-yi temkin ve metanetlerini tesbit hususunda şeref-nüzul eden ayat-ı celile-i furkaniyyenin bir nazm-ı dil-nişin-i mu’ciz-beyanı da tesliyet ve tebşirini ihtiva eyleyen şu menşur-ı muhteşem-i ilahidir. Evet her hangi hükumet-i İslamiyyenin saha-i terakkī ve yun enva’-ı hiyel ve desayisle dahilen iğtişaş ihdasına haricen binlerce mevani’ ve müşkilat icadına koyularak indiras ve izmihlale çalışageldikleri gibi birkaç asırdan beri Hilafet-i uzma-yı İslamiyyeyi de ihtiva eylemek suretiyle üç yüz altmış milyon ehl-i İslam’ın ser-tac-ı iftiharı olan binaenaleyh bütün ümmet-i naciye-i Ahmediyyenin kutb-ı mu’azzam-ı hidayeti bulunan şu hükumet-i muazzama-i Osmaniyyenin hilal-i nur-efşan-ı tekbirini inhisaf-ı ebediye uğratmak fikr-i zenin hakkımızda ne gibi mekayid desayis ihtira’ ve isti’mal eyledikleri birçok vekayi’-i tarihiyye ile müsbet ve el-an ef’al ve harekat-ı ruz-merresiyle meşhuddur. Bu kadar seneden beri bir ateş-i zulüm ve i’tisaf içinde yanıp kavrulan Hükumet-i Osmaniyye’nin i’lan-ı meşrutiyet ferdasında anasır-ı Osmaniyyenin kardeşcesine hüküm süren muhadenet ve muvalatını çekemeyen Balkan hayal-perestanı daha o dakīkadan beyne’l-anasır bir na’ire-i şikak u nifak iş’aline çalıştı. Asayiş-i dahiliyi bozmak vahime-i batılesiyle her tarafa cehennemi bombalar ilkasına başladı. Fakat daha ezelden bir fıtrat-ı ulviyye bir seciye-i hariku’l-adeye malik olup bir şu’leden volkanlar bir aşiretten cihanlar teşkiline muvaffak olan meyl-i ma’ali ile müştehir Osmanlılar sulh ve salah emr-i mu’tenasına temayül ile bu kadar cinayat-ı vahşiyaniyyeye daima sabır ve sükunla mukabele etmek istedi. Amma her zerre-i haki aba vü ecdadımızın hun-gül-gun-i şehadetleriyle muhammer ormanlardaki ağaçların her biri ovalardaki otların her teli yine o muhterem şühedamızın kemikleriyle neşv ü nema bulmakta olduğunu düşünen şu evlad ve ahfad o eslaf-ı mutahharenin zürriyyat-ı tayyibesi olduğu için elbette dil-suz ve cihan-güdaz vaveylalar koparmakta olan mukaddes mader-vatanımızın damen-i pak-i olmamak için kendi vücud-ı aheninlerini siper edip eyledikleri ahd ü misak vesilesiyle hak-i pak-i Osmaniye şirzime-i haine-i a’dayı tecavüz ettirmemek için şübhe yok ki hun-ı necabet ve celadetlerini seve seve dökeceklerdir. Nur-ı aftab-ı İslam’ın itfa ve imhasını arzu eden Salibiyyun sebeb dört bin senelik kadim bir hükumet-i İraniyye’nin mukasemesine sahib-i saltanat ve şevket bir Fas’ın kendi derdiyle kavrulan bir Vaday hükumetinin bunun gibi aktar-ı sairede bulunan bil-cümle hükumat-ı sağīre-i İslamiyyenin birer suretle zabt ve istimlakine teşmir-i sak-ı mekidet eyledikleri gibi bir takım vahi esbab dermiyanıyla hudud-ı Osmaniyyeye ikide bir de tahşid-i kuvvetle meyyal-i harb ve cidal görünmeleri de hep nur-ı pak-i İslam’ı itfa maksadından başka bir şey değildir. Ey Osmanlılık ünvan-ı fahiriyle i’lan-ı mübahat eden anasır-ı İslamiyye! Şu dört küçük hükümetin zahirde Rumeli’yi parçalamak gibi bir arzuda oldukları görünüyorsa da hakīkat-i halde altı yüz senelik bir hükumet-i muazzama-i Osmaniyyenin daha açığı edyan-ı saireye adedce bir galibiyet-i kahire gösteren din-i ali-i İslam’ın imhasına bir mukaddime-i meş’ume ihzar ediliyor. Fakat ey kalbleri hubb-ı vatan ve din ile memlu olan mücahidin-i kiram emin olunuz ki eğer siz sabır ve sebat ederseniz esna-yı harbde ellerinize düşen düşman devletlerinin ihtiyar ve der-mande ricaline nisvanına etfaline merhamet ederseniz o canavar-ı hun-rizlerin sıbyan ve muhadderatımıza ettikleri dena’et ve fezahatlarına karşı siz secaya-yı ulviyye-i İslamiyyeyi izhara gayret ederseniz; nazm-ı beliğ-i samedanisinin sarahaten tebşir eylediği üzere bizim taburumuzun onların bahadırımızın galib geleceği muhakkaktır. mak istenilen eyadi-i tasallut mübarizin-i ümmetin hüsam-ı katı’-ı cihangiranesiyle kesilecektir. Ve bu şanlı galibiyet-i sal-i cedid-i Hicri’nin –Muharremü’l-haramı “ = ” nazm-ı celil-i kahharanesi üzere parlak tarih olacaktır. Binaberin her mü’min-i muvahhid mader-vatanın namus-ı mübeccelini vikayede yek-dil ve müttehid olmalı ve bir itmi’nan-ı tam ile muzafferiyet-i kat’iyye-i karibeye – avn-i Hak’la– intizar eylemelidir. ferman-ı teşci’-ünvan-ı Huda muktezasınca sabır ve sebat edelim. Zira sabır ve sebat mucib-i zaferdir. Göriceli Hafız Ali ---- HITAB-I RUH ---- Aç dide-i im’anını ey sevgili millet… K a ne susamış düşmanımız eyledi savlet Hem vermeliyiz el ele hem etmeli gayret Gayret yaraşır bizlere Osmanlıyız elbet Bayram günüdür gösterelim haydi meserret Dağlar mı durur azmimize merd-i metiniz Ecdadımızın varisiyiz hadim-i diniz Din ü vatanın hıfzına bir hısn-ı hasiniz Gayret yaraşır bizlere Osmanlıyız elbet Bayram günüdür gösterelim haydi meserret Envar-ı şeca’at saçılırken gözlerimizden Düşman şaşırır hey’et-i dehşet-verimizden Kan aksa açılsa yaralar her yerimizden Gayret yaraşır bizlere Osmanlıyız elbet Bayram günüdür gösterelim haydi meserret Ervah uçuşur şevk ile fevk-ı serimizde Dünya titirer pa-yi sebat-averimizde Yatsak da kefensiz olarak makberimizde Gayret yaraşır bizlere Osmanlıyız elbet Bayram günüdür gösterelim haydi meserret − − Me’muriyet ticareti ve tevlid ettiği haksızlıklar – nefersiz zabitler alaysız mir-alaylar – İran Kazak Livası Vekayi’-i inkılabiyyenin tafsiline girişmezden evvel kable’l-meşrutiyet biddenin ne gibi bir halde olduğunu muhtasaran olsa da kari’lerimize anlatmayı faideli bulduk. Bu hususda vereceğimiz ma’lumattan muhterem kari’lerimizce İran ahrarının ne gibi bir usul-i idare aleyhine isyan ettikleri anlaşılacaktır. numaralı “ Sebilü’r-Reşad ”da İran’ı ta’rif ederken ma’nasıyla bir hükumet-i zalime olduğunu beyan eylemiştik. Şimdi ise bu hükumet-i zalimede me’murin-i mülkiyye ve askeriyyenin keyfiyet ve salahiyetlerine aid bir takım ma’lumat vermek isteriz: Avrupa milletlerinin ve az çok Avrupa usul-i idaresiyle tedvir olunan Avrupalı olmayan diğer memleketlerin bildikleri teşkilat-ı idariyye İran devre-i istibdadına tamamıyla yabancı bir keyfiyet idi. Burada ne yazılı bir kanun ne de mu’ayyen bir usul ve nizama tabi tutulan me’murin var bulamazdınız. Müstebid İran’daki me’murin-i devlet sadr-ı a’zamdan vüzeradan tutarak ta küçük köy amirlerine kadar hepsi birer müste’cirler idi. Makam-ı vezaret hükumet ve diğer me’muriyetler liyakat ve sebk-i hidemat üzerine müstenid olmayıp müzayedeye çıkarılıyor her kim fazla verirse o ta’yin olunuyordu. Bu usul her ne kadar resmen mül ve sevabıka nazaran ayrı ayrı me’muriyetlerin mikdar-ı takdimisi ta’ayyün ediyordu. Her bir mevadd-ı ticariye gibi takdimilerin piyasasında da terakkī ve tenezzül keyfiyeti vukū’ buluyordu. Vüzera hükkam her ne kadar resmen ferman-ı şahi üzerine ta’yin olunuyorlar idiyse de hakīkatte bunlar verdikleri para mukabilinde sadr-ı a’zamın tecvizi üzerine me’muriyetlerini satın almış oluyorlar idi. Tabii birçok rakīblere karşı müzayedeyi kazanmış olan bir vezir hasaratının nereden tazmin edileceğini biliyordu. Vezir tarafından ta’yin olunacak valiler hakimler ve sair me’murlar dahi me’muriyetlerini “takdimi” mukabilinde almak mecburiyetinde idiler. Demek ki vezir aldığını satıyordu. Ve her bir tacir gibi zararına da satmıyordu. Sonra bir vilayetin valiliğini almış olan vali makarr-ı hükümetine geldikte kaza kasaba ve köy me’muriyetlerini müzayedeye koyuyor harac ediyordu. Tabiidir ki en sonra bütün bu ticaretlerin acısını zavallı raiyyet denilen ahali çekiyordu. Amirine takdim etmiş olduğu meblağ-ı mu’ayyen mukabilinde vilayeti ahalisiyle beraber satın almış olan me’mur ahaliyi soymaya başlıyordu. Bu suretle seneden seneye ahali üzerine tahmil olunan vergiler çoklaşıyor idi. Böyle bir usulün şanından olan zulüm ta’addi irtişa hadd-i gayesini buluyordu. Mahalli me’murların zulmünden vukū’ bulan şikayetler merkezi me’murlar vezirler hatta şahlarca bile nazar-ı i’tinaya alınmıyordu. Alınmak da kabil değil idi. Çünki ahalinin menafi’i gözedilecek olursa artık kimse vali olmak üzere külliyetli para vermez topdan me’muriyet satan tüccarlar da ziyan iderlerdi. Mu’ayyen bir müddet için mu’ayyen bir eyaleti icare etmiş olan valinin müddet-i icaresi inkıza ederse yahud vezirin şahın gadabına uğrayarak azl olunursa diğer bir valinin ta’yiniyle sabık vali tarafından ta’yin olunan bütün me’murlar yeniden te’min-i makam etmek yani yeni müzayedeye dahil olmak mecburiyetinde idiler. Buna göre de her bir me’mur kendisini muvakkat addederek fırsattan bil-istifade mümkün olduğu kadar fazla para toplamaktan başka diğer bir şey düşünmüyordu. Valiler hakimler te’min-i makam etmek üzere eyalet ve vilayetlerce ta’yin olunan vergilerin mikdarını tezyid etmeye gayret ediyorlardı. Her bir vilayetin resmi vergisi olan “Maliyyat-ı Divani”sinden başka bir de “Tefavüt-i amel” namıyla gayr-ı resmi vergisi var idi. Bu gayr-ı resmi olan tefavüt-i amel yıldan yıla tezayüd ediyordu. Hatta birçok merakizde “tefavüt-i amel” asıl vergiyi kat kat geçiyordu. “Tefavüt-i amel” isminden anlaşıldığı gibi bir valinin takdim etmiş olduğuyla diğer bir valinin takdim ettiği aidat-ı mahalliyyenin tefavütünden ibaret idi. İlan-ı meşrutiyetten sonra “Maliyyat-ı Divani” ve “Tefavüt-i amel” namıyla vergi usulünde mevcud olan bu sena’iyyet kaldırılarak vergiler tevhid edildi. tebidlerince idare-i memleket ancak celb-i nukūddan ibaret hukūk-ı beşeriyyeden tecrid edecekmiş bunları nazar-ı ve hikmet-i hükumet iktizasından idi. Kaçar Hanedanı’na mensub şahlardan birisinin “Bizim idame-i hükumet etmemiz dediği meşhurdur. rical-i devletin bütün maharetleri de mümkün olduğu kadar ahaliyi fazla soyabilmekten ibaret idi. Gaye bu olduktan sonra erbab-ı miknet ve servetin kendi mülkiyetlerinden emin olmamaları lazım geliyordu. Hakīkaten de öyle idi. Muhtelif bahanelerle itham olunan tüccarın emlak ve nukūdunun zabt ve müsadere edildiği vekayi’-i ruz-merreden olduğu gibi en hafif mücazat da müsadere-i emvalden ibaret emniyet değil idiler. Küçük bir me’murdan büyük bir valiye kadar herkes her dakīkada kendisinden kuvvetli birisinin gadabına uğrayabilmek korkusuyla lerzan idi. Hatta sadr-ı a’zamların bile bu hususda emniyetleri yok idi. Çok olurdu ki onların şah tarafından emlaki müsadere ediliyordu ve bütün imtiyazları ellerinden çıkıyordu. Hülasa herkes daha kuvvetlisine ezilir daha za’ifini eziyordu. Bunun neticesinde Me’muriyetin ve usul-i idarenin böyle bir esas üzerine te’sisi ve vergilerin böyle zalimane bir tarzla istifası ahali beyninde efkar-ı umumiyyede hükumete karşı adavet-karane bir his tevlid eylemişti. İraniler meşrutiyetten evvel hüküm-ferma olan hükumeti hükumet-i zalime ve gayr-ı meşru’a devlet me’murlarını da zalemeden addediyorlardı. Devlet vergilerini mümkün oldukça vermemek vezaif-i mezhebiyyeden sayılırdı. Böyle bir telakkīyi Şia ulema-yı mezhebiyyesi bil-iltizam tervic ediyorlardı. Ahali beyninde “İyi insan me’mur olmaz” diye zeban-zed olan darb-ı mesel zihinlerde rüsuh bulmuş idi. * * * Memleketin umur-ı askeriyyesi de iyi bir halde değil idi. “Takdimi” vatanın müdafaa-i hukūk ve hududuyla muvazzaf olan bu kuvveti de altüst etmekte idi. Nasıruddin Şah’ın evail-i saltanatında İran askeri Avusturya’dan celb olunan zabitan vasıtasıyla tanzim olunmuş ve Avrupa-vari bir nizam teşkil olunmuş idi. Sonraları Kamran Mirza’nın sipehsarlığı zamanında takdimi usulü buraya da girdi. Zabitler artık liyakatlere ve sabıka-i hizmetleri üzerine değil takdim ettikleri para mukabilinde rütbelere ta’yin ve terfi’ olunuyorlar idi. Hazine-i devletten kağıd üzerinde mevcud olan yüz bin kişilik bir ordunun bütün masarıfı ahz olunuyor fakat hakīkatte aidat-ı resmisinin birkaç mislini takdimi veren zabit kendisini sinden azaltmak mecburiyetinde idi. Ve bu suretle mesela hazine-i devletten bin neferin maaşını alan bir binbaşı hakīkatte zabitler vermiyor kendileri der-ceyb ediyorlardı. Sonra iş o raddeye gelmişti ki Harbiye Nezareti nizami rütbeleri haraca çıkarmış birçok rütbeler satmış idi. Öyle ki memalik-i mahruse-i İraniyyede nefersiz zabitler alaysız mir-alayların hadd ü hesabı yok idi. Bir fevc taburun kumandanlığını almış olan bir sahib-i mansıb zabit ölür ise tabur babasının malı imiş gibi kumandanlık irsen veled-i erşedine intikal ediyordu. Kumandanları beşikte olan taburlar var idi. Resmi geçid taklidleri yapılırken büluğa ermeyen zabitlerin taburlar bölükler başında bulunduğu görülüyordu. Eski zamandan beri rütbelerini muhafaza eden birçok “Emir-i tümenler” “mir-i pencler” şimdi de vardır. Emir-i tümen on bin askerin emiri demektir. Asr-ı Nasıruddin Şahi’de resmen yüz bin asker mevcud idi. Bu suretle bütün İran’da ondan ziyade emir-i tümen olmamak lazım gelirken ihtimal ki böylelerinin sayısı yüzden de fazladır. Hele beş bin askerin emiri addedilen mir-i pencler belki beş yüz kadardır. Daha aşağı rütbeli zabitleri sayacak olursanız neferden ziyade zabit bulursunuz. Belki de mevhum bir nefere beş zabit gelir. hik bir dereke-i rezalete indirilen İran nizamı her kısım-ı mezayaya veda’ ediyordu. Nikat-ı askeriyyede mevcud olan kal’alar istihkamlar toplar her sene hazine-i devletten tahsisatları alındığı halde harab oluyordu. Toplar çürüyor zahireler bitiyordu. * * * Nasıruddin Şah Avrupa’ya seyahat ettiğinde Kafkasya’da Ruslar tarafından kendisine karşı icra olunan resm-i hoşuna gitmişlerdi. İşte Kazakların kıyafet-i zahireyyesinden hoşlanan Şah hemen Rus ricaliyle müzakereye girişir ve Rus hükümetiyle akd ettiği bir mukavelename mucebince Rus zabitleri Tahran’da bir “İran Kazak Alayı” teşkiline başlıyorlar. Tahran’ın merkezinde vesi’ bir meydan Kazak Alayı’na tahsis olunuyor. Büyük bir kışla yapılıyor. Rus kumandanı Rus muallim zabitleri taht-ı kumandasında teşkil olunan bu Kazak Alayı İran’ın yegane mu’allem ve muntazam kuvve-i askeriyyesini teşkil ediyor. Fakat Rus zabitanı taht-ı terbiyesinde teşkil olunan bu kuvve-i askeriyye bittabi’ İran’ın merkezinde bir ecnebi müessese-i askeriyyesinden başka bir şey olamıyor. Bu husus tarih-i inkılaba aid vereceğimiz tafsilattan da anlaşılacaktır. Hal-i hazırda dahi İran’ın yegane kuvve-i mun[ta]zama-i askeriyyesini işbu Rus-İran Kazak-hanesi teşkil etmektedir. olduğundan bu kere bu kadarla iktifaa ediyoruz. BÜYÜK HEROD Herod’un rakībsiz mevki’-i hükümdariye su’udu işte böyle olmuştur. Maamafih mevki’i müşkil ve gayr-ı şayan-ı mecbur oluyor. Binaenaleyh: Müstebidlerin daima müracaat ettikleri vesait-i zalimaneye müracaatı meşru’ görüyordu. Mevki’-i iktidara gelir gelmez Antigonus tarafdarı olan rüesa-yı ahaliden kırk beş kişiyi i’dam edip emvalini zabt etti. Bundan başka birçok meşahiri daha katl etmiş idi. Mahza kıskançlık sebebi ile hükümdar Aristobulus’un torunu genç Aristobulus’u güya kazaen boğdurmuş amcası Yosef’i ba’dehu seksen yaşındaki hükümdar-ı sabık Hirkanus’u katleylemiştir. Müteakiben zevcesi Meryem dahi tiğ-i gadr ü Bu son cinayet Herod’un vicdanında pek müdhiş gayr-ı kabili’t-ta’rif bir azab-ı vicdani vücuda getirmiş idi. Hatta ekser zamanlar bunun elem-i tahammül-güdazına dayanamayarak güzel zevcesi Meryem’in kanının “intikam!” diye bağırdığını söylerdi. Biraz vakit geçmiş idi ki: Kasden boğdurulan Prens Aristobulus’un validesi Alexsandra da bu cabbarın su’-i zannına kurban olduğu gibi daha birçok katl-i amlarla nihayet Hirkanus silsile-i hükümdarisine de hatime çekildi. Hükumetinin ’nci Hirodes Kudüs’de nam-ı ilahiye bir ma’bed’-i cedid yeni bir Beytü’l-makdis inşası fikrine düşmüş. Bunun eskisinden daha mu’azzam ve muhteşem olmasını murad etmiş idi. Sekiz sene müddet bu uzun iş merasim-i muhteşeme ile vakf eyledi. Bu hal umum ahali tarafından büyük bir meserretle telakkī edilmiş hükümdarın emr-i diyanette gösterdiği bu gayret ve himmetinden dolayı hakkında bir takım medh u senalar dermiyan olunmuştur. Lakin Herod’un son seneleri ilk senelerinki kadar müdhiş ve mü’ellim bir facia-i aile ile kararmış müzeyyen ali sarayları tekrar velvele-i katl ü i’dam nale-i matemle aks-endaz olmuştur. Milman’in Yahudilerin Tarihi Josephos. Bu gayr-ı tabii gayr-ı insani hükümdar oğullarından ikisini bazı hususattan dolayı itham ile idama mahkum eylemişti. Tiro muhalefet eylediklerinden mumaileyh ile üç yüz tarafdarı katl olundu. İki oğlu da boğduruldu. Kudüs’de hükümdarın zerrin bir kartal heykelini Beytü’l-Makdis yakınına vaz’a müsaade etmesi üzerine ahali arasında şedid bir isyan zuhur ettiyse de rüesa-yı usat tutulub diri diri yakıldı. Herod’un oğullarından biri daha Antipater pederinin emriyle katl edildi. Ve aynı senede katl-i ma’sumin denilen hadise vaki’ oldu. Yani Kudüs’e yakın bir karyede mu’ayyen bir sinden aşağı olan çocuklar katl edildi. Herod gayet müstekreh bir hastalık ile hükumetinin ’nci senesinde bin ıztırab içinde terk-i hayat eyledi. HIND YOLUNDA: dan akdem mazarratıyla Irak’ı mahv eden üç muzır halatın def’i çaresine tevessül olunmalıdır. Bunlardan: Gark; Susuzluk; İhalat garktır. Bütün senelik mesai-i hayatiyyesini sermaye-i mevcudesini zahire-i istikbalini teşkil eden mezru’atının ani ve mahdud bir zamanda müdhiş suların savletine ma’ruz kalarak bir iki saat zarfında mahv olduğunu gören bir melak veya bir zari’ acaba ne hale gelir? Geçen senesinde yalnız Bağdad ve civarıyla Kerbela’yı tahminen bin liralık mezru’at hasaratı vukū’ bulmuştur. nun tekerrürüyle Irak’da gördüğümüz sefalet ve perişani vücuda gelmiştir. Bağdad’dan uzak çöllere gidilmesin şehrin burnu dibindeki arazi-i vasi’a nazar-ı i’tibara alınsın yüz binlerce hektar vüs’atindeki bu arazinin hali ziraatsiz kalması garkdan gark endişesinden başka bir şey midir? İşte en evvel bu afet-i müdhişenin önünü almak iktiza ediyor. Buna aid tedabir-i mükemmelenin iraesini umur-ı miyahiyye mühendislerine terk etmekle beraber umumi surette Vilkoks tarafından tanzim edilen projenin tatbikine değin cedavil-i adidenin küşadı ve her sene nakıs ve mübalatsız surette güya tahkim edilen süddeler için masarıfatta fedakarlıktan çekinmemek şartıyla ciddi erbab-ı himmet ve ihtisasın ta’yin ve tavzifi ve kendilerine mes’uliyet tahmili ile bu cihetin emniyet-i kat’iyye altına aldırılması lazımdır. yetine karşı bu kelimenin buraya derci pek ayıb düşüyorsa da ne çare ki me’murin-i hükümetin tedbirsizliği mübalatsızlığı bu hakīkati acı bir surette erbab-ı ziraate hissettirmektedir. Ahalinin bu ihtiyacının kendi sa’y ve ittifaklarıyla muavenet-i mütekabileleriyle def’i mutasavver ise de ancak yine hükümetin mübalatsızlığıyla puyan oldukları cehalet ve me’rib-i şahsiyyelerinin tervici gibi mevani’ mevcud olduğundan masrafsız meşakkatsiz humus gibi bir resm istifa eden hükumet menfa’atçe en ziyade alakadar olduğundan bu ahvale bigane kalmayacak ve kalmamalıdır. Sekiz on seneden beri bütün bir liva halkını mahv u perişan eden ve yüz binlerce zıya’ ve telefe badi olan Hille Kanalı için vakı’a hükumet çalışıyor ise de bunun ne vakte kadar daha ikmal olunacağı ma’lum olmadığından o kanal üzerinde kalmış olan bunca bağ ve bağçeleri ve ahalinin atşını teskin edecek raddede bir hafriyat-ı muvakkate ile icab eden suyun celbi Hille Kanalı’ndan maada susuzluktan kavrulan Kerbela’nın Hüseyniye Divaniye’nin Reşadiye Bakuba’nın Halis Bağdad’ın Rıdvaniye Ebu Gureyb gibi birçok enhar-ı cesimenin kuraklıktan her sene yüz binlerce liranın zıya’ına badi olmaktadır. Bu cümleden olmak üzere geçen sene Halis Nehri’nin suyunu te’min için i’mali iktiza eden Uveyce süddesinin inşasında bir jandarma kumandanıyla kaimmakam arasında hasıl olan ihtilafdan dolayı nehir su alamamış ve umum hasılat-ı sayfiyye ile eşcar-ı müsmire kuruyarak o mevsimde tutulan istatistik mucebince seksen bin liradan fazla zayiat ve telefat vukū’ bulmuştur. Yine Divaniye’nin Reşadiye Kanalı üzerinde teşvikat ve terğībat-ı azime ile ahaliye celb ettirilen yirmiyi mütecaviz motorla müteharrik tulumbalarla birçok arazi ziraatinden sonra bu esnalarda suların inkıta’ı yüzünden tahminen on bunun gibi birçok enhar daha ta’dad olunabilir. Bunun için umur-ı miyahiyye mühendislerine iktiza eden fedakarlıkları bila-imhal bezl ve gösterecekleri planlar mucebince iktiza eden ameliyat ve hafriyat seri’an tatbik edilmelidir. Çünkü bu beliyyelerin esbabından biri de imhal ve tatbik zamanının geçirilmesidir. Muhasebe-i vilayetin fazla varidat göstereceğim diye gayret-keşliği çok kere değil daima A’şar Nizamnamesi’nin gösterdiği müddeti geçirerek ihalatı te’hir ve muhtekir mültezimlere tefviz ile zürra’ ekinlerinin tarlalarda sonbahar ve kışlara kadar kalıp enva’-ı afat ve zararların vukū’uyla hasılatlarının kemiyet ve keyfiyeti fark-ı tedennisi yetmezmiş gibi bir de mültezimlerin zavallı çiftçiler hakkında reva gördükleri enva’-ı eziyetler ve işkencelerde daimü’l-vukū’ olmasıdır. İşte mazarrat-ı selaseden birisinden olan bu ihalatın mevki’ ve hasılatın cins ve idrakine göre çiftçileri her türlü zarardan vikaye edecek bir mevsim ve zamanda –şimdiye kadar görülmeyen– mes’uliyet ve mücazatın tatbik edilmesi lazımdır. * * * mucib-i umran ve terakkī olan mevaddı zikir edelim: Emniyet denilince ziraatten başka bir şey hatıra gelmesin. Emin olunuz ki tasavvur buyurulan top tüfenkle vücuda gelecek emniyet gayet mahdud ve kasir bir zaman için bir emniyet ve asayiş olduğu uzağa gidilmesin nefs-i Irak’da birkaç senelik vukū’at nazar-ı dikkate alınırsa buna iyi bir delil teşkil edebilir. Çiftiyle çubuğuyla kendi mülk ve arazisinde çiftçilik eden hiçbir zürra’ın eşkıyalık ettiği görüldü mü? Hayır! Meğer ki hayatı merbut bulunduğu araziye tecavüz edile; o vakit ihtilal hazır. Bu da bir şey değildir. O halde memlekette bir emniyet-i daime ve hakīkıyye vücuda getirmek ve ahalide bir vataniyyet-i hakīkıyye görmek istersen her bir ferdi arza merbut etmeliyiz. Bu merbutiyet her bir köylü veya aşiret efradına maa-aile ailesine göre Irakca müte’aref olan bir feddan araziye sırf sahib edilmesidir. Zürra’ın malik olduğu veya suret-i aharla zer’ ve imar ettiği araziden bi-hakkın istifade etmesi ve bu suretle kemal-i hahişle araziye merbut olması fevkalade haiz-i ehemmiyet bir haldedir. Kendi nam ve hesabına çiftçilik etmeyen bir köylü hiçbir vakit bütün hahişiyle çalışmaz. Sa’yin hadd-i a’zamisini hiçbir vakit sarf eylemez; zürra’ dahi tekessür eylemez. Ziraatin sanayi’-i muhtelifede isti’mal edilen mevadd-ı nazaran zira’i milletlerin nüfusu daima terakkī etmekte ve bu suretle kesb-i kuvvet eylemektedir. Nüfusun kısm-ı küllisi zürra’dan mürekkeb olan memalikte sulh ve asayiş o nisbette takarrur etmiş olur. İşte zürra’ımızı teksir etmek istersek her halde ziraat edecekleri araziye sahib eylemeliyiz. Cihat-ı mezkure esbab-ı muhtelife-i mahalliyyeden dolayı nazar-ı dikkate alınmayarak zürra’ın şehirlere hicrete mütemayil bulunduğu mahallerde ziraatin metruk kalarak tedennisi memleket için azim felakettir. Şehirlere hicretin tezayüdü bittabi’ araziyi işletecek kuvvetin tedennisini mucib olacağı gibi arazi-i vesi’anın metruk kalmasıyla devletin mutazarrır olacağı ve fiat-ı istihsaliyyenin tezayüdüyle mahsulatın gali fiatla füruhtunu mucib olacağı ve ameliyyat-ı zira’iyyenin fena ve nakıs olarak icrası ve arazinin tedenni-i kıymetini ve’l-hasıl muhitin ahval-i iktisadiyyesine göre vukū’a gelecek mehazir-i adideden dolayı memlekette umran ve terakkī mefkūd ve onun yerine fakr u zaruret kaim olacağı aşikardır. Bağdad şimendüfer inşaatına bir def’a mübaşeret edilsin ma’ruzat-ı sabıka tamamıyla vukū’a geleceğine kat’iyyen şübhe edilmesin. Umum zürra’ değilse kısm-ı a’zamı ecir sıfatıyla arazisinde çalıştığı için orayı terk ederek fazla kazanmak emeliyle şimendüfer ameleliğine süluk edecektir. Halbuki efrad re’sen araziye mutasarrıf olsa dört-beş sene yek-diğerini müteakib hasılat almasa bile bir senede bunu ziraatten te’min edeceği ümidiyle kat’iyyen arazisinden infikak edemez. Ta’dad olunan mehazirden hiçbiri vaki’ olmadığı gibi bil-aks matlub tamamıyla vücuda gelmiş olur. Aşayir ve nüfus-ı gayr-ı muharrereye tevzi’ olunacak arazide bazı mühim nikat nazar-ı dikkate alınmazsa matlubdan teba’üd edilmiş olur. Bu nikatın en mühimmi nüfus ve mes’ele-i askeriyyedir. Çocuğunu aşı için aşı me’muruna götüren bir bedevi çocuğunun ismini vermekten imtina’ı hep bu iki noktadan ileri geliyor. Yirmi sene sonra evladının askere alınmasına korku izhar eden bir bedevi on beş yirmi veya otuz seneye kadar askerlikten muafiyet şartıyla iskana muvafakat etmeyeceği pek bedihidir. Halbuki atide ta’rif olunacak şerait dahilinde bunları iskana sa’y edilse tasavvur olunan zamandan az bir zaman zarfında kendiliklerinden askerliğe geleceklerdir: a- Bila-şart u kayd araziyi tevzi’ etmek şimdilik askerlikten muafiyet arzda her suretle tasarruf etmek b- Tevzi’ esnasında herkesin yedine –arkasına arazisinin haritasını muhtevi- bir tapu varakası vermek. Tevzi’ edilen arazi her şahsın ailesine göre tevzi’ edileceğinden burada tabiatıyla bir nüfus kaydı icra edilmiş olacağından matlubun bir şıkkına varılmış olur. c- Bağdad Vilayeti Divaniye Kerbela Bağdad Horasan Kuveyt gibi beş mıntıka i’tibarıyla bu beş mıntıkanın her birinin merkezinde her türlü küçük alat ve edevat-ı cedide-i zira’iyyeyi muhtevi bir nümune tarlasıyla bir Ziraat Bankası müesseselerinin vücuda getirilmesi ve Ziraat Bankası’nın zir-i idaresinde bir alat ve edevat-ı zira’iyye deposu bir de hububat anbarının bulundurulması yeniden ziraate başlayan her bir zürra’a kefalet-i müteselsile ile kendisine lüzum görülecek alat ve edevatı bir sene zarfında ekip yiyeceği tohumu tefrik suretiyle vermelidir. Çünkü aşayirimiz içinde kut-ı yevmisine malik olmayanlar yüzde doksan dokuzu teşkil eder. Teşkil olunacak bu müessesatı bütün ziraat fen me’murlarının taht-ı nezaret ve idarelerinde bulundurmalı. Bunlar tarafından alat ve edevat-ı cedide ile usul-i ziraat ve haraset gösterileceği gibi nümune tarlasında usul-ı cedide ve fen dairesinde ziraatin ve garsiyyatın icrası irae edileceği ve her sene binlerce eşcar-ı müsmire ve nebatat-ı müfide fidanları yetiştirerek ahaliye meccanen tevzi’ edileceği ve bunlar miyanında bilhassa ipek böcekleri beslemek için tut fidanları ve dünyaca ehemmiyet-i azimesi görülen zeytin ağaçlarını yetiştirerek kezalik ahaliye tevzi’ edileceği ve’l-hasıl yeniden ziraate ibtidar ile tavattun edecek zürra’ dünyanın en yeni tarz ve en nafi’ usul-i ziraatiyle başlayacak ve buna pek az zaman zarfında ülfet ve istinas hasıl edecektir. Hususiyle nısf öşr ve beşinci seneden onuncu seneye kadar nısf-ı ö şürle kendilerine karzan verilen alat ve büzurat esmanı mukassatan zürra’ oldukça dayama ve döşeli muntazam bir haneye bağ ve bağçeye birçok koyun inek ve hayvanlara malik ve bil-cümle amal-i müstakbelesinin matla’-ı aftab ve on senelik mesai-i can-siperanesinin mahzeni olan arza büyük bir merbutiyetle bağlı olacağından kendisini o saadete nail eden hükumete değil asker vermek mal evlad ve ıyalini kurban etmekten bile çekinmeyeceği aşikardır. İhtimal ki bazıları bu müsaadatı pek ifratlı bulurlar. Lakin emin olunsun ki Irak’ın mecd-i kadimini iade için bu usulden başka bir tarik yoktur. Bugün ta’kīb edegeldiğimiz tarik nazar-ı i’tibara alınırsa nasıl bir sukūtla gerilediğimiz anlaşılır. Teşkil olunacak depo diğer menatıkta teşkil olunacak alat-ı zira’iyye deposundan daha vasi’ mikyasda bulunmalıdır. Burada gaz motorlardan vasi’ mikdarda tekasitle ahaliye füruht edilmelidir. Mezkur motorlar şu son zaman zarfında o kadar ta’ammüm ve tevessu’ etti ki harikulade denmeye sezadır. senesinde en ziyade motor vürud ettiği ve adedi istatistikçe elli iki olduğu halde senesinin ilk dört mahında tulumba vürud eylediği ve Eylül’de teslim edilmek üzere yalnız bir kumpanyanın kırk dört tulumba daha sipariş eylediği nazar-ı i’tibara alınırsa her halde bu harikuladelik teslim edilir. Tecrübeten sabit olduğuna nazaran tulumba vasıtasıyla vukū’ bulan iska her halde iktisadca kerdlerden daha tasarruflu ve suhuletli ve birçok teferruat ve meşakk ü mezahimden kurtulduktan maada kerd vasıtasıyla ancak yirmi senede gars ve teşciri matlub olan bir araziyi üç dört senede kamilen gars ve az bir zaman zarfında o bağ ve bağçelerin umumu kabil-i istismar bir hale getirilmiş olur. Bu makinelerin muvaffakiyet-i azimesi hakkında şübhe götürecek Fırat ve Dicle’nin ve şu’abat-ı enharın her iki yakalarında vaki’ binlerce kürud ashabı bu makinelerin iştira ve isti’maline fevkalade müştak ve heveskardır. Bu heveskarlığa haylulet eden iki sebeb vardır: Biri emniyetsizlik diğeri fakr u zarurettir. Şu son senede Divaniye ve Semave’de emniyetin takarrur etmesiyle ne kadar muktedir zürra’ varsa hep bu makinelerin celbine teşebbüs eylemiş ve eylemektedir. Divaniye Kanalı’na bir buçuk sene zarfında beşten yirmi iki beygir kuvvetine kadar yirmi aded gazlı motor kurulduğu ve Avras ve Semave için daha o kadar sipariş edildiği bir bürhan olamaz mı? kısm-ı a’zam ahalisini teşkil eden zürra’ hep buna ma’ruzdur. Bunların her birisi birden beş bekreye kadar ancak bir kerde maliktir. Bu sınıf zürra’ yekden elinde hiçbir vakit yirmi lira bulmadığı için tabii makine celb eyleyemez. İşte hükümetin en birinci vazifesi bu gibi zürra’a yardım etmektir. Bu hususda hükumet bunlara nasıl yardım edebilir? Hükumet; doğrudan doğruya faide ve muhassenatı en ziyade müşahede ve ahali isti’mal ile alıştığı makinelerden büyük bir kemiyet celbiyle kefalet-i müteselsile ve uzun va’de eder veyahud usul-i ati ittihaz edilirse daha muvafık olur zannındayım: Bağdad’da bu makinelerin müteaddid enva’ ve tüccarı vardır. Bunlardan Dubleks Plakston Horonzbi Victoria Rustov Broktör Vizel… enva’ı mevcuddur. Birkaç senelik tecrübe neticesi ile en ziyade rağbet-i umumiyye Horonzbi makinesine temayül edip şimdiye kadar Bağdad’a varid makinelerden yüzde sekseni yalnız bu makinelerden yüzde yirmisi diğer nevi’ makinelerden olduğu nazar-ı dikkate alınırsa bil-umum evsaf ve havas nokta-i nazarından diğer makinelere müreccah olduğu ve madem ki bu kadar enva’-ı makine arasında rekabet mevcuddur her halde mezkur makinelerin fiatı hadd-ı aslisine vardığı anlaşılır. Horonzbi makinesinin şu havas ve mezayasına ilaveten bayi’i Blocy-Kerry Kumpanyası tarafından kıymetinin sülüsü nisbetinde peşinen ve bakiyyesi bir seneye mukassatan verilmek gibi bir sühulet bahş eylemesi bu makinenin revacını tezyid eylemiştir. İşte zürra’ın kısm-ı a’zamı peşinen bu sülüs kıymetin edasından aciz olduğu için mütehassirane eli böğrü üzerinde kalarak meşakk-ı azime ve usul-i atika üzerinde çok zamanda az faide istihsaliyle uğraşmaktadır. yesini diğer menatıkta teşkil olunacak banka sermayesine nisbeten on on beş bin lira fazlasıyla teşkil eder ve bu gibi zürra’a makinenin sülüs-i kıymetini idare edecek olursa bu zürra’ elinde beş parası olmaksızın hükümetin ve kumpanyanın bu müsaadeleri sayesinde bir makineye sahib olarak hutuvat-ı seri’a ile ahval-i zira’iyye ve iktisadiyyesini ıslah eylemiş ve fabrikacının göstermiş olduğu müddet dahilinde hem makinenin hem de hükümetin hakkını ifa etmiş olur. Hele hükumetin zürra’ hakkında bu gibi lütufda bulunacağını ta’yin eden fabrikacı makine için peşinen aldığı bu sülüsü rub’a tenzil ve bir senelik müddeti bir sene üç aya temdid edeceğine tamamen ümidvarım. Burada nazar-ı dikkate alınacak mühim bir mes’ele vardır. O da hükumet tarafından sair devairde olduğu gibi kumpanyalar beyninde münakasa açmak usulü ta’kīb edilmemelidir. Ta’kībine teşebbüs olunsa birçok mehazirin tevellüdü mümkündür. Burada bu makinelerden daha pek ucuz makine mevcud ise de az zamanda bozulması işledilmesi su’ubetli bulunması makine envaının ta’addüdüyle her nev’e mensub ayrı ayrı makinistlerin istihdamı vesaire. Halbuki balada arz olunduğu üzere birkaç sene sarfiyat neticesi bu makinelerin kıymetini hadd-i aslisine daha büyük teshilatın talebiyle teessüs edecek banka ve müştereken saadet-i ahalinin te’minine çalışılması daha büyük fevaid tevlid eder. Darülhilafe’nin yevmi gazeteleri içinde yegane hakīkī başladı. Mücahid-i a’zam Şeyh Abdülaziz Çaviş hazretleri Hilal ve Salib hakkında müdhiş makaleler yazıyor. İşte Teşrinievvel tarihli başmakalesinden bir kısmını nakl ediyoruz. Bütün kari’lerimizin bütün müslümanların Darülhilafe’nin bu yevmi hakīkī İslam gazetesini muntazaman ta’kīb etmelerini tavsiye ederiz. AVRUPA VE İSLAMİYET … Avrupa devletlerinin kendileri de hükümdarları ile beraber İslam aleminin vücudunu ortadan kaldırmak için alenen beyanatta bulunuyorlar. Bu hususta bize karşı açıktan açığa dost görünenlerle yüzümüze karşı gülerek dostluk gösterenler aynı mahiyettedir. Ah! Bilsek zavallı İslamiyet bugün ne halde bulunuyor!.. Irak ulema-yı kiramından bir zatın dediği gibi “Fas ile İran tayr-ı İslam’ın sağ ve sol kanadları mesabesinde idi. Onu kopardılar Osmanlı aleminden hiçbir hareket görmeyince asıl vücudun da bi-his kaldığı zannını besleyerek nihayet son darbelerini de Hilal’in beyaz ve nermin sinesine havale ettiler. Kana boyadılar. bebler olmasaydı İslam alemi hiçbir zaman bu ebedi zillete tahammül etmez ve hıristiyan bayraklarının muvahhidin başları üzerinde dalgalanmasına razı olmazdı– işte bu musalaha daha akd olunur olunmaz bir de baktık ki İngiltere Senusiliğin mehdi ve İslam ümmetlerinin ka’belerinden biri olan Kufra’yı istilaya hazırlanıyor. Bunun için Senusilerin birinci makarrı olan Cağbub’u alması lazım gelir ki bu suretle kadar imtidad edebilecekti. Şimdi zavallı İslamlar her tarafdan hıristiyan alayları ile kuşatılarak başlarında yine Salibi bayraklar gölge salmaya başladığı zaman ne yapacaklardır? söz veren yemin edenler ayn-ı zamanda şimalden İtalya askerleri üzerlerine yürüdüğü şark ve cenubdan da İngiliz kıt’aları ilerlemeye başladığı zaman ne yapacaklardır?: Avrupa bütün bu harekatı gelişigüzel yapmıyor. Bilakis bunların hepsi mu’ayyen bir plan dahilinde mürettebtir. Bunun perişan ettikten sonra hepsini birden pençesine geçirmeye çalışmış. Artık bugün İslam aleminin ta kalb-gahına en asli merkezlerine tecavüz etmek üzere bir taraftan Şiilik diyarını eline geçirdiği gibi diğer tarafdan hilafet tahtını sarsmak İslam’ın en metin rüknünü devirmek istiyor. Sonra Afrika sahrasının vahaları arasında müteceddid bir İslam gençliğinin tulu’unu görmekten korkarak derhal askerini topluyor Senusi merakizi üzerine yürüyüş etmek için hazırlanıyor. Bundan evvel ise Balkan hükumetlerinin siyasi zenbereklerini kurmuş onları aç kurtlar gibi Hilafet’in şehametli arslanı üzerine saldırmış bununla bize son ölümlü darbelerini vurarak Avrupa’dan çıkmak ve hafizana’llah duçar olacağımızı bütün kalbleriyle arzu ettikleri hezimetten sonra ferih ve fahur Bosphor sahillerine yayılmayı düşünüyor. Rusların Ayasofya hakkında perverde ettikleri hülyalar ise Fatih’in ma’neviyeti imdadıyla altun Hilal’in ruhani ışıkları sayesinde ademin a’makına gömülüyor gibidir. mak üzere aynı zamanda Afrika Asya ve Avrupa müslümanlarının kanları dökülüyor ruhları uçuruluyor. İşte yine o yirminci asrın mürüvvet ve merhameti iktizasından olmak üzere Sırbiye askeri Osmanlı hududunda ansızın dahil oldukları köylerde birçok ma’sum kanları dökmekten istihya etmiyor pakize kızların ırzlarına tasalluttan cehennemi bir zevk duyuyorlar. Evet işte o Avrupa medeniyeti öyle istilzam ediyor ki Bulgaristan kendi teba’ası olan müslümanlara tecavüzle kulaklarını koparmak burunlarını kesmek dan kurtulmak isteyen zavallı insanları muhaceretten men’ etmekten korkmuyor. Bunlar böyle iken beri tarafda bizim hıristiyan teba’ası aramızda canlarından emin bir halde ticaret ediyor her türlü refaha mazhar bir halde vatanın ni’metlerinden istifade ediyor. Onlardan birine bizim tarafdan azıcık sert bir lakırdı söylense derhal üzerimize keskin kılıçlar hain kurşunlar müdhiş dinamitler savrulup yağmaya başladığı gibi mutaassıb Avrupa bize karşı ağzından çıkan türrehatı elinden gelen şenaati yapmakta bir dakīka tereddüd etmeyecek hemen askerlerini toplayarak “Barbar Türkler vahşi müslümanlar hıristiyanları boğazlıyorlar kesiyorlar öldürüyorlar başıbozuklar her tarafı harabeye çevirdiler!” feryadıyla Ehl-i Salib seferleri teşkil edeceklerdir! Balkan hükumetlerinin insaniyet kardeşleri milliyet ortakları menafi’ yoldaşları olan zavallı teba’alarına karşı yüzleri kıbleye teveccüh ettiğinden kalbleri Allah’ı tevhid eylediğinden başka hiçbir sebeb olmadığı halde reva gördükleri zulmü tecviz eden şey Avrupa’nın babalık hisleri değil de nedir? Bulgar Kralı Ferdinand’ın Osmanlı Devleti’ne karşı harb şı yürümekte” olduğu fikri bütün Balkan hükumetlerinin kalbinde tarihi bir intikam halinde gizlenmiş bir şeydi. Bugün onu zahire çıkarmakla müslümanları Avrupa’dan süpürmek! çekinmemelerini ihtar ediyor. Ferdinand bunları söylediği halde Avrupa kollarını bağlamış sakinane duruyor hatta gözleri sözleri işaretleri hareketleriyle onları teşvik ediyor gizlice kışkırtıyor kendilerine akıl öğretiyor plan hazırlıyor yol gösteriyor ellerinden tutuyor. Avrupa Bulgar Kralı’nın sözlerini kemal-i huşu’ ile dinlediği halde mu’azzam Halifemiz Sultan Reşad-ı Hamis hazretleri böyle bir kelamda bulunmuş olsalardı nasıl bir istikbal göreceklerdi? Onların kendileri mutaassıb oldukları halde bizi taassub ile onların kendileri zalim oldukları halde bizi zulüm ile ithamdan vahşilik barbarlık nim medenilik gibi sıfatlar ilhakından geri kalmayacakları şüphesizdir. Avrupa Ferdinand’ın nutkuna Sırplar ile Yunanlıların gir dikleri Osmanlı mülkünde irtikab ettikleri şeni’alara karşı sakit ve lakayd kalırken Emiru’l-mü’minin hazretlerinin ve Harbiye nazırının Osmanlı askerine verdikleri nutukta za’ifler ihtiyarlar kadınlar ve çocuklara karşı merhamet ve lüzumu bildiriliyor. İslam’ın ulvi telkīnatını icmal eden bu beyanname neşr olunarak bütün alemin nazarlarına ma’ruz kaldığı halde hıristiyan alemi bu kadar şefik ve rahim müslüman esaslarıyla Bulgar Çarı’nın ne şimdiki ne gelecek alem huzurunda utanmadan i’ta ettiği cehennemi nasihat beynindeki farkı görmemek için gözlerini kapıyor. ehemmiyet ve haysiyetimiz bu derekededir. Zira biz onlar nazarında taksim olunacak bir mal tevzi’ olunacak bir ücretten başka bir şey değiliz. Onlar bizim şimdiye kadar bir türlü nefsimizde tedarik ve temsil edemediğimiz meziyet ve vasıfları haiz olmadıkları halde biz onların bu hareketleri karşısında nasıl bir vaziyet alacağız? Onlar ictimai bir hey’etin esaslı şartlarından en birincileri şeref ve azamet ve kudretin unsurlarından en mühimleri olan ilim ve kuvvet ile cerbezeyi bir yere cem’ etmiş oldukları halde biz el-an ne yapıyoruz? Herifler aralarındaki maddi ve ma’nevi rekabet ve garazları unutmuş bütün bunları hatırlarından çıkararak aleyhimize etmiş oldukları halde biz ne yapıyoruz? Düşman milletler üzerimize köpekler gibi saldırdıkları bizi paralamak için boğuştukları halde biz ne yapıyoruz! Mülkümüz servetimiz bütün ecnebi ve düşman ellerine geçtiği halde biz bütün dünyada hamisiz mu’insiz kalmış öksüz bir hey’et gibi ne yapıyoruz? Artık yetişir mahv oluyoruz Hilal ile Salib arasında asırlardan beri devam eden bu çarpışmalarda biz mütemadiyen geriledik.. Eğer bundan sonra da fırka ihtilaflarını bırakmaz siyasi mesleklerimizi unutmaz isek hilal [helak] ve Artık son merhalemizde olsun o Allah’ın galib arslanı emiru’l-mü’minin Hazret-i Ali’nin sözünü der-hatır edelim: Adamcağızın biri emire sormuş: Muaviye’nin askeri batıl tarafında iken nasıl oldu da “hakk”a galebe edebildiler? Büyük halife cevaben buyurmuşlardı ki: “Onlar batıl idiler amma ittihad ettiler muzaffer oldular biz hak tarafında idik amma tefrikaya düştük mağlub olduk.” Artık elimizde ne kadar servet vücudumuzda ne kadar kan ve can varsa hepsini Allah uğrunda feda edelim. Görmüyor muyuz Rusya ile Avusturya orduları son kalan İslam hey’etini de mahv etmek üzere muharebe meydanına şitaban olmak için harisane çırpınmaktadırlar. Düşmanlarımız karşısında kelime-i İslam’ın te’yidinden Osmanlı mülkünün ebediyyen ibkasından başka hiçbir ga yeye rabt-ı kalb etmeyerek ittihad edelim. Aramızda ne ka dar nifak u şikak varsa cümlesini terk ederek birleşelim yek-vücud olalım. Zira biz tevhid ümmetiyiz. Cenab-ı Hak da Kitab-ı Kerim’inde bize aynı şeyi emir buyuruyor. Bakī Allah mü’minlerin yardımcısıdır. ---- BALKANLARDA CIHAD ---- Bugün resmi bir habere göre Kumanova havalisinde tahaşşüd eden ve Garb Ordusu’na mensub bulunan kuva-yı Osmaniyye Sırbistan’ın Morava vadisinden ilerleyen ordu-yı aslisi üzerine taarruz ediyor. Vukū’a gelen şiddetli muharebede dört fırka tahmin olunan düşman ordusu telefat-ı külliyye vererek kat’i bir mağlubiyete duçar oluyor. Kamilen ric’at ediyor kuva-yı muzaffere-i Osmaniyyenin düşmanı ta’kīb eylediği tebşir olunuyor. Bu haber ahali beyninde sevinçlerle karşılanıyor. Müjde-i muzafferiyyeti herkesden evvel kapana satılıyor. Akşam üzeri Takvim-i Vekayi’ in resmi bir Bugünkü gazeteler Almanya ile Fransa devletlerinin bi-taraflık i’lan ettiklerini İtalya’nın da ilan-ı bi-tarafi etmek üzere devletlerle müzakerede bulunduğunu ihbar ediyorlar. Romanya hükumeti de Rusya Devleti’nin alacağı vaziyet tavazzuh etmediğinden bi-taraflık i’lanını te’hir ediyor. Bazı gazetelerin evvelce vermiş oldukları müsta’cel ve biraz da mübalağalı haberlerle muharebe şaka imiş gibi üç gün sonra ordumuzun Filibe’de resmi geçid yapacağını fazla bir gururla bekleyen efkar-ı umumiyye bugün büyük bir muzafferiyet haberine muntazır iken tebligat-ı resmiyye Şark ordumuzun bir plan iktizası olarak Tunca şarkından hududu tecavüz eden Bulgar ordusunu açılmaya mecbur duçar-ı tevakkuf ve düşmana vakit gayb ettirdikten sonra neticesi meşkuk bir muharebe-i kat’iyyeye girişmekten ictinab ile arzusu daima hücum ve muttasıl galebe haberleri dinlemek olan ahalimiz üzerine su’-i te’sir ediyor ve kendisince mübhem bulduğu bu tebligattan endiş-nak oluyor. Bundan da zi kendi ifsadatlarından hali bırakmayan fesadcılar alakadar olan mehafilden aldıkları meş’um haberleri bin türlü mübalağalarla neşr ediyor. Efkar-ı umumiyyeyi endişelere sevk ediyorlar. Şark Ordusu hakkında türlü türlü mübalağalarla neşr olunan sani’alar ahalinin telaşına sebeb oluyor herkes pür-telaş şuraya buraya sokuluyor ahvalin künh ü hakīkati neden ibaret olduğunu öğrenmek istiyor. Rumeli-Bulgar hududunda Kırkkilise ve Edirne civarındaki muharebat vukū’ bulduğundan oralarda sakin acezeden ihtiyar kadın çoluk çocuk muhaceret ederek bugün şehrimize geliyorlar. Muhacirlerin bu suretle vürudlarından istifade eden meş’um ağızlar yalanlarını hakīkate benzedebilmek suretiyle kuvve-i ma’neviyyemizi kırmaktan ibaret olan maksad-ı cinayet-karanelerine müsa’id bir şerait bulur gibi görünüyorlar. Bir takım gazetelerin evvelce vermiş oldukları mübalağalı muzafferiyet haberleri de şimdi hakīkatin hala intizar edilen bir halde olmadığını gören efkar-ı umumiyyemizi inkisara uğratmakta alakadar olduğu herkesçe hissediliyor. Bugün çıkan gazeteler dünkü tebligat-ı resmiyyeden meş’um ağızların neşr etmiş oldukları ye’s-aver tefsirattan dolayı muztarib olan efkar-ı umumiyyeyi tenvire çalışıyorlar. Maamafih efkarın müteheyyic olduğunun hala devam ettiği alaimiyle hissolunuyor. Herkes dolaşıyor tecessüs ediyor. Diğer taraftan Saray-ı Hümayun’da Balkan hükumetleriyle vukū’ bulan muharebenin safahatı ve icab edecek tedabirin suret-i ittihaz ve icrası zat-ı Hazret-i Padişahi’ce bilinmek arzu buyurulması üzerine vasati saat iki buçuktan sonra umum vükela a’yan ve ulemanın bir kısmından mürekkeb fevkalade bir meclis in’ikad ediyor. İctima altı saat kadar imtidad ediyor. Müzakerat hal-i harb ve sair bazı mesail-i mühimme hakkında cereyan ediyor. Mevki’-i harbde bulunan Harbiye Nazırı Nazım Paşa ile muhabere olunuyor. Harbin safahat ve tarz-ı cereyanı hakkında ma’lumat alınıyor son dereceye kadar bezl-i gayretle ittihaz-ı tedabir kılınması ve şan-ı askerinin muhafaza edilmesi karar-gir oluyor. Bundan başka hey’et-i vükela mevki’-i harbde bulunan Harbiye Nazırı Nazım Paşa’dan geç vakit tekrar telgrafla ma’lumat taleb ediyor. Ordunun şimdi vaz’iyeti tedafü’i olduğu ve ileride tecavüzi vaz’iyette bulunacağı ordunun hali yolunda olduğu kuvvet-i kalbiyye ile te’minen iş’ar olunuyor. Yunan hududundan da mucib-i memnuniyet bir haber geliyor. Tebliğ-i resmi: Düşmanı içeri çekip kahr etmek üzere Loros kıtaatında bil-iltizam cihet-i askeriyece boş bırakılıp düşman tarafından işgal edilmiş olan Komcadis ve Gribova tepelerinde Teşrinievvel’in onuncu akşamı asakir-i Osmaniyye tarafından dilirane vukū’ bulan hücum üzerine kamilen bine şiddetle devam olunduğu bildiriliyor. Yunan filosunun Adriyatik sevahilinde geşt ü güzar ederek adem-i muvaffakiyetle neticelenen bir takım harekatta bulunduğu da gazetelerin neşriyatından anlaşılıyor. Kırkkilise muharebatında mecruh düşen gazilerimizden bir mikdar bugün şehrimize getiriliyor hastahanelere tevzi’ olunuyor. O havaliden gelen muhacirine dahi cami’lerde yer verilerek kendilerine ekmek ve yemek tevzi’ olunuyor. Bugün bütün gazeteler müttehiden ahiren İstanbul’a ilka olunan inkisar-ı ruhiyyenin izalesine hadim metanet ve sebatı telkīn eder makaleler neşr ediyorlar. Öğleden sonra resmi olarak Kırkkilise’nin istirdadı haberi de varid oluyor. Bu haberde Kırkkilise taraflarında vukū’a gelen muharebatta Miralay Hilmi Bey fırkasının pek büyük yararlık gösterip kendi fırkasının mevcudu nisbetinde düşmana telefat verdirdiği düşmanın Kırkkilise’den teba’üd ettirildiği Edirne vilayetinden varid olan telgraflara istinaden bildiriliyor. Diğer bir tebliğ-i resmide dahi kuva-yı umumiyye-i Osmaniyyenin muntazam bir halde ileri harekatına ibtidar eylediği düşmanı mikdar-ı külli telefata duçar ederek Kırkkilise’ye girmiş olan Hilmi Bey fırkasının her ta’rif ve tavsif fevkinde olan hidemat-ı kahramananesinin Edirne’de büyük bir meserret husule getirdiği söyleniliyor. İlave olarak Kırkkilise mıntıkasındaki ahvalin gayet müsa’id bir şekil aldığı da ayrıca te’min olunuyor. Vekayi’i daha ciddice ta’kībe başlayan halk müsterih ve memnun oluyor. Alınan hususi telgraflarda Maraş mevki’inde Papastepe nam mahalde Teşrinievvel’in ’nde vukū’ bulan bir müsademede üç bölük Bulgar süvarisinden birinin kamilen telef edildiği düşmandan üç mitralyöz alındığı görülüyor. Çöke Nahiyesi’nde de mühim müsademe vukū’a gelerek düşmanın telefat-ı külliyyeye duçar olduğu firar eden düşmandan birkaç topla bir hayli manliher tüfengi iğtinam edildiği bildiriliyor. Tamraş civarında düşmanın Osmanlı dilaverleri tarafından muhasaraya alındığı da anlaşılıyor. Edirne’nin metaneti te’min olunuyor. Her gün olduğu gibi bugün de meydan-ı harbe külliyetli asker gidiyor. Bir tabur kadar fedakar Kürd gönüllüleri mehib bir surette nümayişlerle milli şarkılarla Harbiye Nezareti’ne gidiyorlar. Rumeli’den gelen muhacirinin ekseriya lüzumsuz yere bir takım tevehhümlere kapılarak ihtiyar-ı muhaceret ettikleri bazı me’murin-i mülkiyenin bu gibi ahvalin önünü alacaklarına kendilerinin terk-i mevki’ etmeleriyle daha ziyade mucib-i heyecan oldukları Dahiliye Nezareti’nce haber alındığından Teşrinievvel tarihiyle Edirne Selanik Kosova Manastır ve Yanya vilayetlerine ba-telgraf vukū’ bulan şedidü’l-meal bir ta’mimnamenin suretini neşr ediyorlar. Ta’mimnamede züll-i firarı muvakkatelerini pek cüz’i bir bedel ile ifa eden askerler firar ettikleri zaman kurşuna dizilmek gibi bir ceza-yı elime duçar edilirse devlet ve milletin perverde-i inayeti olup müstevfi maaşlarla hali terfih ve istikbali te’min edilen me’murin-i mülkiyyenin bila-sebeb havf ve haşyete kapılarak ahaliye karşı mükellef oldukları vezaifi büsbütün unutarak firar etmeleri ne derecede bais-i hacalet ve vicdanen kanunen ne mertebe badi-i mes’uliyyet olduğu meydanda olduğunu tecziye edileceklerinin ve şu hacalet-engiz harekat-ı menfurelerinin sicill-i ahvallerine geçirilmesinin devletçe mukarrer bulunduğu” makam-ı tehdidde bildiriliyor. muazzama süferasının dün akşam Avusturya Sefarethanesi’nde düvel-i muazzamanın muharebatı tevkīf etmek maksadıyla müdahale edecekleri şayiasına biraz kuvvet veriyor. Fakat gazeteler böyle bir müdahale mes’elesinin Avrupa’da mevcud olmadığını olursa Devlet-i Aliyye’nin her türlü müdahaleyi reddeceğini yazıyorlar. Bugünkü hey’et-i vükelaya ahiren ordugaha giderek avdet eden Salih Paşa da iştirak ediyor. Ordunun vaziyet-i ahiresi hakkında tafsilat-ı mükemmele Bugün Harbiye nazırının karargah-ı umumiden çekmiş olduğu bir telgraf gazetelerle neşr olunuyor. Bu telgrafda Bulgar ordularının Teşrinievvel’in ’ncu günü Kırkkilise’de vaki’ olan muharebede iyice zedelenmiş olduğu cihetle henüz başlayamadığı Şark Ordu-yı Hümayunu’nun da o günden beri geceli gündüzlü mesai ile kuvvetlerini teksir ve takviye etmekle iade-i intizama çalıştığı cihetle yakında büyük bir muharebenin me’mul bulunduğu bildiriliyor. Bir manevra Yunan Ordusu’na ahiren Osmanlı Cenub Ordusu’nun tehacümi harekat icrasına ibtidar ederek Yunan Ordusu’nu Serfiçe’de mağlub ettiği ve cenuba doğru ta’kīb ile Kırkgeçit mevki’ine kadar püskürttüğü ve bu muharebatta elde edilen Yunan üserasından bazılarının Selanik’e getirildiğini gazetelerin hususi muhabirleri iş’ar ediyor. Bugünkü gazeteler meydan-ı harbden zabitle mecruhun şehrimize getirildiğini bunların miyanında mensub olduğu kıt’a ile harbe mukavemet göstererek mecruh olan Şehzade Abdülhalim Efendi’nin İstanbul’a geldiği de yazılıyor. Bugünkü gazeteler edilen mıntıkada geceleri vasati saat ondan sonra sokağa çıkmanın memnuiyyeti aynı zamanda umuma mahsus mevaki’in mesdud bulunacağını ve sair mevaddı müş’ir evvelce neşr olunan mevadda zeyl olmak üzere İstanbul Muhafızlığı’ndan ve Birinci Kolordu Kumandanlığı’ndan bir beyanname neşr olunuyor. Gazetelerin gayr-ı resmi olarak verdiği ma’lumata nazaran Kırkkilise’den husule gelen havf u halecana sebebiyet veren ve vazife-i askeriyyelerinde liyakatsizlik gösteren elli üç kadar zabit ve neferlerin Harbiye nazırının emri üzerine Divan-ı Harb tarafından muhakeme edilerek kurşuna dizildikleri anlaşılıyor. Bir iki günden beri hey’et-i vükelada tebeddülat olacak diye neşr olunan mesmu’at bugün Kamil Paşa Sadaret alayının böyle müşkil bir anda hiç ihtimal vermediği bir buhran-ı vükela mevcud olduğu meydana çıkıyor. İsti’fa vermeyeceğini defa’atle zikr etmiş olan Gazi Muhtar Paşa isti’fa veriyor Sadrıazam Kamil Paşa ile Şeyhü’l-İslam Cemaleddin Efendi namına tastir olunan hatt-ı hümayun merasim-i mahsusa ile Babıali’de kıraet olunuyor. Bugün Bulgar üserasından bir kısım şehrimize varid oluyor ve Harbiye Nezareti’nde yerleştiriliyor. Bugünkü gazeteler vaki’ olan tebeddül-i vükeladan bahs ediyorlar. İngiliz siyasetinin mürevvici olan gazeteler bu pir-i siyasetin İngiltere krallarının mevrid-i eltaf ve ihtiramatı olduklarından bir lisan-ı iftiharla irad-ı makal ederek Kamil Paşa’nın Babıali’ye girmesiyle senelik medid bir müddet zarfında mensi bir halde kalan İngiltere siyaset-i münciyyesinin dahi Babıali’ye dahil olmasını sitayişlerle alkışlıyorlar. Hak-Tanin ise bu tebeddülün memleketin böyle müşkil bir anında vukū’ bulduğunu ecnebi bir tehlike karşısında unutulması elzem olan dahili ihtirasat-ı siyasiyyenin unutulmadığına bir delil-i müessif gibi görüyor ve Kamil Paşa’nın makam-ı Sadaret’e gelmesini İttihad ve Terakkī Fırkası’nın tehlike-i vataniyye karşısında ittihaz etmiş olduğu meslek-i fedakarane ve ferağat-karaneye mukabil rakīblerinin mevki’-i terisane istifade ettikleri şeklinde tefsir ediyor. Maamafih “muharebe inşaallah Osmanlıların galebesiyle neticelensin ondan sonra Allah kerim!” diye bu babda söyleyeceği sözleri diğer bir zamana ta’vik ediyor bugün ise dünkü siyasetinden ayrılmıyor. Meydan-ı muharebeden gelen haberler saha-i harbdeki vaz’iyetin tebeddül ettiğini gösteriyor. Şark Ordu-yı Hümayunu’nun tedafü’i vaz’iyetten çıkarak tehacümi bir vaziyet aldığı bütün hat boyunca büyük bir muharebe başladığı Ordu-yı Hümayun Başkumandanlığı Vekalet-i Celilesi’nden varid olan telgraflardan anlaşılıyor. Harb devam ediyor. Netice-i harb büyük bir intizarla bekleniliyor. Muharebe-i mezkurenin Vize-Babaeski’de vaki’ olduğu da gazetelerin ifadesinden anlaşılıyor. Üsküb civarında Sırplarla muharebe devam ediyor Yunanistan hududunda Yanya’da Osmanlı askerinin muzafferiyetine dair haberler varid oluyor. Bugün öğleden sonra Şark Ordusu hakkında varid olan resmi haberlere göre: Vize’de ve cebhede Edirne’nin garb cihetinde Cisr-i Mustafapaşa kolunda Bulgarların püskürtüldüğü ehemmiyetli telefata duçar edildiği anlaşılıyor. Dünden beri ateş-i intizar ile yanmakta olan gönüller biraz ferahlanıyor. Selanik’den Hakan-ı Mahlu’un Almanya’nın maiyyet vapuruyla İstanbul’a gelmekte olduğu haberinin bile o kadar ehemmiyet vereni yok. Bütün düşünceler bütün nazarlar Şark Ordusu’nun muvaffakiyetinde. Çünkü bu meydan muharebesinin neticesi devletin hayat-memat mes’elesi olduğunu herkes anlıyor. ALEM-I İSLAM’DA TEZAHÜRAT Hindistan dahilinde Delhi müslümanları bir miting akd ederek asakir-i Osmaniyyenin muzafferiyatı temennisinde bulundukları gibi hak-i pay-i Hazret-i Hilafet-penahi’ye bir telgrafname keşide ederek arz-ı ta’zimat eylemişlerdir. § Hindistan müslümanları namına “Hilal-i Ahmer” idaresi’ne çekilen bir telgrafda düşman menabi’inden Kırkkilise ric’ati üzerine heyecan-engiz bir şekilde neşr olunan telgraflardan Hind müslümanlarının fevkalade endiş-nak oldukları beyan edilerek kendilerine bir an evvel haber verilmesi rica edilmiş. Hilal-i Ahmer tarafından dahi kardeşlerimizin ibraz ettikleri tezahürat-ı uhuvvete karşı beyan-ı teşekkür edildikten sonra hal ve mevki’de badi-i endişe bir şey vukū’ bulmadığı bildirilmiştir. § Bombay ve Dehli’deki müslümanlar tarafından büyük frank iane derc edilmiştir. Mısırlı biraderlerimiz büyük bir himmetle “Hilal-i Ahmer” ve “Harb İanesi” olarak ianeler topluyorlar. İane verenler miyanında el-Alem refikımız de erbab-ı hamiyyetten Ömer Tosun Paşa hazretleri tarafından altı bin İngiliz lirası verildiğini maa’l-memnuniyye okuduk. Bu büyük hamiyet-perver zat İtalya-Osmanlı muharebesi ilan olunduğu zaman dahi beş bin İngiliz lirası harb ianesi teberru’ etmişlerdi. § Trablusgarb muharebesi esnasında Mısır Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne toplanan ve on altı bin Mısır lirasına baliğ olan orada teşkil olunacak Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne devri mukarrer olduğu ve Balkan Muharebesi için hıtta-i Mısriyye’nin her tarafından iane komisyonları teşkiline ibtidar olunduğu gibi Mısır’dan birçok gençlerin dahi gönüllü olarak daru’l-harbe azimet etmek üzere bulundukları Mısır gazetelerinde okunmuştur. § Mısırlı vatandaşlarımızdan yüz elli kadarının Ordu-yı Hümayun’da gönüllü sıfatıyla ibraz-i hidemat eylemek üzere Dersaadet’e müteheyyi’-i azimet oldukları Kahire gazetelerinde okunmuştur. Bu değerli hamiyet-karlar Mısır’ın en mu’teber ve muhterem ailelerine mensubdurlar. § Mısır’ın genç vatanperveranından olup Derne mücahidini tinde pek mühim harekat-ı vatanperverane ibraz etmiş olan Kahireli Muhammed Hilmi Seyyid Şemmar Kasım Barufi Muhammed Derviş efendiler gönüllü olarak Balkan hududlarında harb etmek için Darülhilafe’ye vasıl olmuşlardır. Teşrinievvel-i Rumi’nin ’nci günü İngiltere’de Oxford’da şarklılardan mürekkeb bir miting akd edilmiştir. Mitinge Seyyid Haydar Rıza riyaset eylemiştir mitingin katib-i fahrisi Seyyid Al-i İmran tarafından gönderilen mektup mündericatına nazaran mitingde ittifak-ı ara ile kabul edilen mukarrerat ber-vech-i atidir: vahşi ve gayr-ı insani bir hücum ve harb ile meşgūl olduğu bir sırada kendisine haksız yere ilan edilen bu ikinci harbe karşı şiddetle protesto eder ve şiddetli hissiyat-ı nefretini beyan eyler. Miting büyük devletlerin ve büyük medeni milletlerin böyle münferid ve medeni bir devlet arazisine diğerlerinin tecavüzat-ı zalimanesi karşısında ittihaz ettikleri hatt-ı hareketten dolayı da müteessif ve mütehayyir olur. Anlaşılıyor ki Avrupa tarafından Hilafet-i İslamiyyenin zararına müttehid bir gayret mevcuddur. Miting alem-i insaniyetin menafi’i namına böyle muharebelere ve kıtallere müsaade edilmemesi fikrinde olduğunu ilan eyler. muhibbanesini bi-eman düşmanlarıyla vukū’ bulan muhaseme-i hazırasında zat-ı Hazret-i Hilafet-penahi’ye ve büyük su’nun kuvvetine i’timad-ı tammını beyan ile Osmanlı Ordusu’nun şan ve şerefini tezyid edecek her nevi’ muvaffakiyatı temenni eyler. Miting bil-umum müsliminin ve bil-cümle şark akvamının Türkiye’ye müzaheretlerini taleb eder. lecek ve Hükumet-i Seniyye’ye de tebliğ olunacaktır. Bu serlevha miştir. “Bugün –yani senesi Şevval’inin yirmi sekizinci günü– Paris’de mukīm bil-cümle genç müslümanlar akd-i edilmek istenilen Hükumet-i Osmaniyye’yi bu altı asırdan beri kanının bahasına Makam-ı Hilafeti müdafaa eden bu yegane hükumet-i İslamiyyeyi adalet-i beşeriyyenin müsaade eylediği mertebede müdafaaya azm ü cezm ile çalışmaya yemin eylediler. Avrupa hükumetlerinden bazılarının asr-ı hazır efkar-ı felsefesiyle ve vicdan-ı insaniyyet ile kabil-i te’lif olmayan tavır ve hareketleri biz müslümanları bu yirminci asır Salibiyyununa karşı mü’ellim bir surette sıyanet-i nefse muhafaza-i hayata mecbur kılıyor. Buna kat’iyyen kani’iz ki Hükumet-i Osmaniyye’yi müdafaa kendisine istinad ettiği diğer taraftan pek acıklı bir surette çiğnediği hürriyeti adaleti insaniyeti müdafaa etmiş oluyoruz. Bu müessif hakīkatlere iman-ı tam ile mu’tekıd olduğumuz ruz ve diyoruz ki: Mazi-i müşterekiniz namına ve bütün bunların fevkinde olan hukūk-ı mübeccele-i insaniyyet namına birleşiniz metin kavi bir azm ile birleşiniz. Ey mü’minler! Bu cihan-ı İslamiyyet için bir imtihandır bir hengame-i cihad ve mübareze-i hayattır. Yaşamak veya ölmek için açılmış bir cihaddır ki o meydan-ı cihadın seması ya muhteşem mazimizden nişan veren bir hurşid-i saadet ile ebediyen münevver olacak veya –Allahım bizi muhafaza eyle– kubbe-i zalamı altında uyun-ı celadete kan ağlatacak bir mezar ihzar edecektir. Bu cihadı biz açmadık bize açtılar. Çünkü müslümanız. Demek ki şayan-ı töhmet ve nekbetiz. yet-şikenaneye karşı birleşelim cesaret ile hamaset ile birleşelim. Adalet-i Hazret-i Kibriya’ya ruhaniyet-i Cenab-ı Peygamberi’ye mızı namusumuzu kurtaralım. Zira necatımız için bundan başka çeremiz yoktur.” Rusya gazetelerinin Balkan hükumat-ı müttefikası lehine ve İslam aleyhindeki neşriyat-ı garaz-karaneden Osmanlılara karşı ibraz ettikleri hissiyat-ı adavet-karaneden müteessir olan Rusya İslamlarının matbuata göndermiş oldukları protestonameyi Ruskiye Vedomosti gazetesi neşr etmiştir. Mezkur protestonamede Rus matbuatının böyle bir lisan-ı taassubkarane kullandığından şikayet edilerek milyon Rusya teba’ası müslümanın hissiyat-ı diniyye ve ırkiyyesinin nazar-ı müsamaha ile görülmesine beyan-ı hayret edilmiştir. BULGAR ZULÜM VE VAHŞETI Geçen gün makarr-ı vahşet ve cinayat olan Bulgaristan hududuna yakın havaliden alınan ma’lumat bütün müslümanlara gözyaşları dökdürmüştür. Bulgarların edvar-ı evveliyye-i vahşeti andıran zebanilikleri bu havaliyi bi-günah kudurmuş Bulgar katilleri ser-hadler üzerindeki İslam köylerinde ne kadar beygir bulmuşlarsa alarak nerede bir silah görmüşlerse çalarak ekseriya hıristiyanlarla karışık köylere kahbe haramiler gibi girerek senelerden beri fuhş ve meskenet yamlar gibi hücum ederek etrafı kanlara gark etmişlerdir. Mevsuk zevattan dinlerken insanlığa Bulgar eliyle sürülen bu kanlı lekelerden utandık. Edebsiz Bulgar haydudları köylere yaklaşınca karyede sakin olan hıristiyanlar istikballerine mütehassir meserretlerle koşarak kendilerine iltihak etmekte ve İslam haneleriyle kesilecek eşrafı ırzı hetk edilecek ma’sumları yakılacak camileri ve mektepleri gösterirler. Bu havalinin pek çok yerlerindeki Osmanlı köylerinde vahşi Bulgarlar köylüleri katl ve i’dam emlakini yağma etmişlerdir. Filibe’den alınan haberlere göre Bulgarlar Filibe’deki hanesine doldurmuşlar ön kapısına da iki jandarma ikame etmişlerdir. Küçük bir evden ibaret olan mezkur mahalle tıkılan birçok İslam tüccaranının çektikleri müzayaka her türlü tahammülün haricine çıkmıştır. Kümese istif edilir gibi birbiri üzerine itile kakıla zorla sokulan bu bi-çareler ekmek vermemek suretiyle işkenceye ma’ruz edilmektedir. Bir tarafdan bu bi-çareler en mazlum esirlere edilen cina’i muamelelerle yavaş yavaş teleflerine çalışırken diğer taraftan güya Filibe’deki kudurmuş Bulgarların kasaturalarından sıyanet ve İslam erkanının hayatını muhafaza maskesi altında bu bi-çareler en mazlum esirlere edilen cina’i muamelelerle yavaş yavaş açlıktan susuzluktan mevte mahkum ediliyor. Öte taraftan da müdafaasız kalmış olan evlerine Bulgarlar süngülerle girerek zevce ve kerimelerinin iffet ve namuslarını lekedar etmeye teşebbüs etmektedirler. Filibe gençlerinden birinin hanesine Bulgar yüzbaşılarından biri girerek zavallıya işkence etmeye ve derhal zevcesini çıkarıp kendisine teslim etmesini zavallı gencin göğsüne rovelver dayayarak emr eder. Bir taraftan da çoluk çocuğu karşısında tokatlamaya başlar. Biçare genç hanesinin arkasındaki pencereden kendini hali bir arsaya atarak başı açık yalın ayak kaçar ve kendini bekleyen felaketi görmemek Vidin Bulgarlarının vahşet ve canavarlıklarından yakalarını kurtarmaya muvaffak olan birçok İslam gençleri Romanya tarikıyla İstanbul’a gelmişlerdir. Bu gençlerden dinlediğimiz menakıb-ı zulm ve eza Bulgaristan’da hüküm-ferma olan Bulgar ahval-i ruhiyyesini bütün sefalet ve meraretleriyle gösteriyor. Vidin’in büyük tüccarlarından Sadeddin Ağa’nın mağazalarına vukū’ bulan hücum esnasında yazıhanesindeki para kasası kırılarak içinden güya hükumet namına! altmış bin frank para alınır. Bu gasb kafi değilmiş gibi bir-iki gün Ve en büyük değirmenlerin bile böyle iki gün içinde iki bin çuval un yetiştirmesi müstahil olduğu herkesçe ma’lum bulunduğu halde Bulgarlar Sadeddin Ağa’yı muhali icraya madığından dolayı Sadeddin Ağa tevkīf edilir. Değirmenleri bütün hayvanatı ve arabaları gasb edilir ve değirmenin o vakte kadar çıkardığı unlar da yağma edilir. Vidin Mekteb-i Rüşdisi talebesi ders esnasında iken kırk jandarma tarafından basılır. Bin şetm ve sille arasında çocuklar sokağa atıldıktan sonra muallimleri casuslukla itham edilerek tevkīf olunur ve hapse sevk edilmezden evvel o zamana kadar kudsiyet-i vezaife karargah olan dershanelerde bi-rahmane döğülürler. Muallimler süngüler altında hapse götürülürken mektebin bütün evrakı kaldırılarak hükumete evrak-ı muzırra taharrisine çalışırlar. Beş on gün eza ve cefadan sonra muallimlerden yalnız birisi casuslukla itham edilerek mahkeme-i askeriyeye tevdi’ edilir. Vidin’in eşrafı her türlü mezalime ma’ruz bırakıldıktan sonra askeri kışlalarına sırtlarında odun taşımaya mahkum edilmiştir. Gençlerin pek çoğu bir takrib arkalarına yükletilen odunları atarak firar etmişler ve Tuna boyunda mezahim-i guna-gundan sonra canlarını bu kıblegah-ı İslam’a atmaya muvaffak olmuşlardır. Bu serlevha ile el-Alem gazetesi Trablusgarb’daki muhabirinin gönderdiği telgrafı neşr ediyor. Telgrafın tercümesi ber-vech-i atidir: “İtalyanlar “Ma’mure”ye girmek üzere dört alayla Seyyid Abdülcelil’den çıkarak bir ileri hareket yaptılar. Bu esnada Urban [tarafından] üzerlerine şiddetli bir hücum icra edilmiştir. Bunun üzerine İtalyanlar fena halde münhezim olmuşlar. Ve bin beş yüz maktul ve birçok mecruh ile altı top ve bir hayli silah ve cephane bırakarak sahile firar eylemişlerdir. Seydi Bilal’den dahi İtalyanlar “Ceyar”a doğru üç alayla hareket etmişlerse de Urban tarafından üzerlerine vaki olan hücum neticesinde birçok maktul ve mecruh vererek sahile firar eylediler. Bunlardan iki zabit esir ve birçok esliha ve cephane iğtinam edilmiştir. Mücahidlerden yirmi şehid ve altmış mecruh düştü. Mezkur gazete devlet ile İtalya arasında akd olunan sulh şeraitini neşr ediyor ve bu münasebetle ettiklerini gördükten sonra sevinmelidirler” diyor. Enver Bey’in Derne’den Bakbak İstasyonu’ndan Teşrinievvel’de el-Alem gazetesine gönderdiği telgrafın tercümesidir: “Bazı Mısır gazetelerinin benim Trablusgarb’da Hilafet-i Arabiyye te’sisine sa’i olduğuma dair hayalhanelerinin mahsulü olmak üzere vaki olan neşriyatlarını kemal-i teessüfle okudum. Akıl ve mantıkın kabul edemeyeceği sidlerin dimağlarında nebe’an eden tohm-ı nifaktan başka bir şey değildir. Bütün alem bilsin ki ben her şeyden evvel müslümanım ve aynı zamanda hür bir Osmanlıyım. Yegane maksadım din-i mübin ile Hilafet-i hazıranın i’la-yı şanı cihetine ma’tuf ve münhasırdır. Hayatımı ancak bu gayeye vakf etmişim başka hiçbir şey değildir. Onun için neşriyat-ı vakı’anın tekzibini rica ederim. Vakı’a neşriyat-ı vakı’anın zerre kadar kıymeti yok ise de buna kat’iyyen ihtimam edilmemek lazım gelir. Fakat vatan ve İslam’ı mahva ve ecanibe hizmete vakf eden erbab-ı gayatın mahiyetleri ma’lum olmak üzere işbu tekzibi göndermeye lüzum gördüm.” Bingazi’den keşide olunup Mısır gazetelerinde münderic bir telgrafta Teşrinievvel-i Efrenci tarihinde Derne şarkında mücahidler ile İtalyanlar arasında vukū’ bulan bir müsademede esir edilen neferin ifadesinden esna-yı mukatelede yarısı beyaz ve yarısı kırmızı olarak mücahidlerin eline geçen bayrağın Eritre asakirine aid olduğunun mücahidlerin İtalyanlardan birçok çadır eşya iğtinam eyledikleri müsademe mevki’inde altmış İtalyan cenazesi buldukları ve şu halde İtalyanların zayiatının tasavvur edildiğinden fazla bulunduğu bildirilmiştir. Bingazi’den Dahiliye Nezareti’ne gelen telgrafnamede Yusuf Şetvan Bey ile Ömer Mansur Paşa’nın Meclis-i Meb’usan-ı Osmani’ye meb’us intihab edildikleri bildirilmiştir. el-Alem gazetesinin yazdığına göre işbu Teşrinievvel’in ibtidasına kadar bu sene Süveyş Kanalı’ndan geçen hüccacın sayısı . kişiye baliğ olmuştur. Ki bunlardan . Mısırlı . Osmanlı Rusyalı Britanyalı ve da sair memleketlidirler. Mısır gazeteleri Kufra Vahası’nın asakir-i Mısriyye tarafından işgali mutasavver olduğunu ve bu gayeyi hayyiz-i fi’ile isal etmek üzere Mısır Ordusu zabitanından bazısının Sellum Limanı’na gönderildiğini yazıyor. Şeyh Senusi hazretlerinin başlıca zaviyesi Sellum’da bulunmakta olduğundan Kufra Vahası’nın asakir-i Mısriyye tarafından işgali –eğer doğru ise– ahval-i hazırada ehemmiyet-i mahsusayı haizdir. Bir müddetten beri dan infikak ederek Avrupa’da ikamet etmekte olan İran Na’ibü’s-Saltanası Nasıru’l-Mülk hazretlerine İran Hükumeti tarafından “Bila-te’hir İran’a avdet eylemesi veyahud makam-ı niyabetten isti’fa eylemesini” mutazammın bir telgraf çekildiğini bunun üzerine dahi Nasıru’l-Mülk hazretlerinin tür. Na’ibü’s-Saltana Nasıru’l-Mülk’ün halefi olmak üzere atideki eşhas namzed olarak gösteriliyor. Aynü’d-Devle Kaçar şah-zadelerinden Müstevfi’l-Memalik Sadr-ı esbak Sa’dü’d-Devle şah-ı mahlu’ zamanında hariciye nazırı olmuştur Ala’ü’s-Saltana Hariciye nazır-ı lahıkı Zıllu’s-Sultan Şah-ı mahlu’un amcası Rus ve İngiliz devletlerinin Sa’dü’d-Devle’yi iltizam edeceklerine ihtimal veriliyor. Ruslar bika’-ı müteberrike-i İsla miyyeden olan meşhed-i İmam Rıza radıyallahu anhda yapdıkları mezalimi musavvir Tebriz’de ika’ ettikleri vahşetlerden ba’is işbu ünvan ile Hacı Hüseyin Kulu Tebrizi tarafından Farisiyyü’l-ibare bir risale neşr edilmiş ve meccanen tevzi’ edilmiştir. Risaleye ahrar-ı İraniyyenin Ruslar tarafından masluben i’damlarını musavvir birkaç fotoğraf dahi derc edilmiştir. Tahran kurbünde va ki Kerec’de Salarüddevle ile İran jandarmaları miyanında vukū’ bulan bir müsademe Salarüddevle’nin inhizamıyla neticelenmiştir. Salarüddevle yaranından süvari esir edilerek Tahran’a getirilmiştir. Tahran havalisinde dahi Salarüddevle’nin bir takım ufak müfrezeleri görünüyor. Son ma’lumata nazaran Salarüddevle Tahran’ın fersah yakınındadır. Ma’lumat-ı resmiyyeye nazaran Salarüddevle’nin kuvveti ufak çetelere inkısam eylemiş ve müteaddid cihetlerden bulunduracak sonra def’aten şehre dahil olacak muvaffakiyet hasıl olmadığı takdirde de düvel-i ecnebiyye sefarethanelerinden birine iltica edecekmiş en son varid olan diğer bir telgrafa nazaran Salarüddevle’nin kuvveti Kazvin ve Mazenderan semtine çekilmişlerdir. Ma’lumat-ı resmiyyeye Mazenderan’a gittiği ve Mazenderan’da yeni müsademata Sabık meclis azasından ve ne nefy olunanları hükumet ahali nazarında iade-i haysiyet etmek üzere Tahran’a celb eylemiş ve meclis intihabatını resmen Kafkasya’da Bakü kitabcılarından Mir za Ağa Ali-zade Efendi’nin beş sene müddetle Sibirya’ya nefy edilmek üzere taht-ı tevkīfe alındığını Bakü’den yazılan mektuplar iş’ar ediyor. Bu İslam kitabcısının cürmünü üç sene evvelisi İstanbul’dan mahza füruht için celb etmiş olduğu Türkçe kitaplar teşkil ediyor. Halbuki celb olunan kitaplar Rus sansürünün müsaadesi üzerine mahall-i füruhta vaz’ edilmişti. Rusya gazeteleri Pekin’den almış oldukları havadisi böyle bir ünvan tahtında neşr ediyorlar. Bu neşriyattan Çin kabinesinin Rusya’nın şark-ı karib işlerinde meşgūl olacağına nazaran bir tavr-ı tehdid-amiz alarak devlet-i müşarun-ileyhanın bil-külliyye Moğolistan’dan keff-i yed etmesini ba’dema Çin umur-ı dahiliyyesine müdahale edemeyeceğini taht-ı te’mine almak maksadıyla Rusya’ya karşı müşkilat açmak niyetindedir. Zengibar İslamları mi yanında mevcud olan ihtilafat-ı mezhebiyyenin vahdet-i zırranın İslamları ne derecede zaif düşürdüğünü hisseden Zengibar ulema ve havassı mezahib-i muhtelife beyninde mevcud olan mübayeneti ref’ etmek yolunda bezl-i mechud ederek geçen ıyd-i fıtırda müttehiden ifa-yı fariza-i salavat eylemişler ve müttehid oldukları halde hutbe-i idiyyeyi dinlemişlerdir. Tercüme-i Me’al-i Münifi Şan-ı azamet ve celaline kasem ki Allahu ekber sizi Bedir ve Hayber gibi gaza meydanlarında ve bilhassa Huneyn saha-i gir u darında a’da-yı tevhid üzerine nusret ve muzafferiyet-i tamme ile i’zaz ve ibcal buyurdu. Hani –biliyorsunuz ya!– o yevm-i Huneyn’deki çokluğunuz sizi mağrur etmişti de harbe girince ne o çokluğunuz ne de hiçbir meziyet ve kudretiniz faide vermedi. Korktunuz Allah’ın yeri o vüs’atıyla beraber size dar geldi şayan-ı hayret bir vahime-i havf u hiras ile düşmana arka çevirdiniz. Resul-i zi-şanımı bırakıp kaçtınız! Sonra Allah Resul-i muhteremi ve mü’min kulları üzerine sekinet ve mekanet inzal buyurdu sizin göremediğiniz cünud-ı gaybiyye göndererek a’da-yı tevhid olan kafirleri kahr u tedmir etti. İşte bu mağlubiyet ve makhuriyet de o kafirlerin ceza-yı sezalarıdır. * * * Huneyn Muharebesi gazavat-ı celile-i Muhammediyye’nin en mühimlerinden biri olmakla cenab-ı Kur’an -ı Ha kim’de mezkur ve tarih-i din-i İslam’ca meşhurdur. Bu Huneyn Gaza[sı] Mekke-i Mükerreme’nin fethini müteakib vukū’ bulmuştur. Beyt-i ilahinin sath-ı muallası liva ü’lhamd-i risalet-penahiyi aleyhi’s-salatü ve’s-selam ağūş-ı tahassürüne aldıktan sonra idi ki Taif civarında bulunan Hevazin ve Sakīf ismindeki iki mütemerrid kabilenin hadleri bildirilmek lüzumu tahakkuk etti. Fatihan-ı Batha’dan on iki bin arslan hareket emrini aldı ve mu’in-i cihan-kıymet-i risalet-penah-ı a’zami ile yola çıktı. Düşmanın bütün kuvveti dört bin muharibden ibaret idi. Mücahidin-i ashabdan bazısı ha’iz oldukları üç misli tefevvuk-ı adedilerine bakarak gurur getirdi. Ve “Biz bu fa’ikiyet-i mutlaka ile kat’iyyen mağlub olmayız. Her halde şahid-i zafer bize arz-ı cemal edecektir” diye nusreti kesretlerinden kundu. Huneyn sahasında tarafeyn safları karşılaştı. Harb başladı. Tam kızıştığı bir hengamda mücahidin-i ashabın cesaretleri kırıldı. Bir vahime-i mağlubiyet zihinlerini istila etti. On iki bin kişi kendilerinin ancak üçte biri nisbetinde olan düşmandan yüz çevirdiler çil yavrusu gibi dağıldılar. Kumandan-ı a’zam salla’llahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin nezd-i hümayunlarında yar-ı garlarıyla daha birkaç feda’iden başka kimse kalmadı. İşte o müşkilü’l-iktiham dakīka-ı hatar-aludda cenab-ı eşca’u’r-rüsül efendimiz hazretleri –ric’at değil– arslanları utandıracak bir şeca’atle düşman üzerine yürüdüler ve: “Ben Allah’ın hak peygamberiyim. Şan-ı celil-i risaletim yalandan münezzeh ve müberradır. Siz –ey a’da-yı din-i hak! –bilirsiniz ki ben seyyid-i sadat-ı Kureyş Abdülmuttalib’in torunuyum. harb alevlendi. Kahramanlık nasıl olurmuş şimdi görürsünüz!” buyurdular. Amm-i muhterem-i Nebevi Hazret-i Abbas bin Abdülmuttalib radıya’llahu anhüma firar eden ceyş-i ashabı vazife başına da’vet etmek emrini aldı. Yüksek sesle: – Ey Allah’ın mü’min kulları! Ey Şecere-i Rıdvan altında Resulullah’a bey’at eden kahramanlar! Dönünüz gaza meydanına cennetin şehadet kapıları önüne geliniz. Allah’ın Resul-i zi-şanı sizi vazife başına da’vet ediyor!... Diye çağırdı. Bu sırada kalbleri sekinet-i ilahiyye ile kabarmaya kuvve-i ma’neviyye ile taze hayat almaya başlayan ashab-ı güzin dört taraftan: – Lebbeyk!.. Lebbeyk!... Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Nida-yı icabetiyle ufukları sarsarak kulakları çınlatarak koştular geldiler. Saflarını yeniden tertib ettiler. O hinde nüzul eden mela’ike-i kiram da önlerinde saflar bağladılar. Fakat onlar bu cünud-ı gaybiyyeyi göremiyorlardı. Harb yeniden başladı. İslam’ın din-i hakkın galebe ve muzafferiyet-i tammesi a’da-yı Kur’an ’ın mahv u izmihlaliyle hitam buldu. El-hamdü li’llahi ala nusretihi li-dinihi ve li-resulihi. Bu ayat-ı celilenin sebeb-i vürudu has olmakla beraber hükm-i münifi amdır. Sahabe-i güzini Bedir ve Hayber gibi mevatın-ı kesirede mansur eden Cenab-ı Hayru’n-nasırin bizi de Trablusgarb Bingazi Derne gibi gaza meydanlarında –bir avuç olduğumuz halde– havarık-i’caz-ı nusretiyle büyük bir düşmana karşı mansur ve muzaffer buyurdu. Şimdi ise bu nesim-i zaferin vezanı te’ehhur ediyor. Huneyn saha-i harbini tanzir ediyoruz. Çünkü biz de müşarun-ileyhim hazeratı gibi çokluğumuza hamaset ve şeca’at-i fıtriyyemize mağrur olduk. A’damızı küçük ve za’if görerek istihkar ettik. Üçüncü hatve-i savletimizde kalbgahlarına gireceğimizi pek bala-pervazane bir lisan-ı azamet ve ceberut ile söylemekten çekinmedik. Hülasa: Galibiyet ve muzafferiyeti Allah’tan değil çokluğumuzdan kendi kuvvet ve kudretimizden istedik. Küstahlığımız gayretu’llaha dokundu. sırrı tecelli-saz oldu. Allah buyuruyur ki: “ Eğer Allah size yardım ederse size galib gelebilecek hiçbir kuvvet bulunamaz. Yok eğer sizi mahzul mağlub ederse ondan sonra size kim nusret edebilir? –Mü’minler –bütün kuva-yı maddiyye vesait-i lazıme-i harbiyyeyi i’dad ve ihzar ettikten sonra ancak Allah’a tevekkül ederler. Yardımı muzafferiyeti Allah’tan isterler” buyuruyor. cümle-i intiha’iyyesinin mutlak olmadığına delil ve Ey mü’minler! İstita’at ve takatinizin yettiği derecede seri’an ve acilen kuvvet i’dad ve ihzar ediniz. Bilhassa hayvan terbiyesine biniciliğe kemal-i itina ve ehemmiyetle çalışınız. Bu kuvvetin benim ve sizin düşmanlarınızı terhib ve tenkil edecek derece-i kemalde olmasını emr ediyorum. Düşmana ta’arruz ve tecavüz edebilecek derecede i’dad-ı kuvvete muktedir iken bunun hal-i tedafü’ide bırakılmasını kat’iyyen nehy ve tahrim ediyorum. Hem de bu kuvvet yalnız a’da-yı haliniz için olmayacak. A’da-yı istikbalinizi de nazar-ı dikkate alınız! Onların bugünkü dostluklarına bakıp da aldanmayınız! Siz onları bilmezsiniz. Fakat Allah onları bilir. Ta’cil ediniz! Fırsatı düşmana kaptırmayınız!” ayet-i celilesidir. ma’neviyyeye tevessülden icab eden kuvveti bütün ma’nasıyla Öyle ma’nasız tevekkülü kabulden öylesine yardımdan himayeden şan-ı uluhiyyet münezzeh ve müte’alidir. Biz –mü’minler– bu ayet-i celilenin hükm-i ’acilini infaz ettik mi? Fakat şimdi bunu tenkīd edecek zaman değildir. O vaktiyle gerekti. El ele vererek ittihad edip üzerimize saldırmış olan dört düşman karşısındayız. Bugün Hilafet-i Muhammediyye’nin hayat ve memat arasında bulunduğunu dört yüz milyonluk alem-i İslam’ın kıblegah-ı imanı olan o mukaddes makam-ı tevhidin tezelzül etmekte olduğunu düşünecek andayız. Kalbinde zerre kadar cevher-i iman taşıyan her mü’min namus-ı Hilafet hayat-ı İslamiyet namına feda-yı cana mecburdur. Ve illa da’va-yı iman kuru bir sözden Düşünelim! Hem de başımızı ellerimiz arasına alıp düşünelim. Hilale yani tevhid-i ilahiye Kur’an-ı Kerim ’e karşı teslis namına i’lan-ı harb eden düşmanlarımızın gaye-i emeli nedir? Ayasofya Cami’-i Şerifi’ni kiliseye tahvil ve kubbesine Salib-i a’zamı takmak…! Bu müdhiş maksaddır ki düşman-ı Kur’an ’ı bütün kin ve gayzıyla bütün şevk-i Salib-perestanesiyle üzerimize canavarlar gibi saldırmaya tahris ediyor. Binaenaleyh serir-i hilafet-i Muhammediyye’nin sukūt etmek sancağ-ı Resulullah’ın düşman ayağı altında çiğnenip parçalanmak tehlikesinde bulunduğunu takdir edelim. Ya Rumeli’de binlerce cami’lerimizin tarraka-i hedm ve tahribine kiliseye gazinoya tiyatroya operaya tahviline nasıl tahammül edeceğiz? Ya beş altı milyon müslümanın katl-i ammına nasıl razı olacağız? Bakiyyetü’s-süyufun çırılçıplak hevl-i can ile firarlarını nasıl soğukkanlılıkla seyr edeceğiz? Bu bed-bahtlar nereye kaçacak? Hangi toprağa Rumeli elden gittikten makam-ı celil-i Hilafet’e Salibli bandıra rekz olunduktan sonra acaba Anadolu elimizde bırakılacak mı? Rumeli’deki avamil ve müessirat-ı fesad Anadolu’da yok mu? Sakın! Sakın! Rumeli’den koğulacak kadar ihtikar eden alçalan bir millet Anadolu’da değil hatta Suriye’de hatta Haremeyn-i Muhteremeyn’de bile yaşamak hakkına malik olamaz. Eğer o hakk-ı hayata malik ise işte Rumeli! Bugün cami’leri düşman süvarilerine ahır kadem-hane olmakta ırz ve namus-ı İslam al kanlara bulanmakta hamil kadınların karınları yarılarak bi-günah ceninleri çizmeler altında ezilmekte olan bed-baht Rumeli! Zavallı vatan-ı İslam!.. Eğer hakk-ı hayata malik isek ya bu İslam mülkünü Ehl-i Salib ordularının pençe-i vahşetinden kurtaralım. Ya hepimiz bu mukaddes maksad uğruna ta son neferimize kadar vatan-ı İslam’ın ayağı ucunda can verip kefen yerine al kanlarımız tirelim. Yahud ki bu dünyadan başka bir aleme başka bir küreye hicrete hazırlanalım! Fakat heyhat!... Yazık alem-i İslamiyet’e! Yazık “Müslümanım elhamdü lillah” deyip de Saltanat-ı Muhammediyye’nin can alıp can vermekte olduğu böyle bir dakīka-i hevl-engizden kanı ateşlenmeyen kalbi sızlamayan gözleri ıslanmayan ölülere! Ey Anadolu ahali-i İslamiyyesi! Ey ecdadları Viyana kapılarına kadar dayanan bütün Avrupa devletlerini kılıçlarına boyun eğdiren müslümanlar! Rumeli elden gidiyor! Rumeli şehid oluyor! Rumeli kefensiz çıplak musalla taşına konuyor. Namazını kılacak ancak ecdad-ı fatihanın ervah-ı mübarekesidir. Artık hakimiyet-i Kur’an alem-i İslam’a bütün bütün veda’ ederek sidreye çıkıyor Allah’ına gidiyor. Ey Arablar! Ey Anadolu’da Rumeli’de milyonlarca mü’ minlerin hadileri olan kahraman Arablar Haremeyn-i Muhteremeyn bugün matemler içinde ervah-ı mukaddese-i enbiya Ravza-i Mutahhara’yı ta’ziye ediyor. Ka’be-i Muazzama’nın sath-ı mu’allası Salibli bandıra rekzi endişesiyle titriyor alem-i İslam’ı yardıma da’vet ediyor. İşte bugün Cibril fevk-ı İslam’da ayet-i celilesini girye-i teessür dökerek okuyor. Devlet-i Osmaniyye-i ne demektir? Hicaz hak-i pakinin Haremeyn-i Şerifeyn’in de esareti esaret-i ebediyyesi demektir. Koşunuz! Allah ve Resulullah’a yardıma din uğrunda Kur’an uğrunda hepimiz el ele verip düşman karşısına gidelim. Ta Çatalca’dan sedir-i Hilafet’e kadar bütün ovaları dağları dereleri dolduralım yek-pare bir insan kal’ası vücuda getirelim. Hukūkumuzu bütün gayretiyle müdafaaya çalışan hükumetimize canlarımızla bütün mallarımızla zahir olalım. Gayr-ı müslim vatandaşlarımızın ve ecnebi müsafirlerimizin tamami-i hukūkuna ri’ayette de kusur etmeyelim. Ya namus-ı Hilafet’i kurtaralım yahud ki ölelim de makam-ı akdes-i Hilafet’in felaket-i sukūtunu görmeyelim. Ey zengin müslümanlar! O servetlerinizi karılarınızla kızlarınızla gelinlerinizle beraber düşmana peşkeş vermek için saklamıyorsunuz değil mi? Öyle ise ne tutuyorsunuz? Ne duruyorsunuz? Daha ne bekliyorsunuz? Ne umuyorsunuz? Bunları meydan-ı hamiyyete dökünüz! Hükumetin kuvveti zenginlerin serveti milletin hamiyeti ordusunun şeca’at ve satvetidir. Allah “ Hasislik eden kendi nefsine karşı hasislik etmiş olur” buyuruyor. Evet bugün dininin vatanının selametinden servetini esirgeyen kendi öz hayatından esirgemez olur. Yarın düşman gelip de zincir-i esareti boynuna takınca o serveti gözü önünde tamamen alır da bir parasını bile kendine vermez. O halde bu servetlerin bu hazinelerin sizce ne faidesi var? Bunlar bugün size dostluk edemezse bunun cezası olarak yarın düşmanlık edeceğini şimdiden takdir ediniz! “Ak akçe kara gün içindir” mesel-i hakimanesini düşününüz! Bugün herkes haline göre nakden ve bedenen dine Kur’an ’a vatana hükumete yardım etmekle mükellefdir. Ne duruyoruz? Ey Ordu-yı İslam! Hilafet-i Muhammediyye’nin namusu hayat-ı hakimiyet ve saltanatı sizin tüfenklerinize sizin süngülerinize sizin toplarınıza sizin kuvvet-i imanınıza istinad ediyor. Ruh-ı Resulullah sizin fevkınizde hareketinizi hatve hatve teftiş ediyor. Bütün alem-i İslam’ın yaşlar akıtan gözleri size mün’atif! Son ümidleri sizin huzurunuzda diz çökmüş. “Allah aşkına! Allah aşkına! İleri! İleri!” diye yalvarıyor! Ey Ordu-yı İslam! Düşününüz! Düşman ölüm değildir. Düşman ecel değildir. Asıl ölüm düşmandan firarda memleketi düşmana teslimdedir. Düşman da candır. Onda da can korkusu var. Eğer siz hayatı ecdadınız gibi istihfaf mevti dedeleriniz gibi istihkar ederek düşmanınıza arslanlar gibi hücum eder “Allahu ekber! Allahu ekber!” zemzeme-i velvele-darıyla saldırırsanız şübhesizdir ki o kaçar vatanımızdan çıkar. Siz onun toprağını çiğner başını ezersiniz! Göğsünüz iftihar-ı muzafferiyetle kabarır! Alnınız asuman-ı şerefe yükselir. Allah sizden memnun olur. Resulullah sizden mahzuz kalır. Bakınız! Şu hadis-i şerifi dikkatle okuyunuz! Sonra da vicdanınızdan yükselecek sada-yı irşadı dinleyiniz! “ Ümmetime ağır gelmese bana besledikleri muhabbet-i imanı ağlatmasa ben hiçbir vakit saff-ı harbin gerisinde bulunmak istemem. İsterim ki saff-ı harbin ilerisine atılıp fi sebilillah şehid olayım. Sonra yine dirileyim yine şehid olayım yine dirileyim yine şehid olayım.” İşte şehadetin kadr-ı bala-terini! Koca bir Peyamber-i A’zamı bile kendisine ta bu rütbe meftun-ı visali ediyor. Bu dört günlük hayatın nihayeti ölüm değil mi? Haydi ey ceyş-i İslam! Siz de Huneyn gazilerini tanzir ediniz! Onlara itab eden Kur’an size de itab ediyor. Allah aşkına! Allah aşkına! Bu mezellet önünde bir değil bin can olsa yine taşınmaz. Otuz milyon müslümanı düşmana esir bırakacak kadar da mı hissimiz yok? Haşa! Haşa! Öyle ise yüz binlerce ma’sumları kurtarmak Hilafet-i celileyi Anadolu’yu Arabistan’ı Hicaz’ı Ravza-i Mutahhara’yı Ka’be-i Muazzama’yı Ehl-i Salib istilasından muhafaza etmek indallah ve inde Resulillah dünya ve ahirette mel’un olmamak Dinin vatan-ı Hilafet’in muhafazasını arzu eden bütün İslam matbuatının bu makaleyi nakl etmeleri rica olunuyor. ---- MILLET-I MERHUMEYE HITABEN ---- Bir de İstanbul’a geldim ki: [Bütün] çarşı pazar Na’radan çalkanıyor! Öyle ya... Hürriyyet var! Galeyan geldi mi mantık savuşurmuş... Doğru: Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru. Kimse farkında değil anlaşılan yaptığının; Kafalar tütsülü hülya ile gözler kızgın. Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden! Zurnalar şehrin ahalisini takmış peşine; Yedisinden tutarak ta dayanın yetmişine! Eli bayraklı alaylar yürüyor dört geçeli; En ağır başlısının bir zili eksik belli! Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük. Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük! Kim ne söylerse hemen el vurup alkışlanacak: – Yaşasın! – Kim yaşasın? – Ömrü olan. – Şak! Şak! Şak! Ne devairde hükumet; ne ahalide bir iş; Ne sanayi’ ne maarif ne alış var ne veriş. Çamlıbel sanki şehir: Zabıta yok rabıta yok; Aksa kan sel gibi bir dindirecek vasıta yok. “Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı” Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı! Haydi öyleyse çocuklar ebediyyen azad! Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan... Sahneden sahneye koşmakta bütün şakirdan. Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa Hep ağızlar deşilip kimde ne cevher varsa Saçıyor ortaya... İster temiz ister kirli; Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli. Dalkavuk devri değil! Eski kasaid yerine Üdebanız ana avrat sövüyor birbirine! Türlü adlarla çıkan na-mütenahi gazete Ayrılık tohmunu bol bol atıyor memlekete. Bularak [fuhş] ekiyor salma gezen bir sürü it! Yürüyor dine beş on maskara alkışlanıyor Nesl-i hazır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor! Kadın erkek koşuyor borç ederek Avrupa’ya... Bilemem Asya sizin şıklar için pek mi sapa? Hakk’a tefviz ile üç dane yetişmiş kızını; “Analık ilmini öğretmek için” baldızını Taşıyanlar bile var[mış] Paris’e yüksünmeyerek... Şüphesiz yıktı o hülyaları meşhudatım... Ben fakat kendimi bir müddet için aldattım: Galeyandır... Galeyan geldi mi kalmaz mantık... Su bulanmazsa durulmaz... Hele sabret azıcık... Eskisinden daha berbad iyileşmek ne gezer! Vatanın takati yoktur o kadar ihmale: Dolu dizgin gidiyor baksana izmihlale. Ey cemaat uyanın elverir artık uyku! Yok mudur sizde vatan namına hiçbir duygu? Düşmeden pençe-i hizlanına istikbalin Biliniz kadrini hürriyyetin istiklalin. Söyletip başka memalikteki mahkumini.. Hakimiyyet ne imiş öğreniniz kıymetini. Yoksa onsuz ne şu dünya kalır İslam’a ne din... Kuşatır millet-i mahkumeyi hüsran-ı mübin. Müslümanlık sizi gayet sıkı gayet sağlam Bağlamak lazım iken anlamadım anlayamam Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize! Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize? Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı Aynı milliyyetin altında tutan İslam’ı Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir. Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir. Arnavutlukla Araplıkla bu millet yürümez.. Son siyaset ise Türklük o siyaset yürümez! Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan. Siz bu da’vada iken yoksa iyazen-billah Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah! Diye dursun atalar: “Kal’a içinden alınır.” Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhume sağır! Bir değil mahvedilen devlet-i İslamiyye... Girdiler aynı siyasetle [bütün] makbereye. Girmeden tefrika bir millete düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. Bırakın eski hükumetleri meydandakiler Yetişir şöyle bakıp ibret alan varsa eğer. Edecekler. Bu da gayetle tabi’i. Zira Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Mevla. Müslüman fırka belasıyle zebun bir kavmi Medeni Avrupa üç lokma edip yutmaz mı? Ey cemaat yeter Allah için olsun uyanın... Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın! Arzı oynattı yerinden yıkılırken Iran... Belki bir kıl bile ürpermedi sizden bu ne kan! Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den Ki uzaklardaki bir mü’mini incitse diken Kalb-i pakinde duyarmış o musibetten acı? Sizden elbette olur ruh-ı Nebi da’vacı. Ey cemaat uyanın! Yoksa hemen gün batacak. Uyanın! Korkuyorum: Leyl-i nedamet çatacak. Ne vapurlarla trenler sizi bidar etti; Ne de toplar bu derin uykuya bir kar etti! Sizi kim kaldıracak suru mu İsrafil’in? Etmeyin... Memleketin hali fenalaştı... Gelin! Gelin Allah için olsun ki zaman buhranlı; Perdenin arkası –Mevla bilir amma– kanlı! Siz ki son lem’a-i ümmidisiniz İslam’ın Dayanın gayzına artık medeni akvamın! Şimdilik sulha sebep ordunuzun kuvvetidir; Bir de vaz’iyet-i mülkiyyenizin kıymetidir. Bu tezebzüble o kuvvet de fakat sarsılacak... Çünkü isyanları bastırmaya me’mur ancak! Ordu madam ki efradını milletten alır; Milletin keşmekeşinden nasıl azade kalır? Öyledir memleketin hali düzelmezse eğer Kışlalar evlere asker de ahaliye döner! Durmasın sonra kazan kaldıradursun ordu... Düşmanın safları çiğner bu mukaddes yurdu! Enbiya yurdu bu toprak; şüheda burcu bu yer; Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer! Dışı baştanbaşa bir nesl-i kerimin yadı; Öyle meşbu’-i şehadet ki bu öksüz toprak: Fışkıran otları bir sıksa adam kan çıkacak! Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil Yerin üstünde muhakkar yerin altında rezil! Hem vatan gitti mi yoktur size bir başka vatan; Çünkü mirasyedi sail kovulur her kapıdan! Göçebeyken koca bir devlete kurmuş bünyad... Çerge halinde mi görsün sizi kalkıp ecdad? “Çerge halinde...” dedim... Korkarım ondan da tebah: Saltanat devrilecek olsa iyazen-billah Öyle iğrenç olacak akıbetin manzarası Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası! Azıcık bilmek için kadrini istiklalin Bakınız çehre-i meş’umuna izmihlalin: Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş yer yer Bin sefil ordu ki efradı: Bütün aileler. Hepsi aç bir paralar yok kadın erkek çıplak; Sokağın ortası ev kaldırımın sırtı yatak! Geziyor çiğneyerek bunları yüzlerce köpek; Satılık cevher-i namus arıyor: Kar edecek! Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara... Kimi cami’lerin artık kocaman bir opera; Kiminin göğsüne haç boynuna takmışlar çan; Kimi olmuş balo vermek için a’la meydan! Vuruyor bando şu karşımda duran minberde; O sizin secdeye baş koyduğunuz mermerde Dişi erkek bir alay boklu ayak dans ediyor; Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu... Eski sahipleri mülkün kapamışlar da yolu El açıp yalvarıyorlar yeni sahiplerine! Bu sizin ağlamanız benzedi bir digerine: Endülüs tacı elinden alınan bahtı kara Savuşurken o güzel mülkü verip ağyara Tırmanır bir kayanın sırtına etrafa bakar. Bırakıp çıktığı cennet gibi zümrüt ovalar Başlar ağlatmaya biçareyi hüngür hüngür! Karşıdan valide sultan bunu pek haklı görür Der ki: “Çarpışmadın erkek gibi düşmanlarla; Şimdi hiç yoksa kadınlar gibi olsun ağla!” ---- OSMANLI MENAKIB-I HARBIYYESINDEN ---- ---- BIR NEBZE ---- Muharebede düşmanın daneleri etrafa geldikçe dehşetten yüzü koyun yerlere kapanan askerlere Hazret-i Fatih’in: “Put-perestler! Demir parçasına secde ediyorsunuz” hitab-ı Osmanlı serdarlarından birine “Süvarinin silahı mı yoksa atı mı mukaddemdir?” deyu irad olunan suale cevaben “At süvarinin canı silah canın muhafazasıdır. Can olmayınca silaha ne lüzum kalır?” demiş. Sani-i müluk-ı Al-i Osman Sultan Orhan Han hazretlerinin hengam-ı saltanatında Şehzade Süleyman Paşa’nın Rumeli kıt’asına sokulup da Akdeniz Boğazı’nın kilidi mesabesinde olan Gelibolu’yu ve sair mevki’leri zabt edişinden mahv olacağını aklı kesmekle teşebbüsat-ı vakı’asından bir semere-i müfide hasıl edemeyeceğini idrak ederek Osmanlıları Rumeli kıt’asından sürmek üzere asakir-i bi-şümar ile müttefikīn ordusunun gelmekte olduklarını merhum-ı müşarun-ileyh haber almağla rü’esa-yı asakiri toplayıp şu vechile bir hutbe-i müessire irad eyledi: “Ey mücahidler! Böyle bir ecnebi memalikinde bizim gibi kalilü’l-aded mücahidlerin az vakit içinde mazhar olduğumuz bunca fetih ve zafer mücerred hüsn-i niyyetimize mükafaten imdad ve tevfik-i ilahi semeresi olduğunda lidir dehşetlidir; lakin bizi bu ana kadar düşmanlarımıza galib eden avn-i Rabbaniden ümidimiz münkatı’ değildir. Ma’lumdur ki emelimiz i’la-yı kelimetullahi’l-ulya ve fi sebilillah şehadettir. Bu bizim için saadet-i ukbadır. Şayed bu aralıkta benim vefatım vukū’ bulursa olmaya ki düşmandan yüz çeviresiniz. Zira bilirsiniz ki şeriat-i İslamiyyede ‘Firar ani’z-zahf’ kebair-i zünubdandır.” Serdar-ı müşarun-ileyh bir gün kaza ölümüne uğramış ve müttefikīn ordusu dahi dağlar gibi gelip çatmış idi. Osmanlı Ordusu kendilerinin ez’af-ı muza’afı olan bu ordunun karşısında hezimete yüz tutmuş iken serdar-ı merhumun birkaç gün akdem irad eylemiş olduğu hutbesini nam-daran-ı rü’esa yad ve tahattur ederek bir gayret-i fevkalade izhar etmeleriyle bi-tevfikihi te’ala Osmanlı Ordusu mazhar-ı muzafferiyet olduktan başka bu vukūat Al-i Osman’ın Rumeli kıt’asında temekkün ve temellüküne bir mukaddime-i muazzama olmuştur. Bin yüz elli senesi Nemçeli tarafından muhasaraya alınan Banaluka kal’ası imdadına giden Ordu-yı Hümayun’un serdar-ı ali-tebarı bulunan zat Ordu-yı Hümayun’un on misli bulunan düşman ordusuna bir buçuk saat kadar takarrüb edip bil-cümle asker ve ümera ile lazım gelenlere “Ağalarım babalarım yiğitlerim” diyerek ayrı ayrı iltifattan sonra cümlesine hitaben şu vechile bir hutbe irad eder: “Ey gaziler! Bugünde ben dahi sizinle beraber Cenab-ı Bari’nin bir abd-i aciziyim. İşte bugün din-i mübin yoluna kurban olacak veliyyü’n-ni’metimiz ba’is-i istirahat ve asayişimiz padişah-ı gündür. Düşmana zafer sebat-ı kadem ve şiddete sabır ve metanetle olageldiği mücerreb ve mukarrerdir. Göreyim sizi din-i Muhammedi yolunda ne guna hizmet ve padişah uğrunda ne vechile izhar-ı şeca’at edersiniz…” Bu nutkun şiddet-i te’siriyle o gün asker-i İslamda görülen şeca’at-i fevkalade bir muzafferiyet-i azimeyi intac eylemiştir. Kanije Kal’ası’nın hengam-ı muhasarasında düşman askerinin kemal-i şiddetle kal’aya hücumlarına dair hazırlıklar görmekte olduğu gazi-i meşhur Tiryaki Hasan Paşa merhum hissetmekle umumen askeri bir yere cem’le bir ali divan tertib ederek şu mukaddimat ile mücahidini teşci’ eyledi: “Ey gaziler! Düşmanın harekatında hücum emareleri görülüyor. Matyos’un ordusuyla beraber buraya gelişine bakılırsa serdarımız ya onların dediği gibi mağlub olmuş veyahud benim zannım gibi sefer mevsimi geçtiğinden bu kal’ayı sizin gayretinize emanet bırakarak meştaya dönmüş. Hakīkat-i hal her hangisi olursa olsun biz burada serdar için harb etmiyoruz. Elhamdü lillah Müslümanız. Mukabelemize gelen düşmanla vazife-i cihadı icra etmek üzerimize farzdır. Padişah kuluyuz. Veli-ni’metimiz olan halife-i İslam’ın bir kal’ası değil bir avuç toprağı için canımızı feda ederek yediğimiz ekmeği kendimize helal etmek cümlemize vacibdir. Milletimiz ser-haddin emniyetini bizden bekliyor. İki kavim arasında açılan meydan-ı mübarezenin kararını bizim gayretimiz verecek. Üç aydır aç kaldık yasdık yerine kılıca yaslandık. Bu kadar ihvanımız gözümüzün önünde şehid oldu. İçimizde yara yemedik insan kalmadı. Gülleler içinde yuvarlandık. Bu kadar himmetin bu kadar gayretin neticesini bugün göreceğiz. Elhamdü lillah cümleniz bilirsiniz ki düşman karşısında vefat edenlerimiz şehid olur kalanlarımız gerek dünyada ve gerek ahirette necat ve selamet bulur. Ben bu düşmanın hücumunu bilirim. Bir kere yüzü dönerse mağlub olduğu gündür. Yerlerinizde sebat edin ilk hücumundan yılmayın. Ondan sonra bi-avnillah nusret bizimdir…” Deyu ağlayarak ak sakalı üzerine inci tanesi gibi yaş döktü. Ve guzat-ı muvahhidinin selametine hayr-dualar eyledi. Nihayet ferdası günü düşman hücuma ibtidar eyledi. Dört def’a siperlere çıkmış iken yine tard olundular. Yedi saat şiddetli bir hücumdan sonra düşman ric’at edip asakir-i Hasan Paşa’nın huzuruna rivayet-i sahiha üzere on sekiz bin kelle getirdiler. Mecruhları buna kıyas oluna. Beşeriyetin bazen temdini bazen de hunin-i ihtiraslarına bir saha-i tesadüm ve cidal olan Suriye kıt’ası terakkıyat-ı fikriyye ve tekamülat-ı ruhiyyenin mehd-i evvelini sayılır. Arab tarihlerindeki Şam ve asar-ı garbiyyede görülen Suriye Syrie ismi; kadimen şimdiki Beyrut ve Haleb vilayetleriyle Cebel-i Lübnan mutasarrıflığının işgal ettiği arazi-i vesiaya ıtlak olunurdu. Asya-yı Suğra’nın ağūş-ı samimisine atılmak istiyormuş gibi şimale doğru ilerlemiş olan bu kıt’a-i gabra şarkan el-Cezire ve Berru’ş-Şam’ın har ve ateşin vadileriyle Garb cihetinden ise kurun-ı ula perilerine mev’id-i visal olan Akdeniz’in mevecat-ı nevazişiyle nuşin buselere müstağrak olmaktadır. Cenub taraflarında ise Tur-ı Sina ve Sahra-yı Tih’e kadar imtidad eder. Eskiden beri Suriye namı altında yad edilen bu kıt’a bazı yerlerinde en münbit en mahsuldar araziyi bazı taraflarında çorak ve bi-payan kum çöllerini bazı cihetlerinde ise yüksek ve karlarla mestur şahikaları cami’dir. Nehrü’ş-Şeri’a Nehru’l-As Nehr-i İbrahim gibi enharla reyyan olan Suriye ekalim-i muhtelifede neşv ü nema bulabilen her nevi’ nebat ve eşcarı yetiştirebilmek isti’dadını haizdir. Va esefa ki ahalisinin cehalet ve bedaveti yüzünden en rengin bir ma’mure olmaya namzed bulunan bu kıt’a-i behiştinin ekser tarafları bütün bir harabe-zar-ı sefalet bir feyfa-yı akamet halini almıştır. Şark ve cenub taraflarının riyah-ı ateşinine güzergah olan bi-payan kum çöllerine mukabil şimal ve garb cihetlerinde yüksek ovalar münbit vahalar daimi karlarla mestur tilal ve cibal vardır. Bahr-i Sefid ve resanı ise cihanın en zengin en ticaretgah bir buk’ası olmaya müsta’id bir iklim-i dil-rübadır. Tarih-i Suriye ahali-i kadimesini akvam-ı Samiyye’den addetmektedir. Kadim Suriyeliler aynı cinsden aynı ırktan oldukları halde tabiat tarz-ı hayat suret-i maişet ve derece-i medeniyyetçe aralarında pek büyük farklar olmadığı ted kīkat-ı tarihiyyeden anlaşılıyor. Aynı farkların bariz izlerini bugün bile müşahede etmek kabildir. Bu farkların arazinin vaz’iyetinden muhit ve iklimin tahavvülünden neş’et etmiş olduklarına hükm etmekten başka çare yoktur. Fi’l-hakīka hududunu yukarıda çizmiş olduğumuz Suriye kıt’ası kadar tahavvülat-ı iklimiyye arz eden memleketler pek nadirdir. Deniz sevahilinde yaşayan insanlar tabiatıyla temeddüne ticarete daha ziyade müsta’id bulunurlar. Münbit ovalarda ziraat veya çobanlıkla imrar-ı hayat eden dolaşan bedevilerin tabiat tarz-ı hayat suret-i maişetce birbirlerinden farklı olacakları şübhesizdir. Muhitin tabayi’-i akvam üzerine olan te’siri cidden şa yan-ı ehemmiyettir. Soğuk ve yabis bir iklim azm ü şiddeti ar tırır çalışmak arzuları uyandırır maksada vusul için insandaki fikr-i sebatı takviye eder. Har bir iklim ise bil-aks lık yerlerde yaşayanlar sükuti sebatkar ve kanaatkar olurlar. Ovalarda perverişyab olanlar gayet şen adalarda ve sevahilde meskun olanlar ise cesur ve fa’al olurlar. Tarih-i temeddün tedkīk edilirken akvamın kabiliyet ve tekamül-i medenisi hususunda te’sirat-ı muhitiyyenin pek mühim bir amil olduğunu i’tiraf etmemek mümkün olamaz. Suriye’nin ahali-i kadimesi hakkında tarih bize kat’i ve sarih ma’lumat veremiyor. Suriye’ye dair ma’lumat-ı tarihiyyeyi –keşf edilen asar-ı atika henüz pek noksan ve gayr-ı kafi olduğundan– ancak kütüb-i İbraniyye’de bulabiliriz. Fakat asar-ı İbraniyye’nin lebabeb bir dastan-ı esatir olduklarını da unutmamak icab eder. Müverrihinin tahminine nazaran milad-ı Isa’dan evvel yirminci ve on beşinci asırlar arasında Asya dağlarından garba doğru akın eden kabail arasında Suriyelilerin mensub oldukları akvam-ı Samiyye de bulunuyormuş. Tarih milel-i kadimeden Babililer Asuriler Fenikeliler İbraniler ve Mısrilerle akvam-ı hazıradan Yahudiler Suriyeliler ve Arabları akvam-ı Samiyye miyanına idhal ediyor. Suriye ezmine-i kadimeden beri pek çok milletlerin cidalgah-ı muhacematı olduğu cihetle haricden oralara koşan kavimlerin ahali-i asliyye ile tesalübleri Suriye halkının secaya-yı ırkiyyelerince tahavvülat-ı mühimmeye sebeb olmuştur. Bu hal tedkīk-i ensab hususunda pek çok müşkilatı da’i olmaktadır. Kadimen Suriye’nin şimal taraflarında Süryaniler Filistin cihetlerinde ise evvela Amalika ve ba’dehu dir. Süryanilerle İbranilerin işgal ettikleri mahaller arasındaki arazide ise Fenikelilerin meskun oldukları ma’lumdur. Şarkta medeniyet-i kadime esaslarının Keldaniler Fenikeliler ve Asuriler tarafından atılmış olduğu muhakkaktır. Fi’l-hakīka beşeriyet cihanda hüküm-ferma bir kudret-i azimenin mevcudiyetini ilk evvel buralarda hissetmiş ecramın harekatını bu yerlerden tarassud etmiş edebiyatın ilk sanihalarını bu iklimlerde duymuş o sanihaları bize kadar nakl ettirecek usulleri huruf ve eşkali yine bu diyarlarda keşf etmiş tarihin hey’etin riyaziyatın esaslarını bu memleketlerde vaz’ ve te’sis eylemiştir. Kadim Asya mehd-i beşeriyyet olduğu gibi aynı zamanda ulum ve medeniyetin de hace-i evvelinidir. Fenikelilerin terakkıyat-ı bahriyye hususunda göstermiş oldukları muvaffakiyat Sayda ve Sur şehirlerinden çıkarılan asar-ı kadime bugün bize veleh-bahş olacak kadar muazzam ve musanna’dır. Fenikelilerin Cebel-i Tarık’dan geçerek Ümidburnu’nu dolaşmak şartıyla Afrika’yı devr etmiş oldukları zannediliyor. Her halde o zamanlarda bir vahşet-zar-ı cehalet olan Yunanistan-ı Kadime ilk cürsume-i irfanı atanların Fenike akvamı olduğu muhakkaktır. Fenikeliler Mısrilerle Keldanilerin hiyeroglif hiyeratik ve hatt-ı mihilerindeki müşkilatı ber-taraf ederek kendilerine mahsus bir yazı icadına muvaffak olmuşlardır. Fenikelilerin elif-bası savti ve yirmi iki harfden mürekkeb ti. Bugünkü akvam-ı medeniyye elif-balarının esası Fenike elif-bası olduğu şübhesizdir. Filistin taraflarında sakin olan İbraniler ise fikr-i vahdaniyyet lem’alarıyla cihan-ı küfr ü sanem-perestiyi zulümat-ı kesifeden kurtarmaya çalışmışlar idi. Görülüyor ki kadim Suriye fikr-i uluhiyyet ve fikr-i medeniyyetin en evvel şa’şaa-nisar-ı tevellüd olduğu bir buk’a-i latifedir. Hayli zamanlar Asurilerin Babililerin İbranilerin cidal-gahı olan Suriye; Keyhüsrev zamanında kısmen İranilerin zir-i istilasına geçmiştir. Makedonyalı İskender müdhiş bir kasırga gibi Avrupa’dan Asya’ya geçerek Dara Hükumeti’ne hatime verdiği zaman Suriye’yi de istila eylemişti. Bir kasırga kadar cihanı sarsan İskender yine bir sarsar kadar paydar olabilmiş vefatını müteakib kumandanları arasında zuhur eden cidal hükumette Suriye kıt’ası da Selefkilerin yed-i idaresine geçmişti. Selefkilerin zaman-ı hükumetinde Suriye’de asar-ı umran ve terakkī yüz göstermiş ise de Milad’dan sene evvel Romalıların müdhiş ve muhrib hücumları bu hükumeti mahv ve Suriye’yi bir harabe-zara çevirmiştir. Romalılar zamanında idi ki Hazret-i Isa neşr-i dine başlamış ve Arz-ı Filistin’de Hıristiyanlığın ilk cürsumeleri bu suretle atılmıştır. Muhitimi hüsn-i muhakemeye muvaffak olabildiğim andan beri milletim hakkında a’mak-ı kalbimde bir endişe-i ateşin olup kalmış düşünceler son birkaç gün zarfında yeni bir nefha-i elemle alevlendi. Burada vicdanları yakan siyasiyyat ihtiraslarından bahs edecek değilim. Burada memleketimizi kavuran maraz-ı ahlakīden bahs eylemeye de cesaretim yok. Lakin bir doktor olmadığım halde geçenlerde bed-baht Anadolu’nun evladını sıhhat ve metanetle büyütmüş ve böyle şöhret-şi’ar olmuş köşelerinden geçerken arslan gibi İslam unsurunun düşmüş olduğu “zillet-i sıhhiyye” beni ağlayacak hale getirdi. “Zeybek gibi” ta’birini bülend-kamet merdler dürüst endamlar ser-baz şahsiyetler için icad ettiren iklimlerde yurdlarda en menfur bir cehalet en menfur hastalıkları “kader-i umumi” haline getirmiş altmış yaşındaki redif yüzbaşısının yanında yeni nefer bir kademden fazla kısa duruyor; frengi en umumi binaenaleyh en tevahhuş edilmeyen hastalık. O kadar ki: Mübtelasına soruyorum da mütevekkil ve la-kayd “Mayasıl hastalığı!” deyip geçiyor… Halbuki: Bulunduğum meskun bir köy daha var mektepler kiliseler metin fikirli ahaliye rehberlik eden –hatta Avrupa darülfünunlarında tahsil etmiş– genç muallimler tüvana yiğitler mes’ud zengin canlı bir muhit! Şu sözlerim ile biliyorum ki: Mechul bir şey’i i’lam etmiş olmuyorum. Birçok hamiyetli kalbler muktedir kalemler Anadolu’nun bu halinden matbuatta sızlandı. Ruhlarımıza bir tılsım-ı elem ve iştirak işlemek istedi. Lakin yazık! “Kestanenin çıktığı kabuğu beğenmemesi” halet-i ruhiyyesine gelmiş olan kısım mütefekkirimizde korkuyorum ki benim gibi kaba kaba söyleyenleri bile anlayacak reviş-i tahassüs yok. Ben şu satırları yazarken önümde büyük İngiliz milletinin o milletinden bir cüz’-i hamiyet-mend ve mütefekkirin nümune-i teşebbüsü duruyor. Ahval-i sıhhiyyesi bizden yüz def’a fazla olan köylüleri bizim köylülerimizin yanında profesör geçinebilecek kadar kendilerini koruyabilen hükumet tarafından bizim aklımıza gelmeyecek vesait ve mü’essesat-ı sıhhiyye ile korunulan bu millet içinde şöyle bir mü’essese var. Zannederim ki hakīkī vatan-perver Osmanlılar bunu – bir ibret olmak üzere– görmeyi hiç olmazsa –bedi’a-i san’at addolunan – Cem gazetesini okumaktan fazla zahmet addetmezler. “Bugün İngiltere bir intihar-ı milli bir ‘katl-i nefs-i cinsi’ muvacehesinde bulunuyor. senesinden beri mikdar-ı tevellüd bir nisbet-i müdhişe ile düşüyor binaenaleyh bir çare istiyoruz. Kuledeki nöbetci böyle bağırıyor. Sebeb-i salif ve İngiliz ırkının Afrika-yı Cenubi harbinde duçar olduğu felaketler mes’elesinin bütün ehemmiyetiyle nazar-ı dikkate alınmasını icab ettiriyor! Bu ahvale karşı vesait ve tedabir-i hazıra-i tıbbiyenin adem-i kifayetini hisseden müteveffa Sör Fransis-Galtin bir –ta’bir caiz ise– yeni “fenn-i etfal” tedvin etmişti ve şöyle ta’rif ediyordu: Irk-ı müstakbelin salahını yahud sukūt ve inkıraz-ı sıhhisini mucib olan şerait-i ictimaiyyenin tedkīk ve tetebbuudur. Bu zat hakīkī bir peder hakīkī bir valide gibi yalnız servet-i fikriyyesini bu maksada feda ile kanaat etmeyerek servet-i maddiyyesinin büyük bir kısmını da terk eylemiş ve bu vechile İngiliz milletinin şerefi saadeti azameti uğruna büyük bir nam bırakmıştır. Müteveffanın te’sis ettiği mü’essese-i salahı birçok gazetelerde görülüp bilindiği vechile Ojenik Cem’iyeti tesmiye etmesinin sebebinden sarf-ı nazar bugün Londra’da bir mü’essese-i hayriyye olduğunu herkes bilir. Ben de herkes gibi bu mü’essesenin maksadını gayesini okuduğum zaman sadece gülmüş idim. Lakin orada çalışan ali nasiyeleri yapılan işi fedakar İngiliz kadınlarını gördüğüm zaman –bed-endişliğime rağmen– dedim ki: Evet İngiltere’ye en nafi’ iş İngiltere’nin en nafi’ tetebbuat-ı fenniyyesi burada yapılıyor. “Binaenaleyh: Milletin hatta beşeriyetin bu gibi müesse sat-ı mühimmeye karşı istihkaran omuz silkmelerine taaccüb etmek icab etmez. Bizi ikaz için felaketlerin timsal-i mu’ayyenleri lazımdır. Titanik batmalı ki tahlisiyye sandallarının lüzumu anlaşılsın bir İngiltere’nin ordusu şevketini şerefini muhafazaya gayr-i kafi bulunduğunu beynimize koymak “Milletimizdeki şu kayıtsızlığa karşı bu iki felaketi misal getirdiğimden dolayı cidden müteessifim. Lakin demokratik olan memleketlerde –bilhassa bizim İngiltere’de– bir felaket oldu mu bunları bir misal getirmek ve sebebi olarak “Ah cümlesini ilave etmek adet olmuştur. Müessese-i mezkure bu zillet-i teşebbüs-karaneyi bir tarafa atıyor İngiliz milletine bağırıyor ki: Bu mes’ele yalnız rical-i hükumetin nazar-ı dikkate alacağı bir mes’ele değil bütün efrad-ı milletin her saat ve her dakīka nazar-ı dikkate alacağı bir mes’ele husulüne kendisinin çalışacağı bir gayedir! Ve bu gaye ise büyük küçük el birliği ile milletin tamamiyet-i sıhhiyyesini metanet-i milliyyeyi muhafazaya çalışmakta vazifedar olmaktan ibarettir. Profesör Piyersin diyor ki: “Temel taşı ancak budur. Ve ancak bu temel taşı üzerinedir ki: Bir millet bina olunabildiği gibi o milletin bir zaman te’sis eylediği imparatorluk muhafaza olunabilir…!” Fi’l-hakīka Profesör Piyersin’in mesaisine ve meva’idine karşı adem-i i’timad ile bed-endişi ile mütehassis olanlar şübhesiz Napolyon’un meşhur sualini soracaklardır: “Bu profesör Piyersin bu ana kadar ne yaptı? Ve işlediği ma’den nedir?” Evvela işlenilen ma’dene aid bir söz: O ma’den bütün bizden ibaretiz. Her büyük mektep her hastahane her bimar-hane her mahbes her mecma’-ı mesai her aile ve her ferd bu ma’deni teşkil ediyor… Kısacası sen ve ben! Beşeriyet ve bit-tab’ buna dahilen İngiltere beşeriyeti düşüncelerde dahil! Profesörün nazar-ı dikkati birkaç sene evvel Bredford semtindeki ailelerde nisbet-i tevlid veya mikdar-ı tevellüdün tenezzülüne celb edilmiş idi. Profesör diyor ki: Bu semtte altmış sene evvel her müte’ehhil kadın vasati dört senede bir çocuk doğururken şimdi on senede bir doğuruyor imiş. Açık hesab ile son altmış sene zarfında nisbet-i tevellüd nısfına inmiş. Burada harita zevatın vasıl oldukları netayic-i mü’ellimeyi hikayeye hacet yok…” Muharrir tenakus-ı nüfusa aid maamafih tabi’i İngiltere’ye aid bazı ma’lumat-ı ihsaiyye verdikten sonra muhtelif şehirlerdeki amele hayatının buna olan te’siratını amele-i nesciyye ile hadidiyye hakkında İngiltere parlamentosunda beyan-ı efkar eden muhibb-i beşeriyyet zevatı zikr ediyor. Garibdir Profesör Piyersin amelenin ihtiyarlığında hükumet tarafından göreceği mu’avenete aid kanun için i’tirazan diyor ki: Amelenin muhtac-ı mu’avenet olduğu zaman asıl çocuklarının henüz genç bulunduğu ma’işet ve tahsilinin peder boynuna bar olduğu zamanlardır. Yoksa zaten rehin-i zeval olan ebeveyn çocuklarını tahsilsiz cahil çapkın ayyaş büyüttükten ve cem’iyet-i beşeriyyeye bir takım a’za-yı muzırra yadigar eyledikten sonra edilen ianenin ne faidesi olur? Yine profesör tedkīkatına müsteniden diyor ki: “Ebeveynin siyla hastalığa müsta’id bulunuyorlar. Acaba niçin? Acaba baba ve ananın ceraim-i sıhhiyyesi bu zavallılara mı isabet ediyor? Fi’l-hakīka ilk çocuklar içinde dahiler büyük meziyetler yok değildir. Yalnız bedeni hastalıklar ilk evladlara daha ziyade musallat. Mesela veremi nazar-ı dikkate alırsak birinci çocuğu ikinci çocuğa nazaran iki misli ma’ruz-ı teessür bulduk. Yani melhuz olan ihtimale karşı görüldü. Sonra ikinci çocuğun melhuz ihtimaline karşı çıktı. Yine garib değil midir ki: İkinci çocuktan sonra erkam mühim bir tehalüf arz ediyor hesabatımıza nazaran ihtimal bildiğimiz üçüncü çocukta ancak bulduk. Tedkīkatımız bizi bir ailenin ’ncı çocuğuna sevk eylediği zaman teverrüm ancak çıktı. Tedkīkat-ı mütemadiyye ve muntazamamız şamil olduğu muhit-i vesi’de bizi cina’i cinneti ve sair emraz-ı ahlakiyye hususunda da mühim netayice isal etti. Adeta anladık ki: Bizim peri masallarında daima en küçük prensin mazhar-ı muzafferiyet olması hayal-i şa’irden ibaret değildir. Büsbütün yeni bir “ilm-i hayat” fenni isbat ediyor ki: Büyük kardeşlerin küçük kardeşlere karşı ümid-i muvaffakiyeti yoktur…” Profesör hatta bize de kemal-i samimiyetle aid ise de teşrihi şimdilik icab eylemeyecek birçok mebahis dermiyanından sonra yalnız İngilizlere değil bize de ibret olmak lazım geleni şu ma’lum sözleri ilave ediyor: “Fennin isbat ettiği vechile ebeveynin za’fiyeti cinneti temayülat-ı ahlakiyyesi çocuklarına sirayet ettiği gibi sıhhat ve metanet-i vücudiyye de tevarüs eder. Ve pederlerin validelerin hatalarının cezalarını hakīkaten çocukları çocuklarının çocukları çeker!” “Fi’l-hakīka hükumetimizin hüsn-i niyetinden emin olabiliriz ancak şu da ma’lumdur ki: Hükumetler iyi olduğu halde bile ancak bazı hayvanat-ı ehliyyenin bi’n-nisbe istirahatini te’min edebilir. Biz millet izzet-i nefsimizi bilmeli ve kendi kendimizin deva-yı derdini bulmalıyız! Felaketin büyüğü ma’lul-i sıhhi ve ahlakī ebeveynin bu illetlerini ensal-i hazıra ve atiyyeye de neşr etmeleri ve mümasillerini halk eylemeleridir. Bu intişar-ı elim kuyudumuza nazaran nesl-i hazırda yüzde yirmi beş nisbetinde lakin çocuklarımızda yüzde elli olacak. O halde şimdiden yüzde yirmi beşi bir fikr-i ıslah ile ta’kīb etmek gerekmez mi?” Yukarıda söylediğimiz gibi mes’ele-i asliyye kısm-ı mütefekkirimizi kendi kendisini ayramaktaki sa’yinin bizde bir ibret teşkil etmesine mevkūf. Onlar böyle çalışırsa biz bed-baht Osmanlılar cebhe-i mes’uliyetimizde frengiden dökülen milyonlarca kardeşlerimiz duran bu hey’et-i gafile Allah’a inanıyorsak huzur-ı cabsız duruyoruz bilmem? ---- OSMANLILAR ZEHIRLENIYORUZ ---- Şu bulunduğumuz dereke-i sefalete bizi düşüren esbab pek çoktur. O kadar çok ki insan teşrih-i alam için hangisinden başlayacağını bilemiyor… Bugün bizi toplarıyla tüfenkleriyle lerzedar ihtira’larıyla keşifleriyle valih ü hayran bırakan alem-i medeniyyet: “Bir milletin ahlakı o milletin nazım-ı terakkıyatıdır.” diyor. Ve bu sözüyle de pek büyük bir hakīkatini meydana koyarak bizlere ilimce fence onlardan pek geri kalan Osmanlılara bir çare-i fevz ü felah göstermiş oluyor. Fi’l-hakīka müdhiş bir sukūt-ı ahlakīye uğradık her türlü vazifemizi mahzuzat-ı nefsaniyyemize kurban ettik… Halbuki terakkī te’ali için vazifenin huzuzata takdimi lazım la-büd idi… Lakin büyük bir hakīkati unutuyoruz: Ma’lumdur ki milletlerin terakkī ve te’alisi bir takım avamil ve te’sirata tabi’dir. Bu avamil ve te’siratı milletlerin yaşadıkları muhit dahilinde aldıkları terbiye-i ibtidaiyyeden husule gelir ki o terbiye ne kadar ciddi ati ile ne kadar alakadar olursa millet için de o derece müsmir olur. Aks-i takdirinde o millet hırman ve hüsrandan başka bir şeyi ele geçiremez. Osmanlılığın hal-i hazır-ı ictimaisine atf-ı nazar edersek görürüz ki ehemmiyet-i fevkaladeyi ha’iz bazı cihetler maa’t-teessüf çoğumuzun nazar-ı dikkatini celb edemiyor. Ve işte bu felakettir ki daima bizi tedenniye doğru yıldırım sür’atiyle götürüyor. Emin olalım ki vatan düşman-ı harici ile uğraşırken dahilde onu tatlı zehirlerle tesmim eden adüvler var. Fakat efsus bunu hissedemiyoruz. Bu adüvler mektepler; nice amal-i hainaneye binaen te’sis edilen ecnebi mektepleridir. Bunlardan Fransızlar Fransız İngilizler İngiliz Almanlar Alman amalini tervic için çalışıyorlar. Ve bunların içinde bir kisve-i diniye bürünenler de Osmanlılığın tebdil-i efkar ve hissiyatına çalışıyorlar. Evet bütün acılığıyla açıkça söylüyorum İslamları Hıristiyan yapmak istiyorlar uğraşıyorlar hem bunları bu emellerini mekteplerinde kemal-i şiddetle tatbik ediyorlar. Cenab-ı Hak tarafından Hazret-i Musa’ya Tur-ı Sina’da verilen ve bilahare Hazret-i Isa tarafından hıristiyanlara tebliğ edilmiş olan evamir-i aşere bila-tefrik-i cins ve mezheb hıristiyana da müslümana da tedris olunuyor. Kilise evamirinden bahs olunuyor ve hep bunları ezberlemeye öğrenmeye zavallı müslümanlar icbar olunuyor. Zavallı yavrular… Bu milletin yegane ümidi olan zavallı kuzular.. Sizin parça itaatten inhiraf etseniz o alçakların o ifritlerin gazabı altında titrersiniz… Cevab vermeseniz kin garaz hepsi hepsi sizin üzerinize teveccüh eder. Sizi mutazarrır etmek hatta hatta istikbalinizi mahv edebilmek için bir fırsat kaçırılmaz. lar sizin hanenizle olan irtibatınızı bütün bütün kesmek isterler… Zavallı İslamiyet.. Senin mukadderatında bunlarda mı yazılı idi? Seni tatlı zehirlerle de mi tesmim edeceklerdi zehirleyeceklerdi de seni müdafaa edecek hiçbir ehl-i iman bulunmayacak mıydı? O sevgili Peygamber’in şefa’atinden mahrum kalmamak Cenab-ı Hakk’ın gazabını celb etmemek den kurtarmaya koşacak bir evladın bir tek evladın olmayacak mıydı? Heyhat!... Kimseden ümmid-i istimdad gelmez yadıma Ey benim feryad-res Rabbim yetiş imdadıma * * * Fransızların o büyük muharriri Victor Hugo çocuklar için: “Bugün dirsek vurup geçtiğiniz bir şakird ihtimal ki bir Bismarck’dır.” Diyor ve bu suretle çocukların ne büyük vazifeleri duş-i tahammülüne aldıklarını ve hal-i hazırda ümidin kimlerde bulunduğunu göstermiş oluyor. Bizde şimdiye kadar çocukların bu kıymeti takdir edilemedi. Ebeveyn çocuklarının kendilerinden pek sonra bir zaman için doğduğunu ve onlara o zaman için gıda vermek lazım geldiğini anlayamadılar. Evet anlayamadılar da mülkümüzde birkaç Reşid Paşa birkaç Bismarck yetiştirebilmek mediler. Belki mini mini ciğer-parelerini ecnebilerin dest-i menhusuna terk ettiler. Osmanlılar artık başımızı ellerimiz arasına alarak derin derin düşünmek zamanı çoktan hulul etti. Osmanlılığı öldürmek edelim. Ve onları vatan için tehlikelerden dönmez bir yüz bükülmez bir kol olarak yetiştirelim. Zira yarın mukadderat-ı milleti mukadderat-ı dini mukadderat-ı memleketi ele alarak yelerden kurtaracak onlardır. Yalnız onlardır. Bütün ümid-i selamet onlardadır. Halbuki o hissi ona bir ecnebi telkīn edemez etmez. Fakat bir vatandaş bir Osmanlı tabiatıyla bu vatana rabt-ı kalb etmiştir. O onun izmihlalini inkırazını istemez… Pek iyi tanıdığımız bu acıları vatandaşlarımızı ikaz için burada tekrar ettik. Yine bağırıyoruz: “Osmanlılar zehirleniyoruz çocuklarımızı istikbalde gayr-ı kabil-i istifade bir alet haline koymak için uğraşıyorlar onların o körpe dimağlarını tesmim ediyorlar. Bu acılıkları hissedelim de artık vazife-i vicdaniyyemizi bilelim.” − − Nasıruddin Şah’ın katlini müteakib İran an’ane-i hanedanisinden olmak üzere Tebriz’de bulunan Veli-ahd-i saltanat Muzafferüddin Şah kemal-i sür’atle hareket ederek payitahta geldi ve sene-i hicriyyesinde Zi’l-hicce ayının [inde] tahta cülus eyledi. Nasıruddin Şah devrini İran’ın en mezalim-kar bir devr-i tarihisi diye ta’rif ettik. Muzafferüddin Şah devri teslim etmelidir ki o kadar zulüm ve vahşete mazhar olmadı. Fakat bu devir dahi İran tarihinin en sefil günlerini teşkil eder. Fi’l-hakīka Muzafferüddin Şah’ın devr-i saltanatı İran’ın en sefil bir devr-i inhitatıdır denilse haksızlık olmaz. Bedenen alil idare-i şahsiyyeden mahrum olan bu zavallı Şah oldukça müsrif ve laübali idi. Hazine-i devlette masarıfatın üç misli bir varidat bile olsaydı yine Şah’ın israfatına gelemez idi. Nasıruddin Şah’dan sonra böyle müsrif bir ele geçen İran hazinesinin hali düşünülsün. İran maliyesi Muzafferüddin’in bir aylık israfatına devam edemez idi. Muzafferüddin Şah’ın israfat-ı la-kaydanesini musavvir pek mebzul ve meşhur olan hikayelerden birkaçını dinleyelim: Zat-ı şahane bazen devleti mücevheratın mahfuz bulunduğu daireye gider orada giran-baha inci hokkalarını mu’ayene ederler idi. Çok def’a böyle bir merakı da mabeynciler tarafından tahrik ediliyordu. Mabeyn hile-geranı tarafından kasden çürük iplere dizilmiş olan inci sübhaların zat-ı mülukanece saçılan daneleri ise Şah iki parmağı arasına alarak “Bu senin bu senin bu da senin” diye ma’iyyetindekilere atıyor sıçratıyordu. Sadr-ı a’zam tarafından kendisine senevi tümen tahsis etmek üzere kaleme alınan bir ferman suretinin imzasını bekleyen bir me’mura zat-ı şahanelerinin tümen fazladır ayda tümen alacaksın diye bir “kiyaset-i maliyye” ibraz ettikleri de meşhurdur. Bu kabil laübaliyane israfatın masalları hadsiz hesabsızdır. Bir def’a da hoşuna giden bir çocuğa kasr-ı hümayunlarından en a’lasının i’tasını havi bir fermanını zamanın sadr-ı a’zamı vaktinde yetişerek yırtmıştı. Merhum müsrif olduğu kadar halim idi de. Fermanlarının yırtılmasına evamirinin icra edilmemesine kızmaz idi. Her istenilen şeyi vermeye müheyya olduğu gibi her istediğinin de mutlaka suret-pezir olması kaydında değil idi. Muzafferüddin Şah’ın şu iradesizliği ve israfından bil-istifade etrafında olan tama’kar ve hain rical-i devlet bedava servet sahibi olmak arzusuyla Şah’ı daima bezl ü israfa teşvik eder ve nukūd-ı devleti bir suret-i haydudanede yağma ederlerdi. * * * Müdhiş bir surette israf olunan hazine-i devlet artık hevesat-ı mülukaneye tahammül getirecek halde değil idi. Halbuki para lazım idi. Mabeynciler para tahsili için yol aradılar. Kendilerince külliyetli bir para menba’ı buldular. İstikraz. devletinden milyon rublelik bir istikraz yapıldı. Saray ihtiyacatından bil-istifade Rus diplomasisinin teşviki üzerine icra olunan bu istikraz: üzere “Reji mes’elesinden” dolayı İngiliz kumpanyasına varid olan hasaratın tazmini için işbu istikrazdan milyon tümenin on seneye kadar te’diye olunmadığı takdirde işbu karzın te’diyesinden evvel başka bir devletten İran hükümetinin bütün İran gümrüklerinin aidatının doğrudan doğruya Rus bankasına gideceği ve müddet-i istihlaki sene olan istikrazın tekasit-ı seneviyyesi çıkarıldıktan sonra fazla aidatın seneviyyesini ödemeyeceği takdirde İran gümrüklerinin Rus kontrolü tahtına alınacağı bununla da maksad hasıl olmazsa gümrüklerin Rus tarafından idare edilmesi gibi haysiyet-şiken şerait üzerine akd edilmiştir. Bu istikrazı müteakib ’nci sene-i miladiyyesinde aynı şeraitle milyon ruble diğer bir istikraz dahi akd edildi. Bu da kafi gelmeyerek birkaç sene sonra mütevaliyen senesinde . senesinde de . ki mecmu’u . İngiliz lirası % ’la İngiliz Hindistan Hükumeti’nden enharının sayd-ı mahisi inhisarını edinmiş olan Rus kumpanyasının hakk-ı imtiyaz olarak İran Hazinesi’ne te’diye etmekte olduğu aidat-ı seneviyyesi o kafi gelmezse İran Posta ve Telgraf İdaresi’nin aidatı o da kafi gelmezse Faris Eyaleti karşılık tutuldu. Halbuki Rus balıkçı kumpanyasından alınan para karşılık teşkil etmek için baliğan ma belağ kifayet edecek bir derecede idi. Fakat İngiliz dur-binliği sayesinde mezkur mukavelede kayd ettirilen “kafi gelmezse” kaydı tam ma’nası ve bütün kuvvetiyle icra-yı te’sir etmektedir. Mukaveleyi imza eden İran “rical ve siyasiyyunu”nun şimdi İran hükumetini menabi’-i mezkureyi diğer bir istikraza karşılık göstermekten men’ ediyor. İngilizler menabi’-i mezkure bizim istikrazımıza karşılıktır diye protesto ediyorlar. Resmen akd olunan işbu istikrazlardan başka Muzafferüddin Şah zamanında diğer suretlerle dahi istikrazlar akd edilmiştir. Hesab-ı cari olarak İngiliz bankasından Bank-i Şehenşahi % ’la . İngiliz lirası. Rus bankasından Bank-ı İstikrazi –sahte ve batıl hesablar dahil olduğu halde– milyon ruble. Bunlardan maada İran teba’ası tüccarından dahi hadd ü hesabı na-ma’lum birçok şahsi istikrazlar edilmiştir. Memleketin istiklalini tahdid haysiyetini tenkīs şeref ve namusunu ihlal ile tahsil olunan bu paralar hemen eğlencelere sarf edilmiş gitmiştir. Şöyle ki: Avrupa seyahatinde pederi Nasıruddin Şah’ı taklid eden Muzafferüddin Şah resmen akd ettiği üç istikrazdan gelen paraları üç Avrupa seferinde Mu’asırları olan muharririn-i mediha-seradan bazıları gerek Nasıruddin gerek Muzafferüddin Şahların seyahatlerinin Avrupa temeddününün İran’a celbi için vaki’ olduğunu tedkīkat-ı tarihiyye şu taçlı seyyahların tuhfe olarak İran’a getirdiklerinin çocuk oyuncağı bir takım lüzumsuz şeylerden haric bir şey olmadığını teslim etmekten başka bir hüküm veremez. * * * susatta da cari idi. Devleti bu ağır ve haysiyet-şiken şeraitlerle akd olunan Muzafferüddin para bulmak siyaseti nokta-i nazarından şerait-i muzırrayı havi birçok imtiyazat dahi i’ta eylemiştir. Bu hususta hatta pederi Nasıruddin Şah’ı da geçmiştir. Ancak sene sonra İran’a teslim edilmek şartıyla inşa olunan “Enzeli-Tahran” yolu keza sene müddetine vermiş olduğu taahhüdü bir on sene daha temdid kılan düşman-ı muharibimiz bulunan Karadağ mesaha-i sathiyyesi kadar bir araziyi şamil Azerbaycan vilayetlerinden Karadağ’da mevcud bil-cümle ma’adinin hakk-ı istifadesini vilayet dahilindeki ormanlar ve enharın istifade edilebilmesi şartıyla Ruslara tevdi’ eden Rusları İngilizlere karşı ihraz-ı muvaffakiyet ettirmek kasdıyla İran emti’a-i ticariyyesinin bile zararına olarak İran Gümrük Reisi Belçikalı Mösyö Nevez’in tertib eylediği “Rus-İran Gümrük Ta’rifesi” gibi birçok rüddin Şah olmuştur. Yine Muzafferüddin Şah zamanındadır ki Reji Mes’elesi’nden sonra Rus-perestliği iltizam eden ve bu perestişi sayesinde Rus nüfuzu İran sarayını istila eylemiş ve Şimali tifa’ına hatta –bir dereceye kadar– yed-i inhisarına geçmiştir. Esası Nasıruddin Şah zamanında vaz’ edilmiş ve Rus zabitleri kumandasında teşekkül etmiş olan İran Kazak Livası’na dahi Muzafferüddin Şah devr-i saltanatında imtiyazat-ı mahsusa verilmiştir. Hal-i hazırda mezkur Kazakhane’nin sesesi halini aldığı da imtiyazat-ı ahdiyye-i mezkureden ileri gelmektedir. Muzafferüddin devrinin diğer hususatını da başka bir makalemize bırakalım. Hindistan ekabir-i rical-i siyasiyyesinden Emir Ali hazretleri Times gazetesinde baladaki ser-levha ile yazdığı bir mektupta Balkan kralları tarafından neşr olunan beyannanelerde ta’assub-ı diniye müracaat edilmesi mezkur gazete tarafından takbih olunduğundan dolayı beyan-ı memnuniyyet ediyor ve Times gazetesinin bu takbih-i muhikkının Türkiye aleyhinde gerek İngiltere’de ve gerek Hindistan’da saçılan tohm-ı fesada rağmen İngiliz efkar-ı umumiyyesi ü zerine hüsn-i te’sirden hali kalmayacağından bahsettikten sonra diyor ki: “Şayan-ı teessüf ahvaldan olarak Büyük Britanya ahalisinin bir rub’u yani yüz milyonu mütecaviz kısmı din-i İslam’a mensub oldukları ve bunların en mukaddes hissiyatı kendi halifeleri olan zat-ı Hazret-i Padişahi’nin nüfuz ve te’sirinin ve şeref ve haysiyetinin muhafazasına ma’tuf bulunduğu ve Türkiye’ye karşı vukū’ bulan her nevi’ haksızlıkların ve Türkiye’nin duçar olduğu felaketlerin kendileri için de bir felaket teşkil ettiği layıkı vechile İngiltere’de ta’akkul ve teyakkun olunmuyor. Maamafih İngiltere’de nice kadın ve erkekler vardır ki muharebe-i hazıraya nazar-ı nefretle bakmakta ve Balkan hükumetlerinin kendi harekat-ı hak-şinasanelerini ma’zur ve muhik göstermek için Hıristiyanlık hissiyatına müracaat etmelerini tel’in ve takbih eylemektedirler. Böyle Emir Ali hazretleri ba’dehu Rus muharrirelerinden Madam Novikof tarafından Times gazetesinde neşr olunan bir mektubu mevzu’-ı bahs edip muma-ileyhanın bundan otuz beş sene evvel de İngilizlerin hissiyatını Türkiye aleyhine çevirmeye pek çok gayret etmiş olduğunu ve bu def’a dahi tekrar aynı vazifenin ifasına karar vermiş göründüğünü beyanla mektubuna şu suretle hitam veriyor: “Madam Novikof’un mensub olduğu memleketin bir asırdan beri boğmaya çalışmış olduğu bir millete karşı neşriyat-ı hak-perestanede bulunması mümkün değildir. Lakin İngilizler “A caba Türkiye’ye rahat yaşamak için meydan verildi mi?” diye kendi kendilerine sual etmelidir. Türkiye her ne zaman kanun ve nizam idhaline teşebbüs etmiş ise Rusya ateş ve kılınç ile üzerine yürümüştür. ve tarihlerini senesindeki Yunan ta’arruzu nu ve senesi ları “Harb-i mukaddesi”! ve bunlardan maada arada sırada Makedonya köylerine saldırılan ihtilalci ve bombacı çetelerini ve bunların beyne’l-ahali ifa ettikleri dehşet ve ika’ eyledikleri tahribatı İngilizler tahattur edebilirler.” ---- BALKANLAR CIHADI ---- Bugün İstanbul bir yevm-i intizar geçiriyor. Heyecansız velvelesiz; fakat asabi bir yevm-i intizar. Babaeski-Lüleburgaz-Vize sahasında başlayan muharebenin devam ettiği geç vakit haber alınıyor. Bugün de intizarla geçiyor. Sabah ve akşam trenlerle birçok mecruh gazilerimiz geliyor. Bugün sabahleyin gazeteleri okuyan kari’ine bir inşirah geliyor. Herkesi büyük bir intizar ve endişeler içerisinde bırakan Şark Ordusu’na aid neşr olunan tebligat-ı resmiyye ordumuz için müsa’id bir vaz’iyet hasıl olduğunu gösteriyor. Başkumandan Vekili Nazım Paşa’nın çektiği telgraftan Şark Ordusu’nun birleştiği Pınarhisar’ın istirdad düşmanın hatt-ı ric’ati tehdid edildiği ordumuzun ilerlediği maa’l-mesar öğreniliyor. Ordu-yı Hümayun’un vaz’iyetine dair bugün de iyi haberler geliyor. Tebliğ-i resmi Babaeski ve Lüleburgaz kollarının da ilerlemek üzere emir aldıklarını iş’ar ediyor. Karadağlıların zim oldukları ihbar olunuyor. Bugün İstanbul hiç de intizar eylemediği bir haber işitmekle hüzünlere dalıyor. “Tali’-i harbin mütehavvil olup her noktada birden ihraz-ı zafer etmenin her zaman kabil olmadığı ve harbi kabul etmiş olan bir millet için kaffe-i netayice kemal-i sebat ve metanetle tahammül etmenin unutulması vahim bir vazife olduğu” mukaddimesiyle başlayan İstihbar Kalemi “İşkodra ve Yanya cihetlerindeki asakir-i Osmaniyyenin müdafa’at-ı mevki’iyye göstermekte olduklarını fakat Vize ve Lüleburgaz taraflarında bulunan Şark Ordusu’nun müdafaa-i lazımeyi daha ziyade suhulet ve muvaffakiyetle etmek tasmiminde bulunduğunu menafi’-i vataniyyenin son mertebe-i imkana kadar te’min-i muhafazasına çalışılması mukarrer ve tabii olduğunu” tebliğ ediyor. Bu habere karşı; metanetini muhafaza etmekte olan İstanbul halkı birden bire son derece mükedder oluyor bütün simaları ye’is ve kin ile mümtezic bir düşünce kaplıyor. Vatanın Hi la fet’in hatta dinin tehlikede olduğu görülüyor. Önde bir Ebu Ubeyde bir Halid bin Velid olsa herkes meydan-ı cihada koşacak gibi pür-heyecan. Sema bulutlu fakat öyle bir bulut ki kandan alevden ibaret. Sanki büyük bir yangının alevleri güneşin önüne geçmiş onun ziya-yı siminini siyah-alud bir humrete kalb eylemiş. Bütün ufuklar elektriklerle mahmul zulmet-feşan boğucu bir rüzgar kalbleri yakıyor. Kulaklar bin nevha-i matemle meşbu’. Rumeli’de zebh edilen İslamların karınları zehirli süngülerle deşilen kadınların avaze-i istimdadları ta buralara kadar aks ediyor. Herkesin kalbi yaralı düşüncesi büyük Hükumet de her türlü tedabir-i sa’ibede bulunmaktan geri kalmıyor. İnşaallah yarın bulutlar dağılır güneş yine nurlarını saçar ümidler serper. Diğer taraftan Hariciye Nazırımız Noradonkyan Efendi bütün düvel-i muazzama süferasıyla görüşüyor. Bugünkü gazetelerde Şark Ordusu’nun bütün hat boyunda meşgūl-i müdafaa olduğu okunuyor. Babıali’nin süfera-yı Osmaniyye’ye tahrirat-ı umumiyye gönderdiği anlaşılıyor. Babıali işbu tahriratında i’lan-ı harbten evvel hükumet-i erba’anın tavır ve mesleklerini izah ve muharebenin safahat-ı hazırasını beyan ederek “Bize gayr-ı müsa’id bazı safahatın zuhur-yafte olmasını yani sevkiyatımızın henüz ref ve haysiyeti namına muharebeye devam için sevkiyatını tarafdarı olduğu ve isale-i dimayı arzu etmediği cihetle sulhun tesviye cihetini kabul eylemekte bulunduğu ve buna bir zemin-i muvafık bulunursa muvafakat eyleyeceği” de beyan olunuyor. Devletlerin cevabına intizar olunuyor. Düvel-i muazzama donanmalarından birer kruvazörün Boğaziçi sularına duhulüne müsaade edildiği bu hususta olan süfün-i mezkure bugün limanımıza girmeye başlıyorlar. olunuyor. Bugün zat-ı hazret-i padişahi Nişantaşı’nda te’sis buyurdukları Valide Hastahanesi’ne azimet buyurarak mecruhin-i guzatı taltif buyuruyorlar. Bugün trenlerle ’ü mütecaviz mecruh gazi nefer daha şehrimize geliyorlar. Karargah-ı Umumi’ye teşrif buyurmuş olan veli-ahd-i saltanat hazretleri bugün avdet ediyorlar. Şark Ordusu vaz’iyetinde tebeddül vukū’ bulmadığını gazeteler neşr ediyorlar. Lakin Çatalca ve daha önlerde bulunan ordunun kuvve-i ma’neviyyesinin iyileştiğine düşmanla her halde kat’i bir muharebe daha yapmak istediğine kırk elli bin İslam cengaverin daha orduya iltihak ettiğine dair hususi haberler yeniden kalblere lakīd bahş ediyor. Diğer taraftan da Garb Ordusu’ndan muzafferiyet haberleri geliyor. Teşrinievvel’in ’nda Yunan ordusunun ric’at ettiği ve Soroviç’in istirdad edildiği anlaşılıyor. Pirlepe şimal-i garbisinde dahi Sırplarla olan muharebenin Osmanlılara müsa’id bir tarzda vukū’ bulduğu ihbar olunuyor. Yanya darü’l-harekatında da düşmanın bir hayli telefat vererek Beşpınar havalisine püskürtüldüğü iş’ar olunuyor. Necid’de Al-i es-Su’ud kabailinden hükumetin her emredeceği yere gitmek ve harbe iştirak eylemek üzere Necid ümerası ma’rifetiyle yüz kırk bin müsellah fedai cem’ edildiği ve bunların alacakları emir üzerine nezdlerinde bulunan bir hayli Arab atlarıyla birlikte İskenderun’a ve oradan Dersaadet’e gelecekleri el-Mukattam gazetesinin İskenderiye muhabiri tarafından bildirilmiştir. Yaşasın mes’ud alınla İslamiyet uğrunda canını feda eden müslümanlar!.. − Evlad-ı Arab’ın yalnız gençlerinde değil bütün kırk yaşını mütecaviz ihtiyarları miyanında dahi bir hamaset-i intikam-cuyane müşahede olunuyor. Hindistan ve Buhara hüccac-ı kiramından bir cemm-i gafir Mekke-i Mükerreme’ye müheyya-yı azimet bulundukları halde Balkan hükumatının Devlet-i Osmaniyye’ye karşı niyyelerinden bu mevki’de hac ile cihadın hangisinin daha ziyade efdal olduğunu sual etmişler ulema-yı muma-ileyhim cevaben bu sırada cihadın hacdan daha vacib ve efdal olduğuna dair fetva vermişlerdir. Bu sebeble mezkur hüccac Sekizinci Kolordu Riyaseti’ne müracaat ederek gönüllü sıfatıyla meydan-ı harbe i’zam edilmelerini taleb etmişlerdir. Badiye a’rabından bir cemm-i gafir de gönüllülere iltihak etmiştir. Suriye aşayirinden Rüvele Aşireti Şeyhi Reşid Duhi kendi aşiretinden sekiz yüz mücahid ile meydan-ı harbe azimete karar vermiştir. BULGAR ZULÜM VE VAHŞETI Bulgaristan’dan hayatlarını pek güçlükle kurtararak Romanya’ya firar edebilmiş olan dindaşlarımız yazıyorlar: Bulgaristan’da yaşamak felaketine uğrayan bed-baht İslamlar artık son günlerini geçirmekte mezar başında bulunmaktadırlar. Bugün Bulgaristan’ın kanlı bir selhhaneden hiç farkı yoktur. Bulgaristan’da altı yüz elli binden ziyade müslüman bu dakīkada ah ü enin içinde feryad edip inlemekte alem-i medeniyyetin istimdadını beklemektedir. Burada İslamlara tasavvurun fevkinde hatır ve hayale gelmez engizisyon mezalimine rahmet okutturacak mezalim yapılmaktadır. Bulgaristan ahali-i müslime-i mazlumesi bıçak altında kurbanlık koyunlar gibi her saat ölümlerini beklemekte ve birbirlerine veda’ etmektedirler. Kasaba ve köylerde İslam kadınlarının namuslarına tecavüz ediliyor. Hergün yüzlerce Silistre Kurtpınar Yellipınar taraflarında namuslarına tecavüz edilmedik İslam kızı kalmadı. Geçende Pravadi’de üç müslüman sokak ortasında şehid edildi. Plevne’de sekiz İslam’ı koyun boğazlar gibi boğazladılar ve cami’-i şerifi ateşe verip çatır çatır yaktılar. Şumnu’da şose hattı üzerinde parça parça edilmiş yüzlerce Sofya’dan beş İslam erkek ile bir kadın casuslukla itham edilerek i’dam edildiler. Saraybosna’dan memalik-i Osmaniyyeye gitmek üzere vapura rakib olan üç müslümanı vapurda bulunan vahşi Bulgar nizamiye askerleri Tuna’da boğdular. Bütün bu cinayat-ı vahşiyye hükumetin gözü önünde yapıldı.. Hükumet kariben vukū’a gelmesi pek muhakkak olan umumi bir ta’arruz ve kıtalden İslamları muhafaza edemeyeceğini alenen söylemekten çekinmiyor. Vidin Mekatib-i İslamiyye Müdürü Mehmed Mahir Bey kardeşimiz şübhe üzerine tevkīf edildi. Huzur-ı Hak’da İslam olmaktan başka bir cürm ü cinayeti olmadığı halde kurşuna dizileceği söyleniyor. Bu cihan-değer gencin tevkīf ve felaketi umum Bulgaristan müslümanlarının kalblerini parçalıyor. Düvel-i muazzama bu yirminci asr-ı medeniyette Balkan’daki Bulgar vahşilerinin yaptıkları cinayat-ı vahşiyyeye karşı el-an sükut edecek midir? * * * ris Bulgarların zalam-ı vahşet-engizinden tahlis-i nefs etmek ümidiyle tabi’iyet-i Osmaniyyeyi haiz birçok İslamlar terk-i dar u diyar eylemektedir. Ahiren İstanbul’a gelen bu mağdurin-i İslamiyyeden aldığımız ma’lumata göre Filibe’de gerek sokaklarda ve gerek hanelerde iki İslam’ın görüşmesi şiddetle men’ edilmiştir. Sokakta iki müslüman birbirine selam verecek olsa her hatvede kendilerini ta’kīb eden kanlı Bulgar gözleri derhal bi-çare İslamları su’-i kasd için sözleşiyorlar diyerek tevkīf eder ve polis karakoluna götürülünceye kadar yollarda bin cevr u cefa edilir. El-yevm Filibe’de pek çok İslam esnafı süngü altında cebren ve angarya olarak Bulgar ordusu namına gece gündüz kalanlar dahi süngü ile dürtülerek son katre-i mesaisini isar edinceye kadar işlemeye mecbur edildiği pek feci’ vekayi’ tasviriyle bildiriliyor. Bu esnaf esasen kazanabildikleri yevmiye ile evlad ü ıyalini rettir. Binaenaleyh bunların Bulgarlar tarafından bila-inkıta’ yevmiyesiz ve ekmeksiz çalıştırılması bütün Bulgaristan kaht ü gala içinde boğulduğu böyle bir zamanda ailelerini sefalet ve açlık içinde perişan kalmaya mahkum etmiştir. Filibe’den aldığımız mevsuk haberlere göre bütün Bulgaristan müftileriyle Sofya’da Adliye ve Mezahib Nezareti’nden tebliğ edilen emirnamelerde bundan sonra İslamlara hiçbir yerde tecavüz edilmeyeceği ve burunlarının bile kanatılmasına meydan bırakılmayacağı ve mütecasirlerin derhal kurşuna dizilmesine karar verildiği bildirilmiş ve bu emirnamenin ahali-i İslamiyyeye derhal ta’mimi tavsiye edilmiştir. Maamafih İslamlardan emilebilecek kan şimdiye kadar akıtılmış olduğu için bu emirname İslamların ahval-i ruhiyyesi üzerinde hiçbir te’sir husule getirmemiş ve bütün kacak olan vahşi ve resmi Bulgar soygunculuklarını ta’kīb eden bu istihza-amiz teselli-i himayetkaraneyi müteakib edecek olan İslamların emval ve emlaki gasb edileceği ve binaenaleyh hiçbir müslümanın bulunduğu mahalli kat’iyyen terk etmemesi lüzumu şediden ihtar edilmiştir. Bu cihetlerde artık silah sopa kullanacak hatta bir çocuğa çıkışacak kudrette Bulgar kalmadığı için İslamlar hakkında tevali eden menakıb-ı mezalim ve vahşetten artık bir haber alınamamaktadır. * * * Kudurmuş Bulgarların hala bi-çare her türlü himaye ve mu’avenetten mahrum İslamlar hakkında reva gördükleri mezalim artık her türlü kavaid-i medeniyye ve insaniyyenin fevkine çıkıyor. Yanan cami’ler bombalarla tahrib edilen mektepler katl ü i’damlar yağmalar bugün el-an devam ediyor. Nasılsa firar edebilmiş bir Bulgaristan gencinden yevmi gazetelerin son def’a aldığı bir mektup yine bütün müslümanlara gözyaşları döktürdü. Geçen hafta Cuma namazını eda etmekte iken cami’-i şerife hücum eden Bulgarlar müftiyi darb ve tehdide başlamışlardır. Giriftar oldukları mezalimden bi-zar kalan eşraf askeri kumandanına müracaatla bu mu’amele-i na-revanın yapılmaması hakkında istirhamatta bulunmuşlardır. İstirhamat-ı vakı’aya: “Bizim asker hududa gidince siz burada kalan Bulgar kadınlarını serbestçe kesmek ve buna mümasil düşüncelerinizi bu maksadınızın husulü için konferanslar akd ettiğinizi haber alan asker boş yere tehdid ve darba kalkışmaz. Çekiniz ceza-yı sezanızdır” sözleriyle cevab verilmiştir. olmayan bir Bulgar zabiti ağzından çıkıyor. Bulgarlar önlerine gelen İslam mekteplerine girerek kız arıyorlar. Ekmek kavun karpuz daha doğrusu bulunması gayr-ı kabil bir takım mütalebatta bulunarak darba başlıyorlar. Yapılan arasında en mühim bir faci’a vardır ki hakīkaten insanın tüyleri ürperiyor hanelere girilmeye başlanıldığı günün akşamı Müfti Vekili Eşref Efendi bizzat askeri kışlasına sürüklenerek bir alay vahşiler hanesine girmişler. Zavallı müftinin kızları Nazıme ve Efruze hanımların belki imdad yetişir ümidiyle teslim olmamaları yüzünden çektikleri dayanılmaz bin türlü Hüseyin Hacı Mehmed Kara İsmail Razgradlı İbrahim ve şürekasının hiçten Napolyon paralarını almışlardır. Ve’l-hasıl hiçbir İslam kalmamıştır ki Bulgarların kahr u gasbından ezilmiş olmasın. Bütün bu vekayi’ zavallı gencin mektubunda yeminlerle te’yid ve tasdik olunuyor. el-Alem gazetesinin Teşrinievvel-i efrenci nüshasından: “Dün varid olan bir telgraf bütün alem-i İslam için fevkalade sürur-amiz bir haberi mübeşşir idi. Bu telgrafta başlarında kahraman kumandanları bulunduğu halde Trablusgarb ve Bingazi’de bulunan Arabların hemen kaffesi son neferleri mahv oluncaya kadar Trablusgarb istiklalini suret-i kat’iyyede müdafaa ve bu hususta ila nihaye sebat ve metanet etmeye azm ü cezm ettikleri devleteyn arasında akd olunan sulhün kendilerini muharebede devam etmekten asla men’ edemeyeceği haber verilmektedir. Mücahidlerin azim ve kuvvetlerini ve fevz-i azime nailiyetleri hakkındaki emel ve ümidlerini bir kat daha takviye ve tezyid eden birkaç sebeb vardır ki onlar da İmam Senusi hazretlerinin muharebede devam edilmesi hakkında emir ısdar ve bu hususta bilumum kabaile hitaben beyanname neşr etmesidir. Bundan başka mücahidler şimdi muhtac oldukları zehair esliha ve mühimmat-ı harbiyyeye baliğan ma belağ malik bulunmaktadırlar. Bütün mücahidinin mukatelede devamda son derece eylememekte bulundukları ve zabitandan kısm-ı a’zamının Hükumet-i Osmaniyye’nin hizmetinden isti’fa ile son dakīkaya kadar muharebeye iştirak etmeye ahd ü misak eyledikleri ve İtalyanların sahne-i harbde evvelkinden daha ziyade duçar-ı meta’ib ve mezahim olmakta ve askerlerinin ileriye bir adım atamamakta oldukları ilaveten bildiriliyor. Telgrafın mündericatı bundan ibaret olup Arabların şeca’atinden ve zabitan-ı Osmaniyyenin ikdam ve gayretinden esasen beklenen bu idi. Bütün alem-i İslam Trablus mücahidlerinin bu ulvi sebat ve ısrarını alkışlayacak ve onların bu asil hareketlerinden feyz ve cesaret alacaktır.” Bakbak Teşrinievvel: Bazı gazeteler Senusi Şeyhü’l-meşayihi Seyyid eş-Şerif hazretlerinin kerimesiyle izdivacımı yazmış bu yalanın tekzibini rica ederim. Trablusgarb harb ianesi olarak Mısır cem’ olunan mebaliğ hakkında el-Alem gazetesinde ahiren neşr olunan istatistikte iane-i mezkurenin . Mısır lirasına baliğ olduğu gösterilmiştir. Liberte gazetesinin istihbarına nazaran Trablus’ta bulunmakta olan Enver Bey zabitlikten el-Mukattam gazetesinin fından Trablusgarb’ta intişara başlayan gazeteye karşı Bingazi’de bir gazete çıkarmak üzere İskenderiye’deki ehibba ve eviddasından birisi vasıtasıyla bir matbaa alat ve edevatı sipariş etmiştir. Bunun üzerine buraca icab eden alat ve hurufat mübaya’a edilmiş ve tedarik olunan iki mürettib ile yola çıkarılmıştır. Mürettiblere yol masrafıyla beraber peşin olarak bir aylık verildi. Burada Enver Bey hakkında türlü türlü rivayetler deveran ediyor. Bunlardan bahs etmekten şimdilik sarf-ı nazar ile müşarun-ileyhin hüsn-i niyyet ve maksadını te’yid edecek zuhurata intizar ediyoruz. Bununla beraber şurasını da söylemekten bizi hiçbir şey men’ edemez: Enver Bey Devlet-i Aliyye’nin İtalya ile akd ettiği sulhü adem-i kabulde urban ile birlikte müttefiktir ve Trablusgarb haricindeki mühim kabail ile gayet mühim bazı mevad hakkında müzakerata başlamıştır.” el-Alem gazetesinin İskenderiye muhabiri tarafından i’ta olunan ma’lumata nazaran beyanname tab’ etmekte olduğu İskenderiye a’yanından bir zat tarafından re’ye’l-ayn müşahede olunarak vaki’ olan teşebbüsat üzerine mezkur beyanname tabi’i tevkīf ve tab’ olunan nüshalar zabt ve müsadere ve matba’a derhal sedd ü bend edilmiştir. Beyrut’ta neşr olunan elBelağ gazetesi Tunus İslamlarına karşı Fransa hükumetinin reva gördüğü ahval-i müteaddiyaneden bir nümune olarak Tunus’tan aldığı bir mektuba istinaden İstanbul’a gönderilen mektupların açıldığını Suriye cihetlerine olan muhaceretin Fransa Hükumeti tarafından teşvik edildiğini yazıyor. Rusya’dan Bağdad’a birçok İslam ahalinin hicret etmiş oldukları hicretlerinin de hükumetçe kendilerinden taleb olunan mükellefiyet-i askeriyye kanununa adem-i rıza gösterdiklerinden ve bundan dolayı kuva-yı müselleha-i hükumetle müsademeye kadar vardıklarından te iltica ettikleri el-Belağ gazetesinde görülmüştür. Bom bay’dan Ajans Reuter’ e yazılıyor: “Hindistan’daki İslam mehafilinin birçokları Türkiye’ye iane-i harbiyye olarak toplanılan üç milyon rublenin inşası tasavvur edilmekte olan bir darülfünuna sarf olunmasını istiyorlarsa da böyle bir darülfünun te’sisi için zuhur eden hareketin riyasetinde olup da el-yevm Moskova’da bulunan Ağa Han müslümanları Balkan hükumetlerine karşı harb etmekte olan Hükumet-i Osmaniyye’ye mu’avenete bezl-i mesaiye da’vet ederek bir darülfünun te’sisi tasavvuru diğer bir tarafa bırakılmasını tavsiye etmektedir. Tercümesi Zannediyor musunuz ki muharebede sabır ve sebat göstermedikçe Allah uğrunda düşmanla merdane çarpışmadıkça cennete gireceksiniz? Halbuki siz mülakī olmazdan evvel her halde ölüm şehadet istiyordunuz; şimdi ise istemiş olduğunuz şeyi yakīnen görüyorsunuz da onu hayretlerle karşılıyor ona yakın varmak istemiyorsunuz?... * * * Ayet-i kerime sure-i Al-i İmran’a mensubtur. Sebeb-i nü zulünü de şu suretle beyan ediyorlar: Hazret-i Peygamber Bedir Muharebesi’nde tam ma’nasıyla muzaffer olarak avdet ettikten sonra Cenab-ı Hak şüheda-yı Bedr’in nail olduğu sevabı haber verince herkes “Ah bir muharebe daha olsa da şöyle yapsak böyle etsek…” diye gurur gösterip mu harebe meydanlarında kanlarının son damlasına kadar çarpışacakları ahdinde bulunurlar. Bilahare Uhud Gazvesi ederek müşavere eder kendisi Medine’den dışarı çıkmayarak düşmana karşı tedafü’i bir vaz’iyet alınması tarafdarı olduğunu söyler. Sahabenin büyüklerinden birçokları da bu fikri musib görürler. Ma’a haza birçok sahabe gençler şüheda-yı Bedr’de bulunmayanlar her halde tecavüzi bir vaz’iyet alınmasını Uhud’a kadar gidilmesini ısrar ederler. Zaten şimdiye kadar “Ah bir muharebe..!” diyenler daha ziyade galeyana gelerek bağırıyorlardı. Bunun üzerine harice çıkıldı Uhud denilen mevki’de muharebe-i meşhure vukū’ buldu. Neticede elli kadar tir-endazın Serdar-ı A’zam Efendimiz’in evamir-i celilesine muhalefet etmeleri bulundukları mevki’de sabır ve sebat göstermeyip emval-i gana’ime koşarak ordu-yı İslam’ın inhizamına sebebiyet vermeleriyle Hazret-i Hamza bu muharebede mertebe-i şehadeti ihraz ettikleri gibi sevgili Peygamberimizin sinn-i şerifleri de şehid olmuş mübarek re’s-i sa’adetleri yarılmıştı. Bunun üzerine ordu-yı İslam’a za’f u fütur arız oldu. Cesaretleri kırıldı kalblerini me’yusiyet istila etti bu ye’s ü füturun izalesi için ayet-i kerimeleri şeref-nazil olduğu gibi muharebeyi görmezden evvel “Muharebe isteriz! Ya ölüm ya zafer…!” diye bağırıp da bil-fi’il muharebe başladığı zaman sözlerinde sebat etmeyenlere düşmandan yüz çevirip ordunun inhizamına sebebiyet verenlere hitaben de tehdid-i ilahisi nazil olmuştur. Evet bu nass-ı ezeli diyor ki: Ey Uhud muharebesinden evvel “Ah bir muharebe olsa da düşmanlarımızı şöyle yapsak böyle mahv etsek” diyenler işte evvelce mülakī olmasını arzu etmiş olduğunuz ölümü şimdi bil-fi’il görüyor müşahede ediyorsunuz! Evvelce bunu isteyen siz değil miydiniz? Ya şimdi ne oluyor da size dehşet veriyor? İstediğinizi görünce size niçin za’f ü fütur arız oluyor niçin me’yus oluyorsunuz? İstemiş olduğu bir şey ile mülakat insanı niçin ye’se düşürsün? Hem bu yakışır mı? Biliniz ki sizde müşahede edilen bu halet-i ruhiyye kavlinizi tekzib ediyor; “Allah uğrunda mücahede ederek ölünceye kadar sabır ve sebat göstereceğiz” sözlerinizin kalbinizden olmadığını şehadeti cennet ve cemal-i ilahi ile müşerref olmayı hayat-ı faniyyeye tercih etmediğinizi iş’ar eder. Halbuki Allah kavle değil fi’ile bakar. Sizden bil-fi’il mücahede sabır ve sebat görmedikçe cennetlerine idhal etmez. Kanımızın son damlasına kadar akıtacağız deyip de muharebe meydanını bırakıp kaçmakla istemiş olduğunuz muzafferiyet cennetlere nailiyet sizden ne kadar uzak. Bu nass-ı ilahi Uhud Muharebesi’nde hazır olanlar hakkında nazil olmuşsa da hükmü umumidir. Binaenaleyh muharebeden evvel “Ya ölüm ya zafer..!” diye ölüm şehaSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib det temenni edip de bil-fi’il harb i’lan edildikten sonra fikirlerine za’f ü fütur arız olarak muharebeye girmek istemeyenler arzu ettikleri şehadetten firar ile ordu-yı İslam’ın inhizamına sebebiyet verenler hakkında en dehşetli bir tehdid-i sa’adet-ı dareynin öyle zannedildiği gibi kolayca tahsil edilemeyeceğini de sarih bir lisan ile anlatıyor. Bu nazm-ı celil Halik’ın ne büyük bir kanununa ne kat’i bir düsturuna tercüman oluyor. Hakīkaten insanlar dünyada sa’adet ve selamete ahirette fevz ü felaha erişmek için tam ma’nasıyla mücahede etmek ta’kīb ettiği gayeye vasıl oluncaya kadar tesadüf edilmesi zaruri olan müşkilata can-siperane göğüs germek şedaid-i ahvale karşı sabır ve sebat göstermek lazımdır. Yoksa meydanda hiçbir şey yok iken bir takım ümidlerle fahr ve gururlarla ölçüsüz kantarsız sözler bi-ma’na yaygaralarla orada burada bağırmak düşmanı istihkar ederek yalnız kendi kuvvetine mağrur olmak fi’iliyata geldiği gibi za’af ve tereddüde düşmek görmüş olduğu cüz’i müşkilatı iktiham edemeyerek işi yarı yolda bırakıp kaçmakla sırrına ma-sadak olurlar. Hem ne hacet; insanların dünya ve ahirette hüsrandan necatı ebediyen kendisine menut kılınan iman ruhun kıyadına makrun olan tasdik değil mi? Halbuki mücahede bi’n-nefs mücahede bil-mal da bunun bir cüz’ünden ibaret sayılıyor. Binaenaleyh hakīkaten mü’min olabilmek için tam ma’nasıyla mücahede etmek lazımdır. olmak lazımdır; eğer insan ta’kīb ettiği gayeye vusul için tam ma’nasıyla mücahede eder her türlü mihen ve meşakkate tahammül gösterirse maksadına vasıl olacağında kat’iyyen şübhe edilmemelidir. Çünkü kanun-ı ilahi bu yolda cari olmuştur. Her kim mücahede eder sabır ve sebat gösterirse neticede muzafferiyet onundur. ---- . ... ---- ten bildiriyor ki: insan hem dünyada hem ahirette fevz ü felaha nail olabilmek için mutlaka mücahede etmek sabır ve sebat göstermek lazımdır. Yoksa vakt-i hazarda ya gazi ya şehid diye bağırmakla iş olmaz. Hem ne hacet ölümü temenni iyi bir şey midir bunu Hazret-i Peygamber sarahaten nehy etmiyor mu? “ = Din vatan düşmanlarıyla karşı karşıya gelmeyi temenni etmeyiniz de Allahu te’aladan afiyet ve selamet taleb ediniz zira düşmanlarınızın eliyle ne gibi nız vakitte de ‘Ey onların da bizim de Rabbimiz olan Allah-ı azimü’ş-şan! Onları hacil ve şerm-sar edecek de ancak sensin’ diye du’a ediniz. Ondan sonra yerinizde oturup sabır ve sebat gösterin. Üzerinize yürüdüler mi hemen kalkınız ve tekbir alınız.” Şu hadis-i şerifi biraz te’emmül edenler bunun ne büyük bir hakīkati ihtiva ettiğini anlamakta zerre kadar müşkilata tesadüf etmezler. insan hiçbir vakit düşmanla mülakī olmayı arzu etmemeli fakat bir kere yüz yüze geldi mi o zaman da kat’iyyen geriye dönmemeli ölünceye kadar orada sabır ve sebat göstermeli. Hülasa; tercüme ve tefsiri sadedinde bulunduğumuz şu ayet-i kerime bütün mü’minlere bir hakīkat-ı kat’iyye takrir ediyor. Bil-cümle müslümanlara tenbih ediyor ki: Kavlen bir çok vaadlerde bulunup da fi’liyata geldiği gibi vaadlerini Hakīkat azıcık düşünülürse görülür ki: Sözünü tutmamak ahdini yerine getirmemek kadar sevimsiz bununla beraber mühlik bir i’tiyad olamaz. Efradı bu nakīsa yapmak nezd-i ilahide pek fena bir şeydir. İşte Kur’an : “ = Ey iman eden kimseler yapamayacağınız bir şeyi niçin söylüyorsunuz? Sizin böyle yapamayacağınız işi söylemeniz inda’llah ne kadar çirkin oluyor! Allah o kimseleri sever ki: Parçaları birbirine kaynamış yek-pare binayı andırır saflar halinde fi sebili’llah gaza ederler.” ---- SABIR VE SEBAT DAIMA MUCIB-I NECATTIR ---- Mihr-i münir-i risalet hıtta-i Hicaz’da neşr-i nura başlar başlamaz etrafa intişar eden şu’aatın hafif huzmeleri diyar-ı Şam’a kadar intişar etmişti. O zamanlarda Suriye’de bulunan Roma Şark İmparatoru Herakliyus Arabistan’ın ateşin surreleri şevahikinden taşan dehşet-bahş şayiaların tevalisiyle müte’ezzi oluyor ahvalden istidlalen bilahare kendi tac ve saltanatının da tehlikeye ma’ruz kalacağını hissediyordu. Bu esnada Mekke’den Şam’a İbni Süfyan riyasetinde bir kervan gelmiş olduğunu istihbar edince müşarun-ileyhi huzuruna celb ederek ahval-i peygamberi hakkında uzun uzadıya tahkīkat ve istifsaratta bulunmuştu. İbni Süfyan o vakit henüz nail-i hidayet olmamıştı. Buhari-i Şerif mü’ellif-i muhteremi Herakliyus ile İbni Süfyan’ın muhaveratına dair tafsilat-ı mühimme vermektedir: Muhavere esnasında Mekkelilerin mi yoksa Muhammedilerin mi galebe etmekte olduklarını sual etmiş İbni Süfyan tarafından “ = Netice-i harb aramızda nöbetleşedir” cevabı verilmişti. bir darb-ı mesel hükmüne geçmiştir. Bugün her Osmanlı bu darb-ı meseli der-hatır etmelidir. Müşrikin-i Mekke ile riyaset-i Muhammedide bulunan muvahhidin orduları arasında vukū’a gelen muharebatta tali’-i harb evvelce bazen onlara bazen de ordu-yı İslam’a teveccüh eyliyordu. Fakat netice-i harbin muvahhidin ordusuna müsa’id olacağı muhakkaktı ve fi’l-hakīka öyle oldu. Hicret-i Nebevi’nin sekizinci senesinde idi ki liva-i Muhammedi kemal-i şan ve şevketle Mekke surlarında mevcenüma-yı mehabet olmaya başlamış ve ordu-yı İslam galebe-i kamileye mazhar olmuştu. Evvelce ifa-yı hac ve ziyaret-i Ka’be maksadıyla Mekke-i Mükerreme’ye müteveccihen Medine-i Münevvere’den hareket etmiş olan muvahhidin müşrikin-i Kureyş’in mümana’atları neticesinde Mekke’ye girememiş ve emr-i peygamberi üzerine ric’ate mecbur olmuşlardı. Bu hal ahval-i harbiyye ve dekayık-ı siyasiyyeye hakkıyla vukūf peyda edemeyen bazı zevat arasında kīl ü kali mucib olmuş ye’s-amiz şayialara meydan açılmıştı. Fakat çok geçmeden ikinci bir seferde ferman-ı Yezdanisiyle erbab-ı tevhide nusret-i Yezdani tebşir buyurulmuş ve az bir himmetle feth-i Mekke müyesser olduğu gibi düşman orduları da tamamen kahr u tenkil edilmişti. Bugün ordu-yı Osmani de aynı halde bulunuyor bazı vekayi’-i harbiyye hiçbir zaman bizi me’yus ve nevmid etmemelidir. Kavi bir iman la-yetezelzel bir itmi’nan ile; netice-i harbin bizim lehimizde olacağına inanmalı ve bu yolda çalışmalıyız. Kat’iyyen emin olmalıdır ki Osmanlı Ordusu hiçbir zaman Bulgarların hücumlarından yılmaz. Bulgarların akūrane saldırmalarına karşı Osmanlı askerinin ibraz-ı metanet edemeyeceğini düşünmek Osmanlıları tanıyanların zihninden bile geçmez. Çünkü bu hal cihanları sarsan şan-ı askerimiz etmez. Yıldırımların Selimlerin evladları melhame-i cidali düşman laşeleriyle mal-a-mal etmedikçe cihaddan yüz çevirmez. Düşmanı kahr u tenkil etmedikçe seferden dönmez. Vatanına tecavüz edenleri mahv etmedikçe harbden avdet arzuları besleyemez. Böyle olduğunu bildiğimiz Osmanlı dilaverlerinin muvahhidin kahramanlarının bu haslet-i necibeye malik olduklarına kani’ olduğumuz halde herkesin vakıf olamayacağı bazı esbab saikasıyla düşmanın süğūr-ı olalım. Müttefikīn ordularının Rumeli’ye tecavüzleri ilk def’a vukū’ bulmuyor. Bugün meydan-ı rezmde Allah yolunda muhafaza-i vatan sevdasında müdafaa-i namus uğrunda her an her dakīka feda-yı cana amade bulunan kahraman kardeşlerimizin ecdadı Rumeli’yi kaç def’alar bu gibi müttefikīn derneklerinin istilasından kurtarmışlardı. Baştanbaşa bir dastan-ı zafer olan şanlı tarihimizi niçin okumuyoruz. Niçin unutuyoruz. Niçin arzumuza muvafık netice vermeyen ufak vak’alardan heyecana düşüyoruz? Osmanlılar meydan-ı cenk ü cidalde mağlub olmazlar. Bizi mağlub eden şey hissiyata fazla mahkumiyettir. Arzu ettiğimiz istediğimiz şeyler der-akab hasıl olmayınca birden bire derin bir ye’se bi-payan bir nevmidiye duçar oluyoruz. Bir millet için felaket zamanlarında bundan büyük düşman olur mu? Bar-ı mesa’ib ve felaket altında ezile ezile tab u tüvanı kesilen şehamet-i ırkiyyesiyle müştehir bir Arab edibi: [] demişti. Biz niçin bugünkü hale karşı düşmanları memnun ve ümidvar dostları mahzun me’yus bırakacak bir tavr-ı nevmidi alıyoruz. Secaya-yı kavmiyyemizi mi gaib ettik eltaf-ı ilahiyyeden mi ümidimizi kesdik? Fütur ye’is kadar bir milleti mahv eden musibet olamaz. Tarih-i beşeriyyette bir tebeddül-i azim icra eden Fatih’in ilk devr-i saltanat[ın]da millet-i Osmaniyye yine böyle bir hücum karşısında bulunmamış mıydı. O zamanlar da Sultan Murad inzivaya çekilerek taht-ı saltanatı henüz pek genç olan mahdumuna terk etmesini fırsat addeden Ehl-i Salib orduları Rumeli’ye hücum etmiş Osmanlıları bu diyardan sürüp çıkarmak sevda-yı mecnunanesine kapılmamışlar mıydı. Fakat bu hücumlara bu ahd-şi[ke] nliklere karşı mefahir-i milliyyemizi şanlı ve fevka’t-tasavvur şehametlerle ebediyyen yaşatan ecdadımız asla fütur göstermemiş eli silah tutan her ferd-i Osmani namus-ı milliyi vatan-ı Osmaniyi kurtarmak için hudud boylarına uçmuştu. Osmanlılar cihanları hayretlerde bırakacak harikalar gös termekte yekta değiller midir? Düşmanlarımız bile bu hakīkati i’tiraf etmiyorlar mı? Bugün biz niçin bu harikaları göstermeyelim. Bugün niçin eslafımız gibi azim ile sebat etmeyelim. Bugün vatan cidden tehlikede. Osmanlılar tarih-i mevcudiyyetlerinin en buhranlı bir zamanını geçiriyorlar. Böyle bir zamanda bila-tefrik herkes evet kadın erkek çocuk ihtiyar herkes elinden geldiği kudret-i maliyye ve bedeniyyesinin müsa’id olduğu derecede vatanı kurtarmak için çalışmaya mecburdur. hikmetini unutmamak icab eder. Düşman geliyor diye vatanlarını köylerini bırakıp İstanbul’a koşmak vazife başını terk edip bir köşeye sıvışmak Osmanlılık şanına yaraşmaz. Çocuk kadın ve ihtiyarların harbe kudretleri muhariblere mu’avenetleri olamayanların çekilmesine bir şey denilemez. Fakat düşman karşısında çarpışan askerlere bir bardak su yetiştirebilecek kadar bir kudreti ha’iz olanların öteye beriye sıvışmaları afv edilmez bir cinayet Allah’a Peygamber’e din-i mübine karşı azim bir hıyanettir. Bulgar ve Yunan bombacılarının nasıl çalıştıklarını hem-ırklarının te’min-i muzafferiyetlerine canlarıyla mallarıyla evet bütün mevcudiyetleriyle ne yolda bezl-i mesai ettiklerini ne kadar vahim tehlikelere atıldıklarını görerek bir açmak için daha ne bekliyoruz. İşte bugün uçurumun başında bulunuyoruz. Rıza-yı Bari’yi celb ruh-ı Muhammedi’yi şadan edecek asar-ı hayat ve gayret göstermezsek uçuruma yuvarlanmak muhakkaktır. Ye’is ile beyhude laklakalarla hükumeti vazifedaran-ı askeriyyeyi işgal edecek saçma sapan tenkīdlerle harb kazanılmaz. Evvela; bu harbde galib geleceğimize –fakat her ferd uhdesine terettüb eden vazifeyi bi-hakkın ifa etmek şartıyla– gitmeyen hadiseler hatta vahim felaketler pa-yi azm ü sebatımızı sarsmamalıdır. Bizi hiçbir zaman ye’is ve nevmidiye düşürmemelidir. Ma’nasız heyecanlar lüzumsuz telaşlara tutulmak kadar mağlubiyeti ihzar eden bir halet-i ruhiyye olamaz. Biz sözlerimizle işlerimizle ve’l-hasıl her hareketimizle hudud başında düşmanlarla çarpışan kardeşlerimize nümune-i merdanegi olmalı kendilerine peyam-ı azm ü sebat göndermeliyiz. Meydan-ı cenk ü cidale cennete koşar gibi bir şevkle atılan Osmanlı kahramanları şeref-i askerilerini şehamet-i kavmiyyelerini dastan-ı zaferlerini yakında; evet inayet-i Bari imdad-ı ruhaniyyet-i Ahmedi ile yakında pek parlak muvaffakiyetlerle tetvic edecekler bütün kainatı hayretlere düşürecek harikalar göstereceklerdir. Biz uhdemize terettüb eden vezaifi can-siperane fakat sükunetle telaşsız heyecansız bir surette ifaya çalışalım. Kahraman ordularımızın levazımat ve ihtiyacatının vakt ü zamanıyla te’minine sarf-ı makderet edelim. Onlar da tevfik-i Bari’ye istinaden gülbangıyla a’da-yı müttefikayı; leşker-i aramram olsalar bile; inayet-i Bari ile tar-mar edeceklerdir. Buna şübhe etmeyelim. Midilli: AHKAM-I KUR’ANIYYENIN IFASI IÇIN ULEMA DA’VET-NAME-I RESMI BEKLIYOR! Biz müslümanlarda garib bir halet-i ruhiyye vardır. Kendimize teveccüh eden vazifeyi bizzat takdir ederek ifaya şitab olmak bizde hiç görülmemiştir. Vezaif-i ictimaiyye şöyle dursun vezaif-i şahsiyyede bile bu halet-i ruhiyye hükümrandır. Çalışmak esbab-ı hayatiyyeyi te’min etmek herkesin doğrudan doğruya şahsına teveccüh eder bir vazifedir. Öyle iken çalışmıyor ataleti terk etmiyor meskenetle zilletle mahv olup gidiyoruz. Vezaif-i ictimaiyyede ise kendimizi büsbütün daraya çıkarmışız. Bu hal gitgide o dereceye varmış ki vezaif-i diniyyenin bile ifasında bir da’vet-i resmiyye bekliyoruz. Zannederim minarelerde mü’ezzin da’vet etmese namazı bile edada kendimizi ma’zur göreceğiz. Bu halet-i ruhiyye memleketin yalnız avam tabakasında değildir. Ümmetin rehberi olacak zevat bile ifa-yı vazife hususunda tebliğ-i resmi bekliyor. dikçe hiçbirinin daru’l-cihada azimeti görülmedi işitilmedi. Düşünmeli rehber-i [] ümmet olacak zevattaki halet-i ruhiyyeyi görmeli. Düşmanlar hududu geçti. İslam memleketlerini yaktı harab etti. Binlerce ma’sumları öldürüp mahv etti. Yapmadığı şena’at icra etmediği fezahat kalmadı. Rumeli’de yüzlerce ma’bed-i tevhid zulmet-i küfr ile doldu kubbelerine hilal-i tevhid yerine salib-i teslis takıldı. Minarelerinde ezan-ı Muhammedi yerine çanlar çalınıyor. Ehl-i salib orduları bunlarla da kana’at etmeyerek Merkez-i Hilafet’e yürüyor. On üç asırdan beri devam eden Hilafet-i celile-i Muhammediyyeyi kaldırmak emanat-ı celile-i Peygamberiyyeyi mahv etmek Kur’an ları yakmak için canavarlar gibi saldırıyor Darülhilafe’nin ta kapılarına kadar dayanıyor da bizim ulema-yı kiram meydan-ı cihada azimet için da’vet-name-i resmi bekliyor! Demek Kur’an-ı Kerim istediği kadar diye müslümanlara hitab etsin tebliğ-name-i resmi olmadıkça hiç kimse kendini bu ferman-ı ilahiye muhatab addetmeyecek cihadın kendisine farz olduğunu kabul eylemeyecek. Öyle mi? Ey ulema-yı din söyleyiniz ahkam-ı şeriat böyle mi? Siz ki şeriat-ı ilahiyyeyi hiçbir levme-i la’imden havf etmeyerek harfiyyen ümmete tebliğ ile me’mursunuz ne için etmiyor neden meydan-ı cihada azimet için da’vet-name-i resmi bekliyorsunuz? Daha düşman gelmeden mi Kur’an ’ın hükmü kalkacak? Belki hükumet bazı esbab-ı siyasiyyeden dolayı sizi cihada da’vet etmekte ma’zur olabilir fakat siz vazife-i diniyyenizi takdir ederek daha harb başlar başlamaz umumunuz birden meydan-ı cihada dökülerek başlarınızda Kur’an ellerinizde liva-yı tevhid tekbirlerle ordu-yı İslam’ı teşci’ edecek Kelimetu’llah’ı i’la edecek değil miydiniz? Sizi hükumet men’ etmek şöyle dursun bil-aks resmen da’vette biraz mahzur-ı siyasi var zannında bulunduğu den dolayı size müteşekkir kalırdı. Halbuki siz ne vazife-i diniz. Onun için Allah’ın indinde en şedid bir mes’uliyete duçar olacağınız gibi ümmetin nazarında da hiçbir mevki’-i haysiyet ve ihtiramınız kalmayacak. Bunu olsun bari takdir ediniz de henüz vakit varken telafiye çalışınız vazifenizi ifaya şitab ediniz. * * * Bu muharebe müslümanlar için pek büyük bir felaket oldu. Fakat birçok hakīkatlerin anlaşılmasına da sebeb oldu. Bizi Avrupalılaştırmaya çalışan mütefekkirinimizin en ziyade tutuldukları şey din idi. Bu asırda ta’assub-ı dini olur mu? diye münasebet düştükce ta’rizattan geri kalmıyorlardı. Sonra düşmanların din namına i’lan-ı harblerini ordularının önünde Salib be-dest papasları görünce ne kadar yanlış düşündüklerini anladılar. Ne çare ki bizim ordumuzun ruhu gaib olmuş şirazesi bozulmuştu. Eskiden ordumuz “Ya gazi ya şehid” der i’la-yı kelimetu’llah için canını fedadan zerre kadar çekinmez fi sebili’llah şehadeti en büyük bir sa’adet addederdi. Onun için ordu-yı İslam’ın bu kabil ric’ati hiçbir zaman görülmemişti. Fakat o zaman her neferin fikrinde hareketinde başka bir gaye var idi. Birçok akvam-ı İslamiyyeyi aynı sancak altına toplayan ve canını feda ettiren o gaye-i mukaddese nedir bilmemiş “Türklük ideali” nedir anlamamış idi. Her ne zaman harbe çağrılmışsa “Haydi Mehmed dinin müdafaasına!” diye da’vet edilmişti. Hiçbir vakit o toprak kavgasına çağrılmamış hiçbir zaman ona “Haydi ey Türk oğlu Türk” denilmemişti. Şimdi anlamadığı bir hitaba ma’ruz kaldı. Onun için emelsiz gayesiz hareket etti neticede ne olduğunu o da bilemedi. Onunla beraber bütün cihan da hayrette kaldı. Cenab-ı Hakk’a binlerce şükür ki mütefekkirin ile efrad-ı ümmet arasında açılan hufreye millet bütün bütüne gömülmeden bu hakīkat anlaşıldı. Ordunun şirazesi toplanmaya ruh-ı kadimi nefh edilmeye başlandı. İnşaallah Cenab-ı Hak nusret ihsan buyurur. § Sonra İslam için hiç gurur caiz olmadığı halde pek ziyade atıldı tutuldu. Nusretu’llahdan değil çokluktan yahud falan filan kavimden beklenildi. Koskoca bir Türk İmparatorluğu! Dünkü Balkan hükumetlerine hiç mağlub olur mu? denildi. Olmamak lazım gelir amma Allah’ı unutup da çokluğa imparatorluğa güvendiğimiz hakīkat de anlaşıldı. Gazetelerde hiç kale alınmayan “avn-i Hak’la” “inşaallah” sözleri görülmeye başladı. Neticede za fer yine İslam’a müteveccih olacağı eltaf-ı ilahiyyeden me’muldür. * * * Sonra millet fırkalara bölündü her fırka diğerinin düşman-ı canı kesildi. Gitgide akvam-ı İslamiyye arasına tefrikalar sokuldu. Millet son derece ihtirasata düştü. Pek ziyade azgınlaştı. Ne büyük yangınlardan mütenebbih oldu ne zelzelelerden uslandı ne de emraz-ı sariyyeden tedehhüş etti. O dereceye geldi ki “falanı filan yerde görmekten ise gavuru orada görmeye razıyım” denilmeye başladı bu hal nihayetü’l-emr gayretu’llaha dokundu millet bir ceza-yı umumiye kesb-i istihkak etti. Millet kendini toplamak için Allah da öyle bir bela verdi ki ne fırka kaldı ne ihtiras ne meclis kaldı ne kulüb. Bakī kalan bu kubbede bir hoş sada “ = Niza’ı çekişmeyi bırakınız. Zira sonra şevketiniz gider rüzgarınız esmez olur” hakīkati tecelli-saz oldu. [] Anlaşılan daha bir çok hakīkatler var ki sırası gelince onlar da arz olunur. Hemen Cenab-ı Hak kusurlarımızı afv ederek bu kadarla iktifa etsin. Din-i mübini Hilafet-i celileyi daha büyük musibetlerden muhafaza buyursun. *** ---- OSMANLI MENAKIB-I HARBIYYESINDEN ---- ---- BIR NEBZE ---- Sadr-ı esbak Reşid Paşa merhumun Mora muharebelerinde düşmanın yapmış oldukları tabyaların ahz u zabtına azimet ve niyet olunmuş ve hücum ve iktihama asker hazırlanmakta Ağa askerin ilerisine çıkıp: “Askerler! Bu tabyaları almaya ve yürüyüşten yüz çevirmemeye azm ü niyetiniz var mıdır? Eğer sahih niyetiniz varsa bu maksad öyle uzaktan tüfenk ve tabanca atmakla hasıl olamaz. Bu maksada ancak kılınçlarımızı ve bıçaklarımızı düşmanların kafasına eriştirmek ile nail olabiliriz. Onun için işte ben tüfengin de tabancanın da taşlarını attım ve kılıncımı da çektim. Siz de bana taklid eyleyiniz…” Yollu irad-ı kelam ile askerin uruk-ı şeca’atlerini tehyic ve tahrik ve “Allah Allah” deyu düşmana en evvel hücum ederek derhal asker dahi ta’kīb eylemekle tabyalar ile pek müşkil görünen mahalleri dahi kemal-i suhuletle zabt eylemişlerdir ki yiğitlik olursa bu kadar olur. Tüfenk ve tabancanın terkiyle böyle merdane düşmana hücum eylemek millet-i muhterememize mahsus bir haslet-i celile-i makbule olduğundan sırasına göre bu gibi hareketlerden istifade olunmuştur. Eslaf-ı izam tarafından hengam-ı muharebede pek çok kimseler açıktan açığa vücudlarını ifna ve feda eylemişlerdir. Eğerçi bu hususa misal yazmak lazım gelirse bu makaleye sığmaz. Tarihlerimizin her parçası böyle fedakarlıklar ile müzeyyendir. Ez-cümle Kanije Kal’ası’nın muhasarasının on beşinci günü kuşluk vakti kal’a derununda esir bulunan bir üzere hizmete gönderildiği sırada cebhanenin kapısını açık bulmuş ve şevket-i İslam’ı i’la için her nasılsa eline geçirebildiği bir yanık fitili bin kantardan mütecaviz barutun içerisine bırakarak düşmandan üç binden ziyade adamı isal-i nar-ı cahim edip kendisi dahi din ve devleti uğrunda şu kadar fedakarlığı ihtiyar ile ihraz-ı sa’adet-i uhreviyye eylemiştir. Mevla rahmet eyleye İşte şeca’at yiğitlik kahramanlık fedakarlık böyle olur. Bunun diğer bir nev’i daha vardır. Şöyle ki kal’a-i mezbureyi Serdar muhasara ettiği zaman düşman aciz kalarak ordu-yı İslam’a elçi gönderdiler. Fakat kal’a teslim oluncaya kadar ser-hadd-i İslam’ın meşhur gazilerinden Peçuylu Koca Sinan Çavuş merhumu rehin tarikiyle istediler. Serdar ise düşmanın nakz-ı ahd etmek ihtimalini mütalaa ederek istinkaf eyledi. Bu madde Sinan Çavuş merhumun mesmu’u oldukta kükremiş arslan kesilerek kemal-i gazabla serdar-ı merhumun huzuruna gelerek ve eteğine sarılarak “Paşa yarın Allah’ın huzurunda senin böyle eteğine sarılacağım. Senden da’va edeceğim. Sana bir kal’a veriyorlar da benim gibi bir ayağı çukurda bir ihtiyarı mı rehin etmeye kıskanıyorsun?” diyerek şeca’at ve kahramanlığı ağlamaya başladılar. Serdar dahi mütevazı’ane; “Hakkın var babacığım. İktiza ederse ben de rehin olarak giderim. Yürü Hak mu’inimiz olsun” kavliyle muvafakat gösterdi. Ve tarihde muharrer olduğu üzere şürut-ı lazımeye tatbikan Kanije Kal’ası feth olundu. Rumeli kıt’asında bulunan müslümanları sürüp çıkarmak üzere yüz binden mütecaviz müttefikīn ordusu on bin kadar mevcud bulunan İslam ordusu üzerine seyl-i bela gibi akın akın gelmekte olduklarını Başkumandan Lala Şahin Paşa merhum haber almakla ümera-yı askeriyyenin en kıdemli ve tecrübelisi olan Gazi Hacı İlbey’i bir mikdar asker ile keşşaf suretinde ileri gönderir. Müttefikīn ordusu ise Rumeli’nde mikdar-ı cüz’iden ibaret bulunan mücahidini hiçe sayarak ve adeta müslüman ordusuna galib geleceklerine kendilerince yakīn hasıl ederek sermest-i bade-i gurur oldukları halde Meriç Nehri boyuna yayılmış olduklarını Gazi-i müşarun-ileyh fırsat ittihaz etmekle zikr-i ati eski hud’a ile hab-ı giran-ı mestide olanları uyarmıştır. Şöyle ki geceye kadar kat’a kendini göstermeyip nısfe’l-leylde mevcud-ı ma’iyyeti bulunan cüz’i bir askeri güzel ve müsta’id zabitlere taksim edip her bir kısmını düşmanın etraf-ı erba’asına uzaktan ta’yin ederek cümlesinin vakt-i ma’lumda sada-yı “Allah Allah” ile düşman ordusuna hücum ve ric’at eylemelerini tertib eder ve hulul-i vakt-i ma’lumda mücahidinin hücum ile “Allah Allah” feryadları düşman ordusunu şaşırıp ta be-sabah birbirlerini kılıçtan geçirmiştir ki mahall-i mezkur el-yevm “Sırbsındığı” namıyla yad olunmaktadır. BÜTÜN MÜSLÜMANLARA VE ORDUYA HITABEN Tercümesi “Ey ehl-i iman! Genç ihtiyar; fakīr zengin; sağlam hasta; silahlı silahsız; binekli bineksiz; evli bekar… Hepiniz çıkın da Allah uğrunda dinin vatanın muhafazası için mücahede edin; bu suretle uğraşmak eğer bilirseniz sizin için durmaktan hayırlıdır.” Bu ayet-i kerime sure-i Tevbe’ye mensubdur. İnsan Kur’an-ı Kerim ’e nazar-i im’an ve basiretle bakarsa ondaki her kelime erbab-ı ukūlü hayretler içinde bırakacağını hem nazmı hem de ma’nası mu’ciz olduğunu tasdika mecbur oluyor. Bu ayet-i kerimedeki “hifafen” ve “sikalen” kelimeleri bu mevki’de öyle müdhiş bir ma’na ifade ediyorlar ki bunların yerine her hangi bir kelime getirilse kabil değil bu ma’nayı ifade edemez. Bunun içindir ki müfessirin-i izam hazeratı bunların ihtiva ettiği ma’ani-i celileyi ta’yin etmek hususunda pek büyük müşkilat karşısında bulunuyorlar. Bazıları “şebaben ve şüyuhan” diye tefsir ediyor bazıları “fukara ve ağniya” diye; bazıları da “rükbanen ve müşaten” zan”… diye tefsir etmişlerdir. Binaenaleyh bunun hepsini toplayacak olursak genç ihtiyar fakīr zengin hayvanlı hayvansız sağlam hasta silahlı silahsız evli bekar ehl [ü] dın farz olduğunu görürüz. Ma’lumdur ki bu ayet-i kerime Tebük Muharebesi’nde nazil olmuştu. Sebeb-i nüzulü de şu suretle izah ediliyor. Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke-i Mükerreme’yi feth ettikten sonra idi ki Bizanslılar ile Hıristiyan Arabların Suriye hududunda asker topladıkları ve bunların Herakliyus’un kumandasıyla Medine’ye doğru hücum edecekleri haberi işa’a edilmişti. Bunun üzerine müslümanlar cihad ile emredildi. Halbuki o zaman müslümanlar pek yorgun sıcaklar gayet şiddetli vakit dar düşman pek çok efrada malik olduğu halde müslümanlar pek az kezalik erzak hususunda da gayet güçlük çekecekler idi. Bununla beraber Medine’nin de tam yaşayacak bir zamanıydı. Şu ta’dad ettiğimiz esbabdan dolayı müslümanlar Medine’den çıkıp da uzak yerlere muharebeye gitmeyi pek arzu etmediler. Bunun üzerine “ Ey ehl-i iman! Size ne oluyor ki: Allah din vatan uğrunda düşmanlarınızla mücahedeye koşun denildiği vakit gitmekten imtina’ ediyorsunuz. Düşman ile çarpışmak istemiyorsunuz? Yoksa hayat-ı dünyayı ezvak-ı faniyyeyi hayat-ı ahiretten ni’am-ı sermediyyeden ziyade mi seviyorsunuz?!! Eğer böyle ise bilmiş olun ki ahiret ni’metlerine hayat-ı uhreviyyeye nisbetle dünya ni’metleri hayat-ı şahsiyye hiçtir. Eğer siz düşmanla muharebe mücahede etmekten kaçarsanız Allah dünya ve ahirette size pek büyük azab edeceği gibi sahib olduğunuz memleketleri de sizden alıp başka bir millete verir. Hem de bu –memleketin sizden çıkıp da başkasının eline geçmesi– ne Allah’a ne Peygamber’e hiç zarar vermez. Belki zarar ve ziyanını yine siz çekersiniz. Bir de şurasını iyi biliniz ki Allah her şeye kadirdir.” rinci ayette harbden kaçanlar yalnız tehdid ile iktifa ediliyor. ... ayet-i kerimesinde ise doğrudan doğruya herkesin cihad etmesiyle emrolunuyor. Evvelce muharebeye gitmekten çekinenler bu ayet-i kerimeler nazil olduktan sonra İslamiyet’in vermiş bu suretle on bin süvari yirmi bin piyade ve on bin deve cem’ine muvaffakiyet hasıl olmuştu. Hazret-i Peygamber bu kuvveti cem’ ettikten sonra arkasında yeşil bir libas olduğu halde ordunun serdarlığını deruhde ederek yola çıkmıştı. Fakat yolda ateşin rüzgarlardan bi-payan çöllerden tahammül-suz bir hararetten yakıcı bir susuzluktan başka bir şeye tesadüf edilmemişti. Resul-i Ekrem mücahidinin şevk ve gayretini tahrik ederek Tebük’e kadar gelmiş düşmandan –korkusundan geriye dönüp kaçtığı için– eser bile görülmeyince Cerba Ezrah Eyle Aylat ve Dumetü’l-Cendel şehirlerini taht-ı tabi’iyyete almıştı. Şimdi ayetin bu suretle nüzulü ve bunu müteakib ashab-ı kiramın emvalini satarak muharebeye koşmaları gösteriyor ki mücahede icabında bütün efrad-ı millet üzerine farz-ı ayndır. Bina’enaleyh ayet-i kerimeye mensuh demeye hacet yoktur. Gerçi cihadın farz-ı kifaye olanı da vardır bazılarının muharebeye gitmesiyle cümlesinden sakıt olur cihada iştirak etmeyenler günahkar olmazlarsa da bu düşmanın bilad-ı müslimine ta’arruz etmemesiyle meşruttur. Fakat düşman bilad-ı müslimine tecavüz orasını feth ü istila ederse o zamandan i’tibaren küre-i arzda bulunan bütün müslümanlara cihad bil-icma’ farz olur. Bina’enaleyh bunu olurlar. Bugün her müslüman dinini ırzını namusunu muhafaza etmek için meydan-ı mücahedeye atılmak lazımdır. Bil-fi’il silah alarak muharebe meydanına gitmeye muktedir olanlar bi’l-fi’il muharebeye girmeli bedenen mücahede etmeli buna kadir olamayanlar malen mu’avenette bulunmalı hem malen hem bedenen mücahedeye muktedir olanlar her ikisini de yapmalı bunun her ikisine de kadir olmayanlar kalemen fikren mücahede etmelidir. Hasılı efrad-ı İslamiyye ve Osmaniyyenin her birisi gücü yettiği kadar elinden geldiği surette mücahede ederek son nefese kadar sabır ve sebat göstermek üzerlerine farzdır. Bu anda hiç kimse tarafından serd edilecek ma’zeret ca-yi kabul bulamaz. el-hadis. Bugün öyle vahim bir dakīkada bulunuyoruz ki; bu dakīka-i hevl-engizde ana baba evlad kardeş mal ve emlak… düşünmeye hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Bu dakīkada umum müslümanların bütün Osmanlıların düşüneceği bir şey varsa o da: Din vatandır. Bu iki kelime-i mukaddese uğrunda bugün her şey feda edilmelidir. Eğer böyle olmazsa hem dünyada rezil ü rüsvay hem de yevm-i kıyamette gazab-ı Bakınız! Hazret-i Kur’an ne diyor: Me’al-i münifi: “Habibim dinin vatanın muhafazası için lazım gelen mu’aveneti malen bedenen fikren kalemen …. Icab eden yardımı diriğ edenlere de ki: Eğer babalarınız evladlarınız kardeşleriniz zevceleriniz kavim ve kabile akraba ve teallukatınız kazanmış olduğunuz mallarınız durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaretleriniz hoşunuza giden evleriniz… sizlere Allah ile Peygamber’inden ve onun uğrunda cihaddan ziyade sevgili ise –ya’ni bunları Cenab-ı Hak ve Resulü’nden ve cihaddan ziyade seviyor da her ma’nasıyla cihada koşmazsanız– Allah tarafından gelecek belaya intizar edin! Hem iyi biliniz ki Allah emrinden çıkan milleti kurtarmaz.” Ey ehl-i İslam ey ma’şer-i müslimin! Elimizi vicdanımızın üstüne koyarak şu ayet-i kerimeye dikkat edelim. Bu kanun-ı ilahinin ma’nasını dikkatle te’emmül edelim! Çünkü bu nass-ı ezeli baba evlad kardeş kadın kavim ve kabile mal ticaret ve meskene olan muhabbeti Allah Peygamber din vatan muhabbetine tercih edip de dinin vatanın muhafazası için lazım gelen mu’aveneti; malen bedenen kalemen fikren icab eden yardımı terk edenler hakkında pek şiddetli bir tehdid-i ilahidir. Bu tehdid-i a’sabı ihtizaz ediyor. Zira bu ayet-i kerime bu gibi kimselerin dünya ve ahirette hüsran-ı azim içinde kalacaklarını açıktan açığa bir lisan-ı tehdid ile beyan ediyor. Şu halde nasıl oluyor da düşman-ı bed-nam Payitaht-ı Mu’alla-yı İslam’ın kapısı önüne geldiği halde biz hala kanımız kurumuş hissimiz gaib olmuş gibi duruyoruz? Nasıl oluyor da zenginlerimiz hala kise-i hamiyyetlerinde ne varsa dökmüyorlar? Yoksa bizim zenginlerimizde Fransa kadınları kadar da mı hamiyet yok? Nasıl oluyor da her eli tutan her ağzı söyleyen cihad fi sebili’llaha koşmuyor? Bugün Sofya’da bulunan mağazalar ticarethaneler tekmil seddedilerek muharebeye koşuyorlar da biz hala keyfimizi icra ederek salına salına ticarethanelerimize koşuyoruz. Nedir bu kadar kayıdsızlık? Ah… biz ne kadar hissiz ne kadar kansız bir millet imişiz! Ey ma’şer-i İslam! Siz söyleyin! Allah’ı Peygamber’i Hazret-i Kur’an ’ı karşımıza aldığımız vakit ana baba evlad kardeş mal ve emlak gibi şeylerin hiçten başka ne gibi bir mevki’i olabilir. Bugün düşmanlarımız Kur’an-ı Kerim ’i ayaklar altına almak için vatan-ı mukaddesimize bir savlet-i akūrane ile hücum etmiş var kuvvetiyle ilerlemek istiyor eğer ma’azallah vatan giderse makbere-i İslam’ı kara yüzlü düşmanlar çizmeleriyle çiğnerlerse o zaman din kalır mı mi’lerimiz medreselerimiz mekteplerimiz mahv u perişan olduktan gözlerimizin önünde kimisi tiyatro kimisi meyhane kimisi kiliseye meşihat-i İslamiyyemiz de kim bilir neye kalb olunduktan o bizim secdegahımız olan minberlerde abdestsiz girilmesini tecviz etmediğimiz mukaddes makamlarda dans edildikten sonra mı gözlerimizi açacağız? O zaman açsak bile ne faide hasıl olur? O zaman yüz babamız bin kardeşimiz yüzlerce evladımız sayısız kavim ve kabilemiz milyarlarca servet ü samanımız olsa kaç paralık faide te’min edebilir? En mukaddes en aziz olan dinin cevher-i namusun pa-mal-i tahkīr olunduktan sonra yaşamanın ne faidesi olur? Bugün zavallı Bulgaristan müslümanlarının başındaki kanlı felaketleri geçirmekte oldukları vahim dakīkaları görmüyor muyuz? bilmeyenlere bunun ma’nasını anlatmalıdır! Ey ehl-i İslam! Bilmiş olun ki: Bir milletin vatanı mahv olduktan sonra yavaş yavaş dini de elden gider. Bunun için Hazret-i Peygamber bakınız ne buyuruyor: “Vatanı sevmek imandandır; imandan bir cüz’dür” Fakat vatana muhabbet etmek ağızdan “vatanımı seviyorum” demekle olamaz. Kuru kuruya “vatanıma muhabbetim var” demekle hubb-ı vatan olduğu tasdik olunamaz. Çünkü ma’lum olduğu üzere iman “ikrar bil-lisan tasdik bil-kalb”den lisanen Kelime-i Şehadet getirmesinde ehemmiyet yoktur. Madem ki Resul-i Ekrem efendimiz vatana muhabbeti de vatanıma memleketime muhabbetim var demekle olmaz. Belki kalben vatana karşı muhabbet beslemek vatan hissini kalbinin en derin köşesinde muhafaza ve bu suretle vatanı her türlü ta’arruzdan vikaye etmek her ne suretle olursa olsun düşmanın tecavüzüne meydan vermemek ve bunun dafa’at-ı vataniyyede bulunmak ile olur. Ey ihvan-ı din! Bizim için imandan daha aziz imandan daha büyük ondan daha kıymetli bir şey var mı? Zannedersem “var” diyecek bir mü’min tasavvur olunmaz. Çünkü hakīkaten mü’min-i kamil olan kimse dünyada ancak dini ırzı namusu gözüne alır. Dinine ırzına namusuna kıl kadar leke gelmemek mallarını feda eder de yine kalbi mesrur olur. Binaenaleyh vatana karşı beslemiş olduğu muhabbet de bu nisbette olmak lazımdır. Çünkü Cenab-ı Peygamber vatanı o kadar takdis etmişler ki: Vatana muhabbet etmek imandan cüz’dür demişler. Vatana muhabbet etmek dinin a’zam-ı rüknü olan verirse artık hakīkaten mü’min tam ma’nasıyla müslüman olanlar kalbinde iman kuvveti Allah Peygamber aşkı olanlar vatanı muhafaza uğrunda malını evladını hayatını feda etmekten niçin çekinsinler? Ey cema’at-i İslamiyye! Biz müslümanlarca pek kıymetli olan dinimizi ırzımızı namusumuzu muhafaza edecek bir şey varsa o da ancak vatandır. Vatan selamette olursa vatana düşman tecavüz edemezse vatanı kara yüzlü düşmanlar pis mülevves ayaklarıyla kirletemezlerse sevgili her şeyden kıymetli olan dinimiz de selamet bulur ırz ve namusumuz da tecavüzden masun kalır. Ey mü’minler! Hiss-i vatan hakkında başka bir şey mülahaza etmeye hacet yoktur. Biz yalnız şu hadis-i şerifin ma’na-yı münifini tamamıyla anlamaya çalışmalıyız! Çünkü en aziz dünya ve ahirette bizi sa’adete erdirecek yegane i’timad ve i’tikad ettiğimiz bir şey varsa o da imandır. Hubb-ı vatan da şu aziz imanımızdan bir cüz’dür. Şu halde bu hadis-i şerif sarahaten gösteriyor ki: Vatanı himaye ve muhafaza uğrunda ne derece çalışacak olursak imanımızı dinimizi de o nisbette kuvvetleştirmiş oluruz. Bu ise sa’adet-i dünyeviyye ve uhreviyyemizi himaye demek olacağında asla ve kat’a şübhe yoktur. Binaenaleyh Allahını Peygamber’ini dinini selameti için her şeyini hatta hayatını bile feda etmekten çekinmemelidirler. Bunun aksine olacak her bir hareket dinsizlikten Allah’a karşı isyan etmekten başka hiçbir şey değildir. Çünkü vatan parça parça olup düşmanların kucağına düşerse işte o zaman ne din kalır ne iman ne ırz kalır ne namus. Belki hepsi düşmanın çizmesi altında mahv olur gider. Zira düşmanın vatanımıza hücum etmekten başlıca maksadı din-i İslam’ı mahv etmektir. Bütün düşmanlarımız bu gayeyi ta’kīb ediyorlar. Şimdiye kadar kaç tane İslam hükumeti mahv edilmişse hep bu fikrin kurbanı olup gitmişlerdir. Son zamanlarda Hilafet-i İslamiyye’nin yegane mümes sili Osmanlı Hükumeti olduğu cihetle düşmanlarımız var kuvvetleriyle onun üzerine hücum etmeye başladılar. Avrupa’dan Afrika’dan çıkarılmasına karar verdiler. Bu karar neticesi olarak şimdiye kadar Avrupa’nın bir çok yerlerinden sürüp çıkardıkları herkesin ma’lumudur. Yine bu kararın neticesidir ki Afrika’dan da çıkarılmak üzere geçen sene gayr-ı meşru’ bir surette İtalya’yı üzerimize saldırdılar. Afrika’da Osmanlı Hükumeti’ne nihayet verdikleri gibi Avrupa’daki kalan yerleri de elimizden almak üzere dört tane kelbi üzerimize hücum ettirdiler. Avrupalıların Osmanlıları Afrika ve Avrupa’dan çıkarmaktan maksadları yalnız tevsi’-i arazi etmektir zannolunmasın onların en birinci emelleri mak Ka’be-i Muazzama’yı hak ile yek-san etmektir. Bunu anlamak için vaktiyle her birisi bir İslam memleketi olup el-yevm Teslis’in pa-yi kahrı altında inil inil inleyen yüzlerce vilayeti müştemil olan Endülüs Devlet-i İslamiyyesi bugün nerede? O koca İslam memleketinin yerinde bugün kaç tane İslam var? Bir vakitler altı yüz cami’-i şerif beş yüz hastahane sekiz yüz medreseyi ihtiva eden ve Devlet-i Emeviyye-i İslamiyye’nin payitaht-ı mu’allası olan Kurtuba şehrinde Gırnata’da bugün kaç tane İslam var acaba? Halbuki Endülüs’ün teslimi günü bile Gırnata şehrinde üç milyon nüfus-ı İslamiyye bulunduğu tarihen mazbuttur. Ey müslümanlar! Bu kadar cami’ler bu kadar medreseler milyonlarca müslümanlar ne oldu biliyor musunuz? O bizim abdestsiz bile girmeye haya ettiğimiz cami’ler kiliseye tiyatroya meyhaneye tebdil edildi. O kadar medreseler hayvan ahırı oldu. Milyonlarca müslümanı tedricen mahv ü perişan ettiler. Resmen ve cebren dinden çıkarıp hıristiyan yaptılar. Avrupa devletlerinin zir-i esaretine geçen hangi İslam memleketi var ki orada yavaş yavaş İslamlar tanassur ettirilmiyor? Avrupalılar bir memleketi istila ederken hürriyet-i diniyye hürriyet-i mezhebiyyeye ri’ayet edeceklerini söylerler fakat sonra hiç birisine ehemmiyet bile vermezler. Çünkü asıl maksad İslamiyet’i mahv etmektir. O kadar uzağa gitmeye de lüzum yoktur. Daha bizden henüz ayrıldıkları cihetle mevcudiyetlerine hatime çekilmemiş olan Bulgaristan müslümanlarının haline atf-ı nazar etmek de bizim için pek büyük hakayıkın tecellisine hizmet edebilir! Vaktiyle Bulgaristan’ın payitahtı olan Sofya şehrinde cami’-i şerif ile kadar mescid olduğu halde son zamanlarda ancak –o da gayet harab– bir cami’-i şerifden başka hiçbir şey kalmamıştı. Bunlardan bazıları kiliseye tahvil edilmiş bazıları da meyhane tiyatro olmuştur. Bi-çare müslümanlar namaz kılacak bir yer bile bulamıyorlar. Bulsalar bile serbest kılamıyorlar ön safta namaz kılarken arkalarında Bulgarlar hora tepiyorlar. Onlarla istihza ediyorlar. Bunu gidip bizzat gördüğüm için hilafına kat’iyyen ihtimal vermiyorum. İ’lan-ı harbden beri Bulgaristan’da bulunan bed-baht müslümanlar ne halde bulunuyorlar? O vahşi haydud Bulgarlar dokuz yaşında olup henüz sinn-i büluğa vasıl olmamış olan kızların bile namusuna ta’arruz etmiyorlar mı? Muhadderat-ı İslamiyyenin cevher-i namusunu paymal etmediler mi? “İslam kadınlarının gençleri kucağa ihtiyarları ocağa” diye şarkılar söylemiyorlar mı? Mukaddes cami’lerimizin bazıları hedm ve tahrib bazıları da kiliseye tahvil edilerek kubbelerinin üzerine çanlar asılmıyor mu? Bunlar hergün gözümüzün önündeki şeyler olduğu halde maksad İslamiyet’i mahv etmek değildir diye kendimizi nasıl teselli ederiz? Her gün gazeteler bar bar bağırıyorlar Müslümanlık ortadan kalkmalıdır diye feryad ediyorlar. Ben misal olmak üzere bunlardan bir tanesini burada kari’in-i kirama arz etmek istiyorum: Rusya Hükumeti’nin payitahtı olan Petersburg’da çıkan nim resmi Novye Vremya gazetesinin Eylül sene tarihli nüshasında Budapeşte’den şöyle bir telgraf vardı: “Bundan sonra İslamiyet’i müdafaa etmek pek fazladır. O İslamiyet ortalıktan kalkmalı medeniyet nokta-i nazarından yetin düşmanıdır. Müslüman padişahlığı artık sukūt etmeli mahv olmalı. Zira bunlardan hiç birinde dahilen padişahlık denilecek bir şeyler yoktur…!” Ey ehl-i kıble! Avrupalıların her türlü ef’al ve harekatı bize karşı nasıl bir fikir beslediklerini aşikar bir surette gösterdiği için buna dair fazla söze lüzum görmüyorum. Binaenaleyh biz hala puyan olduğumuz gafletten uyanmaz ve bizim için bu kadar icra edilen haksızlıklardan ibret almazsak millet-i İslamiyyenin atisinden korkulur. Bir seneden beri mühim bir memleketimize hücum eden bir düşman ile merdane çarpıştığımız halde neticesinde –avn-i samedani ile hiç de mağlub olmadığımız halde– Afrika’dan çekilmemize karar verildi. Bunu müteakib de Avrupa’dan çıkmamıza verilen karar mevki’-i tatbika konulmak isteniyor!! Fakat emin olunuz ki: Eğer Hükumet-i Osmaniyye’yi Avrupa’dan çıkaracak olurlarsa o zaman Asya’da da bırakmazlar. Ma’azallah İslamiyet de mahv olup gider. Çünkü bu def’a Avrupa’dan çıkmamız pek vahim bir tehlikeyi mucib olacak bu adeta İslamların Endülüs’ten çıkarılmalarına benzeyecektir. O zaman da İslamları çıkaran Ferdinand namında bir kafir-i bi-din idi. Binaenaleyh bugün üç yüz altmış milyon nüfus-ı İslamiyyenin hayatı taht-ı tehlikede bulunuyor. Onların hepsi Osmanlı müslümanlarından ümid-i necat bekliyorlardı. İşte bunun içindir ki: Avrupalılar da Osmanlıları mahv etmeye çalışıyorlar. Çünkü bir kere Osmanlı bayrağı aradan kalktıktan sonra alem-i İslam’ın tam ma’nasıyla ümidi kesileceği şübhesizdir. Hatta İngiliz gazeteleri bile Osmanlıları mahv etmedikçe Hindistan müslümanlarının ümidi kesilmez. İngiltere hükumetine munkad olmazlar diye alenen makaleler neşr ediyorlar. İşte bunun içindir ki bu şanlı bayrağı kuvvetleştirmeye çalışan kahramanların namları kıyamete kadar tarihin en parlak sahifelerinde bakī kalacaktır. Ey Osmanlı müslümanları! Bu dalmış olduğumuz fena uykudan ne zaman uyanacağız artık yeter! Biz Osmanlılar nazar-ı intibahımızı açmalıyız! Hiç olmazsa mazimizden tarihimizden ibret alarak ruh-ı pak-i eslafdan mahcub olmalı ve eski muzafferiyetimizi göz önüne getirmeliyiz! Biliriz ki bu vatan-ı Osmaninin her avuç toprağı binlerce şüheda kanıyla yoğrulmuştur. Hep feth ettiğimiz yerler can bahasınadır şimdi ha’ifane miskinane eydi-i a’daya teslim mi edeceğiz?... Zaten i’la-yı kelimetu’llah için dinin vatanın muhafazası bizden vaad almadı mı? ayet-i kerimesi bu yolda vermiş olduğumuz vaadi göstermiyor mu? Elimizde evimizde bulunan Kitab-ı mukadesde bu gibi ayat-ı kerimeyi her gün görüp işitirken o Kitab-ı mukaddes bizlere hitaben: Müslümanlığı muhafazaya çalışmadıkça onu düşmanlarının tecavüzünden kurtarmadıkça sizin için iki cihanda rahat yoktur diye nida edip dururken nasıl olur da biz hala puyan olduğumuz gafletten uyanmıyoruz?... Ey Osmanlı Ordusu! Bugün Kosova sahrasında düşmanın süngüleri pis mülevves çizmelerinin pa-yı tahkīri altında bulunan; dinin vatanın selameti için düşman ile merdane çarpışırken şehid olarak bir hayat-ı cavide nail olan Osmanlıların büyük padişahı Hudavendigar Sultan Murad Han hazretlerini düşünün! Vaktiyle Anadolu’yu zir-i idaresine aldıktan sonra Rumeli’ye geçerek oranın da fethine mübaşeret eden meşhur Sazlıdere Muharebesi’nden sonra Edirne’yi feth edip onu ecdadımızdan değil mi? Bizler de o büyük ecdadlarımızın ahfadı değil miyiz? Dünyaları hayretler içinde bırakan kayserleri tir tir titreten Rumeli fütuhat-ı müdhişesini yapan o büyük padişahımız bugün düşman askerlerinin süngüleri arasında mülevves çizmeleri altında ah ü enin ediyor bizden imdad taleb ediyor. “Ey benim ahfadlarım koşun beni bunların elinden kurtarın” diye feryad ü figan ediyor. Gözlerini dikmiş boynunu bükmüş de yalvarıyor. Ey mu’azzam Osmanlı Ordusu ey Osmanlılar! Bu kadar fütuhat ile dünyaları yerinden oynatan bu muhterem padişahın Miloş Kapiloviç namında bir Sırplı tarafından Kosova sahrasında şehid edilen bu büyük ecdadımızın bugün düşmanlar içinde bulunmasına nasıl razı oluyoruz? Eğer biz onların hayru’l-halefi olduğumuzu bil-fi’il hain na-merd canavar düşmanlarımızın elinden kurtaramazsak onların ahfadı olduğumuzu nasıl iddia edebileceğiz? Ruz-ı cezada onların huzuruna hangi yüz ile varabileceğiz? Fatihlerin Selimlerin Muradların Yıldırımların … ruhlarını şad etmek istersek bu mukaddes vatanı murdar ayaklarıyla kirletmek isteyen alçak düşmanlara haddini bildirmeliyiz. Eğer biz dünyalara meydan okuyan Viyana kapılarına kadar gidip dayanan ecdadımızın ahfadı isek ya bir ferd kalmayıncaya kadar bu mukaddes topraktan alçak düşmanlarımızı sürüp çıkarmalıyız yahud bir müslüman kalmayıncaya kadar bu uğurda şehid olmalıyız da na-merd düşmanın vatanımızı çiğnediğini bari gözlerimiz görmesin. Belki o zaman ecdadımızın huzurunda söz söylemeye biraz hak kazanmış oluruz. İşte biz de sizin gibi bu vatanı müdafaa ederken şehid olduk demeye hak kazanır sonra da huzur-ı ilahide ölünceye kadar vatanını müdafaa edenlere Cenab-ı Hakk’ın vereceğini vaad etmiş olduğu ni’metleri taleb etmeye yüzümüz olur. Yok eğer göz göre göre bu vatanı düşmanlara çiğetirsek dünyada en sefil bir mahluk sırasına geçeceğimiz gibi ahirette de Allah’ın en büyük azabına ma’ruz kalacağız. Hem ne hacet ölümden ölüme fark yok mudur? Vatanı müdafaa uğrunda şanlı bir ölüm ile ölmek pek çok hayata gıbta-ferma olduğunu bilmiyor muyuz? Binaenaleyh bu kadar mukaddes bu derece mu’azzez olan memleketimizi muhafaza uğrunda bütün malımızı canımızı feda etmek bizim için servet sahibi olup da miskinane zelilane yaşamaktan daha hayırlıdır. Gözümüzün önünde bu kadar muhadderat-ı yüzlerce cami’ler kilise olduktan milyonlarca müslümanlar cebren Hıristiyan edildikten sonra yaşamak “va’llahi’l-azim bi’llahi’l-kerim” bizim için züldür. Bu suretle yaşamaktan toprak altına girmek bin kat hayırlıdır. Ey Ordu-yı İslam! Siz bugün bil-fi’il meydan-ı harbde düşmanın karşısında saf bağlamış o düşman-ı bed-nam tarafından din-i İslam’a hazret-i Kur’an ’a vatan-ı mukaddese doğru vezan edip gelecek olan kıvılcım ateşlerine vücudlarınızı siper ediyorsunuz. Öyle ise bakınız! Muhafazası için can verdiğiniz hazret-i Kur’an sizlere karşı ne diyor: “ Ey mü’minler! Din vatan düşmanlarınızla fi sebili’llah mücahede ederken muharebe meydanlarında karşılaştığınız safları tertib ederek düşmanla uğraşmaya başladığınız vakit sakın a’danıza arka çevirip de kaçmayınız! Her kim muharebe meydanından firar ederse gazab-ı ilahiye müstahak olur. Cenab-ı Hak dünyada o gibileri rezil ü rüsvay eylediği gibi ahirette de asiler caniler için hazırlamış olduğu cehennem ateşleri içinde yakar.” Bu ayet-i kerime gösteriyor ki meydan-ı muharebede düşmandan korkarak arkaya dönüp kaçmak en büyük günah pek azim bir cinayettir. İşte bunun içindir ki: Hazret-i Peygamber sav bir hadis-i şerifinde buyurmuş ve binaenaleyh esna-yı harbde firar etmeyi Allah’a küfür bila-sebeb saymıştır. Şu halde meydan-ı muharebeden firar edenlerin cezası Cenab-ı Hakk’ın birliğini inkar derecesinde şediddir. Ey ordu-yı İslam ey dinin vatanın müdafaası için mu harebeye koşan şanlı asker! Siz biliniz ki muharebede düşmana karşı arka çevirip firar etmek din-i İslam’ı hazret-i Kur’an ’ı ayaklar altına alıp parça parça etmek demektir. Çünkü bir neferin muharebeden kaçması memleketin –ma’azallah– düşman eline girmesine sebeb olur. Bakınız hazret-i Kur’an ne diyor: ] “ Habibim bilmiyor musun o kimselerin halini ki sayıları binlere baliğ olduğu halde –memleketlerine tecavüz eden düşmanın hücumuyla gelmesi muhtemel olan– ölümden korktukları için memleketlerini bırakıp kaçtılar da Allah onları yine öldürdü sonra da tekrar diriltti. Şurası da muhakkaktır ki; insanların hepsine Allah’ın ihsanı pek çoktur. Lakin Allah din vatan uğrunda düşmanlarınızla merdane bir surette çarpışın muharebe edin! Hem iyi biliniz ki Allah hem Ey Ordu-yı İslam! Allah aşkına din vatan hürmetine bugünkü günde hepinizin gözleri bu ayet-i kerimenin bu kanun-ı ilahinin ma’nayı şerifine mün’atif olsun! Allah’ın bu la-yetegayyer kanunu sarahat-ı kat’iyye ile gösteriyor ki: Din vatan düşmanları ölümden korkarak düşmandan pek çok efrada malik olan bir millet bir ordu tam ma’nasıyla izhar-ı şeca’at etmez düşmana mukavemet etmeyerek hayat-ı şahsiyyelerini ölüme tercih ederler düşmanın kurşunuyla ölmemek için memleketi terk edip düşmandan firar ederlerse Allah o milleti o orduyu düşmana terbiye ettirir. Düşman cesarete gelerek var kuvvetiyle firarilerin üzerine hücum eyler onları ta’kīb ve tenkil eder bazılarını öldürür bazılarını da esir alır. Bu suretle –düşman– muharebede galib mevki’inde kalır kaçmaları sebebiyle mağlub olanların istiklal-i millilerini mahv eder onları her suretle kendisine itaate mecbur kılar ribka-i esaretine geçirir. Berikiler –kaçanlar– da pek uzun bir zaman bu esaret bu zillet bu meskenet vadilerinde yuvarlanıp mahv ü perişan olurlar. Kaçtıkları ölümden daha bedter bir musibete bir felaket-i uzmaya duçar olurlar. Akılları başlarına gelip de –eğer o zamana kadar düşman mevcudiyetlerine nihayet vermezse– istiklal-i millilerini iade edinceye kadar bu felaketten kurtulamazlar… Binaenaleyh meydan-ı muharebeden firar edip de düşmanın cesaretini artıranlar –gerek zabit gerek nefer– memleketi a’da-yı din ve vatana teslim edenler dünyada en müdhiş bir ölümle ölecekleri gibi huzur-ı Rabbü’l-aleminde de bu amellerinden dolayı rezil ü rüsvay olarak en büyük cezaya çarpılacaklardır. Bunda şübhe etmek vahdaniyet-i ilahiyyede tereddüde düşmek kadar azim bir cinayettir ki: Buna müslüman olan hiçbir ferd tahammül edemez. Hem ne hacet! nerede olsak yine bizi bulur. Ey muhterem zabitan-ı Osmaniyye! Siz de muharebede düşmanlarımıza galebe etmek için Osmanlı zabitanına mahsus bir feza’il-i ahlakiyye ile efrad-ı askeriyyenin hüsn-i zannını kazanın. Sakın! Sizden zerre kadar su’-i zannı mucib ef’al ve harekat sadır olmasın. Çünkü büyüklerden sudur eden en ufak bir kusur gayet büyük gözükür. Binaenaleyh vatanın dinin kurtulması evvela Allah sonra da dirayet ve fetanetinize sizin süngülerinize tüfeklerinizden çıkacak kurşuna baktığı bu dakīkada efrad-ı askeriyyenin su’-i zannını mucib olacak zerre kadar dini bir kusurda bulunmamanız lazımdır ki sırrına mazhar olmayasınız! Ey şanlı Osmanlı askerleri! Sizin de vazifeniz zabitanınızın başınızda bulunan amirlerinizin her suretle emrine inkıyad etmektir. Bakınız! Kur’an sizlere ne emrediyor: Allah’a peygambere amirlerinize zabitlerinize… yerde ölün. Eğer böyle yapmazsanız Allah sizi dünyada rezil ü rüsvay ettiği gibi yevm-i kıyamette de cehennem ateşleriyle yakar. Hasire’d-dünya ve’l-ahire olursunuz. Ey Ordu-yı İslam! Eğer siz i’la-yı kelimetu’llah muhafaza-i vatan için mu harebeye girdiğiniz vakit Kur’an-ı Kerim ’in evamir-i kat’iyyesinden hedenizde azm ü sebat ederseniz emin olunuz ki sizin bir neferiniz düşmanın on neferine bedel olur. Bu suretle düşman ne kadar çok olursa olsun size mağlub olarak kaçacaktır. İşte kat’iyyetinde şübhemiz olmayan kanun-ı ilahi böyle diyor: Aksekili ] ---- . . . . . . . . . . ---- ---- . . . ---- ---- MEKATIB ---- SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI’NE Efendim Cihada bedenen veya malen mu’avenet her müslim için farzdır. Udhiyyede vacib olan iraka-i dem olup hakku’llahtır. Binaenaleyh şu halde hem farzı hem de vacibi ifaya kudretimiz bulunmadığından ileride si’a-i halimizde vacibi de iskat etmek niyetiyle mukaddem olan farzı ifa için tedarik edebildiğimiz iki kurban bedeli olan iki buçuk lirayı iane-i cihadiyye olmak üzere Harbiye Nezareti’ne teslim ettik. zaman ve ahval münasebetiyle ictihadımıza pek çok ihvanın Mütekaidinden Refikası beri Müdafaa-i Milliyye Teşkilatı’ndan bahs etmekte oldukları cihetle bu husus taşralarda dahi pek büyük bir hahiş uyandırmış ve böyle bir teşkilat vukū’unda şehrimiz ve civar kasabat ve kuradan dahi pek çok kimselerin nakden ve bedenen hemen bu emr-i azime iştirak edecekleri görülmekte bulunmuştur. Avrupa’da bir müessese-i aliyyenin vaz’-ı esasında hazır bulunan kralların imparatorların ilk temel yerinin kazmasını kendi elleriyle vurdukları daima görülür. Sevgili Halifemizin kumandan-ı a’zam efendimiz hazretlerinin dahi bütün vatanın müdafaa hayat ve mematına tealluk eden şu mes’elede te’sis edilecek hutut-ı müdafaa istihkamatının ilk kazması yed-i mü’eyyed-i hümayunla vurulduğu günün haftasına kalmaz Çatalca’dan beş kat müstahkem mevaki’ hemen sinn-i şahanelerinin adem-i müsa’adesine mebni meydan-ı harbe gidemedilerse bu emr-i mühim ve azimi ifa buyuracaklarında asla şübhe ve tereddüdümüz yoktur. İş buraya geldi de bu şekle girdi mi? İstanbul surları haricinde kendi erzakıyla çalışacak yüz binlerce halk mevcud olacaktır. ğildir. Acaba muharebe tarihinden i’tibaren ta’kīb edilecek hatt-ı hareket hakkında İstanbul matbuat erkanı beyninde olsun müzakere ettiler mi? Şübhesiz ki hayır!.. Böyle acı ve tarihi dakīkalar geçirdiğimiz zamanda halkın en ziyade kuvve-i ma’neviyyesine hizmet edecek matbuattır. Matbuat erkanı dediğimiz gibi bir kere toplansa idi; ta’kīb edilecek hutut-ı harekatı ta’yin etse idi şimdiye kadar yek-diğerine mübayin neşriyat ve havadisle halkı bu derecelere kadar sükūt-ı hayale uğratmazlardı! Heyhat!... ki onlar arasında da el-an bir ittihad görülemiyor. Hala yek-diğerinin bacağına ip takmadan yalanlarını dehlemekten birbirlerine hased etmekten asla hali kalmıyorlar! Bugün bil-ittihad zat-ı hazret-i padişahiyi arz ettiğimiz müdafaa-i milliyye mes’elesine müttefikan bir da’vet ve buna muvaffakiyet dünyayı bir padişahlığa az gören hakanlarımızın kabirlerini Emanat-ı Peygamberi’yi muhtevi olan makamat-ı mukaddesenin kapılarını Bulgar çizmeleriyle çiğnetmemeye sebeb olur. Ve mina’llahi’t-tevfik. ---- BALKANLAR CIHADI ---- Edirne kuva-yı müdafaasının şanlı bir surette müdafaa eylediği ve hücum eden düşmanı tarumar ederek püskürttüğüne dair resmi bir haber neşr olunuyor. Babıali’de Sadr-ı a’zam nezdinde akd-i ictima’ eden ümera-yı askeriyyenin harbe devam etmek üzere karar verdikleri haber alınıyor. Şark Müretteb Ordusu Kumandanı Abdullah Paşa bugün devlet-i muazzamanın süferası bugün Babıali’ye geliyorlar. Babıali’den avdetlerinde hey’et-i süfera Avusturya Sefarethanesi’nde resmiyyede kendilerine memleketin emn ü asayişi hakkında te’minat veriliyor. Ve bed-hahane eracife ehemmiyet vermenin şayan-ı teessüf olduğu beyan olunuyor. Fransa’nın Leon Gambeta zırhlı kruvazörü limanımıza muvasalat ediyor pare top endahtıyla resm-i selamı ifa eyliyor. Almanya’nın Vineta kruvazörü de bugün geliyor. Bugünkü gazeteler müttehidü’l-lisan Müdafaa-i Milliyye’den bahs ediyor ve ahalinin hamiyet-i diniyye ve milliyyesini tahrik ediyorlar. Bugün bir tebligat-ı resmiyye Edirne’nin metanetini Edirne mıntıkasında muzafferiyatın tevali ettiğini Edirne Vilayeti’nden makam-ı sami-i Sadarete Teşrinievvel tarihiyle mevrud telgrafnameye istinaden i’lan ediyor. Manastır Vilayeti’nden çekilen diğer bir telgrafta Soroviç havalisinde Sırplarla olan müsadematta askerlerimizin Teşrinievvel tarihiyle çekmiş olduğu diğer bir telgrafta bir düşman süvari keşif bölüğünün Tekfurdağı’na altı kilometre mesafede görülerek kuva-yı askeriyyemiz tarafından tard olunduğu bildiriliyor. Bugün dahi Babıali’de ümera-yı askeriyyeden mürekkeb bir encümen-i fevkalade akd olunuyor. bugün limanımıza geliyorlar. Bugün mevki’-i harbde esir düşen düşmanlardan bir kısmı Dersaadet’e getiriliyor. Birçok Rusya müslüman gönüllüleri Sivastopol’dan vapurla şehrimize geliyor. Doğruca Harbiye Nezareti’ne müracaat eyliyorlar. Edirne’den yine muzafferiyet haberleri geliyor. Edirne valisinden makam-ı Sadarete gelen resmi telgraflarda: “Edirne mevaki’-i müstahkemesinin garb cebhesiyle Maraş mıntıkasında Teşrinievvel sabah vasati saat sekizden akşam saat yediye kadar devam eden muharebe yarım saat fasılayı müteakib be-tekrar başlayıp gece sabaha kadar ve Teşrinievvel’de dahi bütün gün kemal-i şiddetle devam ettiğini ve Maraş’da asakir-i Osmaniyye’nin süngü hücumlarına düşmanın mukavemet edemeyip telefat-ı külliyye verdikten sonra bir hal-i perişanide ric’at eylediğini düşmandan yüzlerce Manliher tüfengi ile bir hayli cebhane düşman bataryalarını sükuta mecbur ettiği cenub cihetinde dahi düşmanın telefat-ı kesire ile püskürtüldüğü ve bu saatlik kanlı muharebenin cidden ve hakīkaten Osmanlı tarihine zib-aver olacak derecede parlak muzafferiyatla neticelendiği” tebşir olunuyor. Rical-i askeriyye bugün de Babıali’de ictima’ ediyorlar. Bugünkü gazetelerle hükumet tarafından “Asakir-i Osmaniyyenin Çatalca hatt-ı müdafaasına çekilmek lüzumunu his ile orada ikmal-i tahşidat etmekte bulunduğunu ve bunun payitahtın kapısı önünde bir muharebe bulacağından bebiyet verebileceği nazar-ı i’tibara alınarak her türlü vekayi’in önü alınmak üzere tedabir-i zabıta ve siyasiyye ittihaz edildiği” beyan edildikten sonra asayiş-i memleketi ihlal etmek kasdıyla bed-hahane şayialar neşr eden fesedenin şiddetli mücazata duçar edileceği resmen tebliğ olunuyor. Ve “hükumet-i hazıranın istinad ettiği selamet-i vatan emel-i millisinden ahz-ı kuvvetle ve faaliyet-i azime ile harekete azim ve her türlü tereddüdden salim” olduğu i’lan olunuyor. Bab-ı Meşihat’ten dahi Çatalca’da ictima’ etmekte bulunan efrad-ı askeriyyeye anlayacakları lisan ile nesayih-i lazıme ve müessire ifasıyla ordu-yı hümayunun takviye-i ma’neviyyatı ve efradın tezayüd-i şevk ve gayretleri için ulemadan yüz kadar natuk ve nafizü’l-kelim zevatın Hadımköyü’ne tensib olunan karar iktizasından olduğu vechile Bab-ı Fetvaca Dersaadet’teki müderrisin-i kiram ile rical-i ilmiyyeden evsaf-ı mezkureyi cami’ zevatın ordu-yı hümayun karargahına azim olacakları i’lan olunuyor. Ulema-yı müşarun-ileyhimden elli zat bugün karargaha gidiyorlar. Meydan-ı harbden peyderpey Dersaadet’e gelen muhacirin arasında kolera hastalığı vukū’ bulduğundan bugünden i’tibaren payitaht koleralı i’lan edilerek tedabir-i sıhhiyeye tevessül olunuyor. Bugün de düvel-i muazzama süferası Avusturya Sefarethanesi’nde ve Veli paşalar Çatalca’ya azimet ediyorlar. Tekfurdağı civarında düşmanın bir bataryası donanmanın top ateşiyle mahv ü perişan edildiği Donanma Kumandanlığı’ndan bildiriliyor. Çatalca’ya azimet etmiş olan hey’et-i askeriyye ve a’yan Dersaadet’e dönerek hal-i ictima’da bulunan hey’et-i vükelaya dahil oluyor. Hal ve mevki’ ve vaz’iyet-i harbiyye hakkında izahat ve ma’lumat veriyorlar. Bugün mütareke akd olunacak diye bir şayia deveran ediyorsa da asılsız olduğu ma’lum oluyor. Selanik valisi Dersaadet’e hareket ediyor. Rumeli hakkında bir çok hususi haberler alınıyor. Fakat gazetelerde bu babda bir şey münderic değildir. Herkes hayret ve intizar tır. ALEM-I İSLAM’DA TEZAHÜRAT Tüccar ve teba’a-i İraniyyeden mürekkeb teşekkül eden komisyon vasıtasıyla mecruhin-i guzat-ı Osmani için iane cem’ edilmekte olduğunu evvelce yazmış idik. İran Sefir-i Kebiri İhtişamü’s-Saltana Mirza Mahmud Han hazretleri vilayat-ı şahane kar-perdazlarına dahi telgrafnameler keşidesiyle oralarda mukīm teba’a-i İraniyyece de iane cem’ edilmesini iş’ar ve kaviyyen tavsiye buyurduklarından Basra’da mukīm teba’a-i İraniyyeden derhal altmış Osmanlı lirası cem’ ve şehr-i mezkurda mukīm Hilal-i Ahmer Cem’iyet-i muhteremesine tevdi’ kılındığı Basra Başkarperdazlığı’ndan Sefaret-i Kübra’ya varid olan telgrafnamede bildiriliyor. hazretleri Perşembe günü İran Muzafferiye Hastahanesi’ne azimetle tedavi edilmekte olan mecruhin-i guzat-ı Osmaniyyeyi ziyaret ve bil-umum mecruhinin hatırlarını istifsarla vatan-ı mukaddesleri hakkında ifa eyledikleri hidemat-ı müftehire-i askeriyyelerini tebrik ve şekerleme ve sigaralar tevzi’iyle cümlesini taltif buyurmuşlardır. Times gazetesinin Kolombo muhabiri Seylan ahali-i İslamiyyesinin muharebe-i hazıra münasebetiyle büyük bir miting akd ederek beynlerinde Hilal-i Ahmer Cem’iyeti için on bin rupiye iane topladıklarını yazıyor. Peşaver uleması mahalli cami’-i şerifinde muharebe-i hazırada Osmanlı Ordusu’nun ihraz-ı muzafferiyet etmesi için ed’iye-i me’sure tilavet eylemişlerdir. Ba’dehu büyük bir miting akd olunarak bir Hilal-i Ahmer Hey’eti teşkili için icab eden tedabire tevessül edilmiştir. Bundan Kalküta’da dahi ahali-i İslamiyye Hilal-i Ahmer için şimdiye kadar on bin rupiye iane vermiştir. Birkaç güne kadar meblağ-ı mezkurun kat kat tezayüd edeceği şüphesizdir. El-yevm bütün Hind ahali-i İslamiyyesi Balkan Muharebesi’nin bütün safahatını kemal-i dikkatle ta’kīb etmektedir. Karaçi ahali-i İslamiyyesi dahi aynı günde iki muhtelif noktada miting akd ederek muharebe-i hazıra münasebetiyle Devlet-i Osmaniyye hakkında teveccühat-ı samimane olması için du’alar tilavet eylemişlerdir. Müteakiben Hilal-i Ahmer için iane cem’ine başlanılmış rupiye toplanmıştır. Bu esnada yedi yaşında bir kızcağız parmağındaki yüzüğü çıkararak Hilal-i Ahmer’e ihda etmiştir. Manchester Şehbenderliği’nden gelen hususi bir mektuptan muktebes: “Manchester Şehbenderhanesi en meşgūl ziyaretcileri en çok bir dairedir. Dün gayet ulvi bir hal karşısında bulundum. Sabah Şehbenderhaneye geldikte ihtiyar pejmürde kıyafetli yorgun bir Arab’ın merdiven üzerinde oturmuş bana gelmiş bir Arab zannettim. On mil öteden maşiyen Manchester’e gelen bu pir-i muhterem alnının teri ile kazanmış Ahmer’e göndermekliğimi rica etti. Hüviyetini tahkīk ettim. Hindistanlı bir müslüman imiş… lerine du’alar eylemeye ve memleketimizin selametini bütün safiyet-i vicdaniyyesiyle temenni etmeye başlamıştır. Bu Hindli müslümanın Makam-ı Hilafet’e karşı beslemekte olduğu hüsn-i merbutiyyet ve ibraz ettiği hamiyyet karşısında birkaç katre memnuniyet yaşları döktüm.” Rusya müslümanlarından yüzü mütecaviz mücahid Balkanlar harbine iştirak etmek üzere gönüllü olarak Cuma günü Sivastopol’dan vapurla şehrimize gelib doğruca Harbiye Nezareti’ne müracaat eylemişlerdir. Hamiyetli Harbin müslümanları geçenlerde Trablusgarb Muharebesi’ne iane olmak üzere ruble göndermişlerdi. Bu kere de Harbin’in genç münevver ulemasından İmam zeratının tergībat-ı diyanet-perveraneleri neticesi olarak ruble cem’ ile yine Trablusgarb muhariblerine yahud diğer muvafık bir mahalle sarf olunmak üzere İstanbul’a gönderilmiştir. Meblağ-ı mezkurun bu sırada en muvafık mahall-i sarfı Rumeli Muhacirin-i İslamiyyesi Iane Komisyonu’na vermek olduğu düşünülerek Şehremaneti’nde mün’akid mezkur komisyon veznesine tevdi’ ve makbuzu bil-ahz Harbin’e Zebh-i Kurban Hakkında “Udhiyyede vacib olan iraka-i dem olup bu da halis hakku’llah olduğu cihetle bila-zebh kurbanın aynını ya bedelini tasadduk veyahud mücahidinin umuruna sarf için bi eda ve ifadan sonra kurbanın cülud ve luhumunu ve o cülud ve luhumunun bedellerini ve vacib olmayıp da müteveffa ebeveyn ve akraba ve teallukatı için veya suver-i saire hayr-ı mezkura i’ta etmek caiz ve meşru’ olduğu bu babda efvah-ı nasda dair ve bazı evrak-ı havadisde mebsut bazı makalat üzerine lede’s-sual Fetvahane’den ifade kılınmasına ve maksad-ı asli hem zebh-i karabin ile ifa-yı vecibe-i şer’iyye hem de asakir-i şahane guzat ve mecruhinine iane feza’ilinin cem’inden ibaret olmasına nazaran zebh edilecek karabin cülud ve luhumunun bu emr-i hayra harc ve bir suret-i mü’teminede tevzi’i zımnında Evkaf-ı Hümayun nazırı paşa hazretlerinin riyaseti tahtında Donanma Ianesi Komisyonu’ndan ve Bab-ı Fetva ile Şehremaneti’nden birer a’za bulunmak üzere bir encümen teşkili ile icab-ı halin müzakeresi Meclis-i Vükelaca tensib kılınmıştır.” ---- VESAIK-I TARIHIYYE ---- Makam-ı Meşihat-ı Ulya Müsteşarlığı’ndan tebliğ edilmiştir: Etrafımızı ihata eden düşmanların askerlerini teşvik ve teşci’ için bütün rü’esa-yı ruhaniyyeleri Salib be-dest olarak ordularında çalışmakta oldukları halde bizim ulema tarafından henüz böyle bir vazifenin ifasından teğafül edilmesi asla ve kat’a caiz olamayacağı cihetle min indi’llah mev’ud olan nusret ve muzafferiyetin bir an evvel asakir-i Osmaniyye canibinde nümayan olması için ulema-i kiram tarafından dahi bu yolda bir cihad icrası ve zaten her biri bir gazanfer olan efrad-ı Osmaniyyenin kuvve-i ma’neviyyelerinin takviye ve Şu vazife-i mühimme ve mukaddeseye iştirak için kendisinde ehliyet ve kudret-i kafiye mevcud olan ulema-i dinin hemen Bab-ı Fetva’da Ders Vekaleti’ne müracaata şitaban olmaları kemal-i ehemmiyetle i’lan olunur. * * * Matbuat-ı Dahiliyye Müdüriyeti’nden: Balkan hükumat-ı erba’asıyla başlanılan harb mukteza-yı takdir-i ilahi olarak henüz istenildiği gibi karin-i muvaffakiyet olamamış ve bu cümleden olmak üzere Şark Ordusu Çatalca hatt-ı müdafaasına çekilmek lüzumunu his ile orada Payitaht-ı Saltanat-ı Seniyye’nin kapısı mesabesinde olduğu cihetle pişgahında düşman ordusu bulunması Payitaht’ın huzur ve asayişi i’tibarıyla ha’iz-i kemal-i ehemmiyettir. Şimdi Çatalca’nın suret-i layıkada esbab-ı müdafaasını istikmal ne derece şayan-ı i’tina ise Payitaht kapısındaki bir muharebenin yüzde on muvaffakiyetsizlik ihtimali bile o kadar calib-i nazar-ı dikkat olmak tabii bulunduğundan Hükumet-i Seniyye’ce bir taraftan kaffe-i vesait-i müdafaaya müracaatta zerreten-ma kusur edilmeyerek hukūk ve menafi’-i memleketin muhafazasına bezl-i makdur olunmak diğer taraftan da payitaht-ı Saltanat-ı Seniyye’nin mahfuziyeti ümniyyesine ma’tuf tedabir-i siyasiyyeye tevessül eylemek tariki ihtiyar olundu. Bi-havlihi te’ala Payitaht-ı Osmani’nin masuniyeti esbabı istihsal edilmekte olup ancak bunun birinci derecede mütevakkıfün-aleyhi herkesin kemal-i huzur ve sükun ile meşağıl-i zatiyyesine hasr-ı efkar ederek ahval-i adiyyede mazarratı kalil olan ef’alden bile tevakkī etmesi emr-i mühimmidir. Hal böyle iken makasıd-ı mahsusa ta’kīb eden bazı eşhasın ihtira’ ve bazı sebük-mağzların neşr ettikleri yalan yanlış şayi’at ile şehrin asayiş-i atisi hakkındaki emniyete za’f tarayan etmesi Hükumet-i Seniyye’ce nazar-ı müsamaha ile görülemez. Hatta bu türlü işa’at-ı musanna’a te’siriyle Avrupa sefirleri tarafından devlet-i metbu’aları teba’asına emniyet-bahş olmak üzere Dersaadet limanına muvakkaten sefain celbi iltimas edilmiş ve taraf-ı Hükumet-i Seniyye’den kaffe-i tedabir-i te’miniyye müttehaz olmakla beraber is’af-ı iltimas muvafık görülmüştür. Mesrudat-ı anife lin bir takım havadis-i kazibe ihtira’ıyla tahvif-i kuluba ve tahdiş-i ezhana çalışmak vatan-ı Osmaniye karşı büyük bir hiyanet ve belki bir cinayettir. Binaenaleyh istihlas-ı vatanı üssü’l-harekat ittihaz ve bütün dikkat ve gayretini bu noktaya rekz eden hükumet-i hazıra bu türlü şayi’atı icad ve bilir bilmez tekrar ve neşr edenler hakkında mücazat-ı şedide icrasını ve her ne nam ve suretle olursa olsun tehyic-i ezhanı ve ihlal-i sükun ve huzuru intac edecek bil-cümle teşebbüsat ve harekata karşı tedabir-i kat’iyye ittihazını kararlaştırmıştır. Hükumet-i hazıra istinad ettiği selamet-i vatan emel-i millisinden ahz-i kuvvetle faaliyet-i a’zamiyye ile harekete azim ve her türlü tereddüdden salimdir. Şu hakīkat umuma ma’lum olarak ona göre hareket edilmek ve erbab-ı matbuat da gazetelerinde lisan-ı ciddiyyete yakışmaz makalattan tevakkī eylemek üzere keyfiyet beyan ve i’lan olunur. Altı yüz senelik Osmanlı saltanatının Avrupa hey’et-i düveliyyesi a’zalığından çıkarılması muhacematıyla en nazik bir devreye giren ve mukadderatı evvela irade-i ilahiyye saniyen kendi süngüsüne istinad eden bu millet-i muazzamanın efradı arasında şu sırada fırka hayatı tefrika hayatıyla tefsir edilebileceği ve bir fırka-i siyasiyyenin avamil-i faaliyetinden olan intihabat ile parlamento meşağiline ahval-i harbiyye yüzünden el-haletü hazihi imkan görülmediği cihetle göstermek vaz’iyetinde bulunduğumuz bit-takdir akdemce bir fırka-i siyasiyye teşkiliyle bizi meydan-ı mücahedeye sevk eden avamil ordunun siyasiyyattan ve politikacılardan velev pek geç olsun kurtulması suretiyle za’il olduğundan Cenab-ı Hakk’ın bu millet-i necibeyi muharebe-i hazıradan selametlerle çıkarması du’asıyla Hürriyet ve İ’tilaf’ın siyasi programı vakt-i merhununda açılacak olan Meclis-i Meb’usanımızın a’za-yı muhteremesine emanet edilerek bu dakīkadan i’tibaren memlekette hal-i tabi’inin avdetine kadar mü’essesat-ı siyasiyyemizin seddiyle bütün Osmanlıların hassasiyyet-i fedakarilerini lazıme-i harbin yüksek bir parmak etmeleri tavsiye ve beyan olunur. rası mülgadır. Yani fırak-ı siyasiyye kulüplerde ictima’ memnu’dur. nin umur-ı sıhhiyesiyle hizmetine me’mur olanlardan gayrı kimse bulunamayacak yalnız evkat-ı mahsusada mecruhini ziyarete gelenler kulüplere girebileceklerdir. demin memnu’iyyet-i vakı’adan müstesnadır. “Başkalarının hesabını sizden sormazlar; siz kendinize bakınız.” Mealinde olan şu hitab-ı ilahi doğrudan doğruya biz müslümanlara aid iken yazıklar olsun ki hiç birimiz o emri yerine getirmiyor; en kıymetli zamanlarımız o nefsimizi murakabe altında bulundurmakla geçecek saatlerimiz günlerimiz hatta ömürlerimiz hep başkalarının hatasını araştırmakla başkalarının fenalığını sayıp dökmekle heder olup gidiyor! Gerek cemaat-i müsliminin gerek o cemaatten bir ferdin hayrı için teklif edilen işlere karşı: “Neme lazım! Ne üstüme vazife!” cevab-ı miskinanesini atalar sözü gibi aynen tekrar ediyoruz; cennetlik vücudumuzu azıcık yormak şöyle dursun ağzımızı bile açmıyoruz da mes’ele Zeyd’in Amr’ın harekatını muahezeye gelince olanca faaliyetimizi olanca talakatimizi sarf etmekten asla geri durmuyoruz! Yeryüzünün dörtte üç bölüğünü kaplayan müslümanların yine dörtte üç bölüğü hiç bir eser-i hayat göstermiyor. Bu biçarelerin aleme şüun-i aleme afal afal bakan gözleri “Ne gelenden haberim var ne gidenden haberim!” mealini en açık bir beyan ile anlatıp duruyor. Geride kalan ekalliyetin fırıl fırıl dönen nazarları ise başkalarının nekaisiyle uğraşmaktan baş alıp da bir kerecik olsun kendi muhitine kendi şahsına in’itaf edemiyor! Hülasa ekseriyet tefritin ekalliyet Müslümanlık din-i fıtri din-i ilahi hem en son din-i ilahi olmak i’tibariyle bir din-i i’tidal iken nasıl oluyor da bizler hiç mu’tedil bir hatt-ı hareket ta’kīb edemiyoruz? Bunun cevabı pek kolaydır: Çünkü Müslüman namı altındaki cemaatin kısm-ı a’zamı İslam’ın şekl-i sahihinden alabildiğine gafil. Dünyada ukbada bizi insanların en mes’udu sırasına geçirmeyi kafil olan böyle bir dini cehlimize kurban ettik; hala da ediyoruz. Yazıklar olsun. Şeriati hal-i hazırına getirince artık hiç birimizde intibahdan eser kalmadı; ahlak-ı fazılanın ismini bile unutmak derekelerine düştük. Evet haydi maziden ibret almıyoruz; çünkü gözümüzle görmedik. Haydi zamanımızda fakat başka nebbih olmuyoruz; çünkü zavallıların kaynayıp gittiği adem girdabları bizim denizlerimizden uzakta bulunuyor. Lakin şu bizim kendi gözümüzün önünde geçen kendi başımızın üstünde dönen fecialardan olsun ibret almak yok mu? Osmanlı müslümanları pek iyi bilmelidirler ki: Dört taraftan muhat olduğumuz felakette her ferdin evet bila istisna her ferdin bir hisse-i mes’uliyeti vardır. Eğer herkes gerek kendi nefsine gerek Halik’ına gerek dindaşlarına vatandaşlarına karşı ifa ile mükellef bulunduğu vazifeleri ihmal etmiş olmasa idi bu musibetler bu belalar kabil değil başımıza gelmeyecek idi. Başkalarını muaheze edivermekle kimse vicdanı huzurunda mes’ul olmaktan mahkum olmaktan kurtulamaz. Biz dört sene evveline gelinceye kadar geçen zamanı susup oturmakla; şu dört seneyi de oturup muttasıl söylemekle heder ettik. Efradının bütün a’zası atalete mahkum kalarak yalnız çenesi işleyen bir millet elbette yaşayamaz. Biz sair milletlerden o kadar geri kalmış idik ki aradaki mesafeyi tayy edebilmek için her ferd uhdesindeki vazifeden başka bir de fedakarlık hissiyle mütehassis olacak idi. Heyhat bizler o vazifeyi bile külliyen ihmal ettik. Büyük küçük bütün efradın vazifesi muahezeye intikada inhisar etti. Memleketin en hamiyetli en dirayetli en doğru düşünen en doğru söyleyen mahdud bir kaç evladına münhasır kalmak şartıyle muaheze intikad selamet-i milletin yegane çaresi olabilirse de bu hak taammüm ettiği gibi o deva salgın bir hastalık kadar büyük rahneler açar. Nitekim açtı. Şimdi hayat-ı milleti kökünden sarsan emraz-ı ictimaiyye Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Eslaf “Söz ayağa düşmesin!” derler hem bu sukūttan pek korkarlarmış. Ancak onlar bir çok mütefekkir kafaları da ayak sırasında görürlermiş. O şiddet pek fazla idi; lakin hiffetin bu kadarı da aynı akıbeti husule getirir. Nitekim getirdi. Şimdi yapılacak şey bundan böyle olsun ağzımızı değil gözümüzü açarak kusurlarımızı yakından görerek onları ikmale; Allah’a ibadullaha karşı mükellef olduğumuz vazifelerimizi hakkıyle ifaya çalışmaktır. Ye’sin manası yoktur. Tercümesi “Zannediyor musunuz ki: Sizden evvel geçen ümmetlerin duçar oldukları mihen ve meşakkate siz de mübtela olmadıkça cennete girecek nail-i mükafat olacaksınız? Onlara o kadar müdhiş musibetler vicdan-hıraş felaketler isabet etti o kadar sarsıldılar ki peygamberleri onunla beraber bütün ehl-i iman olanlar “Nusret-i ilahiyye ne zaman erişecek?” deyinceye kadar sahil-i selamete çıkamadılar. –İş bu dereceyi bulunca hemen tebşir-i sübhani erişti– biliniz ki nusret-i * * * Zeccac’ın ka’il olduğu Şeyh Muhammed Abduh’un da izahı vechile istifham-ı mücerred içindir. Binaenaleyh tin ma-kablinde bir mahzuf gözetmek lazımdır. isbat mukabilinde te’kid-i nefy içindir. Ma’a haza daha birçok tevcihatta bulunuyorlarsa da en muvafık olanı budur. Nefs ve beden haric olarak insana isabet eden felakettir. Malı gasb edilmek memleketinden çıkarılmak hayatı taht-ı tehdide alınmak menafi’-i müslimine mümana’at eylemek gibi. mübtela olmak mecruh ve maktul düşmek gibi. fi’lasl hareket demektir. Ma’a haza burada uğradığı müdhiş felaketlerden havf ve hirase düşerek yürümekte ve söylemekte son derece muztarib olarak ayağı ve lisanı hemen kayıp yıkılmak derecesine geldiği gibi yine kendisini toplar gibi olmak büyük bir tehlikede bulunmaktır ki: Hendek Vak’ası’nda da müslümanların bu mertebede olduğunu ayet-i kerimesi haber veriyor. * * * Ayet-i kerime Sure-i Bakara’ya mensubdur. Sebeb-i nüzulünde ihtilaf ediyorlar. Bazıları Uhud Muharebesi’nde diğerleri Hendek Muharebesi’nde bir kısmı da Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret edildiği zaman nazil oldu diyorlar. Ma’a haza hangi vak’ada nazil olduğunu tedkīk etmeye hacet yoktur. Bizim bu nass-ı ilahiden anlayacağımız bir hakīkat varsa o da bunun bol bol Müslümanlık da’vasında bulunmakla hemen nail-i mükafat oluruz i’tikadında bulunanlara karşı bir itab-ı ilahi olduğu; bununla beraber a’da-i din ü vatanla çarpışmakta olan müslümanları a’daya karşı son nefese kadar mukavemet etmeleri lüzumunu takrir etmesidir. Hicret zamanında müslümanlar pek çok mihen ve meşakkat gördükleri gibi Uhud ve Hendek muharebelerinde de pek ziyade sıkılmışlardı. Hele Hendek Vak’ası’nda her taraftan a’da-yı dinin hücum etmeleri bununla beraber münafıkların da vaadlerinde hulf etmeleriyle asakir-i İslamiyyeye o kadar felaket isabet etti; fikirleri re’yleri o kadar tezelzüle uğradı onların hey’et-i umumiyyesi o kadar sarsıldı ki tasviri gayr-ı kabildir. Bu kadar şiddeti görünce Müslümanlık da’vasında bulunan birçok münafıklar diyerek firara bile tasaddi etmişlerdi. İşte bu gibiler hakkında ... itab-ı ilahisi nazil oldu. Bu nass-ı ezeli bu itab-ı sübhani diyor ki: Sizden evvel de bir takım ümmetler geçti onlar da hakkı müdafaa uğrunda –a’da-i din tarafından– bi-nihaye müşkilata tesadüf ettiler kuvve-i maliyye ve nüfus-ı umumiyyeleri pek çok hasara uğradı memleketlerinden çıkarılıp hayatları taht-ı tehdide alındı. Bu müdhiş felaketlerden havf ve hirase düşerek ne yapacaklarını şaşırdılar. Düşmanın kuvveti her taraflarını o kadar ihata etti ki hiçbir taraftan nişane-i zafer görülmez oldu. İş bu derece vehamet kesb edince onların peygamberleri elçileriyle beraber ehl-i iman olanlar da Cenab-ı Allah’a rabt-ı kalb ederek bargah-ı uluhiyyete tazarru’ ve niyaz etmeye başladılar. Aman ya Rab nusret-i ilahiyyeni tesri’ et! diye yalvardılar. Allah da onlara nusret edip din vatan düşmanlarını mağlub perişan mü’minleri galib kıldı. Şu halde zannediyor musunuz ki siz de onların gördüğü la-tuhsa mihen ve meşakkate tahammül-suz felaketlere giriftar olup da sabır ve sebat göstermedikçe yalnız da’va-yı İslamiyet’le cennete girecek nail-i mükafat olacaksınız? Eğer böyle zannediyorsanız ne kadar aldanıyorsunuz! Zira mükafat-ı ilahiyyeye nail olmak Allah uğrunda her türlü felaketlere sabır ve sebat ile mukabele etmekle olur. Sünnet-i ilahiyye bu yolda caridir…! Daha bu me’alde pek çok ayat-ı sübhaniyye varid olmuştur ki bunların hepsi yalnız Müslümanlık da’vasında bulunmakla nail-i mükafat olacağız i’tikadında bulunan binaenaleyh tam ma’nasıyla Allah’a rabt-ı kalb ederek müdafaa-i hak yolunda maddi ve ma’nevi tesadüf edeceği müşkilatı iktiham edemeyenler hakkında pek dehşetli bir tehdid-i ilahidir. ---- . ... ---- Eğer safahat-ı tarihiyye tetebbu’ edilecek olursa müda fi’-i hak olanlar her zaman müdhiş felaketler karşısında bulunmuşlardır. Nice peygamberan-ı izamın çarmıhlara çekildiğini birçoklarının bıçkılar ile baştan aşağı yarıldığını görüyoruz. Sadr-ı evvel müslümanları da aynı felaketleri gördükleri gibi bugün de dehşetli müşkilat karşısında bulunuyorlar. Ma’a haza bunlardan me’yus olmamalı zira asr-ı evvel müslümanlarının başlarına gelen felaketlere nisbetle bunlar hiç demektir. Hakīkaten mü’min olup da Allah’a rabt-ı kalb edenler daima yorulmaz bir azim ile yürümeli hukūk-ı müslimini muhafaza için her türlü mihen ve meşakkate göğüs gerip son nefese kadar sabır ve sebat göstermelidir. Evet bugün müslümanların kuvve-i maliyye ve nüfus-ı umumiyyesi o kadar zayi’ata uğradı ki bunu tasvir etmek bile yakın zamanlarda hiçbir yerde görülmüş değildir. Bununla beraber mütefekkirlerimizin fikirleri re’yleri de o kadar mütezelzil o kadar muztaribdir ki millet-i İslamiyyeyi müdhiş felaketten tahlis ederek sahil-i selamete çıkarmak için hangi mesleğe süluk hangi fikri iltizam nasıl bir yol ta’kīb edilmesi lazım geldiğinde cidden müşkilat çekiliyor. Çünkü millet-i İslamiyyenin selamet-i atisi için hangi yol iltizam ve ta’kīb edilecek olsa daha yarıya varmadan bir tehlike baş gösteriyor korkunç mani’alara hatır ve hayale gelmeyen müdhiş engellere tesadüf ediliyor. Binaenaleyh oradan dönerek başka bir yolun ta’kīb olunması tasavvur ediliyor. Bu kere de veche-i azimet bu tarafa çeviriliyor. Biraz yürüdükten sonra bu yolun da nihayeti bataklık olduğu hissedilerek buradan da ric’at ediliyor. Bunun için bu mesail-i muazzamayı fasl ü hal etmek hususunda akıllar valih ve hayran fikirler mütezelzil mütereddid olup kalıyor. Bu mesail-i mu’dileyi kolayca halledecek esbab ise ordu-yı yurdumuzu çiğneyen düşmanları hudud haricine çıkarıp atmaktır. Bu ise yalnız kuvve-i maddiye ile efradın kesretiyle olmaz. Bununla beraber kuvve-i ma’neviyyeden de istimdad etmek lazımdır. Binaenaleyh bugün bütün müslümanlar Allah’a rabt-ı kalb edip dergah-ı uluhiyyete el açmalı bargah-ı ehadiyyetten tazarru’ ve niyaz eylemeli. Vaad etmiş olduğu nusret-i ilahiyyenin ta’cil ve tesri’i için Kadir ve Kayyum hazretlerine yalvarmalı. O zaman emin olmalıyız ki min indi’llah mev’ud olan nusret-i ilahiyye bir gün evvel asakir-i İslamiyye tarafında nümayan olacaktır. Aksekili META NASRU’LLAH? Ehl-i Salib ordularının Arnavudluk’ta Rumeli’de icra ettikleri mezalim engizisyon cinayetlerini bile geçti. Milyonlarca kaklara çamurlara döküldü. Bi-nihaye ırzlar pa-mal edildi. Bütün İslam mal ve menalleri yağma olundu. Çocuk kadın demeksizin İslamlara katl-i amlar yapıldı. Hatta ma’sumlar diri diri gömüldü açlıktan öldürüldü. Yiyecek ekmek yatacak yer def’-i hacet edecek mahal kalmadı. Müslümanlara karşı icra edilen bu mezalim-i vahşiyane o dereceye getirildi ki milyonlarca efraddan hiçbir aile bu musibetten azade kalamadı. Endülüs ahval-i feci’asını bile geçti. Ehl-i Salib ordularının zulüm ve vahşetlerini ceraid-i yevmiyye yazmakla tüketemiyor gelen muhacirler anlatmakla bitiremiyor. Bunları hifeler mahdud. Cildlerle kitaplar bile bunu isti’ab edemez. İşte yirmi birinci asrın kanlı çehre-i celladı! Bütün kainat görsün. Vakı’a bu kadar mezalim cezasız kalmayacak fakat ne çare ki milyonlarca İslam sokaklarda çamurlarda kaldıktan yüz binlerce ma’sumlar mahv olduktan sonra. Yoksa bu derece vahşet onların da yanlarına kalmaz. Buna emin olmalı. Çünkü adalet-i ilahiyye buna müsa’id değildir. Bu kadar lib’ine canavar sürülerine mahv ettiren Avrupa zanneder mi ki bunun bin kat fevkinde mesa’ibe duçar olmayacaklardır? Kim bilir ne kadar büyük günahlar evamir-i ilahiyyeye kavanin-i fıtrata karşı ne müdhiş isyanlar irtikab etmişiz ki bu derece elim bir felakete o nisbette dehşet-nak bir musibet-i umumiyyeye duçar olduk. Tarihlerde bir kavmin bir diyarın bir anda mahv olduğunu görüyorduk da anlayamıyorduk. elimini gördük. Bu bütün cihan için bütün alem-i İslam için ne büyük ibrettir! Bilmeli ki kavanin-i ilahiyye müslümanların hatır-ı şerifi için hükmünü değiştirmez. Bunu i’tiraf etmeliyiz ki biz kendi ef’alimizle bu hallere giriftar olduk. Bize büyüklüğünü takdir ettiren o ilahi kanunlar; zalimler kafirler zi gördük zulmün vahşetin engizisyonun enva’ına duçar olduk. Şimdi sıra bunun mürtekiblerine müşevviklerine gelmiştir. Bu kadar ma’sumların enini fezalarda mahv olur gider mi zannediyorsunuz? Elbet bu mülkün bununla beraber bütün kürelerin bütün insanların bir sahib-i hakīkīsi bir sultan-ı azimi bir hakim-i adili bir kahir-i zü’l-celali vardır. Zannediyor musunuz ki o malikü’l-mülk ve’l-melekut barbar Avrupa’nın cehennemlerini yine kendileriyle doldurmayacaktır? Onları bir anda mahv için Allah esbabını yine o zalimlere kendi elleriyle hazırlatmıştır. İnşaallah yarın yarın olmazsa öbür gün be-heme-hal intikam-ı ilahinin dehşetini göreceğiz. Yoksa hepimiz Hazret-i Musa gibi bağırırız: ! – Hayır hayır. Bizim için ye’is olamaz. Mü’minlere ye’is yakışmaz. Biz kalbimizi o Rahim-i Zü’l-cemal’e döndürerek ta’ib ve müstağfir tazarru’ edelim günahlarımızın afvını istirham eyleyelim. Emin olunuz ki teveccühümüz tam sıdkımız bütün olursa o Tevvab-i Rahim kabul eder. Bunlar hep birer cilve-i ilahiyyedir intibah için birer ders-i azimdir. Allah zat-ı zü’l-celalini tevhid edenleri mahv edecek de teslis edenlere mi dünyayı bırakacak? Haşa. Azab-ı elim onlar için yakındır. Elverir ki biz muvahhid-i tam olalım. Ey müslümanlar! Geliniz hep bir ağızdan: ! – Diye ref’-i avaz edelim. Bakalım bu cihan-ı la-yetenahi bir Semi’ ve Mucib’den hali mi? Elbette değildir. VATAN AŞKI Bir valide tek oğlunu -bu validelerde bilmem ki neden din ü vatan aşkı ziyade?Gönderdi gönüllü olarak harbe geçen gün; Yok kendisine bir bakacak ademi ol gün Titrer eli yok takati artık yaşı yetmiş; Vaktiyle gönüllü yazılıp askere gitmiş En sonra şehid olmuş olan zevci küçük bir Evlad bırakıp: “Ben gelemem belki… Yetiştir Bir kavga olursa bunu gönder” diye gitmiş. Balkan bize harb açtığını şimdi işitmiş Tek oğluna: Yavrum!... diyerek ağlar iken o Kalbindeki arzusunu hisseyleyen oğlu: “Ben anlıyorum anneciğim harb haberinden Mahzun oluyorsun; onu duydum da bugün ben Geldim sana! İşte vatan evladı bugün bak Hep sahne-i harbe koşuyorlar bize durmak… Düşmanların en istediği sevdiği bir şey. Sen kaldığımı istemiyorsun sanırım ey Rikkatli ve ey bağrı yanık anneciğim! Sen Hiç ağlama bu şanlı düğündür; pederimden Ayrıldığın anda bilirim ağlamıyordun; Gelmişti telaşla eve bir gün ona sordun: “Ya hu! Yine baş kaldırıyormuş Yunan; öyle Harb var da niçin söylemiyorsun neye böyle Bi-çare kadınlar gibi evde duruyorsun Hala şu silahı asılı durduruyorsun?!.” Bu sözlerine karşı peder: “Ben de onun’çün Geldimdi telaşlı yarın olmazsa öbür gün…” Derken ne için ağlamıyordun? − Aman oğlum Durma!... İçerimden sana ben şöyle diyordum: “Gençtir acaba gitmemek ister mi ki?!” Oh! Sen Arzu ediyormuşsun onu söylemeden ben! Etmişti baban işte bana böyle vasiyyet Zaten babanın oğlusun Allah’a emanet! Koş durma hemen cenk yerine Balkan’a can at; Düşmanlara Osmanlılığı merdliği anlat; Şu yurdumuzu Bulgar’a çiğnetme cihad et; Git kavgaya git de babanın ruhunu şad et. Gazi olarak avdet edersen ne meserret! Din ü vatan uğrunda ölürsen ne sa’adet!.. Ayrılmış idi ertesi gün validesinden Bir danecik evladı sabah gün doğuyorken. Gördüm o zavallı kadını oğlu gidince Mahzun…-Nasıl olsa bu kadın kalbi pek ince Pek nazik olur- gözlerini mendile sildi Taşmakta olan yaşlarını zabt edebildi. Allah’ına el açmış idi yalvarıyordu; Kalbiyle bütün safvet-i ruhuyla diyordu: Ya Rab! Vatanı düşmana çiğnetme!... O yurdum Dursun vatan uğrunda şehid olsun o oğlum El açtım İlahi sana divanına durdum. DU’A Rabbim cebinimizde var azlal-ı ma’siyet Asi ibadının dili muhtac-ı mağfiret… Parlat ziya-yı merhametinle kulubunu.. Rabbim garib ibadının afv et zünubunu.. Mihrab-ı izzetinde eder secde kulların; Bi-kes kalan yetimlerin avare dulların Dur etme bir niyazını ya Rabbi afvına… Ma’bedlerin celaleti gufranı hakkına Bahş et Hilal ü kuvvet-i İslam’a i’tila Rabbim cünud-ı hasmı harab et bu sahada… Dinin bu hakk-ı haşmeti yükselsin ölmesin Katillerin cebini çamurlarda titresin… Rabbim sufuf-ı düşmanı et kahr u pür-sücud.. Rabbim Salib’e verme sakın fırsat-ı su’ud!... . . = = . . . . . . . . . = = = = . . . . . . . . . . . . . . . . . Ali Şeyhü’l-Arab ALEM-I İSLAM VE DEVLET-I OSMANIYYE’YE KARŞI İNGILTERE’NIN SIYASETI Çok def’alar Dersaadet gazetelerinin bazılarında şu fıkraya tesadüf ediyorum: “İngiltere’nin maksadı Devlet-i Osmaniyye’nin tamamiyet-i mülkiyyesi ve mahfuziyet-i hakimanesidir”!! Ben bu yaldızlı fakat pek büyük bir gurur ve basiretsizlikle yazılmış olan bu misillü fıkralara rast geldikçe hayretten fart-ı ta’accübden kendimi alamıyorum. Zira politika alemince aleyhimize çevirilen ne kadar siyasi entrikalar varsa kaffesi ya İngiltere’nin gizli desa’isinden yahud onun ale’l-ekal rıza ve muvafakatiyle husule gelmiş bulunduğundan pek ziyade eminim. Ben İngiltere ile Devlet-i Aliyye’nin muhadenetini hatta edenlerdenim. Fakat zirde beyan edeceğim bazı siyasi noktalara nazaran İngiltere’nin bize karşı hele bugünlerde almış olduğu vaz’iyet-i hafiyye-i diplomatikiyye dolayısıyla bütün alem-i İslam’ı icfal belki de muztarib ve mükedder kıldığını remezsem de yalnız İngiltere’nin mülkümüzün bazı taraflarında çevirttiği ve çevirtmekte bulunduğu “siyaset-i diniyye” entrikasını bazı gazetecilerimize tavzih edip bundan sonra nın hamisi mevki’ine ıs’ad edecekleri zaman biraz reviyet ve Ma’lumdur ki İngiltere yüz milyona karib müslümana yekunü teşkil eden müslümanların idare-i dahiliyyesi Londra’nın taht-ı nüfuzuna dahil olmakta ise de ma’nen taht-ı hakimiyyetine alamamıştır. Bunlar ma’neviyatlarıyla Dersaadet’teki makam-ı mu’alla-yı Hilafet-penahiye teveccüh ve oldukça dehşetli bir asabiyete uğruyor. İnfi’alinden kendini arasıra tutamayarak besbelli Saltanat-ı Osmaniyye başına bir takım meşakil-i müdhişe-i siyasiyye ika’ edip günden güne Makam-ı Hilafet’i sarsıyor ki bir gün gelsin de ma’azallah bu büyük düşmanını rakīb-i menfurunu ortadan kaldırsın! Ve taht-ı hakimiyyetinde bulunan marrü’z-zikr milyon Müslümanın gerek maddeten gerek ma’nen Londra’dan gayrı bir cihete alaka ve irtibatları kalmamasını taht-ı te’mine alsın. Çünkü imparatorluk –Hind İmparatorluğu– başka bir suretle emniyet-i tamme altına alınmaz! te iken bu son zamanlarda pek açık ve aleni olan bu politikasını Mısır ve Suriye muhitlerinde tecelli ettiriyor. kavi ve metin rabıtalarla bu son zamanlarda re’sen Londra’ya bağlattırılmasına pek büyük faaliyetler gösteriyor. Fikirden dahi çıkarmamalıdır ki İngiltere rakīb-i siyasisi olan Almanya’dan ne kadar korkuyorsa “vahdet-i İslamiyye” fikrinden daha ziyade korkuyor. Zira İngiltere hükumeti alem-i İslam’ca bugünlerde vahdete doğru görmekte olduğu faaliyet-i fevkaladeden dolayı pek ziyade endiş-nakdir. doğru attıkları hatveler karşısında bir adüvv-i bi-eman gibi durarak müslümanları vahdete sevk ve teşvik etmekte bulunan amiller ne ise onları ortadan kaldırıp mahv ü perişan ediyor ve müslümanları Makam-ı Hilafet’e rabt eden be va’is-i ruhiyyeyi eziyor. Bu sebebledir ki Mısır’da çıkan ne kadar Müslüman gazeteleri varsa –ki İslamları daima vahdete ve Makam-ı Hilafet’e hep sini bir takım vahi esbabdan dolayı ta’til ettirmiştir. Bu sebebledir ki daima Mısır’dan Suriye’ye hususi adamlarını gönderip Türklerin çürük idaresinden ! İngilizlerin beyninde propagandalar çevirtiyor. Bu sebebledir ki İtalya’yı Trablusgarb’ın istilasına Balkan hükumetlerini Makedonya’yı Türklerin elinden almasına teşvik ediyor yahud ettiriyor. Bu sebebledir ki Ceziretü’l-Arab’da yani Umman Kuveyt ve Irak cihetlerinde bazı kabile reislerine silahlar tevzi’ edip Devlet-i Aliyye aleyhine i’lan-ı isyan ettiriyor. Daha neler söyleyeyim?!!... Hatta bir iki gün evvelisi Beyrut’a bir İngiliz kruvazörü gelir. Bazı temaşager ahali kruvazöre giderler. İngiliz zabitanından bazısı bir iki Müslüman za’irlerine şu suali sorarlar: – Acaba buradaki hıristiyanların hali nasıldır? Onlar cevaben: İyidir derler. Zabit tekrar sorar: – “Onlar Fransa’yı bizden daha ziyade severler ! Fakat müslümanlar nasıl bizi sevmezler mi?” der… Acaba İngiltere’nin gerek Makam-ı Hilafet’e ve gerek müslümanlarına karşı ittihaz eylediği bu garib siyasete mukabeleten bizim Dersaadet’teki bazı Müslüman gazetecilerimizin misi” süsünü vermeye hakları var mıdır? Devlet-i Osmaniyye’nin tamamiyet-i mülkiyyesini muhafaza etmeyi deruhde etmiş ise acaba Mısır’ı ne için şimdiye kadar tahliye etmiyor da Devlet-i Aliyye’nin tamamiyet-i mülkiyyesine ri’ayet etmek istemiyor? Mısır Eyaleti’ni yavaş yavaş Devlet-i Aliyye’nin zir-i hakimiyetinden tahlis ile memleket[in]e ilhak etmesi acaba o tamamiyet-i mülkiyyenin muktezıyatından mıdır? Daha garibi vardır ki İngiltere hükumeti Mısır’da nüfuz ve murakabe-i fi’iliyyesi altına yeni bir hilafetin te’sisi için bütün kuvvet ve desiselerini isti’mal eylediğini işidiyoruz!! Trablusgarb ve Balkan muharebelerindeki Mısır’ın bi-taraflığı esasını kuran İngiltere işbu amal-i siyasiyyesini kemal-i vuzuhla meydana çıkarıyor. Hatime-i makal olarak şunu da ilave edeyim ki artık biz İslamlar vehmiyattan hakaika intikal etmekliğimizin zamanı hulul etmiştir zannındayım. Zararımıza gece gündüz çalışmakta olan düşmanlarımızın kucaklarına bu derece müte’amiyane bu kadar da mütehalikane atılmayalım. Basiretkar davranalım. Gazetecilerimizin bu kadar la-kaydane hareket etmeleri İngilizleri pek memnun kılıyorlar! Fakat menafi’-i İslamiyye bizim cehlimiz sayesinde tarmar oluyor. Allah bizim akıllarımıza basiret versin. Yevm-i Arefe Beyrut’ta er-Re’yü’l-am gazetesi sahibi Bosna-Hersek Cem’iyet-i İlmiyyesi’nin naşir-i efkarı olmak üzere Bosna’da Misbah namında Arabi hurufuyla Türkçe ve Boşnakça on beş günde bir risale neşr olunmaya başlamıştır. Cem’iyet-i mezkurenin esbab ve suret-i teşekkülü hakkında atideki fıkarat Misbah ’ın mülahazatıdır ki perakende ve şirazesiz ulema-yı İslamiyyenin enzar-ı intibahını celb eder ümidiyle nakli muvafık görülmüştür. Münferiden yapılamayan birçok şeylerin müctemi’an yapılması kabildir. Mesela bir kişinin kaldıramayacağı bir cismi birkaç kişi bir araya gelip müttehiden sarf-ı kuva ederlerse o cismi istedikleri gibi oynatırlar. Bir fikrin ta’mimi bir gayenin ta’kībi de böyledir. Efrad fikir ve maksadlarını tevhid ederek müttehiden o maksadın husulü için sa’y ü gayret ederlerse muvaffak olacakları muhakkaktır. Binaenaleyh ziyadesiyle akl-ı selime mutabık olmakla gerek dini gerekse dünyevi hususatın kaffesinde ittihad ve ictima’ın lüzumunu beyan buyurmuş ve guna guna şirketler usulünü vaz’ eylemiştir. Cümle ehl-i imanın kardeş olduğunu bir maksad uğrunda sa’y ü gayret eylemeleri lüzumunu dermiyan etmiştir. Fakat bu nüktenin fehm ü idraki hususunda ukūl muhteliftir. Tab’-ı beşer muhtac-ı irşad muhtac-ı ikaz bir fıtratta yaratılmış olmakla mürşide rehbere ihtiyac vardır. Bu ihtiyacı keyfiyetini tedkīk edenler tamamıyla anlar. Demek ki ehl-i İslam’a rehber olacak onları dini ve dünyevi hususatta ikaz ve irşad edecek ulemadır. Ulemanın bu husustaki vazifesi ise gayet ağır fevkalade müşkil olmakla bu zamanda münferiden ifası adeta müstahil olmuştur. Binaberin ulemanın birleşmesi yek-vücud ve yek-zeban olarak bu ağır vazifenin ifasına şitaban olması lüzumu vardır. Bu lüzumu ilk evvela Hind uleması hissetti. Bundan on sene mukaddem “Nedvetü’l-Ulema” namıyla bir cem’iyet teşkil ettiler ve o taraflardaki ehl-i İslam’ın teyakkuz ve intibahlarına pek çok hizmet ettiler ve ediyorlar. Bu cem’iyetin Urdu ve Arab lisanıyla tab’ edilir mecmu’a ve kitapları pek çoktur. Bundan maada “Lekehnu”da muntazam medreseleri var ki buradan çıkan talebe va’iz olmak üzere Hindistan’ın her tarafına hatta Afrika’ya bile gönderiliyor. Geçen sene Mısr-ı Kahire’de buna mümasil ve “Cem’iyetü’d-Da’veti ve’l-İrşad” namı altında bir cem’iyet te’essüs etti. Bu cem’iyet bir de “Darü’d-Da’veti ve’l-İrşad” namıyla altı sınıf üzerine müretteb bir medrese açtı ki buradan çıkan talebenin bir kısmı muhtac-ı irşad olan ehl-i İslam’ın irşadıyla tevaggul edeceği gibi diğer kısmı da muhtac-ı da’vet olan akvamın yanına gidip din-i İslam’ın feza’ilini bildirerek neşr-i İslam ile uğraşacaktır. Bosna-Hersek uleması muhit ve mekan i’tibarıyla çoktan beri birleşmeye yek-vücud olarak çalışmaya dinen mecbur idi. Zira medreselerimiz mekteplerimiz bunlardaki tedrisat ziyadesiyle muhtac-ı ıslah olduğu gibi daha mühim bir mes’ele vardır ki o da resmi mekatib-i umumiyyedeki tedrisat-ı diniyye-i İslamiyyenin pek nakıs olmasıdır. Bu tedrisat-ı diniyye esaslı bir tensikata muhtacdır. Bunun için kütüb ve resa’il ihzar eylemek medaris ve mekatibimizin noksanını ikmal eylemek lüzumunu millet-i İslamiyyemize anlatmak icab eder. Bu kolay bir şey değildir. Bunu bir iki kişi ifa edemez. Böyle mühim bir maksadın tervici hissiyat-ı necibe-i İslamiyyenin beyne’l-müslimin neşr ü ta’mimi için bütün e’imme muallimin müderrisin hükkam-ı şer’-i şerif hülasa umum ulemanın çalışması lazımdır ki bir faide tasavvur olunabile. ulemasından birkaç zat sene-i cariyye Muharremü’l-haramının on dördünde –şehr-i Saray’da– toplandı. “Bosna ve Hersek Cem’iyet-i İlmiyyesi” namıyla bir cem’iyet te’sisine karar verdi. Bunun için lazım gelen nizamnamenin tertibini “Encümen-i Muvakkat’e” havale eyledi. Encümen-i Muvakkat dahi nizamnameyi yapıp lazım gelen mahalde tasdik ettirdi ve sal-i hal-i Arabi Şevval’inin on altıncı Cumartesi günü için da’vet olunan ulema toplandı icab eden Hey’et-i men Cenab-ı Vacibü’l-Vücud bu cem’iyeti ve umum ehl-i ÇEHRE-I MEŞ’UM-I IZMIHLAL Yarılıp sanki zemin uğrayıvermiş yer yer Bin sefil ordu ki efradı: Bütün aileler Hepsi aç bir paralar yok kadın erkek çıplak; Sokağın ortası ev kaldırımın sırtı yatak ……………………………………….. Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu.. Eski sahibleri mülkün kapamışlar da yolu El açıp yalvarıyorlar yeni sahiblerine! Selanik’i Yunan Ehl-i Salib ordusu bila-harb işgal ettikten sonra da intişarına devam eden bir müslüman gazetesinin hükumet-i cedideye mülkün yeni sahiblerine karşı neşr ettiği tiklalin kadrini bilmeyenler esareti hayata tercih edenler bu zavallı kardeşlerimizin düşman elindeki halini görsünler de yaşamak için ölmek lazım geldiğini anlasınlar. “Memleketimizin her tarafını gezip görenler tasdik ederler ki tecemmu’ eden nüfus-ı kesireyi kat’iyyen bu memleket topçuları ve silahlarını teslim etmiş olan Osmanlı askerleri üç vilayet mülhakatından muhaceret edip gelen nüfus-ı kesire ve’l-hasıl memleketin haric ve dahilini geçilmez bir hale ifrağ etmiştir. Fırınlarda ekmek bulmak mümkün olamıyor. Bütün fırınların kapılarına Rumca bir varaka ta’lik olunarak “askeriye aiddir” ibaresi bugün ma’a’l-istiğrab meşhud oluyor. Bu mes’eleyi alakadar olanlara sual ederiz? Bütün fırınlar askere aid olduktan sonra ahali muhacirin ve saire ne ile tegaddi edeceklerdir. İki günden beri bizzat fırınları gezip ekmek almaya muvaffak olamayanlar aç kalan aileler la-yu’ad ve la-yuhsadır. Bir müslüman gazetesi olmak münasebetiyle her hangi bir sebebden muztarib olanlar bi-hakkın idarehanemize müracaatla feryad ediyorlar. Biz de bu zavallılara verecek cevap tesliyet edecek bir nokta bulamıyoruz. Hükumetten çend def’a rica ve istirhamda bulunduk yi ne rica eder ve nazar-ı dikkat ve i’tina-perverilerini celb ederiz. Hakīkaten cami’lerde sokaklarda yatmaya mahkum bi-çare muhacirin ailelerinin hal-i esef-iştimalleri şayan-ı merhamet bir derecededir. Bu muhacirler yiyecek ekmek ve hatta def’-i hacet edecek bir mahal bulamıyorlar. Ma’azallah bu suretle memlekette bir sari hastalığın zuhuru da müsteb’ad değildir. Gerek memleketin gerekse asakir-i müttefikanın selameti nokta-i nazarından memleketten bu izdihamın ref’i çaresine bakılmak muhacirini yerlerine sevk ve i’zam etmek asakirin bir kısmını münasib mahallere sevk ile bi-lüzum izdihamın tehvini çarelerine lütfen himmet etmek Hükumet-i Yunaniyye’nin vazife-i mukaddesesidir. Biz öyle zannederiz ki hükumet bunun çare-i acilini bulacak ve her halde selamet-i umumiyyenin te’minine sa’y edecektir. Ma’işet bahsine gelince memleketimizde mevcud fırınların kamilen askere tahsis edilmesi ve ahalinin ma’işeti hususunun nazar-ı dikkate alınmaması bittabi’ anarşiyi mucib halattandır. Ma’lumdur ki açlık hiçbir şeyle kabil-i tedavi olamaz. Aç olan bir şahıs da her mahalle ta’arruz eder. Memleketin asayişi muhtel olur. Binaenaleyh hükumetin bu babda da nazar-ı dikkat-i aliyyesini celb ederiz. Mevcud fırınların bir kısmının askere bir kısmının da ahaliye tahsis edilmesi ve hangilerin askere ve hangilerinin ahaliye muhassas olduğunun matbuat vasıtasıyla umuma ale’t-tekrar hükumetin adalet ve mürüvvetinden bekleriz.” Atideki mektup geçen hafta Çatalca Muharebesi’nden evvel Hadımköy’de bulunan muhbirimiz tarafından gönderilmiş olup matbuat-ı yevmiyye ile neşr edilmiş idi: ULEMA-YI KIRAMIN VÜRUDU ---- ORDU-YI OSMANI HAYAT-I NEVIN KESB ETTI ---- Müsteşar-ı Meşihat-ı Ulya tarafından ulema-yı İslam’a hitaben Cihad Beyannamesi neşr olunduğuna dair telgrafnamenizi görenler pek memnun ve ümidvar oldular. Dün akşam da ulema-yı kiram geldiler. Pek hüsn-i te’sir gösterdi. buraya vürudu ordu-yı İslam’da derin bir te’sir husule getirip kuvve-i ma’neviyyeye hayat-ı nevin bahş etmeye başladı. Efrad düşmandan dönmeyeceklerine ve yüz çevirmek talak ettiler. Efrad nazarında ulemanın pek büyük ehemmiyeti vardır. Ulema-yı kiram kendi ehemmiyetlerini vazife-i ulviyyelerini takdir ederek daha bidayet-i harbde meydan-ı harbe şitaban olsalar imiş pek büyük faideler muvaffakiyetler ashab-ı ama’imi görünce bütün uruk-ı diniyyeleri galeyana geldi. Herkes Allah uğrunda İslamiyet uğrunda canımız feda diye bağırıyor. İnşaallah ordumuz yakında nasıl bir millet ordusu olduğunu gösterir. Fakat gelen ulema azdır. Ulema yalnız hükumetin i’zamını beklememelidir. Bedeninde biraz kudret gören bütün ulema meydan-ı harbe şitaban olmalıdır. O vakit ordunun kuvve-i ma’neviyyesi cihanı hayretler Zaten bu babdaki farziyeti herkesten evvel ulema bilir ve inda’llah inde’n-nas herkesten evvel onlar mes’uldür. Çünkü vazife-i tebliğ onlara aid olduğu gibi; ümmete pişva olmak da onların vazife-i mühimmesidir. Böyle olursa nusret-i ilahiyyeden kat’iyyen ümidvar olabiliriz. Zira “ = Eğer siz Allah’a nusret ederseniz o da size nusret bahş eder.” Allah’a nusret; Kur’an ’ı İslamiyet’i müdafaa için hayatını malını bütün mevcudiyetini feda etmektir. Herkes canını feda etse bütün ümmet hayatını kazanır. Onun için ulema-yı kiram kat’iyyen ihmal göstermemelidir. Hükumetimizin bu babda ittihaz ettiği tedabir inşaallah yakında hüsn-i te’sirini gösterecektir. ŞEHAMET-I İSLAMIYYE Mut’taki vatanperveran-ı ümmet tarafından ceridemize atideki telgraf çekilmiştir: “Kanımız dinimiz imanımız vardır. Sebilürreşad ashab-ı yüzde bir raddesindedir. Lehü’l-hamd ilel ve emrazdan salimiz. İlk işarette harekete amadeyiz. Cevabınızı telgrafhanede bekliyoruz.” Şehamet-i İslamiyyenizle ruh-ı peygamber şadandır. Ahkam-ı zifemizdir. * * * Dün de Taşucu’ndan şu telgrafı aldık: Livamız dahilinden dahi asker gitmemiş gibidir. Hükumetimizin her emrine amade bulunduğumuzu dinimiz imanımızla ahd ü misak ettik. Lehü’l-hamd ilel ve emrazdan salimiz. Cevabınıza makine başında muntazırız. Bu muhterem imza sahibini yakından tanıdığımız için telgrafnamesinden ne kadar mütehassis ve müte’essir olduğumuzu ta’rif edemeyiz. Evvelisi hafta Huneyn Gazve-i celilesi üzerine yazdığımız makalenin –lütf-i Hak ile– te’sir-i beliğini bütün Anadolu ahali-i İslamiyyesi tarafından mitingler akd olunmak idarehanemize ateşin telgraflar keşide edilmek suretiyle ibraz ettiğini görmekle eşk-riz-i şükran ve mahmidet olduk. Biz şu hakīkat-i ulviyyeyi anladık ki: Allah ve Resulullah uğrunda mal ve canını güle güle fedayı cana minnet bilen böyle milyonlarca evlad-ı Muhammedi varken Hilafet-i mukaddese-i İslamiyye bütün şa’şaa-i şevket ve iclaliyle yaşayacak. Kıyamete Ahkadar yaşayacak. ! Matin gazetesinin Mustafapaşa muhabiri Teşrinisani tarihiyle yazıyor: …Öğleden sonra saat iki raddelerinde Divan-ı Harb a’zasıyla yirmi kadar jandarma neferi etraf haneleri halkı ve harb muhabirleri boş kalan bir İslam hanesinin bahçesinde toplandılar. Bir dakīka zarfında ipleri ağacın en sağlam dallarına bağlayıp iskemle yerine mahkumların ayakları altına eski fıçılar koydular. Eğer o fıçılar ile biraz ötede tehi bir haneden buldukları ip bulunmasa idi bağçede bulunanların çirmeyecekti. Hava gayet güzel idi sonbahar güneşi beyaz şu’aatı ile etraf dağlarını tenvir edip bu feci’ ve can-hıraş manzaraya yukarıdan pek yüksekten temaşager oluyor beyaz minaresi havanın mai tabakaları içinde heybet-nüma oluyordu. Minarenin üzerinden Bulgar askeri beyaz elbiseli Salib-i Ahmer Cem’iyeti a’zası Bulgar kızları bu manzarayı temaşa ediyorlar aşağıda tecemmu’ eden halk muharebeden edip bu feci’ manzarayı nazar-ı dikkate almak bile istemiyorlardı. Polis komiseri darağacına son bir nazar-ı teftiş atf etti ve her şeyin hazır olduğunu görerek jandarmalara hanede mevkūf olan mahkumeynin meydan-ı siyasete getirilmeleri emrini verdi. Bir müddet sonra Ahmed ve İsmail’i uzaktan gördüm nasıl idama mahkum olanlar bunlar mıdır? Büsbütün la-kayd bulunan titremeyen cüz’i bir eser-i heyecan ve halecan göstermeyen bu adamların idama mahkum olduklarına biraz sonra darağacına çıkacaklarına inanmak kabil mi? Ahmed ipin sallanmakta olduğu ağaca la-kayd bir nazar atf ettikten sonra parlak gözlerini bize gösterdi heyecandan ari olan bu kalbin vatan muhabbeti ile meşhun olduğu aşikardı. Bu gözlerin biraz sonra ebediyyen kapanacağına bir türlü inanmak istemiyordum. Onlar da hayat vardır bana öyle geliyor ki garib ve nageh-zuhur bir hadise hükm-i ların hükm-i idamı tebliğ ettikleri zaman Ahmed ve İsmail yemeklerini henüz bitirmişler idi. Hiçbir heyecan ve halecan hissetmediler hiçbir söz söylemeksizin simalarında alaim-i telaş göstermeden derhal ayağa kalkarak kelepçeleri urulmak geliyorlar. Yolda tecemmu’ eden cem’-i gafir arasında kendi yollarını bizzat açtıklarını gördüğüm zaman kalbimden müd hiş bir teessür hissettim. Kanunen idam kararnamesinin Divan-ı Harb tarafından ta’yin edilen me’mur-ı mahsusun okuması icab eder. İdamname altı büyük sahifeden ibaret olup kıraeti yirmi dakīka kadar devam etti. Bu esnada ben muttasıl ihtiyar Ahmed’in yüzüne bakarak bir eser-i heyecan aramaya gayret ediyor idim. Bu adam bu dinç ihtiyar ömründe korku hissetmemiş olduğu gibi şu feci’ ölüm karşısında dahi hiç titremiyor korkmuyor heyecan göstermiyor bu derece metanet ve cesarete tesadüf etmediğimi i’tiraf ederim. Mahkumlar idamnameden hiçbir şey anlayamadılar onlar muttasıl etrafa bakıp halkın heyecanını telaşını seyr ederek mevti istihkar ettiklerini açıktan açığa göstermek esnada Ahmed Divan-ı Harb a’zasına hitaben metin bir sada ile “Ölmezden evvel hiç olmazsa son namazımızı kılmaya müsa’ade etmenizi istirham ederim” dedi. Komiser cevaben “Ne istiyorsanız söyleyiniz ma’ a’lmem nuniyye kabul edeceğim” diyerek ellerini çözmeye emir verdi. O esnada gayet müessir bir manzara karşısında bulundum. Ömrümde böyle bir manzaraya tesadüf etmedim ve ila nihaye bunun te’siri bakī kalacaktır. İsmail biraz ötede endiş-nak bir halde durmuş iken ihtiyar Ahmed darağacına yaklaşarak yeri iyice tedkīk edip ağaç parçalarını tozları bir tarafa attı otları yerden kopardı bu hareketi fevkalade garib olup yanımda bulunan bir Avrupalı bana hitaben: “Ömrümde böyle manzaraya tesadüf etmemiş mahkumun şu hareketini görenler adi birşeyle meşgūl olduğuna zahib olacaklardı. Guya bağçede çalışıp şimdi öğle namazını kılmaya hazırlık görüyordu. Bu hazırlıkları gördükten sonra ihtiyar jandarmalara hitabet: – Abdest almak için bana biraz su verir misiniz? dedi. Jandarmalardan biri su getirmeye gittiği zaman Ahmed tekrar namazgahını tedkīk ederek yeniden ağaç dallarını toplamaya otları koparmaya başladı. Beş dakīka sonra jandarma bir kova su getirdi. Ahmed hiçbir eser-i telaş göstermeksizin yüzünü ayaklarını ellerini dikkatle yıkadı ağzını çalkaladı ve kendi eli ile kovayı jandarmaya iade ettikten sonra namazgahına avdet etti. Bu dakīka pek ulvi pek müessir bir dakīka idi. İhtiyarın bu hareketini metin vaz’iyetini görerek heyecan ve ta’accübümü setr edemiyordum. Ne mukaddes ne ulvi bir manzara!... İşte ihtiyar tekrar yeri temizliyordu. Bütün nazarlar ona ma’tuftu. Bahçede amik bir sükunet hüküm-ferma olup temaşageran nefes bile almak yayarak ayağa kalkar tekrar zemin-i niyaza zanu-zede olur yine ayağa kalkar. Dudakları arasında son du’ayı ediyordu. Birkaç metre uzakta aynı manzara hüküm-fermadır İsmail de halkın hayret ve ta’accübü karşısında son namazını kılıyordu. Bu manzara yirmi dakīka kadar devam etti. Uzakta Edirne etrafında vakit vakit atılan topların gürültüsü havanın en yüksek tabakalarını inletiyor. Ahmed namaz kıldıktan sonra jandarmalara hitaben: – Şimdi hazırım dedi. Ba’dehu kuşağının içinde bir gümüş saat bir kurşun kalem bir tütün tabakası ve daha sair şeyler çıkararak jandarmaya teslim ettikten sonra – Haydi artık vakit kalmadı ben hazırım dedi. Fakat İsmail henüz namazını bitirmemiş olduğu için biraz beklemeye mecbur oldular. Birkaç dakīka sonra Ahmed de hazır idi. Jandarmalar derhal mahkumları beyaz bezlere sardılar yüzbaşı halka hitaben: – Haydi gidelim şimdi hükm-i idam icra edilecek dedi. Halk derhal bir tarafa hücum ettiler. Jandarma ağaçtan asılan ipi ihtiyar Ahmed’in boynuna geçirdi. Diğer bir nefer de İsmail’in boynunu bağladı bir dakīka sonra mahkumların ayakları altında bulunan fıçıları bir tekme ile öteye yuvarladılar. Heyhat! Şimdi iki vücud boşlukta sallanıyordu! Bütün Bulgaristan’ı hak ile yeksan etmek suretiyle bu vahşetlerin intikamını almadıkça kınına sokulan İslam kılıcına yazıklar olsun! Dünkü gaydacılara karşı mağlub olduktan sonra bir daha onu belde taşımaktan utanmalı onunla beraber yerlere gömülmelidir. kizdeki nümune çiftliklerinden daha vasi’ ve hiç olmazsa bin dönüm vüs’atinde olması ve tarz-ı cedid üzere buharlı müteharrik favolar haraset makineleriyle sair makine ve alat-ı mühimme-i zira’iyyenin celb ve tatbiki. mekte olan usul-i cibayet o kadar azim ve müşkil o kadar ağırdır ki bu sebeble ziraat günden güne tedenni ve inhitat belki inkıraza doğru gitmekte ve umur ve mu’amelat-ı hükumeti tezyid ve işkal etmekte olduğundan be-heme-hal bu mehazirin def’i için bütün bu mu’amelatı tevhid ile bir kaide-i muntazama tahtına almak Irak’ın en müessir mevadd-ı hayatiyyesinden biridir. Bunun için bir suret-i seri’ada “kadastro” yani arazinin mesahası üzerine maktu’ bir resm vaz’ etmek icab eder. Bugünkü usul ile yapılan cibayet zahiren öşür ve humus ve sülüs ise de hakīkat-i halde zürra’ın hasılat-ı safiyesinin hemen yüzde yetmiş raddesinde olduğu edna bir tedkīk neticesinde anlaşılır. Halbuki arazinin kurbiyet ve bu’diyet ve kuvve-i inbatiyyesini ve sair havass-ı hikemiyye ve kimyeviyye ve fizyolojiyyesini nazar-ı i’tibara alarak maktu’ bir resme tabi’ tutulursa her ne kadar mu’ayyen bir satıh için dun bir resm verir ise de bu usul sayesinde zürra’ın umum arazisini ziraat etmek mecburiyetinde bulunacağından vereceği umum rüsum hal-i hazıra göre Kadastronun tatbika bir mukaddime olmak üzere her sene sarf edilen yüz binlerce guruşla mühendis ve ziraat me’muruyla erbab-ı hibreden bir hey’etin ta’yini ile kazanın mükemmel bir kadastro haritası alınır ve usulü dairesinde arazi kadastroya rabt ve maktu’ bir resme tabi’ kılınırsa her sene gerek ahaliye ve gerek hükumete birçok müşkilatın zuhuruna sebebiyet veren bu zer’a ve masarıfat ve ihtilasat-ı daimeye nihayet verilir ve aynı zamanda bu kadastro hakkında hem bir fikir edinmiş ve hem de diğer mahallerde tatbik ashab-ı arazi evladlarını usulü dairesinde ziraatin icrasına alıştırmak için Musul Bağdad ve Basra vilayetlerinden talebe kabul etmek üzere Bağdad mıntıkasında teşekkül edecek nümune çiftliğine merbut ve yüz elli talebeyi isti’aba kafi üç sınıf olmak üzere i’dadi derecesinde bir Ziraat Ameliyat Mektebi’nin küşadıdır. zira’iyyenin iktişafat ve ihtira’at-ı ahire üzere olmasını te’min val-i iklimiyye ve coğrafisi bu hıttaya pek yakın ve son zamanda hususat-ı zira’iyyede dünyanın en müterakkī ve ileri gitmiş memleketi olan Amerika-yı Vüsta’ya i’zam ve orada en elzem şu’abatta pratik ve mü’essesat-ı muhtelife-i zira’iyyeyi gördükten sonra yine burada en aşağı üç sene hizmet etmenin şart ittihaz olunmasıdır. lel gelmemek şartıyla memlekete menafi’-i azime te’minine badi hali arazinin muhtelif şirketlere li-ecli’l-i’mal tevzi’idir. bab-ı terakkīsi olan tevzi’-i i’malden sonra değil belki akdem tır. Memleketimizde hasılat-ı nefise ve makbulenin vücuda gelmemesi birçok sanayi’-i zira’iyyemizin revac bulmaması hep bundan münba’istir. Ma’rifet iltifata tabi’dir. Müşterisiz meta’ zayi’dir. Binaenaleyh ziraatimizin ve sanayi’-i zira’iyyemizin terakkīsi için her halde bunun enzar-ı umumiyyeye teşhiri ile en güzel ve makbul nefis ve mebzul hasılat yetiştirenlerin mesai-i memduha ve mü’essesat-ı müfide ve cedide te’sis edenlere mükafat i’tası için merkez-i vilayatta birkaç mevsimde küşad edilmek üzere umum şu’abat-ı zira’iyye büyük bir mevki’ ihraz eden ipek böceğinin mehd-i zuhuru hıtta-i Irakiyye’dir. Yakın bir zamana kadar bu mahsul hıtta-i gün ise asarına tesadüf olunamamaktadır. Binaenaleyh bu mühim san’at-ı zira’iyyenin ihyası için ya merkez-i vilayette veya Horasan kazasında bir harir darü’t-tahsili te’sis eylemek pek mühim ve derece-i elzemiyettedir. ---- BALKANLAR CIHADI ---- Bir tebliğ-i resmiyle Bigados şimalinde kain Dragon köyü civarıyla Değirmentepe ve Cerrah Çiftlik tepelerine tahaşşüd eden ve bir fırka tahmin edilen düşman askeri üzerine yedi bin beş yüz metreden dokuz bin metreye kadar gayet muvaffakiyetli grup ateşi icra edilerek külliyetli telefat verdirilmek suretiyle sırtların arkasına def’ ve tenkil edildikleri Hamidiye süvarisinin Teşrinievvel tarihli raporları üzerine askeriyye şehrimize getiriliyor. Bugünkü gazetelerle Babıali’nin doğrudan doğruya düvel-i müttefika ile sulh müzakeresine giriştiğinin muhakkak olduğu ihbar olunuyor. Selanik’in sukūtu da ancak bugün gazetelere geçiyor. Turgud Reis süvarisinden Bahriye Nezareti’ne gelen Teşrinisani tarihli telgrafname vechile dün ba’de’z-zeval saat üçte Celeb köyünde bulunan düşman kıtaatına bombardıman edilerek düşmanın inhizamı resmen bildiriliyor. Bugün sabah Sadr-ı a’zam hazretleri Rusya Sefarethanesi’ne giderek sefir hazretleriyle yarım saat kadar mülakat buyuruyorlar. İspanya sefine-i harbiyyesi Renarhta kruvazörü dahi bugün limanımıza dahil oluyor. Resmi olarak İşkodra valisinden alınan atideki telgraf neşr olunuyor: “ Teşrinievvel tarihinde Kakarik Tepelerine doğru ilerleyen yedi taburdan mürekkeb bir düşman kuvvetine kıtaatımız tarafından hücum edilmiştir. Düşman Boyana Nehri karşı sahiline firar edip meydan-ı harbde yüz kadar maktul bırakmış bütün toplarını ve birçok piyade mühimmatını terk etmiştir. Düşmandan iğtinam edilen eşya arasında Ceneral Çoroviç’in bütün evrakı çadırı kılıncı ve üniforması bulunmuştur.” Bugün İttihad ve Terakkī Fırkası’na mensub olanlardan birçoğunu hükumet tevkīf ediyor. haberler geliyor. Öğleden sonra ve geceleyin alınan gerek resmi gerek gayr-ı resmi haber asakir-i Osmaniyyenin nikat-ı muhtelifede muvaffakiyat ve muzafferiyatını tebşir ediyor. Çatalca hutut-ı istihkamiyyesinin ilerisinde tecavüze tasaddi eden Bulgar asakirinin men’i ve birçok toplarının tahrib edildiği gibi; Garb Ordusu’nun da Yunanlıları münhezim etttiği Nasliç’i Kayalar’ı istirdad eylediği Serfiçe’ye doğru ilerlediği İşkodra’daki kuva-yı Osmaniyyenin de kahramanane müdafaadan geri durmadığı Karadağlıları külliyatlı telefata uğrattığı son müsademelerden birinde birçok esliha levazım ve eşya-yı saire iğtinam eylediği; Edirne’nin de kahramanane mukavemette ber-devam olduğu ve ahiren icra olunan şiddetli bir hücum hareketiyle düşman kuva-yı askeriyesinin büyük zayi’ata uğratıldığı iş’ar olunuyor. Ye’se mağlub olan ahalimizin simalarında bir parça lem’a-i ümid parlıyor. Memleketin ahvaline gayr-ı vakıf ve havf u telaşa mağlub olan ecanibin müracaat-ı ha’ifanelerine nihayet vermek ve kendilerine kuvvet-i kalb olmak üzere sefaret ve konsoloshanelerine muhafaza-i emniyet için asker ihracı hakkında sefarat-ı ecnebiyye tarafından vukū’ bulan iltimas Hükumet-i Seniyyece mücerred kendilerini tatmin maksadıyla tervic edilmiş olduğu beyanat-ı resmiyye ile anlaşılıyor. Nazım Paşa’dan gelen telgraf dünkünden daha hafif olmak üzere bugün dahi bütün Çatalca hattı boyunca top muharebesi devam eylediği ve bazı nikatta ilerlemeye teşebbüs eden düşman piyadelerinin geri püskürtüldüğü bildiriliyor. Hadımköy’ünde Başkumandan Vekili Nazım Paşa hazretlerine keşide buyurulan telgrafname-i hümayunun gazilerimize hitab ettiği metn-i teşci’ ve tahsini bugünkü gazetelerle neşr olunuyor. Bugün Ordu-yı Hümayun Başkumandanlığı Vekaleti’nden makam-ı sami-i Sadarete çekilen telgrafnamelerden sabahtan beri şiddetli bir surette icra olunan topçu muharebesinin muvaffakiyetle devam eylediği hatt-ı müdafaanın merkezi ilerisindeki düşman piyadelerinin topçu ateşimizin te’siriyle ric’ate mecbur edildikleri gibi bir kısım bataryalarının da iskat edildiği; sol cenahımız merkezine Bulgarlar tarafından saat ve dakīkada edilen ta’arruzun def’ olunarak düşmana yalnız orada nefer yirmi zabit telefat verdirildiği ve iki mitralyöz iğtinam olunduğu dün dahi sağ cenahta bulunan kıtaat-ı Osmaniyye’nin cebhesine ilerleyen düşmanın telefat-ı külliyye ile geriye püskürtüldüğü gibi sabahleyin mezkur kıtaatın sol cenaha doğru ilerlemeye kıyam eden düşman piyadesi de keza zayi’at-ı külliyyeye duçar edilerek def’ edildiği ve bugün de top muharebesinin bütün cebhede devam ettiği ihbar olunuyor. Büyükçekmece’de Donanma-yı Hümayun Kumandanlığı Vekaleti’nden gelen tahrirata istinaden donanmanın o taraflardaki hidemat-ı meşkuresi ve musib endahtlarıyla düşmanı iz’ac ettiği gazetelerle neşr olunuyor. Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın çektiği bir telgrafta: Bütün Çatalca hatt-ı müdafaası boyunca üç günden beri icra edilmekte olan top ve tüfenk muharebesinin dün dahi muvaffakiyetle devam ederek merkezden ilerlemeye teşebbüs eden düşman piyadelerinin geri püskürtüldüğü gibi bazı bataryalarının da iskatı ve cenahda iki mitralyözünün zabt olunduğu merkezde kain bir Osmanlı tabyasının da dün akşam gurub-ı şemsle beraber bir huruc hareketi icra ederek tabyanın karşısındaki siperlerindeki düşmanın münhezim olarak kısm-ı a’zamının bildiriliyor. Gazetelerle neşr olunan resmi telgraflar evvelki gece düşmanın kamilen Papasburgaz sırtlarına çekildiğini ve Çatalca ci Fırkası’nın Birinci Prens De Batenberg Alayı’na mensub bulunduğu apoletlerinden anlaşılan beş yüzü mütecaviz maktulü olduğu birçok tüfenk şapka ve zabit kılıncı iğtinam olunduğunu ve tutulan üseranın ifadesine göre düşmanın üç günden beri aç olduğu asakir-i hümayunun kuvve-i ma’neviyyesi pek iyi bulunduğunu bildiriyorlar. Turgud Reis Süvarisi’nden gelen resmi telgrafta Terkos civarında donanmanın ateşi himayesinde Terkos müfrezesinin düşmanı Ormanlı cihetine ve Karaburun’dan on mil şimale kadar sürdüğü haber veriliyor. Diğer resmi telgraflardan dahi dün düşmanla ciddi muharebat icra edilmeyip sağ ve sol cenahlarda hafif top ve tüfenk ateşi te’ati edildiği düşmanın hatt-ı müdafaadan uzaklara çekildiği anlaşılıyor. Balkan Hükumat-ı Müttefikası’nın Devlet-i Osmaniyye de takarrur ederek Rusya’nın Dersaadet sefiri vasıtasıyla Babıali’ye bildirildiği ve Bulgaristan tarafından bugün karargaha murahhaslar gönderileceği de yazılıyor. Bugünkü gazetelerle Bulgaristan reis-i vükelası tarafından şera’it-i mütarekeyi havi Babıali’ye irsal olunan şera’it şayan-ı kabul görülmediğinden ve esasen şera’it-i mütarekenin müzakeresine başkumandan vekili me’mur bulunduğundan düvel-i muhasıma murahhasları icra-yı ta’dilata salahiyetdar iseler kendileriyle bil-müzakere kabil-i kabul olacak şera’it-i mütarekenin kararlaştırılarak bildirilmesi ve ma’kūl ve mu’tedil şera’it dermiyanıyla mütareke vukū’una kadar müsteniden bi-tevfikihi te’ala harbe devam olunmasının vekalet-i müşarun-ileyhaya tebliğ edildiği resmen tebliğ olunuyor. Diğer resmi bir telgrafta dün gece dokuz kırkta Kalikratya civarında donanmanın düşmanı püskürttüğü bildiriliyor. Dünkü günde düşman ile sol cenahta cüz’i top ateşi icra edildiğini merkezde düşman tarafından Mekteb-i Harbiyye tabyasına tek tük endaht icra edilmiş olduğu ve oradan mukabele olunduğunu sol cenahın da göndermiş olduğu keşif kolları vasıtasıyla düşman tarafından bırakılan bir hayli esliha ve eşyayı topladığını düşmanın Büyükçekmece Köprüsü’nü topa tuttuğunu donanma tarafından mukabele olunarak iskat ettirildiğini hatt-ı harbin bazı nikatında hafif top ateşi te’ati edildiğini müş’ir Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın resmi telgrafları neşr olunuyor. Bugün mütareke ve sulh müzakeratının başladığı gazetelerle Sobranya Reisi Danef Bulgaristan Başkumandan Vekili Savof Bulgar Erkan-ı Harb Reisi Miçef’lerin ta’yin edildikleri ve Devlet-i Aliyye murahhası olarak da: Başkumandan Vekili Nazım Paşa’dan maada Ticaret Nazırı Reşid Devlet-i Aliyye’nin Berlin Sefiri Osman Nizami Paşa ve Erkan-ı Harbiyye Reis Vekili Hadi Paşa’ların ta’yin edildiğini Osmanlı Ajansı istihbar eyliyor. Bugünkü gazeteler gayr-ı resmi müstahberata atfen Yanya ve Selanik havalisinde muharebatın devam eylediğini ve Osmanlı Bulgar murahhaslarının sahne-i harbe vasıl olduklarını yazıyorlar. Selanik’te Yunan asakiri tarafından ahali-i mahalliyyeye zulüm ve işkence yapıldığı için Almanya tarafından Selanik’e gönderilen sefine-i harbiyyenin karaya asker ihracıyla asayiş-i beldeye nezaret etmeye başladığını Balkan muharebatının ilk günlerinde darülfünun talebesinin Babıali önüne toplanıp da “Harb isteriz” diye yaptıkları nümayişi teşvik ve tertib töhmetiyle İttihad ve Terakkī Fırkası erkan ve a’zası miyanında icra olunan tevkīfat hakkında neşr olunuyor. Vesaik-ı tarihiyye kısmında mündericdir. Osmanlı ve Bulgar murahhaslarının da Bahşayiş köyünde bir çadırda ictima’ ederek müzakerat-ı ibtidaiyyede bulunurlar fakat Bulgarlar Edirne’nin teslimini istiyor Osmanlılar da bu talebi kat’i surette reddeyliyorlar. Müzakeratın münkatı’ olmayacağı söyleniyorsa da cereyan-ı hal bunun pek de mümkün olamayacağını gösteriyor ALEM-I İSLAM’DA TEZAHÜRAT Bakü Osmanlı Şehbenderhanesi tarafından Hilal-i Ahmer menfa’atine açılmış olan iane defteri münasebetiyle Bakülü varid olan hususi mektuplardan anlaşıldığı vechile hakīkaten şayan-ı kayd u tezkardır. Mektuplarda şehbenderhanece toplanılan paranın ne mikdar teşkil eylediğine dair sarih bir rakam gösterilmiyorsa da her halde külliyetli bir mikdarda para toplanılmış olduğu tahmin ediliyor. Asıl ma’rifet paranın mikdarında değil bu münasebetle ibraz olunan tezahürat-ı ma’neviyye-i İslamiyyededir. Anlaşılan Bakü’de ve mülhakatında Hilal-i Ahmer ianesine zengin fukara köylü şehirli amele erkek kadın herkes iştirak etmektedir. Muhtelif esnaf-ı ahali tarafından şehbenderhaneye iane vermek üzere gelen erbab-ı hamiyyet tarafından mucib-i teessür bir takım tezahürat vaki’ oluyor. Fukara zengin ihtiyar çocuk kadın biriktirdikleri paraları Hilal-i Ahmer’e veriyorlar. Hele köylülerin amelelerin takım takım şehbenderhaneye gelerek aralarında topladıkları paraları teslim ederek fart-ı teessürlerinden ağlamaları Şehbender Efendi’nin de onlarla beraber eşk-riz-i teessür olmaları ne kadar büyük ne kadar samimi bir “uhuvvet-i İslamiyye” manzarası teşkil ediyor. Tahran’da neşr olunan Aftab gazetesi Balkanlar muharebesi münasebetiyle yazmış olduğu “İran ve Osmanlı” ünvanlı bir makalesinde son seneler zarfında dinen tarihen yek-diğerine merbut olan bu iki İslam memleketinde vukū’ bulan vekayi’-i siyasiyye miyanında bir mukayese yaparak “Osmanlılarda Şeyh İdrisler varsa bizde de Rahim Hanlar vardı” diye bir müşabehet-i tamme buluyor memalik-i Osmaniyyenin şimdiki halde Avrupa düvel-i Hıristiyaniyyesi tarafından tazyik edildiğini de tam İran’ın Rus ültimatomları zir-i tehdidinde ezildiği günlere benzetiyor. Ve sonra böyle müşkil zamanlarda memalik-i İslamiyyenin yek-diğerine yardım etmelerinin taht-ı vücubda olduğunu dermiyan ederek kemal-i telehhüf ve teessüfle İran’ın duçar olduğu felaket-i mü’essife-i ma’lumesinden dolayı kendisiyle hem-hudud olan komşu İslam devletine ma’a’t-teessüf maddeten mu’avenette bulunamayacağını ber-averde-i lisan-ı teessür ederek ma’amafih böyle bir anda bütün İranilerin ma’nen Osmanlılarla beraber onların alamıyla müte’ellim meserretleriyle mesrur olduklarını biraderane ve samimane beyan ediyor. Rusca gazetelerin “Hilal” ve “İslamiyet” aleyhine müfteriyane ve adavetkarane neşriyatlarına karşı müslümanların protesto ederek milyon Rusya İslamları hissiyatının nazar-ı i’tibara alınması lüzumundan bahs etmiş olduklarını telgraflar haber vermiş Sebilürreşad da bunu derc eylemişti. Bu kere aldığımız Rusca gazetelerde protestonamenin aynına tesadüf ederek ber-vech-i ati tercüme ediyoruz: “Balkanlarda Islav hükumetlerinin Osmanlılara karşı i’lan etmiş oldukları muharebeden beri her gün neşr olunan Rusca matbuatta –mesela Ruskoya Slovo gibi– hürriyet-perver telakkī olunan gazetelerde bile muhalif-i beşeriyyet hissiyatla telkīn olunan bir takım neşriyata tesadüf olunuyor. Gazeteler mütevaliyen eski mecmu’a-i tevarihten birçok ünvanları meydana çıkararak beyne’l-ahali vahşiyane hissiyatı gıcıklıyorlar. Balkan devletlerinin Osmanlılara karşı harrirlerin kalemleriyle “Salib ile Hilal’in tarihi bir muharebesi” şekline vaz’ olunuyor. Rusya’da Hilal’e ihtiram eden milyon İslam vardır. Bu ahali müslümanlara karşı fırlatılan hissiyat-ı adavet-karaneyi –ki her taraftan reddolunarak Rus milletinin kalbgahına saçılıyor– tam bir dikkatle ta’kīb ediyor. “Bu teşvikat milletin bazı tabakatı arasında ne gibi te’sirat yad olunan vukū’ata meydan vermez mi? Acaba bu vakte kadar sulh ve salah uhuvvet ve i’timad mevcud olan muhitlere bu neşriyat nefret ve adavet sokmaz mı? Rusya’nın esas-ı azametini; Tevrat ’a İncil ’e yahud Kur’an ’a tabi’ olanı tefrik etmeksizin bütün Rusya dahilinde yaşayan milletlerin müttehidane ve biraderane yaşamalarında gördüğümüzden; İslam aleyhinde vaki’ olan her ta’rizatı ba-husus “Hilal”e karşı muharebe etmek üzere “Salib”in da’vet olunmasını hem mugayir-i hakīkat hem de fevkalade muzır buluruz. Biz öyle tasavvur ediyoruz ki Rus erbab-ı ma’arifi ve münevver kısmı müslümanların esbab-ı heyecanını takdir eder ve sesini ahali beyninde münaferet-i diniyye tevlid eden gayr-ı layık nümayişlere karşı yükseltir. Rus efkar-ı umumiyyesine müracaat ederek biz zirde vaz’-ı imza eden müslümanlar onun mu’avenetini bekler ve ümid ederiz ki halkın hissiyat-ı muzlimini ünvan-ı yevm edenleri utandırır.” Trablusgarb cihadı münasebetiyle hamiyet-i İslamiyyelerini Kaşgar ahali-i İslamiyyesi tarafından Balkan Muharebesi guruş Harbiye Nezareti’ne gönderilmiştir. O kadar uzak bir mahalden bu kadar çabuk bir eser-i uhuvvet gösteren Kaşgarlı kardeşlerimizin işbu tezahürat-ı hamiyet-mendaneleri kendilerinde uhuvvet-i İslamiyye hissinin ne derece ali olduğuna bürhan-ı celidir. Var olsunlar. Bombay’dan Times gazetesine iş’ar olunduğuna göre Hindistan’ın her tarafında Türkiye hakkında İslamların hissiyat-ı teveccühkaranesine dair haberler vürud etmektedir. Hilal-i Ahmer namına iane cem’i için birçok mitingler akd olunmaktadır. Sir Korimbol İbrahim Bombay’da akd olunan büyük bir mitinge riyaset ederek mezkur mitingin İngiliz bayrağı altında yaşayan akvam-ı muhtelife arasında mevcud vifak ve ittihada delil-i celi olduğunu beyan etmiştir. Hindular Balkan hükumetleri tarafından bir reng-i mezhebi verilmesinden dolayı beyan-ı teessüfle Türkiye’nin Kudüs’deki mesleği ile Balkan Hükumat-ı Müttefikası tarafından ta’kīb olunan mesleğin birbirine taban tabana zıd olduğunu söylemişlerdir. Times of İndia gazetesi Hind müslümanlarının etmiştir. Bu cümleden olarak memalik-i Osmaniyye’nin muhafaza-i tamamiyet-i arziyye için İngiltere’ye müracaat edilmesine mitingde karar verilmiştir. Dobruca’nın Köstence Sancağı ahali-i İslamiyyesi tarafından . frank raddesinde iane cem’ olunduğu gibi saire guzat-ı İslamiyyeye ihda edilmiştir. Iane dercine devam edilmekte olduğu da müstahberdir. Almanya’nın Stuttgart şehrinde bulunan ve arasıra Sebilürreşad ’a mühim mektuplar ve makaleler gönderen Hayreddin Beyefendi ile orada bulunan diğer beş altı Osmanlı tarafından iki buçuk lira-yı Osmani iane derc edilip ceridemiz vasıtasıyla Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne gönderilmiştir. Müttefik Balkan ordularıyla müttehid hıristiyan efkar-ı umumiyyesinin Hilafet-i İslamiyye’ye karşı açtıkları harb-i salib Kafkasya İslamları miyanında fevkalade bir heyecanı mucib olmuştur. İşbu heyecanın bir delil-i zahiri ve siyasisi olmak üzere Kafkasya vilayetlerinde intişar etmiş olan atideki ediyoruz: Bugün sahne-i alemde bil-cümle milel ve akvamın enzar-ı tahkīr ve istihzası altında İslam alemi faci’a-i eliminin son perde-i dil-hıraşını gam ve ekdar-ı bi-nihaye ile bitirmek üzeredir. Bu vakte kadar kendilerini mütemeddin addeden Avrupalı yamyamlar İslam aleminin cemi’ a’zasını eziyor ve her gune tahkīrden çekinmiyor idiler. Ümidvar idiler ki alem-i İslam’ın kalbi menzilesinde olan Hilafet-i Osmaniyye na-hoş insan gibi bu kadar darbelerden sonra çar na-çar devam edemeyip mahv ve na-bud olacaktır. Lakin i’lan-ı Meşrutiyet’ten sonra onlar kendilerinin yanılmış olduklarını Hilafet-i Osmaniyye’nin yeniden kuvvetlendiğini görerek dehşete geldiler. Ve alem-i İslam’ın gitgide terakkī edeceğini teyakkun ettiler. Hayal-i batıllarına göre müslümanlar hakkında reva gördükleri eza cefa ve hıyanetlerin cezasını tadacaklarını düşündüler. Ona göre Trablus Bosna-hersek şimdi de Balkan mes’elesini çıkarıp her taraftan toplar tüfenkler bombalar hançer ve nizelerini alarak alem-i İslam’ın kalbine sapladılar. Onu parçalamak ve tamamen paymal ve muzmahil etmek istiyorlar. Dindaşlar! Biliniz ve agah olunuz ki bizim yegane ümidimiz ve yegane çare-i necatımız Türkiye’nin tamamiyet-i mül kiyyesi ve onun terakkīsindedir. Eğer biz şimdi de kendimizin evvelki hissizliğimizden vazgeçmezsek şimdi de ak lımızı kullanmazsak bu yüzden dünyanın gözü önünde hakk-ı ecir tabi’ ve adeta esir olacağımız şekk ü şübheden aridir. Bizim bu kadar hamiyetsizlik ve faaliyetsizliğimize cehalet ve uyumak dahi demek olmaz. Zira böyle gürültüler uyuyanı değil ölüyü bile ayıldır. Anlamıyoruz demek de olmaz çünkü bunda anlaşılmaz bir şey yok. Bu hususta büyükten küçükten köylüden hatta bedeviden her kimden sorulsa kat’iyyen İslam mahv oluyor Müslümanlık gidiyor diye cevap verecektir. Şurasını da biliniz ki ahlafımız bizim bu kadar hissizliğimize bu kadar ataletimize la’net-han olacaklar ve bizden sonra başlarına Avrupa vahşileri tarafından ne kadar zulüm ve cefalar gelecek olursa sebebi bizler olacağız la’netler bize gelecektir. Bu vakte kadar Kur’an -ı azimü’ş-anın ayet-i kerimesine –ki bizim şimdiki hal-i esef-iştimalimizi nazar-ı i’tibara alarak nazil olmuştur– itina etmeyip gaflet etmişiz ve cemi’ dünya ilimlerinden cihada hazırlıktan vazgeçmiştik. Hiç olmazsa bu hal-i esef-iştimalden sonra can ve malımızı feda halas edelim. Eğer şimdi de can ve malımızı düşünüp öz şeref ve haysiyetimiz uğrunda feda etmezsek gelecekte hıristiyanlara ve bizlere galib olanlara şerefsizlik ile vereceğiz. Şerefsiz hayattan ise şeref ile ölmek daha büyük şereftir. Bir bakınız hıristiyanlara ki etraf-ı alemden gönüllüler paralar binlerle geliyorlar. Biz ise mu’avenete gitmiyoruz para göndermiyoruz değil birbirimizi telef edip ıyş ü işretle meşgūl oluyoruz. Paralarımızı onların fahişeleri için sarf ediyoruz. Hıristiyanlar bu muharebeye “Salib ile Hilal” muharebesi rın kadınlarının ağūşuna atıp var yoklarını da onların zinetlerine sarf ediyor ceblerine döküyorlar. Eğer böyle giderse biz kendimizin bi-arlığımızda devam edersek hal aksi olup da sonra onlar bizim ırz ve namusumuza el atacaklar. Ey gayretten dem vuran kesler. Gayretiniz nerede kaldı? Bir kelime küfürden ötürü öz din kardeşini öldürmeye hazırsın. Şimdi neden ikdam etmiyorsun? Ve gayretini göstermiyorsun? Cemi’ alem bilir ki bu muharebeyi Hilafet-i İslamiyye’ye malik olan Türkiye’ye açan Balkan’ın küçük ve ufak hükumetleri değildir. Zira şir ne kadar za’if olsa da çakallar ve tilkiler öyle yakın gelmeye cür’et edemezler. Bu işleri işleyen lakabı ile mülakkab olan şimal …sı Rusya Hükumet-i müstebiddesidir ki her gün ne kadar levazım-ı sıhhiyye etibba Şu saatte Bulgar Sırp ve Karadağlıların nizami saflarında hadsiz hesabsız Rus zabitleri ve topçuları mübareze etmektedir. Osmanlıların mağlubiyeti hakkında çekilen telgrafların ekseri mechuldür. Bu suretle onlar bir taraftan Rusya’dan harbe gidenlere cür’et vermek diğer taraftan da müslümanları korkutmak istiyorlar. Alem-i İslam’ın başına gelen belaların ekserine belki de hepsine işbu … ve … hükumet-i müstebidde sebeb olmuştur. Diğer memleketlerde İslam kardeşlerimiz can ve mal ve kasem ile mu’avenette bulundukları halde biz Rusya müslümanları neden bir cemad gibi donmuşuz? Elbette müslüman olan kimseler hiss-i din ve milliyeti olan şahıslar beyza-i İslam’ı din ve milletini bu kadar duçar-ı sefalet ve giriftar-ı rezalet görünce gayret-i milliyye ve hamiyet-i diniyyesi heyecana gelip Kur’an -ı azimü’ş-şanın din-i Ahmedi ve liva-yı Muhammedi’nin istikamet ve istidameti yolunda varid olan; ] ayet-i vafi-hidayesi müfadınca can ve mallarını diriğ etmezler. Edenler hain-i millet ve düşman-ı din ve bi-gayrettirler. Bizden istimdad eder her zerre bir feryadla Pençeleşmek muktezi gaddarla bi-dadla Zulm ü istibdad devri derd-i ye’s eyyamıdır Arkadaşlar kan dökün kan dökmenin hengamıdır. Vakit gazetesinin neşriyatına na zaran Ural Vilayeti’nde Uyalpazarı’nda yeni bina olunan bir cami’in kubbesine Hilal vaz’ etmek münasebetiyle muhteşem bir merasim vukū’ bulmuştur. Hilal vaz’ edilmezden evvel iki bin kadar huzzara karşı mahalle imamı tarafından beliğ bir hutbe irad edilmiştir. Rusca gazetelerin neşriyatına nazaran Rusya İslamları icra edilmekte olan dördüncü Duma vaları tarafından intihabatta müslümanların menafi’ini gözetmek üzere mevadd-ı atiyye esas olarak kabul edilmiştir: lıktan kurtarılmaları için tul müddet imtidad eden uykudan ayılmaları ve memleketin hayat-ı siyasiyyesine iştirak eylemeleri elzemdir. larını intihab eylemelidirler ki onların Duma’daki metinane müdafaaları sayesinde nail-i mükafat olabilsinler. Kendi dindaşlarından intihab eylemek kabil olmadığı takdirde de programları Rusya’da sakin olan milel-i muhtelifenin hukūk-ı milliyyesini taht-ı te’mine alan fırak-i siyasiyye namzedlerine uğrunda mücahedat ile hürriyet-i edyanı te’min asırlardan beri duçar oldukları tazyikat kalkar müslüman cema’ati daire-i temeddüne milletlerin daire-i uhuvvetine dahil olur. seneden beri Kırım’da Bağçesaray’da Efendi’nin taht-ı idaresinde evvelce haftada bir bir müddet sonra üç def’a neşr edilmekte olan Tercüman gazetesi ba’dema yevmi olarak intişar edecektir. Gazete Rusca kısmını tevsi’ ederek Rus gazetelerinde İslamlar aleyhine olan neşriyata karşı mübareze ve münakaşa etmek emelindedir. Kapkayef namında birisi Yıldız gazetesiyle neşr etmiş olduğu bir makalede Türkçe imlasının muhtelif muharrirler tarafından muhtelif şekilde yazıldığından şikayet ederek bu nakīsa ve intizamsızlığın ilgası ve mu’ayyen bir usul-i imlanın ittihazı için müslüman ulemasından müteşekkil bir kongre ictima’ına lüzum görüyor. Ruslar Şah-ı mahlu’ Muhammed Ali Mirza’yı tekrar tahta ik’ad ettirmeyince rahat olmayacaklar gibi görünüyor. Son haberlere nazaran Rus siyasi ajanslarının tahrikiyle fi’ilen Rus asakir-i nizamiyyesinin taht-ı tehdidinde bulunan Tebriz’de ahaliden bir kısmı cami’lere toplanarak Muhammed Ali Mirza’yı istediklerine dair karar ittihaz etmiş ve işbu kararlarını ba-telgraf Tahran Hükumeti’ne bildirmişlerdir. bir cem’iyet teşkil olunarak yetim ve bi-kes çocukların emr-i Avrupa siyasiyyununun memalik-i şarkiyyeyi istila hakkında perverde ettikleri emellerine Hıristiyan misyonerlerin ne suretle pişdarlık ettiklerine dair yazmış olduğumuz bir fıkrayı pek samimane ve biraderane iltifatlarla iktibas eden “ Siracü’l-Ahbar-ı Afganiyye” refiki-i muhteremimiz ilave olarak Afganistan’ın ecanibe karşı mesdud bulunması hasebiyle Avrupa misyonerlerinden mahfuz kaldığına şükrediyor. Evvelce Afganistan’da bir ihtilal-i dahili vukū’ bulduğunu gazeteler yazmışlar med Yar Han’ın taht-ı kumandasında i’zam olunan Afgan Ordusu’nun muzafferen Kabil’e döndüğünü ve der-zincir olarak birçok asilerin payitahtına getirildiğini okuduk. Kabil ahalisi orduyu büyük heyecanlarla istikbal eylemiştir. Geçende payitahtımızda bulunan Muhammed Veli Han namında bir Hindli müslüman hakkında Afganistan gazetesinin neşr etmiş olduğu mucib-i şek bir havadisi tercüme ve nakl eylemiş idik. çok kīl ü kale sebebiyet vermiştir. Hindistan gazetelerinin iki fırka olarak kısmen Muhammed Veli Han’ın lehinde kısmen aleyhinde icale-i kalem ettiklerini duyan “ Siracü’l-Ahbar” ederek diyor ki: “Sıhhat-ı ihbaratına son derece emin olduğumuz Kahire muhabirimizden almış olduğumuz havadisi Muhammed Veli Han’ı kat’iyyen tanımadığımız halde Afganistan’a aid olduğu için dercine lüzum görmüştük.” Henüz devre-i ibtidaiyyesini geçirmekte olan Afgan matbuatının yegane mümessili olan Siracü’l-Ahbar gazetesi ehemmiyet-i matbuattan bahs ederken Afganistan matba’alarının tarihini ber-vech-i ati telhis ediyor: Emir-i esbak-ı merhum Şir Ali Han zamanında bir tane el makinesi getirilerek posta pulu ve diğer bu kabil evrak tab’ olunuyordu. Şimdi o matba’adan hiçbir eser kalmamıştır. Cennet-mekan Emir Abdurrahman Han zamanında taş basması Afgan’a dahil olmuş bu matba’a dahi evrak-ı resmiyye posta pulu ve bu gibi matbuat-ı resmiyyenin tab’ına münhasır olmuştur. Asr-ı ferhunde-i Emir Habibullah Hani’de ise taş basması matbuat-ı hususiyyede kullanıldığı gibi geçen sene “ Siracü’l-Ahbar” ı da tab’ eylemiştir. Taş basmasının tevessü’ünü müteakib hemen hurufat basması da Afganistan’a dahil olmuş ve aynı zamanda çinkograf makinesi de ihzar edilmiştir. Avrupalıların me ma lik-i şarkiyyeyi “vahşetleriyle” takbih ettikleri gibi temeddüne dahil olmak istedikleri zaman da kendilerine karşı bin türlü müşkilat çıkarmalarıyla göstermiş oldukları ikiyüzlü politika Çin hayat-ı siyasiyyesinde de bütün an’anatı ile tekrar edilmektedir. Rusca gazetelerin Pekin’den almış oldukları telgrafa nazaran düvel-i muazzama süferası umumi bir ictima’ akd ederek neticede müttefikan Boxer vukū’atı tazminat-ı harbiyyesi te’diye edilmedikçe Çin memlahiyyelerinin hükumet tarafından yeni bir istikraza karşılık gösterilemeyeceği * * * BIR ZIYA’-I AZIM Necef’de bulunan Hindistan muhabir-i mahsusumuz Tevfik Bey’den aldığımız telgrafdır: “Milyonlarca Ca’feri kardeşlerimizin müctehidi bulunan Ayetullah Molla Abdullah Mazenderani hazretleri müslümanların duçar bulundukları halde müte’essiren vefatla bugün müslümanları derin hüzün ve keder içinde bırakmıştır. Teşrinisani Necef. Tevfik.” Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasi’aten. Merhumun tercüme-i hali hakkında gelecek nüshamızda tafsilat verilecektir. ---- VESAIK-I TARIHIYYE ---- “Şehr-i Eylül-i Rumi’nin ’ncü Pazartesi günü harb isteriz avazesiyle Babıali’ye hücum eden cemm-i gafir miyanında Darülfünun talebesinden ziyade İttihad ve Terakkī Cem’iyeti erkan ve murahhaslarından ve sivil kıyafetli bazı ümera ve zabitandan isimleri mazbut birçok kimselerin mevcud bulunduğu ve bunlardan bazılarının “memleketi sattınız” yolundaki ifadatından şu ictima’ın mahza hukūk-ı vataniyyeyi muhafaza kasdıyla olmayıp ancak hükumeti devirmek için bir ihtilal ika’ı maksadıyla tertib olunduğu Polis kīk edilmekte bulunan tahkīkat-ı evveliyye evrakı mündericatından müsteban olduğu gibi darü’l-harbe gönderilen asakir-i Osmaniyyenin gerek hin-i sevklerinde buraca ve gerek mevaki’-i harbiyyeye mahsus adamlar i’zamı suretiyle oraca “hükumet memleketi satıyor harb etmeyiniz” yolunda bazı türrehat-ı müfsidane ile iğfal ve kuvve-i ma’neviyyelerinin larından olup el-yevm derdest-i taharri bulunan ve şimdilik zikrine lüzum görülmeyen bir şahsın başkumandan-ı akdes efendimiz hazretleriyle vekilleri Harbiye nazırı ve daha bazı rical-i efham aleyhlerinde bomba ve suver-i saire ile su’-i kasd icrası için fedai kayd edildiği kezalik Polis İdaresi’nin derdestine muvaffak olduğu eşhasın i’tiraflarıyla meydana çıkarıldığı Divan-ı Harb’e mevdu’ evrak mütalaasından anlaşılmış ve Cem’iyet-i mezkurenin bir uzv-ı müessir ve amili olup Babıali’ye tehacüm edenler miyanında bulunmasına mebni Divan-ı Harb’e gönderilmek üzere Birinci Kolordu Ku mandanlığı canibinden celbi için i’zam kılınan inzibat-ı askeri me’murunu bir suret-i hainanede katl ve itlaf eden ihtiyat zabitanından Yüzbaşı Canbolad’ın hareket-i caniyanesi dahi tasavvurat ve tasmimat-ı mütecasiraneyi te’yid etmiştir. Sırf menafi’-i şahsiyye sevkiyle düşman ordusunun payitaht önünde bulunduğu bir sırada ma’azallahi te’ala Hükumet-i Osmaniyye’nin bekasını tehlikeye ilka edecek teşebbüsat-ı hainaneye cür’etle maznun bulunanlar hakkında müsamahakarane ve memleketin selametine ve daha doğrusu hayat mematına tealluk eden bu misillü mesail-i mühimmede mütereddidane hareket ayn-ı cinayet ve ihanet olacağı şüpheden beri bulunduğundan işbu tertibat ve teşebbüsatta te’sir ve müşareketleri olması maznun bulunanlar hükumet-i askeriyyece bir tedbir-i ibtidai olarak taht-ı tevkīfe alınmışlardır. Divan-ı Harb’in şahsiyat ve ihtirasat ile kat’iyyen münasebeti olmayıp hedef-i enzar ve icraatı ancak asayiş ve emniyetin ve selamet-i memleketin muhafazasından ibaret olduğu cihetle tevkīfat-ı vakı’ayı İttihad ve Terakkī’ye mensub olanlar celb ve tevkīf olunuyorlar tarzında neşriyat ile tağlita çalışanların işa’at-ı garazkaranelerine asla ihale-i sem’-i i’tibar olunmamalıdır. Hatta taht-ı tevkīfe alınanlardan haklarında delail-i kafiyye görülemeyenlerin hitam-ı tahkīkata kadar kefalete rabtıyla sebillerinin tahliyesine müsara’at olunması da bunun delilidir. Binaenaleyh ef’al ve harekat-ı şahsiyyeden emin olanların her hangi cem’iyete veya fırkaya mensub olur ise olsun mutma’innane ve müsterihane kendi işleriyle ve vazifeleriyle meşgūl olmaları ve çend günden beri taharri olundukları halde bulunamayan muhtefi veya firariler dahi ifadat ve teşebbüsat-ı hainanede zi-medhal oldukları halde bila-havf ve ihtiraz Divan-ı Harb’in adaletinden emin olarak arz-ı teslimiyet eylemeleri lazım gelir.” BEYAN-I I’TIZAR VE ARZ-I ŞÜKRAN Geçen hafta id-i celilü’l-kadr-i adhaya şeref-müsadif olmak münasebetiyle mecmu’amız neşr olunamadı. Bu adem-i olmuş olmak endişesiyle telaşa düşürdüğünü aldığımız müteaddid mektuplardan anladık. Mecelle-i diniyyemiz hakkındaki teveccüh-i amme-i din-perveranenin bu derece-i bala-terininden dolayı da Cenab-ı Hakk’a arz-ı şükran ve mahmidet ettik. Rehber-i yeganesi yed-i yemin-i takdisinde tuttuğu Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’den başka bir şey olmayan ve her türlü tefrika cereyanlarından ba’de’l-meşrıkayn ve’l-mağribeyn uzak duran bir hame-i tevhidin kırılamayacağına sinemizdeki imanız kadar mutma’inniz. Yalnız bu münasebetle şunun da arzını lazımeden addederiz ki abone bedelatından birçok matlubumuz kalması bizi oldukça müşkil bir mevki’-i ıztırarda tazyik edeceği tabi’idir. Bütün silsile-i amalimizin nokta-i ictima’ı olan din ve milletimize hizmet ise ancak teavün-i umumi ile olabilir. İhvan-ı din bize tesviye-i deyn ve ibzal-i mu’avenette ne kadar kerim olurlarsa biz de o nisbette kuvvet bulur ve faaliyet-i maddiyye ve ma’neviyyemizi cuşan ve huruşan görürüz. Aksi takdirde binler değil hatta milyonlara malik olup da bu uğurda feda etsek yine günün birinde tehi-dest kalmak mecbur-ı sükut olmak zaruridir. Harb-i hazır yüzünden Rumeli’de binlerce abonelerimizden henüz abone bedellerini te’diye edememiş olanların bu sırada tesviye etmek iktidarından mahrum olduklarını inkar edemeyiz. Fakat bu yüzden tevellüd eden zararın derecesini sair kari’in-i kiramımızın vicdan-ı takdirlerine terk ederek gerek abone bedellerinin sür’at-i mümkine ile irsalinde gerek yeni yeni aboneler tedarikinde muza’af lütf u himmetlerini hizmet-i mukaddesemizin devamı namına rica ederiz. SEBILÜRREŞAD’ IN ABONE ŞERA’ITI : Me’al-i münifi Nam-ı Afuvv u Gafuruna kasem ki Allahu ekber ve ecel size vaad eylediği nusret ve muzafferiyeti –Uhud Dağı önünde izin ve iradesiyle Resul-i celilü’l-kadrinin ta’biye ettiği mevzi’leri tutarak kemal-i sebat ve mekanet ve fart-ı şeca’at ve besaletle a’danıza seyf-i tevhidi sıyırarak harbe başladığınız vakit– ihsan etti. Müşrikin-i Kureyş’e pek a’la galebe çalmış duçar-ı kahr ve inhizam etmiştiniz. Tam muzafferiyet-i kat’iyyeyi iktitaf edeceğiniz vakit hasmınızın meydan-ı harbde bıraktığı emval-i ganaim sizden bir kısmınızın gözlerini kamaştırdı. Hırs ve tama’ damarlarını kabarttı. a’zam ve akdesinizin –galib ve mağlub her iki halde de– ayrılmamanızı suret-i kat’iyyede emrettiği yeri o sevdiğiniz nusrete mazhar olmuşken terk ile ona da bana da asi oldunuz sizden bir kısmınız dünyayı ganimeti bir kısmınız da ahireti rızamı o ebedi iltifatımı istedi. Sonra Allah yüzünüzü hasm-ı makhurunuzdan çevirip sizi ibtila’en mağlub etti. Kasem o Erhamü’r-rahimine ki yine size acıdı da isyanınızı afv u safh buyurdu. Allah hakīkī mü’min kullarına fazl-ı azim sahibidir. * * * Tercüme ve izahı sadedinde bulunduğumuz şu ayet-i celilenin sebeb-i nüzulüne kendisi natık bulunuyor: Bedr-i Kübra’da üç yüz on dört şir-i jiyan-ı tevhide pek fahiş bir surette mağlub olan süfeha-i Kureyş gayr-ı kabil-i teskin bir lehib-i gayz u tecennün içinde yanıp kahr oluyorlar ar ve hicablarından –hususiyle nisvan-ı Arab karşısında– yerlere geçiyorlardı. Be-heme-hal bu mağlubiyetin intikamını almak daha doğrusu mutlaka mutlaka nur-ı tevhidi söndürmek… hamiyyet-i cahiliyye! Senesinde yine bir ordu techiz ettiler. Daru’s-Selam yolunu tuttular. Medine-i Münevvere’nin bir saat kadar semt-i şimalisindeki Uhud Dağı’nın nikat-ı hakimesinde mevzi’ tuttular. Cenab-ı rahmeten li’l-alemin aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri de mücahidin ashablarıyla mukabelelerine çıktılar. Cebelin pişgahına muvasalatlarında evvela saha-i harbi nazar-ı teftişten geçirdiler. Ordu-yı hümayunlarının alacağı vaz’iyete göre sol cenahlarında düşmanın hatt-ı ric’atini tehdid etmeye müsa’id bir mevki’ keşf ederek derhal oraya kuvvetlice bir müfreze tertib ve i’zam buyurdular. Ordu-yı hümayun –ister galib ister mağlub– o noktanın zinhar terk olunmaması lüzumuna dair müfreze kumandanına emr-i kat’i verdiler. Harb başladı. Mev’ud-ı ilahi olan şahid-i nasr u zafer muvahhidine arz-ı cemal etti. Taşları ağaçları kendilerine ma’bud ittihaz edinen insaniyetlerini cemadatın bile dununda gören o bed-baht müşrikler seyf-i meslul-i tevhid önünden –zulmetin nurdan firarı gibi– bütün ağırlıklarını bırakarak ellerindeki silahlarını atarak kaçıyorlardı. Adetleri vechile birlikte getirip de Uhud’un yüksek bir noktasında harbi seyr etmekte olan kadınların hevl-i can ile kaçışları erkeklerinin hacalet ve iftizahlarını ikmal ediyor hadd-i gayesine vardırıyordu. nı meydan-ı harbde ca-beca yığılıp kalan eşya ve emval-i ganaim tahris etti. “Ordumuz düşmanı bozdu kaçırdı. Meydan-ı zafer liva’ü’l-hamd-i İslam’ı der-ağūş etmekle bahtiyar oldu. Artık bizim için burasını muhafaza etmek lüzumu kalmadı. Gidelim biz de hisse-mend-i ganaim olalım” dediler. Kısm-ı diğer ise başlarında kumandanlarıyla beraber “Hayır! Biz zat-ı akdes-i cenab-ı risalet-penah-ı a’zamiden aleyhissalatü vesselam ordu-yı hümayun galib mağlub burasını harbin netice-i kat’iyyesine kadar muhafaza etmek Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib emr-i kat’isini aldık. Mümkün değil mevki’imizi velev bir adım atmak suretiyle terk ile Allah ve Resul’e asi olamayız” diye şiddetle reddettiler. Va esefa ki hırs-ı ganimetle gözleri kararmış muvazene-i idrakleri sarsılmış olan mu’arızlara söz anlatmak mümkün olamadı. Meğer bunların hareketlerini bir düşman süvari keşif kolu karşıdan tarassud etmekte malik olan bu düşman süvarisi o mühim noktanın boş kaldığını görünce derhal ordu-yı hümayunun arkasına geçti ve yağma ile meşgūl olan guzat-ı İslam’a ansızın yıldırım-vari hücum etti. Efsus!... Galib iken mücerred söz dinlememek emre ita at etmemek yüzünden matem-engiz bir felaket-i mağlubiyyet yüz gösterdi! Eyvah!... Sinn-i sa’adet şehid düştü. Yazık! Cemal-i bakemal-i Muhammedi al kanlara boyanarak bütün ervah-ı enbiya ve asfiyayı bütün sükkan-ı semavat ve illiyyini girye-bar-ı teessür ve telehhüf etti. Sahabe-i güzinden yetmişe karib mücahidin bu itaatsizliğin kurbanı oldular bi-ruh yerlere serildiler. Ya sevgili amm-i muhterem-i resulün Cenab-ı Hamza’nın pek vahşiyane ve müfterisane vukū’-ı şehadetleri… O ne musibet-i uzma oldu! me’mul felaketine her zerre-i kainat ağlıyordu. O müdhiş kargaşalıktan fırsat bulan mela’in-i Kureyş vücud-ı kudsiyyet-nümud-ı cenab-ı Muhammediye oklar mızraklar taşlar yağdırıyorlardı. Ya Rab! Nasıl kıyıyorlardı! Nasıl ellerini kurutmuyor mel’un vücudlarını kahr u gazab yıldırımlarınla mahv etmiyordun? Ashab-ı güzin hazeratı ekseriyetle kaçıyor herkes can kaydıyla ne tarafa gittiğini bilmiyordu. Cenab-ı Talha bin Ubeydullah radıyallahu anh veliyyü’n-ni’met-i cihan-ı vücud efendimizin üzerine kapanmış o oklara o taşlara karşı siperlik vazifesini yapıyor o darbeleri hayatıyla def’a çalışıyordu. Her şey oldu bitti. Vech-i mukaddes sargılar içinde mücahidin-i ashab kanlara cerihalara matemlere müstağrak olarak Medine-i Münevvere’ye avdet buyuruluyordu. Evlad sız kalan bağrı yanık analar kocalarından ebediyyen mahrum olan gelinler kadınlar babalarını gayb eden yetimler reh-güzar-ı sa’adette boyunları bükük gözleri eşk-i matem dökerek duruyorlar gayr-ı ihtiyari inliyor titriyorlardı. Of! Evet sen de ağla! Imanın varsa sen de bu azim musibeti iki katre gözyaşınla ta’ziye eyle! Deme ki: Bu pek uzak on dört asırlık bir mazi-i adem-aluda aid bir macera-yı felaket! Zira veliyyü’n-ni’met-i iman ve İslam’ın Ravza-i Mutahhara ve mu’attarasında haydir. Hususuyla ümmetinin bugünkü şu musibetinden teessüfler telehhüfler içinde muztaribdir. cerred emre itaat etmemek yüzünden geldi. Bu adem-i itaat da’vasında bulunan her ferdin cenab-ı Kur’an -ı Hakim’e karşı –mevki’ine göre– şahsi ictimai siyasi birçok vezaifi vardır. Çünkü İslamların kanunu kanun-ı üssü’l-esası ancak o Kitab-ı meciddir. Mü’minlerin mürebbi-i ruh ve vicdanı odur. İnsaniyet onda. Cem’iyet onda. Medeniyet onda. Terakkī ve teceddüd onda. Nusret sa’adet onda. Her şey onda. Şah-rah-ı hayatımızın misbah-ı nur-efşanı o. sındaki maddi ma’nevi farkları mukayese eden vicdanımızı dinleyelim! Onlar niçin mansur? Biz neden makhur? Sebebi ne? Elbette sebebsiz değil. Onlar adem içinde vücud gösterdiler. Biz ise bil-aks vücud içinde ademler icad ettik. Ben demek istemiyorum ki: Silahsız kuvvetsiz düşmana karşı çıkılır. Ben iddia etmiyorum ki sopalarla a’daya hücum edilir de muzafferiyet kazanılır. Kuvvet iki kısımdır: Maddi ma’nevi. Ne ruh vücudsuz tecelli eder ne de vücud ruhsuz yaşar. Fakat işte bize Trablusgarb mefahir-i muzafferiyyatı gayr-ı kabil-i i’tiraz bir surette isbat ediyor ki evvela kuvvet namına lazım olan ruh-ı iman ve İslam’dır. Demir parçalarından mevadd-ı işti’aliyye ve infilakiyyeden evvel lazım olan i’timad ale’llah istihfaf-ı hayat istihkar-ı mevttir. Evvela lazım olan hubb-ı diyanet ve milliyet sevda-yı vatandır. Bunlar olmazsa top tüfenk cebhane hiçtir. İslamiyet üssü’l-esası üzerine terbiye-i fikriyye ve ruhiyyeden mahrum olan; din millet vatan ne demek olduğunu bilmeyen o esas-ı celilü’l-kadr üzerine askerlik görmeyen itaat ve maharet-i askeriyye sözlerini işitmeyen bir insanın nazarında hayvani cemadi bir hayattan başka nenin kıymeti olur? Ben görüyordum: Hisli bir asker beline kadar çamur denizine girmiş topu kucaklamış çıkarmaya bütün kuvvetiyle çalışır ve gözlerinden döktüğü ateşin yaşlarla Allah’ından na dinin namusun varsa gel de yardım et şu topu düşmana bırakmayalım. Düştüğü çamurdan çekip kurtaralım!” ricasına muhatab olan insan kıyafetli bir hayvan başını öteye çevirip kaçıyordu. Dereke-i hayvaniyyetin dununda bulunan o bed-baht bilmiyor ki o dakīka-i firarında ne dini kalıyor ne imanı ne de nikahı. Bilmiyor ki o anda İslamiyet’e milletine Bulgar’dan daha düşman! Daha hain! Daha mühin! Bilmiyor ki biri çıkıp da öldürse katili gazi kendisi mürted hükmünde. Ne cenazesi yıkanır ne namazı kılınır ne de makbere-i Ka’be’nin içine gömülse yine cife. amirinin bir işaretine derhal feda-yı can ile icabet demektir. Buhari-i Şerif ’in Kitabü’l-Ahkamı ’nda: Zat-ı akdes-i ce nab-ı risalet-penahi tarafından me’muren Yemen cihetine nın derece-i itaatlerini anlamak maksadıyla ca’li bir hiddet gösterir. Odun toplamalarını sonra ateşlemelerini emreder. Vakta ki odun yığını alevlenir semaya doğru sütunlar teşkil eder. “Cenab-ı Peyamber efendimiz bana itaat etmenizi emir buyurmadı mı? Haydi emrediyorum: Şu ateşe atılınız!” der. Efrad-ı ashab yek-diğerine bakışırlar. Ateşe atılmak meyli gösterilince “Ben sizin derece-i itaatinizi tecrübe ediyorum.. demek gerçekten ateşe atılmanızı emretsem kabul edeceksiniz. Aferin! Memnun oldum” sözüyle emrinin ciddi olmadığını anlatır. kahramanan-ı İslam ma-fevklerinin emrini ateşe atılmak raddesine kadar ta’ziz takdis ederlerdi. Şimdi herşey oldu geçti. Birçok esbab-ı maddiyye ve ma’neviyye bizi daha dünkü çobanımıza karşı mahcub etti. Ma’amafih me’yus olmayalım. Zaten İslamiyet’te ye’sin mevki’i yoktur. Allah’ın rahmetinden me’yus olan müslüman değildir. Alem-i İslam içinde değil mülkünün bir parçasını hatta bütününü gayb etmiş ve üç dört def’a yeniden te’sis-i hükumet ve saltanata muvaffak olmuş e’azım-ı mücahidin var. Tarih-i İslam bu gibi süyuf-ı meslule-i kahr u celal ile iftihar etse yeri vardır. Biz bu avuç açtığımız felaketlerden cidden mütenebbih olarak aklımızı başımıza toplayalım. El ele verip ittihad ederek kemal-i nedametle Cenab-ı Kur’an -ı Hakim’e inabet edelim. Durmayalım. Bir sa’y-i ez’af-ı muza’afla telafi-i ma-fata çalışalım. Lakin tekrar ederim: Rehber-i yeganemiz Hazret-i Kur’an olsun. Gönlümüz nur-ı iman ile dimağımız rüşd ve irfan ile dolsun. Dinimizin kemal-i ehemmiyetle amir-i terakkī ve teceddüd olduğunu bilelim. Anlayalım. Maarif-i İslamiyyeye dört el ile sarılalım. Köylerimize mektepler yapalım. Ruhumuzda güneşler doğsun. Zalam-ı cehaleti ebediyyen koğsun. Bakınız o zaman Osmanlı milleti yine nasıl devr-i istilalar icad eder! Bakınız bugün kendilerini galib zannederek bizi istihfaf eden düşmanlarımız nasıl piş-i şevket ve iclalimizde zanu-zede-i ta’zim ve ibcal olur. İşte o zaman Cenab-ı Hak bizi afv eder ve üzerimize ebvab-ı rahmetini açar. Haydi ihvan-ı din umumen bil-ittihad sa’y ve gayrete! Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten. Bu hadis-i şerif kütüb-i sıhahdan Tirmizi’nin İbni Mes’ud radıyallahu anhdan rivayet ettiği bir hadis-i şeriftir. Ma’na-yı münifi: “Üç kimseyi Allahu te’ala azze ve celle sever: Biri geceleyin teheccüde kalkıp Kitabullah’ı tilavet eden biri sağ eliyle sadaka verip sadakasını sol elinden saklayan üçüncüsü de bir ordugahda bulunup da arkadaşları kaçtıkları halde düşmanı karşılayarak mukateleye devam eden kimse.” Bu hadis-i şerif bir mü’minin evvelen; Halikına saniyen; ebna-yı nev’ine salisen; vatanına yani darü’l-İslam’a karşı olan vezaifini ima eden cevami’u’l-kelim-i Ahmediyyedendir. Bir mü’min Halikına Rabbine karşı ta’zim ve ibadetle mükelleftir. Fakat ibadat-ı mefruzasını edadan sonra hab-ı nuşinini terk edip gece yarılarında teheccüde kalkan ve gerek namazda gerek ayrıca Kitabullah’ı tilavet ederek münacat-ı Rahman ile dem-güzar olanın hali başkadır. Dinimizin bina-yı rasini “ta’zim li-emri’llah” “şefkat ala halkı’llah” olduğuna göre muhtacine bezl-i mu’avenet her müslimin mukteza-yı diyanet bildiği veca’ibdendir. Ancak bu mu’aveneti her türlü tasannu’ ve tefahurdan azade olarak gizli ve hasbi yapanlar elbette diğerlerine racihtir. Cihad kafil-i beka-yı İslam olan erkan-ı mühimme-i dindendir. Her harbde müsliminin def’-i sa’il edecek mikdarı bakiyye-i efrad-ı müslimin üzerindeki farzı iskat ederler. Harbe iştirak edenler daima la-ekal za’fları mikdarındaki kuvvetlere karşı sebat ve mukavemetle ya ölmek ya nail-i feth olmakla mükellefdirler. Firar etmeleri e’azım-ı keba’irdendir. Mehabet-i İslam’ı kulub-ı a’daya çaresiz ilka edecek olan bu hükm-i şer’iye teba’iyyet edenler elbette bu ümmetin gözbebeği sayılacak bahtiyarandandır. Lakin arkadaşlarının da yine düşmana saldıranlar ya ölüp rezalet-i inhizamın netayicini görmemek veya sağ kalıp nail-i feth olmak azm-i şedidiyle kendilerini ateşe atanlar elbette kendilerine bu hayat-ı müste’arı bahş eden Allah-ı azimü’ş-anın en sevgili kulları miyanına dahil olurlar. Cahili ve gafili olduğumuz şeriat-ı mutahhara-i Ahmediyye de cihadı fera’iz-i diniyyenin ilk saffına idhal etmesi yine miriyle bildirdi. Nitekim bin üç yüz senelik tecrübe de bunu gösterdi. Müslümanların dünyada dostları varsa elbette yine müslümanlardır. O da tabi’i hal-i tefrikada olmadıkları birbirini yemedikleri zaman. Biz hakayık-ı diniyyenin kaffesinden gaflet ettiğimiz gibi bu kadar basit bir hareketten de gaflet etmişiz. Hem kendi aramızda tohum-ı nifak ve tefrika ekmekten hali kalmıyoruz hem esbab-ı müdafaamızı tehiyye ve tedarikten fariğ duruyoruz. mağruranemiz iki hafta içinde bütün Rumeli’yi düşmanın murdar ayağına çiğnetmekten zu’afamızın mal ve can ve ırzını düşmana gasb ve hetk ettirmekten mesacidimize Salib astırmaktan men’ edemedi. Bugün kendini bilen bir müslüman kızarmadan haya etmeden insanlar içine karışıp gezemiyor. Edirne İşkodra Yanya Çatalca müdafa’atı eğer nasib ise bundan sonraki muvaffakiyetler bile düne kadar havze-i İslam’a dahil olan ekser Rumeli vilayatının duş-ı fahrinde rayet-i İslam’ın sevgili Hilal’in temevvüc ettiğini vakitsiz tecavüz erzak noksanı esliha ve cebhane fıkdanı cebanet efrad ile zabitan arasında emniyetsizlik ve imtizacsızlık her ne derseniz deyiniz hülasası emr-i celiline mu halefetten ibarettir. Biz şeriatsız müslüman olmak Ma’amafih bizde bir bakiyye-i iman bir gayret-i din kalmış lerin ne raddeye kadar mes’ul olacağını atide düşünelim de bu hadis-i şerif-i nebevi mucebince bir hamle-i hamaset daha gösterelim. Mülk-i İslam’ı tamamen kurtarmak müyesser değilse bile hiç olmazsa namus-ı İslam’ı kurtaralım. Mağlubiyet halinde bile düşmanımıza mühlik bir unsur-ı celadet olduğumuzu gösterelim. Namusu kurtardıktan sonra da neşa’id-i muvaffakiyat ve muzafferiyat-ı sabıka ninnileri ile kendimizi uyutmaktan vazgeçelim. Edirne’nin İşkodra’nın Yanya’nın Çatalca’nın bize ihda ettiği şanlı haleleri bir tarafa atalım da Kırkkilise Kumanova Lüleburgaz hezimetleri Selanik faci’a-i rezaleti bizi her an ikaz etsin. Bugünlerin yad-ı hüzn-efzası kalbimizi dağlasın. Bu isimler anıldıkça beynimiz yansın. Bunların esbab ve avamilini araştırıp kitaplar dolusu vesaik toplayalım da bu vesaika en alimlerimizden tutunuz da en cahillerimize kadar cümlenin sine-i ihtimamında pek büyük bir paye-i i’tina verelim. Şübhesiz çok hatalarımızı dinmez yorulmaz bir azim ve sebat ile tashih edelim. Gevezelik devresini kapayalım da artık işe başlayalım. Zira artık mevzu’-ı bahs olan namustur. Bakiyye-i mülkümüzle beraber elden gidecek olan dindir. ---- HASBIHAL ---- Evet yar-ı canım Fahreddin gibi Kemal’in o düstur-ı hikmetini ben de ihtar edeceğim; ben de tekrar edeceğim: Felekten intikam almak demektir ehl-i idrake Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedametten. Ey cemaat-i müslimin! Şu son İslam yurdunu çepçevre kuşatan kanlı felaketler yok mu? İşte onlar bizim kendi yüzümüzden evet hiç kimsenin değil hep bizim kendi yüzümüzden meydana geldi. Zannederim ki bu hakīkati düşünemeyecek kadar sersem; daha doğrusu ortadaki feci’aların karşımıza geçip mel’un mel’un sırıtan sebeplerini göremeyecek derecede kör değiliz. Öyle ise her birimiz yalnız yüreğinin yandığını değil vicdanının da nedamet azabıyla kıvrandığını hissediyor demektir. Eğer bütün müslümanların vicdanındaki bu nedamet duygusu diğer hissiyatın hepsine galebe etmiş ise istikbali olsun kurtarmak kabildir. Yok hala şunu bunu mahkum edivermekle işin içinden sıyrıldık zannına kapılarak eski mezsek bugünü daha yarından arayacağımıza hiç şüphe etmemeliyiz. Tutulan yolun bugünkü uçuruma çıkacağını bundan senelerce evvel bize söyleyenler hem pek kat’i söyleyenler oldu. Lakin biz onlara inanmadık; nasihatlerine kulak vermedik. Hatta biçarelerin herbirini birer suretle itham ettik! Ne ise maziyi bir tarafa bırakalım. Çünkü olan oldu. “Kırk nasihatten bir musibet yeğdir.” derler. Biz bir değil binlerce musibet gördük; hala da görüyoruz. Bari bundan sonra olsun gözlerimizi açalım; bundan böyle olsun aklımızı başımıza alalım. Ey cemaat-i müslimin! Dökülen kanlar yakılan canlar söndürülen hanümanlar kül olan samanlar paymal edilen nenen yurtlar sefaletlerin en müdhişi içinde ölümünü bekleyen dullar yetimler kadınlar o kadar çok o kadar çok ki hepsini şöyle dursun binde birini düşünebilecek beyin için çıldırmamak kabil değil! Artık Allah için olsun birbirimizle uğraşmaktan vazgeçelim. Artık bu fırkalara bu mel’un tefrikalara nihayet verelim. Biliyorsunuz ki şarkta garpta şimalde cenubda ne kadar müslüman varsa hepsi mahkum; hem de mahkumiyetlerin en zelili en sefili ile mahkum! İşte o zavallıların şimdilik dinlerini olsun muhafaza edebilmeleri de şu hükumet sayesindedir. Maazallah bu hükumet bu son müslüman hükumeti de yıkılacak olursa Rusya’daki Çin’deki Hind’deki Cava’daki elhasıl dünyanın her yerindeki yüzlerce milyon müslüman artık dinine sahip olamayacak. O zaman biz yalnız kendi vebalimizi değil dört yüz milyon ibadullahın vebalini de yükleneceğiz! Ne dünyayı görecek gözümüz ne huzur-ı Rabbü’lalemin’e çıkacak yüzümüz kalmayacak! Bakınız birbirimizle uğraşa uğraşa ne hale geldik! Bakınız dahili muharebat ile askerimizi ne hale getirdik! Öyle ya Allah’dan sonra yegane istinadgahımız olan o koca orduyu senelerden beridir isyan bastırmaya; memlekette kol kol olmuş tefrika yangınlarını söndürmeye mecbur etmek ıztırarında kalmasaydık hiç askerimiz için böyle bir muvaffakiyetsizlik tasavvur olunabilir miydi? Ey cemaat-i müslimin! Bizi düşmanlarımızın kuvve-i külliyesi perişan etmedi; belki onların tali’aları başımıza bu felaketi getirdi. O talia ne idi biliyor musunuz? Ordularından –senelerce– evvel hududumuzun dahiline soktukları tefrika bütün kuvvetimizle ona zahir olduk. Kendi süngümüzü kendimize çevirdik! Bugün biz kendimizin kendi seyyiatımızın mağlubuyuz. Ey cemaat-i müslimin! Hükumeti kendi haline bırakınız harp mi edecek sulh mü yapacak hangisi hayırlı ise ona karar versin. Yalnız gelin bizler kendi aramızda ebedi bir sulh akdedelim. Yoksa bu hal ile yaşamanın imkanı kalmadı. Birbirimizle barışmazsak; harb-i harici biter bitmez dahili muharebata –bermu’tad– devam edersek; şu felaketlerden de ibret alarak el birliğiyle çalışmazsak; Allah’ın dest-i intikamı esaret-i ebediyye damgasını alnımıza vuracaktır. Bugünkü nedametimiz bize pek ala müfid olabilir. Lakin bundan sonraki maazallah son peşimanlık olur ki hiç faide etmez. Mehmed Akif UMUM MÜSLÜMANLARIN AHVALI HAKKINDA Bu ünvan ile neşr edeceğimiz silsile-i makalatta millet-i rı şu hal-i esef-iştimalden tahlis edilerek ıslah olunması için mübtela olduğu tekalid-i hadiseden çıkarak Kitab-ı Aziz’in sünnet-i sahihanın siret-i selefin gösterdiği yola iktisar ve tekalifi teksir ile onları ezhan-ı beşerin kabul edemeyeceği bir tarzda ibraz gulüv fi’d-din gibi halefin ziyade etmiş bulduğu şeyin hepsini hazf ederek dinin hal-i asli ve besatat-ı evveliyyesine rücu’ vacib olduğuna zahib olan bir muhakkık-ı zi-fünun ile pek çok zamanlardan beri milletin mübtela olduğu bela-yı taklidi muhafaza etmek tarafdarı olup Kitab ve Sünnet’le amel yalnız müctehidine mahsus ve onların münkarız olmasıyla başkasının da vücudu muhal olmasına kütüb-i müte’ahhırinin kütüb-i mütekaddiminden hayırlı ve cem’iyetli tahsil i’tibarıyla da gayet müfid son derece nafi’ olduklarına mu’tekıd olan bir mukallid ihtiyar va’izin muhaveresini kari’in-i kirama arz edeceğiz. İlmen fennen fikren yek-diğerine taban tabana zıd olan şu iki zatın muhaveresi biz müslümanlara pek büyük hakīkatler anlatacağından on dört on beş kadar makale teşkil edecek olan şu muhavereleri nihayete kadar dikkatle ta’kīb etmeleri kari’in-i kirama halisane olarak tavsiye olunur. Bir gün biraz fıkıh bilip va’izlikte kesb-i şöhret eden bir kendisinde cem’ eden bununla beraber sa’y ve gayreti sayesinde hem zengin hem de büyük bir me’muriyet sahibi olan –zaten böyle olmasa fazıl ihtiyar bununla muhavereye tenezzül bile etmezdi– genç bir muhakkık bir tarafta bulunuyorlardı. Şeyh-i mukallid genç muhakkıka doğru teveccüh etti. Bir de baktı ki gayet mağmum. Sanki nefsine malına ehl ü ıyaline bir musibet gelmiş gibi yüzünde alaim-i hüzn zahir oluyordu. Bunun üzerine “Şeyh-i mukallid” dedi di: – Sana ne oluyor? Zira bugün seni evvelki gibi görmüyorum. Ben senin gibi kimselerin bir takım şeye ihtimam edip gamnak olmasına ta’accüb ederim. Hamd olsun vücudun sağlam Allah ilim servet mansıb gibi şeyleri cem’ etmeye muvaffak kılmış daha neye merak ediyorsun? Muhakkık: –Efendim müsa’adenizle esbabını anlatayım. Ma’lumdur ki ben insanım. Halbuki insan demek kendisinin sa’adetiyle mes’ud felaketiyle müte’ellim olduğu bir milletin uzvu olduğunu bilen ictimai bir mahluk demektir. Halbuki ben mensub olduğum milleti bütün milletlerin dununda hepsinden bedbaht görüyorum. Şu halde nasıl olur da bu kadar bedbaht bu derece hızlan içinde olan bir vücudun a’zası mes’ud müsterihu’l-kalb olabilir? Mukallid: –Senden bu gibi sözleri işittiğime teessüfler ederim. Çünkü sen bu sözlerinle hem mantıkan hem de dinen büyük hata etmiş oldun! Mantıkan irtikab ettiğin hata şu ki: İnsanı ulema-i mantıkça mecma’un-aleyh olan “hayvan-ı natık” ta’rifinden başka bir şey ile ta’rif ettin. Dinen de hata ettin. Çünkü bütün müslümanları insanların en dununda gösterdin. Bununla müslümanları gıybet ettiğin gibi beyne’l-İslam mecma’un-aleyh olan “Muhammed ümmeti hayır üzerinedir” sözüne de muhalefet etmiş oldun. Muhakkık: –Maksadımız enva’ın ecnasın mahiyetlerini tahdid etmek değil ki insanın ta’rif-i mantıkīsini zikr etmeye lüzum hissedelim. Biz ancak ictimai bir mevzu’da idare-i kelam etmek istiyoruz. Binaenaleyh insan hakkında söylemiş olduğum kelam inde’l-mantıkī sahih değilse ulum-ı ictima’iyye uleması indinde sahihtir. Sonra gıybet ettin diyorsun ki bu da doğru değildir. Zira ben bi-hususihi bir insanı zemm ü tahkīr etmedim ki gıybet olsun. Bu asırda ümmet-i İslamiyyenin gayet geri en bedbaht olduğu ise şekk ü şübhe götürmeyen bir hakīkattir. Bu hakīkati teslimde tereddüd gösterenler ahval-i alemden hiçbir şeye vakıf olmayanlar memalik-i İslamiyyeye kimler hakim olduğunu İslamların duçar olduğu fakr u zilleti her tarafta onlara edilen tahammül-suz işkenceleri anlamayanlardır. Halbuki onlar o kadar durmuş o kadar geride kalmışlar ki sanki hepsi akıl ve iz’andan mahrum bir sürü behayim yahud hiss ü şu’urdan nasibi olmayan bir yığın cemaddır. mahsusat-i yakīniyyeyi tekzib etmemiz mantıktan istifade ettiğimiz aklın fikr-i sahihin şanına layık mıdır? Mukallid: –Sen bütün müslümanların halini gidip görmedin ki onlar hakkında serd etmiş olduğun şey sahih olabilsin! Caiz ki bizden uzak olan memleketlerde şevket ve samanı yerinde kuvvetli İslam hükumetleri vardır. Ma’amafih bu sözüm İslamların ilmen malen başka milletlerden aşağıda olduğunu teslim etmem üzerinedir. Halbuki bu da doğru değildir. Çünkü bazı kavimler var ki müslümanlar onlardan daha ganidirler. İlme gelince; gayr-ı müslimlerin elindeki şeylere ilim ıtlak olunmaz ki müslümanların ilmen geride olduğunu Muhakkık: –İlm-i coğrafya ile her tarafa giden gazeteler gerek bilad-ı müslimin gerek başka bilmediğimiz birçok yerleri bize parlak bir surette temsil ediyor. O kadar ki daima gözümüzün önünde gibi onlardan hiçbir şey bizden gizlenemiyor. Fakat ben seni öyle görüyorum ki buradaki servet ve ilim gibi gözünün önünde olan şeyi bile bilmiyorsun. Binaenaleyh bu babda seninle münakaşaya girişmekte ma’zurum. Çünkü benim garazım müslümanların en bedbaht gayet miskin olduklarına dair sende bir kanaat hasıl ederek bunu aramızda cereyan edecek mübahaseye esas ve kaide kılmaktır. Mukallid: –Sıhhatine coğrafya kitaplarıyla gazete sözlerinden başka delilin olmayan sözlere nasıl olur da kanaat ederim? Halbuki delil olarak irad ettiğin şeylerin her ikisi de kendilerine i’timad caiz olmayan kizb-i mahzdır. Çünkü bunların mahall-i suduru keferedir. Kafirin rivayeti ise gayr-ı makbuldür. Muhakkık: –Kafirin rivayeti vadi-i küfürde küfrü isbat muhalefeti ibtale tealluk eden yerde makbul değildir. Fakat yalan söylemekte faide olmaz da garaz ve menfa’ati doğru söylemekte olursa o zaman kafirin sözüne i’timad olunur. hem kendisi hem de mensub olduğu kavim faide görecektir. Binaenaleyh akıl hükmeder ki bunları yazan gerek nefsini gerek milletini aldatmamak için daima doğruyu arayıp bulmaya mecburdur. Bununla beraber bu gibi mevzu’larda doğruyu aramaya mecbur olduklarını bize gösteren daha bazı sebebler de vardır. Mesela; bu vadide yazı yazanlar yazdığı şeyin tab’ olunarak birçok kimselerin ona muttali’ olacağını ve binaenaleyh doğru yazmadığı takdirde elsine-i intikada düşeceğini hiçbir vakit hatırdan çıkaramazlar. Müslümanlar hakkında hasıl ettiğim kanaate bu iki vecihden daha kavi bir delil var ki o da ilm-i yakīni ifade eden tevatürdür. Çünkü en mühim coğrafyaların bu hususta verdiği ma’lumat ile ceraid-i meşhurenin ahbarı memalik-i medeniyyenin umumunda bulunan ajans şirketleri telgraf havadisleriyle müttefiktirler. Şurası da ma’lumdur ki: Tevatürün ruvatında din şart değildir. Ancak tevatürde şart olan –kütüb-i usulde görüldüğü vechile– baliğ olan kimsede Mukallid: –Tevatürde ruvatın kizb üzerine ittifak etmemesi lazımdır. Halbuki bu şartın tahakkuku için rivayet ettikleri şeyde ruvatın bir garaz ve menfa’ati bulunmamak lazımdır. le– her ne kadar tahakkuk ediyorsa da ajansların postaların verdiği ma’lumat hakkında tahakkuk edemez. Zira onların ravi ve müvezzi’leri için bir takım siyasi garazlar vardır. Muhakkık: –Ben onların her söylediğine doğru nazarıyla bakıp da onları her halde garaz ve hevadan tebri’e etmek istemiyorum. Lakin onlardaki garazın hakīkati gizleyeceği de tevehhüm olunmamalıdır. Ancak onların yapabileceği şey i’tizar ve telattuf gibi bazı tasarrufattan ibarettir. Transval Muharebesi’nde İngiliz Reuter Ajansı’nda gördük ki İngilizlerin Boerleri bütün bütün mahv ettiğini haber veriyordu. Yalnız şirket-i vahideye i’timadda bu kadar bir mahzur olabilirse de garazları siyasetleri yek-diğerine taban tabana zıd olan muhtelif ajansların her tarafa ceraid neşr eden postalar ile beraber müttefikan verdiği ma’lumata ne diyeceksin? Mukallid: –Ceraidin falanın sıdkından kat’an nazar sana karşı şu hakīkati teslim ediyorum ki bugün bil-cümle müslümanlar pek fena bir haldedir. Zira şimdi ahir-i zamandır. Bu gibi hallerin hepsi de kıyamet alametlerindendir. Kıyametin kopacağında ise hiç şübhe olmadığı cihetle bu fenalıklar günden güne tezayüd edecek hatta o kadar ki yeryüzünde hiçbir mü’min kalmayacak. Ancak hayırsızın hayırsızı kalacak. Kıyamet de o fena insanların üzerine kopacak. Binaenaleyh bugün müslümanların bulunduğu hal-i esef-iştimale karşı ihtimam etmek ıslahına çalışmak onun için me’yus olmak ma’nasız şeydir. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber’in Muhakkık: –İşte seninle müzakere etmek istediğim şeyin bazısı da budur. Zira ahbar-ı ceraid ve coğrafyanın sıhhati hakkında sende ne kadar şübhe varsa benim de birçok kitaplarda kıyametten evvel vukū’u rivayet edilen alamat-ı kıyamet hakkındaki şübhem ondan daha ziyadedir. Bu babda varid olduğu zikr edilen ahbarın mütun ve esanidi onlardan makbul ve gayr-ı makbul olanları hakkında mübahase etmek bu meclisde mümkün değildir. Lakin nasıl olursa olsun bulunduğumuz şu hal-i esef-iştimalin hepsi için bir sebeb olduğu gibi her maraz için de bir deva olacağını inkar edemeyiz! Çünkü hey’et-i ictima’iyye de eşhas gibi bazı esbab dolayısıyla maraza mübtela olur ma’a haza onda hayattan cüz’i bir eser bulundukça şifa-yab olmasından ümid kesilmez. Şu halde ey üstaz! Umum millet-i İslamiyyeyi hakkında fikrin nedir? Mukallid: –Bunun sebebi amelen hükmen şeriati terk etmektir. Bunun için hiçbir türlü ilac da yoktur. Zira kıyamet yakındır. Bu ise –yukarıda sana söylediğim vechile– ancak şirar-ı nas üzerine patlayacaktır. Şu kadar ki: Hem dini hem dünyayı ifsad eden selatin hükkam şeriatle hükm eder de afiyet eder ahval-i İslamiyye biraz iyiliğe doğru yüz çevirir ki bu da Mehdi çıkmadıkça mümkün değildir. Ma’amafih bazı suleha beni tebşir etti ki Mehdi bu asırda çıkacak kıyamet de on beşinci asır evvellerinde kopacaktır. Hatta bunun üzerine ayet-i kerimesiyle de istidlal olunuyor. Çünkü “bağteten” kelimesinin hurufu ebced hesabıyla ’ye baliğ oluyor. Bir de hadis-i şerifi vardır ki o da bir delil-i diğerdir. Zira “yevm” de onun için bini geçti. Fakat nısfının ahirinde kıyametin kopacağı şübhesizdir. Muhakkık: – “Müslümanların za’fına sebeb din ile ameli şeriatle hükmü terk etmeleridir” sözünü ben de kabul ediyorum. Lakin ben bunu başka türlü anlıyorum. “Şeriate rücu’ etmek ancak Mehdi kuvvetiyle olabilir” sözüne gelince bunu kat’iyyen kabul edemem; çünkü bunun sıhhatine mu’tekıd değilim. Ben diyorum ki bu i’tikad müslümanların pek büyük derdinden en mühlik emrazındandır. Müslümanları ıslah edecek bir kelime varsa o da bütün mezheb ihtilaflarını kaldırarak esas-ı İslamiyet’te olduğu gibi müslümanları bir yola sevk etmektir. Mehdi fikrinden daha garib bir şey var ki o da kıyametin zaman-ı vukū’unu ayetle istidlal etmektir. Çünkü Kur’an ile hadiste ma’lum olmayan bu gibi istidlalata kat’iyyen doğru nazarıyla bakılamaz. Bunu müteakib bir gün sonra yine birleşmek üzere yek-diğerinden ayrılıp herbirisi makamlarına gitti. *** şeklinde Acluni MÜHIM BIR SUAL Avrupa ulemasından bir zat bazı ceraidde ulema-yı İslamiyyeye sual-i atiyi irad etmiştir: “Şeriat-i Muhammediyye’nin şerayi’-i salifeyi nesh etmesi bundan sonra onun hiçbir şeriatle nesh edilmeyeceği bununla beraber şeriat-i Muhammediyye’nin kaffe-i şerayi’in ercah ve efdali olması ne ile sabit ve bu babda fenni akli delil nedir?” Havanın gayet saf cevv-i semanın buluttan hali parlak olduğu bir gecede yüzümüzü şu feza-yı la-yetenahiye çevirip de nazar-ı im’an ve basiretle baktığımız zaman ne gibi şeyler görürüz. Vehle-i ulada şu fezanın en uzak yerlerinden gözlerimizde layih olacak şey kendilerine mahsus kanun-ı mürettebe kemal-i inkıyad ile daima muvazzaf oldukları vezaifi eda ve her birerlerinin etrafında manzume-i şemsiyyemiz gibi pek çok seyyarat devr eden binlerce şümus değil mi? Sonra gecenin o ma’lum olan müddeti münkazi olduğu gibi de güneşin meşrık tarafından tulu’ ederek insanlar üzerine pek yüksekten seri’ bir surette neşr ettiği ziyaları enzar-ı nasa mütevaliyen arz ettiği bedayi’-i mahlukatı görmüyor muyuz? Kezalik avalim-i ulviyye ve ecram-ı semaviyyeye nisbetle ancak bir zerre mesabesinde olup üzerinde sakin olduğumuz şu küreye atf-ı nazar ettiğimiz gibi ne göreceğiz? Ağaçlar meyveler çiçekler denizler nehirler dağlar bika’ çukur yerler sahralar ma’adin tuyur ve vuhuş haşerat nebatat cemadat bürkanlar gibi binlerce eşyadan mürekkeb bir kütle değil mi? Bunun teşkil ettiği ecnas ve eşkal o kadar muhtelif havas ve ahkam o kadar müteğayir nef’ ve zarar o derece müte ba yindir ki: Ukūl-i beşer o kadar terakkī etmiş derecat-ı a liy ye-i kemale ermişken yine bunun künhünü fehm etmekten aciz hakīkatini idrakten kasırdır. Çok vakit olur ki: Cevv-i sema gayet parlak hava sakin durgun bir halde iken birden bire şiddetli rüzgarlar esmeye başlar bu rüzgarlar bulutları yerinden sıçratıp üzerimize getirir. Etrafımızı yağmurlar ihata eder. O dereceye gelir ki adeta her tarafımız deniz halini alır. Usul ve kavaid-i fenniyye dairesinde şu hadise-i cevviyyenin esbabı tedkīk ve tefahhus husulünün illeti teftiş edildiği gibi görülüyor ki: Şemsin harareti küre-i arzın rutubetine temas ediyor bu hararetten bit-tesehhun müte’essir olan ecza-i ratba yani ebhire a’mak-ı arzdan cevv-i havaya yükselerek orada teza’uf ve tekasüf ederek gitgide bulut parçaları haline geliyor. Bilahare bir baran-feşan halini alıyor bir de –bütün ecsamda olduğu gibi– o kıt’aların da bazısı müsbet bir kısmı da menfi elektriği hamil bulunacağında şübhe yoktur. İşte bunun içindir ki bulutların birbirine dokunmalarından havada bir savt hasıl oluyor ki buna ra’d şimşek derler. Yine deniyor ki: Şu tahavvülat ve terekkübat-ı cevviyye üzerine terettüb eden gaye ancak her bir katresi ifaza-i hayat bütün sükkan-ı basita-i hayvaniyyeye taze taze hayat bahş eden rahmetin husulüdür. Eğer biz şu feza-i la-yetenahideki aca’ib ve gara’ibi kafi derecede beyan sadra şifa verecek bir surette izah edecek olursak mücelledat-ı azime meydana getirmek lazım geleceğinden bu kadarla iktifa ederek sadede maksad-ı asliye rücu’ ediyoruz: Buraya kadar zikr etmiş olduğumuz bunca masnu’at-ı kevniyyeyi müşahede ettiğimiz zaman acaba hatırımıza ne geliyor? Her şeyden evvel kalbimize hutur edecek şey bu bi-nihaye masnu’at-ı kevniyyeyi derya-yı ademden saha-i vücuda yürden masun olan kavaid-i fıtrata münkad kılan ona serfüru ettiren bunların hepsini havas ve sera’ir-i tabi’iyyeden bir hassa ile mümtaz kılan kezalik onlar üzerinde şu te’sirat-ı tabi’iyyeyi her an muhafaza eden kim olduğunu bilmeye çalışmak değil mi? Ne şübhe! Bu havatır-ı kalbiyye ta’kīb olunup bil-etraf te’emmül olunursa kalben vicdanen tasdik lisanen ikrar ederiz ki gerek meşhudatımız olan şu masnu’at-ı kevniyye gerek muttali’ olup anlamadığımız daha pek çok mahlukat-ı sairenin kaffesi ancak bir Zat-ı Vacibü’l-Vücud’un asar-ı bahiresinden başka bir şey değildir. Bu tasdik ve iz’an bizim kulaklarımızı pek yüce bir sada ki: Bizim bu kainat bu kadar la-yetenahi ayat-ı beyyinat arasında arz-ı endam etmemiz bir dest-i kadirin bir kudret-i fatıranın eseri olduğu gibi bunların cümlesi de fa’alün li-ma yürid olan Hallak-ı hakīkīnin vücudu üzerine delalet eden birer bürhan-ı celidir. Fa’il-i hakīkī olan Zat-ı ecell ü a’la hazretlerini bu suretle tini üzerinde sakin olduğumuz yaşadığımız küre-i arzın ne suretle tekevvün ettiğini taharriye sevk ediyor. Bu def’a da münhasıran fenne müracaat etmek lüzumunu hissediyoruz. Evet teşekkülat-ı alem hakkındaki nazariyat-ı fenniyye bize gösteriyor ki: Mucid-i hakīkī Hallak-ı ezeli şu küreyi buhardan arz pek çok zamanlar mayi’-i nari halinde kalarak daima neşr-i hararet ediyordu. Bu suretle gitgide bundaki hararet tenakus etmeye tenakus ettikçe teberrüde teberrüd ettikçe tekasüfe daha sonra kışr bağlayarak tekadüm-i eyyam ile tasallüb etti. Arz bu suretle tasallüb ettikten sonra evvela nebatat sonra mahlukat-ı saire halk olunmaya başlıyor. Yılların te’akubu a’sarın mürur etmesiyle mahlukat-ı nebatiyye ve hayvaniyye de tebeddül ediyordu. Arzın salabetinin tezayüdü hararetin tenakusuna sebeb olduğu gibi tenakus-ı hararet de daima kuvve-i inbatiyyenin teğayyür madde-i hayatiyyenin tebeddülüne sebeb oluyordu. tabiat daima ihtilaf ediyordu. Evet bu iddia tamamen doğrudur. Hatta arzın bidayet-i tekevvünündeki mahlukat için mebde’-i tekevvünden birçok asır sonraki alemde yaşamak nasıl mümkün değilse a’sar-ı ahirede vücuda gelen mahlukat için de mebde’-i tekevvünde ta’ayyüş etmek daire-i imkanın haricindedir. Çünkü suda ta’ayyüş eden mahlukat toprakta topraktaki de suda yaşamak isti’dadını ha’iz değildir. Hülasa evkat ve ezmanın tebeddül hal ve mekanın teğayyür etmesiyle tabayi’-i mahlukat da daima şeklen ve mahiyeten tebeddül ediyordu. Şurası da muhakkaktır ki; mevcudatın her iki kısmı – nami camid– tekevvün etmek neşv ü nema bulmak tekemmül etmek beka ve fena bulmak hususlarında her halde bir kanun-ı tabi’iye tabi’dir. Binaberin şu mevcudatın hilkatte göstermiş olduğu tekamülün husulü de anidir zannolunmamalı belki bunların hepsi tedrici bir surette hasıl olmuştur. Bununla beraber gaye-i kemale vasıl olduğu gibi zeval bulması bunlara da fena arız olması şübhe götürmez umur-ı muhakkakadandır. Çünkü gaye-i kemale eren her şey nihayet bulur. Bu zevale lisan-ı şer’de “kıyamet” ıstılah-ı hükemada ise “inkıraz” ta’bir olunur. Fakat zevale inkıraza uğrayan her şey sonradan yine tekevvün eder. Çünkü hiç bir şey yoktur ki onun eczası külliyen mün’adim olsun. Ancak bizim mahv oldu zannettiğimiz şeylerin yalnız şekli tebeddül mahiyeti teğayyür ediyor başka değildir. Bir de tekevvün tenemmüv maraz mevt gibi ahval-i tabi’iyye-i tedriciyye hayvanat ve nebatata nasıl arız oluyorsa öylece ecram-ı semaviyyeye de arız oluyor. Buna –her şeyin tedricen kemal bulup sonra da zevale ermesine– erbab-ı fen kanun-ı tekamül namı veriyorlar ki Fransızlar “évolution” İngilizler de “evolution” diyorlar. Şuraya kadar beyan olunan mevad hakkında sa’il-i fazılın tedkīkat-ı amika ve vukūf-ı tammeleri olduğu cihetle mes’eleyi bundan ziyade izah ederek bahsi ıtnaba lüzum görmüyorum. Ancak bu kadarcık olsun beyana lüzum hissettiğim sa’ile karşı vereceğim cevabın esas ve maslahat fun-aleyh ma’lum olmadıkça mütevakkafı isbat etmek de mümkün olmayacağıdır. Binaenaleyh asıl bahse rücu’ ediyorum. Mütercimi: Aksekili AVRUPA HÜKUMAT-I NASRANIYYESININ BARBARLIĞI ---- VE ---- ---- BIR SADA-YI INSANI ---- Fransızların meşhur roman muharriri Pierre Loti geçenlerde Figaro gazetesinde baladaki ünvan ile alem-i Hıristiyaniye atf-ı sada ederek bugünlerde Osmanlı müslümanları aleyhinde yazılmakta olan na-müstahikk bir takım havadislere karşı onları müdafaa ve himayeye çalışıyor. Muharrir-i muma-ileyhin bu gibi makalelerinden Osmanlı ve İslamiyet muhibbi olduğu anlaşılarak yek-nazarda ya galeyan-ı muhabbetle yahud menafi’-i şahsiyye te’siriyle yazılmış olduğu varid-i hatır olur ise de Pierre Loti’yi tanıyanlar muma-ileyhin bu gibi te’sirat ile müte’essir bir vücud olmadığını ve zirde muharrer makalesi nazar-ı bi-tarafi ile kıraet olunacak olur ise muma-ileyhin mevcud olan yüz binlerce hakīkatten ancak bir nebzesini bu sırada Avrupa nazar-ı insafına vaz’ etmekle kifayet ettiğini i’tirafa mecbur kalır. Ma’lum olduğu üzere ibtida-yı muharebeden beri Sofya’dan suret-i daimede vürud etmekte olan havadisler Osmanlılar esna-yı ric’atte tesadüf ettikleri köyleri ve şehirleri ihrak ve bu mahallerde mütemekkin ahali-i Hıristiyaniyyeyi ez-cümle Bulgarları kadın erkek çoluk çocuk cümlesini katl ettiklerini müdafaa ve himaye etmek mecburiyet-i vicdaniyyesinde kalarak atideki makale-i mühimmeyi neşr etmiştir. * * * “Osmanlılar katl ediyorlar… Mağlub bir muharib aleyhinde bu cümle-i itham şu son günlerde hemen Avrupa gazetelerinin cümlesinde görünmeye başladı. Her ne kadar Sırp ve Bulgar aleyhlerinde dahi nadiren ve gayet kapalı surette bu gibi ithamata tesadüf ediliyor ise de suret-i teleffuzu ehemmiyetten ari olduğunu ima ettiriyor idi. Acaba geçen senesi Teşrinievvel’inde Trablus vahalarında “İtalyanlar katl ediyorlar” isti’mali layık ve müstahık değil mi bulmuş olsa idi bir dereceye kadar şayan-ı afv görülebilir üzerlerine düşmüş ve böylece İslam memleketlerinin istilasına kalkışmış idi. Lakin muharebenin devamıyla za’f ve aczlerine biçareleri mağlub etmek için ora ahali-i İslamiyyesini katl etmediler mi? Son Çin seferinde Tungçu ve Tiensin şehirleri Boxer ma-melekleriyle beraber mahv u perişan edildiklerini mallarını gasb ve gareti için Avrupalıların dipçikler altında biçarelerin hayatlarına hatime çektiklerini kendi gözümle gördüm. O zaman da Avrupa gazeteleri yazmalı idi ki: “Şu’le-i medeniyyetin tenviri için Avrupalılar şimdi aksa-yı şarka geldi. Avrupalılar katl ediyorlar.” Acaba Avrupalılar orada hal olduğunu iddia edecekler? Avrupalıların Çin’de ettikleri bu gibi kıtali Hunlar bile yapmamıştı. etti. Transval Muharebesi’nde Boer merkez ordugahının bir hiss-i insaniyet ile müte’essir olmadan mahv edilişi İngilizlerin üzerinde ebedi bir kan lekesi bırakmadı mı? Biz Fransızlar Cezayir’i istila ettiğimiz zaman kadın erkek çoluk çocuk demeyerek bir kısmını katl kısm-ı diğerini ateşler yakarak dumanıyla boğmadık mı? Şu birer birer saydıklarım hakīkatin ancak on binde biridir. Eğer tarihin bu kısımlarını açacak olur isek bu gibi daha nicelerinin nazar-ı insafımıza tesadüf edeceğini göreceğiz. Ezmine-i kadimede bu kıtal-i beşer körkörüne bir vahşetle ne derece dehşetle hükmünü icra ettiyse bu dediğimiz yirminci asr-ı medeniyette belki daha müdhiş hükmünü icra etmektedir. Biçare müslümanlar dört taraftan aleyhlerine kaldırılan haydud milletlerin salıverdikleri bir takım canavarları katl ettikleri eğer hakīkat ise Avrupa medeniyeti icraatına kıyasen hadd-i a’zamı olarak gayet hafif bir ceza ile itham olunmaları lazım gelir. Avrupalı olarak pek çok kimseler tanır ve bilirim ki eğer onlar Osmanlıların yerinde bu gibi mahal ve mevki’lerde bulunmuş olsalardı hasıl olan azgınlıklarından önlerine tesadüf edenlerin cümlesini katl edeceklerine suret-i kat’iyyede eminim. müsebbibi yine biz olduğumuz anlaşılması müşkil bir şey değildir. Nasıl olur da göz göre aleyhlerinde bulunalım mahvlarına uğraşalım da kalblerinde bize karşı bir adavet peyda olmasın? Hıristiyan namı tahtında yaşayan bütün milletler lar yaparak gün be-gün mahvlarına uğraşıyor. Biz Fransızlar zavallı biçarelerin ellerinden Cezayir’i Tunus’u Fas’ı aldık. Trablusgarb taraflarını kan ile boyadı. Asr-ı hazır medeniyete yakışmayan bir canavarlıkla bi-günah bu kadar İslamların telefine sebeb oldu. Hıristiyanların en küçük bir adamı bile bir salahiyet hissediyor. Zavallı müslümanlar! Sizin iyi günlerinizde size sadık bir dost gibi görünmeye yeltenenler şimdi lisanlarını değiştirerek sizi bir takım haksız fenalıklarla itham etmeye kalkıştılar. Size te’min ettiği sadakatten dönerek sizi yalnız başınıza terk eyledi. Avrupa düvel-i muazzamasından bazıları sizin dostunuz olduğunu ve ancak sizin sahib-i şevket ve kudret olmanıza gayret ettiğini söylerken şimdi hem lisanlarını hem de yüzlerini çevirdikten maada Osmanlıların korkak olduklarını da iddia ettiler. Lakin ben yalnız şu son cümleye şununla mukabele edebilirim ki: Osmanlıların mağlubiyetleri dolduran yüz binlerce Sırp Bulgar ölüleri bu iddianın aksini ki: Plevne kahramanlarının o zamanki şeca’at-i diliranesi ile Yunan Muharebesi’nde düşmanlarını hemen hemen mahv u perişan eden o dilaverlerin şeca’atine en nihayet Trablusgarb’da bine karşı bir mesabesinde olan o yavuz mücahidlerin gösterdikleri o hariku’l-ade yararlıklara karşı muharebe-i hazırada gösterdikleri hezimet artık onların o Osmanlılar olmadıklarını iddia etmekte kendimizi bir derece haklı görür isek de nazar-ı bi-kaydi ile bakılmayacak bir nokta vardır ki o da bir şevk ve şetaretle meydan-ı harbe atılmaları ve düşmana karşı şirane göğüs vererek sevine sevine harb ettikleri bununla beraber rehberlerinin kendilerine tabiat-i sani ittihaz ettikleri la-kaydi yüzünden bila-şikaye açlıktan öldükleridir. Şunu da bila-tereddüd i’tiraf etmeliyiz ki: Osmanlıların böyle bir hezimete duçar olmalarına sebeb ancak yine biz Avrupalılarız. Bizde mevcud bulunan o evham-ı batıla kemal-i sür’atle onlara da sirayet etti. Askerlerin kısm-ı a’zamının herkes için mukaddes olması lazım gelen i’tikadlarına halel tari oldu. Zabitlerin ekserisi mesleklerini ihmal ederek politikaya giriştiler. Bizim ispirto ise orada pek büyük bir rol oynadı. Bu hezimetlerin bütün ma’nasıyla tekmil mes’uliyetleri kendilerine aid olan kumandanlar da bu musibete müb tela olmuşlardı. Bundan başka i’lan-ı Meşrutiyet’ten sonra rını askere almalarıdır. Osmanlı ordusuna alınan Hıristiyan askerler Sırp Bulgar ve Rum milletlerinden olduklarından onların kendi hem-mezheb ve milletdaşlarına kurşun atmayacakları şübheden vareste idi. Osmanlıları iyice tanımadan hatta memalik-i Osmaniyyede dahi asla bulunmadan Garbi Avrupalıların Osmanlılar hakkında bir su’-i zan beslemeleri ca-yı ta’accüb ve teessüftür. Bunun için herkesi şununla te’min edebilirim ki: Osmanlı müslümanlardan maada dünyada daha sevimli temiz yürekli samimi ve ahlak-ı hamideye malik bir kavim yoktur. Bununla beraber bunların içerisinden bizim mekteplerimizde tahsil ve terbiye görmüş ve bizim Paris bulvarlarında ahlakını ve i’tikadını bozanları tefrik ve istisna etmelidir. Asıl çekirdek Osmanlı insan namına layık ve müstahık ancak onlardır. Şarkta yaşamış ve el-an yaşamakta olan Avrupalı tüccar ve me’murların sıfat-ı ruhaniyye ile orada mevcud olan misyoner ve papazlarımızın hem-şehrilerimizin her hangi birisine: Şarkta mevcud akvam miyanında hangisinin şayan-ı takdir ve hürmet olduğunu sual edecek olsak; bila-istisna verecekleri cevabı burada size aynen beyan edeyim: Ellerinde Salib olduğu halde çan sadaları altında bir ayin-i ruhani ile muharebeye giden vahşetleriyle müştehir kaba ve riyakar Bulgarların vahşetleriyle onlara tekaddüm eden hatta hıristiyan denmeye na-seza Sırpların mukaddes lıklarıyla İslamların hayat-ı necibanesini mukayese etmek eser-i tecahüldür. O koyu yeşil servi ağaçlarını ve beyaz minareleriyle cami’lerini muhit sulh ve müsalemetiyle herkes Şahane denmeye seza olan nasıl tabi’i bir yaşayış derununda mahfuzdur. Ah bu adamlar ya zürra’ yahud kana’atkar olarak bir san’atkardır ki her gün kemal-i şevk ve muhabbetle kendilerine mahsus bir sükunetle beş def’a yıkanır o güzel cami’lerine giderek huzur-ı Rabbü’l-alemine müteveccih ve mütevekkil olurlar. Akşamları ise ya o hay huy-ı gıll ü gışdan ari kahvelerine gider yahud cedlerinin mezar taşları üzerine oturarak ya ecdadının mazideki kahramanlıklarından yahud istikbalde Cenab-ı Hakk’ın ihzar eylediği ömr-i la-yenkatı’ tasavvurlarına düşerler. Fakīr ve za’iflere merhamet ebeveyne ve ihtiyarlarına ta’zim ve hürmet eden bu müslümanlar gibi dünyanın hiçbir köşesinde daha başka bir kavim bulunmaz. Barbarlık ile itham ettiğimiz bu asil insan olan müslümanlara asıl biz barbar Avrupalılar merhamet edip onları her zarar ve ziyandan her fenalıktan muhafaza edelim. Hiç olmazsa bakī kalanlarını barbarlar eline teslim etmeyelim.” * * * miyanında böyle hakīkati görür ve i’tiraf eder zatlar da bulunuyor. Bizim himaye ve muhafaza olunmaklığımız ile kin alemin merhametine iltica ve bu gibi tavsiyelere muhtac olmaktan ise başımıza gelen felaketlerden mütenebbih olarak eden zatlara muma-ileyhin bu makalesi bir ibret olmalıdır. Biz İslamlığımızdan çıktığımız ve Avrupa ahlak-ı mezmumesiyle ahlaklaştığımız için felaketlerin bize vürud ettiğini anlatıyor. Vakı’a bundan maksad Avrupa’ya gitmemek ve Avrupa’da yaşamamak demek olmayıp ancak oraya gidildiği halde İslamlığı muhafaza ederek maksadın husulüne çalışmak demektir. İçimizden en büyük ricalimiz dahi müddet-i medide Avrupa’da bulunuyorlar. Lakin milliyetlerini muhafaza ederek bulunuyorlar. Maksad milleti medeni etmek ise Avrupa’dan ahlak-ı zemimeden ve vatan ile millete tatbiki gayr-ı kabil olan şeylerden ictinab ederek milletin ihtiyacı olan şeyleri sevk etmek ile olur. Ve’l-hasıl muma-ileyh Pierre Loti’nin şu makalesi gibi bizce de şöhreti olan pek çok zevatın bugünlerde makaleleri neşr olundu. Sırası geldikçe bir danecikle maksad ve emelim husule gelir. Mütenebbih olmaklığımız için vakit gaib etmeye zamanımız müsa’id değildir. Çünkü kendine acımayana kimse acımaz. Stuttgart’ta Anadoluhisarlı BALKAN MUHAREBESI’NIN BAKÜ’DEKI TE’SIRATI Alem-i İslam’ın son istinadgahı olan Devlet-i Osmaniyye’nin sonra nagehani bir surette Balkan müttehid hükumetlerinin hücumlarına ma’ruz kalması Kafkasya müslümanlarının merkez-i ma’neviyeti olan Bakü’de bir saika te’siri yaptı. Arada dindaşlık ırkdaşlık gibi kavi rabıtalar var iken böyle bir sa’ika te’siri hasıl eden anasır-ı berkıyyenin mevcud olacağı da tabi’idir. Zemin ve zaman müsa’id olursa Müslümanlığın mevcudiyetine karşı i’lan-ı husumet eden düşmanlar üzerine atılacak kadar bir eser-i heyecan gösteren bura müslümanlarını Rusça Panislavist gazetelerin İslamiyet’e karşı kullandıkları lisan-ı husumet ve istihza oldukça iğdab etmektedir. İşbu teessürlerini müslümanlar Rusya efkar-ı umumiyyesine i’lan ediyorlar. [] Mesela; dahili Rusya İslamlarının neşriyat-ı ma’hudeye karşı payitaht gazeteleri vasıtasıyla neşr etmiş oldukları protestoyu bu kere Bakü müslümanlarının Kaspi gazetesiyle neşr eyledikleri i’tirazname ta’kīb eyledi. Muharrirler doktorlar hukūk-şinaslar mühendisler muallimler tüccar ve milyonerler tarafından imza olunan işbu protesto kendilerine liberallik süsü verdikleri halde Rus hissiyat-ı diniyye ve hasisesini Osmanlılık ve Müslümanlık aleyhine tahrik eden Rusça gazeteleri “Zıdd-ı Beşer” ünvanına layık görerek Balkan muharebatına giden “Salib-i Ahmer” etibba ve hastabakıcılarına “Bir Hıristiyan bir Islav bir Elen mecruh bulundukça Osmanlı mecruhlarını tedavi etmeyin” diye hitab edecek kadar “teşvikat-ı şeytaniyye”de ileri giden Moskof muharrirlerine beyan-ı nefretle Rusya’da bulunan yirmi milyon müslümanın ihmal edilmeyecek bir kuvvet olduğunu tezkar ediyor. Gazeteler vasıtasıyla kanun dairesinde neşr olunan bu gibi mektuplar ve makalelerden başka hafi surette bir takım müheyyic varakalar da neşr olunuyor. Fakat bu mektuptan maksad Bakülüler miyanında ibraz olunan tezahürat ve teessüratın ameli ve maddi cihetlerini göstermektir. Zira ma’lumdur ki bugün düşmanla çarpışan gazilerimiz ve doğrudan doğruya düşmanın hücumlarına ma’ruz kalan kardeşlerimiz bütün Islavlığın bütün bir feveran ve tarafgirlik gösterdikleri bir zamanda kendi ırkdaşlarının kendileriyle hem-derd bulunduklarını duyunca kuva-yı ma’neviyyeleri artar şanlarından ve vazifelerinden olan sebat ve mukavemetlerinde daha azimkar daha ümidvar olurlar. Müslümanlar doğrusu bu kadar gayr-ı müsa’id şera’it tahtında Kafkasya müslümanlarının bir an-ı felakette bu derece bir eser-i hamaset göstereceklerini galeyan-ı hamiyyet hassasiyet birçok bed-binleri hayran etmektedir. Şimdi her mahfilde her dükkanda her ticarethanede ve her bir köşede ancak muharebeden konuşuluyor suzişli lisanlarla atideki sualler te’ati olunuyor: “El-iyazü bi’llah Saltanat-ı Osmaniyye bir felaket-i kat’iyyeye uğrarsa halimiz ne olur? Müslümanlığı kim himaye eder? Ecanibe karşı ne yüzle bakarız?” Gazete idarehaneleri önünde öyle hazin ve müessir levhalar seyr ediliyor ki… gazete satılan mevki’ler gece saat on dis bekleniliyor. Gazeteler çıkıyor. Fakat bir ye’s ve inkisar getiriyor. Müslümanların yüzünü güldürecek havadis yok... Zaten çekilen telgraflar hep mübalağalı ve tarafgirane… Osmanlılığın mağlubiyetini müş’ir fena havadislerin simalarda tevlid eylediği neş’esizliği kalem ta’rif edemiyor. Tevali eden mağlubiyet havadisi miyanında İşkodra Edirne ve sair muzafferiyat-ı Osmaniyyeye aid hoş haberler üzerine hasıl olan beşaşeti seyr eylemek ne kadar tatlı… Size birkaç misal-i müessir daha: Fukara bir gazete mü vezzi’ine “Hamiyetin yok mu neden Hilal-i Ahmer’e ianede bulunmuyorsun?” diye birisi tevcih-i itab eder. Bu itabdan şiddetli surette kızan müvezzi’ asabi bir surette ce binden beş ruble mukabili bir Şehbenderhane makbuzu çıkarır. “Ben hamiyyetsiz değilim işte Hilal-i Ahmer’e verdiğim paranın makbuzu! İnşaallah yine kazanır veririm” diye kendisini müdafaa eder. rublesini Şehbenderhane’ye getirerek Kemal Bey’e teslim ma’amafih az olduğunu lisan-ı i’tizarla beyan eder. Şehbender Bey kendisine acaba ne kadar kaldığını sorunca “ kapikim bakī kaldı. Allah kerimdir” der. Şehbender Bey her ne kadar paradan bir hissesini kendisine alıkomasını ısrar ederse de mü’ezzin kabul eylemez hemen teslim eder gider. Bura Osmanlı Şehbenderhanesi tarafından Hilal-i Ahmer namına bir defter açılarak iane dercine ibtidar olundu. Bu münasebetle gerek haricde gerek Şehbenderhane’de vaki’ olan tezahürat hakīkaten şayan-ı kayddır. Zenginlerden tutarak fukaraya kadar kadın erkek herkes iane vermeye şitab ediyor. Mevki’-i ictimaileri iktizası değil ahval-i alemden kendi mahallelerinden de bi-haber olan kadınlarımız analarımız bile asar-ı hayat gösteriyorlar. İhtiyar kadınlar bin arzu ile senelerden beri biriktirdikleri paralarını Hilal-i Ahmer’e teberru’ ediyorlar. Neft ocaklarında çalışan müslüman ameleler binlerce ruble toplayarak Şehbenderhane’ye getiriyorlar. Iane vermek üzere etraftan gelen köylüler Şehbenderhane’de kesret-i teessürlerinden ağlıyorlar. Şehbender Efendi Kemal Bey dahi böyle bir me’asir-i samimiyyete karşı teessürünü zabt edemeyerek köylülerle beraber ağlaşıyorlar. Emr-i ma’aşları gündeliklerine bağlı olan me’murin ve ticarethane müstahdemini dahi aylıklarını alır almaz Şehbenderhane’ye koşuyorlar. Birçok Kerbela ve Necef züvvarını da işittim ki niyetlerinden vazgeçerek yolculuğa sarf edecekleri mebaliğin Hilal-i Ahmer’e verilmesini tercih eylemişlerdir. Bu sene Bayram’da kurban bedellerinin Hilal-i Ahmer’e verilmesi yolunda beyne’l-ahali ciddi bir propagan vardır. Birçoklarının bu propagana imtisal edecekleri de ümid olunuyor. Hatime olarak bunu da yazmadan geçemeyeceğim ki ecnebi gazetelerin vukū’at-ı harbiyye üzerine teblīğ eyledikleri mübalağalı mağlubiyet havadislerinden ziyade hala Osmanlı kardeşlerimiz miyanında tefrika mevcud olduğu haberleri bura müslümanlarını dil-hun ediyor. Buna karşı fevkalade müte’essiftirler ve lisan-ı hal ile bütün Osmanlı dindaşlarının kulaklarına bir nida-yı tazarru’la işittirmek istiyorlar ki: – Arkadaşlar Allah aşkına! Mevcudiyetimiz tehlikede… Bakü Teşrinievvel * * * Harb-i hazır zahiren İslamların mağlubiyetini gösteriyorsa da hakīkat-i halde müslümanlar kendini galib addedebilirler. Eğer zahiren galib gelseydik mesti-i galibiyetle tuttuğumuz yolu bırakmayacak için için bizi yiyen emraz-ı anda mahv edecek idi. Bu harb ise Osmanlılığın belki bütün alem-i İslam’ın intibahı için pek kıymetli bir amil oldu. Çok adamlar vardır ki sözle nasihatle hakīkati kabul etmezler. bu ser-encam herkese tehlikeyi gösterdi. Hakīkati anlattı. Her şahıs her sınıf efrad-ı İslamiyye haline göre bundan hisse-yab-ı intibah oldu. Tutulan yolun çıkmaz olduğunu hacısı da hocası da avamı da havassı da müceddidi de muta’assıbı da gördü ve anladı. İşte İslamiyeti hiç kale almayarak ale’l-ıtlak “Avrupalılaşalım” diye diye fena fi’l-Avrupa olan matbuat-ı Osmaniyye’nin aldığı hisse-i intibahın nümuneleri: Üssü’l-esas-ı mevcudiyyeti Osmanlıların bir ayağını Avrupa’ya atmış olan hakimiyetlerine merbut olan Şark Mes’elesi umumen Hıristiyan olan Avrupa nazarında hülasatü’l-hülasa olarak Hilal ve Salib’in cidal ve niza’ından ibaret bir maddedir. Avrupa’nın lisan-ı ilim ve siyasetinde daha cari bir ifade ile bu Şark Mes’elesi için İslamiyet’in inhitat ve bile vaz’ edilmiş bulunuyor. Avrupalıların şarkı ve Şark Mes’elesi’ni tarz-ı telakkīleri suret-i umumiyyede İslamiyet ve Iseviyetin cidalinden ibaret olmak suretindedir. Avammı bu tarz-ı telakkīye sathi bir ma’rifet-i ta’assubkarane ile salik havassı ise bu telakkiyat-ı amiyaneden Hıristiyanlığın muhafazası nam ve hesabına fakat makasıd-ı hususiyye-i siyasiyyeyi tervic eylemek kasd ve garazı ile istifadeye münhemik bulunuyorlar. Uzağa gitmeye ne hacet daha dün bize Balkan hükumetleri bir Ehl-i Salib muharebesi i’lan etmediler mi ve el-yevm hemen bütün Avrupa bu Ehl-i Salib’in temenniyat ve takdirat-ı muzafferiyatı Bir tavr-ı riya ile bize dostane bir çehre gösteren Avrupalılar tamam-ı mülkimizden bahisler ederler ıslahattan demler vururlar bunların hiçbiri doğru değildir. Doğru olan şey onların daima el altından esbab-ı za’fımızı ihzara çalışmakta ve mülkümüzün inkısamı kolaylığını te’mine yol aramakta olmalarıdır. Ne garib!... Şu dört senelik devre-i Meşrutiyetimizde bile dahilen ve haricen bize göz açtırmayanlar yine bu Avrupalılar değil mi? Acaba Yemen kıyamını teşvik ve ihzar eden kim? Acaba Suriye ovalarında bizi uğraştıran seva’ik nereden? Acaba İtalya tamamiyet-i mülkiyye düstur-ı ma’huduna vazı’u’l-imza mı değil idi? Bugün Balkanlardaki müsademeler düvel-i muazzamanın şu’bede-bazlıklarından başka bir şey mi?... Zavallı biz ise hala ıslahat yaparak Avrupa’nın gözüne gireceğiz malihulyası ile dem-güzarız!... Avrupa’nın gözüne girmek!... Bırakın o malihulyayı.. Belki dikkat edin ki Avrupa sizin ıslahat ve terakkıyat-ı medeniyyenize mani’ olmasın önünüze ha’iller dikmesin. Ma’amafih Avrupa’nın ser-mestane idame ettiği bu ta’ arruzat da min cihetin bize menfa’at-i azime ihzar eyleyecek mahiyettedir. Biz kavmiyet-i Osmaniyye ve ümmet-i ümid etmek şöyle dursun belki o kabiliyeti Avrupalıları gölgede bırakacak bir şa’şaa-i bala-gir-i kemal ile izhara ibraz-ı Her halde Hilafet-i İslamiyyeyi cami’ olan Osmanlılığın kabil-i ihmal bir kemiyet olmadığının anlaşılacağı zaman u zak değildir. * * * Fransa matbuatı hatta Fransa hükumeti muharebe-i hazıra münasebetiyle Osmanlılar için Devlet-i Osmaniyye için en çirkin hakaretlerde bulunuyorlar. Başvekil Poincaré güya muahedata müsteniden hıristiyan vatandaşlarımızın hamisi olduğunu ileri sürerek şayed onlara bir ta’arruz vukū’a gelirse Babıali’yi mes’ul tutacağını resmi aynı zamanda bilalüzum aleni takrirlerle aleme bildiriyor. olduk fakat mektep sıralarında o bülend-mertebe hacelerimizden öğrendiğimiz Fransa ne kadar başka idi ne derece ali-cenab idi galibden ziyade mağluba müşfik menafi’-i hasiseyi daima muhakkır idi. Sorbon’da Ladisler ulum-ı siyasiyye mektebinde Soreller Fransızlığı en mevsuk tarihi teshir ediyorlar Fransa iştiyakı Fransa muhabbeti ile dolduruyorlardı. di gördüğümüz işittiğimiz Fransa’ya hiç benzetemiyoruz. Benzetemediğimiz için irfandan idrakten hatta insanlıktan bile me’yus olarak: diyoruz. Fransa bu hissiyatta bu halette iken reva mıdır ki yüzlerce talebe-i Osmaniyye hala Paris kaldırımlarını çiğnesin dursun? * * * lığı çoğumuzun din şeklinde teccelli ettirilen koyu ta’assubudur… Din ta’assub değildir. Din bir cem’iyetin ma’neviyetlerinin en yüksek noktasıdır. Dinsiz bir ferd hususi hayatında ne kadar bahtsız ise dinde mübalatsız bir cem’iyet daha çok bahtsızlığa mahkumdur. Bizi mübalatsız kılan birçok mezhebi cereyanlardan başka garblılaşmanın da büyük bir te’siri olmuştur. Bunun karşısında avamımızın daima okşanan ve okşandıkça kabarıp yakıcı ve kırıcı bir hale gelen ta’assubu vardır. Bu ta’assubu menfa’atleri namına mürteci’ler mürteci’lerden kor[k]dukları için Hürriyetçiler okşadılar. Ta’assub yerine sağlam dini bir akīde olmuş olsa idi yine bu kadar hasis bir mevki’a düşmezdik. Biz Türkleri Osmanlıları demek istiyor mü’min mu’tekıd ve mütedeyyin görmek isteriz. O kadar ki din ve i’tikad namına karınlarını şişirenler gizlendikleri irtica’ mevki’inde kısık sesleri yere eğilen yüzleriyle kalsınlar. rın kör kör baktıkları bir yalancı fecirdir. Daha yirminci asır böyle asılsız gayelerden belki yirmi bin asır daha uzaktır! Bize insaniyet masalları söyleyenler zevklerini feda edemeyenler zaruret ve sefaletten korkanlardır. Bazusuna güvenen kimse yoktur ki zararlı çıkacağını hissettiği bir oyunda kolu bağlı dursun. Bize bilmeyerek büyük fenalık edenlerden bir takımı da Tanzimatcılardır. Bunlar vatanlarını Avrupa’ya beğenilmekle kurtaracaklarını tasavvur ettiler. Memleketin asıl ruhunu bıraktılar da garbın gözüne girmek için kenarları süslemekle uğraştılar. Sa’yleri faidesiz oldu. Çünkü göze girmediler. Hatalarımız arasında mühim bir mevki’i de taklidciliğimize ayırmak lazımdır. Tanzimatcılığımızdan biri; garbı o kadar taklide özendik ki avamımızdan avamımızın ruhundan büsbütün ayrıldık. Avamımızın yabancısı olacak kadar değiştik. Onun için avam bize hatta düşman nazarıyla bakıyor. Bizi hiç beğenmiyor bizden nefret ediyor. * * * Zavallı medeniyet biçare insaniyet! Sen galiba daha çok şeklinde yazılmıştır. asırlar bu dünyada te’essüs eylemeyeceksin! Ne elim inkisar-ı hayaldir ki medeniyet ve insaniyetin mü’essisleri addeylediğimiz bile esasat-ı hak ve medeniyeti unuttular. Sırf ağraz-ı milliyyeleri ve menafi’-i hasiseleri uğruna bize karşı her türlü kizb ve iftirayı kabul ediyorlar. Yirminci asrın pişva-yı terakkīsi olduklarını unutup kurun-ı vüstaya layık beyanat ve neşriyat-ı ta’assubkaranede bulunuyorlar. Londra’da Paris’de matbuat Salib namına ref’-i avaz etmekten çekinmiyor!... Sonra da “medeniyet”ten “insaniyet”ten dem vuruyorlar! müsa’id midir? Medeniyet merkez-i medeniyet addedilen Londra ve Paris’in büyük gazetelerinde Ehl-i Salib i’lanı mıdır? * * * Bugün hemen birçok mütefekkirlerimiz Avrupalılaşmadıkça medeni bir hayata sahib olamayacağımız i’tikadında bulunuyor. Bu hususta ortaya mu’ayyen ve mukarrer bir teceddüd ve terakkī programı konmuyor. Halbuki mübhem uknumlar üzerine bir cem’iyetin müstakbel hayatını bina etmek kadar zararlı bir şey yoktur. Garbı bazen belki bir garblı mütefekkirden daha iyi tanıdığımız oluyor fakat kendimizi kendi kabiliyet ve mahiyetimizi tanıyamıyoruz. Öyle zannediyoruz ki bu hakīkati her bir salim vicdan Bir milletin asıl kuvveti kendisindedir. Kendi kuvvetini tanımayanlardır ki yaşamak için başkalarının mu’avenetini dilenir. Ve bu yüzden büyük bir milletin şerefini küçültür onu tezlil eder. Halbuki şerefsizlik ve zillet milletler için mahv ile beraberdir. Evet artık yeter! Bizi senelerden beri çürük nazariyeleriyle verdikleri ve verecekleri dersleri istemiyoruz. Biz bir müslüman teceddüdünü istiyoruz. Garbdan çok muhtac olduğumuz düdüne alet olarak kullanacağız. lunması mühim bir tahavvüldür. Bunu da vücuda getiren hiç şübhesiz harb-ı hazırdaki mağlubiyetimizdir. Bu adedi mahdud gazetelerden her şeyi öğrenmeye muhtac olan ümmet-i alar mülahazalar işitmek ne kadar büyük bir mazhariyettir! asrın ne olduğunu gördüğü gibi mütefekkirinimiz de terakkī ve sa’adete hangi yoldan gidilebileceğini keşf etmişlerdir meyecekleri hakkında henüz kat’i bir i’timad hasıl olamaz. BALKAN EHL-I SALIBI’NIN Mütareke maksadıyla taraf-ı Hükumet-i Seniyye’den ve Bulgaristan Hükumeti canibinden ta’yin olunan murahhaslar bugün Çatalca’da bil-ictima’ kemal-i nezaketle müzakerata Tarafeyn murahhasları bugün de müzakeratla meşgūl olmuşlardır. Müzakerat bugün de devam ediyor. Hüsn-i suretle neticeleneceğine dair ümidler geliyor. Bahşayiş köyünde devam eden müzakerat neticeye iktiran ediyor. Tarafeyn murahhasları sulh şera’it-i esasiyyesini kararlaştırdıktan sonra müzakerata devam edilebilmek Tarafeyn murahhasları miyanında kararlaştırılmış olan mütareke protokolü beray-ı tasdik atebe-i ulyaya arz olunuyor. Reşid Paşa protokol suret-i musaddakasını hamilen Hadımköyü’ne azimet ediyorlar. Mütareke metni tarafeyn murahhasları tarafından mütekabilen imza olunmuşsa da Bulgar Başmurahhası Ceneral Savof mezkur protokolün bir def’a da müttefiklerine teblīğ edilerek onların da muvafakatına sadın te’mini için saat mühlet i’tasını istiyor. Mütarekenin tasdikini havi Belgrad ve Çetine’den cevab-ı muvafakat geliyor. Yalnız Yunan Devleti’nin cevabı bekleniyor. Bugün dahi Bahşayiş köyünde müzakerat-ı sulhiyyeye devam olunuyor. Osmanlı Ajansı’nın istihbarat-ı mevsuka ve hususiyyesine nazaran mütareke müzakeratı dün akşam netice-pezir olmuş ve ol babdaki protokol bir taraftan Osmanlı ve diğer taraftan Bulgaristan Sırbistan ve Karadağ hükumetleri beyninde akd edilmiştir. Yunanistan mütarekeyi imzalamamıştır. Karşı gazetelerinde o kun duğuna göre Salı günü Londra Sefiri Tevfik Paşa ile gelen mülakatta Sir Grey İngiltere’nin politikası ancak muhafaza-i sulh ve müsalemet hususuna ma’tuf olduğunu bu sırada sulh [u] salahın pek ziyade arzu edildiğini çünkü harb-i hazırın devamı bütün Avrupa’yı ateşe verebileceğini söylemiştir. Osmanlılar harbi kendileri açmadılar. Bil-akis harbten tevakkī hususunda imkanın son noktasına kadar çalıştılar. Bu meş’um harbin planları bilhassa Bulgaristan tarafından senelerden belki bidayet-i te’essüsünden beri tertib olunmakta vakt-i merhunu beklenmekte olduğu avam-ı siyasiyyunca bile ma’lum bir hakīkattir. Bulgaristan’ın şu son senelerde beklediği bir şey varsa o da müttefikleriyle ittihad ederek vatanımıza birden saldırmak bizi şaşırtıp maksadını büyük mikyasta istihsal etmek Nihayet o na-me’mul emeline de nail oldu. Fakat Sir Edward Grey cenabları bu kadar sevdikleri sulh ve müsalemetin muhafazasına bir ay evvel elbette muktedir idiler. Harb i’lan olununca Times ve Daily News gibi Britanya hükumet-i muhteşemesinin tercüman-ı efkar ve amali olan gazeteler statükonun mahfuz bulunduğundan tarafeyn muhariblerden hiç birinin bunu ihlal edemeyeceğinden edilmesine kat’a meydan verilmeyeceğinden bahs olundu. Vakta ki tali’-i harb bize çehre-i abusunu göstermeye dört müttefik düşmanlarımız hududlarımızı çiğneyerek vatanımızın yaralı sinesini çizmeleriyle ezmeye başladılar; derhal lisan değişti statüko ve hatta tamamiyet-i mülkiyemize istihzalar savruldu. Osmanlılara karanlıklar giryeler matemler yağdıran o meş’um günlerde pek sakit ve la-kayd görünen bu büyük dimağ-ı siyaset ne oluyor ki şimdi de birden bire bir tufan-ı telaş ve heyecana düşüyor. Lisan-ı resmi ile sefirimize sulh ve müsalemet emrediyor? “Harb-i hazırın devamı bütün Avrupa’yı ateşe verebilecek…” imiş!! Demek Avrupa sulh ve müsalemeti şerefine biz o ateşe yanalım biz vatanımızı dünkü tabi’lerimize terk ederek intihar edelim! Bu mu arzu olunuyor? Hayır zaten Osmanlıların mağlub olmadıkları ve nagah yaralanan arslan gibi sayyadları üzerine kahharane hücuma hazırlandığı için olmalıdır ki bu kadar tehdid-amiz bir lisan-ı amiriyetle velev inkıraz ve izmihlal bahasına sulh ve müsalemetin iştirası tavsiye olunuyor. Bu mülkün ezeli bir sahib-i kibriyası vardır. Bakalım onun irade-i kahr u celali bu arzu-yı mütehakkimaneyi mürevvic midir? Yoksa… mandanı İzzet Paşa hazretleri esna-yı avdetinde Eskişehir’de kendisini ziyarete gelen Hakīkat gazetesi muharririne Yemen ahvali hakkında şayan-ı memnuniyet ma’lumat verdikten sonra söz Balkanlara intikal edince muharririn sualine İzzet Paşa hazretleri: – “Hay hay! Osmanlılığın şevket ve haysiyeti buradan i’la edilecektir. Kat’iyyen me’yus olmayınız! Osmanlılık paydardır ve ebediyyen yaşayacaktır.” cevab-ı ulvisini vermiştir. ELVAH-I İNTIBAH Ceraid-i yevmiyyenin mu habir-i mahsusları yazıyor: Bu sene İslamlar pek çok hazin bir bayram geçirdiler. Bir taraftan istila-yı ecanibin verdiği ye’s ve fütura diğer taraftan mütemadi ta’arruzat iltihak edince İslamların çehrelerinde böyle beşaşetli günlerde görülmesi mu’tad sürur ve neş’eden asla eser kalmamıştı. Bütün cami’ler muhacir asker ve saire ile dolduğundan bayram namazını eda edecek yalnız iki cami’ kaldığı cihetle müfti-i beldenin cema’at-i İslamiyyeyi bu cami’lere eda-yı salat-ı bir kat daha arttırdı. Sokaklarda bayram günlerinde görülen kalabalıktan eser yoktu. Ne top atıldı ne resm-i kabul oldu hülasa pek acı bir bayram geçirdik. Horatacı Sultan Cami’i de kiliseye tahvil edilmiştir. İsmail Paşa Saint Katrin İkişerefe Cami’i Saint Michel Sultan Murad Cami’i Saint David isimlerini almış ve kiliseye tahvil olunmuşlardır. Selanik’de müfti efendinin teşebbüsü üzerine bir cema’at-i İslamiyye hey’eti teşekkül etmiştir. Bu hey’et müfti efendi Osman Adil Ahmed Kapancı Belediye Reisi Hacı Tevfik ve Hulusi beylerle diğer bazı zevattan terekküb eylemektedir. İlk teşebbüs olmak üzere muhacirin-i İslamiyyeye mu’avenet zımnında sarf-ı mesaiye başlanmıştır. ALEM-I İSLAM’DA TEZAHÜRAT Bakü rical ve ulema-yı İslamiyyesi tarafından Moskof gazetelerinin harb-i hazır dolayısıyla İslamiyet aleyhinde kullandıkları lisan-ı adavet ve tahkīre karşı atideki i’tirazname Kafkasya gazeteleri vasıtasıyla neşr edilmiştir: “Balkan yarım adasında ilk top patlamasıyla tarih-i mübareze-i beşeriyyette yeni bir safha-i hunin açıldı. Bu kadar insan telefatına sebebiyet vermiş olan işbu azim Balkan yangınında milliyet ve cinsiyet merbutiyetinden dolayı Rus milleti kendi hem-cinsi olan Balkan milletlerine Tabi’i bu muhabbet yalnız sözlere münhasır kalmayıp maddi ve ma’nevi tezahüratı da mucibdir. Fakat ca-yı teessüfdür ki Rus ma’arif-mendanının ilk saflarını işgal eden adamların miyanında bile öyle budalalar bulundu ki kendi muvazenetsizlikleri neticesinde bir tarafa muhabbet ibraz etmeyi diğer tarafa vahşiyane bir şiddet ve hiddet göstermekten ibaret bildiler. Bahsimiz Ruskoya Slovo ve onun muharrirlerine aiddir . Salib-i Ahmer Cem’iyeti’ne ve hastabakıcı kadınlara müracaatla “Bir Bulgar bir Yunan bir Sırp ve bir Karadağ yaralısı sarılmamış kalınca Osmanlı yaralılarını sarmayın” diye tavsiyede bulunan işbu gazetenin neşriyatına vicdansızlık ve vahşetten başka bir isim bulamıyoruz. Hıristiyanların Cenab-ı Hakk’a el kaldırıp da Balkan derelerini müslüman cenazeleriyle doldurmak Balkan dağlarını müslüman kanıyla boyamak için du’ada bulunmalarına Huda-na-şinaslıktan başka bir sıfat vermek kabil mi? Medeniyete bir leke bir şeyn olan bu gibi temennilere du’alara lisan-ı safvet ve samimiyet cevaz verir mi? Bunların hepsini biz Rusya müslümanları sükutla karşıladık tahammül ettik ko kanlı faci’alar kana susamış olanların vicdanını boyasın! Dedik; fakat mes’ele yan yana sulh ile yaşayan iki milletin arasına ihtilafat-ı diniyye salmak raddesine gelince bittabi’ artık dayanamaz idik. Balkan devletleri muharebesinin dini bir takım tahrikata sebeb olacağını kim tasavvur edebilirdi? Tabi’i yüz senelerden beri Ruslarla sulhan yaşamakta olan Rusya müslümanları işbu tahrikata karşı la-kayd kalamazlar idi. Ba-husus ki kendilerini terakkī-perver göstermek isteyen gazeteler vasıtasıyla Rusların en ileri gelen erbab-ı maarifi bile Müslüman milleti Müslüman dini aleyhine teşvikat-ı adavetkaraneye ön ayak oldular. Dini ta’assubların gevşediği yirminci asırda hususiyle yirmi milyon müslüman teba’aya malik Rusya memleketinde zamanı geçtiğini tahmin etmek hakkımız idi. Maa’t-teessüf görüyoruz ki kendilerine en büyük ünvanlar takınmış olan bir takım erbab-ı fesad zehirli yazılarıyla hissiyat-ı muzlimeyi gıcıklıyor alemi velveleye herc ü merce duçar etmek istiyorlar. Tabi’i biz bu kabil muharrirlerin neşriyatından bizzat hiç de korkmayız. Fakat korktuğumuz bir şey varsa o da böyle neşriyatın gayr-ı muntazar bir takım vukū’at-ı mü’essifeye meydan verebilmesi ihtimalidir. Bunun için adaletine mutma’in olduğumuz Rusya vicdan-ı umumisine! müracaat ederek neşriyat-ı ma’lumede bulunan muharrirlerin layık oldukları cezayı kendilerinden esirgemediğini taleb ederiz.” Bakü müslüman Tiyatro Kumpanyası şehir valisine müracaatla Namık Kemal Bey’in “ Vatan ” nam piyesinin varidatı Osmanlı Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne aid olmak üzere vaz’-ı sahne-i temaşa edilmesi için müsa’ade istediği Bakü gazetelerinde görülmüştür. Nangin’den “ Vakit” refikımize yazıyorlar: “Bura İslamları adeden Pekin İslamlarından az değildirler. Müstahdemler ve muallimlerin ekseri İslamlardandır. Fakat bura İslamları oldukça müterakkīdirler. Son Çin vukū’atı onlara biraz hayat verdi. Biraz bundan mukaddem mahalli İslam maarif-mendanı ma’rifetiyle Nangin’de İslamlar miyanında maarif ve namında yeni bir cem’iyet teşekkül etti. Cem’iyetin maksadı risaleler neşr eylemek ihsasat-ı milliyye ve maarif-i umumiyyeyi tevsi’ etmek ta’assub-ı cahilane ile mübareze fukara ve mesakine yardım etmek ve sairedir. Cem’iyet henüz si dokundu. Birkaç mektep daha açıldı. Hongo Şanghay Siçvan ve diğer Çin İslam memleketlerinde dahi birer şu’be küşad etmek emelindedir. Neşr-i İslam ve Maarif Cem’iyeti tarafından neşr-i efkar etmek üzere murahhas-ı umumi olarak Nureddin Efendi intihab edilmiştir. Nureddin Efendi şehirleri köyleri dolaşıyor ve şu’beler teşkil ediyor. Müslümanlar cem’iyetin maksadını hüsn-i telakkī ediyorlar.” Ahiren Rusya İslamları miyanında maarife büyük bir inhimak gösteriliyor. Kasabalara köylere varıncaya kadar mektepler açılıyor. Bu kere dahi Bakü vilayeti kazalarından Kuba havalisinde Lakar kasabası zenginlerinden Feyzullah Efendi’nin ma’rifetiyle bir mektep binasının yapılmak üzere olduğu Bakü gazetelerinde görülmüştür. Balmoral mülakatının neticesinde Devlet-i Aliyye’ye karşı Balkan yangınının kundağı vaz’ edildiği gibi evvelce ateşe verilmiş olan İran Devlet-i İslamiyyesi’nin umur-ı dahiliyyesine kendilerince mutasavver bir şekil vermek üzere dahi bazı planlar çizildi. Bu planların neden ibaret olduğu gitgide anlaşılıyor. Üzerindeki perde-i hafa sıyrılarak arz-ı endam etmeye başlıyor. İran ricalinden olup Meclis-i Milli’nin ilk devre-i in’ikadında meb’us olarak büyük bir nüfuz kesb eden sonra meclisin bombardımanını müteakıb Şah-ı mahlu’un da’vetine icabetle makam-ı sadareti ihraz eyleyen meşrutiyet-perveranın ihraz-ı muvaffakiyyeti üzerine nerek makam-ı sadarete namzed oluyor. Sa’dü’d-Devle’nin Tahran’a vürudunu haber veren bir ecnebi gazetesi İran’dan ber-vech-i ati bir telgraf neşr ediyor: “Avrupa’dan buraya varid olan haberlerden anlaşıldığı vechile şimdiki halde Avrupa’da bulunan Şah-ı sabık Muhammed Ali Mirza’nın Sadr-ı a’zamı Sa’dü’d-Devle’nin ve İngiliz devletlerince Sa’dü’d-Devle yegane bir şahıs olarak kabul edilmiştir. Tabi’i şimdiki İran kabinesi Sa’dü’d-Devle’nin avdeti aleyhinde idi. Sadr-ı a’zam Samsamü’s-Saltana ancak bura İngiltere sefirinin ısrarıyla müşarun-ileyhi da’vet eyledi. Şimdi ki Sa’dü’d-Devle Tahran’a varid olmuştur. Samsamü’s-Saltana isti’fa etmeye karar verip yeni kabineyi Sa’dü’d-Devle teşkil edecektir. Sa’dü’d-Devle kendisinin Rus ve İngiliz tarafından ta’yin edildiğini gizlemiyor. Zimam-ı hükumetin Sa’dü’d-Devle’nin yedine geçmekle birçok tebeddülata intizar olunuyor. Şayi’ata göre Rus ve İngiliz devletleri İran umur-ı dahiliyyesine aid olmak üzere yeni bir program hazırlıyorlar. Sa’dü’d-Devle’nin na’ibü’s-saltana ta’yin edilmesine dahi ihtimal-i kavi vardır.” Sa’dü’d-Devle Rusya’dan geçerken kendisine mahsus bir vagon tahsis edilmiştir. Bakü’den geçerken de Birje Viye Vedomosti gazetesinin muhabiriyle vukū’ bulan mülakatında: “Kendisinin tamamıyla Rus ve İngiliz kabinelerinin amali üzerine icra-yı hükumet edeceğini” ve muhabirin: “Şah-ı mahlu’un İran’a avdeti ihtimalinin varid olup olmadığı” hakkındaki sualine de: “Ahali isteyecek olursa tabi’i Şah’ın İran’a gelebileceğini” söylemiştir. Her ne kadar ceridemizin vazifesi alem-i İslam’a aid şu’unu toplamak ise de bütün şarka aid olan ve dolayısıyla İslam alemine merbutiyet-i azimesi bulunan vekayi’-i mühimmeyi kayd etmeyi de muvafık buluyoruz. İşte bu gibi şu’un-ı şarkiyyeden birisi de Japonya’nın teslihatına aid Rusça gazetelerde müsadif olduğumuz havadistir: Japonya gazeteleri bugünlerde Başvekil Markiz Say Ondozy’ye Bahriye nazırı tarafından Japonya kuva-yı bahriyyesini tezyid etmek için bir layiha-i kanuniyye verildiğini haber veriyorlar. Yeni layiha-i kanuniyyece taleb edilen tahsisat milyon yene baliğ mühim bir yekun teşkil etmektedir ki altı sene zarfında Maliye Nezareti’nden te’diye edilmesi matlubdur. Fakat Maliye Nazırı Yamamoto’nun i’tirazına nazaran altı sene müddetin on seneye tebdil edilmesi ihtimali de vardır. En çok tahsisat senelerine aid oluyor ki milyon yenden ibarettir. Yeni layihaya göre Japon kuva-yı bahriyyesi birkaç fevkalade büyük filo teşkil edecek. Bunun ne gibi bir maksada ma’tuf olduğu da devletçe bir sır teşkil etmektedir. Yalnız ma’lum olan burasıdır ki hususi dritnotlar filosu vücuda getirilecektir ki hey’et-i mecmu’ası: Her biri . otuz bin ton ağırlığında sekiz dritnottan büyük sefineler ve . yirmi yedi bin ton büyük sekiz zırhlı top çeker olacaktır. Bu dritnotlardan büyük sefinelerden birisi derdest-i inşadır. tane de tahte’l-bahr sefine bir o kadar da torpidogeçer inşa edilecektir. Şübhesizdir ki her şey kıymetini fıkdanı zamanında hissettirir. Görülmez mi fevk-ı re’simizde neşr-i envar ederken mevcudiyetine karşı la-kayd bulunduğumuz ve belki hararetinden müte’ezzi göründüğümüz güneş gurub edip de afak siyah-puş-ı matem olunca fıkdanı kalbimize nasıl bir kabus-ı ye’s gibi müstevli olur. Nasıl nur-ı nazarımız önüne çekilen perde-i siyahı yırtmak muhitimizi görebilmek için o koca hurşid-i cihan-efruza bedel ufacık bir kandile muhtac kalırız. İşte bugün erbab-ı basiret cihan-ı ma’nevi-i fazilet ve ma’rifetin kesif bir zulmet içinde kaldığını görmekle dil-hun. Çünkü o cihanın mihr-i münir-i ulviyyeti bağteten uful etti. Üzerine çöken karanlık sanki bir libas-ı matem-nümun oldu. Ah… Bugün cihan-ı İslamiyyet sezavar-ı ta’ziyyettir. Bugün kürsi-i şeriat muhtac-ı tesliyyettir. Hakīkat! Bugün değil makarr-ı celil-i Hilafet değil mu hit-i Osmaniyyet bütün afak-ı İslamiyyet için bir yevm-i mu sibet ıtlakına şayestedir. Evet! Çünkü bugün vefat eden Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretleridir. Evet! Çünkü bugün bu fena alemine gözlerini yumarak ebediyyen veda’ eden bir mefhar-i ulema bir pişrev-i fudala bir mukteda-yı urefadır. Efsus! Bugün muhterem vücudu kara topraklara karışan o mu’azez namını yetim müsemmasız bırakan bir gencine-i şeriat bir hazine-i cevahir-i fazilet ve yavakīt-ı ma’rifettir. Bir alimin vefatı yalnız cihan-ı nasut-ı insaniyyeti değil belki alem-i lahut-i melekiyyeti girye-bar-ı teessür ve teessüf eder. Ulemanın nezd-i uluhiyyetteki kadr ü kıymetinin büyüklüğüne delil-i şan ve şeref olarak ayet-i celilesi kafidir. Me’al-i münifi: “Cenab-ı Allah’dan –kulları miyanında– kemal-i havf ü haşyet ancak ulema-yı dine has bir meziyettir.” bir ma’kes-i mu’alla ve mücella olan ancak sudur-ı ulema kulub-ı asfiyadır. Avamm-ı nas uykudadır. Ulema ise onların haris ve hamisi hafız ve nigehbanıdır. Avamm-ı nas ra’iyyedir. Ulema da onların ra’isidir. Avamm-ı nas atşandır. Ulema onların sakīsidir. Avamm-ı nas emanet-i Hak’dır. Ulema onların eminleridir. Avamm-ı İslamiyet taraf-ı Hak’tan canib-i risaletten ulemaya emanettir. hadis-i şerifi bu müdde’amızın şahid-i mu’ciz-beyanıdır. Elvermez mi ki: “İlim hayat… cehl ise mevttir.” Yetişmez mi ki: “İlim izzet ve rif’at… cehl ise zillet ve meskenettir.” Bilinmez mi ki: “İlim sa’adet… cehl ise musibettir.” Binaenaleyh ulemayı ta’zim; hayatı hayat-ı izz ü sa’adeti hayat-ı ikbal ve iclali hayat-ı hürriyet ve ulviyeti tekrimdir. Bugün her mü’min-i selimü’l-vicdanın fikrinde hayali ruhunda melali ebediyen bakī kalacak olan merhum-ı müşarun-ileyh hazretleri emsali fudala miyanında gerçekten temiz ve belki teferrüd etmiş denilebilir. Hayatını ilm-i din ve şeri’ate hasr etmiş meftur olduğu şiddet-i zeka ve fart-ı dehasıyla bahru’l-ulum ıtlakına bi-hakkın şayeste idi. Lisan-ı beyanındaki talakat hame-i irfanındaki belağatla müsabakat ediyor. Huzur-ı feza’il-neşurunda zanu-zede-i ta’zim olan binlerce şakirdan-ı iman ve ikanı her birinden başka başka hazz-ı azim alıyor ne kadar ne kadar müstefid oluyordu. Kütübhane-i din-i İslam’a ihda ettiği muhalledat-ı asarı yad ettirecek “Manastırlı İsmail Hakkı” nam-ı bülendi dünyalar durdukça yaşayacaktır. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib can-perver sada-yı irfanıdır ki sami’amızı çınlatmakta bütün vücudumuzu lerze-nak etmekte olan aks-i hüznüyle kalem mürekkeb yerine eşk-i siyah-ı matem döküyor. O ne şe’amet-engiz an-ı hayat idi ki cenab-ı üstadın musibet-i irtihali haberini aldık. Sanki tepemizde bin yıldırım birden patladı. Ne olduğumuzu şaşırdık neye uğradığımızı bilemedik. Zavallı Sebilürreşad! Sen artık o muhterem üstadın sarir hamesine ma’kes-i ihtizaz olamayacaksın. Artık sahifelerin o leali-i hikmetten o sütur-ı ma’rifetten ebediyen mahrum kalacak. Senin için yegane medar-ı tesliyet hazret-i üstadın yad-ı namından revan-ı pakine ihda-yı fevatihden ibaret olacak. Kari’lerine söyle sirişk-i matem-nümununla haber ver ki; asman-ı şeriatin bu ziya-nisar hurşid-i irfanı artık uful etti. “Fazıl-ı şehir Manastırlı İsmail Hakkı Efendi Hazretleri” vatanının milletinin bu son felaketlerine tahammül edemeyerek kimseye haber vermeksizin aramızdan ansızın çekilip gitti. Bugün vicdan-ı İslamiyyet lisan-ı hal ile “Ya hasreten ale’l-mü’minin” feryadıyla firkat ateşleri içinde yanıyor. İhvan-ı fudalasından makalat-ı ta’ziyet ve tesliyet bekliyor. Nitekim daha şimdiden birçok makalat-ı fazıla almaya başladık. Bunları vürudu muntazar diğer makalatı sırasıyla neşr ederek büyük bir fariza-i diniyye ve vicdaniyye ifa etmiş olacağız i’tikadındayız. teessüratıyla cenab-ı üstadın ruh-ı pakini takdis ve ulüvv-i namını tebcil ve tekrim ederek aile-i keder-didesini ve mehadim-i kiramını o mecruh kalbinin en samimi te’ellümatıyla ta’ziyeye müsara’at eyler. Rahmetu’llahi aleyh rahmeten vasi’aten. Üstad-ı merhumun esas tercüme-i hali ile el yazısı inşaallah gelecek haftaki nüshamızda derc olunacağı gibi hazretin feza’il ve mehasini menakıbı ilim ve irfanı te’lifat ve mücahedatı hidemat-ı İslamiyyesi hülasa hayat-ı şahsiyye ve ilmiyyesi hakkındaki meşhudat ihtisasas ve mülahazata dair gerek hey’et-i tahririyyemizin ayrı ayrı yazmakta oldukları makalelerin gerek efazıl-ı ümmet ile müstefid-i fazl ü irfanı olmuş kadir-şinas talebe-i muktediresi ve meftun-ı kemalatı olan kari’in-i muhterememiz tarafından gönderilmiş ve gönderilecek makalat ve mekatibin cümlesi inşaallah peyderpey neşr olunacaktır. Alem-i İslam’ın bir kevkeb-i dırahşanı ve kürsi-i va’z u irşadın yegane sahib-kıranı olan üstad-ı muhteremimiz fazıl-ı şehir Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin uful-i nagehanilerinden dolayı hisseylediğim teessürat-ı kalbiyyeyi tasvir edemem. Bu zıya’-ı elimin kulub-i safiyye-i ümmette husule getirdiği te’ellümat-ı azime dahi tasavvurun fevkindedir. ! Merhum-ı müşarun-ileyh aka’id-i metine-i İslamiyye ve ahkam-ı mübeccele-i diniyyeye seng-endaz-ı ta’arruz ve ta’riz olan mülhidin ve münafıkīn ile nihayet-i ömrüne kadar kalen ve kalemen mu’araza ve mücahedeye devam ve berahin-i vazıha ve dela’il-i katı’a ile husamasını ilzam eyleyerek asrımızda kaşane-i ilm ü irfanın bir rükn-i rekini ve şeriat-i garra-yı Ahmediyye’nin bir müdafi’-i metin ü mekini olduğunu bi-hakkın isbat eylemiştir. Suret-i mufassalada tercüme-i halini tahrir ile nail-i ecr-i vefir olacak zevat tarafından ale’l-müfredat sebt ü ta’dad edilecek olan asar ve mü’ellefat-ı aliyyeleri kendilerinin terakkıyat-ı hazıra ve icabat-ı asriyyeyi layıkıyla takdir ederek ol vechile tenvir-i efkara bezl-i ma-hasal-i iktidar eylediğine delalet edeceğinden bütün ihvan-ı din için yegan yegan mütalaa edilmelidir. Mezra’a-i ahiret olan şu dünya-yı fanide hidemat-ı mukaddese-i diniyyeye vakf-ı hayat ve ahlak-ı fazıla-i Muhammediyye leyhin ruh-ı pür-fütuhlarına karşı hemişe “revvaha’llahu ruhahu ebeden” du’asını irad ve ruhaniyyet-i üstadanelerinden * * * Talebesi arasında o kütübhane-i seferberi bu tek kelimenin havsala-i ifadesi isti’ab ederdi. Biz talebesi hepimiz kendisini aramızda böyle yad ederdik ve bu tek kelimenin muvacehe-i iradında herkesin cebhe-i batınına me’al-i ta’zim intıba’ ederdi. Manastırlı’yı Mekteb-i Hukūk’un ve Ayasofya ma’bedinin kürsileri vasıtasıyla tanıdım. Ayasofya minber-i mevaizinin üzerinde kaid olan irfan ile Mekteb-i Hukūk kürsi-i tedrisinin üzerinde oturan zeka arasında azim mesafe vardı. ya yakın bir yerden kendine sesler gelirdi. Bir takım esvat-ı garibe ki hufre-i ilhada yıldırımlar yağdırır şahika-i cihan-ı İslam üzerinden güneşler işrak eder. Hülasa ağzından seha’ib-i rahmet mehabet-i ruhaniyyesiyle bir takım efkar-ı aliyye ma’bed kaliçelerinin üzerinde oturan saff-ı sami’inin cibah-ı samitesine nüzul eylerdi. Halbuki Mekteb-i Hukūk kürsi-i tedrisinde manzara-i beyan derhal değişirdi. O büyük ta bizim bulunduğumuz zemin-i munhatt-ı idrake kadar iner bize ufak tefek kelimeler hatta bazen ma’nidar sükutlarla hatta bazen bir kelime gibi şekline iddihar-ı ma’na eylemiş olan parmaklarının işaretleriyle “vesaya” “fera’iz” mebahisinin akd-i gavamızını çözer “fera’iz” mesa’ilinin zülf-i julide-i Arab’a benzeyen her ukde-i i’ma-yı nikatı arasından her tartarmarı üzerinden gayet selis bir şane-i beyan geçirir bazen “usul-i fıkıh” kitabının metin ve müt’ib bir tar u pud-ı semavi ile i’mal edilen sahayif-i aheninini şane-i ifadatının hallal-ı ibham olan dişleriyle lime lime ederek bütün talebesini bir refref-i şuh-ı hariri karşısında bulundururdu. O zaman o sütur-ı gamıza ve muzlime ferişte-i felsefe-i İslam’ın zülf-i latif-i siyahını andırır ve biz onun arasında bin şems-i nühüfte-i nikatın hararet ve letafet-i ilmiyyesini bulur sermest-i ebedisi olurduk. Mülkiye’de Hukūk’ta Tıbbiye’de Harbiye’de ve daha sair bir takım mekteplerde Manastırlı muallimdi. Öyle iken Mekteb-i Hukūk’ta üç sene mütemadiyen bir gün –hasta olduğu zamanlar müstesna– derslerine la-kaydliğini ima eden bir te’ehhur-ı devamı görülmezdi. Ta’bir caiz görülsün adeta Avrupa’nın buhar ile müteharrik vesait-i nakliyesine yakışan bir ıttırad-ı vürud ile tam dakīka-i mu’ayyenesinde derse girer sadede temas etmeyen mebahis-i laübaliyaneyi daima civar-ı vakarından teb’id eden bir ciddiyet-i muallimane ve alimane ile o günkü bahsin takririne başlardı. Ve derse geldiği zaman aksakalının üzerindeki ter danesiyle esna-yı tedrisde ma’ali-i İslam’a dair irad ettiği sözler üzerine içinde bir asman-ı teessür tebellür eden bir katre gözyaşı yine o lihye-i pak üzerinde halef-selef olurdu. Kim ne derse desin devr-i sabıkın o zaman belki bütün memalik-i mahruse-i şahane ahali-i sadıkasınca makbul hatta me’kel olan mezalim-i fazihasına aid olarak kalbinde bir umman-ı infi’al taşıyan Manastırlı derste menakıb ve mefahir-i İslam’ı yad ve ta’dad etmek sıraları geldikçe devr-i sabık halife-i zaliminin eyvan-ı eminine yarısı gözyaşından yarısı sükut-ı ma’nidardan ma’mul bir taşı sessiz sadasız fırlatır ve o zaman gözleri kalbindeki umman-ı azim-i infi’alin girdabları gibi karanlık bir renk bağlardı. Bu sözleri mübalağa-i tilmizaneye haml etmeyin. Biz kendisinin lisan-ı haline ecnebi olmayan talebesi hocamızın bu bi-esvat ve elfaz isyan-ı mübareki karşısında çok bulunduk. O ne mehabetli ve muhterem bir tevazu’ idi. Talebesi arasında me’asir-i sa’y asar-ı isti’dad gösterenlere adeta ehibba mu’amelesi eder kendilerini kibar bir zarafetle daima taltif eyler –ve şimdi o gülüşü düşündükçe ağlıyorum– elini öpdüğümüz zaman hicab-ı mütevazı’ane ile gözlerini kapar ve mahcub bir tebessüm-i müteşekkirle bir şey söylemeksizin birçok şeyler söylerdi. sarığın yine tanımadığım beyaz bir sarığa “Manastırlı İsmail Hakkı Efendi ölmüş” cümle-i la-kaydıyla ve Sabah gazetesinin demevi yüzüyle İkdam ’ın esmer ve lenfavi çehresinin “Evet Manastırlı ölmüş” kabilinden bir baride ile gurubunu alem-i İslam’a haber verdikleri seyyare-i sa’y ü kemal bu kadar mütevazı’ bir insandı. Mekteb-i Hukūk’ta biz birkaç arkadaş en samimi ve ka’r-na-yab hürmetlerimizi ancak iki üstadın Sadr-ı a’zam-ı esbak İbrahim Hakkı Paşa ile Manastırlı İsmail Hakkı Efendi merhumun derslerinde duymuştuk. Çünkü ancak bu iki adamın şahsında bir mü’ellifin mütercemini değil yüzlerce mü’ellif-i alimin hazm u temsil ve efkar-ı mahsusa ile tezyin olunmuş sahayif-i ilmiyyesini okuduk. Hafızasının metanetine hayrandım. Talebesi içinde iki münteha olan çok atıllarla çok mukdimleri isim ve cisimleriyle tanımak ve onları gördüğü zaman –dehanı kadar natuk olan gözünün ma’nalı nazarlarıyla– ya fart-ı sa’ylerine ma’tuf bir lem’a-i handedar-ı tergīb yahud ifrat-ı ataletlerine aid bir şerare-i muğber göstermek mu’tadı idi. Bir hafta evvel süllem-i ahiretin dünyaya sarkmış ilk kademe-i baridesi gibi duran Fatih seng-i musallasında bir cenaze değneğinin üstüne ittika eden amame altından layu’ad telamiz-i müfide ve müstefide yetiştirmek hususunda medaris-i maziyye-i İslam’ın nurani kubbeleri kadar feyyaz * * * kı Efendi’nin aramızdan ebediyen ayrıldığını düşündükçe kalbimden bir katre-i hun aktığını hisseder oldum ve eminim ki benim gibi müşarun-ileyhi yakından tanıyanlar değil huzur-ı irfanında ders okuyan bütün şakirdleri yalnız kendisine has bir talakat-ı pür-halavet ile verdiği va’zlarında bulunan sami’in-i müslimin neşriyat-ı alimanesinden müstefid binlerce Osmanlı kari’leri de me’yus ve mükedder olmuşlardır. Rahmet-i Hakk’a vasıl olan üstad-ı merhum; yalnız su nuf-ı ulemanın değil bütün hey’et-i ictima’iyye-i Osmaniyyenin medar-ı iftihar ve ibtihacı olan e’azım-ı memleketten cidden büyüktür. Kırk seneden ziyade devam eden mevaiz-i diniyyesi mekteplerdeki tedrisatı zamanımızdaki ziyy-i ulemadan bulunan zevattan hiç birine nasib olmayan bi-nihaye neşriyatı o nam-ı muhterem ve mu’azzeze kalb-i umumi-i millette la-yemut bir penah-ı ihtiram ve muhabbet te’min etmiştir. bir inkıraza doğru götürdüğünü yalnız anlamakla kalmayarak yalnız müte’essifane yerinde durmayarak bir inkılab-ı siyasi ve ictimai için bütün irfan ve kemalatıyla çalışmış hayatta bunu yegane bir gaye bilmiştir. Va’azları dersleri kitapları hep bunun parlak birer şahidleridir. Imanım kadar kani’im ki mesalik-i ilmiyyede bulunan her ferd vatanı için onun gibi çalışmış olsaydı bu memlekette daha seri’ ve daha mes’ud bir inkılab vücuda gelirdi! Merhumun mevaizindeki kudret-i beyan ve halavet-i ifadeyi unutmamak bütün kadir-şinas müslimlerin bir vazifesi olmalıdır. Ayasofya’daki ma’bed-i İslam’ın kubbelerinde o müessir ve tatlı sada hala tannandır. Mekatib-i Mülkiyye Darülfünun’un hukūk ve aliye şu’ beleri mekatib-i Harbiyye’nin yetiştirdiği binlerce evlad-ı memleket hep merhum-ı müşarun-ileyhden ta’allüm-i diyanet ve ma’rifet etmişlerdir. Gençlerin ta’lim ve tedrisi hususunda bu memlekette merhum kadar çalışmış kimse gösterilemez. Dört buçuk seneden beri Sırat-ı Müstakīm ve Sebilürreşad gazeteleriyle olan neşriyatı yakın ve uzak umum aktar-ı İslamda okunmuş o kıymetdar makalatta münderic nikat-ı hak ve hakīkate yüz binlerce kari’in-i müslimin celb ve cem’ olunmuştur ki Risalet-penah efendimizin bizim kelam-ı kudsiyyet-me’aline mazhar olmuştur. İşte alem-i İslam bu zıya’-ı azim ile bugün bi-hakkın mü’ellim ve şayan-ı ta’ziyettir. Biz naçiz şakirdleri ise onun huzur-ı irfanında geçirdiğimiz her dakīka için birer asırlık hürmetle mütehassis ve fakat şu an irtihalinde payansız bir kederle mükedderiz. MATBUAT-I OSMANIYYE’NIN KADIR-ŞINASLIĞI! Hey’et-i İlmiyye-i Osmaniyye’nin ab-ru-yi iftiharı Manastırlı luhisarı’ndaki yalısında irtihal-i dar-ı na’im eylemiştir. Rahmetu’llahi te’ala. Merhum-ı mağfurun-ileyh eyyam-ı şebabını tahsil ve ted kīk-i ahkam-ı şerayi’ ile imrar eyledikten sonra kenz-i layefna-yı Merhum-ı müşarun-ileyh bir dakīkasını bile boş geçirmemiş sübhani ile merbut idi. Memleketine muhabbeti vatanına hizmeti bir hizmet-i mukaddese-i diniyye bilir idi. Bütün mesai ve mevaizinde bu vatan aşkı bir tecelli-i mahsus ile beccele-i Osmaniyye için telafi na-pezir bir zıya’-ı elimdir. Cenazesi yarın Anadoluhisarı’ndaki yalısından müste fid-i feza’il ve irfanı olan bir cemm-i gafirin eydi-i ihtifali üzerinde kaldırılacaktır. ni ve bütün hey’et-i ilmiyye-i İslamiyyeyi ta’ziye ederiz. * * * Hey’et-i İlmiyye-i Osmaniyye’nin bir rükn-i mühim ü fazılı Meclis-i A’yan a’zasından Darülfünun-ı Osmani Tefsir-i Şerif muallimi Manastırlı İsmail Hakkı Efendi dün sekte-i kalbiyyeden irtihal-i dar-ı beka eylemiştir. Cenab-ı Hak mazhar-ı mağfiret buyursun. Gayet büyük bir kıymet-i diniyyeyi ha’iz olan mevaiz-i müteaddidesiyle merhum-ı müşarun-ileyh efkar-ı nası gayet selim bir daire-i münciyyeye imale etmeye sa’y ü gayret eylemiş ve tedkīkat-ı mükemmele-i şer’iyyesine müstefid-i füyuz-ı irfanı olan müstemi’lerini dil-beste ve hayran eylemiş Cenazesi bugün bir cemm-i gafirin eydi-i ihtifalinde olarak Anadoluhisarı’ndaki sahilhanesinden çıkarılarak istimbotla Unkapanı’na ve oradan Fatih Cami’-i Şerifi’ne nakl edilerek salat-ı Cum’a’nın edasından sonra şayan buyurulan müsa’ade-i seniyye-i Hazret-i Hilafet-penahi üzerine cami’-i şerif-i mezkur haziresine defni mukarrer bulunmuştur. * * * A’yan a’zasından Darülfünun tefsir-i şerif muallimi Manastırlı tihal-i dar-ı beka eylemiştir. Na’ş-ı gufran-nakşının bugün Anadoluhisarı’ndaki sahilhanesinden istimbotla Unkapanı’na ve oradan Fatih’e nakl edilerek Cum’a namazını müteakib şayan buyurulan müsa’ade-i seniyye-i Hilafet-penahi üzerine Fatih Cami’-i Şerifi haziresine defni mukarrer bulunmuştur. birçok eser bırakmış ve halka-i tedrisinden pek çok zevat yetiştirmiş efazıldan olup zıya’-ı vakı’ı bittabi’ teessüflerle telakkī olunacaktır. Cenab-ı Hak efrad-ı ailesine sabr-ı cemil ecr-i cezil ihsan buyursun. * * * Meclis-i A’yan a’zasından Manastırlı İsmail Hakkı Efendi der-didesine sabr-ı cemil ve ecr-i cezil temenni eyleriz. * * * A’yan a’zasından ve Darülfünun tefsir-i şerif muallimi Manastırlı İsmail Hakkı Efendi dün sabah sekte-i kalbden Na’şı bugünkü Cum’a günü Anadoluhisarı’ndaki sahilhanesinden nakl edilerek Cum’a namazını müteakib şayan buyurulan müsa’ade-i seniyye-i Hilafet-penahi üzerine Fatih Cami’-i Şerifi haziresine defn edilmek mukarrer bulunmuştur. Fazıl-ı merhum İsmail Hakkı Efendi hazretleri için her biri o kıymetli sütunlarında üçer beşer yedişer satırlık yer bırakmak suretiyle dünyanın hiçbir tarafında görülmemiş bir fedakarlık gösteren matbuat-ı Osmaniyye’ye bütün alem-i ---- YARASI OLMAYAN GOCUNMASIN ---- Ümidin her zaman ha’ib; nasibin daima nekbet; Hayatın geçti hüsranlarla ey gün görmeyen millet! Ne devletsiz başın varmış ne mel’un tali’in hayret! Mü’ebbed bir hayat ummuş da içmiştin... Fakat seyr et: Nasıl zehr oldu birden diktiğin sahba-yı hürriyyet! Meğer altüst olurmuş en mu’azzam arş-ı istiklal; Meğer pa-mal edermiş en bülend akvamı izmihlal; Meğer birden ölürmüş altı yüz yıl beslenen amal: Ufuklar bak adem renginde zulmetlerle mal-a-mal… Ne beklerdik nasıl çıktın sen ey ferda-yı istikbal! Bu istikbali rü’yamızda görseydik inanmazdık! “Sabah olmuş” dedik sezmekle bir avare aydınlık. Ne haybettir: Değilmiş fecr-i kazibler kadar sadık! Cahimi bin hatar kat kat yığılmış gel de yırtıp çık! * * * Fakat hey şaşkın istimdad için Hak’dan yüzün var mı? Kitabu’llah’a yüksekten bakan gözler de ağlar mı? Muhakkar gördüğün kuvvet bugün bir bak muhakkar mı? Demezdin ruhu Kur’an’ın o la-kaydiyle muztar mı? Ya sen muztar kalır feryad edersen aldırırlar mı! Evet sen böyle bir ferda-yı mahşer-hizi ummazdın. Haberdar eyleyenler oldu; güldün. Pek de kurnazdın! Kudurmuşdan beter bir hale geldin durmadın azdın! Düşen ma’suma çıkmak gayr-ı kabil bin çukur kazdın: Gömüp ahlakı artık fuhş için bahnameler yazdın! Utanmak bilmiyorsun anladık lakin ne isterdin: Şu milletten ki levsiyyatı bir “meslek” deyip verdin? Görürsen nerde bir namus fuhş-abada gönderdin; Sezersen kimde na-merdane bir fıtrat kanat gerdin. Bıyık kırpık sakal yontuk da tırnaklar birer parmak; Yıkanmaz bir surat; sol gözde beyzi cam fakat parlak; Hamamsız ensenin sırtında bir yağ var: Kayar yavşak! Şu kalçınlarla kıvrık pantalon altında kıskıvrak Seken Osmanlı centilmende hiçbir duygu yok mutlak... Utanmak ver yeter kabilse Allahım utandırmak! ---- DARBE-I IKAZ ---- Son felaket bize gösterdi bugün pek müdhiş! Ne görünmez ne derin hufre-i muğfil var imiş Ne büyük tehlikeler sahne-i hürriyyette!... Oluyor beş sene… Biz ni’met-i hürriyyetten Ne gibi faide gördük ne terakkī ettik?.. Meşveret memleketin lazıme-i feyzi iken Onu biz anlamadık su’-i telakkī ettik. Seni ey dilber-i hürriyyet evet! Anlamadık; Seni alet ederek türlü fenalıklara biz Vatanı vartalara böyle düşürdük de yazık! Şimdi ah öyle kadınlar gibi aciz aciz Duruyor bekliyoruz bir de ümid-i imdad Bizi mahv eylemeye uğraşan insanlardan. Ne büyük zül sana bu! Ah hayırsız ahfad! Ne tenezzül sana bu!... Yaptığın işlerden utan! Ne mi yaptın? Vatanın bağrını al kanlarla Boyadın kalbine: Cami’lere haçlar taktın; Nice bi-çare kadınlar nice insanlarla Bi-kesanın yerini yurdunu yıktın yaktın. Nice ma’sum analar kaldı yazık meskensiz Nice iffetleri rencide edilmiş kızlar!.. Nice dul kimsesiz öksüz; nice ma’lul aciz!.. Yad edildikçe ciğer parçalanır kalb sızlar. Biz mi yaptık acaba bunları? Hep biz yaptık: Kendimiz ayrılarak onları birleştirdik; Muttasıl birbirimizle boğuşurken artık Unutup hepsini düşmanlara fırsat verdik. Ruh-ı hürriyyeti biz anlamadık; birleşerek Vatanın feyz ü te’alisi nasıl kabilse Vererek el ele ancak onu bulmak bilmek Duymadık dinlemedik; onlara: “Hürriyyet var!” Diye bir neşve-i mesti ile söğdük saydık; Garaz u menfa’at uğrunda koşarken na-çar Na-ümid hale getirdik vatanı işte yazık. Bu felaket bu elim tecrübe-i zehr-akin Uyanır ibret alırsak o zaman belki emin Oluruz belki sa’adetle yaşar hasta vatan! ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- Hadisi – Hazret-i Isa ile Muallim Arasındaki edeceklerine dair yek-diğerine verdikleri sözü yerine getirmek açıp münazarayı taleb etti de dedi ki: [Mukallid]: – Geçen mecliste kelamına cevap vermemekliğim aczimden yahud o sözler bana kanaat verdiğinden değildir. Ancak onların bazılarında cevap vermezden evvel her halde istizahı lazım olan ebhan ve gumuz gördüm ki o da: Müslümanların za’fına illet-i ula yahud bazılarının dediği gibi ettiğim ma’nadan başka bir şey anlamaklığındır. Çün kü bu o kadar açık bir mes’eledir ki anlamakta ihtilafa mahal olmak kat’iyyen sahih değildir. Bir de görüyorum ki Mehdi’yi gibi inkarına ehemmiyet verilmeyen bazı kimseler müstesna olduğu halde– inkar eden hiçbir müslüman yoktur. Yalnız esanid-i hadise ta’n ettiğini ..... Paşa merhumdan işitmiştim. Sonra sen; kıyametin yakın olduğunu da inkar ettin. Halbuki bu çocukların kadınların bile anladığı bedihi gayr-ı kabil-i inkar bir mes’eledir. Bir de ayetin hadisin kurb-ı kıyamet üzerine delaletine de razı olmuyorsun ki Kitap ile Sünnet’te muğayyebattan haberler olduğunu inkar ediyorsun demektir. Serd ü ityan ettiğin bu kadar hata-alud sözler sanki az gelmiş gibi en nihayet gayr-ı kabil-i ta’mir bir kelam daha söyledin ki denizlerin suyu ile tathir edilse yine temizlenmeyecek ona kafi gelmeyecek. İşte o da “mezahibi tevhid ederek müslümanları bir yola sevk etmeli” sözündür. Mezahibe münafi olan bu yolun ma’nasını ben anlamıyorum. Zira ma’lum bir hakīkattir ki ehl-i tasavvufun hepsi mezahib-i erba’aya tabi’ idiler hatta aktab-ı erba’anın radıyallahu anhüm bile cümlesi Şafi’i idiler. Yalnız Şeyh Abdülkadir –indirasa yüz tutan mezheb-i Hanbeli’yi ihya etmek için– bilahare oraya rücu’ etti. Eğer Kutub Şa’rani’nin “Bu aktab hazeratı keşifleri sayesinde ayn-ı şeriate muttali’ oldular da mertebe-i ictihada su’ud ettiler” sözünü makam-ı i’tirazda öne sürecek olursan bil ki bu i’tiraz senin aleyhine hüccet olur. Çünkü onlar ayn-ı şeriate muttali’ olmalarıyla gördüler ki e’imme-i mezahibin cümlesi musibdirler. Onların sonra mezahibi ne kendileri terk ettiler ne de insanlara terk kelimesi uzun uzun teşrihata muhtacdır. ler istihzar ederek zihninde yerleşip temekkün eden bu şüphelerden seni kurtarmak için münazaranın te’hiri tarafdarı olmuştum. Muhakkık: – Ben şu münazaramızda hak ve hakīkatin layıkıyla zuhur edebilmesi için lüzumu derkar olan bir şart dermiyan ediyorum ki o da yek-diğerimizi münakaza mu’araza Mes’ele-i i’tikadiyye üzerine ikame edilecek olan bürhan-ı şer’i ise ancak nass-ı kat’i-i Kur’an iyye yahud hadis-i mütevatir olmak lazımdır. Zira haber-i ahad her ne kadar sahih olsa bile delaleti zannidir. Zan ise bab-ı i’tikadda dalaldir. Cenab-ı Hak buyuruyor: Derece-i tevatüre varmayan ehadis-i sahiha ile mesail-i i’tikadiyyede ulemanın sözleri sulehanın tebşiratı ile ihticaca kalkıyorsun? Bunlar adem-i kabule daha layık değil mi? Mukallid: – Hakīkaten inkarı gayr-ı kabil bir kavl-i usuli söyledin Fakat onunla amel müctehidinin vazifesidir. Ben anlıyorum ki sen müctehidlik iddia ediyorsun. Binaenaleyh bu da’vadan dolayı ben senin dininden korkarım. Çünkü her kim re’yinde müstebid olursa hata eder. Cenab-ı Hak buyuruyor ki pek dehşetli bir tehdiddir. Muhakkık: - Ayet aleyhine hüccettir. Çünkü bu ayet tasrih ediyor ki azab-ı ilahi ancak kendisine ayat-ı beyyinat gelip de ona im’an-ı nazar onunla amel etmeyenleredir. Binaenaleyh bu va’id başıboş gezen atıl cahil kimselere şamil olduğu gibi mukallidlere de şamildir. Bir de ictihadı men’ edenler ancak füru’da men’ ettiler. Usul-i dinde taklide gelince; bunun hakkında söylenen sözlerin en ehveni; imanında Hatta bazıları imanının adem-i sıhhati hakkında icma’ bile nakl ediyorlar. Münazara edeceğimiz mesailin en ehemmiyetlisi taklid ile beni ilzam etmen münazaradan kaçmak onu terk etmektir. Mukallid: – Ben i’tikadımda mukallid olmadığım gibi hiç kimseyi de i’tikad hususunda taklid ile emr etmem. Ancak ben diyorum ki: Bir müctehid için ictihadında e’imme-i erba’a ya muvafık olmak vacibdir. Eğer böyle olmazsa kafir yahud mübtedi’ yahud dall-i fasık olur. Muhakkık:- Mukallid olmadığını iddia edip de ictihadda taklidi şart edenlerin haline ta’accüb ederim. Eğer dinden olması üzerine selefden icma’ vaki’ olan daireden çıkmamak vacibdir demiş olsaydın cidden seni teslim ederdim. Çünkü umum sadr-ı evvel ricalinin bulunduğu daireden hurucu mü’eddi olan ictihad İslam’ın ma-verasında bir ictihaddır. Halbuki bizim kelamımız din-i İslam dairesindeki Hem ne lazım; bir mes’elede e’imme arasında hilaf bulunması o mes’ele hakkında hiçbir şey üzerine icma’ olunmadığına bir delildir. Ne zaman ki böyle olursa o mes’eleye nazar edenlere –birisine muvafık diğerine muhalif olacağını nazar-ı dikkate almayarak– kendisine kanaat veren delili almak vacibdir. Zaten bir müctehide tabi’ olmak onun deliline tabi’ olmak demektir. Halbuki delile tabi’ olması için de bundan başka ma’na yoktur. Ulum-ı diniyye ile iştigal eden çok kimseler vardır ki akaidi delil ve bürhan ile biliyorum da’va-yı vahisiyle nefsini aldatıyor. Onlar zannediyorlar ki: Mesail-i i’tikadiyyedeki edilleden göz yumarak yalnız falan veyahud filanın yazdığı kitabı okumakla imanında vaki’ olan ihtilaftan yahud Senusi ve başkaların mukallidin küfrü üzerine hikaye ettikleri Mukallid: – Ben ictihad ve taklid mes’elesini tahrire girişmezden mukaddem hesab-ı ebced ile bunun emsali işarat-ı Kur’an iyye evail-i süverin delaletinden kıyametin ne zaman kopmasına istidlal etmekteki re’yine vakıf olmak istiyorum. Çünkü ben senin kelam-ı sabıkından istişmam ediyorum ki sen; işarat-ı Kur’an iyye ve evail-i süverin delaletine Kur’an ’dan istihrac eden ehl-i keşfe muhalif olan zahir-perestlerdensin. Eğer benim söylediğim şu delaletleri teslim edersen ben de dermiyan ettiğin şartı kabul ederim. Muhakkık:- Benim dermiyan ettiğim şart şu delaletlere de şamildir. Binaenaleyh bunlar üzerine hüccet ikame ettiğin takdirde hiç şübhe yok ki ben ona her halde ser-füru edeceğim. Mukallid:- İşarat-ı Kur’an iyye şu hadis ile sabittir: Delalet-i hurufa gelince: Bu da enbiya-i sabıkīn indinde ma’ruf idi. Çünkü ben Kısas-ı Enbi ya’da gördüm ki Hazret-i Isa aleyhi’s-selam üç yaşında ya hud yedi aylık iken validesi teallüm için bir muallime götürdü –şurası da hafi olmasın ki beşikte iken tekellüm ederdi– muallim ile Hazret-i Isa arasında şu muhavere cereyan etti: Muallim: - Ebced de! Isa: Sen biliyor musun ki ebced nedir? Muallim darb etmek isteyince Hazret-i Isa dedi ki: Muallim efendi beni döğme eğer sen bilmiyorsan bana sor da ben sana tefsir edeyim! Muallim: Tefsir et! “Dal” Dinu’llah; demektir. Hevvez “He” Cehennemin şiddeti; “Vav” Ehl-i narın azabı; “Ze” Cehennemin zifiridir. Hutti: “İstiğfar edenlerden günahlar silindi demektir. Kelemen –Allah’ın kelimeleridir ki onlar tebdili kabul etmez demektir. Karaşet: Onları cem’ edip haşr etti demektir. Muallim dedi ki: Ey kadın! Çocuğunu al. Bu zaten biliyor. Binaenaleyh muallime ihtiyacı yoktur. Hiç şübhe yoktur ki nakl etmiş olduğum bu hikaye kabulü vacib bir ta’lim-i ilahidir. Dinimizde bunu te’yid eden daha bazı şeyler de varid olmuştur. tefsirinde şöyle demiş: el-Elif ala’ullah ve’l-lam lütfuhu ve’lmim mülkühu. “Elif lam ra” “Ha mim” “Nun”un tefsirinde de şöyle diyor: Bunların mecmu’u Allah’ın er-Rahman ismidir. Yine ondan rivayet olunuyor ki “Elif-lam-mim”de şöyle demiş: İşte bu da delalet ediyor ki harf evail-i kelimattan me’huz olmak caiz olduğu gibi ortasından ahirinden almak da caizdir. Yine ondan rivayet olunuyor ki: Yani Kur’an Allah’tan lisan-ı Cebra’il ile Hazret-i Muhammed’e sav nazil olmuştur. Ebced hesabına gelince: O da …. Muhakkık: - Aman biraz müsa’ade et de işarat-ı Kur’an hadisi ki “zahiren ve batınen”de rivayet olunuyor. Bunu inkar edemem ki ashab-ı sünenden sunda gayet mütesahil idi. Onun için bunun hadis rivayet ettiği kimselerin pek çokları mat’undur. Bazı kimseler de bu hadisin mevzu’at-ı batıniyyeden olduğunu i’tikad ediyorlar. Hem rivayeten sahih olan şeyin hepsi vaki’ ve nefsü’l-emrde sahih olabilir mi? Şununla beraber ki ulema zahiri lafız yahud tilavet batını da te’vil yahud fehm ile tefsir ettiler.? Bazı ulema da zahir helak-i evvelini ihbar batın da va’zü’l-ahirin olduğuna ka’ildir. hadisine elfaz; batın da ondaki esrardır ki ehl-i hakayika zahir olur. Halbuki delalette mazbut olan tarikler bulunmadıkça bunun sahih olmasına bir delil de yoktur. Bazı ulema da “hadd”i helal ve haramın ahkamı matla’ı da va’d va’idi müntehası matla’ da kendisiyle ma’rifetine tevassul olunan şeydir diyorlar. Binaberin hiçbir kimse demiyor ki hadis senin zikr ettiğin ma’nalara delalet etsin. Seyyidüna Isa’nın muallim ile olan mükalemesine gelince: Bu sahih değildir. Şah’ın iradesizliğinden nüfuz-ı devlete umumi bir za’f tari olduğu halde Tebriz ve Şiraz gibi vilayat-ı mühimmede dahi hususi bir takım münasebetsizlikler oluyordu. O vakit Veli-ahd-i saltanat Muhammed Ali Mirza ale’l-usul Tebriz’de hükumet ediyor ve Azerbaycan’ın idaresini yed-i iktidarında bulunduruyordu. Veli-ahd şiddetli bir istibdad gösteriyor ahaliyi olmayacak gadrlara duçar ediyordu. Muzafferüddin Şah’ın israfatına rağmen oğlu Muhammed Ali Mirza hisset-i tab’ıyla meşhurdur. Veli-ahdliği zamanında bütün maksadı mümkün olduğu kadar fazla para biriktirmekten ibaret meşru’iyyetine de pek ehemmiyet vermezdi. Bundan dolayı Tebriz’de icra etmedik münasebetsizlikleri kalmamıştı. Hatta veli-ahd-i saltanat Tebriz’in –belki de umum İran’ın– mühim bir maraz-ı ictimaisini teşkil eden gala-yı es’ardan istifade tarikine sapmış şehrin muhtekirleriyle gizli bir mu’amele yapmıştı. Muhammed Ali muhtekirlerin ahaliye karşı icra ettikleri gadrdan iğmaz-ı ayn ediyor ve külliyetli bir “hakkü’s-sükut”a nail oluyordu. Şah-ı mahlu’un tercüme-i halini ber-tafsil yazacağımızdan burada Tebriz’de veli-ahd olduğu zamandaki icraatını muhtasaran geçeceğiz. Muhammed Ali Mirza pederi gibi alilü’l-mizac ve za’ifü’l-bünye değil gayet sert ve şiddetli bir tab’a malik idi. Ahaliyi oldukça tazyik ediyordu. Kimseden bir sada çıkmasın diye Sultan Hamid’i takliden Tebriz’de mükemmel bir hafiye teşkilatı vücuda getirmiş idi. Bu teşkilat-ı müstebiddaneden dolayı kimse evinde kendi ailesi dairesinde bile veli-ahdin idaresi aleyhine konuşamaz idi. Çünkü veli-ahde jurnal edilmeyeceğine emniyet edemezdi. Veli-ahd ise müfteris hunhar seffak idi. Hatta ahrardan Mirza Aka Han ile hurdur. yesi taht-ı tazyikinde ezilir daimi bir kaht u gala içinde inliyor veli-ahdin himayesine sığınan muhtekirlerin müteğallibelerin pa-yi ihtirası altında hırpalanıyor idi. Tebriz böyle bir tali’-i gaddarın zebunu iken Şiraz dahi Muzafferüddin Şah’ın diğer bir oğlu son harekat-ı ca’ü’s-Saltana’nın mezalimine meydan olmuştu. Kaçariyye’den evvel hükümdarlık eden Kerim Han Zend zamanında ahalice satın alınan birçok araziyi Şah-zade; “Bu arazi emlak-ı miriyyedendir” diye kendine tahsis etmek üzere gasb ediyordu. Makam-ı i’tiraz ve şikayete gelenlere karşı da gayet müessir bir cevabı vardı. Darb ve tenkil. Bu yolda Cenubi İran’da daimi bir kargaşalık ve adem-i memnuniyyet hüküm-ferma idi. Memleketin sair vilayetlerinde dahi derebeyleri ve şah-zadeler her istediklerini yapıyorlar olmayacak adaletsizliklerde bulunuyorlar idi. Her tarafta bir adem-i memnuniyyet mevcud idi. Hükumet-i merkeziyyeye giden tazallümler saray entrikaları sayesinde Şah’a kadar varamıyordu. Varsa bile esbab-ı ma’lumesine nazaran faidesiz kalıyordu. Ahali usanmış bıkmış adem-i memnuniyyet hadd-i gayesini bulmuş savlet ediyordu. Fakat istimdad edilecek bir merkez kalmamıştı. Şah zevk u safasıyla meşgūl idi. Sarayın da para bulmak ve beyhude israf etmekten başka bir emel ve düşüncesi yok idi. Mabeyndekilerin bir istikraz yapıp da kendilerine bir hisse çıkarmaktan başka ne bir tedbirleri ne de bir siyasetleri kalmıştı. Gülistan Sarayı’nda değil Şiraz Tebriz veya diğer uzak vilayetlerden gelen eninleri nefs-i Tahran’da yükselen nale ve figanları bile işitmiyor dinlemeye vakit de bulamıyorlar kendi can mal ve namusundan emin değil idi. tüccar tabakası da na-memnun idi. Evvelen: Rüsumat Dairesi Reisi Mösyö Nevez tarafından mukaddema yazdığımız gibi Ruslarla akd ettiği gümrük ta’rifenamesiyle İran tüccarının menafi’-i maddiyyesi hasar-zede olmuş idi. Saniyen: Belçikalı mezkur Mösyö Nevez’in tüccar tabakasına karşı fi’ilen icra eylediği bir takım tahkīr-amiz harekat tüccarın adem-i memnuniyyetine az hizmet etmedi. * * * lar Kaçar Sülasesi’nin daima milleti katl ü garetten ibaret olan haydudane politikasına hatime çekmek fikrini neşr edenlere müsa’id bir şerait hazırlıyordu. Bu progandayı yapanlar meslekleri icabı memalik-i ecnebiyyeye seyahat eden memalik-i mütemeddine teşkilatından hoşlanan tüccar erbab-ı sa’y ü amel ile sayıları mahdud urefa ve samimi bir hiss-i diyanetle mütehassis din ulemasından bazıları idi. Memalik-i ecnebiyyede neşr olunan Farisice gazetelerin de bu hususta büyük bir hisseleri vardır. Kafkasya Türkçe İslam matbuatının te’siri de inkar olunamaz. Farisice gazetelerden en ziyade müessir olanı en ziyade yaşayan –geçen makalemizde dediğimiz gibi– Hindistan’da neşr olunan Hablü’l-Metin ’dir. Hablü’l-Metin meslek-i haricice gayet sebat-kar bir hatt-ı hareket tarafdarı olduğu gibi umur-ı dahiliyyeye aid neşriyatında o kadar istikamet göstermemekle beraber yine İran istibdadı aleyhine kullanılan avamilin en müessirlerinden biri addedilebilir. sene-i miladisinde mevki’inin Avrupa’ya bu’diyetinden dolayı sezdirmeyerek birçok terakkıyata nail olabilen “Şems-i şarık” memleketi bütün nuraniyyetiyle tulu’ eyledi. “Dübb-i ekber”in aksa-yı şark soğuklarında mevsim-i şitayı rahat rahat geçirmek istediği bir zamanda gözlerini kamaştırdı. Aklını şaşırttı. Şa’irliğe ne lüzum var: Herkesin bildiği “Rus-Japon” muharebesi vaki’ oldu. Ruslar mağlub oldular. Japon muzafferiyatını müteakib Rusya’da ihtilalat-ı dahiliyye başladı. Rusya inkılabı İran efkar-ı ahraranesine vesi’ bir meydan-ı inkişaf verdi. Erbab-ı inkılabın cesaretlerini tezyid eyledi. Şimali İran’dan Kafkasya’ya birçok amele geliyor. Yalnız Bakü’de ekseri amele olduğu halde bine karib rinin Rusya inkılabından müte’essir olmamaları kabil değil tilal cem’iyeti teşkil etmiş ve faaliyete başlamışlar idi. Kafkasya’da ve diğer Rusya memleketlerinde amelelik eden dudiyyesinin çalamayacağı bir zahire götürüyorlardı. Fikr-i Dahili İran’da dahi bir takım gizli komiteler teşekkül etmiş ve Kafkasya’da teşkil olunan ihtilal fırkasının şu’beleri az çok ta’ammüm etmiş idi. Tahran’da ve Tebriz’de “Şeb-nameler” neşr ediliyor bu suretle hafi komiteler izhar-ı vücud ediyorlardı. Mezkur şebnamelerde hükumetin su’-i idaresi tenkīd olunuyor saray haşeratının entrikaları halka bildiriliyor. münkarız olacağından bahs olunuyor ahalinin hissiyat-ı vatan-perveranesi gıcıklanıyordu. Gitgide şebname propagandası tevessü’ ediyor vilayata dahi sirayet eyliyordu. * * * Nihayet Tahran çarşıları kapandı. Esnaf ve tüccar ta’til-i eşgal eylediler. Hükumet aleyhine büyük bir nümayiş-i siyasi icra edildi. İnkılab ala’imini gösterdi. Hafi komiteler yavaş yavaş isbat-ı vücud eylemeye başladılar. Tahran halkı dehşetli bir izdihamla saray önüne geldiler. Su’-i idareden bıktıklarını beyanla adalet taleb ettiklerini bildirdiler. Artık vahi bir hayal gibi telakkī olunan mes’ele ilka ettiği bütün dehşetiyle bir emr-i vaki’ idi. Harekat-ı ahrarane başlamış Vehle-i ulada şu hareketin ciddiyyetini takdir edemeyen saray Sadr-ı a’zam Aynü’d-Devle’nin şiddetleri sayesinde erbab-ı nümayişin kuvve-i cebriyye ile dağıtılmalarını emreyledi. Sipehdar’ın taht-ı kumandasında olan bir müfreze-i askeriyye nümayişçilere karşı ateş açtı. Önde giden ve sinesini kurşunlara siper eyleyen bir Seyyid ile diğer birkaç kişi öldürüldü. Nümayişciler dağıldılar. Fakat bu bir tere Sefarethanesi’ne tahassun eylediler ve müsted’ayatları kabul olunmayınca “best”den çıkmayacaklarını i’lan ettiler. Best-nişinlerin adedi günden güne artıyordu. Çarşular da kapalı idi. Şehrin hayatı durmuştu. Nihayet asıl intizar olunan şey istenildi: Mütehassınlar “meşrutiyet isteriz” diye beyan-ı zamir eylediler. Çok geçmedi ki Muzafferüddin Şah milletin metalibine teslim oldu. Kanun-ı Esasi i’lanını mübeyyin bir irade sadır oldu. Bu yevm-i tarihi sene-i hicriyyesi Cumade’l-ahiri’nin ’ncü gününe ve Temmuz-ı Rumi’nin ’ne müsadif Meşrutiyet istemek üzere “best”de oturanlar yalnız Tahran’a mahsus değil idi. Tebriz Reşt Meşhed ve Isfahan gibi nikat-ı mühimmedeki İngiltere konsülatoları dahi meşrutiyet-perveranla dolu idi. İ’lan-ı hürriyeti mübeşşir olan irade-i hümayun sadır olunca gerek Tahran’da gerek vilayetlerdeki mütehassınlar sefarethane ve konsülatolardan çıktılar. Şah i’lan eylediği hürriyetin te’min ettiği meclis-i adaletin ne olduğunu lüzumunca takdir edememiş idi. Her türlü mütalebata suhuletle teslim olan Şah milletin metalibini is’afa da fazla kan dökülmeye meydan vermeden razi olmuştu. Meclis-i Milli i’lanını müteakib hükumetçe tanzim olunan nizamname-i intihabat neşr edildi. Ve hemen intihabat başladı. tarih-i umumide ilk evvel mevcud olan intihabata müşabih sınıfi bir sistem üzerine istinad ediyordu. Bütün İran vekil meb’us gönderecek ve her sınıf kendi meb’usunu ayrı ayrı intihab edecek idi. Mesela ulema-yı din şehzadegan tüccar esnaf ve sair tabakat-ı nas ayrı ayrı kendi meb’uslarını gönderiyorlar idi. İntihab olunacak meb’usanın sınıfı olmasından başka nizamnamede bir adem-i tenasüb dahi gözedilmişti: Bütün memleketin çıkaracağı meb’ustan ’ünü yalnız Tahran daire-i intihabiyyesi çıkarıyor ve bu meb’usun mevcuduyla meclis resmen iftitah ve in’ikad edebiliyordu. Tahran intihabatı bittiği gibi Meclis-i Meb’usan’ın resm-i hey’et-i vükela rical-i memleket ulema ve süfera-yı ecnebiyyenin huzuruyla resm-i selam icra edilmiş ve toplar endahtıyla meclisin ifti[ta]hı i’lan olunmuş idi. O gün Tahran bir id-i milli geçirmiş sokaklar milli bayraklarla donatılmış ve geceleyin bütün payitaht şehr-ayin olmuştu. Meclisin iftitahını müteakib Meclis-i Milli tarafından tanzim olunan maddeyi havi Kanun-ı Esasi Muzafferüddin Şah tarafından imza edildi. İşbu Kanun-ı Esasi mucebince ediliyor idiyse de hükumet ile saltanatın daire-i salahiyet ve Kanun-ı Esasi’nin imza ve i’lanını müteakib Muzafferüddin Şah duçar olduğu hastalıktan reha-yab olamayarak Zi’lka’de’nin nısf-ı ahirinde vefat etti * * *. Vefatına az bir müddet kaldığı bir zamanda i’lan-ı meşrutiyet etmiş olan Muzafferüddin Şah milletin samimi bir muhabbetine mazhar olmuştu. Meşrutiyeti i’lan eyledikten sonra Şah adeten Avrupa hükümdarları gibi yapayalnız denilecek derecede birkaç ma’iyyetiyle sade bir surette Tahran sokaklarını dolaşıyor çarşılara çıkıyor ahalinin alkışlarına mazhar oluyor hayr-du’a işidiyor ve bundan oldukça hazzediyordu. Avam Muzafferüddin Şah’ı tarihin az yetiştirdiği nevadirden addederek büyük bir kalb-i ra’ufa malik olduğuna iman ediyordu. Şahsına karşı ahali beyninde itminanlar imanlar hasıl olmuştu. Heyecan-ı millinin daha yükseği fevki tasavvur edilemiyordu. Meclis-i Milli’nin önünde ictima’ eden ahali miyanında “Zinde bad İmparator-ı Asya” Yaşasın Asya İmparatoru diye bağıranlar olmuştu. Tabi’i bu kadar sevdiği padişahının ölümünü İran ahalisi büyük bir teessürle karşıladı. Bütün İran Şah’a nevha-ger oldu. Her yerde ruh-ı pür-fütuhuna Fatihalar okundu. Hakkında hatırlara güzel hatıralar nakş edildi. Mateminde sıcak gözyaşları döküldü. Resulzade ŞEYH ABDULLAH MAZENDERANI sat bırakmayarak kanlı ve feci’ mezalim-i guna-gunüyle bütün ettiği ulemalar tahrib ettiği hanmanların tarih-i hüzn-aludu bugünlere tesadüf ediyor. Bu her zaman yad olunsa gerektir… hem hanma[n]ları hem Tebriz’de Reşt’te salb edilen pişvaları din-i İraniyyenin en mütefekkiri olan merhum Şeyh Muhammed Kazım Horasani’nin haber-i vefatını tebliğ ettiler. Müşarun-ileyh Necef’ten ma’iyyette bir kafile-i ulema olduğu halde İran’a müheyya-yı azimet iken mechul bir sebeble füc’eten vefat etmiş idi… İran’ın mevcudiyet-i İslamiyyesini birçok pençelerin hamalat-ı mühlikesinden kurtarmaya çalışan Şeyh Muhammed Kazım’ın refik-i azimkarı hayatında olduğu gibi kendisinden sonra da müctehidin-i be-namdan Şeyh Abdullah Mazenderani idi… Bu iki zat Rusların İran’a ilk an-ı tecavüzünden beri atinin muzlim bir mübhemiyetle muhat olduğunu bildikleri için mesai-i intibah-karaneye müracaat etmekten geri durmadılar. Fi’l-hakīka Necef nahiye-i mukaddesesinden neşr olunan müteaddid fetvaları ve nasihatnameleriyle ister İran’da olan peyrevan-ı dinileri ister alem-i İslam’ın nikat-ı sairesinde tanıyanları miyanında mühim bir tebeddülat-ı teceddüd-hahaneye sebebiyet verdiler… ceddid-i mütefekkirin İslamları Avrupalılaşmak için değil rabt etmek için gösterdikleri mesai-i dur-endişaneleri zahir olur… Kendine malik olamayan kendi hevesat-ı nefsaniyyesini mağlub edemeyen İran’da ve hususuyla Necef ve Kerbela’da mütemekkin bir takım zühd ve takva entirikalarıyla ulemadan geçinenlerin te’vilat-ı diniyyeye müsteniden ika’ ettikleri nifak-amiz müşkilata rağmen bu iki zat mukteziyat-ı asrı nazar-ı dikkate alarak İslamiyetin istikbalini düşünerek müslümanlara bir ruh-ı teceddüdün nefhi için ellerinden gelen fedakarlıktan çekinmediler. Fakat ne çare ki İraniler hakkında her tecavüzü caiz gören onların izzet-i nefsini hukūkunu şeref-i istiklalini –evtan-ı İslamiyyenin sairlerinde olduğu gibi– mu’tena-bih addetmeyen Rus ve İngiliz hükumetleri İran’ın yüzünü hayat yollarını bağlamak ve o hükumet-i İslamiyyeyi can bulmadan ezmeyi kendilerine bir vazife-i mukaddese! Addetmişlerdi… İranilerin şevk-i teceddüd-hahanelerine bir darbe indirmek için İraniyanın değil bütün tarafdaran-ı namusun nefretini celb eden Şah-ı mahlu’un dahiliyyesine müdahale ile İran’ın şevket ve nüfuzunun kesrini derat-ı diniyyelerine tecavüz eylemesini Meşhed-i İmam Rıza’nın tahribini Aşura gününde Sikatü’l-İslam’ın ve birçok ulema-i izamın salb etmesini hasıl-ı kelam Rusların irtikab ettiği bu bi-nihaye fecayi’i müşahede eden bu iki kalb-i zi-hayat erimiş ve vicdanları daralmıştı… reddüdler ve ictihadat-ı din namıyla ihtilaflar göstermekte Artık boğulan bu hassas kalbler geçen sene ve bu sene muztarib idiler. Şeyh Horasani geçen senenin vekayi’-i mesa’ib-meşhunundan müte’essiren vefat ettiği gibi halefini de bir gün bu ıztırabat-ı elime göçürecekti. İşte bugün Abdullah Mazenderani de selefinin intikal ettiği dar-ı bekaya göçtü. İranilerle beraber bütün hassas İslamiyanı da garik-i telehhüf etti. Rahmetu’llahi aleyhi[ma] rahmeten vasi’aten. ---- HIND YOLUNDA ---- Hıtta-i Irakiyye’de mevcud olan mezahibin başlıcalarından biri de “Caferi” mezhebidir. Bu mezhebe mütemessik olanların adedi milyonlara baliğdir. Her ne kadar tahrir-i nüfusa nazaran –henüz Irak’ta layıkı vechile tahrir-i nüfus mu’amelesi icra edilmemiştir– bir milyonu tecavüz etmiyor ise de hakīkat-i halde Caferiyyü’l-Mezheb olanların adedi her halde tahmini olarak dört milyonu mütecavizdir. Tahrir-i nüfusa dahil olan Şiiler yalnız vilayet liva kaza ve nahiyelerde resmen ikamet ve tavattun edenlerden yü’l-mezheb olanlar– Arab henüz tahrir-i nüfusa dahil değillerdir. Hıtta-i Irakiyye Şiileri Bağdad Kerbela Necef Kazımiye Samarra ve sair Bağdad vilayetine tabi’ mahallat ile Basra’da mutavattın bulunmaktadırlar. Bu mezheb müntesiblerinden hiçbir yer hali değildir. Hatta diyebilirim ki hıtta-i ehemmiyetleri vardır. Bu Şiilerin cümlesi Necef Kerbela ve Samarra’da bulunan bulunmakta ve tamamıyla onların evamir ve nevahileriyle davranmaktadırlar. Şi’iler üzerine bu ulemaların nüfuzları o kadar çoktur ki bugün ulema-yı müşarun-ileyhim onları nuyorlar. Bir Şii ister Arab ister Acem Kürd Türk her hangi unsura merbut olursa olsun ulema-yı müşarun-ileyhimin evamirine harfiyyen –din ve mezheb noktasından– itaat etmeye mecburdur. Hiçbir din ve mezheb mütemessikleri kendi rü’esa-yı ruhaniyyelerine Şiiler kadar merbut ve muti’ hatta mukayyed bir millet yoktur. Şii ve Caferi alimleri meşayihleri –din şeyhleri– alim mütefakkih bulunmağla beraber abid ve zahid kimselerdir. Bu zevat-ı muhtereme asla umur-ı dünyeviyyeye i’tina ve ehemmiyet vermeyerek daima ta’abbüd ve tezehhüd ile halkı hidayet ve irşada ilka-yı mevaiz ve nesayih ile iştigal ederler. Bir Caferiyyü’l-mezheb alimi müddet-i hayatında üç dört kat’ sade basit ve cüz’i bir para ile tedarik edilebilecek elbise ile telebbüs ve kanaat ettiği gibi gece gündüz yemeği de birkaç kaşık et suyuyla çorbadan ibarettir. Bu müctehidler ekseriyet-i ara ve sair ulemaların tasdikleriyle paye-i ictihada vasıl olurlar. İctihad payesine altmış yaşından sonra yetişilir. O zaman umur-ı diniyye hakkında kendi nokta-i nazarını yazar ve mukallidler peyda eder. Mukallid –kafın fethiyle ve lamın kesriyle– müctehidi taklid ve ona teba’iyyet eden kimsedir ki taklid olunan müctehide dahi mukalled –kaf ve lamın fethiyle– denir. Derece-i ictihadı ihraz eden müctehidin arkasında akşam sabah namaz kılındığı gibi her gün rahle-i tedrisinde de yüzlerce binlerce tullab tahsil-i ulum-ı diniyye eylerler. Müctehidin geçineceği umur-ı ma’aşı hakku’l-imam ta’bir eyledikleri etraf ve eknaf-ı bilad-ı Caferiyye ile Caferiyyü’l-mezheblerden gönderilen zekat-ı emvalden hasıl olur. Fakat bu gelen paralar az zan ve tahmin olunmasın bil-aks her sene on binler ve yüz binlerce liralar teşkil eder. Bu paralar her ne kadar müctehide gönderiliyor ise de hakīkat-i halde yalnız kendisine değil bil-umum fukara ve zu’afaya tullaba kendi ma’rifetiyle dağılmak için isbal olunur. Bu Cami’u’ş-şera’it olan müctehid bu emval-i mevrudeyi zühd ve salah diyanet ve vera’ ile muttasıf ve tahsil-i ulum ile iştigal eden tullab-ı ulum ile son derece fukara ve za’ifü’l-hal bulunan eytam ve eramile fukara ve zu’afaya tevzi’ eyler. Kendi ma’işetini idare edecek kadar bir meblağı da ayrıca kendisine saklar. Ahvali balada arz u beyan olunan bu müctehidlerin adedi Necef ve Kerbela’da Samarra’da çok olmayıp bil-aks pek mahdud ve ma’duddur. Necef’tekiler içinde en ziyade vüs’at-i ilm ve şöhreti ha’iz olan yegane müctehid el-Hac Molla Abdullah-ı Mazenderani Kerbela’da ise Seyyid Sadr-ı Samarra’da ise Şeyh Muhammed Taki-i Şirazi nam zevattır ki adedleri altıyı yediyi tecavüz etmiyor. İmdi bu yedi zata cihan-ı İslamiyet’teki seksen milyon Şii ve Caferiyyü’l-mezheb kimseler kör körüne muti’ ve münkad mukayyed ve merbut bulunuyorlar. Bunların ısdar eyledikleri bir emir veya bir fetvaya bütün peyrev ve mu’tekıdları tarafından hafta yoktur ki binlerce mektuplar istiftanameler sualler ve müctehidin-i müşarun-ileyhim hazeratı birer birer kemal-i tedkīk ve tetebbu’ neticesine şafi vafi cevab i’ta edip kendi mürid ve mukallidlerinin müşkillerini hallederler. Necef’te Kerbela’da bütün atebatta ulema-yı Şiiyye ve Caferiyyenin haneleri selamlıkları birer mahkeme-i de’aviden kaydiyye parası mübaşir ve icra me’muru ma’aşatı yoktur. Müctehid bizzat hakim olduğu gibi uşağı da mübaşirlik vazifesini icra eder. Müctehidin nezdine şikayet ve iddia da’vasını hall ü fasl ettirir. Hiçbir müretteb ve müzeyyen mahkemeye müzakere odasına malik –ve muhtac– olmayan bu müctehidler yalnız de’avi-i hukūkiyyeyi fasl ve halle teşebbüs edip sair münaza’at ceza ve cünha işlerine bakmazlar. Bu mahkemelerde bey’ şira icar vekalet kefalet musalaha rehin emanet nikah talak ve buna müteallik her ne kadar de’avi-i fıkhiyye ve hukūkiyye varsa cümlesi tesviye ve rü’yet olunur. Bir müctehid tarafından verilen hüküm –ki memhur bir hükümnameden namaz. İkinci müctehid birincinin verdiği hükmü tasdik etmese bile artık hiçbir kimsenin itirazı kalamaz. Çünkü müctehidlerin verdikleri hükümde hatır gönüle ri’ayet edilmediği gibi rüşvet ve irtikabın da vukū’ bulmayacağına her Şii kani’ olduğundan mahkumun gerden-dade-i itaat ve mahkemeleri tarafından hiçbir rüsum taleb olunmadığı gibi hüküm için de bir şey taleb edilmez. Henüz mahkemeye malik bulunmayan bazı İran konsoloshanelerinde vukū’ bulan de’avi bu gibi müctehidin hazeratına havale edilip verilen hükmü konsolos icra eder. Balada cami’ü’ş-şera’it müctehidlerden sonra ikinci derecede ulema dahi vardır ki bunların da hürmet ve i’tibarları az değildir. Ancak mukallidleri yoktur. Müctehidler Hüseyin; Kazımiye’de Hazret-i İmam Musa el-Kazım; Samarra’da kıd-ı şerifeleri medfun bulunan darih-i şerifin haricindeki sahanlarda kılar ve ders ve mev’izalarını da orada ifa ve icra ederler. Hal-i hazırdaki müctehidler son derece diyanet ve meşrutiyet-perver zevat olup gerek İran gerek Osmanlı meşrutiyetini son derece te’yid ve halka teba’iyyet eylemeleri lüzumunu etrafıyla tefhim eylemişlerdir. Hıtta-i Irakiyye’deki İran müctehid ve ulemalarının himmet-i aliyye ve mesai-i meşkureleri sayesinde bütün Caferiyyü’l-mezheb kabail ve aşayir meşrutiyete hürmet ve i’tibar eylemektedirler. Bunların telkīnatına ve iftalarına karşı bed-hahanın telkīnat ve iğvaları para etmemiş ve en sonra gereği gibi kabail beyninde meşrutiyet muhabbeti yerleşip kökleşmiştir. Bu sene on Temmuz resm-i geçidine iştirak eden bütün kabail ve aşayir şeyhlerinin Bağdad İttihad ve Terakkī Klübü’nde beyan ettikleri hissiyatları hep bu müctehidlerle hıtta-i Irakiyye’de mevcud olan genç ve sair meşrutiyet muhiblerinin telkīnatından ileri geldiği her türlü iştibahdan azadedir. Kerbela ECNEBILER BIZE DERS-I HAYAT VERIYOR! Geçen gün İkdam ceridesine Beyoğlu’nda mukīm Fransızlar tarafından müteaddid imzalarla gönderilen mektub-ı hayat-amuzdur: “Muharrir efendi Bir müddetten beridir Fransa politikası aleyhinde mücahede ettiğinizi görüyoruz. Sizi en ziyade teessür ve heyecana getiren şey hıristiyanlar aleyhinde irtikab edilecek ef’al-i kabihadan Türkiye’yi mes’ul tutmak yolunda olan Fransa Fransız olduğumuz için kendi memleketimiz olan Fransa aleyhindeki makalatınızdan mükedder olmamaklığımız mümkün olmuyor. Fakat her şeyden mukaddem adalet ve lunduğunu teslim ve i’tirafa da mecbur oluyoruz. Biz birçok seneden beri Türkiye’de sakin bulunuyoruz. Hatta memalik-i Osmaniyye’yi baştan başa dolaştık. Tecrübe ve müşahedemize müsteniden şimdi alenen beyan etmek mecburiyetindeyiz ki Avrupa sizin hakkınızda hakīkaten mugayir-i şi’ar-ı adalet mu’amele ediyor. Siz merd ve namuskar adamlarsınız. Siz ecnebilere fenalık yapmaktan tecavüz etmekten kat’iyyen uzaksınız. Buna tabiatiniz müsa’id değildir. Biz samimi teessüratımızla size beyan ediyoruz ki siz kendi ağūşunuzda her nev’ yılanlar besliyorsunuz! Bu sözlerimizle Osmanlı teba’asının o kısmından bahs etmek istiyoruz ki bunlar mümkün olduğu kadar çok para kazanmak tehlike olunca bunlar kalben merbut oldukları tabi’iyete geçerler ve her ne vasıta ile olursa olsun size alçakcasına Bizim Türkler hakkında hakīkī Türkler ya’ni hakīkī Os manlı müslümanları hakkında pek büyük teveccühümüz vardır. Eğer nesayih-i dostanemizi kabul ederseniz size şu nasihatleri veririz. Bundan sonra ciddiyetle çalışınız sanayi’de ticarette ziraatte terakkī etmeye gayret ediniz. Havayic-i zaruriyyenizden olan mevaddı evvela kendiniz i’mal ediniz. Sizin harabinize ba-husus harabi-i ma’nevinize hemen sebeb-i yegane olan o sahte Osmanlılardan hiçbir şey satın almamak hususunda ittihad ediniz. Hatta bir gün Asya’ya çekilmek mecburiyetinde kalırsanız bu eşhası aranıza kabul etmeyiniz. Zavallı Türkler müslümanlar kendi memleketinizi kendiniz terakkī ettiriniz… Eğer siz bir gün İstanbul’u elden kaçırmak mecburiyetinde kalırsanız ne kadar kimseler ba-husus Rumlar –ki sizin hakkınızda o kadar tefevvühatta bulunurlar– size pek ziyade teessüf-han olacaklardır. Onlar kendi kendilerine şu suretle söyleneceklerdir: “Ah nerede o O zamanlar ki her şey bize müsa’id idi. O zamanlar ki biz Zekiler en aklı başında olanlar pek a’la bilirler ki onlar asliyelerine avdet etmek hususunu da asla hatırlarına getirmezler. Zira bilirler ki orada açlıktan telef olacaklardır. Hakīkaten şayan-ı teessüfdür ki imparatorluğunuz ahalisi yalnız Türklerden müslümanlardan ibaret değildir... Zira o surette sizi daha iyi tanımak ve sizi daha çok takdir etmek mümkün olacak idi. Eğer siz bidayette mesela İstanbul’u feth ettiğiniz zamanlarda diğer milletlere o kadar imtiyazat bahş etmemiş ve memleketinizde kalmak isteyenlerin Müslüman olmalarını taht-ı mecburiyete almış olsa idiniz şimdi bulunduğunuz hale düşmeyecek idiniz. Her ne olursa olsun biz yüksek sesle beyan ediyoruz ki alem sizin hakkınızda haksızlık ediyor. Avrupa sizi asla tanımıyor ve sizin hakkınızda sizin düşmanlarınızın kazib raporları ve merviyyatı üzerine i’ta-yı hükm etmek cür’etinde bulunuyor. O kadar zamandan beri Türkiye’de imrar-ı hayat eden biz Fransızlar size en samimi hürmet ve teveccühlerimiz hakkında i’ta-yı te’minat eder ve bugün içinde bulunduğunuz buhran-ı müsibet-engizden mümkün olduğu kadar en az zararla tahlis-i giriban etmenizi samim-i kalbimizle temenni eyleriz. Bu makalemizin gazetenize dercine ve eğer arzu ederseniz onun ceraid-i ecnebiyye ile dahi neşrine kemal-i memnuniyetle size i’ta-yı me’zuniyet ediyoruz.” * * * Osmanlılıkla istihzaları ve taht-ı Osmaniye karşı küstahlıkları: Rumca Neo Logos ’un Teşrinisani başmakalesinden: “Gerek istibdad zamanında gerek oligarşi idaresinde daima duçar-ı tecavüz ve ta’kībat olan Yunan ırkına daha mes’udane bir istikbal tahayyül eden şarkın büyük reis-i ruhani ve millisi şark Ortodoks kilisesinin semasındaki büyük ve ziyadar yıldız geçen Salı günü na-be-mevsim ve fakat şanlı bir surette uful etmiştir. Zira bu uful bir taraftan Jön Türk idaresinin inhidamı diğer taraftan yeni bir devr-i hayat küşad eden ahval ve şera’it-i fevkaladenin hudusü sırasında vukū’ bulmuştur. Öyle ahval ve vekayi’ ki büyük reis-i ruhaninin birçok senelerden beri içinde yaşadığı acılar ve ümidsizliklerden maada bir şey görmediği ahvalden pek farklıdır. Bu yıldız ihtimal ki gayr-ı kabil-i husul ve fakat cesur ve kuvvetli hayalinin halk eylediği tatlı rü’yalar ve ümidler arasında sönmüştür. Bu re’s-i azim ve mütefekkir son günlerde realizimden uzaklaşmayı severdi. Halbuki ra’iyyesinin kilise imtiyazatının duçar-ı tahkīr ve tecavüz olduğu zaman realizmi kendileriyle görüşenlere tasviye ederdi. Ortodoksluğun bu re’s-i mübecceli patrikliği zamanında birçok zehirler acılar içmiş ise de son günlerde ümid ile mal-a-mal yeni bir alem içinde yaşamak bahtiyarlığından da mahrum kalmamıştır. Şimdiye kadar tarihi ve zulüm-dide olan patriklik tahtında oturanlar ta’kībattan tahkīrattan felaketlerden ve tecavüzlerden başka bir şey görmediler. Hayat-ı dünyeviyyelerinde bir şu’le-i ümid müşahede etmediler fakat Yovakim velev ki necm-i hayatının esna-yı gurubunda olsun lem’a-i ümidini görmüş kalbi bir hazz-ı vicdani ve ruhani ile mütehassis olduğu halde terk-i hayat etmiştir.” Cür’etin küstahlığın bu derecesi dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Bu sözleri İstanbul’da idare-i örfiyye altında çıkan bir gazete yazıyor. Osmanlı müslümanları yukarıdaki mektubla bu makaleyi kemal-i dikkat ile okumalı ve ibret almalıdırlar. Bi-çare Osmanlı müslümanları bin felaket bin musibet içinde kıvranıyor; Rumluğun re’s-i mübecceli ise kalbi bir hazz-ı vicdani ve ruhani ile mütehassis olduğu halde terk-i hayat etmiş! Ne doğru söz ne acı hakīkat! Yaşasın Bu hakīkatleri bundan daha bin üç yüz bu kadar sene evvel bildiren işte iki düstur-ı Kur’an : Fakat biz bu la-yeteğayyer kanunların bu desatir-i ictima’iyye ve kavanin-i hayatiyyenin hiç birine ri’ayet etmedik. Nizamsız kanunsuz kainat yaşayamadığı gibi milletler cem’iyetler de yaşayamaz. Kur’an ’ı yalnız namaz oruç kitabı addettik. Binlerce evamir-i yete almadık. Akibet sırrına mazhar olduk. Müteaddid devletler te’sisine kifayet edecek kadar kıt’alarımız uful ettikten yüz binlerce kardeşlerimiz mahv olduktan sonra da müslümanlar uyanmayacak; Kitab’ını kanun-ı hayatını anlayıp onunla amil olmayacak mı? O bilir! Artık her şey anlaşıldı. Toplarla tüfenklerle bütün hakayık kesb-i vuzuh etti. Bundan ötesi izmihlal-i mutlaktır. Hem şunu da bilmeli ki Kur’an ’ın yaşaması bizim vücudumuza mütevakkıf değildir. Biz dinden yüz çevirirsek Allah öyle bir kavim getirir ki kendisi onları onlar da ma’bud-ı mutlaklarını severler. Bu mübarek kavim mü’minlere karşı rahm lakin düşmanlara karşı şedid olup fi sebili’llah mücahede edecek la’imin levminden asla pervası olmayacaktır. İşte bu mazhariyet Cenab-ı Hakk’ın inayetidir ki istediğine verir. Allah vasi’dir alimdir. Mütareke akdini müteakib mukaddemat-ı sulhiyye ile uğraşılmış ve bu hafta Londra’da teşkil olunacak müzakerat-ı sulhiyyeye murahhas ta’yiniyle iştigal olunmuştur. Devlet-i Aliyye tarafından Osmanlı Ajansı’nın tebliğine nazaran Bahriye Nazırı Salih Ziraat ve Ticaret Nazırı Reşid ve Berlin Sefiri Osman Nizami paşalar ta’yin olunmuşlardır. Bulgarlar tarafından dahi Başvekil ve Hariciye Nazırı Keşof Bulgar Başkumandanı Ceneral Savof ve Bulgar Maliye Nazırı Todorof ta’yin olunmuşlardır. “ Novye Vremya” nın Kafkasya muhabiri Balkan muharebatının Kafkasya İslamları üzerine icra etmiş olduğu te’sirden bahs ederek: “Burada büyük bir heyecan var arazi ve emlak sahibi ve büyük sermayedarlar amele ve bütün müslüman ahalinin ittihad-ı İslam naşirleri taht-ı te’sirinde olup Türkiye’nin duçar olduğu müşkilatı Rusya Devleti’nin entrikasına haml ile Rusya aleyhine büyük bir cereyan-ı fikri kindar bir hiss-i adavet perverde ediyorlar.” diye devair-i hükumeti teyakkuz ve intibaha da’vet ediyor. Rusya’da neşr olunan bil-cümle İslam gazeteleri Kurban Bayramı münasebetiyle yazmış oldukları makalelerini Balkan muharebatına hasr ederek Hilafet-i İslamiyye’nin böyle ma’ruz-ı muhacemat olduğu bir zamanda müslümanlara bayram değil matem lazımdır diye muhtelif ta’birlerle samimi bir hiss-i uhuvvet-i İslamiyye izhar eylemektedirler. tün felaket-i hazıraya karşı bir ümid-i istikbal menba’ı olan şu “hiss-i uhuvvet”i görmekle cidden tesliyet-yab oluyor. Lahor şehrinde münteşir Pise-i Ahbar ’ın yazdığına göre: Dehli Allahabad ve diğer birkaç şehir uleması tarafından neşr edilmiş olan fetva müslümanlar üzerine büyük bir te’sir “Her kimin zimmetinde zekat sadaka ve hayrat-ı saire varsa Devlet-i Osmaniyye Hilal-i Ahmer Cem’iyeti’ne i’tası takdirinde zimmetinde bulunan fera’iz ve vacibat sakıt olur.” Bu fetvanın neşri müslimin üzerine büyük bir hüsn-i te’sir nı ianeye terk eylemişlerdir. Bu hususta Londra’da bulunan Emir Ali hazretleri tarafından da Hindistan müslümanlarına hitaben bir telgrafname keşide olunmuş bu da büyük bir hiss-i gayret ve hamiyyet uyandırmıştır. Diğer taraftan Ağa Han tarafından keşide edilen bir telgraf kezalik büyük bir te’sir icra eylemiştir. çok hamiyet-mend Hindular yani putperestler tarafından bu emr-i hayra iştirak edilmekte ve vatandaşlarının şu teşebbüsü müslümanları pek ziyade mesrur eylemektedir. Hindistan’ın vüs’at-i arazi ve kesret-i nüfusundan naşi iane derc ve cem’inde bazı müşkilata tesadüf olunduğundan bazı mütefekkirin ve rü’esa-yı Hindistan tarafından bil-cümle kura ve kasabatta iane komisyonları teşkili karargir olmuştur. Bu teşebbüsata İngiliz Hükumeti tarafından hiçbir mümana’at gösterilmemesi mucib-i teşekkür olmaktadır. Bir taraftan ianeye devam olunduğu gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye için hin-i hacette bir istikraz hakkında da bazı teşebbüsat vukū’ bulmaktadır. ---- MEZALIM-I SALIBIYYE ---- Muhabir-i mahsusların yazdığına göre: Şehir dahilinde asayiş tamamen mefkūd ve anarşi hüküm-fermadır. Vardarkapı haricinde Yenimahalle’de İslam Kıbtilerinden birinin zevcesini civardaki mezarlığa götürerek namusunu paymal ettikten sonra koyun gibi kesmişler ve başı bedeninden ayırarak cesedi bırakmışlar ve ser-i maktu’unu alıp götürmüşlerdir. Yine Vardarkapı haricinde Göriceli Vasil’in hanında ikamet eden Gevgili ve Yenice ahalisinden olup asker elbisesini çıkararak hayatlarını muhafaza için orada barınan on bir kişinin –gece saat yedide yerli Bulgarları önde olmak üzere birkaç Bulgar askeri gelerek– üzerlerindeki nükūd ve eşya-yı mevcudeyi aldıktan sonra hepsini bağlamışlar ve Soğukpınar mevki’ine götürüp türlü türlü işkence ve azab ile katl etmişlerdir. Bulgar mezalimi son derecededir. Selanik’in bir saat dışarısında Güvezne yolu İslam na’aşları ile mal-a-maldir. Bunlar Selanik’te bulunan muhacirin olup memleketlerine gitmek üzere Yunan Hükumeti’nden aldıkları kağıtlara istinaden yola çıkmışlarsa da orada Bulgarlar tarafından itlaf olunmuşlardır. Poroy’da iki yüz İslam selhhanelere götürülerek koyun boğazlanırcasına kesilmiştir. Bu bi-çarelerin emlakı hakkında yor. Ve ellerinden sened alınarak paralar yedlerine sayılıyor. Bi-çareler hey’et huzurundan çıktıklarında dışarıdaki celladlar evvela ellerinden paraları alır sonra selhhaneye götürerek katl ediyorlar. Siroz’da katl-i am icra edilerek beş yüz kişinin kanı beyhude heder edilmiştir. Selanik’teki umum Türkçe gazetelerin intişarı Hükumet-i Yunaniyye tarafından men’ edilerek matba’aları önüne asker Bir taraftan köylerine gönderilen İslam muhacirin yolda Yunan Bulgar çetelerinin hedef-dane-i hıyaneti oluyor kendilerine kimse dest-i mu’aveneti uzatmıyor. Yunan medeniyeti[ni]n ne demek olduğunu nasıl kanlı bulunduğunu yakından görmek mukadder imiş boynumuz bükülmüş duruyoruz. Bulgarlar önlerinde meydanı boş bularak ve her geçtikleri yerlere bela-yı musibet yağdırarak Cum’a-i Bala’dan bed’ etmişlerdir. Binlerle nüfus-ı İslam’ı çoluk çocuk bir arada cami’ler Demirhisar Kazası’nın Petrova ve Yeterna karyeleri ahali-i beş yüzü mütecaviz nüfus-ı İslam’ı gazla ihrak ettikten sonra genç kız ve kadınları Menlik cihetine sevk eylemiştir. Avrethisarı Kazası’nın Kerküd karye-i İslamiyyesi içinde aynı hali Bulgarın muntazam askeri icra etmiş burada da altmış kadar genç kadın ve kız mechul bir tarafa sevk edilmişlerdir. Aveathisarı’nın cesim Karadağa Nahiyesi’ndeki İslamlar müdhiş işkencelerle mahv edildiler. Soroviç mıntıkasında ne kadar kura-yı İslamiyye varsa hepsi aynı dehşet ve feca’atin kurbanı oldular. Bu ahval Selanik umum konsoloslarının ma’lumudur. Selanik şehri dahilinde de yapılmadık rezalet bırakılmadı. Yunan Hükümeti Selanik’i işgalinin ikinci günü kadar deyn-i adi için mevkūflardan hıristiyanları terhis etmiş müslümanları mevkūfen bırakmıştı. Bunların üzerine üç dört yüz de üsera-yı harbiyye-i İslamiyye ilave edilerek tamam on gün bir dirhem ta’yin verilmemiş ve bi-çarelerin uzun gün uzun gece ekmek diye feryadları mahallatımızdaki insanları hayatından bi-zar etmiş evlerden toplanan ekmekler bin müşkilat ile bu bi-çarelere tevzi’ edilmiştir. Hiçbir hakīkati yazdırmazlar. İşte Makedonya’ya müsavat ve adalet sevkine kalkan müttehid orduların getirdiği medeniyet!. Ekseriyeti ha’iz bulunan nüfus-ı İslam’ı tamamen mahv etmek için yapılmadık fezahat ve cinayet bırakmıyorlar. Ya aleni katl-i am yahud açlıkla sefaletle itlaf! Acaba medeniyette icra edilen bu vahşetleri görüp anlamak istemeyecekler mi? Paris’ten Neue Freie Presse gazetesine iş’ar olunuyor: Buradaki makamat-ı resmiyyeye Sırplar tarafından işgal olunan arazi sekenesine son derecede vahşiyane mezalim ma’lumat varid olmuştur. Arnavud ahaliye karşı icra olunan bu mezalimin asıl sahneleri Üsküb Kumanova ve Verşiça havalisindedir. Vasıta-i müdafaadan mahrum İslam Arnavudlar Sırp asakiri tarafından zalimane katl edilmiş ve cesedleri Vardar Nehri’ne atılmıştır. Bir Fransız Sırplara ne kadar az mukavemet edilmiş ise de onların katl-i amları o kadar şedid olduğunu ve katl-i am edilenlerin ekserisi kendini müdafaadan aciz kimseler bulunduğunu re’ye’l-ayn müşahede etmiştir. Londra’dan Neue Freie Presse gazetesine iş’ar olunuyor: Draç’tan Daily Telegraph gazetesine keşide olunan bir telgrafnamede Prizrin havalisinde Sırpların katl-i am icra eyledikleri mültecilerin ifadesinden anlaşıldığını beyan eylemiştir. Pana’dan varid olan haberlere nazaran Sırplar oradaki üsera-yı Osmaniyyeyi kamilen katl etmişlerdir. Draç’daki faza edilmesini Avusturya konsolosundan rica eylemişlerdir. Alem-i İslam siyaseti nokta-i na zarından fevkalade şayan-ı ehemmiyet vekayi’den birisi de Çin-Rus münasebat-ı siyasiyyesidir ki son günlerde gayet merak-engiz bir safhaya dahil olmakta ve muharebe emareleri siyyesi su’-i kasdını memleket-i asmaniden dahi esirgemek ratorluğu ve dünyanın en kalabalık bir padişahlığı olan bu memlekette dahili ihtilaller başlayalı beri zuhura gelmiş ve kendisini bir hayat-ı medeniyye ihrazına azm etmiş olan – vaktiyle milel-i garbiyyenin olduğu gibi şimdi de– milel-i şarkiyyenin düşman-ı bi-emanı vaz’iyetine koyan Rusya Çin’de bir takım entrikalar çevirmeye başlamıştır. Geçen sene Çin memleketini gayet müşkilatlı bir zamanda yakalayarak Moğolistan’a muhtariyet verdirmesiyle mukaddime hazırlamış bu kere dahi nev-icad Moğolistan Hanlığıyla akd etmiş olduğu i’tilafnamesiyle tahkim-i mevki’ etmek istemiştir. Ber-vech-i ati derc ettiğimiz işbu i’tilafnamenin mevaddından doğrudan doğruya Moğolistan’ın Rusya himayesi altına duhulü ve aynı zamanda Çin Devleti’ne müstakbelen büyük bir tehlike-i siyasiyye hazırlanmakta olduğu anlaşılıyor. “Bütün Moğol milletinin kendi memleketinin tarihen te’essüs etmiş olan hususiyyatını muhafaza eylemek arzu-yı umumisi üzere Çin asakir ve hükkamı Moğolistan arazisinden koğularak Cebzun-Damba-Hotohta bütün Moğol milletinin hükümdarı i’lan edildi. Bu suretle Moğolistan’ın Çin ile olan münasebat-ı kadimesi münkatı’ oldu. Hususat-ı anifeye ve aynı zamanda dahi Rus ve Moğol milletleri miyanında eskiden beri mevcud olan meveddet-i mütekabileye ve Rus-Moğol ticaret-i mütekabilesinin tabi’ olacağı intizam ve kavaninin kat’i surette ta’yin edilmesi lüzumuna nazaran Rusya Hükumet-i İmparatoriyyesi’nin vermiş olduğu salahiyetle saray müşavir-i hakīkīlerinden İvan Korostofsef ve Moğol milletinin hükümdarı hey’et-i hükumeti ve Moğol hanlarının tevkili üzerine: Moğol hey’et-i nüzzarının reisi ve . alemin hamisi Sayin-Nevin-Han Namnan-Sörün salahiyet-i kamile ile dahiliye nazırı Çin-Süzüktü-Sin-Van Lama Serin-Çimit; Erdeni-Daysin-Van-Han rütbesinde Dorçejihan; Harbiye nazırı Erdeni-Dalay-Sezyun-Van Humbo Sörün; Maliye Nazırı Toşeto-Sezbo-Van Çak-Dorcab ve adliye nazırı Erdeni-Sezyon-Van Namsaray atideki mevad üzerine akd-i i’tilaf eylediler. zası Moğolistan milli asker ihzar edeceği Çin asakiri Moğolistan’da bırakılmayacağı Moğolistan arazisinin Çinliler tarafından isti’mar edilmeyeceği için Rusya Hükumet-i İmparatoriyyesi Moğolistan’a yardım edecektir. sı ve Rusya ticaretine sabıkı vechile kendi mülkiyetlerinde olan araziden istifade etmelerine müsa’ade eyledikleri gibi bil-cümle imtiyazat-ı mahsusayı dahi te’min edeceklerdir. Rusya teba’asının istifade etmekte oldukları imtiyazat ve hukūk fevkinde diğer bir devlet teba’asına bir türlü imtiyazat verilemeyeceği de kendiliğinden aşikardır. le te’sis-i münasebat edecek olursa sonradan akd olunacak muahedeler Rus Devlet-i İmparatoriyyesi’nin müsa’adesi mezler. baren mahall-i tatbika vaz’ olunacaktır. rahhasları tarafından imza olunan Rusya teba’asının Moğolistan’daki hukūk ve imtiyazat-ı mahsusalarını mübeyyin olan raporun bir sureti de yakında neşr olunacaktır. [* * *]. Daha Nisan’ın ’nde idi ki Rusya Hariciye nazırı Duma muvacehesinde vermiş olduğu beyanatında Rusya diplomasisinin Çin Devleti’nden Moğolistan istiklalinin kabul ve tasdikini taleb cihetine ma’tuf olduğu anlaşılıyordu. Hariciye nazırının işbu beyanatından anlaşıldığı suretle Rusya Çin’den esasen üç şey istiyordu: Moğolistan’da Çin idaresinin te’sisinden sarf-ı nazar eylemek oradaki Çin asakirini kaldırmak Moğolistan arazisinde Çin teba’asının isti’marını men’ etmek. Bit-tabi’ Çin Hükumeti işbu metalibi reddeyledi. Moğollar da Çin’de te’essüs eden hükumet-i cumhuriyyeyi tanımadılar Şimdi işbu i’tilafname i’lan edilince Çin Hükumeti tehlikeyi takdir ederek kendi hukūk-ı hakimiyyetini müdafaa etmek üzere teşebbüsata germi verdi ve artık Moğolistan mes’elesi Rus ve Çin süngüleriyle halledileceğini muhtemel görerek tedabir-i askeriyyeye başladı. Gazetelerin verdiği ma’lumata nazaran Rusya hududuna sevk edilmek üzere bin Çin askeri taht-ı silaha alınıyor ve her tarafta Rusya aleyhine mitingler teşkil olunup külliyetli taraftan Ruslara karşı Japonya ile Çin devleteyn-i şarkiyyesinin dahi akd-i ittifak-ı askeri etmiş olduklarına aid bir havadis çıkmıştır ki bu havadis Petersburg mehafil-i siyasiyyesini düşündürmektedir. Rusya diplomasisi şimdi Moğolistan’la akd etmiş olduğu mak üzere Pekin’den Russkoye Slovo ’ya çekilmiş olan bir telgraf oldukça ma’nidardır. İşbu telgrafta deniliyor ki: Çin Hariciye nazırı Rusya sefirinin memlekette Rus aleyhinde teşvikatın artması hakkında almış olduğu bir muhtıra üzerine Rusya Sefarethanesi’ne gelip medid bir mülakat neticesinde te’yid edildiği vechile Rus-Moğol İ’tilafnamesi’ne Çin için daha az mucib-i tahkīr bir şekil verilmesi taht-ı karara alınmıştır. İ’tilafname-i mezkur şekl-i matlub üzere tahrir olunduktan sonra Çin Hükumeti’nce dahi tasdik edilecekmiş. meti mes’eleye bir şekl-i makbul vererek efkar-ı umumiyyenin teskinine muvaffak olabileceğini ümid etmektedir. Ma’amafih Ruslara karşı heyecan sükunet-pezir olamıyor. Gazeteler Moğolistan’ın Çin’e . . lien [yuan] borcu olduğunu ve bu borcun da Ruslardan alınması lüzumunu beyan ediyorlar. Çin Hükumeti Kalkan kuva-yı askeriyyesine bin asker daha ilave eylemiş ve birinci ikinci ve dördüncü fırkalara dahi Kalkan’a gitmek üzere emr-i hafi vermiştir. Tercümesi “Ey iman eden kimseler sebat gösteriniz hem düşmanlarınızdan fazla bir sebat gösteriniz; daima da muharebeye hazır bulununuz; bununla beraber Allah’dan her zaman korkunuz ki felah bulasınız.” * * * Bu ayet-i celile Al-i İmran Suresi’nin sonundadır. “ısbiru” “ sabiru” emirlerinin ne olduğunu iyice anlayabilmemiz “ Ve’l-Asr” Sure-i şerifesini tefsir ederken de söylemiştik: İnsan için en büyük fazilet sabırdır. Melekat-ı ahlakıyyenin hiç biri bu meleke-i fazıla ile boy ölçüşemez. Onun için Kitabullah’da sabır kadar çok zikredilen sabır kadar sık emr olunan bir seciye daha yoktur. Sahabe-i Kiram radıyallahu anhüm Efendilerimizden hiç birinin Sure-i Asr’ı okumadan arkadaşına veda’ etmediği ma’lumdur. Bunun hikmeti de insanın hüsrandan yakayı kurtarabilmesi ğını birbirine ihtar etmektir. lime-i kudsiyyesinin medlulüne sahip olmak şöyle dursun vakıf bile değiliz! Evet sabır lafzı anıldığı gibi zihnimizi meskenete mezellete yakın bir mefhum kaplar. Bize göre sabır suret-i mutlakada “katlanmak” demektir. Neye katlanmak? Her şeye... Daha doğrusu katlanılmayacak şeylere! Mesela zelil olmaya hakaret görmeye dövülmeye sövülmeye; hülasa şeref-i insaniyetimizi lekeleyecek musibetlerin hepsine. Aman yarabbi! Kur’an ne söylüyor biz ne anlıyoruz! Sabır katlanmak değil göğüs germek demektir. Neye göğüs germek? Evet sonunda katlanılmayacak acılara katlanmak ger mek. Allah yolunda hak yolunda din uğrunda millet uğrunda rahatını uykusunu malını canını feda edivermek yok mu? İşte sabır budur. Yoksa bu fedakarlıkların semtine yanaşmayarak miskin miskin oturmak; sonra da hissesine düşecek rüsvalığı “Kader böyle imiş! Tahammül etmeli...” diye hazma çalışmak hiç bir zaman sabır ile te’lif olunamaz. Ne hacet! Zemahşeri gibi ekabir-i müfessirin sabra “te kalif-i şer’iyyeyi hakkıyle eda etmek” ma’nasını veriyorlar. Öyle ya teklif külfet maddesinden geldiği için şeriatin bütün tekalifi ufak büyük birer fedakarlık ihtiyarını istilzam eder. Lakin bir kere o fedakarlığın kabulü yüzünden elde edilecek saadeti; bir kere de terki dolayısıyle baş gösterecek felaketi düşünmeli! Şeriatin en birinci teklifi ilim değil midir? Pek a’la! Tahsil-i ilim için az fedakarlık yani az sabır mı ister! Lakin evvela ilmin gerek bugünkü hayat-ı fanide te’min eylediği menafii gerek yarınki ömr-i cavidanide vereceği mevkii düşünürsek; sonra cehaletin hem dünyada hem ukbada ne büyük bir hacalet ne yaman bir rezalet olduğunu gözümüzün önüne getirirsek: Dinin o teklifini külfet-i mahz olsa bile yine bin can ile kabul etmemiz lazım gelmez mi? tıya tahammül etmek demektir; yoksa cehaletin sürükleyip getireceği mülevvesat içinde boğulup gitmek değildir! Son zamanlarda Müslümanlığı ya büsbütün ortadan kaldırmak yahud ötesini beri ederek şeriatte bir teceddüd husule getirmek isteyenler türedi. Biz bu adamların söylediklerini dünyadan; “Teceddüd husule getirmeli” fikrini besleyenlerin de dinden alabildiğine gafil olduklarına iman ettik. Evet bu adamlar milyonlarca halkın hissiyatına harekatına hakim olan ruh-ı ezeliyi görmeyecek kadar gaflet göstermeselerdi: Dini kaldırmanın ne lüzumunu ne de imkanını tasavvur edemezlerdi. Kezalik şeriatin hüviyet-i hakīkıyyesine dair azıcık ma’lumat edinmiş olsalardı: Dine yeniSahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib lik sokmak şöyle dursun onun en eski yani en sahih şekline rücu’ etmek ihtiyac-ı mübremini gözleriyle görürlerdi. beri anlatmak istediğimiz seciye-i mübareke-i sabrın fıkdanındandır. Öyle ya demek ki bu adamlar ne milleti tedkīk edecek ne de şeriati anlayacak kadar fedakarlık gösterememişler! Bir zamandan beridir dillerde “karakter” sözü dolaşıp gidiyor. “Azim sebat seciye metanet” gibi elfaz ile tercüme edilen bu kelimenin tam mukabili “sabır”dır. Öyle ise artık bu ümmete Alman İngiliz Fransız milletlerinin ahlakıyle mütehallik olmayı tavsiyeden vaz geçelim de ona ma’ali-i En büyük en metin ahlak-ı hakīkī müslümanlarda; en müebbed desatir-i ahlakıyye ise hakīkī Müslümanlık’tadır. tarzındaki tekrim-i ilahiye mazhar olan Resul-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz secaya-yı fazılanın bir timsal-i fevka’l-hayali idi. O Zat-ı Akdes’in mekteb-i terbiyyetinde yetişen Ashab-ı Kiram’ın da nasıl kamil nasıl mükemmel birer insan oldukları hepimizin ma’lumudur. Bu hakīkatleri yalnız bizim kitaplar yazmıyor; Frenklerin oldukça insaflıları da i’tiraf ediyor; “Gündüzün bütün ma-melekini kapısına gelen muhtaçlara veren Muhammed’in akşama tek hurmadan başka yiyeceği kalmamıştı. Onu da en son gelen fakīre tasadduk ederek geceyi Aişe rd ile birlikte aç olarak geçirdi” diyor. Sadedimize dönelim: Ayet-i celile bizi sabra da’vet ediyor; hem de düşmanlarımızın göstereceğine kat kat faik bir sabra da’vet ediyor. Biz şimdiye kadar Kur’an’daki evamir-i gün mazimizi hasretle yad etmezdik; namus-ı dini namus-ı şeriati düşmanın murdar ayaklarına çiğnetmezdik; işte “ harbe hazır bulununuz” “ düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayınız” tarzındaki açık kat’i emirlere kulak vermediğimiz Evet kuvvet hazırlamak hayli fedakarlık ihtiyarına mütevakkıf ne kadar külfetler ne kadar zahmetler varsa biz hepsini iktiham edecek hepsine göğüs gerecek idik. Zira Kur’an’ın emrettiği sabır işte o idi. Yoksa vatan-ı İslam’ın şu elim felaketi karşısında kulaklarımızı sarkıtıp oturmak değil! Mehmed Akif Ati bize mechul… Evet ati bize gerçi Bir umk-ı adem bir ebedi leyle-i hiçi Bir leyl-i mukassi gibi muzlimse de; lakin Ondan bize bir fecr-i emel doğması mümkün... Ati bizim üşkufe-i amalimizi hep Bir fecr-i ziya-bar ile taban ve müzehheb Handan-ı tarab etsin evet belki de me’mul; Yırtılsın açılsın evet o setre-i mechul… Me’mul… Fakat o doğacak fecr-i münirin Envar-ı füyuzatı senin şu’le-i fikrin. Sensiz doğamaz ufk-ı emelden bize bir şey. Son lem’a-i ümmidisin ey nesl-i cedid ey Şübban-ı vatan! Sen şu bakaya-yı izamın; Titrer sana ervahı o ecdad-ı izamın. Hak’tan bize ey parlayacak lem’a-i kudsi! Sensin evet ancak şu zılal-ı gam ü ye’si Sensin silecek kaldıracak nasiyelerden; Ferda-yı ümidin bize bir revzenisin sen. Bir bak bütün enzar-ı teveccüh sana ma’tuf… Her şey sana.. Peymane-i irfanına meshuf.. Ey medresenin hücre-i tazyiki içinde Mahkum-ı atalet kalan ey nesl-i güzide! Bu millete sen meş’al-i irşad olacaksın Bu millete sen melce’-i imdad olacaksın; Sen meskeneti gafleti artık atacaksın; Dinin bize emrettiğini anlatacaksın; Fikr-i medeniyi bize telkīn edeceksin; Sen milletin atisini te’min edeceksin. Halk ruh-ı diyanetten uzaklaşmış onun kalk Hangi harekatı uyuyor dinine bir bak! Göster ona sen hikmet-i teşri’ini dinin Eşkal-i hakīkıyyesini din-i mübinin. Bir bak ne görürsün: O müsülman geçinenler Bir kitle-i cehl ü asabiyyet.. ve seraser Bir acz ü sefalet yığını: Ağlanacak hal.. Doymak uyumak onlar için gaye-i amal. Dinin yalınız ismini duymuş o kadarcık; Bir bilgisi yok dinine dünyasına layık. Göster ona dinin ne demek olduğunu sen; Göstermek onu boynuna borçtur; bu vazifen Bilsen ne büyüktür ne mukaddes ve ne ’ali!.. Şu alem-i İslam’a biraz fikr-i te’ali Fikr-i medeniyyet verebilse yine kafi: Noksanının ikmal ve telafisine kafi Bir duygu demektir; verebilsen sen o hisle Bir ruh-ı teyakkuz ona o kitle-i cehle Te’min ediyorsun demek atiyi; fakat sen Bu gaye-i ulviyyeyi ta’kīb edeceksen Evham ü hayalat ile imha-yı tefekkür Peyda edeceksin. Bize bu din-i mübinin Binlerce eserler yazarak eylemiş ithaf Elbet onu görsün okusunlar diye ahlaf. Sen haşiye-i mantık ile uğraşıyorken Bir gaye-i mechule peşinde koşuyorken Bizde ne kadar eski ve nafi’ asar Varsa okumuş onları müsteşrıklar. Sen onları tedkīka koyul; onları öğren; Şu memleket ü millete nafi’ ne kadar fen Varsa onu tahsile çalış Çin’e kadar git; Aç fecr-i dimağınla şu zulmetleri mahv et! Kaldır şu zavallı vatanı düşdüğü yerden. Garbın oku asar-ı terakkīsini öğren Öğren çalış artık bugün ati sana mevdu’ Bil hepsi senin sa’yine irfanına mevdu’!.. Konya KEYFINE BAK! Şekerli bir… Çınaraltı… bir aldık aylıkçı!... − Hasan şu tavlayı ver bak demin yenildi Hacı.. − Evet onun “zarı” bilmem ki hep bozuk gidiyor! Bugün de beş kere “mars” oldu pek merak ediyor. − Neden merak edeyim? Boşboğaz… − Yalan mı Hacım?!.. − Getir şu tavlayı dırlanma haydi çünkü açım!.. Oyun bu.. daldı mı insan yemek memek nerede?... Tamam otuz senelik bir oyunculuk serde Olunca; böyle olur. − Şübhesiz.. − Beyim buyurun − Hasan değiştiriver zar kırık bununla oyun Olur mu?.. − Sahi kırıkmış!.. − Ne dersin Osman Bey?.. − ?... − Ayol bugün ne kadar çok düşündünüz.. − Ha… şey… Sabahleyinki havadis biraz biçimsizdi… Canım sıkıldı da.. − Lakin düşündüğün şimdi Tuhaf değil mi? Tabi’i ceridedir dolacak! Çatalca nerde bizim kahve nerde! Keyfine bak… * * * ---- AVRUPA ULEMASININ SUALINE CEVAB ---- Şurası da muhakkaktır ki nev’-i insanın meşhudumuz olan bu alemde zuhuru şu mahlukatın tekevvün ve teşekkülünden sonradır bununla beraber mevcudatın efdali hilkaten tab’an maddeten ma’nen onlara müreccah olduğuna da şübhe etmemelidir. Hem de mukteza-yı kanun-ı tekamül zirve-i kemale irtika etmek cihetinden de ekmel ve etemdir. Çünkü zahiren cirm-i sağīr olan bu mahluk hakīkatte alem-i kebirdir. kud siyye ve hasa’il-i behimiyyenin merkezi hayr u şerrin mahall-i suduru ünsiyet ve vahşetin menba’ıdır. Binaenaleyh zaruridir. Şu halde nev’-i beşeri şerden fenalıktan men’ edecek bir saik bulunmazsa kendi başına haziz-i zilletten dereke-i vahşetten evc-i izzete zirve-i bala-yı sa’adete uruc etmeye kadir olamaz. Halbuki insanlar bidayet-i hilkatte tıbkı hayvanat ve beha’im-i saire gibi vahşet halinde idi: Vücudu üryan siyab-ı gafleti iktisa etmiş refakatine cehl ü amayı almış sabah ve akşam geziyor bitmek tükenmek bilmeyen sahralarda dolaşıyor; hakaik-ı eşyayı anlamaz iyiyi kötüyü fark etmez şehevat-ı nefsaniyyeye mağlub olmuş o nereye çekerse oraya gidiyor; geceyi gündüzü yalnız güneşin tulu’ ve gurubundan anlar; uyku nedir anlamaz yemek içmek kalkmak oturmak ne gibi şeyler olduğunu idrak etmezdi. Küre-i arzın mevaki’-i muhtelifesinde dolaşıyor müteaddid yerlerde geziyor ma’a haza nerede gezdiğini kendisinin ne olduğunu nerede bulunduğunu da idrak edemezdi. Evet denizleri kuşları ve sair hayvanat-ı vahşiyyeyi müşahede ediyordu. Fakat mahiyet cihetinden hayvanat ile nebatat nebatat ile cemadat cemadat ile insan arasında hiçbir fark göremiyordu. Acaba insan o devirlerde şu feza-i na-mütenahide her gece gözlerine görünen bi-nihaye ecram-ı ulviyyenin teşkil etmiş olduğu o manzara-i acibeyi gördüğü vakit hayalinde bir şey mi tasavvur ederdi? Yahud kamerin hilal suretinde başlayıp tekamül ederek bedir haline bundan sonra bit-tenakus tekrar evvelki hey’etine avdet etmesi nazar-ı dikkatini mi celb ederdi? Yoksa husuf ve küsuf hakkında di? Hayır hayır! Bunların hiç birisi onun hayalinden geçmezdi. Şu halde o vakit insan hangi şeyi tasavvur ediyor ne gibi bir mes’ele üzerinde tefekkür ediyordu? O zaman tesadüf ettiği hayvanat-ı za’ifeyi parçalayıp yemekten başka bir şey düşünmüyor kendisinden kavi olanların karnına girmemek mağaralara ağaç koğuklarına iltica etmekten başka bir şey tefekkür etmiyordu. Tasavvur ve tefekkürü yalnız bunlarda değildi belki bununla beraber şehevat-ı nefsaniyyesi galebe ettiği gibi teskin-i şehvet için tesadüf ettiği kimseler ile akd-i mu’arefe etmeyi de tasavvurdan çıkarmazdı. Hasılı ihtiyacat-ı hayvaniyyeyi kaza şehevat-ı nefsaniyyesinin emrini ifa etmek için yapabildiği her şeyi icrada tekasül göstermezdi. Hatta bu uğurda öz kardeşini bile katl edip parçalamaktan çekinmezdi. Madem ki iş bu merkezde idi o halde alem-i insaniyyetin emr-i maaşında tarik-ı müstakīme hidayet hayatını fe-i ta’limiyyede en doğru usule irşad kendisinin hayvanat-ı saire üzerine rüchanını beyan edecek –kanun-ı tabiatten başka– diğer bir kanuna muhtac olduğu bila-şübhe tahakkuk ediyor. Çünkü insan hayvan olduğu cihetle daima hevasına ittiba’ te’ati-i hile kizb zulüm te’addi gibi ahlak-ı mezmumeye meyyaldir. Binaenaleyh insan başıboş bırakılacak olursa hal-i vahşetten ebediyyen ayrılamaz. Lakin kendisi için menfa’atli olan şeylere hidayet edecek bir hadi savab olanları gösterecek bir mürşid hasıl olursa secaya-yı kudsiyyesinin feza’il-i ihtirasat-ı behimiyyesi üzerine galebe etmesiyle derecat-ı medeniyyenin zirve-i balasına irtika edeceği muhakkaktır. Akıl ve şu’uru yerinde olan her ferd bu mesrudattan bila-şübhe anlar ki: insan için hal-i hazırda görmekte olduğumuz bu kadar terakkıyat-ı azime gün be-gün meşhudumuz olan iktişafat-ı hakīkıyye ukūl-i beşeri hayretler içinde bırakan bunca ihtira’at insanı sair enva’-ı hayvanat üzerine mümtaz kılan sani’-i muhtarın asar-ı bedi’asını idrak etmek meziyeti ancak kanun-ı tabiatin fevkinde bir kanun onun gayrı bir sa’ik ile husule gelebilir. İşte bu kanuna hükema kanun-ı medeni ehl-i şer’ de din diyorlar. Bu kanun-ı medeni ve diniyi te’sis etmek için de Fa’il-i Muhtar hazretleri; beşeriyetin sa’adet ve selameti için çalışacak vefret-i akl cevdet-i fikr hüsn-i tasavvur ile bulunduğu asrın insanlarına fa’ik olduğu gibi hiss-i vicdani ittiba’-ı hak iltizam-ı hakīkatte de onlara rüchanı olan bir takım kimseleri ihtiyar eyledi. mahsus isti’dad ile mütenasib olan sadık hisleri doğru fikirleri ta’bir-i diğerle onlara bahş edilen vahy-i ilahi ilham-ı rabbani mikdarınca nev’-i beşeri zaman ve mekanın icabı hal ve maslahatın iktiza ettiği şeylere sevk ve irşad ile onları tedricen hal-i vahşetten tahlis ederek görmekte olduğumuz şu hal-i makbule ahlak-ı kamile-i müstahseneye isal ettiler. Bu rical-i kiram hazeratının her birisine ıstılah-ı hükemada mü’essis-i medeniyyet lisan-ı şer’de nebi ıtlak olunur. Binaen ala zalik şu hakīkat de tezahür ediyor ki: Fen ile şer’ yek-diğerine mukarindir yek-diğerinden iftirak edemez. Hem şeriat fünun-ı şetta mecmu’ası olduğu gibi fünundan tahallüf de etmez fen ise bundan ancak bir şu’bedir. Mesela: Insanları tarik-ı hidayete sevk onlara medeniyeti te’sis ve ta’lim etmek için gelen nebi ve mü’essis-i evvelin ifa etmeye çalıştığı en birinci vazife insanları üryan her tarafı açık olarak yeryüzünde dolaşmaktan men’ hayvanat-ı saire gibi tesadüf ettikleri her şeyi yemekten nehy etmek olmuş ve bu hususta son derece sarf-ı gayret ederek onları velevki ağaç yapraklarıyla olsun tesettüre yine o yapraklardan ekl ettirmeye kadir olabilmiştir. Zira o zaman hiç şübhe yok ki cem’iyet-i beşeriyye levazımat-ı medeniyye ve zaruriyat-ı man fabrikalar yok sanayi’ ve ticaret ma’lum değil ki çuha keten ve mensucat-ı saireden elbise yapmakla emretsin! Bundan sonra mürur-ı zaman ile efkar tevessü’ ederek haseneyi ma’rifet menafi’i fehm etmeye kesb-i isti’dad ediyorlar. Bunun üzerine gelen ikinci nebi –ki bunun gelmesine alem-i insanide ihtiyac görünüyor– kendisinden evvel geçen nebinin vaz’ ettiği kanunu tevsi’ evvela idrak etmekten aciz oldukları umuru onlara ta’lim onların anlamaları için sarf edeceği sözleri evvelkilerden daha vasi’ bir surette telkīn ediyordu. Bu nebinin devrinde bulunan insanlar o dereceye hal-i vahşeti tahattur ettikçe istihza ile gülmekten kendilerini alamazlardı. Çünkü tekemmülat-ı arziyye terakkıyat-ı zamaniyyeden fikirlerde hasıl olan intibah nebiyy-i saninin birçok ahkamı tebliğ ve telkīn etmesine müsa’ade ediyordu. Bundan sonra geçen müddet zarfında efkar-ı beşer daha ziyade tevessü’ etmesiyle nebiyy-i diğerin gelmesine intizar olunuyor. Bu zaman gelen nebi –idrak-ı beşerin za’fı sebebiyle– evvelki nebilerin tebliğe muvaffak olamadıkları birçok ahkamı tebliğ ederek insanları daha ziyade irşada muvaffak oluyor. Ma’a haza bu enbiya-i kiramdan her birerlerinin zamanında kendilerine tebliğ edilen ahkamı telakkī etmek değildi. Bunlar tebliğ edilen ahkamı kabul etmeyerek zillet ve vahşeti hoş görüyor inad ve temerrüdden mücanebet etmiyorlardı. İşte saha’if-i tarihiyye ve kütüb-i mukaddesede küffar namı verilen kimseler bunlardır. Daha bir zaman geçtikten sonra gelen dördüncü bir nebi taksim edip bir kısmını binmeye diğer kısmını yemeye ayırdığı gibi muzır olanların öldürülmesini bunlardan hiçbir şeye yaramayanların da kendi hallerine bırakılmalarını emrediyor.. nev’-i beşeri tedricen meşhudumuz olan terekkiyat-ı azimeye Vakta ki Hazret-i Musa’nın kudümüyle saha-i dünya te şerrüf etti. Daire-i temeddün evvelki peygamberlerin zamanına nisbetle pek ziyade tevessü’ cem’iyet-i mütemeddinenin efradı da tekessür etti. Medeniyet intizam terakkī ederek ticaretler san’atlar meydana geldiği gibi Hazret-i Isa zamanında da bittabi’ daha ziyade ileri gitti. Şu halde denebilir ki bu nebilerin zamanı evvelkilere kıyas olunmaz derecede mütefevvik idi. Ma’amafih bu suretle terakkī evvelki nebinin nakıs olduğunu iktiza etmediği gibi onun şerefini de ihlal etmez. Çünkü yukarıda da söylediğimiz vech hümüne münasib olan ahkamdan başkasını tebliğ etmiyorlardı. Kezalik bir peygamberin zamanında bir şeyin emri yahud nehyi ihmal edilip de ondan sonra gelen peygamberin onu nazar-ı dikkate alması nebiyy-i evvelin zamanında o şeyin mübah yahud haram olduğuna haml etmek de doğru değildir. Şu halde bunu neye haml edeceğiz diyeceksiniz değil mi? Evet nebiyy-i evvelin o mevad hakkında hiçbir şey söylememesi o zaman ondan daha ehem bir şeyin tebliği zarar ve ziyan cihetinden ondan daha büyük bir maddenin def’i ile meşgūl olmasından naşidir. ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- Tefsirde İbni Abbas’tan rivayet olunan şeye gelince: Zaten bunun pek çokları mevzu’dur sahih değildir. Çünkü bu Kelbi Süddi Mukatil bin Süleyman gibi hadis vaz’ etmeyi kendilerine iş edinen kezzabin vazza’in tarikıyla mervidir. Bunu Hafız Süyuti zikr ettiği gibi Şeyhü’l-İslam İbni Teymiye de ondan evvel söylemiştir. Belki İmam Ahmed bin Hanbel’in –rahmetu’llah– kavlinden yegane maksad bu gibi yalancıların İbni Abbas’tan ettikleri rivayet naklettikleri tefsirdir. Bazı muhaddisin de; Ahmed bin Hanbel bu sözüyle içinde kasas ve hikayat ziyade nakılinde adalet mefkūd bulunmasından dolayı gayr-ı mu’temed olan şu ma’ani-i selasedeki kütüb-i mahsusayı murad ediyor diyerek bunların tefsirini de bu kabilden zikr ettiler. Hatta Kelbi’nin tefsiri hakkında Ahmed bin Hanbel’den dediğini de naklediyorlar. Sonra yine diyorlar ki tefsirinde ehadis-i mevzu’a nakleden müfessirlerin tefsirinin adem-i mevsukiyyeti bil-me’sur sabittir; Sa’lebi Vahidi Zemahşeri Beyzavi’nin tefsirleri de bu kabildendir. Kur’an ’ı huruf ile tefsir hakkında nakil sabit olmadığını muhaddisin-i kiram hazeratı kütüb-i mevzu’atta merfu’an beyan ederek bunu millet-i İslamiyyede fiten ve fesad vaki’ olduktan sonra mübtedi’anın vaz’ ettiği şeylerle temsil ettiler. Mesela: “Ha-mim-ayın-sin-kaf” nazm-ı celilinin tefsirinde “Ha” Ali ile Muaviye’nin muharebesine “mim” Mervanilerin “ayın” Abbasilerin “sin” Süfyanilerin velayetine; “kaf” da Mehdi’nin kudretine işarettir dediler. Bir de “ayın” azabu’llah “sin” sünnet ve cema’at “kaf” da ahir-i zamanda çıkacak olan fena bir kavimdir dediler. Ulema diyor ki: Bunun hepsi mevzu’dur batıldır. Rivayeten batıl olduğunda bu kadarla iktifa ederiz. Dirayeten batıl olduğuna gelince: Maktu’ olan hadisin delaleti nasıl sahih olabilir? Bu delalet için ma’ruf olan ne bir had vardır ne de resm. Zira her bir harf; o harflerin bulunduğu her hangi kelimeden olursa olsun alınmak mümkündür. Çünkü bunları ahz etmek için ne vaz’i ne akli ne de tab’i hiçbir kaide yoktur. Bu surette bu harflerle iman üzerine olur. Bazen felaha bazen de hüsrana işaret olunur. İşte görüyorsun ki bu kabil şeyler Kur’an ’ın onlardan münezzeh olması vacib olan hezeyandandır. Mukallid: –Bu izahatı hem güzel yaptın hem de isabet ettin. Bundan sonra evail-i süverdeki huruftan hüküm çıkarmak cem’ ederek mecmu’undan yahud mükerreri ba’de’l-hazf geriye kalandan kelam terkib etmektir. Bu hurufun mühmel yahud mu’ceminden bir takım umur-ı gaybiyye istinbat eden insanlar vardır. Fakat ben bu hususta sana karşı itale-i kelam etmek istemiyorum. Çünkü sen zannımın fevkinde vasi’ fikirli geniş mütalaalı bir müdekkik olduğun hissolunuyor. Binaenaleyh bu babda fikrin nedir? Muhakkık:– Bu tarik de evvelkiler gibi fasiddir. Bunu anlatmak edeceğim ki o da şudur: Bazı gulat-ı revafız bu huruftan mükerreri ba’de’l-hazf cümlesini istinbat ederek bununla Hazret-i Ali radıyallahu anhın risalete Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemden ehak olduğunu istidlal eder. Sonra bu cümle ile istidlal edilmekte olan ma’ani-i fesadiyye ümera-yı askeriyyeden birinin sami’asına kadar gider. Bunu Kudret ve takati kalmaz. Bunun üzerine bir hile ile bu cümleyi ehl-i sünnet mezhebine muvafık bir tarza tahvilini taleb ederse de buna çare bulamaz. Bilahare bunu bir zat bazı zeki ulemaya delalet eder o alim-i fazıl da ona şunu yazar: “İşittim ki; bazı rafıza Kitab-ı Mecid’in evaili ile oynayarak kendi tahmin ettiği gibi halt edip me’lufunu tağyir ma’rufunu tenkir etmiş sonra da bundan risalete Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den daha layıktır” fikr-i fasidi mu’tekad-ı kasidi üzerine istidlal etmiş. Ona karşı cevab olarak deriz ki: Ne zaman evail-i süveri aramızda hüküm ittihaz edip de senin zu’m-ı fasidin vechile onlardan bir takım hükümler istihrac edecek olursak hiç şüb he yoktur ki daima evail-i süver eşirraya karşı hıyar-ı ümmete yardım eder mutlaka ashab-ı cennet ile ehl-i nar beynini temyiz eder. İşte evail-i süver! Kur’an ’a ondaki fesahat ve belağata i’caz ve beyana muhatab olanlara lisan-ı hal ile söylüyor ki: Bu istinbat Şiiler için kadimdir ancak onlardan mu’tedil olanlar bununla Ali’nin nübüvvete değil hilafete ehak olduğunu tefsirinde şöyle diyor: “Zara’ifdendir ki bazı şia bu huruf ile Hazret-i Ali kerremallahu vechehu’nun hilafetine isti’nas ettiler. Çünkü bunların mükerreri atıldıktan sonra geriye kalandan Ey Sünni! Sen de bu huruflar ile bulunduğun mezhebi sonra Şiiye hitab ve onu tezkir edecek bir şey çıkarmak mümkündür ki o da şudur: İşte bu harf be-harf onların zikr ettiğinin mislidir. İstersen dersin. Zannedersem bu daha iyi daha latiftir”…! Mukallid:– Bunu da iyi izah ettin! Ben zannetmem ki hesab-ı cümeli bütün bütüne inkar edesin. Zira bu kadim bir isti’maldir. Ebi Aliye radıye anhdan rivayet olunuyor: Bu zat hadis-i Yehud ile istidlal ederek evail-i süverin akvamın müddet ve ecellerine delalet ettiğini söylüyormuş. Hadis-i Yehud da şudur: Hazret-i Peygamber’in yanına Yahudiler geldiği gibi onlara yalnız “elif-lam-mim [yani] el-bakara”yı okudu. Onlar da hepsi bu kadar zannederek “müddeti yetmiş bir sene olan bir dine nasıl dahil oluruz” dediler. Hazret-i Peygamber tebessüm etti. Dediler ki başka var mı? Peygamber dedi ki “elif-lam-mim-sad elif-lam-ra elif-lammim-ra” Yahudiler dediler ki: Hepsini karıştırdın binaenaleyh hangisini alacağımızı şaşırdık. Evail-i süverdeki huruftan istinbat-ı ahkama bu hadisin delalet etmesinin vechi ise onların istinbat ettikleri ahkamı bila-i’tiraz ikrar ederek ala vechi’t-tertib “elif-lammim-sad” ve sairlerini de kıraete mecbur olmasıyla sabittir. Hazret-i Fatih’in eyyam-ı saltanatlarında Mora’ya vukū’ bulan seferde Vezir-i a’zam Mahmud Paşa tali’a fırkasıyla azimet eyledi. Lakin asakir-i İslamiyyenin vusulünden evvel Frenkler Mora’ya çıkıp Germe hisarını ta’mir ve tahkim ettikten sonra Mora muhafızı bulunan Sinan Bey’in kapanmış olduğu Gördos Kal’ası’nı muhasara eylemişlerdi. Sinan Bey fena halde sıkılıp şayed bir müddet daha tedafü’i hareketle mahsur kalacak olsa kal’ayı düşmanın istila edeceğini anladığından huda’-ı harbiyyeye süluk ile bir gece yüz kadar güzide Osmanlı dilaverini bağteten Frenklerin kal’a halkının harice hücum etmek ihtimalini hiç bir vakitte hatırlarına getirmedikleri ve vezir-i a’zam ordusunun karib bir mahalle geldiği ma’lumları olduğu cihetle geceleyin üzerlerine gelen askerin sadr-ı a’zam ordusu olduğuna zahib olarak bu evham ile yüz kadar asakir-i İslamiyyenin müdafaasına muktedir olamayıp münhezim ve perişan oldular. Bu aralık Mahmud Paşa dahi vasıl olarak Germe hisarını bi’s-suhule teshir ve Frenkleri ta’kīb ve tedmir ettiğinden bunların bakiyyetü’s-süyufu güç hal ile sefinelere binip savuştu. Sultan Süleyman Han-ı Kanuni hazretleri Rodos Kal’ası’nın fethi için külliyetli askerden müretteb olarak kal’a-i mezkure üzerine bir ordu sevk buyurmuşlar ise de ahz u teshiri hayli müddet uzamış olması askerin me’yusiyetini mucib olup yolsuz hareketlere tasaddi ve mücaseret eylemiş olmaları infi’al-i şehriyariyi müstelzim bulunarak on beş bin asker istishabıyla ordu-yı hümayunlarına iltihak ve kal’a-i mezkure pişgahını teşrif buyurarak vusulleri günü orada mevcud askerlerinin eslihalarını ba’de’n-nez’ huzur-ı şehriyaranelerine celb ile bil-istishab getirdikleri müsellah asker huzuruma gelmeye ruhsat verir idim. Çünkü silah taşımak ancak şeci’ ve cesur erkek adamlara yaraşır. Siz şimdiye kadar silahınızın hakkını veremeyip silah taşımaya liyakatsiz bir takım avrattan korkak adamlar olduğunuzu harekat-ı vakı’anız isbat etti. Hayf size olsun ki etrafınızı bahr ihata etmemiş ve kaçmaya bir yer bulunmuş olsa idi hasmı görmezden evvel şimdiye kadar firar ederdiniz. Sizleri te’dib ve emsalinizi terhib edecek vechile ceza-yı ma-yelikınızı icra edeyim de halinizi görünüz. Deyü ol askere bir tavr-ı münfa’ilane ve gazubane ile hitab buyurduklarında mezkur müsellah bulunan asker tenbih olundukları vech üzere derhal hamil oldukları palalarını çekip bunların üzerlerine hücuma ibtidarda ferman-ı şehriyariye müterakkıb olmuşlar ve ol halde hazır olan vüzera-yı retlerinin ayaklarına kapanıp cürm ü kabahatlerinin afvını niyaz ve temenni ve artık uğur-ı padişahide can feda ederek hizmet eyleyeceklerine tekeffül ve şehadet eyledikte: – Artık cezalarının icrasını şimdilik te’hir ve kabahatlerinin kamilen afvı hususunu Rodos Kal’ası’nın a’dadan ahz u fethine ta’lik ettim. Deyü emir ve ferman buyurmuş olduklarından asakir-i merkūme bir elden himmet ile kal’a-i mezkurenin feth ü teshiri müyesser olmuştur. Esbak Bursa Meb’usu Geçen ta’til Üsküb’e gitmezden evvel “ Hak ” ünvanıyla yazdığım silsile-i makalatta Avrupa halkının efkarını idare eden feylesofların “hak” üzerine yürüttükleri mütala’at-ı muhtelifeyi cem’ ve telhis etmiş ve nihayet bunların içinde “kuvvet”in tahakküm ve teğallübüne kail olmayanlar bulunmakla beraber bugün garbda –ba-husus şarka– Müslümanlığa aid mesailde– nafiz ve faysal-ı umur olan nazariyye; “hak kuvvettir” düsturundan ibaret olduğu için bizim de böyle düşünenlere “hakk”ımızı ancak “kuvvet”imizle teslim ettirebileceğimizi binaenaleyh kuvvetlenmek daima kuvvetlenmek lazım geleceğini arz etmek istemiştim. Müteakiben vaktiyle yine garbın bu düsturu sayesinde bir hüviyet-i siyasiyye kazanabilen Avrupa’daki küçük fakat derd-mend-i ta’azzüm ve tecebbür komşularımız “hak” diye ortaya atıldılar biz de “hak” diye feryad ediyorduk. Bizim ve onların da’va-yı hak-hahımız Avrupa’nın vicdan-ı siyasisinde akisler bırakıyordu. Artık vakti gelmişti. Senelerden beri Şark Mes’elesi’ni halletmek için bir siyasinin hüceyre-i dimağiyyesinden öbürüne atlayan ve gizlenen her penahında –müddet-i müsaferetine göre– yal ü bal kerr ü fer kazanan cemal ve kemal mu’adile-i adl-ferması ortaya fırlatıverdi. Şimdi “hak” diye bağıran ağızlar “harb kuvvet” diye haykırmaya başlamıştı. Harb oldu kuvvetler –kısmen– çarpıştı ve “hak kuvvettir” düsturu kim bilir kaç bininci milyonuncu def’a olarak ca-yı tatbik buldu. * * * Hoca merhumun dediği gibi “yorgan gitti gavga bitti.” Elimizden zorla yorganımızı almak istediler üzerimize birden saldırdılar. Yorgan bizim hakkımızdır diyorduk onlar “Hayır bizim” diyorlardı. Döğüştük boğaz boğaza geldik. Boğazımızı sıktılar biz de durmadık.. Lakin bir kere yorgan da ellerine geçmiş oldu. Şimdi düşüneceğimiz mes’ele: Biz yorganı vermeyeceğiz döğüşeceğiz dediğimiz zaman boyumuzu bosumuzu gücümüzü kuvvetimizi ölçmüş denemiştik kendi kendimize “Bu dünkü kapı kullarımıza yorgan mı? Bir karışını bile vermeyiz. Ellerindeki bile bizim hakkımızdır. Biz onu geri almaya bakalım” diyorduk. Hesabımız yanlış mı idi? Hayır bin kere hayır… Biz “hak kuvvettir” düsturunu başımızdan gelen geçen derdlerle iyice anlamıştık. Dişimizden tırnağımızdan arttırdığımızı hele dört seneden beri bu uğurda sarf ettik. Askerimiz vardı bu askerin topu tüfengi elbisesi her türlü levazımı vardı… Hemen hemen hiç eksiği yoktu. Hele karşımızdakilerden bir kalır yerimiz mi vardı? O halde bize ne oldu? Mademki kuvvetimiz vardı hak da bizim olacaktı galib gelecektik. Bu neticenin tahmin hilafında çıkması iki sebepten ileri gelebilir: Hakkımız yokmuş. Kuvvetimiz yokmuş. Birinci şık şayan-ı ihmal olmamakla beraber bizi pek ziyade işgal edecek tereddüdlere düşürecek bir mahiyette değildir. Çünkü her halde ortada bir hakkımız vardı. Biz Rumeli’yi kanımız bahasına kazanmıştık. Ekseriyet-i nüfusu müslüman halk teşkil ediyordu. İyi kötü idare edip duruyorduk. Kendi başımıza bıraksalar bizi şaşırtmasalar ne yapıp yapacak nihayet güzel bir idare kuracaktık. Her halde gözümüz açılmıştı. Ah asıl komşularımızı yıldıran da bu olmadı mı ya?!.. Hasılı hakkımıza kimsenin diyeceği yoktu Avrupa bile “sizin burada bir hakkınız yok beyhude kan dökmektense buradan yavaş yavaş çekilmenin yoluna baksanız…” sözünü açıkça söyleyemedi. vet” deyince anlaşılıyor ki biz hep toplar tüfenkler dritnotlar tayyareler düşünmüşüz. Trablusgarb’da bir seneden beri bu nevi’ vesait-i harbiyyenin en mükemmeliyle mücehhez bir orduyu aczden acze düşüren kuvveti hiç düşünmemişiz. Ben Üsküb’te Kumanova’dan ric’at edip de Üsküb’te de dikiş tutturamayan askeri gözlerimle görünce; sukūttan bir buçuk ay sonra İstanbul’a geldiğimde o nevi’den birçok menakıb-ı fezahat ile kulağım kalbim dolunca artık bizdeki yoksulluğun maddi olmadığına iman ettim. diye başladım. Bizde olmayan kuvvet “ahlak” ile tefsir olunan kuvvettir. Açıkça derdimizi anlatacak ve dinletecek zaman bu sefer de gelmediyse artık kıyamete kadar gelmez beyhude beklemeyelim. Sırbiye –Macaristan– Romanya tarikiyle İstanbul’a gelirken yollarda Avrupa halkıyla olan temaslarım müşahedat ve hissiyatım bir de kendi hakkımızda bildiklerim kendimizde gördüklerim yan yana gelince: Bürhan-ı hissi ile birçok feza’il ve mekarim-i İslamiyyenin Avrupa’ya geçtiğini birçok fezayih ve seyyi’atın da bizim diyara teheccür ettiğini anladım. Bizi bu hale getiren avamil-i felaketin başlıcası ahlaksızlık olduğuna bi-hulusi’l-bal i’tikad edelim. diyen Peyamber-i feza’il-perver o “huluk-ı azim”; bu gün ümmeti olmak da’vasında bulunan şu mütefessihü’l-ahlak kitle-i mevta-misali hiç şübhe yok kabul etmez. Müslümanız diye yok yere Allah’ı aldatmaya kalkışmayalım. Kadir-i mutlak aldatılmaz olduğunu Cenab-ı Hak bu kitabla bir takım akvamı mazhar-ı terakkī diğer bir takımlarını da duçar-ı inhitat eder buyuruyor. Biz ikinci takımdan olacak gibiyiz. Bu gidiş onu gösteriyor. Şahsi faziletlerin en büyüğü “ma’rifet-i nefs”dir. Bu haslet cem’iyetler için de bir fazilettir. Bir millet her şeyden evvel kendini tanımak faziletini kazanmalıdır. Ma’a’l-elem bizim ilk dereke-i cehaletimiz buradan başlar. Artık mazinin mefahiri ile oyalandığımız yeter. Çürümüş kemiklerden imdad beklemek ayıbtır günahtır. “Ziyaret-i kuburda gördüğümüz tekasür bizi yoldan çıkarmasın oyalamasın” Harbden sonra korkulan en büyük felaket “sen yaptın ben yaptım” diye birbirimize girmektir. Tali müsebbibleri evliya-yı umur bulsun onun vazifesi budur. Millete teveccüh edecek vazife de kendi hisse-i mes’uliyyetini araştırmak hatalarını tashih etmektir. Çünkü işin doğrusu bu felakette her ferde hey’et-i ictima’iyyedeki mevki’ine göre bir hisse-i itab düşer. Hiç kimse bundan kurtulamaz. Millet bunu takdir ettiği dakīkadan i’tibaren halasa doğru yürümeye başlamış demek olur. Böyle olmaz da her ferd yine la-yuhtilik aba-yı pür-riyasına bürünürse veyl bu ümmete… Fahru’r-rüsül buyuruyor ki: “Sizden evvelkilerin sebeb-i helaki şu oldu: İleri gelenlerden biri hırsızlık etti mi ağızlarını açmazlardı kimsesiz biri böyle bir cür’ette bulundu mu duçar-ı ceza ederlerdi.” Tam bizim halimiz… Senelerden beri “kanun kanun adalet…” diye feryadımızın işte ruh-ı me’ali… Fakat biz bu fazilet-i medeniyyeyi kendimizde ailemizin içinde tatbika başlarsak haricte de bekleyebiliriz. Kendimizde olmayan faziletleri cem’iyetten beklemeye hakkımız yok. Bir de hiç istemeyerek dört senedir şu memleketi için siyasi fırkalar varmış. Bunların sunuf-ı muhtelife erbabından mensubini de bulunuyormuş. Uzaktan seyircisi olduğum bu mudhikenin bir faci’aya müncer olacağına kemal-i imanım vardı. Çünkü doğrusunu söyleyeyim kendini pekiyi tanıtan memleketimizde böyle bir şey olmadığını bunun vatanımıza laptan ibaret bulunduğunu pek a’la kestiriyordum. Hadisat bunu isbat ettiği son felaket artık bu da’valarla uğraşanları hayaya da’vet eylediği halde avdetimde hala payitahtta “fırka” kelimesinin efvah-ı enamda mecal-i kīl ü kal bulduğunu görmek bed-bahtlığına da ma’ruz kaldım. Böyle şeylerle uğraşan tava’if-i atıla düşünmeli ki bu kara yüzlü izmihlalin baş sebebi o bi-ma’na da’vadır. Hasılı bundan sonra olsun artık herkes vazifesi başına koşmalıdır. Vazife hissi bizde pek çok hakaretlere uğradı ve bu yolsuzluk ahlaksızlığa yol açtı. Peygamberimizin buyurduğu gibi artık “cihad-ı asgardan cihad-ı ekbere rücu’ edelim.” En büyük düşmanımız olan ve yek-diğerinin valid ve mevludü bulunan su’-i ahlak ve cehle i’lan-ı harb edelim. Felah bu muharebede kazanılacak zaferdedir. MANASTIRLI EL-HAC İSMAIL HAKKI EFENDI Müteka’idin-i askeriyyeden Sancakdar Yüzbaşı İbrahim Efendi’nin sulbünden sene-i hicriyyesinde Manastır’da tevellüd etmiştir. Mukaddemat-ı ulumu Manastır’da ibtidai mektebinde ve kısmen cevami’ ve medarisde gördükten sonra Dersaadet’e gelerek evvela merhum Mustafa Şevket Efendi’den tahsil-i ulum-ı Arabiyye’ye ibtidar ba’dehu huzur-ı hümayun mukarrirlerinden Tikveşli el-Hac Yusuf Ziya Efendi hazretlerinden tederrüsle tekmil-i nüsah ederek de tedrise başlayarak üç yüz sekiz sene-i hicriyyesi Cumade’l-ahiresi evahirinde dürus-ı mürettebeyi hadd-i hitama sene-i hicriyyesi Ramazan’ında Dolmabahçe Valide Sultan Cami’-i Şerifi’ne va’iz ve şeyh ta’yin olunmuş ve ondan sonra mu’tad olan silsileyi kat’ ederek Ayasofya Cami’-i Şerifi va’izliğine irtika etmiştir. sene-i hicriyyesinde Mekatib-i Askeriyye Nezareti’nce Eyüb Rüşdiye-i Askeriyyesi Arabi muallimliğine ta’yin ve senesinde Mekteb-i Hukūk’ta ilm-i fıkıh tedrisine me’mur edilmiş olup senesi akaid-i İslamiyye muallimliği ihale edilmiştir. senesinde Mekteb-i Mülkiyye-i Şahane ilm-i tefsir ve hadis ve kelam muallimliğine ta’yin edilmiş olup senesinde te’sis ve küşad olunan Darülfünun Ulum-ı Aliyye Şu’besi ilm-i tefsir-i şerif muallimliği de ilaveten uhdesine tevcih kılınmıştır. Bilahare Ulum-ı Aliyye Şu’besi’ne ilave edilen hikmet-i teşri’ dersi de uhdesine verilmiştir. senesinde de Mekteb-i Tıbbiyye-i Askeriyye akaid-i diniyye muallimliğine ta’yin olunarak birkaç sene tedrisatta bulunmuştur. Zi’l-ka’de’sinde uhdesine Meclis-i A’yan a’zalığı tevcih buyurulmuştur. Ahiren Evkaf Nezareti’nce te’sis olunan Medresetü’l-Va’izin’de Merhum-ı müşarun-ileyh Arabi ve Farisi ve Türkçe lisanlarında kitabet ve tekellüm ettiği gibi Bulgarca da tekellüm eder idi. Akaid-i İslamiyyeye dair Meva’idü’l-İn’am fi Berahini Akaidi’l-İslam ve menakıb-ı Ebi Hanife’ye aid iki cildden lamiyyeyi müdafaa için on sekiz cüz’ üzerine müretteb Risale-i Hamidiyye akaid-i İslamiyyeye dair Kaside-i Nuniyye Şerhi nikaha dair Mesailü’n-nikah fi Vesaili’l-Felah muhtasarca Doktor Dozy’nin Tarih-i İslamiyyet nam kitabına karşı reddiye olmak üzere Hak ve Hakīkat nam eserleri tahrir ve neşr etmiştir. Risalemizde ve sair bazı ceraid-i yevmiyyede muhtelif makaleleri de vardır. Üçüncü rütbeden Osmani ve Mecidi nişanlarını hamil hiç birini ha’iz değil idi. ZIYA’-I ELIM A’yan a’zasından Manastırlı İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin sekte-i kalbiyyeden irtihal-i dar-ı beka buyurdukları bu hafta zarfında varid olan payitaht gazetelerinde okundu. Bu haber-i mü’essif Bursa mehafil-i ilmiyyesinde pek derin teessür uyandırdı. Müşarun-ileyhi tanıyanlar meftun-ı kemalatı bizzat şeref-yab-ı mülakat olamayanlar ise bilhassa ceride-i İslamiyyeleriyle vukū’ bulan neşriyat-ı mürşidaneleri hasebiyle mebhut-ı fazl u irfanı idiler. yetiştirmekte pek mümsik davranan asr-ı ahirde yetişmiş ve hakayık ve gavamız-ı diniyyeyi layıkıyla tetebbu’ ve tefahhus ve medeniyet-i garbiyyeyi de lazımı vechile tedkīk etmiş erbab-ı dehadan nadiru’l-vücud bir zat-ı sütude-sıfat olduğundan vefatı alem-i İslam için cidden büyük zayi’attandır. NIDA-YI TEESSÜR Ey kainat-ı afile-i fazl u ma’rifet! Matem tutar: Zıya’na.. irfan-ı memleket!.. Ruhum teessürat-ı ufulünle: Zar zar... Munis nigah-ı feyzinin: Envarı.. Tabdar!.. Sarsıntılar mı hep bu muhitin mukadderi?.. Güldürmüyor.. Huda; bu muhit-i mükedderi!.. Çeşman-ı şevkın: Ufk-ı ma’ali-kevakibi Gaybubetinle! Ağlayacaktır.. Heva gibi!. Encüm kadar meşa’il-i ilmin ki: Hatıren.. Avize-i sema gibi: Sönmez mü’ebbeden!... * Mehmed Nuri el-Mardini FAZIL-I MERHUM MANASTIRLI İSMAIL HAKKI ---- EFENDI HAZRETLERININ YAZISI. ---- Fazıl-ı şehir-i cennet-masir Hacı İsmail Efendi hazretleriyle Manastır’da merhum Hafız Yahya Efendi’den Eski Cami’deki mekteb-i ibtidaide ve ba’dehu Hamzabey Mahallesi’ndeki Mekteb-i Feyziyye’de merhum Debreli Hacı nemizde hasıl olan muhabbet-i hakīkıyye mertebe-i gayede müş olan Debbağ İsmail Efendi’nin zanu-zede-i ta’allümü olmağla Kur’an-ı Kerim ’i tilavette ve hüsn-i hatta yekta idi. Hacı İbrahim Efendi merhum ise Vidinli merhumun birinci mücazlarından olmağla fazl u kemali mertebe-i balada idi. Hacı İsmail Efendi hazretleri hin-i şebabında esbak suleha-yı ümmetten ve hatta mazanna-i kiramdan Müfti-i esbak merhum Hacı Mustafa Efendi hazretlerinden sarf ve nahiv görüp daha on sekiz yaşında iken Manastır’da Hacı Salih Cami’i’nde ikindileri Ruhu’l-Beyan ’dan Ramazan-ı şerifde va’za çıkmış ve sami’ini engüşt ber-dehan-ı tahsin ve du’a etmiş hatta herkes maşaallah diyerek enzar-ı felaket-disardan sakınmaya kadar varmış idi. Müfti-i esbakın irtihali üzerine Haydar Gazi Medresesi’ne gidip merhum Süleyman Efendi’den tederrüsatta bulunduysa da onun da irtihalinde Ohri müftüsü iken Hamzabey Mahallesi ahalisinin asar-ı hamiyyeti olarak i’tasını taahhüd eyledikleri şehri altı yüz guruş maaşla Debreli merhum Hacı İbrahim Efendi’nin müderrisliğine geldiği Feyziye Medresesi’nde okutmaya başladığı Celal mantık sarf fıkıh derslerinden fazıl-ı şehir-i merhum Tasavvurat dersine oturmuş minin hallal-i müşkilatlığına bil-inzimam sarf okuyan bizim gibilerin derste şüreka arasında bit-tekevvün kulak misafiri olduğumuz sual ve cevablar hatırıma geldikçe hala lezzet-yab oluyorum. Fakat deha-yı muhterem kabına sığmayarak o vakit İstanbulca şöhret-yab olan Şevket Efendi merhumun halka-i fazılanelerinde bulunmak şerefine nailiyet emeliyle Debreli merhum gibi bir fazıl-ı bi-nazirin rahle-i istifazasından ayrılmak fedakarlığına katlanarak efazıl-ı ulemadan Şerif Bey Medresesi müderrisi merhum Talib Efendi-zade Abdurrahman Efendi’yle beraber Dersaadet’e gelmişler idi. Muharrir-i aciz Mekteb-i İdadi-i Askeri’ye bi’d-duhul Mekteb-i Harbiyye’ye naklen İstanbul’a geldiğimde fazıl-ı merhumun Cuma geceleri arasıra medresesine giderdim o da bazen misafereten mektebe gelirdi. Hele bir gece Hazret-i Mehdi’nin geleceği hakkında aramızda bir bahis açılıp bu babdaki asarı tetebbu’an Fatih Cami’-i Şerifi mü’ezzinleri sabah ezanını okumaya başlayınca kendimize gelebildik. Hatta o vakit uyutmayan Mehdi mes’elesine mahlul nazarıyla bakarız diye gülüşürdük. Yine bir gece pencere içinde Fransızca mükaleme kitabı Olondorf’u gördüğümde: “Hocam bu nedir?” dedim. Merhum-ı mağfur: “Sizin Fransızca biliyoruz deyü caka etmenize karşı ben de Fransızca öğreneceğim” dedi. Mektebden erkan-ı harb yüzbaşılığıyla çıkıp Üçüncü Ordu’ya me’muriyetimde Feyziye Medresesi’nden naklen Şerif Bey Medresesi müderrisi merhum Hacı İbrahim Efendi’nin dersine devamla nahiv mantık ve cüz’iyyat fıkıh ve dört buçuk sene de şerh ve haşiyeleriyle kelam ve fenn-i belağat okuyup o esnada arasıra yaz Ramazanlarında merhum-ı müşarun-ileyh Manastır’a gelip İshakiye Cami’i’nde va’z ederdi. Hasbe’l-mevsim iki saat kadar süren dersleri ezber olarak fakat tedkīkat-ı muşikafane icrasıyla takrir eder ve her dersin mü’eddası başka başka olurdu. Gördüğümüz bu hariku’l-adelik şürekadan her birerlerimizi hayrette bırakır takdir ve du’a-han olurduk. Hatta bir gün hocamız merhum Debreli cami’in bir köşesinde oturup iki saat kadar ders dinledikten sonra “yaşasın yaşasın takvadan girdi takvayı eledi bildirdi çıktı” buyurup kemalat ve feza’il-i hazreti takdir ve du’a eylemiş idi. Ve’l-hasıl feza’ili mehasini menakıbı ilim ve irfanı şa yan-ı hayret bir derecede idi. Min gayrı haddin müdiriyyeti ve riyaziye muallimliğiyle mübahi olduğum Medretü’l-Va’izin’de bir seneden beri hazret-i merhum Siyelkuti ’yi bil-iltizam müdekkıkane ve müşkilat-hallalane Kadi Bey za vi ’yi tedrisatıyla talebe efendilerin istifade-i vakı’aları bekayı namına ve rahmetle yad olunmasına kafidir. Geçen gün yerine muallim intihabı için medresemiz muallimini bil-ictima’ müte’essirane esna-yı müzakerede Usul-i Fıkıh Muallimi sabık Meb’us Hamdi Efendi Tarih-i Edyan Muallimi Ahmed Midhat Efendi’ye hitaben: “Her kim intihab olunursa olunsun merhumun yerini tutacak adam bulunmaz” diye bi-hakkın büyük kadir-şinaslık göstermiştir. Hemen Cenab-ı Mennan kendisini garik-i rahmet-i rahman ve efrad-ı ailesiyle ehibbasına da sabr-ı cemil ihsan buyursun amin. ---- HIND YOLUNDA ---- Nazım Paşa hıtta-i Irakiyye’ye vali ta’yin olunup Bağdad’a muvasalatı akībinde şakavet ve isyan ile devlet ve milleti maddeten ve ma’nen ızrar edenlerin müstahıkk-ı mücazat olup olmadıklarını bütün ulema-yı Irakiyye’den istifta eylemiş ve herkesten evvel ulema-yı Caferiyye devlet ve millete zararları dokunan kabail ve aşairin şiddetle te’dib ve tecziye edilmeleri lüzumuna dair fetva vermişlerdir. Bunu haber alan kabail artık uslu ve rahat oturup edeb ve terbiye dairesinde davranmak lazım geldiğini güzelce takdir etmişlerdi. Nazım Paşa’nın zaman-ı velayetindeki emn ü asayişin kü gerek Sünni ve gerek Şii olan kabail kendi ulemalarının fetvaları bir racül-i idare tarafından alındığına vakıf olunca artık kıpırdayamayacaklarını gereği gibi bilmişlerdir. Beş altı ay evvel İranileri cihada da’vet etmek ve kendisi bizzat önlerine düşmek üzere Necef’ten İran’a hareket etmek üzere bulunan merhum Hüccetü’l-İslam Ayetullah Muhammed Kazım el-Horasani hazretleri birden bire vefat etmeseydi Rusya Hükumeti’nin İran’daki vaz’iyeti bugün bu şekil ve tarzda olmayacaktı. Bu zatın İran ve Osmanlı meşrutiyetine pek parlak hizmetler ettiğini bugün dünya bilir. Hatta İngiltere’nin Cambridge Darülfünunu Elsine-i Şarkiyye profesörlerinden Edward Brawn kendi te’lif-kerdesi olan The Revolution of Persia İnkılab-ı İran eserinde bu zatın bir fotoğrafıyla bütün mu’amelat-ı meşrutiyet-perveranesini derc ve neşr eylemiştir. Bi-taraf bir İngilizin sena ve medayihini bile kazanan bu büyük zatın vefatı ahiren hem Osmanlı hem İranlılar için pek büyük ve fevkalade zayi’at kabilinden olmuştur. Şimdi bu zatın hem oğlu hem de bütün a’mal ve ef’al-i hasene ve hayriyyesinde yegane muavin ve refikı bulunan Aka Mirza Mehdi –Ayetullah-zade– bi-çare Necef’te Meşrutiyet-i Osmaniyye ve İraniyye’ye en son ve dehşetli darbeyi urmak isteyen bir münafıka –ki bu adamın ahlak-ı seyyi’e ve tabayi’-i müstebiddanesiyle ne yolda para mukabilinde Rusya Devleti’nin İran’daki politikasını tervic ettiğini kendi peyrevanı bulunan kabail-i Arabiyye’yi de Meşrutiyet-i Osmaniyye aleyhinde bulundurmaya sa’i olduğunu… edille ve berahin-i kaviyye ve metine ile ayrı bir makalede beyan ile rical-i hükumetin nazar-ı dikkatlerini celb edeceğim – karşı ne kadar sebat ve metanet gösterdiği halde Hükumet-i Osmaniyye tarafından kendisine kuru bir iltifat edilmemiştir. Evet merhum Muhammed Kazım el-Horasani’nin mahdumuna her Osmanlı ve İranlı ile’l-ebed medyun-ı şükrandır. Var kuvvetiyle bütün mevcudiyetiyle kelimenin bütün ma’nasıyla te’yid-i meşrutiyetle pederinin –Arab ve Acem– etba’ını Meşrutiyet’e boyun eğmeleri lüzumunu bildiren bu zata ben ve ben fikirde bulunan bütün Osmanlı kardeşlerim tarafından muhterem ve bütün müslümanlarla alem-i reşad ceride-i İslamiyyesinin safahatı üzerinde aleni teşekküratımı takdim eder ve kendisini tebcil eylerim. Bu zat ile pederini kandırmak ve elleriyle eteklerini öpmek cef’e gelip mülakat talebinde bulunduğu halde gerek merhum Ayetullah-ı Horasani ve gerek oğlu Aka Mirza Mehdi asla ehemmiyet vermeyerek konsolosla görüşmeyi bile dar tereddüd göstermediler. Fakat ma’a’t-teessüf buradan koğulan Rusya me’mur-ı siyasisi diğer bir ahlaksız dinsiz onun vasıtasıyla tervic etmekte müşkilat çekmediler. Bu zatı balada söylediğim gibi ayrı bir makale ile bütün Osmanlılara müslümanlara gösterip la’netlerle yad ettireceğim. Meta’-ı küfrü ni’met-i celil-i din-i İslam’a tercih eden böyle bir tağī bağī ve kafiri la’netlemek bile azdır. Bu mel’unun ta’annüd etmekte olduğu darbe o kadar dehşetlidir ki şimdiden Hükumet-i Osmaniyye bunu telafi etmeyecek olursa sonra hıtta-i Irakiyye’yi ecnebilerin nüfuzu altında görmek felaketine olacaktır. Caferiyyü’l-mezheb olan ulemaların evlad ve ahfadları şu’un-ı hazıraya tamamıyla vakıf bulunduktan maada müstakbel maktadırlar. Bu genç ulema-zadeler içinde öyle mütefekkir ve münevverü’l-fikr kimseler görüyorum ki cidden Sünnilik Şiilik ihtilafatını ileride pek sarih ve sade bir surette halle muvaffak olacaklarını ümid ederim. İhtimal ki alem-i İslamiyyet de nail olurlar. Bu ulema-zadeler yalnız ulum-ı Arabiyye ve diniyyenin tahsiliyle iştigal etmeyip ulum ve fünun-ı cedideyi de öğrenmeye uğraşmaktadırlar. Bunlar el-yevm intibah-ı İslam için telerine hemen her gün makaleler yazıp gönderiyorlar. Kerbela’da Necef’te bunların hem-fikirleri gittikçe çoğalmaktadır. Necef’te ve Kerbela’da yeniden mekatib-i hususiyye te’sisine de muvaffak olmuşlardır. Kerbela’daki Hüseyniyye Necef’teki Aleviyye Kazimiyye’deki Uhuvvet mektepleri bunlarla bu gibi zevat-ı kiramın mahsul-i mesaileri ve eser-i maarif-perverileri telakkī olunmaya şayandır. Fırsat ve vesile düştükçe ref’-i şikak ve nifaka cem’-i kelime-i tayyibe ve tevhid-i müslimine bezl-i himem ve mesai-i fevkalade eyliyorlar. Bunca himem-i masrufe sayesinde bugün hıtta-i Irakiyye’de Şiilerle Sünniler beyninde ciddi ve hakīkī bir ittihad ve ahenk hasıl olmuştur diyebilirim. Bu babda Sünniler de aynı zamanda çalışmakta kusur etmiyorlar. Hele Bağdad’ın A’zamiyye Nahiyesi’nin ilerigelen fazilet-mend mütefekkirleri de bu hususta cehd ve yardım eylemişlerdir. Ez-cümle A’zamiyye Mektebi Müderrisi Seyyid Abdülhadi Efendi’nin bu babdaki hidemat-ı meşkuresi herkesce vazıh ve aşikardır. Cenab-ı Hak bunların bu hakīkī İslam hadimlerinin mesai-i cemilelerini meşkur ve müsmir buyursun amin! Bana kalırsa hükumet-i meşrutamız bunlara maddi yardım ve mu’avenet eylemelidir ki devletin de millete zahir ve mu’in olduğu anlaşılsın. Caferi ve Şii ulemalarının Trablusgarb’a İtalyan hainlerinin tecavüzü akībinde bil-umum Şiilere müslümanlara hitaben neşr eyledikleri evamir ve fetava cümlenin ma’lumu olsa gerektir. Bundan başka iki ay evvel tekrar İtalyan düşmanımıza karşı kanlarının son damlası kalıncaya kadar mukavemet ve muharebe edilmesi lüzumunu mutazammın fetava ve evamir-i diniyye ısdar eylediklerinden maada Senusi hazretlerine hitaben dahi ayrıca bir beyanname ve bir mektup tahrir ve tastir ile cümlesi tarafından imza ve tahtim edilerek Trablus’a gönüllü olarak azimet eden sabık Necef Kaimmakam-ı hamiyyet-mendi Yüzbaşı Aziz Beyefendi’ye terfikan göndermişlerdi. Bu aciz muharrir Aziz Beyefendi’ye Beyrut’ta tesadüfle kendileriyle bu hususta az çok te’ati-i efkar ve hissiyata muvaffak olmuş idim. Trablus’a olan seferini vaktiyle Sebilürreşad ’a ihbar ve derc etmeyi nefs-i maslahata muhalif bulduğum için sükūt ihtiyarına mecbur idim. Şimdi ise hamd olsun iş işten geçmiş ve artık –her halde– Aziz Bey savb-ı maksuda muvasalat etmiş olduğu cihetle bu noktayı neşr ve ifşa etmekte bir be’is göremüyorum. Hasılı bütün bu vekayi’i zikr etmekten maksadım Şii ve Sünni ulemalarının himmet ve mesai-i meşkurelerini bast u izah eylemekten ibarettir. Makalat-ı acizanemi okuyan kardeşlerimin de bu zevat-ı kiram hakkında hayır-du’alar eylemelerini rica ederim. Bana kalırsa bu kadarla iktifa edilmemeli. Belki İstanbul ve Anadolu’da bulunan ihvanımızın Osmanlıların teşvik-amiz ve tebriki muhtevi telgraf ve mektupları ara sıra bura ulemalarına gönderilmelidir ki cümlemizin aynı fikirde bulunduğumuzu anlasınlar. Hindistan müslümanları her sene kendi şu’unat-ı diniyye ve kavmiyyelerini tezekkürle kendi nevakıslarını ikmal muşlardır. İngiltere hükumeti bunlara karşı asla mümana’atta bulunmamıştır. Biz de –Şii Sünni– böyle kongrenin akdine teşebbüs edersek zannetmem ki Hükumet-i Osmaniyye bizi bu maksadımızdan men’ etsin. Zira usul-i meşrutiyet dairesinde her ferd her unsur her millet hürriyet-i kavl ü fi’ile malik bulunduğu cihetle kendi şu’unları hakkında te’ati-i efkar etmek hakkına malik bulunuyorlar. Hindistan’da olduğu gibi işbu kongrenin her sene dini bir merkezde icrası pek münasibdir. Mesela bir sene Şam-ı Şerif’te ertesi sene Mekke veya Medine’de üçüncü sene Kerbela veya Necef’te hasılı böylece her sene bir yerde ictima’ ile ittihad ve uhuvvete ref’-i şikak ve nifaka tevsi’-i ma’lumat ve neşr-i maarife tensik-i füru’at ve kütüb-i diniyye ile iştigal ve himmet edecek olursak –ve Türki Arabi Farisi– üç lisan ile ileride efkar olmak üzere ittihaz edersek zannederim ki hem alem-i hizmet etmiş oluruz. Hasılı ne zamana kadar korku içinde imrar-ı hayat edelim artık yetişir Avrupa bizi er geç taksim edecektir –zaten taksim etmiş hatta parçalamıştır– Fas ile İran’ın inkırazı Rusya’nın İran’daki tecavüzatıyla Fransa’nın Fas’taki vaz’iyeti bu ma’ruzatıma birer şahid-i adil teşkil etmez mi? Elimizde kalan yegane Hükumet-i Osmaniyye ve Hilafet-i İslamiyye’nin de inkırazına kalkışınca Avrupa’ya karşı ses sada çıkarmayalım mı?! Vicdan İslamiyet insaniyet vatanperverlik bunu bize emrediyor mu?! Biz de biraz düş[ma]nımıza meydan okuyalım. Huda bilir ki bütün müslümanlar bize her türlü yardımdan geri kalmazlar. Müslümanlar artık hab-ı giran-ı gafletten uyandılar. Bugün uyumuyorlar. Hissiyatları uyanmış ne yapmak lazım geldiğini pek a’la bilirler. Artık Reval el-Cezire Potsdam Porbaltık mülakatlarının ne için hasıl olduğunu bilirler. Bugün Kerbela’da Necef’te Bağdad’da öyle mütefekkir mütebahhir kimseler vardır ki Avrupa’nın amal ve niyatına tamamıyla kesb-i vukūf etmiş ne yapılmak lazım geldiğini de bilirler. Yalnız işbu ulema arasında –diken gibi– bulunan münafıkların çaresine bakmak bugün hem millet-i Osmaniyye hem de Devlet-i Aliyye üzerine farz ve vacibdir. Ve ma aleyna ille’l-belağ. Geçenlerde Pierre Loti’nin neşriyatını göndermiş idim. Bununla beraber bu gibi neşriyatta bulunanlar pek çok olduğundan tabi’i cümlesinin nazar-ı aciziye tesadüfü kabil değildir. Tesadüfi olarak okuduğum gazeteler ve umumiyetle Almanların fikirleri pek lehimizdedir. Hatta harb-i hazırın bu suretle neticelenmesine hiç birisinin ne aklı eriyor ne de fikri. Osmanlıların her muharebede gösterdikleri yararlıkların bu def’a aksi zuhur etmesi Pierre Loti’nin yazdığı gibi sivilizasyonu kendimize rehber ettiğimize atf olunuyor. Muharebenin cereyanı dahi bize bunu isbat ediyor. Bununla beraber teveccüh Osmanlılar üzerindedir. Bulgarların kuvveti hemen büsbütün kesr olmuş olduğundan eğer Çatalca civarında Osmanlı tarafından bir tecavüz vukū’ bulacak olursa Osmanlıların pek çok kazanacakları gün gibi aşikardır. Hatta bizim böyle bir tecavüzata çalışmadığımıza dahi şaşıyorlar. Bulgarların muharebede olan telefatı bini mütecaviz olduğu hemen muhakkak gibidir. Mecruh ve hasteganı dahi buna dahil edecek ve Makedonya’da kıt’alara gönderilen askerleri dahi mevcud olan binden tarh edecek olursak el-an Çatalca ve civarında bulunan Bulgarların ne mikdar askeri olduğu meydana çıkar. Bundan maada bu el-an mevcud olanlar dahi asıl sinn-i askeriden dun olanlar ile müsin olanlardan ibarettir ki asıl çekirdek askerlerin kıymetinde değillerdir. Geçen hafta bura gazetelerine uzun bir makale yazarak neşri için bir telgraf ajansına verdim. Bugün yarın neşr olunacaktır. Bunda Avrupa devletlerinin aleyhimizde olan harekatını bir suret-i mülayimanede ta’dad ederek yüzümüze gülüp bir takım vaadlerde bulunarak vakt-i merhununda bu vaadlerini icra etmediklerini hatta Berlin Muahedenamesi’nin ahkamı icra olunmadığı gibi Avusturyalıların Hersek memalik-i Osmaniyye’nin tamami-i muhafazası hakkında bir vaad vermiş olduklarını son İtalyan ve Osmanlı konferansında lerini hatta kable’l-harb Avrupa devletleri yek-diğerleriyle te’ati-i efkar ederek Balkanlarda hududların muhafazasını ve tevsi’-i daire edilmemesini taht-ı karara almışlar idiyse de Kırkkilise ric’atinin vukū’u akībinde bunu taht-ı karara alan devletler Balkan küçük hükumetlerinin bu galebe ve muzafferiyeti üzerine zabt etmiş oldukları mahalleri tekrar iade etmeleri için kimse onları tazyik edemez diye şayiaların çıkışından tevsi’-i daire edilmemek hakkındaki kararların yalnız Osmanlılar hakkında olduğunu böyle olmasa bile Osmanlılar bundan başka bir şey düşünemeyeceklerini… mümkün mertebe izah ettim. Ve bunun neticesi olarak dedim ki; Avrupa hükumetlerine karşı Devlet-i Aliyye’nin taahhüd ettiği kapitülasyonları ortadan kaldıracak olursa acaba Avrupa devletleri ne vicdanla Osmanlıları taahhüdatını bozduğu halde Türkiye tutmamış ol halde Türkiye dahi mes’ul olamaz. Şayed Avrupalılar tarafından tazyik olunacak olursak o vakit bizim yüzümüze gülenlerin dahi dostumuz olmadığını bize anlatacaktır. Avrupa milletleri içerisinde ahlak ve tabiatlarının yek-diğerlerine olan müşabeheti için gayetle mütemayil bulunduğumuz bir devlet varsa o da Almanlardır. Bunun için Almanlardan dahi pek çok tahsil ettik ve bunun cümlesine mukabil iktisadi pek büyük kazanç te’min ederek teşekküratımızı ifa eyledik. Osmanlılar Avrupa’dan tard olunmakta… Eğer bu mes’ele hakīkī olacak olursa ülke bizim elimizden kazanç da Almanlar elinden çıkacağı şüphesizdir. Eğer Almanlar bu kazancın tasğīrini arzu etmezlerse günlerinde dahi elini uzatarak hatta eli silahlı olmasına dahi hacet kalmadan bir yolunu ve tarikini bularak yardım etmelidir… Bu makale inşaallah güzel bir te’sir yapar. Biz vatanımızdan günlerce ba’id bir mesafede bulunduğumuz halde acizane onun menafi’ine çalışırken; gülzar-ı vatanın her dem taze çi[çe]kleriyle ta’tir-i meşam eden hava-yı saffını teneffüs eden evladları hala nifaktan kurtulamayıp birbirleriyle uğraşmaları kalbinde zerre kadar hamiyet-i İslamiyye ve vataniyyesi olan her ferd el ele verip hayat-ı milliyyeyi müdafaaya şitab edecek yerde tuhaf tuhaf harekatta bulunmaları… Bilseniz biz garibü’d-diyar vatandaşlarınızı ne kadar me’yus ve müte’essir ediyor. Muhterem vatandaşlar! Artık bundan sonra da nifak ve şikakı terk etmez el birliğiyle dinin vatanın müdafaasına çalışmazsak bu cidal-i hayatta te’min-i mevcudiyet ma’a’t-teessüf mümkün olamayacaktır. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI’NE Kalbleri meveddet-i diniyye ve muhabbet-i İslamiyye ile meşbu’ olan ufacık kasabamız rü’esa ve eşrafı miyanında muhafaza-i din ve vatan için can-siperane ifa-yı vazife eden asker evlad ve kar[de]şlerine bir hediye-i naçiz olmak ve bu vesile ile bir hizmet-i müftehirede bulunmak üzere ashab-ı hamiyyet tarafından don gömlek pamuklu yelek celb ve cem’ edilmesi ve kendi kurbanları luhumunun kendi elleriyle kavurma yapılması ve öz gazi evladlarına takdim kılınması kararlaştırılmış idi. Bayramın ikinci günü idi; kaimmakam bey hakim efendi ve bütün eşraf kurbanları birer birer hükumet civarındaki pınar başına getirildi. Bir du’a edilerek kurbanlar zebh edilmeye başlandı. Hep bir ağızdan bargah-ı ehadiyyete isal kılınan tekbir sadaları vicdanı yerinden oynattı tüyleri ürpertti. Zebh edilmeye kurban olmaya layık olan kendileri iken min tarafi’llah bu hayvancıkların kendi nefslerine feda ve bedel olduğunu herkes biliyor lisanları tekbir-han gözleri melul melul zebihaya nigeran eşk-i teessür seyelan ediyordu. Muhafaza-i din ü vatan için bu hayvancıklar gibi kendileri de ölmek kurban olmak için seviniyordu. Zebh işi hitam buldu büyük küçük eller kollar sığanmaya bir faaliyet-i fevkalade ile etler doğranmaya kavurma yapılmaya başlandı. Bu işe kaimmakam ve hakim efendiler tarafından da bil-fi’il iştirak edildi. Temiz ve nefis olmasına gayet dikkat edildi. Otuz iki saat gayret olunarak üç yüz otuz iki kıyye kavurma ihzar ve tenekelere konarak ağızları lehimlendi. Bununla beraber kasaba ve kuradan aded gömlek aded don ve aded pamuklu yelek tedarik edilerek Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne takdim edilmek üzere makam-ı kaimmakamiden Karaman Kaimmakamlığı’na ban derisi ve iane-i nakdiyye cem’i için kuraya şitab ettiler. Bi-mennihi’l-kerim cem’ ve irsalinde bunların da ayrıca iş’ar kılınacağının arzıyla işbu varakanın ceride-i İslamiyyelerinin bir köşesine dercini istirham eylerim. Mut Kazası Müftisi Biz eminiz ki rehberlik edenler olsa bütün müslümanlar hak yolunda her türlü fedakarlıktan çekinmezler. Fakat ne çare ki millete rehber olması lazım gelen ulema ve müftiler rehbere muhtac bir halde bütün müftilerimiz müşarun-ileyh Mehmed Efendi hazretleri gibi olsaydı neler olur neler yapılabilirdi… Allah cümlemizi hab-ı gafletten ikaz eyleye! SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI Efendim Bulgaristan’da gördüğümüz zulüm ve i’tisafat üzerine bir buçuk mah mukaddem Romanya toprağına ilticaya mecbur olmuştuk. Bundan on beş gün mukaddem askeri mu’ayenesi için Bulgaristan’a gitmiştim. Bulgarlar İslam gençlerini mu’ayene edip pederlerinin servetlerine göre vergi alırlar. Bu sene askeri vergisi geçen senelere nisbetle iki kat daha fazladır. Mu’ayeneyi müteakib tebdil-i hüviyet ile din ve milliyetimi saklayarak Bulgaristan’ın birçok kasabalarını dolaşmaya ve oralarda yaşamak felaketine ma’ruz kalan dindaşlarımızın hallerini gözlerimle görmeye muvaffak oldum. Bulgaristan müslümanları bugün ecnebi boyunduruğu altında yaşayan alem-i İslam’ın en bi-kes ve en şayan-ı merhamet bir kısmını teşkil etmektedirler. Bu zavallıların bu dakīka Allah’tan başka hamileri yoktur. Oradaki kardeşlerimize edilen fenalıkları yapılan katl-i amları böyle bir sütunla değil cildler dolusu yazı yazmakla bitirmek kabil değildir. Bulgaristan’ın mahkum-ı esaretinde yaşayan bi-çare İs lam kardeşlerimize Bulgarlar tarafından edilen zulüm ve te’ addiyat artık tüyleri ürpertecek bir raddeye varmıştır. Orada her an dayağa ta’arruz ve kıtale ma’ruz bulunan sefaletten inleyen kardeşlerimize insana değil vahşi hayvanlara bile reva görülemeyecek mezalim yapılmaktadır. Bulgaristan’da seferberliğin i’lanından beri katl edilen ma’sum ve bi-günah İslamların hadd ü hesabı yoktur. Ağlamaktan yalvarmaktan zalimler müte’essir olmadılar. ristan halini aldılar. Şehid ve katl edilen İslamların geride dul kalan aile ve çocuklarının hallerini görmek en gaddar kalbleri bile ağlatmak Bulgaristan müslümanlarının medar-ı iftiharı olan ve münevveranını teşkil eden bir hayli gençleri şübhe üzerine tevkīf edilerek zindanlarda dayak ve korku altında tecennün ettiler. Bulgar haydudları sokaklarda hükumetin gözü önünde kafile kafile gezmekte ve mallarımızı yağma ile validelerimizin hem-şirelerimizin namuslarına tecavüz etmektedirler. Deliorman taraflarında birçok bi-günah İslamları kurşuna dizdiler. Razgrad’a mülhak Kalava karyesinde yüzden ziyade kesdiler. Pravadi’ye tabi’ Muradlar karyesindeki İslam mu’teberanını gazlayarak yaktılar. Silistre’deki cevami’-i şerife askere mahsus domuz yağı debboyluğuna tahvil edildiler. Keza Silistre’nin Satırlı Cami’-i Şerifi müezzini Hafız Mehmed Efendi’ye Bulgar nizamiye askerleri cami’de o makam-ı mukaddesde bin türlü işkenceler ederek din-i mübinimizle eğlendikten ve zavallıyı süngüleriyle secdeye yatırttırıp tüfek dipçikleriyle pek çok döğdükten sonra minareden aşağı atarak bi-çareyi hayatından kat’-i ümid edilecek surette cerh etmişlerdir. Bulgaristan’ın her taraflarında İslamlara gece gündüz angarya Meydan-ı harbden gelen Bulgar mecruhları Ceneral Radko Dimitreyef’in emri üzerine üsera-yı Osmaniyye’nin birçoğunu kesdiklerini ve Kırkkilise civarında bir köy mektebinde otuz kırktan ziyade İslam yavrularını muallimleriyle birlikte parça parça ederek İslamlardan iyi intikam aldıklarını kemal-i iftihar ve gurur ile hikaye etmektedirler. Bulgaristan’ın kura ve kasabatı mecruhin ile dolmuştur. Ticaret kamilen durmuş sefalet daha şimdiden her tarafta başgöstermiştir. Tali’-i harbin Osmanlılara yaver olmaya başlaması Bulgaristan’da pek fena bir te’sir hasıl etmiş ve derhal muharebe aleyhinde şiddetli bir cereyan başlamıştır. Başkumandanlık Vekalet-i Celilesi’ne Donanma-yı Hümayun Kumandanlığı’ndan varid olan Kanunievvel tarihli telgrafname suretidir: “Bugün kable’z-zeval sekizi yirmi geçerek Boğaz’dan huruc edilerek düşmanla temas vaki’ oldu. Yedi bin beş yüz elli metreden üç bin iki yüz metreye kadar ateş te’ati edildi. Zabitan ve efrad tarafından metanet ve şeca’at-i fevkalade de Averof’a üç dört mermi isabet etmiş ve başındaki yirmi dörtlük taret ile sancak baş omuzluğundaki on dokuzluk tarette ateş kesilmiştir. Düşmanın diğer sefaini ehemmiyetsiz bir iki endahttan sonra açılmıştır. Ba’dehu muharebe yalnız Averof ile devam etmiş ise de o da diğer sefaini alarak Pire cihetine doğru açılıp firar etmişlerdir. Bi-hamdi’llahi te’ala sefainimizde bir guna hasar olmadığı ma’ruzdur.” Garb Ordusu Kumandanlığı’ndan gelen telgrafnamenin suretidir: “Yanya’nın şarkındaki Kunduracı ve Presko hattında Yunanlılarla de düşmana telefat-ı külliyye verdirilerek tenkil edildiği ve mürekkeb bir düşman kolunun dahi Papas Köprüsü’nde Kız Ağa Hanı istikametinde münhezimen ric’at ettirildiği gibi Ayaseranda’ya ihrac edilmiş olan düşmanın kuva-yı muntazamasıyla eşkıyası ve bir cebel bataryasıyla bir mitralyöz bölüğünden şiddetli bir ta’arruz ile işbu düşman müfrezesi de perişan ve birçok telefata duçar olmuş ve Seranduz ile Himara istikametinde ta’kībine devam olunmakta bulunmuştur.” Osmanlı ve düvel-i müttefika murahhaslarından mürekkeb sulh konferansı Pazartesi günü Londra’da Saint James Sarayı’nda ilk ictima’ını akd etmiştir. Bu ictima’da Sir Edward Grey tarafından beyan-ı hoş-amedi olunmuş ve müzakerat üzerine bir nutuk irad edilerek tarafeyn yek-diğerine takdim kılınmakla iktifa edilmiştir. Salı günü murahhaslar müzakerat-ı sulhiyyeye ibtidar etmek üzere birinci celseyi akd eylemişlerdir. Osmanlı murahhasları aldıkları ta’limat mucebince Yunan hükumeti tarafından mütareke protokolü imza edilmedikçe hükumet-i mezkure murahhasları ile sulh müzakeratına girişemeyeceklerini tebliğ eylemişlerdir. Bunun üzerine müzakerat-ı sulhiyyeden evvel bu mes’ele-i müste’hirenin tedkīkine karar verilmiştir. Anadolu gazetesi mu habiri yazıyor: İslamlara yapılan hakaretler tezyifler gayr-ı kabil-i ta’dad ve tavsiftir. Birçok müslümanların başlarından fesleri alınarak çamurlara atılıyor nezahet-i lisaniyyemize ya kışmayarak zikrinden sarf-ı nazar eylediğimiz bir takım şütum-ı galiza savruluyordu. Birkaç edebsiz Kışla Cami’i’ne giderek burada zikrinden te’eddüb ettiğimiz bir suretle pisledikten ve başka bir cami’in mihrabı üzerine bir put vaz’ ettikten sonra Tekke denilmekle ma’ruf bir yerde medfun olan bir zatın sandukasındaki örtüleri kamilen almışlardır. okuduğu ve birkaç İslam eda-yı fariza-i salat için cami’de bulunduğu bir sırada birkaç gönüllü ile Yunan neferatı cami’e girerek mü’ezzini minareden indirmişlerdir. Bunun üzerine ahali pür-heyecan esbabını sorduklarında ezanın hıristiyanları katl-i am etmek için telkīnatta bulunduğunu söyleyerek cema’ati dışarıya çıkarmışlar ve cami’ kapılarını kapamışlardır. muştur. Roma’dan iş’ar olunduğuna nazaran Enver Bey’e Lozan Musalahanamesi’ni tasdik ve Bingazi kıt’asını asakir-i Osmaniyye’den tahliye ettirmek için şimdiye kadar vaki’ olan mesai akīm kalmıştır. Enver Bey Kahire’ye gönderdiği me’murlar vasıtasıyla irsal eylediği beyannamede Bingazi’nin üzere kema fi’s-sabık haricdeki İslamların mu’avenet ve müzaheret-i lazımede bulunması lüzumunu i’lan eylemiştir. Enver Bey Ordu-yı Osmani’den isti’fa edip alakasını kat’ eylemiş olduğundan şimdi Bingazi kıt’asında bir hükumet-i muhtariyye teşkil etmektedir. Müşarun-ileyh Bingazi’nin inkişaf ve terakkīsini te’min ve şekl-i idaresini ıslah için tedabir ve teşebbüsat-ı lazımeye tevessül ve her tarafa me’murlar ta’yin ve yeni vergiler tarh eylemiştir. En son ittihaz eylediği tedbir Bingazi kıt’asına vaki’ olacak idhalat üzerine yüzde on gümrük vaz’ıdır. Aynı zamanda Derne’deki İtalya mevaki’ine hücumlar yeniden başlamıştır. Her gece İtalya karakolları asakir-i muhafızayı silah başına da’vet etmektedir. Müşarun-ileyhin fevkalade bir nüfuzu ha’iz olması idare-i cedide için azim menabi’-i varidat te’min eylemiştir. Mısır’dan mütemadiyen kervanlar geliyor. Bir İslam komitesi i’anat cem’ etmekte ve mütemadiyen Enver Bey ile münasebatta bulunmaktadır. Trablusgarb’dan vukū’ bulan Trablusgarb Eyaleti Naibü’s-Sultanı Şemseddin Paşa hazretlerinin daire-i aliyyeleri balkonundan keyfiyet-i nasblarına dair şeref-sadır olan ferman-ı hümayunun merasim-i mahsusa bir pare top endaht olunarak merasim-i lazıme-i ihtiramiyye Çin ser-amedan-ı ahrarından SunYat-Senin reis-i cumhur Yu-An-Şikaya bir mektup yazarak Osmanlı vukū’atından bir ders-i ibret almak lazım geldiğinden Şark-ı Karib’i taksim ettikten sonra Avrupalıların tabiatıyla Şark-ı Aksa’ya da el atacaklarından binaenaleyh Japonya bahs ettiğini Moskof gazeteleri ba-telgraf Pekin’den haber almışlardır. Sun-Yat-Sen mezkur mektupta: Biz Osmanlıların bugünkü müşkilatımızı kendi kuva-yı milliyyemize güvenemeyip de Avrupa muvazene-i siyasiyyesinden istifade etmek tarikiyle muhafaza-i istiklal eylemek emelinde oluşumuz gibi büyük bir hata-yı siyasiye haml eyliyor ve diyor ki: Avrupalıların te’min eyledikleri statükonun ha’iz-i ehemmiyet olmadığı Osmanlı vukū’atıyla sabit olduktan sonra Moğollara yek-diğerleriyle ittihad etmemek tecrübe edilmiş bir hata-yı mühliki tekrar etmek demektir. Sun-YatSen’e göre ittihad-ı Moğol fikrine Tokyo’da dahi fevkalade merak ediyor ve izhar-ı teveccüh ediyorlarmış. TICARET VE SANAYI’ RISALESI Bu hafta baladaki ünvan ile Berlin’de intişar etmeye başlayan Türkçe bir risalenin ilk nüshası idarehanemize geldi. Alıp her tarafını okuduk. Müslümanlar için mütalaasını pek faideli bulduk. Onun için bu risaleyi mümkün mertebe kari’lerimize tanıtmayı bir vecibe addeyliyoruz. Bu risalenin naşiri İzmirli Mehmed Naci Bey. Muktedir mütefennin bir vatandaşımız; hamiyyetli hüsn-i niyyet sahibi bir dindaşımız. Burada çalışmış sonra Avrupa’ya gidip tahsilini orada ikmal eylemiş şimdi de öğrendiklerini gördüklerini vatandaşlarına dindaşlarına bildirmeye başlıyor. Ne mübeccel emel ne mukaddes hizmet! ammüm ve terakkī etmesi için garbın alem-i ticaret ve sanayi’i hakkında bize bir fikr-i tam vermek maksadıyla muhterem vatandaşımız birçok masraflara katlanmış bir hayli fedakarlıklar ihtiyar etmiş. Acaba bu hizmet takdir olunacak mı? Acaba buna mukabil Osmanlılar müslümanlar bu risalenin idame-i hayat etmesi ilerlemesi için mu’avenette bulunacak kadir-şinaslık gösterecekler mi? Bundan sarf-ı nazar kendi istifadeleri kendi sa’adetleri için bunu alıp okuyacaklar mı? Hiç şübhe etmeyiz ki vatanını seven milletinin terakkīsini arzu eden her çalışkan zat bu risaleyi okuyacak; garbın hayret-feza ticaret ve sanayi’i hakkında bir fikir edinerek fakr u esaretten kurtulmak bir insan gibi yaşamak için ya bir ticarethane te’sis etmeye ya bir fabrika yapmaya çalışacak kendi için bu nasib olmazsa ihvanına vatandaşına olsun yapdırmaya gayret edecektir. Risalenin müdiri diyor ki: “Ey vatandaş! Senin sa’adet ve istirahatini te’min etmek; seni de garblıların yükseldikleri mertebeye isal etmek fikriyle garbın merkezinde fünun ve sanayi’in menba’ında bu risalemi neşr ediyorum. Abonman esmanının ne kadar az olduğuna dikkat edersen anlarsın ki risalem senin paran için değil; hakīkaten senin istirahat terakkī ve sa’adetin içindir. Ey vatandaş! Sen benim risaleme abone olmakla ve onu okumakla terakkī eder yahud mes’ud olurum zannetme…! Sen her şeyi unut ne var ise unut bütün dost ve bildiklerini teşvik et ve onlarla bir olarak ufaktan başlayarak fabrika yap çalış… Göreceksin ki bizi mes’ud ve zengin mu’azzez ve mukaddes vatanı tahlis edecek sen ve senin gibileri olacaktır. Sana fersahlarla uzak garbın bir köşesinden söylenen şu samimi sözleri dinle biraz da kendin ve mu’azzez mukaddes vatanın için çalış!” * * * Ne samimi ne vatandaşça nasihat! Ey bi-çare müslüman! Seni “Avrupalılaştırma”ya çalışanlardan şimdiye kadar böyle samimi bir nasihat böyle nevazişkar bir hitab hakīkaten terakkī hakīkaten sa’adetin değil. Belki onların emeli: Senin tedenni senin nekbetindir. Senin bir cevherin cevher-i faziletin var onlarda ise bu kalmamıştır. Onu sende çok görüyorlar. Senin de kendilerinin bulunduğu haziza sükūtunu istiyorlar. Karşına “muslih” “müceddid” diye çıkıyorlar. Nikabını kaldırsan ne “müfsid” olduğunu pek ayan göreceksin. Bi-çare müslüman hayrettesin. Takdir ediyorsun ki kudretçe kuvvetçe servetçe geridesin. İlerlemek ileride bulunan milletler gibi olmak istiyorsun. Fakat sana yol göstermek üzere ortaya çıkanlar yegane mahfuz kalan cevherin cevher-i namus ve faziletin bahasına sana pişvalık sana dellallık etmek istiyorlar. * * * – Acaba imanımla acaba şu ecdadımdan intikal eden maz mı? diyorsun. – Hayır diyor olamaz. Çünkü din bir an’anedir ki insanı geri çekiyor. Hem an’anatı muhafaza hem terakkī nasıl olur? İffete gelince: O boş i’tibari bir şeydir. Taş ile elmas hadd-i zatında birdir. Fakat sen ona kıymet veriyorsun. O halde kadının çarşafını atmadıkça daima bu hal-i pestide kalacaksın!.. O zaman ye’se düşersin hayrette kalırsın nevmid olursun. Ben diyorsun bunları feda edemeyeceğim bütün neslim bütün milletim mahv olsa da.. [* * *] Halbuki ey cevher-i iman ve iffet sahibi Müslüman! Ye’se düşmeye nevmid olmaya mahal yok. Onun kolalı yakalığına kırpık bıyığına tek gözlüğüne yahud sivri sakalına aldanma. Bunlar zahiri bir düzgündür ki hüviyet-i hakīkıyyesini gizleyerek seni bend etmek için yapılmıştır. Sen onun ne dün başladığı nağme-i iffet-şikenden müte’essir ol ne de yarın başlayacağı irtidaddan ye’se düş. Sen onu onları süründükleri haziz-i dalalette çiğneyerek geç; pa-yı azminde seni leyle-i zifaf masallarıyla pür-nifak sözleriyle yazılarıyla sarsmak isteyen o münafıklara bir lahza bile atf-ı nigah etmeyerek yürü. Önünde hiçbir mani’ hiçbir hail yok. Imanın bir meş’al-i hidayet namusun bir cevher-i fazilet. Bunları babanın sana yegane sermaye bıraktığı bu cevherleri muhafaza ederek gaib olan kudret ve kuvvetini ticaret ve san’atini bulmaya gücün yettiği kadar çalış. Avrupa’da değil Amerika’da olsa almaya şitab et. Onlar sana “Avrupa-perest”likten “Avrupalılaşma”dan bahs ediyorlar. Fakat sözlerinde yazılarında ne bir şemme-i fen ve san’at var ne bir samimiyet ve hüsn-i niyyet! Sen Avrupalı bir tacir Avrupalı bir çiftçi Avrupalı bir san’atkar gibi ol. Fakat Avrupalı bir dinsiz Avrupalı bir ahlaksız gibi olma. * * * Tacir-i Avrupa san’atkar-ı Avrupa ne olduğunu anlamak öğretmek isteyen senin gibi bir iman ve iffet sahibi kardeşini dinle! Bak garb milletleri gibi yükselmek için ne imanını yıkmaya çalışır ne karından hem-şirenden bahs eder. Sana diyor ki: “Ey vatandaş! Fabrika yap çalış! Kendin için mu’azzez mukaddes vatanın için çalış!.” * * * Bu risale fenne ticarete aid faideli makalelerden başka ale’l-umum sanayi’de müsta’mel makinelerin tarz-ı isti’malini de resimlerle ta’rif ve tavzih ediyor. İlk nüshasında münderic makaleler: Ticaret-i bahri-Askerlik nokta-i nazarından tayyarelerCevv-i havaya girebilir miyiz?- Panama Kanalı kaça mal olacak?- Meskukat-ı İslamiyye- Öğüdücü ve parçalayıcı makineler: Taş kırıcılar ayırma makineleri mistavi değirmenler sapan değirmeni nakliye makineleri şekilleriyle beraber. Nüshası üç guruş. Abonesi: Altı aylığı seneliği guruş. Şu’beleri İstanbul’da Babıali civarında Ebussuud Caddesi’nde Mahmud Bey Matbaası’nda Hakkı Mahmud Bey; Bu müfid risalenin ilk nüshasında olduğu gibi daima bize münhasıran garbın fünun ve ticaretinden sına’atinden bahs etmesini ve bu meslek-i müstahsende sabit-kadem olarak devam ve terakkī etmesini temenni eyleriz. Tercümesi “Zulme daldıkları için helak ettiğimiz ne yurtlar var ki: Üstü altına gelmiş yatıyor; ne kuyular var ki: Başında ne yüksek kal’alar var ki: İçinde kimseler yok! Acaba bunlar yeryüzünde hiç dolaşmıyor mu ki: Düşünecek kalbleri yahud görecek gözleri olsun? Şu hakīkat iyi bilinmelidir ki: Gözler kör olmaz; lakin asıl göğüslerdeki kalbler kör olur.” * * * Bu iki ayet-i kerime suretindeki tehdid-i mehib ile başlayan Hac Suresi’ne mensubdur. Kitabullah’ın duygusuzlukla görgüsüzlükle itham ettiği kimseler doğrudan doğruya Mekke müşrikleri ise de; göçmüş milletlerin dastan-ı izmihlalini çökmüş memleketlerin lisan-ı halinden işitip ibret almak ihtiyacı her devrin her tavırdaki daimiden ibaret olduğuna çünkü kanun-ı fıtratın asla değişmediğine yakīn derecesinde bir itminan edinebilmek için aynı hareketlerin aynı akıbetler husule getirdiğini görmek fakat gözle görmek hem pek çok defalar görmek lazım gelir. Bu ise ancak ferman-ı ilahisine imtisal ile kabil olabilir. Lakin heyhat! Zamanımızdaki müslümanlar hatta dünyayı dolaşsalar göreceklerinden ne öğrenecekler ki –Asr-ı Saadet’de yaşayan müşrikler gibi– biçarelerin asıl kalb gözleri alabildiğine kör! İşittiklerinden ne belleyecekler ki zavallıların asıl can kulakları alabildiğine sağır! Hakīkat öyle! İsterse her adım başında bin ibret-amiz levha giz sayha yükselsin... Nazarlar için seçilmez bir karaltıdan başka görgü kafalar için anlaşılmaz bir gürültüden başka duy gu yok! Yarabbi şu en elim hüsranlar en vahim buhranlar içinde çalkanıp duran İslam’ın intibahı için ta’mik-ı nazar tedkīk-ı haber devresi ebediyyen gelmeyecek de bu ümmetin uyanması sabah-ı mahşere mi kalacak? Ey cemaat-i müslimin artık Allah için olsun uyanınız; kalb gözünü can kulağını böyle sımsıkı kapamayınız! Bir millet ne hale geliyor da topraklara seriliyor; bir vatan nasıl oluyor da ayaklar altında kalıyor; bunu görünüz anlayınız! Hala mı duygusuzluk? Hala mı görgüsüzlük? Etmeyiniz! Sonra şu başımızdaki felaket yok mu işte ondan bedterine hem Allah göstermesin bin kat bedterine ma’ruz kalacağız! O zaman hayat-ı milletten eser kalmayacak; o za man namus-ı İslam büsbütün mahvolacak; o zaman haremseray-ı tevhidi en murdar ayaklar çiğneyecek; o zaman şeriatin o ma’sum nasiyesi küfrün mülevves eliyle yerlerde sürüklenecek! Haydi biz duygusuz mahluklar bu zilletlerin bu rezaletlerin hepsine katlanalım; “Üç buçuk günlük hayatın ne değeri var!” diye kendimize teselli verelim de cemadatın bile dayanamayacağı haybetler hüsranlar içinde geberip gidelim! Lakin çocuklarımızı torunlarımızı düşünmeyecek miyiz? Her halkası bir batından teşekkül edecek o canlı silsile-i sefaletin kıyamete kadar la’netine hedef olmaya da katlanacak mıyız? Haydi buna da aldırmayalım buna da katlanalım! Heyhat! Şu “üç günlük!” hayatın arkasında bitmez tükenmez bir hayat var ki bu gidişle o bizim için na-mütenahi bir devre-i azabdan başka bir şey olmayacak! Acaba orada ne yapacağız? Dünyada iken hayat-ı şeriatı namus-ı milleti bile bile Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib heder eden biz sefiller huzur-ı ilahiye hangi yüzümüzle çıkacağız? Ey cemaat-i müslimin görüyorsunuz ki duracak zaman değil: Çünkü zaman durmuyor! Haydi bakalım hüsran-ı mübinden kurtularak yaşamak İslam’ı da yaşatmak istiyorsanız durmayınız: Mehmed Akif SEBILÜRREŞAD’A “Terbiye-i Ahlakıyye” ünvanıyla bundan dört sene evvel bu def’a olsun murahhas göndermesi ve şarkta terbiye-i ahlakıyyenin murahhaslara tevdi’ edilmesi resmen rica olundu. Bu taleb-i resmide şark terbiyesi hakkındaki ma’lumatın vaktiyle Korfulu bir Yunanlı tarafından yazılmış muhtasar bir esere münhasır olduğu da tasrih edilmişti. Maarif Nezareti bu da’vete fakīre havale etti. Raporun bir dereceye kadar ihzarına tarafımdan karib bir zamanda kabinenin tebeddülü eserin ikmalini de taraf-ı hükumetten murahhas i’zamı mes’elesini de akīm bıraktı. Avrupalılara okutmak mülahazasıyla kaleme alınan bu müsveddat-ı na-tamamın mütalaasından bazı ihvan-ı dinin de müstefid olabileceği me’mul olduğundan bunları aynen Sebilürreşad ’ın sine-i hıfz ü hirasetine tevdi’ ediyorum. Kari’in-i kiramın zevkine uygun düşerse ma-ba’dını da ikmale AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Medeniyet-i garbiyyenin el-yevm ha’iz olduğu mevki’-i hakimiyyet Avrupa akvamını bu hakdanın her noktasında akvam-ı saire ile zaruri bir temas-ı daimide bulundurmakta olduğundan beyne’l-milel tearüf ihtiyacı günden güne kesb-i şiddet etmektedir. Şarkıların Avrupalıları Avrupalıların şarklıları gereği gibi tanıması hususunun hayat-ı akvamın en mübrem levazımından addedileceği devre çoktan beri hulul etmiştir. Avrupalı olmayan akvam içinde müslüman namı altında müctemi’ ve Bahr-i Muhit-i Kebir ile Bahr-i Muhit-i Atlasi arasında yek-pare bir vücud gibi mütemekkin yüzlerce milyon raddesinde bir kitle-i azime-i akvam vardır ki elsine ve elvanı ve sırf mahalli olan bazı ehemmiyetsiz i’tiyadatları ber yine din ve ayin ve –yine dinlerinden muktebes– etvar ve adat nokta-i nazarından beynlerinde pek sıkı ve umumi bir rabıta mevcuddur. Bu kitle-i azime-i beşerin en büyük kısmı Avrupa müsta’mirlerinin zir-i idare-i hakimanesinde bulundukları cihetle bu akvamın –dinleri kadar– ahlak ve adatlarının mübteni olduğu esasları bilmek öğrenmek yine o müsta’mirlerin menafi’i iktizasındandır. Vakı’a bir asrı mütecaviz zamandan beridir bir taraftan müsteşriklerin haza’in-i asar-ı İslamiyye içinden iktibas-ı nefa’isle uğraşması diğer taraftan müsta’mirlerin gerek ticaret ve gerek idare-i memleket gibi vesa’il ile milel-i mahkume sırasına geçmiş akvam ile hal-i temasta bulunması bir taraftan da Avrupa ve Amerika haricinde neşr-i İncil ’e çalışan du’at-ı dinin tedkīkat-ı gayret-keşanesi şark ile garb arasında dolmaz zannolunan uçurumu epeyce doldurmuştur. Bu asr-ı ahir-i nur ve ma’rifet yorulmak bilmeyen mücahidin-i sabıkayı fersah fersah geçmiş olduğundan vaktiyle “Sarazenler”le “Türkler” hakkında tedavül eden acib ve garib rivayat-ı bi-ma’nadan eser kalmamıştır diyebiliriz. Avrupalılarca müslümanların müşrik hasa’is-i insaniyyeden mahrum tahrib-i bilad ve ta’zib-i ibad ile müsahhir-ı bela-yı as mani diye telakkī edildikleri zamandan lehü’l-hamd pek uzak bulunuyoruz. Efkardaki bu tahavvül-i azimin sebebini her şeyden evvel fikr-i ilminin fikr-i tenkīdin bil-cümle ma’lumat-ı beşeriyyeye sari bir hale gelmesinde hiçbir ha kīkati delilsiz tasdik etmek şanından olmayan menahic-i eylemiş bulunmasında aramalıdır. Biz müslümanlar aşk-ı hakīkatle ser-a-pa meşbu’ olan bu mesai-i celilenin ne derece minnetdar ve şükr-güzarı isek ati-i insaniyyet hakkında da kalblerimiz o derece lebriz-i emeldir. Garb mütefekkirininin ahlak ve adat-ı şarkiyyeyi tasvir şarklılar hakkında epey sahih bir fikir edinmeye hadim olmakta him cihatın layıkıyla tenevvür etmesine mani’ olduğundan bize aid levha-i tasvirin yine bizim elimizle tersim edilmesi elbette fevaid-i azimeyi mucib olur. Binaenaleyh bu risalede memalik-i Osmaniyyede ahlak ve adabın ve adat ve meşaribin ne şekilde ve ne gibi esaslara müstenid olduğu beyan olunacak ve burada serd edilecek hakayık pek cüz’i farklarla bütün alem-i İslam’a muntabık şeyler olacağından bu eser Her yerde olduğu gibi kavaid-i ahlakiyyeyi vacibat-ı kavanin-i nazımesini insanlara ilk ta’lim eden dindir. Akvamı sırr-ı menzil-i sa’adet ve terakkīye isal etmek şanından olan bu kavaid ve kavanin hangi kavmin dininde daha mufassal ve sarih ise o kavim sahne-i şu’un-ı alemde daha paydar ve amme-i nev’-i beşer hakkında daha lütufkar izler bırakmıştır. Kezalik bu kavaid ve kavanin her hangi kavimde matlub olan derece-i sa’adeti tekeffülden kasır kalmış ise dinin bu cihetteki noksanını o kavmin ukalası felasifesi ikmale çalışmıştır. Efkar-ı felsefiyyenin hayat-ı akvam üzerindeki te’sirat-ı azimesi gayr-ı münker olmakla beraber enzar-ı ehl-i tedkīkte hafi kalmayan mühim bir nokta vardır ki o da nazariyyat-ı felsefiyyenin –avam-ı nasın tekamül-i zihnisine hadim oldukları halde– teshir-i kulubda ve mesalik-i ahlakiyyeyi a’mak-ı ervaha kadar rekz ü infazda din ve akīde mertebesinde izhar-ı hakimiyyet edememeleridir. Nazariyyat-ı felsefiyyenin tehalüfü ile beraber felsefenin hürriyet-i tefekkür ve istidlale açtığı şehr-rah-ı vasi’ bu hakimiyyete tabiatıyla mani’dir. Tarih-i nev’-i beşerin her sahifesi bize gösteriyor ki havas ve avamı hayran eden faziletlerin veleh-bahş-i ukūl olan a’mal-ı hayriyyenin edvar-ı inkişafı daima akīde ve imanın rasih olduğu zamanlara tesadüf etmiş ve akayidin infisah devrelerinde ise daima reza’il ve kabayih cem’iyete hükümran olagelmiştir. Mebna-yı istikrarı din üzerine mü’esses olmayan sırf akla müstenid kavaid-i ahlakiyye belledikleri nazariyyatın sıdkına bir iman-ı kavi derecesinde ka’il olan zümre-i mütefekkirin nin azlığına delil aramak bile zaiddir– heva-yı yek-ruzesini bir hayat-ı paydara değişmeyi işten bile saymayan avam-ı nas için –ki nasın ekseriyet-i uzmasını teşkil eden bunlardır– hiçbir vakitte vacibü’l-ittiba’ olmak faziletini ha’iz olamaz. Kavaid-i ahlakiyyenin en kavi mü’eyyidatı dindedir. Vesaya-yı ahlakiyyenin en büyük harisi hamisi bir Kadir-i mutlakın yevm-i ahirette ibadını ten’im veya ta’zib edeceği hakkındaki iman-ı kavidir. Bilad-ı İslamiyyede de ahlakın üssü’l-esası din-i celil-i Muhammedi’dir. Mehasin-i ahlakın feza’ilin ale’d-derecat en pest tabakattan en ali mehafile kadar bil-cümle sunuf-ı halk arasında neşr ü ta’mimine sebeb olan şeriattir. Müslümanlar reza’il ve mesaviden tahalli ve feza’il ve mehasin ve sellem dest-i terbiyetinde yetişen ashab-ı güzin ile onların perverdeleri olan tabiinden başka rehberlere nümunelere Hind ile Yunan’ın bir aralık İslam eline geçen metrukat-ı felsefiyyeleri müslümanlarda ahlakın seyr-i umumisine te’sir Dimne ’si İbnü’l-Mukaffa’a Eflatun ile Aristo’nun kütüb-i ahlakiyyesi Farabilere İbni Sinalara İbni Miskeveyhlere Tusilere İbni Rüşdlere bazı eserler ilka etmiş ise de bunlardaki desatir-i ameliyye Kur’an ile hadisin seyl-i huruşan-ı vesayasına karşı isbat-ı vücud edemeyecek kadar ruhsuz görünmüş ve kulubu terbiye etmek hassası yalnız menba’-ı nübüvvetten sadır olan evamir ve nevahi ile bunları düsturu’l-amel kalmıştır. Fi’l-hakīka din-i İslamdaki hikmet-i ameliyyenin muhtevi olduğu tafsilat-ı hurde-sencane bir nazar-ı insaf-perveri hayrete ahlaktır. Kur’an ’ın her hangi ayeti tedkīk edilse ya mantukunda ya mefhumunda insanları rah-ı hidayet ve fazilete sevk edecek sa’adete mani’ ahval ve ef’alden tahzir eyleyecek erbab-ı tetebbu’a giran gelecek içinden çıkılamayacak bir şeyi varsa o da münhasıran ahlak ve adaba müteallik olan ayat-ı kerimeyi intihab ve tasnif etmek müşkilatından ibarettir. Bu da Kur’an ’dan din-i İslam’dan en mühim garaz ve gayenin tahsin ve tasfiye-i ahlak-ı beşer olmasındandır. Hazret-i Peygamber hakkında Kur’an ’da varid olan en büyük sena ve ta’zim ayet-i kerimesidir ki “Şübhesiz sen mehasin-i ahlakın pek büyük bir mertebe-i aliyyesini ha’izsin” demektir. Hazret-i Resul-i ekrem sallallahu aleyhi [ve] sellem de kendi gaye-i bi’setini hadis-i şerifi ile ta’yin ediyor ki “Ben ancak mekarim-i ahlakı tamamlamak için ba’s olundum” demektir. Zevce-i tahiresi Hazret-i Aişe’ye: “Resulu’llah’ın ahlakını bize ta’rif et” denildiği zaman: “Onun ahlakı Kur’an ’dan Böyle bir da’va-yı azim ile ortaya çıkan bu din zuhurundan matlub olan gayeye bir rub’ asır içinde vasıl olmuş ve tarih-i alemde hadis olan en büyük inkılabı vücuda getirmiştir. Kur’an ’ın havi-i feza’il ve mahi-i reza’il olmasından o Peygamber-i zi-şanın tatbikatta rehberlik etmesindendir ki ashabı içinde feza’ilde her biri bir kavme sermaye-i iftihar olacak bunca e’azım-ı insaniyyet zuhur etmiştir. Dinimizin mebnası ruhu ahlak-ı hasene ile tahalluktan medar olacak teferru’atın hiç biri ihmal edilmediği içindir ki yeryüzünde bu kadar az bir müddet içinde bu hayret-feza AVRUPA ULEMASININ MÜHIM ---- BIR SUALINE CEVAB ---- Mesela: Bir nebinin zamanında hamrın adem-i tahrimi yine nebiyy-i aharın zamanında hem-şiresini nikahtan nehy varid olmaması onların indinde şürb-i hamrın makbul olduğuna kız kardeşini nikahta be’is olmadığına haml etmek caiz değildir. Belki onların hakkında nehy varid olmaması o zamanki insanların kuvve-i akliyyeleri bu gibi umurun mazarratını haram kılınacak olursa aralarında bir fitne-i azime tahaddüs ederek pek çok niza’a şiddetli mukateleye müncer olacağındandır. lenmemiş onu işlemekten men’ olunmamışlardır. Bu sözümüzden enbiya-yı izamın cümlesini irfan ve fazilet i’tibarıyla tarak dişleri gibi müsavi olduğunu i’tikad ediyoruz zannedilmesin. Çünkü derece ve mertebe i’tibarıyla bazısının diğer bazısı üzerine efdal ve müreccah olduğu gayr-ı kabil-i inkar bir hakīkattir. Zira zamanın teceddüdü insanlarda olan kuva-yı müdrikenin tevessü’ ve tenemmüvüne büyük bir vasıtadır. Binaenaleyh buradan anlaşılıyor ki daima sonra gelen nebilerin evvelkilerden daha mütekamil olacağı gayr-ı kabil-i iştibah bir hakīkat-i kat’iyyedir. Çok kimseler vardır ki kendisini ihata eden evhama kapılarak şu iddiada bulunurlar: A’sar-ı ahirede gelen insanlardan bazı kimseler görüyoruz ki onlardaki hamakat besatat asr-ı evvelde gelen bazı insanlara nisbetle daha ziyade daha büyüktür. Onlara cevaben biz de deriz ki: Evet bu doğrudur fakat bizim iddiamızı nakz edemez. Çünkü hüküm daima ağlebedir. Bil-farz bir beldede vahşetin hüküm-ferma olması diğer memleketlerde medeniyetin adem-i vücudunu nasıl iktiza etmiyorsa bu da aynıyla ona benzer. Zira bugün dünyada medeniyetin terakkī edip de medeniyetten mahrum bir memleketin adem-i vücudu medeniyetin umumiyet i’tibarıyla terakkī etmesi demek olup hiçbir tarafta vahşet kalmamıştır demek değildir. Binaenaleyh asr-ı hazırda a’sar-ı mütekaddimeden ziyade vahşilerin bulunması hiç de ba’id değildir. Vakta ki vücud-ı mukaddesi nev’-i insanın evc-i balayı medeniyyete terakkī ve i’tilasına vesile-i uzma vasıta-i kübra olan Hazret-i Muhammed sav meşhudumuz olan saha-i alemi teşrif ettiler; –hariku’l-ade bir sür’at-i berkıyye tarik dahilinde ikmal mahlukatı meratib-i sa’adetin kusvasına Her kim vicdanının karşısına geçip de Hazret-i Muhammed savden evvelki insanların hal-i esef-iştimaline puyan oldukları dalalet ve sefahete nazar-ı im’an ve basiretle bakar bir de ondan sonraki hallerine onun asrında vasıl oldukları terakkıyat-ı azimeye nazar ederse iki hal beyninde yer ile gök arasındaki mesafe nisbetinde azim bir fark göreceği şübhesizdir. Evet Hazret-i Muhammed sav insanlara halikını tanıt tırıp onları kendileri gibi mahluk olan esnama güneşe yıldızlara ateşe ve daha bunlara mümasil bazı şeylere ibadet etmekten men’ edip tarik-ı fevz ü necata hidayet etti; bu hususta yapılacak da’vet bittabi’ bazen lütuf ve ikram ile bazen unf ve gılzetle oluyordu. Çünkü bir kısım anud insanlar Hazret-i Peygamber’i bu da’vetten vazgeçirmek için bazen tehdid bazen de onunla muharebe ediyorlardı. Hazret-i Peygamber ise bunların bazılarına teşvik diğer bazılarına da tahvif ve terhib ile görünüyor. Hal ve maslahatın icabatı üzere mu’amele ediyordu. Bundan sonra pek az bir zaman zarfında envar-ı medeniyet-i vardığı yerleri vahşetten tahlise muvaffak oldu. Hatta bu kadar az bir zaman içinde etba’ının tekessür etmesi her tarafa neşr-i envar-ı füyuzat ederek medeniyetin mertebe-i ulyasına vasıl olmaları bütün erbab-ı ukūlü hayretler içinde bırakıyor. Fakat tedkīkat-ı amika neticesinde görülüyor ki: Bunun sebebi İslam’ın evamir ve nevahisinin icabat-ı akla muvafık mukteza-yı hikmete mutabık olmasından başka bir şey değildir. tarafa teveccüh eder yahud ondaki i’caza uslub-ı ifadesindeki bedayi’a im’an-ı nazar ederse üzerinden bin üç yüz bu kadar sene mürur ettiği halde bugün söylenmiş bu zamanın kalır. Çünkü suhuleti ile beraber beliğ muciz olmasıyla beraber de tam ma’nasıyla meramı müfiddir. Zaman-ı nüzulündeki kelamlara lehçe ve uslub cihetinden nasıl mutabık görülüyorduysa her zamanki uslub-ı kelama da muvafıktır. San’at-ı kitabet ne kadar terakkī ederse onun belağatı da o nisbette takdir olunacak erbab-ı ukūl için mezaya-yı Kur’an Ve’l-hasıl Kur’an -ı bahiru’l-beyanın fesahat ve belağati o kadar hutaba ve büleğayı aciz bütün fusahayı hayretler içinde bıraktığı gibi ihtiva ettiği ahkam-ı celile de sa’adet-i dareyni kafildir. Eğer Kur’an-ı Kerim ’in muhtevi olduğu ahkam ile o ahkamın her birerlerinin müştemil olduğu hüküm ve menafi’i tedkīk edecek olursak ahlakını tehzib etmek kemale ermek yaşamak için beşeriyet ne gibi şeylere muhtac ise onların hepsini cami’ olarak buluyoruz. Görüyoruz ki; daima ahlak-ı hasene secaya-yı aliyye dünya ve ahirette beşeriyetin sa’adetini te’min edecek şeylerle emrediyor. Bunu isbat etmek için ber-vech-i ati evamir-i Kur’an iyyeden bir nebze zikr ediyorum: Adalet tevazu’ hüsn-i mu’aşeret te’avün hüsn-i huluk mala-ya’niyi– dünya ve ahirete faidesi olmayan şeyleri– terk ni’metin kadrini bilmek emr bil-ma’ruf nehy ani’l-münker aralarında gerginlik olan iki kişiyi barıştırmak nı sormak nasihati kabul etmek cehlini i’tiraf ehl-i ilme yetimleri taltif muhtacine mu’avenet hayrı şeca’ati afv ü etmek hilim sabır gadr edip aldatmamak sehavet hukūkunu bilmek müşkilat-ı umurda sebat göstermek kanaat emaneti muhafaza etmek bilmediğini öğrenip bilmeyeni öğretmek istikamet iffet sıdk mürüvvet hulus-i niyyet ulüvv-i himmet kusurunu i’tiraf hakkı iz’an insaf ile mu’amele re’fet ırz ve namusunu sıyanet hayr üzerine delalet fasl-ı da’va hezlden mücanebet nefsini tehzibe çalışmak sıla-i rahm dostluğu muhafaza va’dini yerine getirmek borcunu ödemek başkalarıyla istişare iltizam-ı hakīkat büyüklere hürmet küçüklere merhamet ve bunların gayrı bir takım umur-ı müstahsenedir. Bir de o kitab-ı mu’azzamın nehy ettiği şeylere atf-ı nazar edelim. rib-i adide ile sabit olan bir takım ef’al-i kabiha ve mesavi-i ahlaktır. Zina livata şürb-i hamr ekl-i riba zulüm gadr tekebbür hased buğz kin hırs yalancılık gıybet nemime olmak boş yere çok söz sarf etmek fenalığa meyl etmek riya korkaklık zalime tavassut hile “Sonu gelecek hafta” ---- HUTBE ---- . = = = . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . = = . . . . . . . . [Burada ---- VATAN MERSIYESI ---- Ah yaktık şu mübarek vatanın her yerini Saçtık eflake kadar dudunu ateşlerini Kapadı gözde olanlar çıkacak gözlerini Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Kendimizden neden olduk bu kadar me’yus Gidelim dadına Allah için ehl-i namus Sönüyor şem’-i emel işte kırıldı fanus Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vardı ta Ka’be’ye Zemzem gibi hun-ab akıyor Yerdeki hun-ı şehidanı bu hasret yakıyor Yine erbab-ı heva seyrine çıkmış bakıyor Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Serilip hak-i hakarette vatan can veriyor Yetişin son nefesimdir gelin imdada diyor Sevgili validemiz akıbet elden gidiyor Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Bu vatandır dağıtan aleme ilm ü edebi Bundadır Beyt-i Harem Mescid-i Aksa-yı Nebi Ne bela çektik ise hep bu vatandır sebebi Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vatanı çiğnedi geçti vatanın ağyarı Merhamet kaldı sana İki Cihan Hünkarı Gidiyor sevgili Kur’an’ını hıfz et bari Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Düşünün ruz-i zuhurundaki şanlı demini Doldururken şühedası bu fena alemini Tutacak bir çocuğu kalmadı mı matemi Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Beslemişken bu kadar ademi ihsanı ile Gitti bi-çare vatan ağlayarak şanı ile Yaz bu mersiyyeyi taşa şüheda kanı ile Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Silmedik bunca yetimin gözünün yaşlarını Taşa topraklara sürdük o güzel başlarını Vatanın bağrına vurduk vatanın taşlarını Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Bir zaman alem-i ikbalde sultan olduk Cami’-i alem idik şimdi perişan olduk Ah bir kan içenin keyfine kurban olduk Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vatanın nekbetine derdine can mı dayanır Düşmanın görse gözü yare gibi kan boşanır Bu kadar zulmden insan değil İblis utanır Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Gidiyor ahirete ah ederek şanlı vatan Yalınız kaldı teselli bize bir pare kefen Hıfzı uğrunda denizler gibi kan dökmüş iken Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Ka’be’yi yıkmak için mi dökülür hep kanlar Müslümanım diyene rahm ediyor şeytanlar Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Hun-i ma’sum-i şühedayı görün çıktı dize Bakın Allah için insaf ile tarihimize Bu hakaret bu eza layık olur muydu bize Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Yalınız bir küçücek kızlar imiş evladı Onların kanı idi girye-i istimdadı Girmedi ah kulağına yine feryadı Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Ey vatan genç idin eyvah tükendin bittin Bizi hainlere na-merdlere muhtac ettin Bunca öksüzlerini kimlere koydun gittin Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Bu felaket yakışır mı yüreği dağlılara Hançer-i zulm urulur mu bu eli bağlılara Tepelettin bizi ya Rab Karadağlılara Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Eyledik kesbimize hep vatanı sermaye Biz bu hizmetle mi geldik bu fena dünyaye Yüzümüz kalmadı Allah’a da istid’aye Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Buyurun kanlı musallaya Huda hurmetine Hakk’a karşı duralım er kişi niyyetine Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Kimdir iclalini tekbirini ayin edecek Kabirde dininin a’dası mı telkīn edecek Şu mübarek vatanı kalmadı tekfin edecek Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Ne mürüvvet dile bizden ne vefa ümmid it Ey vatan yarelerin tiftiğini kendin dit Göğsünü bağrını aç mahkeme-i mahşere git Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vatan evladına Moskof gibi rahm etmediler Hastaya bakmadılar yareliye gitmediler Dittiler etlerini tiftiğini ditmediler Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Var iken meşverete milletin isti’dadı Kime verdi bakınız devlet-i istibdadı Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Bulunaydı seni bizler gibi üç dane seven Yüzüne bakmaya da kasd edemezdi düşmen Etini beslediğin halk yedi ah vaten Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vatanın cevher-i namusunu biz mi satalım Ne reva böyle cehalet döşeğinde yatalım Halik’a karşı duracak kimseye taş mı atalım Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Doymadık gözlerimiz kan ile olsun dolsun Babalar ağlaya dursun analar saç yolsun Yüzümüz yerde sürünsün başımız taş olsun Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vatanın yareledi sinesini düşman eli Girye-i matem imiş tali’imiz ta ezeli Kerbela’da dökülen hun-ı şehidan-ı Ali Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Vatan eyvah hakīr oldu perişan oldu Düşman İstanbul’a girdi bu dahi şan oldu Memesinden dökülen süt yerine kan oldu Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Böyle ma’sum ölenin kabri kılıçla açılır Kabrin üstündeki taştan bile kanlar saçılır Böyle kanlar saçılırken ne yürekle kaçılır Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini Ey vatan hasretini ıyd-i visal eyle bize Bari rü’yada görün arz-ı cemal eyle bize Sütünü ni’metini gayrı helal eyle bize Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini Yoğimiş kurtaracak bahtı kara maderini ŞI’R-I ŞEBAB Hala yine şehvet yine tervic-i faziha!.. Kalkmış demek artık aradan şimdi utanmak. Hala o cinayet!.. Kanıyorken vatanın bak Cangahına dün açtığımız kanlı ceriha! Ey genç o akan kanları sen dindirecekken Düşmanlara bir darbe-i kahr indirecekken Sen millete bir devr-i felaket açıyorsun! Her yer bize bir sahne-i dil-suz-ı feca’at Bir çehre-i ye’s-aver-i gam arz ediyorken Hala kaleminden dökülen: Katre-i şehvet; Hala hevesatın ile uğraşmadasın sen! Millet kırılırken şu vatan parçalanırken Bir hiss-i teessür bile göstermeyen ey genç! Bak yazdığın asara: Nasıl pisne de iğrenç! Artık o edebsiz kalemi kır edeb öğren! Bir milletin ayinesi ayine-i hissi Aheng-i tesellisi demektir: Edebiyyat; Fikr-i beşerin meşrıkı amalinin aksi Mir’at-ı tecellisi demektir: Edebiyat. A’sabı uyuşmuş kurumuş millete bir his Bir ruh-ı teyakkuz verecekken.. Bize heyhat Şehvet daha bilmem ne mülevves ne kadar pis Hisler veriyor şi’r-i şebab ü edebiyyat!.. Siz yaptığınız artık edebiyatı oyuncak; Bunlarsa edeb ümmet-i merhumeye hüsran! Millette ne din duygusu kaldı ne de ahlak Hep işte bu hain bu edebsiz yazılardan!. BIR FELAKET-I MÜŞTEREKE teslim ederler ki Zi’l-hiccce sene tarihine tesadüf eden Cuma gününde azim-i bağ-ı cinan olan ekabir-i fudaladan ve dühat-ı ulema-yı müsliminden asrımızın allame-i yeganesi fazıl-ı şehir muhakkık-ı bi-nazir üstazü’l-esatize Mevlana Ma’nastırlı el-Hac İsmail Hakkı Efendi hazretlerinin uful-i ebedisi yalnız aile-i muhtereme-i keder-didesine has bir felaket olmayıp belki bütün alem-i İslam için bir felaket-i müşterekedir. Çünkü üstaz-ı merhum ulum-ı akliyye ve nakliyyeyi harika bir surette cami’ ve mevahib-i ilahiyye ve secaya-yı insaniyyeye dair ve müteallık bulunan ulum ve maarife kema yenbagī aşina bir fazıl-ı derya-dil olup a’zam-ı bilad-ı İslam ve muhit-i rical-i ulema-yı a’lam olan belde-i İstanbul’da her vechile teferrüd etmiş bir zat-ı feza’il-simat idi. Nutk-ı alilerindeki beliğane nizam ve takrir ü tahrirlerinin edasındaki insicam pek mükemmel olduğu gibi şirin ve hem de metin idi. Matlub ve müdde’asını isbat için sevk ettiği berahini lüzumu kadar izah eder ve sadedden harice çıkmazdı. Ta’assub ve hak-na-şinaslıktan be-gayet mücanib Mecalis-i ilmiyye ve mevaiz-i diniyyelerine müdavim olanlar ahlak-ı redi’eden tahalli ve füyuzat-ı fazl ü maarif ile tahalli ederler idi. Bit-tesadüf uğrayan erbab-ı takdir dahi gayr-ı ihtiyari olarak derhal ku’ud ile haline göre müstefid ve müstefiz olduğu gibi kalbinde dahi o muhterem sima-yı nura gayr-ı kabil-i ta’rif bir incizab ve muhabbetle kalkar idi. Bu abd-i aciz dahi o meclis-i feyz-i lami’a unfüvan-ı şebabımdan beri devamla bi-nihaye istifade ve meslek-i celil-i ilmiyyeye süluk şerefine nail olup o müfessir-i zamanın Fatih Cami’-i Şerifi’nde güzide-i talebe-i ulumdan bir cemm-i gafire kemal-i tahkīkat ve tedkīkat ve fünun-ı şettaya tatbikat ve zatına mahsus mehabet ve vakar ile tedris buyurdukları Tefsir-i Beyzavi ’den sure-i celile-i Lokman ve evail-i sure-i celile-i Nisa derslerinde bila-fevt hazır bulunup gavamızı halle dair takrirat-ı üstazanelerini zabt ve sebt ile bir da’isi olmakla müftehirim Merhum-ı müşarun-ileyh hazretleri ömrünü hayatını din-i celil-i İslam’a hizmet ve tedris-i ulum-ı şeriate hasr edip müdafi’-i din-i mübin-i Ahmedi olduğu asar ve makalatıyla sabittir. Ba-husus güzide-i nefa’is ıtlakına bi-hakkın şayan bir gevher-i safa-aver-i sudur-ı ehl-i iman olduğu vareste-i arz ve ifham olan merhumun Risale-i Celile-i Hamidiyye tercümesi bu babda bir bürhan-ı bahirdir. Sit-i fazl ü kemali dünyayı tutmuş olup mahza eser-i hased olarak hakkında edilen kal ü kīl şeref ve şöhretine nakisa irası şöyle dursun cihet-i uhra mülahazasıyla erbabı ed-Dü’eli: – Hased ulema beyninde daha ziyade görünmektedir. Binaenaleyh Mezheb-i Maliki’de onların yek-diğerleri aleyhinde şehadetleri kabul olunmaz. Abdullah bin Abbas radıya anhüma Rabbü’n-nas hazretlerinin kelimatın[dan]dır: Ulemanın sözlerini dinleyiniz ancak birbirleri aleyhinde vukū’ bulan kelamlarına havale-i sem’ ü i’tibar etmeyiniz çünkü onlardaki tehasüd ve tebağuz herkesten ziyadedir. Hülasa üstaz-ı merhumun şan-ı alilerine layık bir surette medh ve sitayişlerinde hame-ran-ı makal olmak haddimden haric olduğunu kemal-i ciddiyetle i’tiraf eder ve – du’asıyla hatm-i kelam eylerim. ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- Bu def’a her ikisi de delil-i sahih bulunmadıkça yek-diğerinin sözünü kabul etmeyeceklerinde müttefik bulunuyorlardı. Bahis yine kıyametin yakın olması ve bunu isbat etmek Çünkü kıyametin yakın olduğuna ondan evvel de beheme-hal dinin duçar-ı za’f olacağına müslümanların parça parça olarak her biri bir tarafta mahv olup gideceklerine dair her asırda vücudu eksik olmayan cahil va’izlerin kopardıkları feryadlar budalaca sadalar dolayısıyla bu mes’ele müslümanları pek fena bir surette mutazarrır ediyor onları sa’y ve amelden alıkoyup her türlü zillet ve meskenete en basit pek fena bir ma’işet-i hayatiyyeye razi olmakta ber-devam kılıyordu. Binaenaleyh muhavereye şu suretle mübaşeret olundu: Muhakkık: - Ben de tasdik ediyorum ki cümel-i hesabiyye denilen şey kadimdir. Hem Arablara bu hesab Süryanilerle umura delaleti ne aklidir ne de tabi’idir. Ancak muvaza’a ve ıstılah tarikıyladır. Gerek Arablar gerek başkaları için her hangi bir kelimeyi alıp onun aded-i hurufunu hesab ve onunla bir milletin mevcudiyet ve istiklalinin devam ve bekasını tahdid ile hükmetmeyi tashih edecek müttefekun-aleyh bir ıstılah yoktur. Hatta diyebilirim ki: Lügatte keşf-i istikbale delalet edecek gerek hesabi gerek gayr-ı hesabi rumuz bile yoktur. Nihayet bu hususta mümkün olan bir şey varsa o da buna dair mevzu’ ve mustalah olan bir usul ile bu hesabdan istifade etmektir ki bu ıstılah-ı mevzu’u bilenlerden başka hiçbir kimse onu anlayamaz. Mesela: maddesinden mürekkeb olan elfaz-ı mahsusadan sonra bulunmasıyla ta’ayyün eden bir kelimeden yahud kelamı zikr ederek cümel-i hesabiyye vasıtasıyla aded-i hurufundan hasıl olan yekun ile tevkīti bilinmesi istenilen şeyin vücuda geldiği seneyi beyan etmek gibi. Bunun da öyle bir ibare ile zikr edilmesi lazımdır ki: O ibare her kime söylenirse ondan maksud olan ma’ani anlaşılsın. E’imme-i erba’a rahimehumu’llah hazeratının tarih-i tevellüdleri vefatları müddet-i hayatlarını beyan zımnında bazı kimselerin söylemiş olduğu ebyat-ı atiyye de bu kabildendir: Eğer ebyat-ı sabıkadan maksadın ne olduğunu bildiren beyt-i ahir olmamış olsaydı o beyitleri okuyan işiten kimseler maksadı tamam anlayamazlardı. Binaenaleyh bu hesabın delaleti sahih olamaz. Sahih olmayan bir şeyi erbab-ı ukūlün kasd etmesi ise hiç de doğru değildir. Çünkü bu lağvdır batıldır. Şu halde nasıl olur da bu gibi lağviyyat batıl olan şey Kitab-ı İlahi’ye muzaf kılınmak sahih olur?! Bu hem alamet-i nakstır hem de nazm-ı ilahisi ile tavsif edilen beyanat-ı Kur’an iyyeye münafidir. Eğer “Ta-sin-mim Ha-mim” gibi evail-i süver-i Kur’an iyyede bulunan şu huruflar mu’amma olsalardı Kur’an-ı Kerim ’in ehass-ı evsafından olan “mübin” vasf-ı şerifi ile vasl olunup bitişmezlerdi. Hem ne hacet! Zaten ilm-i kelam uleması da Kur’an ’da insanların anlamadığı rumuz ve mu’amma nev’inden bir kelamın mevcudiyetini Binaenaleyh bir takım kıssa-guyanın tahrif-i hakayıka çalışan deccallerin sözlerine karşı “din”i muhafaza akaid-i hikmet-amizlerini terk etmek mukallid için nasıl sahih olabilir? Sana ebced hesabıyla verilen hüküm hakkında bazı üdeba miyanında cereyan eden bir latifeyi zikr edeceğim. “Hamd” namında bir Şii Bağdad üdebasından birisiyle bir mes’ele hakkında münazarada bulunur. Hamd kendi da’vasını –senin yukarıda kıyametin zaman-ı vukū’unu nazm-ı celili ile istidlal ettiğin gibi– hesab-ı ebced ve oraya muvafık olan bazı kelimat-ı Kur’an iyye ile ihticaca kalkışır. Şiiye karşı edib der ki: –Bu gibi istidlali kabul ediyor musun? Şii: –Evet. Edib: – Öyle ise sen “kelb”sin. Çünkü ebced hesabıyla “hamd”in hurufu olduğu gibi “kelb”in de böyledir. Şii: – İsm-i sahihim Ahmed’dir. Edib: – Öyle olarak münazarayı bırakır. Geçen mecliste Yahudi hakkında rivayet olunduğunu zikr ettiğin hadise gelince: Bu sahih değildir. Bunu naklettikleri şeylerin hakīkatini taharri etmeyen müfessirler İbni İshak’ın Siyer ’i gibi gayr-ı makbul olan siyer ve mağazi kitaplarından almışlardır. Bu gibi kitaplardaki şeylerin ekserisi mu’temed olmadığını sana bildirmiştim. Bu babda İhya’ü’l-Ulum Şerhi ’nde bir fıkra gördüm ki hülasası şudur: “Süheyli diyor ki: Mükerreri hazf ile evail-i süverdeki aded-i huruf şu ümmetin müddet-i bekasına işaret olsa gerektir. Hafız İbni Hacer diyor ki: Bu batıldır şayan-ı i’timad değildir. Çünkü İbni Abbas rd suret-i kat’iyyede ebced hesabından nehy bu hesabın bir nevi’ sihir olduğunu işaret etmiştir ki pek de ba’id değildir. Zira şeriatte bunun aslı ve esası yoktur.” Haydi teslim edelim ki Yahudi hakkında mervi olan hadis rivayeten sahihtir. Fakat bu surette yukarıda benim muhtasaran zikr ettiğim ve fakat İmam Razi gibi bazı mütekellimin ve müfessirinin tafsilatı vech ile bunu dirayeten tedkīk ederiz. Binaenaleyh yine senin zikr etmiş olduğun ma’naya delalet etmez. Çünkü Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Ahtab’ın oğulları olan Yasir ile Hayy’a verdiği cevabdan maksad-ı alisi onların anladığı delaleti ibtal şübhelerini maksadları setr-i hakīkat ile galat ve şübhede bırakmaktı. Hatta verilen cevab üzerine maksad-ı telbiskaranelerini tasriha mecbur olduklarından Hayy demişti. Mukallid: –Söylemiş olduğun şeylerin bazıları kendi aleyhine hüccet oluyor ki o da “hesab-ı cümelin aslı olan ebced Süryani lügatinden alınmıştır” kavlindir. Halbuki Süryani lügati melaikenin lügatidir. Şu halde Kur’an ’da lügat-i melaikeden bir şey bulunup da umur-ı gaybiyye üzerine delalet etmesi ve bunu anlamak da enbiya evliya gibi melaikenin kelamını anlamakta güçlük çekmeyen havass-ı ümmete mahsus olmasında ne mani’ vardır? Mevlana kutbü’l-gavs Şeyh Abdülaziz Debbağ kaddesallahu sırrehu dan rivayet olunuyor ki: Divan-ı batıni ehl-i Süryani lügatinden başkasıyla tekellüm etmezlermiş. Çünkü bunun bir harfi bilhassa evail-i süverde bulunanlar pek çok ma’naya delalet ettiği cihetle gayet muhtasardır. İhtimal ki bunu ez-Zehebü’l-İbriz kitabında görmüşsündür! Muhakkık: –Ben Süryani ile melaikeyi kasd etmiyorum. Ancak Süryani’den maksadım tarihte hal ve şanları ma’lum olan bir sınıf insanlardır. Onlar Cumartesi’ne Ebced Pazar’a Hevvez Pazartesi’ne Hutti Salı’ya Kelemin Çarşamba gününe Sa’fas Perşembe gününe Karaşet Cuma’ya da Arube derlerdi. Süryan bu kelimatı kendilerince ma’ruf olan huruf-ı hecayı müştemil olarak vaz’ etti. Arablar da onlardan alarak lügat-ı Süryaniyyede bulunmayıp da Arablarda olan diğer huruf-ı hecadan mü’ellef iki kelime daha ilave ettiler ki onlar da “Sehhaz Dazzag”dır. Bunlara revadif yani levahık namı verdiler. Bu huruf ile yapılan hesabın meratibini zabt etmek hususunda da Süryanilere muvafakat ettikleri gibi kendi lügatlerinden ziyade ettikleri harflerin hepsini ma-kabline yüzer aded ziyade etmekle onların üzerine ziyade eylediler. Mesela se hı ilh. Bu suretle cem’ ve hesab etmek harf-i ahir gayının onlarca meratib-i adedin nihayeti olan bine muvafık gelmesine müsa’id bulundu. Bazı müverrihler Arablarda haftanın günlerini Süryaniler gibi tesmiye ediyorlardı zu’munda bulunmuşlardır. Melaike’ye gelince: Bunlar benim i’tikadıma göre bizden nihan olan alem-i ruhanidirler bunları meşhudumuz olan alem-i maddiye kıyas etmek sahih değildir. Yahud usuliyyunun dediği gibi kıyas ma’a’l-farıktır. İnsanların ilminin ihata edemediği çalışmalarıyla hakīkatine vasıl olamadıklar her şey hakkında alimü’l-gayb olan Cenab-ı Hakk’ın kavlinden başkası makbul değildir. Halbuki melaike-i kiramın insanlar dair ben nass-ı kat’i bilmiyorum. Divan-ı batıni ehlinden zikr etmiş olduğun şeye gelince: Eğer bana muvafakat edersen şimdi onu tedkīk ile uğraşmayarak ümmet-i İslamiyyenin emrazı hakkındaki mufassal bahse terk edip burada yalnız şu kadar söylemekle iktifa edeceğim: Onlardan zikr etmiş olduğun şey o mesail üzerine hüccet-i kat’iyye beyyine-i şer’iyye olamaz. Eğer bana muhalefet ediyorsan senden nass-ı kat’i taleb ediyorum. Mukallid: –Ben mevcud müşahed olan vekayi’ ve şu’unun ehemmiyetini senden ziyade takdir ederim. Çok def’alar hakīkat-i vekayi’i temsil etmeyen şeyler yalnız hayal nüfusun evham ve vesavisinden bir vesvesedir ki bunları çıkarıp atmak ehemmiyet vermemek vacibtir. Bu gibi şeylere mübtela olanlarca bunlar her ne kadar ilimden ma’dud ise de nefsü’l-emrde cehlden başka bir şey değildir. Ancak Nebiyy-i ma’sumun alem-i gaybdan ihbar ettiği şeyler aklen caiz olmak şartıyla mevki’-i mübahaseye çekerek başkasını da ona kıyas etmeksizin doğrudan doğruya teslim olunur.” Ben buraya naklettiğim şu sözlerini kendi aleyhine hüccet kılacağım: Talebemin birisi mektebe girip tarih okumaya başladı. Tarihe o derece haris idi ki hatta bir gün o kadar haris olma diyerek uzak durmasını bile söyledim. Çünkü tarih mütalaa etmek Şiiliğe seyyidüna Muaviye’ye buğz etmeye mü’eddi olduğunda kanaatim vardı. Fakat senin tarih ile ihticac edip onu adeta fıkıh gibi i’tibar ettiğini gördüğümden o talebemi çağırıp tarihte cümel-i hesabiyye ile ki: Evet bazıları kavl-i şerifinden ’de müslümanların Beyt-i Makdis’i feth edeceklerini istihrac etmişler ve dedikleri gibi de oldu. Ben bu vak’ayı işittiğim gibi aleyhine tarih ile istidlal etmek de hatırıma geldi. Fakat ben ümid ediyordum ki müverrihlerin sözüyle kendi re’yim üzerine ihticac olunmaz da aleyhime çıkar. Bilahare bunu ulema-i Hanefiyye’den bazılarına söyledim. O zat da dedi ki: “Bu rivayet Bahr ’da mezkur ve ibaresi de şudur. Mukallid cebinden bir kağıd çıkarıp okudu ki hülasası şudur: Şeyh ve üstazımız Ebu Cafer bin ez-Zübeyr Ebi’l-Hakem ibni Barcan’dan şunu hikaye ediyordu: İbni Barcan ... kavlinden o zaman nasaranın yed-i istilasında bulunan Beyt-i Makdis’i müslümanların feth edeceklerini bu fethin zamanını gününü istihrac etmiştir. İbni Barcan Beyt-i Makdis’in fethi hakkında ta’yin ettiği zamandan evvel vefat etmişse de ta’yin etmiş olduğu zamanda müslümanlar fethe muvaffak olmuşlardır.” Binaenaleyh hesab-ı cümele i’timad ve onunla amel etmek ta’ayyün ediyor. Muhakkık: –Görüyorum ki sen yek-diğerimizin da’vasını ancak deliller ile kabul edeceğimize dair yaptığımız ittifakı unutuyorsun! Bir kitapta da’vanın zikr olunup da onu ulemadan birinin teslim etmesi bir şey hakkında delil olabilir mi? Ebu’l-Hakem’in leten mazbut bir vecih ma’ruf değildir demiştim ki aynı ile buraya da cevabdır. Binaenaleyh beni tekrara mecbur kılma! Evet ilm-i sahih ancak mevcudatın isbat ettiği şeydir. Tarih de insanın ilminden hikaye olunuyor. Fakat tarihin bize isbat edeceği şey vekayi’-i cüz’iyyedir. Biz de aklın bahş edeceği kavaid-i umumiyye ile o vekayi’a hüküm veririz. Ebi’l-Hakem’in rivayetinin sıhhati takdirinde onun sıhhati bize kavaid-i umumiyye isbat etmez yine o bulunduğu ebham ve gumuzu muhafaza eder. Belki onu tesadüfe haml etmek daha karibdir. Mukallid: –Evliyadan keşif tarikiyle sabit olanlara ne diyeceksin? “Muhakkıkin cevabı gelecek hafta” NIÇIN BÜTÜN SOKAKLARIMIZ ÇIKMAZ OLMUŞ? Temeli mektep sıralarının duş-i metinine kurulan arkadaşlıkları senelerin saha-i rikistanında cuşan seyl-i şu’un ekseriyetle aşındıramaz. Nahin-i zamana meydan okuyan bir meveddet-i rasine ile mütelasıku’l-fu’ad olduğumuz bu nevi’ arkadaşlardan biriyle geçenlerde buluştuk. Müdavelesi mu’tad olan “Nasıl oldu geçmiş olsun hele kurtuldunuz” gibi sözler cevablarıyla beraber birer kıvılcım gibi tutuşup söndükten sonra arkadaşım yavaş yavaş sandalyesini ilerleterek bana doğru yaklaştı başını başıma doğru uzattı ağzını kulağıma tevcih etti ve bir sır tevdi’ edenlerin tavr-ı ketumunu takınarak: – Azizim dedi muharebe başlar başlamaz tanıdığım bir Bulgar bana dedi ki: “Efendi bu muharebe ilim ile cehl arasında oluyor. Galebenin hangi tarafta olacağını siz takdir ediniz.” Adamcağız doğru söylemiş. Bulgarın isabet-i hükmünü pek müdhiş bir surette tasdik eden hadisatın huzur-ı belağatında diyecek bir şey bulamadığım için derin bir şehik ve zifirin lerziş-i hüsranıyla başımı salladım kaldım! Ben bu hakīkati daha basit daha sade-gu bir ağızdan da dinlemiştim: Üsküb’de şehrin bir kenarında bulunan Hilal-i Ahmer Hastahanesi’nin önünde duruyordum. Kumanova’da bozgun vererek dönen askerlerden bir nefer; tüfenginin refakat-i eminesine yaslanarak başı önde hastahanenin yanından geçerken müstahdeminden bazılarının kuyudan su çektiklerini gördü yanımıza geldi su istedi. “Bu su bulanıktır; ladı. “Biz çamurlu su da içeriz çamurda da yatarız ölürüz de… Hepsi bizim için” yollu bir serzeniş savurduktan sonra söyletmek istedim. “Nasıl oldu bu ne hal bu ne geliştir?” diyerek derdini deşmeye koyuldum. – Onlarda dedi “fen” var. Ne yaptı yaptı toplarıyla bizi kavurdu. Fen; efendi fen. Hergün yeni bir iş çıkarıyorlar. Bize gelince köyümüzde bugün şöyle böyle yarım yamalak çalışırız yarına “Allah kerim” der yata kalırız. Konya Vilayeti’nin Alaiye havalisindeki seviye-i endişeyi saf bir eda ile tebliğ eden bu sözlerle bir Mekteb-i Hukūk me’zununun ağzından çıkan ve İstanbul’un cevf-i idrakinde arkadaşımın –bilmem ne için yoksa badi-i hicab olduğundan mı öyle yaptı?– tavr-ı kitman-pezirindeki za’f-ı ma’nayı da hesaba katarak vatanımızda “ müd hiş hakīkat”in artık tamamıyla mazhar-ı iktinah olduğuna kanaat etmek istiyorum. * * * Evet bunda kimsenin şübhesi kalmadı. Bu memleket toptan tüfenkten her şeyden evvel irfan ister. Biz Avrupa’nın satvet-i ilmiyyesi karşısında böyle pest-paye kaldıkça dünyanın kuva-yı maddiyyesi elimize teslim olunsa yine onlarla boy ölçüşemeyeceğiz. Boğulup kalacağız. Hamden li’llah memleketimiz bu hakīkatin pişgahında olsun ihtilafa düşmedi bir ittifak-ı tam ile “cahiliz öğrenmeye başlı ejder-i ihtilaf boynunu uzattı: Kimi: “Şunu öğrenelim. Şöyle olalım” diyor. Kimi: “Hayır o öğrenilecek şey değildir; zamanı geçti necat öbür taraftadır” Da’vasını müdafaa ediyor kimi: “İkinizde de isabet yok. Kurtulmak isterseniz bizim sözümüzü tutunuz” diye haykırıyor ve bu silsile-i ihtilafat teselsül vadilerine doğru yuvarlanıyor. Nihayet bu niza’-ı kīl ü kal-amiz hiçbir semere-i hilaf doğuramıyor akamet-i mutlakaya mahkum kalıyor. Cism-i vatanın muhtelif cihetlerine muhtelif istikametlerde saplanan bu da’valar iki muhassala-i kuvaya irca’ olunabilir: üzere muhtelif cihetlerde fakat aynı istikamette memleketin ruh-ı terakkīsi üzerine musallat olmuştur. Musallat olmuştur diyorum. Çünkü mevlud-ı mihanikisi bir adem-i hareketten bir ataletten ibarettir. Biraz daha açık söyleyelim: Bu iki kuvvetten biri “din” namına ref’-i liva etmiştir. Eğer müdafaasını deruhde ettiği mahiyet-i mukaddeseyi iyi anlamış olsaydı karşısındaki mukavemete galebe edecek ve atalet harekete münkalib olacaktı. Bizde bu “fıkdan-ı idrak” bu “ifrat” ta’assub ile ifade olunuyor. ceddüd” namına birinci kuvvete mu’akis bir veche-i te’sir tutmuş gidiyor. Fakat derece-i zindegisi ötekinden fazla olmadığından –bereket versin– müvellid-i hareket olmuyor. Bu hareket i’tikadımızca birinciden az zararlı “menfi” olmayacaktır. O halde bizim nokta-i nazarımıza göre müsbet ve salim bir hareket ancak bu kuvvetlerin mütevazi yek-cihet “din” namına icra-yı te’sir edenlerle bir “amil-i teceddüd” olarak işe sarılanlar birbirlerine munis bir “hadd-i zaman müstakīm bir hareket başlayacak ve cism-i vatan; şeh-rah-ı necata doğru ilerleyecektir. Ve yine işte o zaman: Bütün bugünkü çıkmaz sokaklar çıkar olacaktır. Ve illa fela. TE’SIRAT-I MEFSEDETKARANESI Hakīkī bir İslamiyet müdafi’i olduğunu bütün fi’liyyatıyla tecelli ettiren muhterem Sebilürreşad “Sezai” imzasıyla neşr ettiği makalelerle İslamiyet’in hakīkaten pek acıklı bir yarası ve dolayısıyla sebeb-i sukūtumuz olan emraz-ı ictima’iyyemizden en mühimmi üzerine parmağını koymuş oluyor. Bu zamana kadar matbuatımızda sayha-i vicdanlarımızın ma’kesi olacak bir vasıta bulamamaktan naşi sükut etmek mecburiyet-i eliminde kalıyorduk. İslamiyet’i milliyeti müdafaayı yegane vazife bilen muhterem Sebilürreşad sada-yı vicdanimizi sem’-i millete isal etmeye vasıta olacağını yine bu makalelerle bize i’lan etmiş oluyor. Artık biz de teessürat-ı deruniyyemizi milletimizin bu uyuşukluğuna için için ağlamakla değil; herkese işittirmek için bağırmakla teskine uğraşacağız. Zannederim ki samimi bir hissin tercümanı olduğu şübhesiz bulunan bu makaleler benim gibi birçok kimselerin de sızlayan kalblerini kanatmıştır. Bu dinin bu milletin bu vatanın paydar olması bütün mevcudiyetlerini bunlara hasr edebilecek bir nesl-i ati yetiştirmeye mütevakkıftır. Tarihi tedkīk edip görmüyor muyuz ki bir milletin yaşaması efradının yıkılmaz bir i’tikad-ı diniyye sarsılmaz bir metanet-i ahlakiyye herşeye tercih olunacak bir muhabbet-i vataniyyeye malikiyetleriyle kaimdir. Yine tarih bize göstermiyor mu ki bugün kiminin yalnız ismi mevcud kiminin adı da mefkūd bir takım hükumat ve milel-i muhtelifenin mahv u inkıraza uğramalarına sebeb hep bu esasatı gaib ettikleridir. Zira metanet-i ahlakiyye ve diniyyesini gaib eden bir milletin mutlaka mahkum-ı zeval olduğu bütün alemce teslim edilmiş bir hakīkattir. Bugün hepimizin şahidi olduğu acı bir hakīkat mevcuddur ki o da dinimizdeki ahlakımızdaki za’ftır. Emraz teşhis edilirse tedavisi kolaydır deniyor. Niçin biz bu hakīkate ittiba’ ile hareket etmiyoruz? İşte marazımız maraz-ı müdhişimiz mevcudiyetimizi kemiren yiyen yaramız meydanda. Fakat.. Bin teessür ve teessüfle söylüyorum ki biz bu marazı tedaviye değil onu devre-i tedavinin haricine sürüklemeye çalışıyoruz. Evladlarımızı bu marazın müd hiş birer mikrobu olarak yetiştiriyoruz. Onlara ne din ne milliyet ne vatan ne de Osmanlılık hissi almaya müsa’ade etmiyoruz. O his ile mütehassis olmalarına mani’ oluyoruz. Çünkü ümid-i istikbalimiz olan etfalimizin yaşamak için ha’iz olmaları icab eden bütün hislerini inkişaf etmeden boğarak yerine kendi zehirlerini akıtanları ve kemal-i azm ve cesaretle bu hıyanetleri irtikabdan çekinmeyenleri görmüyoruz. Bunlar memleketimizde ekmeğimizle suyumuzla beslediğimiz ve birer mü’essese-i ilm ü irfan namıyla te’sisine müsa’ade ettiğimiz ecnebi mektepleri mefsedet-haneleridir. Bütün mevcudiyetleriyle aleyhimize çalışan bu düşmanlarımız; daha fikr-i ibtidaisi inkişaf ettirilmeden ağūşuna atılan beş yaşındaki zavallı ma’sumcağızın hissiyatını hissiyat-ı diniyye milliyye ve vataniyyesini tebdile yorulmaz bir faaliyetle uğraşıyorlar. Bunların yalnız bununla da kanaat eylemediklerini ve daha kale kaleme alınmayacak ne gibi fecayi’ irtikab ettiklerini ra’na biliyoruz. Esasen kisve-i levs ve riyaya bürünen kimselerden başka ne beklenirdi? Başka neye çalışacakları ümid edilirdi? Bir def’a insaf edip zavallı ma’sum yavrucaklarımızı ağūşuna atmaktan çekinmediğimiz bu kimselerin mahiyetini öğrenmeye çalışalım. Memleketlerindeki mevki’-i ictimailerini anlayalım. Birer mürebbi! olarak telakkī ettiğimiz bu adamların kimlerden devşirme olduğunu görelim de atide dinimizin milletimizin vatanımızın yegane müdafi’leri olacak çocuklarımızı ona göre bu mülevves kalblere bu siyah ellere teslim etmeye cesaret edelim. Aynı mü’esseselerde bulunan fakat fikr-i ibtidaisini tarsin etmiş olan efendilerden soralım ve anlayalım. Çocuklar hususiyle en küçükleri neler yapmaya mecbur tutuluyor bilelim. Bildiklerimden şimdilik birkaçını medar-i intibah olur ümidiyle zikr ediyorum. Kadıköy Frerler Mektebi’nde bulunan fakat tahsil-i ibtidaisini Türk mekteplerinde alan dini milleti hakkında pek güzel bir fikir peyda ettikten sonra oraya giren bir efendinin büyük bir teessürle naklettiği benim de ağlayarak dinlediğim şu sözler bizlere ne acı felaketler gösteriyor: “Görseniz ne acıklı levhalar karşısında bulunuyoruz. Bizim mekteplerimizde hocalarımız akaid-i diniyye derslerinde adedleri son derece kalil olan gayr-ı müslimlere arzu ederlerse sınıftan çıkabileceklerini ihtar etmeyi adeta bir vazife bilirlerken burada ekseriya sınıfın kısm-ı a’zamını teşkil eden alacak nokta ise bu usulün fikr-i ibtidaiden mahrum küçük Vallahi ben bile Peygamber’imizi unutmaya peygamber olarak yalnız Hazret-i Isa’yı tahayyüle başlar gibi olmaktan korkuyorum. Çünkü Peygamber’imizin ismine hasretiz halbuki üç suretli ilahın menakıbıyla kulaklarımız doluyor.” Şimdi düşünelim. Güzel bir tahsil gördükten sonra oraya girdiğini söylediğimiz bir efendi böyle düşünürse artık o yavrucaklar nasıl düşünür ve nasıl düşündürülmeye mahkum edilmiş olur. Yine mezkur mektebde cereyan eden vak’alardan biri: “Osmanlı Hıristiyanlarından bir çocuk başına fes koyarak mektebe gelir. Bu tabii Frer’in nazar-ı dikkatini celb eder. Bir lisan-ı tezyifle çocuktan ne vakit müslüman olduğunu sorar.! … Çocuk müslüman olduğu için değil Osmanlı bulunduğu için fes giydiğini bir Osmanlıya yakışacak surette anlatırsa da mektebin müfettişleri ve müdiri tarafından gördüğü tazyik üzerine fesi çıkarmak mecburiyetinde kalır ve çıkarır. Fakat kiliseye giden İslam çocuklarına ne vakit hıristiyan oldukları sorulmaz!….” Ey millet! Ba-husus ey garb terbiyesi almakla müftehir zevat-ı kiram! Size bütün sada-yı vicdanımla haykırır ve sizden sorarım ki: Bir milletin ümid-i istikbali varis-i istiklali olan çocuklarında hissiyat-ı diniyye ve vataniyye an’anat-ı milliyye ve tarihiyye duygusu uyandırılmaz daha dinini dininin kudsiyetini takdirden mahrum lisanını lisan-ı mader-zadını tekellümden aciz bir zavallı evet! Bi-günah zavallı bir yavrucak bir ecnebi dest-i terbiyetinde! bırakılır da onun dini onun hissi onun duygusu ile meşbu’ ettirilirse vahdaniyet-i ilahiyye ve kudsiyet-i peygamberiyye hakkındaki tenmiye edilmeyen zihni fikr-i Teslis ile zehirlendirilir yavrucağız mesela bir Fransız bir Alman bir İngiliz olarak yetiştirilirse hangi düşünce ile o garbdan aldığınız tahsil ve terbiyenin hangi salahiyetiyle yaşamak hakkını ha’iz olduğumuzu bu cinayetler hep fikr-i teceddüd-perverane hülyasıyla irtikab ediliyor. Fakat teessüf teessüf ki vatan için yetiştirmek ümidiyle o mü’esseselere atılan bu çocuklar bilahare onun başına birer bela-yı mübrem olacak onun an’anesini onun mazisini onun dinini unutacak fazla olarak onunla da istihza edecektir. Çünkü kendisi o hislerden mahrumiyet gibi bir bed-bahtlığa giriftardır. Evet! Ben de isterim ki ma’rifet ve ilim ve irfanca bizden fersah fersah ileride bulunan Avrupa’dan ders alalım. Lakin ibtida dinimizi milliyetimizi vatanımızı öğrenelim ve onu sevelim. Sevmeyi bilelim. Gayr-ı kabil-i tağyir bir rasanet-i fikriyye bir i’tikad-ı diniyye peyda edelim. Yoksa bütün esaslarımızı yıktırmak bahasına aldığımız o ilim ve ma’rifet bizi zillet ve sefalet altında vatansız yurtsuz olarak Allah’ın Peygamber’imizin la’net ve nefretleri içerisinde bırakmaktan başka bir şeye yaramayacağını düşünelim. Beş sekiz yaşındaki o ma’sum yavrucağımızı mesela: Bir Fransız mü’essese-i mefsedetine atmaktan korkalım. Aks-i takdirde bu memleketin muhtac olduğu nesl-i ati yetiştirilmemiş bu vatan bu mukaddes vatanımız dinimiz izmihlal ve inkıraza sürüklenmiş olur. Sefil menfa’atimizin haykırmasına bakmayarak vicdanımızın eninini dinleyelim. Menafi’-i mülk ü milleti menafi’-i şahsiyyemize feda etmeyelim. Çünkü bunun neticesi hüsrandır. Böyle bir millet hiçbir vakit yaşamak hakkını ha’iz olamaz ve yaşayamaz. Çünkü yaşatmazlar. Biz ise bu milleti millet-i İslamiyyeyi mahva izmihlale değil bu dinin nur-ı pertev-efşanını zulmet-i şirk ve zilletle kararan kalblere isale çalışmakla me’muruz. Fakat efsus; ki ifasına mecbur olduğumuz bu vazife-i mukaddese bizler biz müslümanlar tarafından fından yavrularımızın dimağlarının kalblerinin fikr-i Iseviyyet telkīniyle siyahlandırılmasına bile acınacak bir la-kaydi mesa’ibe nekbetten nekbete hatta zilletten zillete ma’ruz kaldığımız halde mütenebbih olmuyoruz. Fakat korkalım: Devre-i intibahı geçiriyoruz. ---- HIND YOLUNDA ---- Hıtta-i Irakiyye sair memalik-i Osmaniyye ve İslamiyyeden ziyade emakin ve meşahid-i şerife ve müteberrikeye maliktir. Buralarda vaktiyle din ve mezheb namına tedeyyün ve temeddüne hizmet eden zevat-ı kiram hazeratının meşahid-i müberrekelere mevcud ve bütün alem-i İslam’ın ziyaretgahı vaki’ olmuştur. Çehar aktar-ı cihandan bil-cümle avalim ve muhit-i İslamiden buraya beray-ı ziyaret her sene yüz binlerce –Şii Sünni- züvvar akın akın vürud edip hıtta-i Irakiyye ile tenbel ve irfansız ahalisinin rızk u ma’işetlerine refah ve sa’adetlerine yardım ederler. Bağdad’da kain Şeyh Abdülkadir el-Geylani hazretlerinin merkad-ı şerifini ziyaret etmek için Hindistan’dan gelen Hindlilerin hadd ü hesabı yoktur. Bu za’irler beraberlerinde gerek mezar-ı şerife ve gerek post-nişini ve evladı olan Bağdad nakībine birçok hedaya ve nefa’is dahi takdim etmekde kusur eylemezler. Bu yüzden Bağdad nakīblerinin emlak ve servetleri gitgide çoğalmış ve el-yevm hususi samanlarıyla nüfuzları o kadar büyümüştür ki bunu ta’rif ve tasvir etmek mak icab eder. Bağdad nakībinin varidatı günde yarım okka altınla iki kıyye gümüşten ibaret olduğunu bütün Bağdad ahalisi söylüyor. Bu paraların cümlesi nakīb efendi hazretlerinin hususi sandıklarında hıfz ve iddihar olunuyor. Bağdad Vilayeti muhiti içinde her nereye gidilse ve emlak ve akar ve arazi namına her ne göze çarpsa mutlaka ya nakīb efendinin veyahud evlad ve ahfadıyla kardeşlerinin malı olduğu derhal anlaşılır. Bunca varidat-ı la-tuhsadan bu ana kadar bu necib ailenin bir bab mekteb-i ibtidai bile açmadıklarını söylersem dad nakībleri arzu etmiş olsaydılar bugün Bağdad’da yüzlerce mektep açtıktan başka bir de memlekete büyük bir darülfünun dahi te’sis edebilirdi. Hindistan müslümanlarının Şeyh Abdülkadir ile evlad ve ahfadına olan hulus ve sadakat-ı kalbiyyeleri o kadar samimi ve derindir ki nakīblerin emriyle canlarını bile feda etmekten çekinmezler. Nakīb efendilerin nüfuzu Hindistan’ı serteser kapladığı halde intibah-ı harf-i vahid bile telkīn eylememişlerdir. yan münafıklarına karşı bütün müslümanların muharebe ve mücahede eylemeleri lüzumuna dair Necef ve Kerbela’daki ulema tarafından Senusi hazretleriyle Hindistan müslümanlarına hitaben müteaddid fetava ve evamir-i diniyye ısdar olunmuşken nakīb efendi hazretlerinin bu babda en ufak bir teşebbüsü görülmedi. Bağdad’a gelen ve Şeyh Abdülkadir el-Geylani kuddise sırru[hu]’l-aziz hazretlerinin merkad-ı şerifelerini ziyaret bütün züvvar-ı İslamiyye ve Hindiyye tarafından müşarun-ileyhin hafidi bulunan nakīb efendiyi kendi nüzur hedayalarını takdim edip elini öpmekle teberrük ederler. Nakīb efendinin en adi bir iltifatına nail olan bir Hind Müslümanı onu medar-ı şeref ve iftihar addederek Hindistan’a avdetinde her yerde ve herkese nakl ü hikaye eyler. Geçenlerde Bağdad’da kazandığım bir muhib ile beraber nakīb efendi hazretlerinin ziyaret-i alilerine şitaban olarak dest-i alilerini öpmeyi kendime bir vazife bildim. Hazret-i Geylani kuddise sırruhunun karşısında bulunan nakīb efendinin konağına doğru araba ile gittik müşarun-ileyhin eline öpdükten sonra mübarek ağız ve dudağından çıkacak olan beyanat-ı kerimaneden istifade etmek ve irad buyuracakları me’ali ve hikemiyyatı layıkıyla istima’ edebilmek için karşılarında ve pek yakın bir yerde ahz-ı mevki’ eyledim. Lütfen hakkımda ibraz-ı iltifat buyuran bu zat-ı alinin yaşı altmışa yakın şişman ve mülahham vücudlu belli kaşlı kırsakallı ve kısa boyunlu bir zat-ı alidir. Lisan-ı mader-zadları olan Arabiye vakıf olmakla beraber Türkçe ve Farisi lisanlarına da pek bi-gane değildir. Kim olduğumu nereden geldiğimi nereye gideceğimi binaen kendilerine her taraftan gönderilen gazeteleri mütalaaya vakitleri olmadığını ve fakat Sebilürreşad ’ın dini ve hakīkī bir İslam ceridesi olduğunu işittiğini söylediler. Bundan sonra İstanbul’un ne halde olduğunu ve siyasiyyatın ne merkezde cereyan eylemekte bulunduğunu benden sorunca üç Temmuz tarihinde Dersaadet’ten infikak ettiğimi ve vukū’ bulan hallerin hiç birisinden vukūf ve ma’lumata malik olmadığımı kendilerine arz eyledim. Bir aralık müşarun-ileyh bir fırkayı medhe diğer bir fırkayı zemm ü kadha mübaderetle birisinden muğber ve diğerinden memnun olduğunu alilerinde meks ve aram ettiğim halde evvelce umduğum hayat-ı ilmiyye ü hikemiyye ile İslamiyet’in şu’unundan hiçbir kelime işitmeyince kendi tasavvurat ve tahayyülatımca yanılmış olduğumu pek güzel anladım. Hasılı kemal-i ye’s Nakīb-i müşarun-ileyhin emrine tabi’ ve idareleri altında re’sen on bin kişiden ziyade adam vardır. Bunların cümlesi kendi ziraat ve felahatiyetle umur-ı şahsiyyesinde kullanılan kimselerdir ki istediği gibi onları evirip çevirmeye muktedirdir. Nakīb efendi esna-yı sohbetinde Hükumet-i Osmaniyye’nin sebatsızlığından kinaye olarak merhum pederleri tarafından vaktiyle söylenmiş olan bir sözü bana ve huzzara anlattı. Reviş-i halinden nakīb efendiyi hükumetten gayr-ı memnun buldum. Bunun sebebini pek bi-taraf kimselerden tedkīk ettiğimde müşarun-ileyhin el-an biraz eski kafaya hizmet etmek istediklerinden memlekete nafi’ hizmetler etmek dan o kadar mahzuz olmadığını bana bil-etraf söylediler. FELAH HILAL’IN HELAK SALIB’INDIR – Şimdi Osmanlılara terettüb eden son vazife nedir? – Bir azm-i müşkilat-ber-endazane ile her türlü mühlikatı Bir telgrafname bir sefir-i hamiyyet-semirimizin lisan-ı hamasetinden sadır olan kelimat-ı azm-perveraneyi bir Moskof gazetesine iblağ eyliyordu. Osman Nizami Paşa bir Osmanlı murahhasına –ki sıfat-ı askeriyyeyi ha’iz büyük bir diplomattır– yakışacak bir lisan ile Parisli bir diplomata: “Biz sulhu imzaya değil Türkiye’nin muharebeyi muzafferane temdide müheyya olduğunu ifham için gidiyoruz” demiştir. Fransız gazeteleri Osman Nizami Paşa’nın bu kavlinden Devlet-i Osmaniyye’nin Almanya tarafından teşci’ ve teşvik olunduğu ma’nasını istihrac ediyorlar. Fransızlar ne düşünürlerse nasıl tefsir ve hükmederlerse düşünsünler istedikleri hükmü versinler şurasını umum Avrupa ile Fransızlar da bilmelidirler ki bugün Avrupa’da nehirler gibi kan akıtmadıkça Osmanlılar bu kıt’ada olan hukūk-ı temellüklerinden vazgeçmezler. Madem ki en dost görünen ve en medeni bir çehre ile insaniyetten dem vuran Avrupalılar o dostluğun o çehrenin istitar ettiği maskeyi atarak ta’assub-ı Salib-perestanenin mahva şitaban olmuşlardır. Ve bize bir riş-hand-i istiskal kaziyyesini kendilerine ihtar ile beraber uhde-i hamiyyet ve celadetlerine terettüb eden vezaif-i vatan-perveraneyi Biz Rumeli’ne seksen kişiyle geçtik. Sekiz kişi kalıncaya kadar düşmanlarımızla savaşmadıkça orayı terk edemeyiz. Avrupalılar iyi bilmelidirler ki uyur bir arslan olan bu kahraman kavmi na-kesane bir takım tehdidlerle ikaz ve iğdab edecek olurlarsa Balkanların mena’atine mağrur olan siba’-ı vahşete barınacak bir kaya koğuğu bile kalmaz. Bugün Bulgarlar rast getirdikleri müslümanları koyun gibi yatırıp kesiyorlar. Sırp vahşileri çocukları şişlere geçirip ateşte yakıyorlar. Yunan palikaryaları dest-i mülevvesleriyle Selanik’te yüzlerle Müslümanın perde-i ismetini çak eyliyorlar. Avrupalılar medeniyet perdesi arkasındaki sahne-i vukū’atta oynanan bu ha’ileyi bir sürur-ı şevk-efza ile temaşa eyliyorlar. Yalnız orasını düşünemiyorlar ki eğer meydan-ı kar u zar bir tiyatro yani lu’betgah-ı vega ise her tiyatroda olduğu gibi orada da manzara değişebilir. Bugün kendilerine meserret-bahş olan ef’al-i zalimane ef’al-i müntakimaneye münkalib olunca o şevk ve meserretler bir anda za’il olarak yerine ah-ı nedametler kaim olur. İşte Salib’in Hilal ile mücadelesinden hasıl olacak netice budur. Çünkü Hilal nurani ve ruhani bir işarettir ki tulu’u hayr u meserrete beşarettir. Salib ise zulmani ve şeytani bir alettir ki vücudu nekal ve ukūbete alamettir. Emin ve mutma’inniz ki felah Hilal’in helak Salib’indir. * * * Times ’in başmakalesinden: “Osmanlılar teklif olunacak şera’it-i ma’kūleyi reddedecek olurlarsa Avrupa’daki mevcudiyetlerini ve bir devlet i’tibarıyla bütün istikballerini tehlikeye düşürmüş olacaklardır. Müttefikler için yapılacak ilk şey darü’l-harbde muvaffakiyetlerini zaferlerini istihsal edebilirler. Müttehiden hareket etmedikleri halde kazandıkları yerlerden bir faide hasıl olmayacak ve kurtardıkları vilayetlerde zaten uzun müddetten beri hüküm-ferma olan anarşinin başka bir şekli başgösterecektir.” * * * “Yazık ki Türkler bu ana kadar Fransızca ile ve Fransa ile meşgūl olmuşlar. Evladlarına Fransızca’yı tahsil ettirmişler mekteplerine Fransızca tedrisatını ilave etmişler. Bir takım papas mekteplerine bile Türkler Fransızca okunduğu için gitmişler. Hep Fransız medeniyetinden Fransız ilminden hissedar olmaya çalışmışlar. Fransızca tahsili için evlerine mürebbiyeler almışlar adeta ma’nen Fransa’nın tabi’i olmuşlardır. Mütercimler bile Fransızca kitapları Türkçe’ye nakletmişler Fransa’nın te’siratını ta çocuklardan kızlara varıncaya kadar zihinlere yerleştirmişlerdir. Şimdi bizim Fransa’dan gördüğümüz mu’ameleye bakın: Mösyö Poincare felaket-dide olanlara Fransa’nın yardım etmek adeti olduğunu söylemiş sonra la-yenkati’ katl ediliyorlar da yine bu gazeteler bir şey yazmıyorlar. İstanbul’da şöyle böyle olacak denildiği zaman koşan Fransızlar Rumeli’de hiçbir hami görmeyen bi-çare müslümanlar için neden bir ses çıkarmıyorlar? müslümanların uğradıkları mezalimi bugün yalnız bir rivayet etmiyorlar. Artık konsoloslar da raporlarını yazıyorlar. Bütün hakayık göz önünde. Rumeli’de istatistik ile sabit olan yüzde altmış derecesindeki ahali-i İslamiyye yüzde yirmi derecesinde bile kalmayacak. Kavala gibi Dedeağaç gibi sahillerde Doyran gibi şimendüfer güzergahlarında bulunan yerlerde kıtalin bu derecesi işlenir ise Fransız matbuatı daha içerilerde bulunan ve alem-i insaniyyete sesini hiç de işittiremeyen müslümanlar hakkında neler işlendiğini takdir edemez mi?” * * * Sanki Efkar-ı Umumiyye-i İslamiyye Var imiş! “Osmanlı İmparatorluğu’nun hudud-ı müstakbelesi hakkında şimdiden tahminatta bulunmak mümkün değilse de Edirne’nin terki şartıyla müsalahanın haric ez-imkan olduğu şimdiden iddia edilebilir. Zat-ı şahane Osmanlı murahhaslarının azimetinden mukaddem müşarun-ileyhimi kabul ile: “Edirne’nin hudud-ı hakanimiz dahilinde kalması arzu-yı kat’i-i şahanemizdendir” buyurmuşlardır. Edirne şehri Şam Bursa Bağdad gibi makam-ı Hilafet-i Uzma’nın bir malikane-i mu’azzezesi olduğundan efkar-ı umumiyye-i İslamiyye bu şehrin terkini bir türlü hazm edemez.” Matin gazetesinin muhabiri bize fazla hüsn-i teveccüh göstermiş. Bu gidişle efkar-ı umumiyye-i lamiyye! Edirne değil maazallah Ka’be bile Ehl-i Salib’e terk olunsa yine hazm edecek!... Cumartesi günü vukū’ bulan sulh müzakeratı ictima’ında Osmanlı murahhasları aldıkları ta’limata tevfikan kıla’-ı mahsureye erzak sevki talebinde bulunmuşlar bu teklif kabul olunmadıkça müzakerat-ı esasiyyeye devamda ma’zur olduklarını bildirmişlerdir. Murahhaslarımızın bu teklifi müttefikīn murahhasları tarafından şayan-ı kabul görülmeyerek reddolunmuş; bu mes’elenin mütareke protokolünde halledildiğinden müzakerat-ı sulhiyye esnasında bunun tekrar mevzu’-i bahs olamayacağı Babıali’ye arz-ı keyfiyet ile ta’limat taleb edeceklerini bildirmişlerdir. Babıali ba’de’l-müzakere murahhaslarımıza yeniden gönderdiği ta’limatta; Hükumet-i Osmaniyye’nin Yunanistan’ın sulh müzakeratına iştirakine muvafakat gösterdiği ve sulh ve müsalemet müttefiklerce de arzu edildiği takdirde kıla’-ı mahsureye erzak irsaline meydan bırakılması insaniyeten de la-büd olduğu yolunda beyanatta bulunularak erzak irsali mes’elesinin müzakerat-ı esasiyye-i sulhiyyeye takdimen tekrar hallini taleb eylemeleri bildirilmiştir. Osmanlı ve düvel-i müttefika murahhaslarından mürekkeb sulh konferansının Pazartesi günü vukū’a gelen Düvel-i müttefika murahhasları bilad-ı mahsureye erzak gönderilmesi talebinin kabul veyahud adem-i kabulünü mevzu’-ı bahs etmek istemediklerinden Osmanlı murahhasları tarafından dermiyan olunan teklife tevfikan şera’it-i esasiyyelerini beyan etmişlerdir. Reuter Telgraf Ajansı ’nın tebligatına nazaran müttefikler tarafından dermiyan olunan metalibin Marmara sahilinde vaki’ Tekfurdağı’nın şarkından Bahr-i Siyah’taki Malatra Körfezi’ne kadar temdid edilecek bir hattın garbında vaki’ Gelibolu şibh-i ceziresi müstesna kalmak şartıyla bil-cümle arazinin ve Adalar Denizi’ndeki cezair-i Osmaniyyenin terk ve Girit üzerindeki hukūk-ı Osmaniyyeden de feragat olunmasını muhtevi bulunmaktadır. Müttefiklerin şera’iti Osmanlı delegeleri üzerinde azim bir su’-i te’sir hasıl etmiştir. Osmanlı hey’et-i murahhasası şera’it-i mezkurenin tedkīkı si gününe te’hir olunmuştur. Bakalım Hilafet-i Celile-i İslamiyye Saltanat-ı Seniyye-i Osmaniyye bu teklifi kabul zilletine katlanacak mı? [] Resmi Beş günden beri Yanya muhitinde cereyan ve devam etmekte bulunan kanlı muharebelerde avn ü inayet-i Hak’la bugün sabahleyin kıtaatımız karşısında bulunan Yunan kuvvetini def’ ve tenkil ederek Matolaks Boğazı’nı geçmiş ve diğer cihetinden de Lolaç istikametinde kemal-i muvaffakiyet ile ilerlenerek düşman kuvvetinin püskürtülmesi suretiyle ihraz-ı galibiyyet edildiği Garb Ordusu Kumandanlığı’ndan mevrud Kanunievvel sene tarihli telgrafnameden müsteban olmuştur. Bundan başka kat’iyyen te’eyyüd eden haberlere göre kuva-yı Osmaniyye yeni bir muzafferiyete daha mazhar olmuştur. Bu muzafferiyet gayet ehemmiyetli olup Yunanlılar fena halde bozgunluk vererek çekilmişlerdir. Pazar günü keşif maksadıyla huruc eden hafif bir filo Bozcaada’daki Yunan bandırasını ateşe tutup Osmanlı bayrağını rekz ettikten sonra Yunan Donanması’nı da mecbur-ı ric’at etmiş ve muzafferen Çanakkale’ye avdet eylemiştir. niyye ilerleyerek Karadağlıları perişan etmişlerdir. Sırplar Yunan sefain-i nakliyyesiyle Draç’da Karadağlılara kuvayı muavine yetiştirmeye mecbur olmuşlardır. Sırplar dahi Draç’a yalnız bir kafilede mecruh sevk edilmiştir. Arnavudlar Oravezerit’te ve Leş’deki Sırp asakirine sevk olunan bir erzak kafilesini zabt ve müsadere etmişlerdir. İlbasan’daki Sırp kuvve-i askeriyyesi mahall-i mezkuru tahliyeye mecbur olmuştur. Neue Freie Presse gazetesinin istihbaratına nazaran İşkodra Kumandanı Hasan Rıza Paşa Londra Konferansı’nda şehrin teslimi taht-ı karara alınsa ve Babıali de teslim edilmesi için emir verse bile şehri yine Karadağlılara teslim etmeyeceğini konsoloslara bildirmiştir. Sebilürreşad Çok şükür İslam’ın yüzünü ak edecek birkaç kumandanımız var imiş. Müceddidin fırkasından başka Jön Türk gazetesinde okunduğuna göre Hukūk-ı Beşer Ahali Demokrat Muhafazakar ve Islahat-ı Umumiyye namlarında müteaddid fırkalar teşekkül edecek imiş. Felaket-i ahireden ne güzel ders-i intibah almışız! Maksad milleti bütün bütün miz birer kazma alarak bir gayret-i umumiyye ile son kalan şu kulübeyi de yıkıp işin içinden çıkalım. Bunun en kestirme yolu budur. Mısır Meclis-i Kavanini a’zasından olup Hilal-i Ahmer Riyasetiyle Dersaadet’e gelen Muhammed Şerey’i Paşa hazretlerinin delaletiyle ve münhasıran anasır-ı İslamiyyenin ta’lim ve terbiyesi tehzib-i ahlak ve tenvir-i efkarı ve’l-hasıl İslamiyet’in alem-i medeniyyet ve insaniyyetin kusva-yı kemale isali maksadıyla iştigal etmek üzere bir Cem’iyet-i Terbiye-i Hayriyye-i İslamiyye te’sisi maksadıyla Pera Palas Oteli’nin bir salonunda ictima’ vukū’ bulduğu ve işbu ictima’da Şerey’i Paşa hazretlerinin da’veti üzerine Sadr-ı esbak Hakkı Paşa a’yandan Prens Said Halim Paşa Bank-ı Osmani Meclisi a’zasından Nuri Bey Basra Vali-i esbakı Mardinizade Arif Bey Başmüdde’i-i Umumi Hakkı Bey Bingazi Meb’usu Yusuf Şetvan Bey Şeyhü’l-İslam Efendizade Muhtar Bey Gümülcine Meb’us-ı sabıkı İsmail Bey İsmail Müştak Bey a’yandan Şerif Haydar Beyefendi’nin mahdumları Şerif Abdülmecid Muhyiddin ve Abdülvehhab Beyler Derviş Paşazade Ahmed Paşa Hakkı Bey Emir Şekib Arslan Bey Nureddin Ferruh Bey Kemal Bey ve zevat-ı saire hazır bulunduğu ictima’ın bidayetinde teşkili tasavvur olunan maksadın gayesine dair bir nutuk irad edildiği ve işbu esas hazırunca müttefikan kabul olunarak buna göre programı kaleme almak ve ictima’-ı atide arz etmek üzere bir komisyon teşkil olunduğu ceraid-i yevmiyyede okunmuştur. derilen programdan anlaşıldığına göre Sayda’da “Sayda’da Neşr-i İlm” isminde bir cem’iyet te’essüs etmiştir. Bu cem’iyetin maksadı mekatib-i ibtidaiyyenin terakkīsine çalışmak ve bunu te’minen kendi hesabına en yeni usul-i ta’lim ve terbiyeye kesb-i vukūf etmek için darülmualliminlere talebe göndermek olacaktır. Bundan başka varidatı çoğaldıkça fakīr talebenin mekatib-i aliyyeye irsalini mütevassıt halde bulunanların da imdadına yetişmeyi deruhde edecektir. Cem’iyetin umur-ı siyasiyye ile asla alakası bulunmayacaktır. Sebilürreşad artık “neşr-i maarif”ten başka bir ümid-i necatı kalmayan memleketimizin her tarafında bu nevi’ cem’iyetlerin teşekkülünü an-samimi’l-kalb temenni eder ve genç Saydalıların başladıkları emr-i mebrurda hüsn-i muvaffakiyetlerine du’a-han olur. ED-DINÜ VE’L-İSLAM ---- EV ---- ED-DA’VETÜ’L-İSLAMIYYE Bu ünvan ile gayet nefis bir kitap neşr olunmuştur. Kitabın mü’ellifi Muhammed el-Hüseyin Al-i Kaşifi’l-Azza en-Necefi’dir. Müşarun-ileyh Şii ulemasındandır. Müslümanlık ve akaid-i İslamiyye hakkında yazılan bu kitabın ha’iz olduğu kıymet ve ehemmiyeti göstermek için yalnız birinci cüz’ünün ihtiva ettiği mebahis-i mühimmeyi yazmakla mukaddimeyi beş saniha ta’kīb ediyor: bulunduğu müslümanların hal-i hazırını temsil. fünun-ı Arabiyye ile iştigali. termek için müslümanların çalışmadığı nasaranın adab-ı münazaradan çıkmaları. sahife teşkil eden beş sanihayı Sani’ tevhid-i Bari adl-i ameli adl-i i’tikadi; kaza ve kader bahsi ve bunun ehemmiyetine dair birer fasl-ı müstakil. büyük sahifeyi havidir. İbaresi uslub-ı edebi üzeredir. Sayda’da on iki kuruştur. Biz kitabı henüz tekmil-i mütalaa edememiş isek de her halde kitabın değeri muhtevi olduğu mebahisi gözden geçirmekle anlaşılıyor. Bilhassa isbat-ı Sani’ bahsinde gayet mühim tedkīkatta bulunması kaza ve kadar mes’ele-i mühimmine dair sahife tahsis etmesi eserin ehemmiyetini bir kat daha arttırmıştır. Yalnız tarz-ı tahriri yukarıda söylediğimiz vechile dini ve ameli olan kitaplardaki usulden ziyade edebi kitaplardaki usule muvafıktır. İnşaallah vakit buldukça bazı yerlerini tercüme edeceğiz. Bizim ulemamızın da dalmış oldukları hab-ı gafletten uyanarak mensub oldukları millete bu gibi asar-ı nafi’a ihda etmelerini temenni ederiz. Meal-i Münifi Ey mücahidin-i İslam! Bedr-i kübra harbinde müşrikin-i Kureyş üzerine ibraz ettiğiniz galebe ve muzafferiyet-i tammenizle fahr ü gurur ediyorsanız aldanıyorsunuz. Çünkü siz a’danızı sırf kendi kudret ve kuvvetinizle öldürmediniz; belki onları Allah –seyf-i kahr ü celaliyle– öldürdü. Ey Nebiyy-i Ecmel! Sen de mübarek elinle avuçladığın o kumlu taş yavrularını vücuh-ı a’daya doğru attığın vakit kendi kudret ve maharetine müstenid remy-i isabet suretiyle atmış olmadın. Belki Allah attı. Bu da ancak mü’minleri galebe ve zafer gibi bir ni’met-i uzmaya nailiyet ve ayat-ı azamet ü kibriyasını onlara göstermek lutf-ı bi-bahasına mazhariyet hikmetine mebnidir. Bilmiş olunuz ki Allah bargah-ı merhamet-penahına yükselen niyaz ve istirhamları tazarru’ ve istimdadları lir. Sure-i celile-i Enfal. * * * essis-i cem’iyyet muallim-i insaniyyet nazım-ı kavanin ve desatir-i medeniyyettir– Cenab-ı ebi’l-beşerden beri yekdiğerini münakız bir çok suver ve eşkal-i i’tikadiyye ile ma’ruz-ı tahrif ve tağyir kaldıktan sonra nihayet hak-i pak-i Hicaz’da Beyt-i İlahi’ninin harim-i akdesinde bütün arayiş-i hakīkatü’l-hakayıkıyla tecelli-saz oldu. Ma-fevka’l-idrak ma-fevka’t-tabi’a bir kudret-i i’caz-nümun ile tek başlarına meydan-ı da’vet ve hidayete atılan Sultan-ı ekalim-i nübüvvet ve hatem-i bab-ı risalet aleyhissalatü vesselam efendimiz hazretleri Mekke-i Mükerreme’de tam on üç yıl uğraştılar. Bunca mühacemat hatta en yakın akrabalarından gördükleri mühinane namerdane bir çok ta’arruzat ve tecavüzata len-yetezelzel bir pay-ı ahenin-i sebat ile müdafaa-i hakk u hakīkat ettiler. O taştan masnu’ ağaçtan ma’mul alihat-ı bi-hayatlarını bir vaz’-ı şirane ile tezyif ederek yüzlerine çarptılar. Bu fatiha-i bi’set tarik-i Hakk’a da’vetin ka’be-i hakīkate hidayetin birinci safhası idi. Padişahlar padişahı vali-i a’zamına tebdil-i mevki’ etmesi emrini verdi. Medine-i Münevvere’ye o esrarengiz emr-i ilahi ile hicret buyuruldu. A’da-yı tevhid o vücud-ı ulviyyetin o ma’na-yı kudsiyyetin o bütün alemlere rahmetin ardına düştü. Akıllarınca güya İslamiyeti şehid edecekler mühr-i münir-i tevhidi söndürecekler savlet-i eşrakin maktel-i kahr u dimarı oldu. müjde-i ezelisi işte bu meydan-ı gir u darı işaret ediyor bu sahayı dolduran ecsad-ı bi-ruh-ı müşrikini gösteriyordu. Tarafeyn safları henüz telakī etmemiş henüz kılıçlar çekilmemiş hissalatü vesselam efendimiz hazretleri zat-ı hümayunlarına mahsus yapılmış olan sayegahlarında secdeye kapanmışlar; dökülmek üzere bulunan kanların sönecek hanümanların kocasız kalacak dulların babasız kalacak saçı bitmemiş yetimlerin mes’uliyeti kamilen o azgın Bu-Cehillere o çılgın Bu-Leheblere o cinnet-i işrak ile kudurmuş Utbelere Şeybelere aid olmakla beraber yine fart-ı şefkat ve merhametleri mübarek gözlerini ağlatıyor inci daneleri gibi iri iri yaşları döktürüyordu. Ey… O ne an-ı pür-heyecan idi! Secdegah-ı Muhammedi o mukaddes yaşlarla ıslanıyor küre-i arz kahr u gazab-ı mertebe-i istiğraka geldi ki = Ya Rabbi! Nusretini ahd mazhariyeti va’d buyurdun. İşte ben bu ahd ü va’dini bu dakīkada kemal-i ciddiyyet ve ehemmiyyetle niyaz ve istirham ederim. Zira bu gün bizim mağlubiyetimiz İslamiyet’in tevhidin Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib şehadetidir. Allahım! Eğer ma’budiyet-i sıfat-ı ezeliyyenin tecellisini istemiyorsan…. Buhari [Kitabü’l-Megazi ] Gazve-i Bedr-i Kübra Du’a-yı müstecabı mukaddes ağızlarından ateşler alevler gibi saçıldı. Bu mehib sada-yı celal ile serapa lerze-i mücessem kesilen yar-ı garları Cenab-ı Sıddik-ı a’zam aleyhi rıdvanullahi’l-ekber hasbüke ya Resulallah= Aman ya Resulallah kafi! Kafi! Demekte bir ıztırar-ı ruh Of..! Biliyor musunuz? ’ dan maksad-ı ali-i Muhammedi ne idi? Bu Allah’ına bir imtinan mı dişe miydi? Kella! Bu Ruh-ı a’zam-ı Ahmedi’nin öyle bir barika-i celali idi ki eğer Hazret-i sani-i Bu’l-Beşer’in ! şeklinde tecelli etmiş olaydı artık bilmem küre-i arz yalnız küre-i arz değil bütün avalim sademat-ı kahr u celal-i Hakk ile ne olurdu! Hülasa: Harbe başlandı; ceyş-i İslamiyet’in pek şanlı bir galebe-i kat’iyyesiyle hitam buldu. İşte o dakīka-i muzafferiy yet idi ki hayat-ı dinin şevket-i tevhidin ilk temel taşı kondu. Bu harb istiklal-i dini ve millimizin –adeta– vaz’-ı esası demek oldu. Öyle nazik bir an o kadar hatar-nak bir vaz’iyet ki mağlubiyet de kat’i galibiyet de. Ordu-yı hümayunun –üç yüz on dört kişiden ibaret olan– mevcudu düşmanın kesret-i eslihanın mükemmeliyetine nazaran öyle bir meydan muharebesine kat’iyyen müsa’id değildi. Bu ancak bir pişdar bir tali’a olabilirdi. Bundan kat’-ı nazar mühr-i İslamiyyet henüz mühtedilerinin kalblerini tenvir etmekte olmasından bu yeni mü’minlerin karşılarına çıkan düşmanları miyanında pederleri biraderleri amcaları amca-zadeleri hasılı yakından uzaktan akrabaları bulunuyordu. Asabiyet-i milliyye ve unsuriyyesiyle teferrüd etmiş olan bir kavim efradının ikiye ayrılıp da yekdiğerine karşı kılıç sıyırmaları birbirlerini öldürmeleri –düşünülsün– kolay bir şey midir? Bir mücahidin amcasını bir darbede yere serip de göğsü üzerine çıkması “Amcana kıyar mısın?” sual-i müsterhimanesine karşı “Evet! Çünkü sen müşriksin ben elhamdülillah muvahhid ve mü’minim. Aramızı İslamiyet fasl etti. Sen levs-i işrak içinde kaldıkça benim amcam olamazsın. Batılı inkar hakkı ikrar edersen işte o zaman amcam ve muta’ımsın.” cevab-ı reddini vermesi –tasavvur olunsun– ne kadar müşkilü’l-icra bir emrdir! eden nam-ı celadet ve uluviyyetlerini ila yevmi’l-kıyam bütün alem-i İslam’ın vicdan-ı takdis ve tekriminde yaşatan bu uluvv-i hiss-i fedakari bu sıdk-ı vefa-şi’aridir. Bu fazilet-i sahiha-i tevhid-perestanedir ki mücahidin-i Bedri nezd-i celil-i risalet-penahide birinci saff-ı iltifat ve nevazişte bulunduruyordu. Yine bu meziyet-i celiledir ki = Siz ki benim uğrumda mal ve canınızı feda müstesna bir hizmet der-uhde ve hakkıyla ifa ettiniz; artık buluyorum. Buhari [Kitabü’l-Megazi ] Müjde-i ilahisine nailiyetle mes’ud ve bahtiyar etti. Radıyallahü anhüm ve an ihvanihim ecma’in. şu harika-i muzafferiyyetleriyle cüz’i iftihar etmeleri yahud –daha doğrusu– meyl-i iftihar göstermeleri derhal bir ayet-i Müşarun-ileyhim hazeratı ki der-uhde etmiş oldukları bu müşkilü’l-iktiham vazifeyi ifa etmişler. İslamiyet’in yüzünü ağartmışlar; Allah ve Resulullahın en parlak teveccühlerine en kıymettar iltifatlarına nail olmuşlar iken yine fahr u mübahattan memnu’. Çünkü mü’minler hususiyle mü’min-i kamiller pek a’la bilirler ki; mahluk ef’alinde istiklal-i tammı yoktur. İnsan kasib.. Allah halıktır. Insanın muvaffakiyeti Allah’ın iradesine bağlıdır. Murad-ı Hak olmayınca insan ne kadar çalışsa ne kadar çırpınsa ne kadar didinse yine nafile. Rızkı diye ağzına kadar götürdüğü lokma ani ve gayr-i ihtiyari bir irti’aş-ı yed Düşmana sekiz on hatveden mermi atılır; tam kalbi üzerine çarpar. Tebdil-i seyr ile cildi üzerinden dolaşarak arkasından medhalin hizasını göstererek çıkar gider. Güya lisan-ı hal ile: “Eğer bunun eceli gelmiş ben de o vazife-i parçalayıp çıkar giderdim. Lakin işte görüyorsunuz ya cild üzerinden bir nısf daire çizip gitmekten başka bir şey yapamadım” der! İnsan silsile-i şuun ve hadisata çeşm-i basiretle baksa ibret alacak garik-i veleh ü hayret olacak ne hikmetler görür! Ne ayat-ı kudret ve azamet karşısında bulunduğunu anlar! Gururun girdiği yerde sürur olmaz. rur olduk. O kadar ki Allah’ı unuttuk. İçimizde öyle mest-i mey-i gururlar bulundu ki “inşaallah!” cümle-i şartıyye-i tazarru-karanesiyle ları sıvamanın ve seyr fi’l-hayal suretiyle serab-ı gurura dalmanın ne büyük bir cinayet-i vicdaniyye ve ahlakıyye olduğunu Allah bize gösterdi. Bu başka değil illa o taşkın o pek şımarık pek bala-pervazane gururumuzun cezası oldu. Ya sonra Çatalca melhamesindeki o ahen-dilane sebatımız ne idi! Çünkü vicdanımız münkesir ruhumuz mecruh başımız sine-i acze doğru meyl etmiş lisan-ı umumi gayr-i ihtiyari “Aman ya Rab! İşte bu dem-i vapesin-i hayatımızdır. Bizi otuz beş senelik azadlımıza rezil etme İstanbul’umuzu dört yüz milyonluk koca alem-i İslam’ın kıblegah-ı iman ve vicdanı olan hilafet-i mukaddese-i Ahmediyye’nin serir-i ! Suheyb ne iyi bir zatdır. el-hamu’allasını düşmana teslim etme! İşte senin himayetine sığınıyor senin bargah-ı merhametine yüzlerimizi çeviriyoruz! Nusret.. Allahımız! Muzafferiyet.. Meded-resimiz!” diye gözlerimizden yağmur gibi yaşlar dökmemizin bir delil-i afv ü mağfireti idi. Harbi bidayetinden beri bizzat ta’kīb edenler bu son kavgada askerimizin gösterdiği sebat ve menanet karşısında “Acaba bunlar Kırkkilise’de Vize’dekiler midir?” diye bir sayha-i hayret koparmaktan kendilerini men’ edemediler. hamaseti mermilerini hedefe isabeti kendi malı değil Allah’ındır. Yalnız bunlar mı ya? Kendisi de onun değil mi? Şimdi bir de mini mini hani o yetim gibi cılız za’if kalan bunca feryadlara bunca irşadlara rağmen bir türlü enzar-ı ehemmiyyeti üzerine celb edemeyen donanmamızı der-hatır edelim. Vücud içinde feci’ bir adem şekli gösteren deniz kıtaatı nihayet bir feveran-ı dini ve milli ile harbe hazırlandılar. Ümera zabitan ve efrad umumen abdest alarak Çanakkale’nin ufuklarını sarsan zemzeme-i tekbir ve tehlil yet-i ilahiyyeden niyaz ettiler. Ekseriyetin bedbinlik ve ümid sizliğine rağmen ilk hamlede mansur ve muzaffer oldular. Koca ordumuzun muvaffakiyetsizliğine karşı birkaç teknemizin şu galebesi Cenab-ı Hakk’dan bize öyle sitemli bir müzaheret-i hayat-bahşadır ki lisan-ı iman ve irfan bunun hakk-ı şükranınını edadan acizdir. Ah… Eğer donanmamıza ordumuza verdiğimiz ehemmiyetin beşte birini olsun ayırmış hatırı sayılır dokuz on Turgut Barbaros Salahaddin Kılıç Arslan Selim-i Evvel Fatih Köprülü Sokullu Tiryaki Hasan Paşa Selim-i Salis Girit Selanik Kosova Manastır Zırhlı ve zırhlı kruvazörleri almış olaydık……! Eyvah bu baziçede bizler yine yandık! Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık? AHLAK-I İSLAMIYYE’NIN ESASLARI Vezaif-i ahlakıyyeden herbirinin nazar-ı İslam’daki mevki’ini tafsil etmeden evvel şeriat-i Muhammediyyece fezailin nasıl bir mevki’-i bala ve müstesnada rezailin nasıl bir dereke-i pesti ve izdirada tutulduğunu göstermek faideden hali değildir. Evvelce de söylediğimiz gibi Resul-i ekrem sallalahü aleyhi vesellem vazife-i risalet ve da’vetinin rükn-i aslisi me hasin-i ahlak olduğunu yani: “Ben ancak mekarim-i ahlakı tamamlamak için ba’s olundum” hadis-i şerifi ile tasrih buyurdukları gibi hüsn-i ahlaka verdikleri ehemmiyeti Allah ile münacat ederken bile ihmal etmeyip namazın başlangıcında Yani “Ya Rab! Ahlakın en güzellerine varmak sensin! Ya Rab! Fena ahlakı benden uzak tut. Zira ahlakın fenasını benden uzaklaştıracak ancak sensin” buyururdu. Çok kere de: Yani: “İlahi senden sıhhat afiyet yani din ve dünyaya tealluk eden şururdan selamet bir de hüsn-i ahlak dilerim” diye bargah-ı ahadiyyete arz-ı niyaz ederdi. Bir gecede ta be-sabah Yani: “İlahi sen benim halkımı suretimi güzel yarattın. Hulkumu da siretimi de güzelleştir” diye du’a buyurmuşlar. Kendisine “Ya Resulallah! Bütün gece du’a ve niyazın hep hüsn-i huluka dair idi! denilince Yani: “Abd-i müslim ahlakını güzelleştire güzelleştire nihayet onu hüsn-i ahlakı cennete sokar. Kezalik ahlakını çirkinleştire çirkinleştire nihayet onu su-i ahlakı cehenneme sokar. Abd-i müslimin öylesi var ki uykuda iken bile nail-i mağfiret olur” buyurmuşlar. Aişe radıyallahü anha ahlak-ı risalet-penahiyi kendisinden sual eden zata: “Sen hiç Kur’an okumuyor musun? Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin ahlakı Kur’an ’dan miştir” diyerek atideki ayat-ı kerimeyi misal olarak irad etmiştir. = Affa sarıl iyiliği emret cahillerden ru-gerdan ol.” Sure-i Al-i İmran ayet = Şüphesiz Allahu te’ala adli ihsanı yakın olanlara atayı emr; sözün ve fiilin kötüsünden kötülükten te’addiden nehy eder.” Sure-i Nahl ayet . …= Bir de başına gelen şeye sabr et ki bu sabrın azm edilecek şeylerdendir.” Sure-i Lokman ayet . …= Duçar olduğu zulme sabr edip afv eden kimsenin imanı ise daha alidir. Zira bu azm edilecek şeylerin en mühimlerindendir.” Sure-i Şura ayet . = Öyle ise sen onlara afv u safh ile mu’amele et. Zira Allahu te’ala ihsan edenleri sever” Sure-i Maide ayet . …= Bir de onlar afv u safh ile muamele etsinler. Siz Allah’ın size mağfiret ettiğini istemez misiniz?” Sure-i Nur ayet . =Ya Muhammed! Seyyieyi kendisinden iyisi ile yani hasene bakarsın ki sana müşfik bir dost gibi oluvermiş.” Sure-i Fussilet ayet . …= O müttakīler için ki yüsr-i hallerinde de üsr-i hallerinde de infak ederler; Gayzlarını zabt ederler. Halkı afv ederler. Allah da zaten böyle ihsan edenleri sever.” Sure-i Al-i İmran ayet . = Zannın çoğundan sakınınız. Zira zannın bir takımı günahdır. Bir de tecessüs etmeyiniz. Birbirinizi de gıybet etmeyiniz.” Sure-i Hucurat ayet . Bütün ümmet-i Muhammediyye’nin hadisi müktedası olan zat-ı akdes-i risalet-penahinin muttasıf oldukları mehasin-i ahlakı ve kemalat-ı veleh-fezayı tafsil etmek belki bizi saded haricine çıkarır. Bu bahsi yevm-i viladetinden dem-i vapesin-i irtihaline kadar bil-cümle ahval ve şemailini bütün tafsilatıyla kayd ve zabt eden müellifine bırakalım da yalnız ale’l-ıtlak mekarim-i ahlaka terğīb ve teşvik ve rezail ve mesaviden tahzir ve tenfir için kendilerinden menkūl olup ziver-i hafıza-i ehl-i İslam olan bazı ehadis-i seniyyeyi burada zikr etmekle iktifa edelim: “ = Hüsn-i huluk Allahu te’alanın yarattığı en büyük şeydir.” “ = Mekarim-i ahlak cennet amellerindendir.” Yani duhul-i cennete vesile olan amellerdendir. “ = Ahlak dinin kabıdır.” Yani bir kimsedeki dinin derece ve mahiyeti ahlakının derece ve mahiyetiyle mütenasibdir. “ = İnsanın mizan-ı a’maline konacak hüsn-i huluktan daha ağır hiçbir şey yoktur. Zira hüsn-i ahlak sahibi olan kimse savm ve salat sahibinin derecesini elbette bulur.” “ = Dinden sonra aklın başı halka kendini sevdirmek ve her hangi bir iyiye veya kötüye karşı hayrı ibzal etmektir.” = “Hüsn-i huluka yapış zira insanların en iyi ahlaklıları dini en iyi olanlarıdır.” “ = İslam hüsn-i huluktan ibarettir.” “ = Allahu te’ala bir kulunun hem halkını hem suretini hem de hulukunu siretini güzel yaratıp da ateşe yedirmez.” “ = İnsanın keremi dinidir. Hasebi hüsn-i ahlakıdır. Müru’eti de aklıdır.” “ = Siz bütün halka mallarınızla iyilik etmeye yetişemezsiniz. Öyle ise güler yüzlülükle hüsn-i ahlak ile yetişiniz.” “ = Allah te’ala bu dini halis olarak kendi dini kılmıştır. Halbuki dininize seha ile hüsn-i huluktan başkası yakışmaz. Öyle ise siz de gaflet etmeyiniz de dininizi bu iki şey ile tezyin ediniz.” “ = İçinizden en ziyade sevdiklerim kıyamet gününde yeri bana en yakın olanlarınız ahlakı en güzel olanlarınızdır.” “ = Mü’minlerin hoş geçinilir nas ile ülfet eder ve kendileriyle ülfet edilir kimselerdir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet mümkün olmayanda hayır yoktur.” “ = Allah te’ala ahlakın ma’alisini sever. Bayağılarını sevmez.” “ = Uğurluluk hüsn-i huluktan ibarettir.” “ = Tedbire benzer akıl hüsn-i huluka benzer haseb yoktur.” “ =Bir kimsede üç şeyin hepsi veya hiç olmazsa yalnız biri bulunmazsa a’mal-i hasenesinden hiç birine i’tibar etmeyiniz. Bu üç şey de: Allah’a ma’siyetden onu men’ edecek bir takva sefihe karşı gelebilecek bir hilim beyne’n-nas kendisini hoş geçindirecek ahlak-ı hasenedir.” “ = İnsanın sa’adeti hüsn-i ahlaktır. Su-i ahlak ise alaim-i şakavetdendir.” “ = Şüphesiz doğruluğuna giden müslüman hüsn-i ahlakı ve kerem-i seciyyesi sayesinde daimi savm ve salat ile meşgūl olan kimsenin derecesini bulur.” “ =Şüphesiz bir kul hüsn-i ahlakı sayesinde ibadeti az olduğu halde derecat-ı ahiretin en büyüklerine ve menazil-i ahiretin en yükseklerine nail olur. Su-i ahlakı sebebiyle de abidler zümresinden ma’dud iken cehennemin en aşağı derekatını bulur.” “ = Sirke balı nasıl bozarsa su-i huluk da ameli öylece ifsad eder. Hüsn-i huluk ise güneş karı erittiği gibi günahları eritir.” “ = Su-i ahlak uğursuzluktur. En kötüleriniz de en fena ahlaklılarınızdır.” “ = Bir kul ahlakını fenalaştırdığı müddetçe Allahu te’aladan hep uzak kalır durur.” “ = Her şeyin bir tevbesi vardır. Yalnız fena ahlakı olanın tevbesi yoktur. Zira o hiçbir günahdan tevbe etmez ki daha fenasına giriftar olmasın.” Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi veselleme biri: “Hüsn-i huluk nedir?” diye sormuş. “ Sana darılan kimse ile görüşmen seni mahrum edene ata kılman sana zulm edeni afv etmendir” buyurmuşlar. Biri de Resulullah sallallahü aleyhi vesellemin önünde sağ tarafında sol tarafında durarak ayrı ayrı üç kere: “Ya Resulallah din nedir?” diye sormuş. Üçünde de: “Hüsn-i huluktur” cevabını almış. Buna da kana’at etmeyerek bir kere de arka tarafına geçip “Ya Resulallah din nedir?” diye sorunca Hazret-i Peygamber-i zişan artık arkaya dönerek: “Ya hu! Anlamıyor musun? Gazab etmemektir” buyurmuşlardır. Bir diğeri de: “Ya Resulallah bana nasihat et” demiş. = Nerede bulunursan bulun Allah’dan kork” buyurmuşlar. “Daha nasihat et” demiş. = Seyyieden sonra hemen bir hasene işle ki onu mahv edesin.” buyurmuşlar. Yine: “Daha nasihat et” diye istirhamda bulununca = Halka ahlak-ı hasene ile mu’amele et” cevabını almış. Kezalik: “A’malin efdali hangisidir?” sualine “huluk-ı hasendir” cevabını vermişlerdir. Bir gün huzur-ı alilerinde bir kadından bahs edilirken: “Her gün oruç tutar bütün gece namaz kılar. Yalnız şu kaolmaksızın Taberani yerinde yerinde vardır. Taberani dar var ki ahlakı fenadır. Diliyle komşularına eziyet eder” demişler. Buna karşı da: “O kadında hayır yoktur. Ehl-i cehennemdendir.” cevabını vermişlerdir. AVRUPA ULEMASININ MÜHİM BİR SUALİNE CEVAB Hud’a müdahene çok gülmek istihza etmek sırrı ifşa atalet buhl israf başkasına iftira müzevirlik hıyanet borcunu yemek bildiğini öğretmemek mağrur olmak başkasının hukūkunu gasb etmek hak şehadeti gizlemek yalan yere şehadet etmek başkaların halini araştırmak su-i zan kumar oynamak tefahür etmek tartmış olduğu şeyi noksan yapmak ta’amı ihtikar edip vaktinde dest-i mu’aveneti uzatmamak yekdiğeriyle düşman olup muhabbeti kesmek ötekinin berikinin ırzına namusuna sebb etmek ahdi nakz va’dinde hulf etmek. Daha bunlardan başka Kur’an ’da pek çok ahkam vardır ki onlardan bazıları devletin siyasetine memleketin i’mar ve terakkīsine tealluk ettiği gibi bir kısmı da teba’a-i devletin emn ü rahatını zamin olup sözden ziyade bil-fi’l bit-tecrübe menafi’-i azime ve fevaid-i cesimesi zahir olan ahkam-ı celiledir. Kezalik Kur’an ’da bir kısım ahkam daha vardır ki onlar da taksim-i mevarise her hak sahibine hakkını vermeye tealluk eder. Velhasıl Kur’an-ı Kerim bunlar ve bunlara mümasil daha nice ahkamı ihtiva ediyor ki onlar sair kütüb-i mukaddese-i semaviyyede mezkur değildir. Akıl ve iz’ana malik olanlar bilirler ki: Şeriat-i Muhammediyye’nin bütün ahkamı fikrin ba’ edenlerin kaffe-i hukūkunu da –hayyen ve meyyiten– zıya’dan muhafaza etmeyi tekeffül etmiştir. Kur’an-ı Kerim ’de daha ne kadar ahkam-ı gamıza ma’ ani-i dakīka vardır ki ulum ve fünunun bu kadar terakkī ettiği şu zamanda bile onların üzerindeki nikab kaldırılıp da ne oldukları keşf edilemiyor. Anlamak şöyle dursun nazar-ı dikkatimizi bile celb etmiyor. Bunun başlıca sebebi ise ukūl-i beşerin onları anlamaya kafi gelmemesidir ma’a haza hiç şüphe yoktur ki: Efkar-ı beşer derecat-ı kemale doğru terakkī edip ulum ve fünunun dairesi tevessü’ ettikçe onlar da Mesela küre-i arzın müteharrik olduğunu fennen anlamak ancak zamanımıza pek yakın olan bir asırda müyesser olabilmiştir. Halbuki Kur’an-ı Kerim bu hakīkatin üzerindeki perdeyi bin üç yüz bu kadar sene evvel kaldırmıştır; fakat o asırlarda o hakīkat-i mekşufeyi bile görecek göze malik olmadığımızdan pek çok zaman geçtikten sonra görebildik. Sonra Kur’an-ı Kerim hıfzussıhha ve esbabına müra’at cihetinden düşünülürse onun bir kanun-ı tıbbi olduğunu ümem-i maziyye ve kurun-ı haliyyenin ahvali nokta-i nazarından tedkīk edilirse hakayık ile meşhun bir tarih-i umumi olduğunu görürsek Kur’an ’ı alıp onda olan kısas ve hikayatı oku! Bak ki onları nasıl belağatin en a’la bir derecesi olan bir tarz-ı bedi’ bir üslub-ı mu’ciz ile irad ediyor. Ondaki tarz-ı Türkçe Fransızca ve daha sair lüğatlerde yazılan resail-i ahlakıyye kütüb-i tarihiyye rivayat-ı edebiyyenin hiç birisinde onun bir misline tesadüf edemezsiniz. O kadar icazıyla beraber hakīkati öyle tasvir eder ki adeta o hakīkat gözünün önünde tecessüm eder de onun hakim ve alim bir zattan sudur eden kelam-ı mu’ciz olduğunu bahiren i’lan eder. Kur’an ’da mevcud olan mebahisin kısm-ı a’zamı sair kütüb-i mukaddesede yoktur ki bu da zaruri bir şeydir. Çünkü hiç şüphe yok ki o asırda bunlardan daha ehem mevaddın beyanı daha elzem umurun ıslahıyla iştigal edildiği cihetle o asırda bulunan insanları bu gibi mebahis ile teklif etmek mürşidin vazifesinden değildi belki o zaman beyan edilmiş olsaydı o ahkamı hiç birisi anlamazlardı. Ma’a haza Kur’an ’daki metalib-i aliyye fünun-ı kesire de el-an hiç kimse tarafından hakkıyla anlaşılamamıştır daha pek çok esrar ve hükm-i Kur’an iyye vardır ki mürur-ı a’sar sana söylemiştim ki: Kanun-ı tekamül tedricidir ani değildir; binaenaleyh şurası da bi’z-zarure ma’lum olmak lazımdır ki kanun-ı tekamül de bi-nefsihi Kur’an gibi bir kitaba muhtacdır; Nebiyy-i evvelin şeriati ikinci bir nebi onunki de üçüncüsü onunki de şeriat-i İsa ile ikmal olunduğu gibi şerayi’-i sabıkanın küllisi de ancak Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi vesellemin şeriati ile öylece ikmal olundu. Şimdi şu tafsilattan müsteban oluyor ki şeriat-i Musa kendinden evvelki şerayi’den ercah ekmel; kezalik İsa’nınki de şeriat-i Musa’dan ekmeldir. Binaenaleyh şeriat-i Muhammediyye’nin de bil-cümle şerayi’-i salifeden ekmel ve efdal olacağında kat’iyyen tereddüd göstermemelidir; çünkü İncil ’in zuhuru Tevrat ’dan sonra olduğu cihetle fazla olarak onun bir çok ahkamını da şamil bulunacağı şek götürmez bir hakīkattir. Bunun içindir ki Tevrat’dan ercahdır Kur’an ’a gelince: O da aynı sebebden naşi İncil ’den ercah ve ekmeldir. Eğer bu kaziyyenin aksini alır da Tevrat’ın İncil ’e yahud aman ve tekadüm-i eyyam ile akl-ı beşer de bir ric’at-i kahkari den sudur edecek böyle bir mantıksızlık nev’-i beşere karşı büyük bir zulüm afvı na-kabil bir ma’siyet irtikab etmektir. gelen evvelkini nesh ediyor; yine bu ka’idenin icabatındandır ki: Şeriat-i Muhammediyye şerayi’-i sabıkanın hepsini nasih kendisi bundan sonra hiçbir şeriatle mensuh değildir; ahkamı ile’l-ebed bakīdir. Çünkü bir şeriatin başka bir şeriatle nesh edilmesi ha vayic-i zaruriyye-i beşeriyyenin tekessür ve tevessü’ ederek vakt ü zamana münasib bir surette beşerin o ihtiyacını def’ etmek için o şeriatin ahkamı kafi gelmemekle olur. Halbuki havaic-i zaruriyye-i beşeriyye ne kadar tekessür eder ne nisbette ziyadeleşirse yine şeriat-i Muhammediyye’den daha vasi’ bir şeriate ihtiyac mess etmez. Kur’an-ı Kerim ’in ihtiva ettiği aksamın bir kısmını enzar-ı ibrete vaz’ ettim. Eğer onları biraz teemmül edersek görürüz ki daire-i ihtiyac ne kadar tevessü’ ederse etsin ahkam-ı Kur’an iyye’nin haricinde kalmak mümkün değildir. Akl-ı beşer ne kadar asar-ı terakkī gösterip tekemmül ederse etsin yine şeriat-i İslamiyye’nin müştemil olduğu ahkam-ı celilenin hududu haricine çıkabilmek ihtimali mefkūddur binaenaleyh her asırdaki insanlar için ona ittiba’ etmek bir zaruret hükmünü alır akl-ı beşer için bundan kurtuluş yoktur. Mevadd-ı sabıka takarrur ettikten sonra şurası aşikar ve muhakkaktır ki: Kur’an pek muhkem bir nizam-ı Rabbani ezeli bir kanun-ı ilahidir. Bunun için her zaman ona ittiba’ her yerde ahkamıyla amel etmek da’i-i sa’adet kafil-i fevz ü felah ondaki ahkama muhalefet etmek de hüsran-ı azim zillet ve meskenete ba’is olmaktan başka bir şey değildir; ki Kur’an kat’iyyen başka bir şey ile nesh edilemez onu getiren zat da hatemü’l-enbiya ve’l-mürselindir. −son− MAARIF NEZARETI’NIN TA’MIMI Maarif Nezareti’nden bilumum maarif müdüriyetlerine tebliğ edilmiştir: Medeniyet-i garbiyye ile medeniyet-i şarkiyyemizin ta rih-i temas ve telakīsi olan takriben bir asırlık zamandan beri hükumet-i seniyyece garbın hazain-i ma’rifeti diyarımıza nakl etmekle ancak temin-i beka ve miknet kabil olabileceği takdir edilmiş ve bu maksadı istihsal için memalik-i şahanenin her tarafında derecat-ı muhtelifede mekatib-i adide küşad olunmuştur. Hükumetin te’sis ettiği bu darü’l-ulumların yetiştirdiği erbab-ı irfanın adedi nefsü’l-emrde istiksar edilemeyecek raddede bulunmakla beraber sabıkına nisbetle hakīkaten mühim bir yekuna baliğ olmuştur. Maamafih şurası da maattessüf i’tiraf olunur ki terakkī-i maarif için masruf olan mesai ve bu mesaiden iktitaf edilen semerat ve temeddünde Avrupa akvamı şöyle dursun devletimizin bazı eczası üzerinde teessüs eden yeni komşu devletlerle bile hem-inan olmamıza gayr-i müsaid bir derekede kalmıştır. Bunun esbab-ı asliyyesi de mekatibin programlarını tertib ederken hedef-i ta’lim ve terbiyenin yanlış intihab edilmesi ve gayat-ı tahsilin gaye-i amal-i milliyyeye tevfik olunmaması ve mekatibimizin esasen vakitiyle en mübrem addedilen me’mur yetiştirmek ihtiyacı gözedilerek açılmış bulunması ve memalik-i sairede müttehaz usullerin memleketin edilmeksizin kabul olunması maddeleri olup bunun neticesi olmak üzere mekatibde ikmal-i tahsil ile çıkanlar kendilerini ve idarelerini te’min edecek bir mesleğe intisab edemedikleri gibi maarif-i cedideyi iktisab edenlerle buna muhtac olanlar arasında dahi bir adem-i emniyyet ve i’timad hasıl olmuş ve milletin ihtiyacat-ı hakīkıyye-i diniyye ve ahlakıyyesini cami’ bir hedef-i mu’ayyen aranmaması sebebiyle terbiye-i matlube-i diniyye ve ahlakıyye münhasıran ailelerin eyadi-i maarifi bi-hakkın te’min etmek üzere tedrisatın evlad-ı vatana faide-bahş olacak surette icrasıyla bunların istikbal-i memleket için feyzdar ve ruhu ruh-ı millet ile hem-ahenk bir unsur-ı faaliyet olması ve bu adem-i emniyyet ve i’timadın eden bil-cümle me’murin ve muallimin ve müstahdeminin duş-ı himmet ve hamiyyetine mevdu’ vezaif-i mübecceledendir. Milletin hal ve atisi ile alakadar olup hayat ve bekasının nigehban-ı yeganesi bulunan bu hizmet-i mukaddesede damen-dermiyan-ı gayret olmak için fima ba’d gözedilecek hedef-i aksa din ve dünyaca muhtac olduğumuz ulum-ı asriyyenin kaffesini tedricen ve ma’kūl ve mantıkī bir surette tevzi’ olunmuş olarak derecat-ı muhtelifedeki mekatib-i mütenevvi’a programlarına idhal etmekle beraber mekteplerimizi her türlü tasannu’dan hali birer terbiyet-gah haline koymaktan olamayacağı gibi taklid ile nafi’ semereler istihsal edilemeyeceği de hakayık-ı müberhenedendir. Binaenaleyh programlarımız bi-tevfikihi te’ala peyderpey ihtiyacat-ı haliyye ve atiyyemize göre ta’dil ve ıslah edilerek semerat-ı matlube-i ve ahlakıyyeye kemal-i ehemmiyyet ve ciddiyyetle i’tina ve dikkat meslek-i ta’lim ve terbiyenin şediden muhtac olduğu vakar ve ciddiyetine kat’iyyen halel getirilmeyecek surette hareket edilmesi salisen üstaz ve mürebbi sıfatını haiz olanların mesai-i fi’liyyesi yalnız telkīnat-ı kavliyyeye münhasır kalmak kafi olmadığından terbiye-i diniyye ve ahlakıyye hususunda herkese bir nümune-i fazilet ve mekteplerimizin birer enmuzec-i terbiyet olması kemal-i ehemmiyetle tavsiye olunur. SEBILÜRREŞAD Maarif Nezareti’nin bu tebliğnamesi –denilebilir ki– memleketimizde ta’kīb olunması en hayırlı olan terbiye ve ta’lim esaslarının bir fezleke-i beliğü’l-edasıdır. Fi’l-hakīka “Bu memleket dinsiz ve ilimsiz payidar olamayacağı gibi taklid ile nafi’ semereler istihsal edilemeyeceği de hakayık-ı müberhenedendir.” Bunun böyle olduğuna iman etmemek; ki bu “Belağ-ı mübin” ile Maarif Nezareti’nin vazifesi hitam bulmuştur denemez. İyi düşünenler aynı zamanda iyi de yapmalıdırlar. BIZDEN OLMAYANLARA DEĞIL! Çekilmiş şöyle tenha bir yere eyyam-ı nekbetde; Bunalmıştım o mevt-alude kabristan-ı kesretde Ne bir hem-derd ü hem-dem… Varsa uzletgah-ı vahdetde Enisi olmayınca ademe zindan cennet de. Vatan mecruh ufuklar sarsılır ah-ı müdamından; Alevler püskürür kanlar saçar her bir mesamından. O milyonlarla evladın: Havassından avamından Meded yok… Sanki razi cümlesi halin devamından? Vatan sevdası insanlar için bir hiss-i fıtrıyken; O mecnunane sevdanın esir-i bi-kararıyken! Esaret mi dedim? Yok yok medar-ı iftiharıyken Vatan; namusu ırzı mader-i şefkat-nisarıyken. Vatan dendikçe ruhum gaşy olur fart-ı garamından Geçer o varlığından kainatın subh u şamından; Vatan kadri nedir? Çık harice babü’s-selamından: O hicranlar haber versin sana şevketli namından. O mihnet-gehde vicdanım koyuldu şöyle feryada: Bu la-kaydi nedir bizde? Vatan çağrırken imdada. Vatan elden giderse yok vatan evlad ü ahfada; Şerefli bir liyakat ! haşre dek la’net ile yada. Bizimçün yok mu Allah’ım uyanmak hab-ı gafletden? Bizimçün ibret almak yok mudur bunca felaketden? Bizimçün tevbe etmek yok mu zilletden ataletden? Kırıp el birliğiyle kurtulup kayd-ı esaretden. Değil miydik o biz kim Doksan Üç harbinde kahr olduk! Çırıl çıplak edip terk-i diyar İstanbul’a dolduk! Ne açlıklar ne mihnetlerle kabristana yol bulduk! Bütün milletçe girdik mateme eyvah… Saç yolduk. O Ruscuklar Vidinler Sofyalar Bulgar’a mal oldu; Büyük bir Bulgaristan şekline girdi ne hal oldu! Tutun kim bu felaket ba’is-i her kīl ü kal oldu; Fakat bad-ı heva gitti bize kanlı vebal oldu! O Bulgar işte şimdi adem oldu çıkdı meydana Otuz yılda..? Evet! Hayret verir elbette insana. Ne zannettin! Çalışdı iktisab-ı ilm ü irfana Yetişti hilede her mel’anetde fikr-i Şeytan’a! O günlerde meğer biz kalkmışız göz açmışız hayret!.. Meğer etmiş teşekkül zulme karşı -etme!- cem’iyyet: Ya isyan-ı umumi? ya ki istihsal-i hürriyyet; Eğerçi aslı varsa doğrusu ya pek büyük himmet! Evet endişe-nakim aklımız iz’anımız nerde? Tereddüd etmeyim mi? Rüşdümüz irfanımız nerde? Bizi birleştiren millet eden Kur’an’ımız nerde? Bu kansızlık bu hissizlik içinde canımız nerede? Kimi dehri tabi’i ! Ba’zımız meftun-ı kavmiyyet; Silinmiş mürde kalbinden diyanet hubb-i milliyyet. Kimi cehl ü ta’assubla kararmış gözleri: Cinnet..!? Nasıl mümkün olur bunlar için teşkil-i cem’iyyet? Nihayet işte herkes hürr-i mutlak: Bi-inan oldu Yazık bir inhilal-i ictimai… Pek yaman oldu! Cihan güldü bize bu kavgamız amma ne şan oldu? Zelil olduk rezil olduk da a’da kamran oldu!! YA HASRETEN BA’DE HASRETIN ALE’L-MÜSLIMIN Aman ya Rabbi! Müslümanların çilesi dolmak bilmeyecek mi? Alem-i İslam’ın başından musibet hiç eksilmeyecek mi? Bir yandan vatanın en kıymetli parçaları birer birer elimizden çıkıyor; öbür taraftan milletin en güzide evladı aramızdan çekilip çekilip gidiyor! Hangi derdimize ağlayalım? Hangi felaketimizin matemini tutalım? Manastır’dan üç beş gün sonra Manastırlıyı gaib eden vatan-ı Osmani bugün de Ahmed Midhat’ın arkasından ağlıyor. Ya hasreten ale’l-müslimin! Ya hasreten ba’de hasretin ale’l-müslimin! Manastırlı kim idi? Müteahhirin-i ulemanın en büyüklerinden diyar-ı Mısır’ın: Mevlana Hüseyin Cisr Suriye’nin; Şeyh Emin Kürdistan’ın en büyük hakimi en meşhur uleması olduğu gibi Manastırlı da bu diyarın en mütebahhir bir alim-i nihriri idi. Manastırlı altmış beş sene imtidad edebilen hayatının elli senesini ulum-i İslamiyyeye vakfetmiş; bütün ömrünü okumakla okutmakla geçirmiş bir vücud-ı muhterem idi. Manastırlı irfanındaki azamet hafızasındaki kudret mu ha kematındaki isabet mesaisindeki ciddiyet zekasındaki faaliyet i’tibariyle pek nadir yetişen fıtratlardandır. Manastırlı kadar muntazam çalışmış; Manastırlı kadar çok okumuş; Manastırlı kadar çok okutmuş; Manastırlı kadar zamanını az devirde değil edvar-ı maziye-i ma’rifetimizde bile o kadar mebzul göremiyoruz. Manastırlının hücre-i mesaisi pek zengin bir kütüphane düzlerinin yarısını şehir kütüphanelerinde yarısını da mekteplerde tatil günlerini ise cami kürsilerinde imrar ederdi. Manastırlı ulum-ı İslamiyyenin herbirine ayrı ayrı çalışmış hem senelerce çalışmış idi. Kemal-i im’an ile mütalaa ettiği kenarlarına kendi mütalaalarını ilave eylediği nefais-i ma’rifetin yalnız isimlerini saymak bile akıllara hayret verir! Manastırlı mütalaa yahud münakaşa ettiği mebahis-i ilmiyyeyi o mebahisin mütehammil olduğu lakin hiçbir bahisin mütehammil olamayacağı derecelerde ta’mik ederdi. Onun için derslerinden mübtedi talebe pek o kadar müstefid olamazdı. Lakin müntehi talebe de Manastırlı gibi bir üstad-ı muhakkık bulamazdı. Mevaizine gelince onlardan hem havas hem avam büyük büyük istifadeler ederdi. Meclisi ise pek latif idi. Ancak bilemem okumaktan o kutmaktan yorgun düştüğü için midir nedir hususi mahafilde söylemekten ziyade söyletmeyi isterdi. Her meslek erbabını hürmetle kabul eder; hepsini de istiskal etmeksizin dinlerdi. Manastırlı garp lisanlarına vakıf değil idi. Lakin Mısır’da basılan asarı birer birer ta’kīb ettiği için cihan-ı medeniyyetteki terakkıyat-ı ilmiyyeyi edebiyyeyi inkılabat-ı fikriyyeyi o vasıta ile günü gününe haber alırdı. Manastırlı ulum-ı İslamiyyenin herbirinde ihata-i külliyye sahibi olmakla beraber kendisinin en ziyade zevk aldığı en ziyade uğraştığı fen fenn-i celil-i tefsir idi. Ta İbni Abbas’dan zamanımıza gelinceye kadar kaç ma’ruf müfessir yetişmiş ise Manastırlı onların hepsini bilir hepsini pek yakından tanır idi. Manastırlı’nın ulema arasındaki iştiharı bundan otuz se ne evvel başlar: Felsefe-i İslamiyyedeki ihtisasıyla bi-hakkın Manastırlı arasında bir mes’ele-i ilmiyye bir “amd kasd” mes’elesi hadis olmuştu. Da’vanın nasıl bittiğini hakkın hangi tarafta kaldığını hala bilmiyorum. Yalnız şurası hatırımdadır ki: O sırada biz rüşdiye mektebi sıralarında oturuyorduk. Hafız Şakir Efendi merhumu o vakitler yedi yaşından yetmişine kadar bilmeyen yoktu. Henüz o kadar iştihar etmemiş bir İsmail Efendi’nin çıkıp da Şakir Efendi Hoca hiddetini mucib olmuş idi! Biz tabii evvela mes’eleyi anlamak icab edeceğini ufacık beynimize uğratmadan Şakir Efendi Hoca’yı haklı çıkarıverdik. Akşam eve gider gitmez merhum pederimle de aynı mes’ele üzerine konuştuk. Babam benim İsmail Efendi merhuma olan hücumumu görünce: “Oğlum daha sen bu gibi mesaili anlayamazsın. Vakıa Şakir Efendi yetişmiş bir büyük hocadır. Lakin İsmail Efendi de yetişiyor çünkü alabildiğine çalışıyor.” demişti. Manastırlı’nın umum arasında iştiharına ise Risale-i Hamidiyye tercümesi sebep olmuştur. Bu tercüme de Ahmed Midhat Efendi’nin sayesindedir. Zira Manastırlı merhumu bu hayırlı işe sevkeden o zattır... * * * Zavallı Midhat! Sen ne kadar hayırlı işler vücuda getirdin! Ne kadar hayırlı işlere delalet ettin! Senin elli beş yıl süren hayat-ı faaliyyetin milletin hayrına aid meşkur mebrur hizmetlerle doludur. Varsın o hizmetlerin şükranesi olarak bu kadir-na-şinas millet seni tahkīr etsin terzil etsin tekfir etsin! Havas senin o büyük namına timsal-i cehaletler diksin; avam senin o açık nasıye-i imanına doğru küfürler savursun! Sen bu millete hocalık ettin; sen bu millete okuyup yazmayı öğrettin; sen bu millete kütüphaneler dolusu nafi’ eser yazdın. İçimizde senin eserini okumamış senden birçok şey öğrenmemiş kimse yoktur. Seni nasıl techil ediyorlar ki ömrün çalışmakla geçti? Seni nasıl tekfire kalkışıyorlar ki müdafaalarını bütün cihan okudu? Yaşın yetmişbeşi bulmuş vücudun alabildiğine yıpranmış de çalışıyordun. Nihayet gittin Darüşşşafaka’daki öksüzlerin kucağında can verdin. Bezl ettiğin mesai Allah indinde ne derecelerde meşkur imiş ki: Böyle evliyaullaha bile nadir nasib olur bir hatime ile huzur-ı Rabbü’l-alemin’e gittin! * * * Midhat’ın Darüşşafaka avlusuna çıkarılan cenazesini üç dört yüz yetim ihata etmiş idi. Tezkiye vazifesini fahru’l-ulema Halis Efendi hazretlerine tevdi’ ettiler. Bir taraftan ihtiyarlığı [] diğer taraftan geçende geçirdiği hastalıktan kalan dermansızlığı sebebiyle ayakta durmaya mecali olmayan o nihrir-i muhterem de asasına dayanarak cenazenin önüne geldi; göz yaşları arasında boğulan bir sesle: “Ey cemaat-i Müslimin! Bu adam şehiddir. Şehadetine huzur-ı Rabbü’l-alemin’de ben şahidim.” dedi. Kısa lakin müessir bir duadan sonra çekildi. Ben ömrümde o kadar hazin o kadar samimi bir tezkiye görmemiştim. Mehmed Akif TERBİYE-İ İSLAMİYYE CEM’İYETİ Bu mukaddes cem’iyet meydana çıkar çıkmaz alem-i matbuatta dahi bir mevki’ işgal ederek güft ü gu ve dedikodulara da ma’ruz olduğu gibi sena ve şükran ile de yad olundu. Hiç şüphe yoktur ki esas i’tibariyle bu cem’iyet-i mukaddese hakkında zerre imanı olanlardan bir ferd bedbin olamaz. Bu hususda söz söylemek bile fazladır. Fakat biraz fikir ve mülahazaya malik olanlarda bu gibi mühim bir mes’ele karşısında büsbütün “ceffe’l-kalem” sükun da edemezler. Zira bu mes’ele netice i’tibariyle bütün alem-i İslam’a aid bir mes’ele olduğu cihetle her mü’min-i muvahhid böyle bir cem’iyetin ibtida-i teessüsünde gaye-i maksada muvaffakiyeti ümidini takviye ve te’min edecek esbabın mükemmeliyetini arzu ve temenni eder. Çünkü biçare müslümanların bu gibi müesseseleri takdir etmekle beraber birkaç defalar da ağızları yanmış ve müteşebbislerin adem-i ehliyyet ve müşahede etmişlerdir. dahi olabilirler. Çünkü bu gibi cem’iyetlerin matluba muvafık cereyanını te’min için eşhasın maddeten ve ma’nen gayet büyük te’siri vardır. Bu cihet kat’iyyen ve kimsenin hatırı Zannederim her umurumuzda kendilerine taklidi iltizam etmekte olduğumuz Avrupalıların da bu gibi müesseselerde evvel be-evvel nazar-ı i’tibara aldıkları cihetler bu cihetlerdir. Hatta misyoner cem’iyetlerinin bile hükümdaran aileleri zir-i himayelerinde te’sis olunması adeta bir an’ane şeklini almıştır. Bundan başka bu gibi umumi cem’iyetlerin –bila senin te’min-i gayesi arasındaki münasebeti ararlar aramak da bir emr-i zaruridir. Bilhassa te’sirat-ı ma’neviyye daima eşhas ile kaimdir. Bir fesli ne kadar alim olursa olsun cami’lerde va’z edecek olursa İstanbul muhitinde ma’ruf –ve Bu hakīkati i’tiraf etmek icab eder. Ben cem’iyet-i mezkure ricali beyninde bir iki adam tisna olunursa hiç birini şahsen tanımıyorum. Şu halde benim sözlerim hiçbir şahsa aid olmayıp yalnız müessisler hakkında ehliyetin lüzum ve te’sirini arz etmektir. Bunun için böyle beyan-ı mütalaada bulunmayı da yine vezaif-i İslamiyye’den addederek cesaret ediyorum. Belki efrad-ı cem’iyyete ayrıca ihtiram etmekle beraber kendilerinin adab-ı İslamiyye ile mütehallık olacaklarına hüsn-i zan ederek bu ciheti nazar-ı i’tibara almalarını bilhassa tekrar tavsiye ediyorum. Ruh-ı mes’ele: Müessislerin mekarim-i ahlakına merbut olacağını inkar edecek kadar ta’annüd tasavvur edemem. Benim gibi bir aciz bu kadar ma’ruzatta bulunursa ashab-ı nabilirler. Ümid ederiz ki cem’iyet ricali dahi bu gibi beyan-ı mütalaatta bulunanlara “güft ü gu dedikodu” nazarıyla bakmayarak bilakis sözlerine havale-i sem’-i i’tibar ederek savab görüldüğü takdirde fikirlerinden dahi istifade eylerler. Ben şurada biraz daha ileri giderek demek isterim ki: Bugün “Terbiye-i İslamiyye Cem’iyeti” te’sisi için tecemmu’ etmekte olan zevat-ı kiram efrad i’tibariyle emr-i celiline bil-imtisal her biri şimdiden kendilerini yoklamalı ve bu cem’iyete kendileri tarafından gösterebilecekleri maddi ve ma’nevi menfaati düşünerek tasavvur etmeli de kendisinde adem-i ehliyet hissedenler bu ana kadar meclislerinde müşavir sıfatıyla bulunmuşlarsa da bundan sonra devam edemeyeceklerini daha şimdiden beyan etmeli ve çekilmelidirler. Ben tekrar edeceğim: Bugün biz umumen ehl-i İslam ve bilhassa ulemamız terbiye-i diniyyeye son derecede muhtacız bu ihtiyacımızı son dört sene zarfında geçirdiğimiz tecarib-i adide isbat etmiştir. Şu halde bu mühim ihtiyacımızı def’ etmek için yegane medar olabilecek “Terbiye-i ve hazerat-ı izam hiçbir noktasında ihmal etmeyip esbab-ı mükemmele ile teşebbüs etmelidir baştan savma nümayişler millet-i İslamiyye’nin istikbaline sed çeker ciddi teşebbüslerdir ki daima semeredar olur. Ecnebileri ürkütmek mes’elesine gelince bu bir Çarşam ba karısı olup yine bizim a’damız tarafından bize telkīn olunmuştur. Ma’lumat-furuşlarımız da bu gibi ma’nasız ve mantıksız sözler ile Tavukpazarı’nda bedesten açmışlardır. Ah keşke bizde ecnebileri ürkütecek kadar bir haysiyet bulunsa… Ah canımı feda ederim. Öyle düvel-i muazzamayı ürkütecek kadar bir meziyete malik olanlar var ise hiçbir dakīka gizlenmesin çıksın meydana! Birinci müridi benim. Avrupalılar bizden kat’iyyen ürkmezler zira onlar bizi bizden dahi iyi bilirler. “Terbiye-i İslamiyye Cem’iyeti” ricaline arz-ı ihtiram ve haklarında hüsn-i zan etmekle beraber teşebbüslerinde muvaffakiyetlerini temenni eyler kemal-i metanetle sebat ederek sa’y ü gayret etmelerini tavsiye ederim. NE KADAR DA SÖZCÜ OLMUŞUZ! Bugünkü düşkünlüğümüz; öğünmekten ziyade döğünmeyi bize yakışık aldırıyor. Geçenlerde söz arasında bir defa daha münasebet düşmüştü de söylemiştik yine tekrar ediyoruz: “Ma’rifet-i nefs; şahsi olduğu kadar ictimai bir fazilettir.” yüksele yüksele “ma’rifet-i Rab” makamına kadar erişmek müyesser olur. Mebde-i hareket bu nokta olmazsa hilkat-i nüfusdan beri akıl ve vahyin müte’azıden beşeriyete tavsiye edegeldikleri bir hakīkate yüz çevirildiği anlaşılır. Kendi kendimizin cahili iken birdenbire meratib-i taliyye-i ma’rifete sıçramaya kalkışırsak ya ayağımız burkulur yeniden işe başlamak kaygısıyla geriye döneriz; yahud basiretimizi acelemizin kurbanı ederiz sine-i nefs-i natıkadan düşürürüz; ve bu halde basiretsiz bir yolcunun urza-i tesadümü olduğu mehalikten başka bir gaye-i hareket beklemek hakkımız olamaz. Uzun sözün kısası bizim gibi dereke-i evvelin-i cehalette bulunan cema’at; öğrenmeye uyanmaya niyet eder etmez güzelce istiksa etmeli “ne idim ne oldum ne olacağım?” suallerini “la-raybe fih” cevablarla habl-i metin-i yakīne bağladıktan sonra kendine göre biçilmiş bir kaftanla basirane ve mütebassırane yola çıkmalıdır. * * * Biz böyle mi yaptık böyle mi yapıyoruz ya? Asla en kara cahili olduğumuz şey kendi hüviyetimizdir. Bu “hüviyet” kelimesini istediğiniz kadar evsaf ile takyid ediniz: Dini milli ilmi ictimai ahlakī hüviyetimiz. Bunların hepsinde yine birinci derecede isbat-ı nadani edecek biziz biz zavallı amazedegan-ı cehliz! Bu –halkın dediği gibi– cepden çıkarma bir söz bir da’va-yı mücerred bir isnad-ı ma-lem yekün değildir; her “müdrike”nin sera-perde-i hadisat arasından pek a’la temaşa edebileceği bir şems-pare-i hakīkattir: İçimizden – her hangi şu’be-i ma’rifette olursa olsun– bir müdde’i-i ihtisası şöyle güzelce bir yoklayınız: En uzağı bulunduğu şey; en yakını bulunduğu mahiyettir bizzat kendi kendi havass-ı umumiyyesidir; bir din alimini anlamaya çalışınız: En ziyade anlamaktan uzak olduğu hiç olmazsa amelen müteba’id düştüğü kendi “mahiyet-i diniyyesi”dir. Bir siyasimizi öğrenmeye uğraşınız: En ziyade cahili bulunduğu ilim ve tarih-i siyaset mensub bulunduğu din ve milletinkidir. Bir edibimizle hasbihal ediniz zavallı yana yakıla size kendi man-Osmanlı ruh-ı edebiyatı fikir ve hissidir. Biz böyle böyle haberimiz olmaksızın kendimizden pek uzak düşmüşüz; seyl-i şuun içinde yuvarlanırken etrafdan kendimizle beraber ne gibi evsaf ve hasail toparlayıp götürdüğümüzden haberimiz yok. Çünkü çoktan beri kendimizi tanımak fazileti ile aramız açık olduğu için bu secaya-yı munzamayı hissedemez bir hale gelmişiz. Ara sıra kendimize geldiğimiz olmamış değil. Fakat ne halimize bakmışız ne istikbalimize; gözümüz hep arkada kalmış: Senelerden beri menakıb-ı aba vü ecdad ile minder çürütmüşüz. Halbuki -Allah için olsun söyleyelim- onların ruhu bundan epeyce zamandan beri müte’ezzi olmaya başladı. Zaten haklarında rayegan gördüğümüz nu’ut-ı şeref ve necabet; pek de bir ma’rifet-i müteyakkıne mahsulü değildir. Daha ziyade kuru tesellidir! Ne zaman bize bir çehre-i altı yüz senelik bir umman-ı şan u şeref var. Meziyyat ve fezail-i kavmiyyemiz ise mahsud-ı e’ali ve esafildir. Ne gam bize.. ebed-müddet bir miknete yaslanmışız. Çıkacak cana eza ne reva!” demişiz. Halbuki biraz da başımızı önümüze eğsek ve derviş-nihad dedelerimizin yaptığı gibi bir murakabe-i hod-sencaneye dalsaydık alem-i ma’na; bize müşmeiz ve dürüşt bir yüz gösterecek ve çehremize indireceği tevbih sillesi ile biraz ileriyi görmemizi tavsiye edecekti! Esefler olsun ki biz siyer-i ecdadı da iyi bilmediğimiz için onların yolunu da tutamadık kendimize göre bir çığır da açamadık. Bu kararsızlık gayesizlik –ki kendini bilmezliğin mevlududur– “işsiz”liğe bu da “sözcü”lüğe müncer oldu. Hakīkat; o yüzden başımıza üşen seyyiat ve mesaibin en sefil ve alili; “sözcü”lük olmuştur. “Sözcü”lük akīm ve müstehlik milletlerin en birinci ve en fena hassiyyetidir: Onlar daima söylerler söylerler duymazlar ve doyamazlar. Bütün vesaya desatir-i hayatiyye ve şahsiyetin hakim-i harekatı olamamıştır: Kail pek çoktur; hemen herkes söyler bir nasıh-ı kül kesilir. Fakat amil; pek azdır. Esasen amiller bu “sözcü”lük aleminde ağızlarını açmaya fırsat bulamazlar ki… maamafih tenezzül de etmeseler yeri vardır! şifahi ve tahriri “sözcü”lük uğurunda sarf edilen emek ve ekmek; iş yolunda sarf edileydi meydanda şu felaket demimizde elimizden tutacak ya fazla birkaç mektebimiz ya bir iki fabrikamız olurdu. Halbuki biz dört senedir hemen hep bir ağızdan bağırıyor söylüyoruz. Güya istibdad devrinde mütemadiyen “dedikoducu”luk sanatını tahsil ile uğraşmışız. Ne güzel buyurulmuş: “ Allah’ın kendinden yüz çevirdiğine alamet; kulun hiçbir işe yaramayan şeylerle dedikoduculukla uğraşmasıdır.” Hakk’ın bizden yüz çevirdiğine başka delil arıyorsak o da var onu da gösterdi; hem gözümüze soka soka… HARB Mİ SULH MÜ? Böyle bir sual ortaya atıldığı zaman umum Osmanlı ve bilhassa müslümanlar tarafından verilecek cevab: Bir ekalliyet-i nakısa istisna olunursa harbdir. Filhakīka a’damızın Londra Sulh Müzakeresi’ne vakit kazanmak için bir hud’a olarak talib olduklarını bilmez derecede gafil değiliz a’damız o vakti kazanmış ise biz de kazandık hiç farkı yoktur belki bizim için daha ziyade menfa’atdar olabilir. Madem ki Çatalca Muharebesi’nde tali’-i harb bize teveccüh etmiştir madem ki zayi’ olunacak bir haysiyet var ve hakīkati bertaraf ederek bütün mevcudiyetleriyle her şeyi feda ederek bizim vücudumuzu küre-i arzdan kaldırmaktan başka bir siyaset ta’kīb edemiyorlar madem ki bugün bize müzaheretleri kendi menafi’-i siyasiyyelerinden belki kendileri devletler bile bizim felaketimiz uğrunda kendi hayatlarını tehlikelere ilka ederek ve her menfa’atlerinden vazgeçerek sükutu ihtiyar etmiştir madem ki umum Hıristiyan devletleri bil-ittifak bu gayeye kadem-nihade olmuştur; artık bizim tasavvur olunamaz. Bugün Avrupa gazeteleri resmi ve gayri resmi asırlardan beri gizlemekte oldukları adavetlerini tamamıyle meydana attılar hiç sıkılmayarak söyleyeceklerinin hepsini söylediler. Daha doğrusu biz mütezellilane büzüldükçe onlar göklere kadar sıçradılar: Salibleri namına söylediler Meryemleri namına söylediler İsaları namına söylediler; alenen ve cehren de söylediler gizli ve lastikli olarak da söylediler; büyüğü de söyledi küçüğü de söyledi; diplomatı da söyledi şairi de söyledi; hocası da söyledi şakirdi de söyledi… Artık iş buralara vardıktan sonra hiç şüphe olunamaz ki neticede ne yapacaklarını dahi kararlaştırmışlardır. Ve yapacaklarının numuneleri de meydandadır: Usturumca Midilli Selanik Dedeağaç vak’aları ve Arnavudluk’da anasır-ı ehl-i iman hakkında reva görülecek kan deryalarının ufacık numuneleridir. Şu halleri tamamıyle nazar-ı i’tibardan geçirdikten sonra bize iki yol kalır: Biri Yehudi mesleğine süluk ederek her zilleti diğeri de tarih sahifelerinde altınlar ile kayd ve zabt olunacak bir eser bırakmak niyetiyle meydana atılmak. Lakin bu surette azim fikrinde müstakil laf anlamaz söz dinlemez ecnebi lisanı bilmez ben benim diyecek bir rehbere ihtiyacımız var. med arkasında lebbeyk der hazır olur. Namusumuz dairesinde merdane ölmek ebedi bir hayattır. On sene sonra ölmek ile on sene evvel ölmek arasında fark pek azdır. Her nevi’ ıslahat va’d ederek sulhü ihtiyar etmek on sene sonra ölümü şimdiden kabul etmek demektir. Mü’min-i muvahhid olan bir diplomatın bir kumandanın son sözü budur: Allahuekber. Ey mü’minler! Namus dairesinde ebedi hayatı ihtiyar edelim. Ey “La ilahe illallah” diyenler! Allah ve i’la-yı kelimetullah uğurunda ileri vesselam. HİND YOLUNDA ATEBAT’DA HİSSİYAT-I İSLAMİYYE Balkan hükumetleriyle Devlet-i Aliyye arasında husule gelen muharebe adeta Nasraniyet’le İslamiyet’in birbiriyle çarpışmak istediklerini açıktan açığa gösteriyor. Bunu bilmeyen anlamayan hemen kalmamıştır. Balkan Şibh-i Ceziresi’nde alevlenen ateşin ne suretle intıfa-pezir olacağını hiç kimse bilmiyor. Bunu bilmemekle beraber işin neticesine hemen bütün müslümanlar intizar ediyorlar. Muharebe başlangıcındaki muzafferiyetlerin müjdesi cümleyi şadan ve mesrur ettiği halde son haberler herkesi dilhun eylemiştir. Hele Hindistan’dan buraya mün’akis olan Royter Ajansı’yla Hind gazetelerinin mündericatına bakılırsa bütün Rumeli Vilayat-ı Osmaniyyesi’nin Balkan a sakiri tarafından istila olunduğunu ifham etmektedir. Sırbistan ordusuyla asakir-i Osmaniyye beyninde vukū’ bulan bir müsademede bizim altı bin telefat vermiş olduğumuzu mezkur gazetelerle ajans neşr etmişlerdir. Bu gibi fena haberlerin nim mütemeddin ve badiye-nişin olanlar üzerine ne kadar su-i te’sir hasıl eylediğini ta’rif etmeyi zaid görüyorum. Fakat bereket versin ki ahalinin necabet-i fıtriyye ve ahlakıyyeleriyle devlete olan sadakat ve irtibatları su-i tefehhüm husulüne meydan bırakmıyor eşraf ve a’yan-ı mahalliyyenin selamlıklarında –ki her biri ayrıca büyük bi mecma’ teşkil ediyor– her ağızdan teessüf ve teessürle ah ü figan his ve saik-ı tabi’i hasıl olmaktadır. Mesela Kerbela’da Hazret-i Hüseyin radıyallahü anh hazretlerinin sahn-ı şerifinde bundan akdem teşekkül eden bir ictima’da binlerce ulema sadat-ı kiram eşraf-ı mahalliyye ahali ve bilcümle tüccar ve esnaf toplanarak müteaddid kimseler tarafından irad olunan hamasi müessir hissi nutuklar kıraet ve irad olunduktan sonra İmami kardeşlerimizin en muhterem ve nüfuzlu ulemaları imzalarıyla bilcümle Şiiler ağzından atabe-i hümayuna bir telgraf çekilerek bütün müslümanların harb ve cihada müheyya bulundukları arz ve beyan olunmuştur. Telgrafın cevabını kemal-i intizar ile bekledikleri sıralarda Sadrazam Paşa hazretleri tarafından hükumet-i Osmaniyye’nin teşekkürat-ı samimesinin ulema-yı müşarun-ileyhime arz ve takdimi zımnında Kerbela Mutasarrıfı Reşid Paşa’ya doğrudan doğruya gönderilen telgraf ahalinin hissiyat-ı dindarane ve hamiyyet-perveranelerini bir dereceye kadar teskine sebeb olmuştur. Binaenaleyh tebliğat-ı mezkure akībinde maddi i’anat cem’ine hükumet tarafından teşebbüs olunmuş ve beledi dairesinde mutasarrıfın riyaseti tahtında teşekkül eden komisyona kemal-i hahişle ahali-i mahalliyye iane takdimine başlamışlardır. Bu ana kadar Bağdad ve mülhakatında toplanan i’anatın mikdarı büyük bir yekun teşkil etmiştir. Bu kadarla iktifa etmeyerek vesile düştükçe ziyaret günleri esnasında ve her cema’at namazı akībinde din ve devletin te’alisiyle arslan askerlerimizin muzafferiyet ve muvaffakiyetleri için müctehidin-i kiram ve ulema-yı a’lam tarafından hayır du’alar edilmekte ve bu suretle avatıf ve hissiyat-ı İslamiyyelerini alenen beyan buyurmaktan geri kalmamaktadırlar. Bağdad Kazımiye Kerbela’da bu gibi du’alar olunduğu misillü Necef’de de bu yolda du’a ve nutuklar Hazret-i Ali kerremallahü vechehu efendimizin sahn-ı şeriflerinde irad olunmuştur. Ez-cümle Necef’deki Ahrar-ı İraniyye tarafından şu bir talebesi suret-i mahsusada ve her biri bir günde sahna gelerek gayet fasih ve beliğ du’alar neşideler nutuklar mezkur talebe tarafından kıraet edilmiş ve huzzarı garik-ı telehhüf ve teessür eylemişlerdir. Hele Kerbela’da bayram gününde ifa-yı tebrikat için hükumet konağına gelen İranilerin te’sis-kerdeleri olan Hüseyni Mektebi talebesinden biri tarafından irad olunan nutuk o kadar huzzara te’sir eylemiş idi ki hüngür hüngür ağlatmıştı. Bayramın dördüncü günü mutasarrıf-ı liva nezaketen mekteb-i mezkura giderek mektep heyet-i müessise ve ta’limiyesiyle talebeye iade-i ziyaret eylemiş ve kendilerine beyan-ı teşekkür eylemiştir. Geçen sene Rusların Muharrem ayı esnasında İran’ın en birinci eyalatından ma’dud olan Azarbeycan’ın makarr-ı hükumeti olan Tebriz şehrinde kendi hunhar ve vahşi Kazakları vasıtasıyla icra ettikleri vahşet ve mezalim üzerine bilcümle Şi’ilerin mukalledi bulunan Ayetullah Muhammed Kazım El-Horasani hazretleri İranileri cihada da’vet etmek bir surette işbu dünya-yı faniyi terkle dar-ı ukbaya müteessiren rıhlet buyurmalarına sebebiyet verildiği gibi bu sene dahi Balkan hükumetlerinin Devlet-i Aliyye’ye karşı ittihaz eyledikleri vaz’iyet-i intikam-cuyane üzerine Necef müctehidin-i kiramından Ayetullah Şeyh Abdullah el-Mazenderani hazretleri birden bire rahatsızlanarak Selanik’in sukūtu haberi neşr edilmesi akībinde teessürlerinden terk-i came-i hayat-ı müste’ar ederek saray-ı cavidani yolunu ta’kīb buyurmuşlardır. Gerek merhum Muhammed Kazım el-Horasani ve gerek Şeyh Abdullah el-Mazenderani hazeratı daima Osmanlı ve vücud ve bezl-i nefs etmekle bu ana kadar kesb-i iştihar ve tibah-ı İslam ile cem’-i kelime-i tevhid uğurunda bu zevat-ı kiramın mesai-i haseneleri şayan-ı teşekkür ve imtinandır. mün’ akis olduğu günde İran tüccar ve ahrarından “Hacı Aka Mehdi” namında bir gayur ve hamiyetli dindar müslüman kendi konağına gitmiş ve ağlaya ağlaya terk-i hayat eylemiştir.” Hasılı Devlet-i Aliyye ve dolayısıyla İslamiyet’in hal-i hazırda duçar olduğu ıztırabattan bilcümle hıtta-i İrakiyye ahalisiyle Şi’ileri ta’rif ve tavsif kabul etmeyecek derecede müteessir bulunmaktadır. Bu günlerde ise ziyaret günleri olduğundan Kerbela ve Necef kasabaları etraf ve eknafdan ziyaret için vürud eden züvvar ile doludur. Bu sene yalnız İran’dan seksen bin adam buralara gelmişlerdir. Sair züvvarla beraber cihat-ı muhtelifeden gelenlerin adedi yüz bini mütecavizdir. Haneler evler hanlar çarşı ve pazarlar sokaklar leba-leb doludur. Her cema’at namazı akībinde asakir-i Osmaniye’nin nusret ve zaferyab olmalarına binlerce halk ve züvvar tarafından hayır du’alar ediyorlar. Herkesin a’mak-ı kalbinde ma’nevi ve tehassür hüzün ve keder cümle müslümanları ağır bir kabus altında ezmektedir. Bununla beraber asayiş hüküm-fermadır. Vali-i vilayet geldi; fermanı okundu. Ferman akībinde tahrirat müdiri valinin nutkunu da okudu. Herkes yeni ta’yin olunup Bağdad’a –oldukça– salahiyetle muvasalat eden valinin icraatına getirilerek bir çok defniye parası kendilerinden istihsal olunmuştur. Bu sene suların fıkdanından zira’at gereği gibi hasıl olmadığından az çok kıtlık vardır. Herşey pahalıdır. Hıtta-i Irakiyye kabaili de vergilerin ağırlığıyla kendilerinden vaz’iyette bulunuyorlar. Hatta hükumete karşı müttehiden davranmaya ittihad bile etmişlerdir. Bazı arazi mesaili üzerine Al-i Şeyli kabilesiyle Bin Zerih kabilesi beyninde büyük hun-rizane bir müsademe vukū’ bulmuş ve tarafeynden bir çok maktul ve mecruh düşmüştür. Bağdad valisinin Basra’ya nagehani bir surette harekete müheyya bulunduğu şayiası bugün Necef’de deveran ediyor. Basra’da asayişin mefkūd bir halde bulunduğunu herkes söylüyor. Birkaç İngiliz harb gemilerinin de Basra Körfezi’ne geldiği söylenmektedir. Bu şayiaların ne dereceye kadar mevsuk olduğu bir türlü kestirilememekte ve fakat herhalde tevatürden ibaret bulunduğu müsellem bulunmaktadır. ---- MEDENI NAMUSSUZLUK ---- Osmanlı murahhasları Avrupaca Balkanlar Harbi ibtidasında ortaya çıkarılarak her hal ü karda statikonun muhafaza edileceğini muhtevi bulunan düstur ve karara istinaden eğer biz Balkanlıların arazisini istila etse idik neticede bizim arazi-i müstevleyeyi işgal etmekliğimize bittabi’ müsa’ade olunmayacağını ve binaenaleyh şimdi dahi Avrupa’nın mukteza-yı şerefi bu düsturdan mümkün mertebe az ayrılmakta bulunduğunu beyan etmelerine karşı Tan ga zetesi diyor ki: Bunlar vahi mantıklar! Avrupaca ittihaz ve i’lan olunan o karar elbette Devlet-i Osmaniye aleyhine ve Balkan akvam-ı Hıristiyaniyyesi lehine idi. Elbette Osmanlılar hükumat-ı müttefikanın arazisini istila etselerdi oralarını işgal edip kalmalarına müsa’ade olunmaz idi. Fakat kaziyye ber-aks olunca Balkanlıların işgal ettikleri arazilere sahib olmaları da yine Avrupa’nın evvelce ittihaz ettiği kararda zımnen mündemic ve son yüz senelik Avrupa siyaseti iktizasından idi. Bunu Osmanlılar evvelce bilmeliler binaenaleyh Balkanlılar ne istiyorlarsa vermeli idiler. Şimdi ise pek tabi’i olarak: Veyl mağlublara!..... ALEM-İ İSLAM MEZAR BAŞINA GETİRİLDİ Bosna-Hersek Cem’iyet-i İlmiyesi’nin naşir-i efkarı olan Bosna’da münteşir Misbah gazetesinden: Alem-i İslam bin seneye yakın bir müddet zarfında mühim pek mühim bir eser-i hayat gösterdikten sonra atalete düştü. Evvelki neşat faaliyet azm ü cehd ve ictihad yerine uyuşukluk meskenet tevekkül-i mezmum kaim oldu. Fabrikalar ma’meller ticaret sınaat lafızları unutuldu. Tenbelhane sefahethane açmak moda hükmüne girdi. Hikayat-ı vahiye ihtira’at-ı mühimme yerine geçti. Alem-i Nasraniyyet olduğunu anladı ve binaenaleyh anlatmaya kalkıştı. Bu iki alem arasında yeniden müsademat başladı ve üç yüz seneyi mütecaviz vukū’ bulan her müsademede alem-i İslam zarar etmeye duçar-ı ziyan olmaya mecbur oldu. Bunu hisseden alem-i Nasraniyyet düvel-i Nasraniyye maddi ma’nevi ve saitle ehl-i İslam üzerine yüklendi. Azar azar onu mahv eylemek çe Avrupalıların ta’biri vechle “medeniyet ilerledikçe” ehl-i nin duçar olduğu ve ma’ruz olmakta bulunduğu hücumlar ehl-i İslam’ın mahvı maksadından ileri geldiği pek açıktır. Çünkü bütün ehl-i İslam’ın ümid-i necatı Devlet-i Aliyye’dir. Bütün alem-i İslam’ın kalbi Devlet-i Aliyye’dir. Müslümanların müslüman olarak bekası Osmanlı hükumetinin bekasıyla bağlıdır. Binaenaleyh alem-i İslam Osmanlı hükumetinin Hilafet-i muazzamanın terakkī etmesini kuvvetli olmasını an-samimi’l-kalb ister; Devlet-i Osmaniyye’nin ma’nen maddeten te’ali eylemesini arzu eyler. Bunu bilen bunun ehemmiyetini takdir eden a’da-yı din-i İslam her tarafdan her cihetten Türkiye aleyhine yürüdü; onu vesail-i terakkīden esbab-ı kuvvetten mahrum bırakmak için her guna hile ve desiselere sarıldı; kuvvetsiz za’if kalması için dahilen haricen gavail ihdasına çalıştı. Ve işte gördüğümüz vechile muvaffak da oldu. Osmanlı Hükumeti bir takım imtiyazlarla sarmak –kapitülasyon zencirleriyle bağlamak ba’dehu Türkiye umur-ı dahiliyesine karışarak iğvaat ifsadat ile bazı akvamı onun ve serbest bırakmak ve her guna terakkīlerine sa’y ü gayret eylemek ve nihayet bunları Türkiye aleyhine musallat etmek düvel-i Nasara’nın cümle-i mesaisindendir. Bu vahşi canavarlar bu medeni vahşiler tarafından binlerce bi-günah ehl-i İslam’ın katlini yüz binlerce müslümanın pamal edildiğini ehemmiyet vermiyor. Halbuki Devlet-i Osmaniyye asayiş-i dahilisini açıktan açığa ihlale çalışıp tutulan ve taht-ı tevkīfe konulan bir hıristiyan için kıyametler koparıyor. Binlerce sıbyan-ı İslamiyye’nin ezildiği limanlara bir kayık bile göndermeye tenezzül etmeyen Avrupa devletleri İstanbul’a ko ca koca zırhlılar gönderiyor. Ve bu tenakuzlarını doğru göstermek için aleme karşı “Türkler barbardır hıristiyanları kesecekler şöyle yapacaklar…” diye yaygara ediyorlar. Halbuki müslümanlar hıristiyanları keseydiler Endülüs’de Macaristan ve Sırbistan’da ehl-i İslam’dan eser kalmadığı gibi Türkiye’de de hıristiyandan bir eser kalmamak icab edeceğini biliyorlar. Lakin maksad ehl-i İslam’ın istinadgahı olan Türkiye’yi mahv eylemek veya hiç olmazsa daha ziyade za’fa uğratmak olmakla her şeyi tecviz ediyorlar. “Bir musibet bin nasihatten iyidir derler” bari bundan sonra ehl-i İslam müteyakkız mütenebbih olsalar; nifak tefrikadan vazgeçip el birliğiyle Hilafet-i İslamiyye’nin terak kī ve te’alisi için sa’y ü gayret eyleseler; safdilane sade-derunane bulunmasalar; yaldızlı zehircilerini yutmamaya gayret etseler… Sulh Konferansı altıncı defa olarak Cumartesi günü saat on birde Osmanlı Başmurahhası Reşid Paşa’nın riyaseti tahtında ictima’ etmişlerdir. Osmanlı murahhasları Balkan hükumetlerinin mutalebatına karşı Babıali’nin tekliflerini tebliğ etmişlerdir. Edirne’yi Osmanlı havza-i hükumetinde bırakan bir hatt-ı hudud merkezi Selanik olmak üzere Makedonya ve cenubi Arnavudluk muhtariyeti Bulgaristan’a bir mahrec-i iktisadi Kavala Limanı verilmesi tashih-i hudud Girit’den maada adaların hakimiyet-i Os maniyye altında kalması. Balkan murahhaslarınca işbu teklifat kabil-i kabul görülmediğinden Babıali’den ta’limat ve müsa’adat-ı cedide almak üzere konferans Pazartesi’ne ta’lik olunmuştur. Pazartesi günü yedinci ictima’ Bulgar Murahhası Danef’in taht-ı riyasetinde vukū’ bulmuştur. Osmanlı murahhasları hükumet-i metbu’alarından intizar etmekte oldukları ta’limatın pek geç geldiğini ve şifrelerin hemen kısmen gayr-i kabil-i hal bir halde bulunduğunu beyan ederek ictima’ Çarşamba gününe te’hir olunmuştur. rafnamelere nazaran Osmanlı ordusu yeni bir muzafferiyet ref’ edildiği ve Karadağlıların kat’i bir inhizama uğradığı da ayrıca bildiriliyor. Yanya’dan varid olan bir telgrafnamede Yanya cihetindeki Yunan ordusu yek diğerini müteakib uğradığı mağlubiyetler neticesinde pe rişan bir hale gelmiş Atina’dan tekrar kuva-yı imdadiyye taleb eylemiştir. Mezkur Yunan ordusu kumandanı kuva-yı dirde Osmanlı ordusuna mukavemetten büsbütün aciz kalacağını da Atina’ya iş’ar eylemiştir. Evvelki gün Yanya’dan me’murin-i aidesine gelen bir telgrafda Yanya’da erzak mebzul bulunduğu ve askerin kuvve-i ma’neviyyesi yerinde olduğu gibi hatt-ı muhasaranın da ref’ edildiği bildirilmiştir. Trabzon ulema ve eşrafının himemat-ı vatanperveranesiyle teşkil olunan gönüllü taburlarının iki kafilede olarak sevk edildiği ve bu babda müteşekkil komisyon reisi müfti-i vilayet faziletli Ahmed Mahir Efendi’nin de birlikte azimet eylediği Trabzon Vilayeti’nin iş’arından anlaşılmış ve ahiren mezkur taburlar Dersaadet’e vasıl olarak mevki’-i harbe sevk olunmuştur. Bidayet-i harbden beri iane-i harbiyye ve hedaya-yı şitaiyye tedarik ve i’tasında ve Hilal-i Ahmer namına nazar-ı şükran olan Trabzon ahalisinin bir de böyle gönüllü taburu cem’iyle mevki’-i harbe sevki yolunda vaki’ olan himmet ve mesaileri cidden tebcile şayan tezahürat-ı necibe-i vatanperveraneden bulunmuş olduğu Harbiye Nezareti’nden tebliğ olunmuştur. SALIB’IN REZALETLERI Drama’dan Jön Türk gazetesine yazılıyor: Bulgarların Drama’ya duhulü üzerine ilk yaptıkları şey iki büyük cami’i kilise haline tahvil etmekten ibaret olmuştur. Bulgarlar minareleri minberleri tahrib etmişler ve duvarlar üzerinde mahkuk olan ayat-ı Kur’an iyye’yi silmişlerdir. Bulgarlar Drama’da Osmanlı tebaasından olup vaktiyle Makedonya’da harekatta bulunan ma’hud komiteci çetelerine mensub bir takım milletdaşlarını bulmuşlardır. Bulgar ordusu Osmanlı arazisine nüfuz ettiği gün bunlar orduya mülakī olmuşlar ve etraf ve civarın za’if nikatını göstermek hanelere cebren giriyor erkek ve çocukları katl ediyor ve yorlardı. Kadınlar namuslarını muhafazaya teşebbüs ettikleri takdirde derhal en zalimane işkencelere ma’ruz kalıyorlardı. Muhacirinden birinin ifadesine nazaran gözleri önünde zevci kardeşi ve yedi yaşında çocuğu katl edilmiş olan bir kadın bu hale rağmen bu bağīlerin teklifat-ı vahşiyanesine mukavemet etmiş ve kendini müdafaaya çalışmıştır. Kadın bir asker üzerine hücum etmiş ve fakat asker hiddetle kendinden geçerek kadının memelerini kat’ eylemiş ve karnından kılıncıyla katl etmiştir. Kadın hamil bulunduğu için Bulgar askeri iki katlı bir cinayet irtikab eylemiştir. Karşı gazetelerinde okunduğuna göre Limni Yunan me’murini mezkur adayı işgal ettikten sonra müslüman ahali hakkında şimdiye kadar görülmemiş bir takım mezalim ri raporlarda sekiz yüzü mütecaviz biçare İslamların duçar edildikleri vahşiyane eza ve cefaları anlatmışlardır. Selanik’den Sabah gazetesine yazılıyor: Bulgar ve Yunan istilasından sonra bilhassa Selanik ve mülhakatının kesb ettiği manzara-i felaket hakīkaten en katı kalbleri ağlatacak en kuru gözlere sirişk-i matem döktürecek bir derecededir. Bir tarafdan yanmış yıkılmış harab olmuş aşiyanlar bir tarafdan hayatına malına hatta namus ve ismetine tecavüz olunmuş bir kitle-i evlad-ı vatan… İşte her tarafda göreceğiniz acı ve feci’ levhalar.. Bu memlekete medeniyet ve hürriyet neşr etmek iddiasında bulunan medeniyetten bi-behre kanlı ordular kirli ayaklar nereye girmişlerse İslam namına ne varsa mala cana namusa me’abide bütün mukaddesat hatta makabire kadar el uzatmaktan ayaklarıyla bunları çiğnemekten çekinmediler. Sözlerim meşhudata müstenid olduğu için zerrece mucib-i şübhe ve tereddüd olmamalıdır. § Bulgarlar nereye girmişlerse katliamı esas meslek ittihaz etmişlerdir. Bunların bilhassa Siroz’da Ustrumca’da Kılkış’da ve Selanik köylerinde ika’ ettikleri zulüm ve vahşet cidden akıllara hayret verecek derecede büyük ve dehşetnakdir. Teşrinievvel tarihinde işgal ettikleri Ustrumca kasabasında İslam olarak ancak pek cüz’i kimseyi sağ bırakmışlardır. Bu canavarlar Ustrumca’ya kumandan ta’yin ettikleri Jivan’ın emriyle bir günde beş yüz doksan bir İslam ve iki Musevi’yi ellerini bağlamak ve çırçıplak teşhir ederek umumunu bir gecede katl ve ifna etmişlerdir. Köylerde Haci Manof çetesi tarafından iki yüzü mütecaviz İslam kurşuna dizilmiştir. Radovişte’de İslam’dan erkek olarak hemen hiç ferd kalmamıştır. Doyran’da yalnız eşrafdan iki yüz İslam süngülerle katl edilmiş ve Siroz katliamında beş yüz altmış kadar müslümanın kanı akıtılmıştır. Karyelerde kasabalarda sağ kalan bir kısım müslümanlar bütün mevcudlarını fidye-i necat olarak vermek veyahud cebren tanassur eylemek suretiyle tahlis-i nefs etmişlerdir. Yalnız Ustrumca kazasında tanassur etmiş dört karye ahalisi vardır. Bu alçaklar yalnız katliam ile de kalmayarak erkeksiz kalan kadın ve kızların namus ve iffetlerine tecavüz etmiş ve bunları köyden köye dolaştırarak ve çarşaflarını yırtarak teşhir etmekten de utanmamış hatta bir çok yerlerde on beş on sekiz yaşlarındaki İslam kızları bu hainlere cebren ve kahren şarab sakīliği etmiştir. § Bidayet-i harbden beri Selanik Rumeli için bir darü’l-eman addolunuyor ve düvel-i müttefika orduları kasabalarımızı birer birer zabt ettikçe ahali-i mahalliye-i İslamiyye fevc fevc Selanik’e geliyordu. Şehrin düşmana tarih-i teslimi olan Teşrinievvel’de Selanik’de mevcud muhacirin seksen bini tecavüz etmişti. Bu biçareler ötede beride kendilerine ancak birer melce’ bulabilmişken hükumet-i hazıra bunların her birini birer suretle kahr etmek için vesileler leri için yevmi verilmekte olan ekmek Yunanilerin işgalini müteakib kesildi. Sefalet ve açlık bu zavallılara öyle dehşetli bir surette savlet ediyordu ki belediye açlıktan ölenleri defn etmekte bile duçar-ı müşkilat oluyordu. Yevmi la-ekall elli altmış kişi açlıktan ve soğuktan ölüyor ve bunlara ciddi bir mu’avenet edilemiyordu. Bu kadar felaket azmış gibi ahiren hükumet-i Yunaniyye bunları şehirden tard ve teb’ide ve Büyük Karaburun ve Limbet civarında rekz edilen çadırlarda muhacirin nakl edilmeye başlandı. Fakat nasıl!.. Bu zavallılar adeta mezara gönderiliyordu. O harab çadırların altında öldürücü bir rutubet ve yakıcı bir soğuk bu her şeyden altından ve üstünden mahrum olan felaketzedeleri birkaç gün erbab-ı hamiyyet hükumet nezdinde şiddetli teşebbüsatta bulunarak bu nakliyatın önünü aldı. Fakat bununla felaket bitmiş değildir. Şimdi zavallı muhacirin her gece şehirde Bulgar ve Yunan askerinin ta’arruzatına hedef oluyor. Ellerinde olan beş on kuruşu da bu asker kıyafetli haydudlar alıyor ve hatta bu medeni şehrin göbeğinde bütün cihanın gözü önünde kimsesiz kadınların üzerlerine de savlet olunuyor. Ah ey medeniyet eğer sen henüz varsan sen eğer doğmuş ve henüz yaşıyorsan gel gör şarkın bu en güzel ve en ma’sum halkı kimler olduğunu ve asıl katil ve hainlerin ve yırtıcı canavarların hangileri bulunduğunu bir ara.. Fakat hayır sen yoksun medeniyet sen vücudu olmayan bir şey bir serabsın. § Selanik’den gelen yolcular hikaye ettiler: Selanik’de Kazancılar içinde Papuçcu İbrahim isminde namuslu kendi halinde gürbüz bir delikanlı bir gün bir Bulgar zabiti bu zavallının dükkanına gelir ve kendisine gayet güzel bir İslam hanımı bulup getirmesini iki güne kadar bu emrini ifa etmediği takdirde fena halde peşiman olacağını söyler ve ölümle tehdid eyler. Biçare İbrahim ne yapacağını şaşırır evine gider uğradığı felakete karşı ağlamaktan başka çare bulamaz. Bu halden endişe-nak olan zevcesine akrabasına tinin o teklif-i rezalet-aluduna tahammül edemeyen İbrahim ertesi gün mutfak bıçağıyla boynunun şah damarlarını kesmek suretiyle intihar eder. La’net zalimlere! Kolniche Çaytunğ gazetesinin Bulgar ve Yunan mezalimine dair Selanik’den aldığı uzun bir mektuptan: Ayasofya Cami’i kilise haline tahvil edilmiş olup Bulgar asakiri ile mala-mal bulunmaktadır. Şehrin başlıca caddelerinde Yunan ve Bulgarlar asakiri ve bir çok kirli komiteciler sokakları doldurmaktadır. Yunan asakiri bütün gün arabalarla Bulgar asakiri de hayvanla gezmektedirler. Bulgarlar Ayasofya Cami’indeki asar-ı nefiseyi de tahrib eylemişlerdir. Şehirde yağma ve garetin kadınlara ta’arruzun hadd ü hesabı yoktur. Bir çok küçük yaşta çocuklar dahi şehid edilmişlerdir. Kadınlara vukū’ bulan ta’arruza Yunan zabitanı da iştirak eylemiştir. Şehirde yetmiş bin kadar Bulgar ve Yunan bulunduğu nazar-ı dikkate alınırsa bu ta’arruzun derecesi tezahür eyler. Osmanlı asakirine karşı teslim protokolü ahkamına kat’iyyen ri’ayet edilmediği gibi hastahanelerdeki mecruhin dışarı atılmıştır. Selanik kurbunda vaki’ bir karyede bütün ahali erkek larak içlerine taş ve pislik atılmıştır. Yalnız genç kızlar berhayat bırakılmıştır. Bu mezalimi irtikab eden Bulgarlar çocukların esbab-ı şehadeti için “ileride bunlar da Türk ya’ni müslüman olacaklar” demişlerdir. Kolniche Çaytunğ muhabiri mektubuna şu sözlerle hatime veriyor: “Bütün bu sahneler gözüm önünde tecessüm ediyor. O zaman yirminci asr-ı terakkīdeki bu Salib muharebesinin her hıristiyanı hicaba düşürmesi lazım geldiğini kendi kendime i’tiraf eyliyorum. Biz dehşetli bir ta’assub karşısında bulunuyoruz. Fakat bu ta’assub Hilal tarafında değil Salib cihetindedir.” yor: “Asakir-i Yunaniyye ancak donanma toplarının himayesiyle karaya çıkabilmişlerdir. O zamana kadar ihtiyatlı ve sakin gibi kalmış olan cezirenin Osmanlı ! Rumları karaya asker çıkınca derhal fırsattan bil-istifade müslümanlara hücuma başlamışlardır. İcra ettikleri mezalim ve çapulculuk kurun-ı vusta vahşetlerine rahmet okutacak dereceye vardı. Kal’a haricinde tecavüze uğramadık hiçbir müslüman hanesi kalmadı. Bir çok ma’sumlar şehid edildi. İnsanlar az geldi de portakal ağaçlarını bile baltalarla yerlere yıktılar. Düvel-i muazzama-i mütemeddine! konsolosları bütün bu rezaletlerin bu zulümlerin şahidi olmuştur.” Dedeağaç’dan gönderilen bir mektuptan: Dedeağaç Rumeli’de emsali görülmedik bir vahşete ma’ruz kaldı. Namusuna ta’arruz edilmedik kadın kesilmedik erkek yağma edilmedik ev soyulmadık İslam kalmadı. Yalnız Dedeağaç ve mülhakatında şühedanın mikdarı üç bin beş yüz kişiye baliğ olduğu konsolosların resmi raporlarıyla müsbettir. Daha meydanda olmayan bir çok aileler bu hesabdan haricdir. Me’murini angarya alarak sokakları temizlemek şimendüferlere maden kömürü taşımak ve saire gibi bir takım hidemat-ı süfliyyede kullanıyorlar. El-yevm mütareke olduğu halde bu hal caridir. İslamları himaye edecek yoktur. Midilli mekteb-i ibtidai müdiri Receb Naci ve Pilman mal Müdiri Hüseyin Hüsnü Efendilerin Ahenk gazetesi muharririne karşı beyanatından: görüyorlar. Yunanlılar ise ekser cevami’-i şerifeye ta’arruz etmişlerdir. Cami’lerde minarelerde her gün Yunan askerleri yerli Rumlar görülüyor. Kale içindeki cami’-i şerifde bir hayli tahribat da yaptılar levhaları camları kırdılar. Sakal-ı şerif ziyaretini yerlere attılar. Cami’leri kiliseye tahvil etmek takım isimler ünvanlar da vermişlerdir. § Midilli’den İzmir’de Köylü gazetesine yazılıyor: Sarlıca şeyhi; hiçbir suçu ve kabahati yok iken elleri arkasına bağlanarak şehre getirildi; yolda Yunanlılar bu zavallının sakalını yoldular tüfenk dipçikleriyle yaşayamaz bir hale getirdikten sonra hapse tıktılar. olduğuna i’tikad edilen bir türbe tahkīr edilerek yıkılmış ve dikilerek orası Ortodoks ma’bedi haline getirilmiştir. Ele geçirdiklerini dipçik süngü ve lobut darbesi altında pestil etmişler yüzlerine tükürerek üzerlerine binmişler ihtiyarların sakallarını yolarak ağızlarına istavroz dokundurmuşlardır. Bu yağmadan ve vahşetten sonra zavallı müslümanlar ölü halinde ve adeta sürüklene sürüklene Midilli’ye getirilerek karanlık rutubetli havasız bir yere tıkıldılar. Erkekler bu suretle mu’amele gördükten sonra vahşet ve gadr sırası kadınlara geldi. Kalonya ve Polihnit civarında tekmil kadınlar ve kızların elbisesi soyularak anadan doğma hale getirildi ve sonra vahşi bir hayvanlık kudurgan bir canavarlıkla zavallıların namus ve ismet hazinelerine de tecavüz edildi. Hatta bir çok İslam kızlarını bazı hıristiyan evlerine bile aşırdılar. Kadınlarımız ve kızlarımız çırçıplak edildikten sonra teşhir edilmişlerdir. − El-yevm şehrimizde bulunan mücahid-i muhte rem Enver Beyefendi Berlin’deki ehibbasından bir zata yazdığı ve bir sureti Frankfurter Zeitung gazetesinde intişar eden hususi bir mektubunda diyor ki: “İlk tasavvuratımın hilafında olarak müsta’celen Bingazi’yi terk etmek mecburiyetini hisseyledim. Çünkü Bingazi’de me Bingazi’den ziyade orada hizmet edebileceğim beyan olunuyordu. Fakat bir buçuk seneden beri kumanda ve betle mütehassis bulunduğum kavm-i Arabı da İtalyanlara teslime vicdanım bir türlü razı olamadığından onların da kemal-i muvaffakiyetle mukavemette bulunmalarını te’min edecek her türlü tedabiri ittihaz ve istikmal eyledikten sonra Bingazi’den ayrıldım. Bingazi’de neşr-i maarifi te’min için bir çok mekatib te’sis eylediğim gibi iki bölük jandarma ve topçu ve süvari ve piyade ve mitralyözden mürekkeb bir kuvve-i askeriyye teşkiline de muvaffak oldum. Orada kalan rüfekam başladığımız işleri idame edeceklerdir. Şeyh Senusi hazretleri de İtalyanların gönderdikleri hedayayı red suretiyle emr-i cihadda devama azm eylediklerini yeniden isbat etmişlerdir.” Enver Bey tarafından Berlin’de Doktor Yek’e gönderilen mektupta münderic bulunan ma’lumat-ı atiyye de Berlin gazetelerinde görülmüştür: “Benim bilcümle teşkilat-ı maliyem karşı memleketin varidatı liradır. Sahildeki şehirler mahsur bulunduğundan her türlü me’kulat Mısır’dan gelmektedir. Her ay Mısır’dan yirmi beş bin liralık me’kulat geliyor. Me’kulattan yüzde yirmi beş ve diğer emti’adan yüzde elli gümrük alındığından şehri gümrük rüsumundan lira hasılat oluyor. Deve ihracatına bir resm vaz’ eylemiş olduğumdan bundan dahi lira varidat-ı şehriyye hasıl oluyor. Sellum-Bingazi yolunu otomobil nakliyyatına küşad ettiğimden beri bilcümle münakalat layıkıyla kontrol edilmekte ve varidat tezayüd eylemektedir. Yevmi ihtiyacat eyledim. Bingazi’den azimetimden mukaddem liralık evrakı geri alıp nakde tahvil ettirdim. İskenderiye’de dahi lira bıraktım. Bu meblağ dad ü sitedi teshil için şeyhlere verilecektir. Bundan başka Bingazi’de hükumet veznesinde altın olarak lira vardır.” [Al-i İmran /] “Ya Muhammed de ki: Ey mülkün sahibi olan Al lah’ diğinin e linden alırsın; sen dilediğini aziz edersin; sen dilediğini zelil edersin; senin elindeki yalnız hayırdır; sen hiç şüphe yoktur ki her şeye kadirsin.” * * * Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib * * * AHLAK-I İSLAMIYYE’NIN ESASLARI A’mal-i mefruza-i diniyye ile ahlakın nazar-ı İslam’da yekdiğerine karşı münasebatını tavzih için ta’dad ettiğimiz misaller kifayet eder. Bir de asıl iman ile ahlak beynindeki nisbeti ta’yin edecek bazı emsile irad etmeliyiz ki ma’ali-i ahlak ile ittisafın din-i İslamca nasıl bir farz-ı mütehattim olduğu tamamıyla tecelli etsin. Binaenaleyh atideki ehadis-i nebeviyye hakkında enzar-ı dikkati celb ederiz: “ = İman yetmiş bu kadar şu’be nevdir. Efdali La ilahe illallah demek ednası güzergah-ı nasdan eza verecek bir şeyi ref’ etmektir. Haya da imanın bir şu’besidir.” “ = İmanın eşrefi halkın senden emin olmasıdır. İslam’ın eşrefi halkın senin dilinden elinden selamette olmasıdır. Hicretin de eşrefi seyyiatı terk etmekliktir.” “ = İmanın efdali Allah için muhabbet Allah için buğz etmen; lisanını zikrullah ile çalıştırman; kendin için her neyi seversen başkaları için de onu arzu etmen; kendin için her neden hoşlanmazsan başkaları için de o şeyin husulünü arzu etmemen; bir de ya hayır söyleyip ya sükut etmendir.” “ = Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allahü azimü’ş-şana kasem ederim ki hiçbir kul kendi nefsi için istediği hayırı kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” “ = Bir kul kendi nefsi için istediğini kardeşi korkmadıkça imanı kemalini bulmuş olmaz.” = “Bir kul ahlakını güzelleştirmedikçe gayzını yenmedikçe başkaları için kendi nefsi için istediğini arzu etmedikçe ehl-i İslam’ın hayırhahı olmakla cennete nail olmuş nice kimseler vardır!” “ = Bir kimsenin kalbi diliyle beraber dili de kalbi ile beraber olmadıkça sözü emin olmadıkça mü’min olmaz.” Bu gibi ehadis-i şerifeye atf edilecek edna bir dikkat gösteriyor ki bizde vezaif ve hukūk-ı ahlakıyye evamir-i diniyye ile mümtezicdir ahlak ile adeta şey’-i vahiddir. Hiçbir emr-i ahlakī yoktur ki emr-i dini ve emr-i imani olmasın. İmanın yetmiş bu kadar şu’besinden her biri anlaşılıyor ki birer emr-i amelidir birer vacib-i dinidir. Bir amel-i lisani olan La ilahe illallah kelime-i tayyibesini söylemek nasıl verecek bir şeyi ref’ etmek mesela bir taş parçasını ortadan kaldırıp bir kenara atmak da imandan bir cüzdür. Bir müslüman namazını orucunu zekatını haccını nasıl bir vazife-i diniyye ola[ra]k tanırsa muhafaza-i sıhhatini de ailesini infak etmeyi ebna-yı nev’ine güler yüz göstermeyi de birer vazife-i diniyye olarak beller katl-i nefs şurb-i humr kumar zina kazf yani lisanen birinin namusuna tecavüz başkasının malını gasb nasıl birer ma’siyet ise nasıl haram ise gıybet etmek malaya’ni söylemek sıhhate muzır bir şey yemek mideyi ifsad etmek edeb ve terbiyeye muhalif etvar ile kendi haysiyetini kırmak da nefsini bi-gayri hakkın idlal etmek de birer ma’siyettir haramdır. Din-i İslam insana yalnız Halik’a karşı mükellef olduğu vezaifi ta’lim etmekle kalmıyor. Hayat-ı maddiyye ve ma’neviyyemize muhtac olduğumuz şeylerin –ta’bir-i ma’rufuyla din ve dünyamızın– her türlü dekayıkını bize öğretmiş bir dindir. Namaz ile orucun yanı başında daima ebna-yı nev’imize muvasat sahib-i hakkın hakkını eda bazı hukūkundan feragati teshil eden bir uluvv-i cenab hakkındaki vasaya la-yu’addir. Kavanin-i medeniyyemizin icra-yı ahkamı da vezaif-i diniyyemizden bir cüz’-i mühimdir. Ahval-i şahsiyyemiz akla durgunluk verecek teferru’at ve tafsilat ile ta’yin edilmiştir. Efrad-ı ailenin zevceynin komşuların ehibbanın yekdiğere karşı hukūk ve vezaifi bütün incelikleriyle teşrih ve bütün müslümanlar beyninde hakīkī bir uhuvvet tesis edilmiştir. Bir müslüman bilad-ı İslamiyye’nin neresine gitse yabancılığını duymaz. Bilakis yabancılığı kendisi hakkında fazla bir muvasatı calib olur. Daima bir farz-ı dini olarak kendisine mu’avenet için uzanan ellerin eksik olmadığını görür. “ Bir kul kardeşinin mu’avenetinde bulundukça Allahu te’ala ona yardımcıdır.” gibi bir va’d-i nebeviyi duyan hiçbir müslüman tasavvur edilemez ki sefalette kalmış bir kardeşinin tahlisine şitaban olmasın. Kuva-yı ruhiyye-i insaniyyenin her birini ayrı ayrı emsali gayr-i mesbuk bir hadd-i kemale isal edecek vech ile terbiye etmeyi kafil olan böyle bir dinin yalnız başına bir medeniyet-i uzma vücuda getirmesi istib’ad edilemez. Filhakīka dinimiz bu medeniyeti vücuda getirmiş hem de yalnız başına diğer akvam-ı medeniyenin felsefesinden istiane etmeksizin vücuda getirmiştir. Müslümanlar evamir-i diniyyelerine pek ziyade sarıldıkları edvarda pek müşa’şa’ bir medeniyet-i hayra-bahş ile alem-i insaniyyete hadim oldular. Yine mecd-i sabıklarına rücu’ için vacibat-ı ahlakıyyelerine karşı takındıkları tavr-ı ihmal ve la-kaydiden feragat etmelidirler. ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- Üçüncü muhavereden maba’d Muhakkık: –Bu suale karşı cevabım: Ulema-yı usuliyyinin “Evliyadan sudur eden şey kendilerine hüccet olabilirse de başkasına hüccet olamaz” kavilleridir. Sonra bazı şeyler hakında ehl-i keşifden nakl olunan şeylere nazar edecek olursak bir çoklarının yalan olduğunu görüyoruz. Mukallid: –Haydi teslim edelim ki senin dediğin gibidir; bu surette kizbi zahir olanların onlardan olmadığı ihtimali vardır. Yahud bunlar salah-ı hal ile velayetle iştihar edip de makam-ı keşf-i kamile vasıl olmayanlardan menkūldür. Fakat İmam-ı Şa’rani gibi “mevkıf”e “cennet”e ve “cehennem”e muttali’ olanlar bunları müşahede edip görenler kezalik Şeyhülekber Muhyiddin İbni Arabi gibiler zannetmem ki bir şeyin vukū’ bulacağını haber versinler de sonra vakti gelince dedikleri gibi çıkmasın! Muhakkık: –Biz ahireti görmedik ki Şa’rani’nin mevkıf denilen yerin mevki’-i coğrafisine oranın ahvaline dair zikr ettiği şeyleri sırat mizan cennet cehennem için resm etmiş olduğu haritayı oraya tatbik edelim; biz bu gibi şeyler için Kitab Sünnet akıl hikmetten hiçbir delile tesadüf etmedik. Ne kadar şayan-ı istiğrabdır ki: Sizin şeyhlerinizin ekserisi dünyanın en meşhur gayet menfa’atli olan coğrafyasından şıyorlar da alem-i gaybdan olduğu cihetle görülmek ihtimali olmayan ahiret için haritalar çizip coğrafyalar tertib ederek ona rağbet gösteriyorlar onu bi-hakkın teslim ediyorlar. bulacak fiten ve melahime dair verilen haberlerin bazısı yahud küllisi Şeyh Muhyiddin bin Arabi’nin kitaplarından menkūldür; bunun tasrihine göre Mehdi onun zamanında mevcud imiş. Hatta aralarından ceryan eden bir vak’ayı da zikr ediyor. Ondan nakl ettiği kelamlarında işarat rumuz da mevcuddur. O işarat ve rumuzdan iştihar edenlerden biri de şudur: Cim Fe Hı geçtikten sonra Mehdi çıkar. Bu huruf ebced hesabıyla ’dür. Binaenaleyh Mehdi’nin zuhuru karn-ı sabi’in intihasından evvel vukū’ bulacak demektir; halbuki şimdi biz on dördüncü asırda bulunduğumuz halde Mehdi ile mülakat etmek şerefinden hala mahrum bulunuyoruz. Eğer bu şahidlerle de kana’at etmezsen ben bunu pek çok misaller ile kuvvetleştireceğim. Mukallid: –Ben bunların hepsinden sarf-ı nazar ederek yalnız kütüb-i mu’teberede rivayet edilen ehadise atf-ı nazar edeceğim; gerçi bu ehadisin hepsi her müslime i’tikadı vacib inkarı küfrü müstelzim olacak derece mütevatir değilse de hadisin sıhhati kendisince müsellem doğru olduğuna kalbi mutmain olanlara nisbetle mütevatir gibi olur; binaenaleyh onlara mazmun-ı hadisi i’tikaddan başka çare yoktur. Senin de kütüb-i hadisi tekmil mütalaadan geçirdiğini bununla beraber olanlardan yalnız rivayeti sahih olanları kabul ederek öbürlerine ehemmiyet vermediğini bildiğim ömrü olacağını beyan eden hadis-i şerife müracaata mecburiyet hissettim. Hin-i müracaatımda gördüm ki: Ebu Davud Sa’d ibni Ebi Vakkas’dan şöyle rivayet ediyor: Resulullah dedi ki: Sa’d’a nısf-ı yevmin ne kadar olduğu sorulduğunda beş yüz sene diye haber verdi. Her ne kadar hadisinin tahricine vakıf olamadıysam da iyice biliyorum ki onu bazı ulema-yı salihinden telakkī eylemiştim. Ma’a haza sened-i sahihini bulacağıma da ümid varım. Muhakkık: –Ebu Davud bazı kere zu’afadan da hadis rivayet ettiği vardır; onun için hadis rivayet ettiği kimselerin çoğu mat’undur. Haydi teslim edelim ki bu hadis sened ne diyeceksin? Eimme-i muhaddisin nefsü’l-emre muhalefetin alamat-ı vaz’dan olduğunu söylüyorlar. Çünkü vaki’ ve nefsü’l-emre mutabık olmayan kelam kizbden başka bir şey değildir. Şan-ı nübüvvet ise kizbden müberra bi-esas şeyleri söylemekten münezzehdir. Eğer “Vaki’ ve nefsü’l-emre mutabık olmaması te’vil mümkün olmadığı vakit olur halbuki burada te’vil mümkündür; zira ilm-i usulde tekarrur ettiği vechile a’dad için mefhum yoktur” diye i’tirazda bulunursan cevaben derim ki: Bu te’vil hadis nasıl rivayet olunursa olsun kendi istidlalini Mukallid: – Sahihayn ’nda görüldüğü üzere Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem şöyle buyuruyor: Halbuki müddet-i dünya Hazret-i Adem’den Peygamberimize sav gelinceye kadar sene olunca –nasıl ki bu kütüb-i tefsirin bazılarıyla Kısas-ı Enbiya’da mansusdur.– bunun sülüsü bin dokuz yüz seneye yakın bir zaman olmak lazımdır. Asr emsali pek çok ahkamın icrasında olduğu gibi mukteza-yı şer’ olarak sabahdan i’tibar ettiğimiz surettir– sülüsden tenkīs olunur. Şimdi müddet-i dünya yedi bin senedir dediğimiz gibi –nasıl ki yukarıda zikr olunan bazı kitaplarda da böyle varid olmuştur– “ ”e “ ” daha ilave etmek iktiza eder ki bu da takriben asr ile mağrib arasındaki miktardır. Bu surette mecmu’u sene olarak bazı nusus diğer bazısına muvafık gelir. Bazen yahud çok kere bizim takribi dediğimiz şey indallah tahdidi olur da o babdaki nususun muvafakati onu takviye eder. Bunun bana göre erbab-ı mükaşefeden olması muhtemel olan o alim-i salihin istinbatını te’yid etmesi kıyametin bağteten yani ’de gelmesinden murad da onun mukaddimatı intişar-ı dalal Mehdi gibi alamat-ı kübranın zuhuru olması da sahihdir. Şu halde evvelki sözüm doğrudur. Muhakkık: –Ya üstaz! Şurasını iyice bil de ma’lum olan bir hakīkatle beni muaheze etme! Asr-ı evvelde bir çok kimseler kendilerine hüccet ikame edilmeksizin din-i hak olduğunu gayr-i mu’tekıd oldukları halde kendiliklerinden zahiren İslamiyet’i kabul etmişlerdi; bunların suret-i haktan görünerek İslamiyet’i kabul etmekten maksadları ise akaid-i şeklinde Acluni yeden olmayan bir takım hurafat esasat-ı şer’iyye ve ahkam-ı akliyye ile gayr-i kabil-i tevfik İsrailiyyat idhal ederek millet-i İslamiyyenin ahlakını alt üst etmek ve bu suretle müslümanlar beyninde daimi bir fitne ateşinin ikadına sebebiyet vermekti. Kendilerinin mevsuk mu’temed kimseler olduklarına dair halkta bir kana’at hasıl etmek bu suretle maksad-ı müfsidanelerine vasıl olmak için rivayet ettikleri şeyleri kabul ettirmek için de ahkam-ı İslamiyye’ye temessük etmek hususunda son derece huluskarlık gösteriyorlardı. Bunların bazıları müslümanları ateş-i ye’s içinde bırakmak fütuhat-ı celile İslam’ın mecd ü şerefini muhafaza rayet-i İslamiyye’nin dünyanın her tarafında temevvüc ile bütün dünyaya hakim olması için efrad-ı İslamiyye’de görülen himmeti kırmak yahud onları “dinleri hakkında bir takım şüpheye düşürmek maksad-ı mel’unanesiyle din-i İslam’ın ömrü pek az olduğunu pek yakın bir zamandan sonra nihayet bulacağını İslamlara telkīn ediyorlar onları ikna’a çalışıyorlar; bu maksadlarına kolayca vasıl olabilmek için de Kitab Sünnet’ten yeni bir tarik bularak iddia-yı batıllarını o suretle istidlale kıyam ediyorlar ki o da yukarıda butlanını beyan ettiğimiz usuldür. Bu hususda yekdiğerine mu’arız pek çok hadis de vaz’ ettiler. Muhaddisin-i muhakkıkīn radıyallahü anhüm hazeratının tedkīkat-ı diyanet-perveraneleri sayesinde bu sahte hadislerin bazıları meydana çıkıp mevzu’ oldukları anlaşıldıysa da bir kısmının ruvatında görülen huluskarlık –maatteessüf– bunları da aldattı; ravisinde suret-i zahirde görülen vera’ u takva hadisin mevzu’ olduğuna hüküm etmeye mani’ oldu. Mevzu’ yahud za’if olduğu tasrih edilenlerden birisi de: hadisidir ki bazı muhaddisin batıl olduğunu söyledikleri gibi vaki’ ve nefsü’l-emr dahi suret-i kat’iyyede bunu tekzib etmiştir. İbni Adi diyor ki: “Bu hadisde bazı güna za’f vardır; lakin Hakim bunu Müstedrek ’inde ihrac ve tashih eylemiştir.” Ebi Sa’id’den merfu’an Müslim’in rivayet ettiği: hadisi de bu ma’nadadır. Cabir’den olmak üzere edilen diğer bir rivayette ise kasem ulema: Bununla ara sıra mevcudiyetine nihayet verilen milletler maksuddur diyorlar. Batıl olduğunu suret-i kat’iyyede beyan ettikleri hadislerden biri de: hadisidir. lir ki bir çok eimme bundan sonra tevellüd etmiştir. Sonra: hadisleri vardır ki İmam-ı Nevevi bunların batıl olup asl u esası olmadığını söylüyor; zaten ben de kıyametin zaman-ı vukū’unu tahdid eden hiçbir hadisin sıhhatine mu’tekıd değilim. Çünkü Kur’an kıyametin ne zaman kopacağını bilmek Cenab-ı Hakk’a mahsus olduğunu tasrih ediyor: Eğer “bağteten” nazm-ı celili ile maksad-ı ilahi kıyametin vaktini tahdid etmek kopacağı günü ta’yin etmek olsaydı ondan evvel ve sonra hasr olan ayat-ı ilahiyye pek çoktur. Sahihayn’ da mezkur olan hadise gelince: Bu geriye kalan ömr-i dünyanın binler yahud milyonlarla sayılacağına delalet eder. Çünkü ömr-i dünyanın yedi bin sene olmasını tahdid ediyor diye zikr etmiş olduğun şeyler İsrailiyyat’dan başka bir şey değildir; binaenaleyh onlara i’timad etmek caiz olmaz. Ancak bu babda şayan-ı i’timad olan şey tabakatü’l-arz ve oradaki asar-ı insaniyye hakkında icra edilen tedkīkat ve tetebbuat-ı ilmiyye ile sabit olan zamandır ki: O da binlerle değil milyonlarca sene ile takdir olunuyor. Hem buna hadisi de münafi değildir. Sebabe vüsta ile işaret etmesi de takrib-i nisbi murad edildiğindendir. Mukallid: – Sahih-i Müslim ’de mezkur olan hadis-i şerifine ne diyeceksin? Bir bu hadis-i şerife bak bir de bugün müslümanların mübtela oldukları fesad-ı ahlak dinleriyle amelden i’raz etmelerini mülahaza et! Göreceksin ki bugünkü müslümanlar hadis-i şerifde beyan edilen şirar-ı nasdan başka bir şey değildir. Muhakkık: –Niçin bunu zikr ediyor da Sahih-i Müslim ’in Ebu Hüreyre’den naklen rivayet ettiği yahud hadisini unutuyorsun? Halbuki ehab Medine-i Münevvere’nin haricinde bir buk’adan ibarettir. Demek ki ümran-ı belde o nisbette terakkī ve tevessü’ ederek ehab denilen yere kadar baliğ olacak. Hani bu gün Ceziretü’l-Arab’da o kın bu cevabı üzerine gelecek muhaverede bu babda daha bazı teşrihatta bulunacaklarını va’d ederek ayrılıp gittiler. ---- SABAH NAMAZINDA ---- Bir ses beni seherde uyandırdı habdan; Gönlüm gözüm açıldı o ulvi hitabdan. Bir ses.. İlaha yükselecek bir huruş-ı ruh; Rakid kulubu coşturacak mevce-i fütuh. Ya Rab nedir o sayha-i tevhid ü ittihad?! Can karşısında vecde gelir; canlanır cemad! Vermekde kainata o avaze-i niyaz. Bir lerze-i tazarru’ u haşyet bir ihtizaz. Dikkatle dinledim o semavatı inleden Gülbank-i arş-ı a’zam inermiş minareden. Bilmem minare miydi o ulvi sütun-ı din Bir minber huddamı ki yoksa? Muvahhidin Ondan gelen hitabı işittikçe başka bir Zevk u huzur-ı hatır ile dinlemekdedir Her şeyde bir sükut u sükunetle bir huzur.. Susmuş bütün avalim o avazı dinliyor. Dikkatle dinledim dedi: Haydi ibadete; Haydi felaha; Haydi salah u sa’adete! Dikkatle dinledim diyor: Artık yeter uyan! Kalkdım yatakdan ettim icabet o da’vete Abdest alınca koştum eriştim cema’ate. Sünnet bitip imama eder etmez iktida; Gaşy etti ruhumu yeniden tatlı bir sada: “Allahuekber!..” işte o avaze-i celal Verdi bütün cema’ate bir hiss-i ibtihal. Bir öyle his ki artık unuttuk alaikı; Bir öyle hiss-i havf u tazarru’ ki: Halik’ı Görmekteyiz gibi bizi bir cezbe-i huzu’ Bir ra’şe-i mehafet u haşyetle bir huşu’. Aldı. Biraz geçip yeni bir tatlı zemzeme Yükseldi başka bir feveran verdi kalbime. Cami’de bir inilti bir avaz-ı lerzedar: Etti imam tilavet-i Kur’an’a ibtidar. Neydi o anda duyduğum asar-ı inşirah? Neydi o anda ruhumu sermest eden ferah? Etmez miyim bu ma’bed-i feyyaza incizab; Ruhum alır durur iken ezvak-ı bi-hisab? Rahmet mukarenet şefekat mağfiret felah. Kıldık namazı el açarak Rabb-i izzete Yalvardım ağladım o karibü’l-icabete: Ey kainata bahş-ı vücud eyleyen İlah! Bahş eyle müslümanlara bir fikr-i intibah! Mahv eyle sen şu alem-i İslam’ı kaplayan Deycur-ı ye’s ü kasveti; Ya Rabbi ağlayan Dullar için yetim kalan yavrular içün Rahm eyle müslümanları çiğnetme büsbütün! Çokdur günahımız bizim elbet; fakat senin Bi-had muhit-i afvına nisbetle zerrenin Olsun mu hükmü? Ey büyük Allah biz sana Geldik dehalet eyliyoruz bab-ı lütfuna. Rahm eyle ey İlah’ımız öksüz kalanlara; Bahş et zafer zafer dileyen müslümanlara. Çiğnetme din-i pakini a’da-yı dinine! Kırdırma müslümanlarını mülhidinine! NEVHA! Nedir bu tali’-i muzlim bu nekbet ey millet! Neden hasar-ı demadem bu mülk için adet? Meal-i hatt-ı siyah-ı cebinimiz mi aceb Zıya’-ı daimi ayn-ı esef ile rü’yet? Bu olsa keşke de ayn-ı esefle baksaydık.. Giderdi piş-i nazardan gışave-i gaflet. Nedir bu gafletimiz cehlimiz ataletimiz; Neden bu mertebe olduk esir-i süfliyyet? Bugün utanmalıyız biz o şanlı maziden.. Bugünkü şeyne yabancı o şan-ı pür-satvet. Hani o Avrupa’nın öptüğü der-i ali? Hani o hakim-i alem-erike-i haşmet? Hani denizlere amir şebihi Barbaros’un: Hani Sokullu’ya benzer müdebbir-i devlet? Hani saikalar yağdıran suyuf-ı gaza? Hani o kişver alan farisan-ı zi-heybet? Hani o ilim ü edebde vahid olan ulema? Hani o fenn ü hünerde efadıl-ı san’at? Hani o mülk-i vesi’ vü refah ü asayiş? Hani o kadr ü şükuh ü vakar u haysiyyet? Nedir bu bizdeki derd ü bela-yı ruz-efzun? Ne eski şan ne şeca’at ne fen ne san’at var; Vatansa olmada hayfa ecanibe kısmet! Yetişmiyor içimizde nedense bir fazıl! Belaya bak: Yetişenler de eyliyor rıhlet! Vatanla bir gidiyor ınkıraza fikr ü zeka: Ufulü Midhat’in işte bu kavle bir hüccet. Yazık o mihr-i mesai gurub edip gitti; Yerinde kaldı kapanmaz amik bir zulmet! Çalıştı nısf asırdan ziyade neşr etti Cihan-ı gaflete bir çok measir-i gayret Uyandırıp şu vatanda mütalaa hevesi Şu halk-ı atıla etti hakīkaten hizmet. Geçirdi ömrünü yazmak okutmak üzre bütün; Erişdi mektep içinde hayatına gayet. Revan-ı paki bulup iltika-yı ruhani Huda makamını kılsın hadaik-ı cennet. Dem-i vefatını Gufran irae etmededir; Bu nükte olsun ilahi beşaret-i rahmet. ŞEHID-I GAYRET Fazıl hocamız Halis Efendi hazretleri “Ey cema’at-i müslimin! Bu adam şehiddir. Şehadetine huzur-ı Rabbü’l-aleminde ben şahidim.” diye merhumu tezkiye ederken hiç şüphe yoktur ki bu memleketin bütün hassa-i ikana sıhhat-i nazar ve im’ana malik kulub-ı selimesine tercüman olmuştur. Midhat; bu çorak toprakta yetişti bu çorak toprağa ifaza-i kabiliyyet için elli beş senedir çalıştı hiç durmaksızın çalıştı aşk ile çalıştı: Denebilir ki bizde son zamanlarda vazife hissini onun kadar iyi anlamış ve iyi tatbik etmiş pek az kimse tanınmıştır. Hiç hatırımdan çıkmaz; bir gün merhum Darülfünun kürsisinde bir münasebetle “Vazife; namus demektir. Vazifesini tanımayan namussuz demektir.” diye söze başlamıştı; bunu o kadar gür ve hadid bir ses ile o kadar kat’i ve müsbit bir eda-yı iz’an ile ifade etmiş idi ki hala onun halavet-i tanini zevk-i teyakkunu şebeke-i ihsasatımdan bir türlü yakasını kurtaramamıştır; Mithat bununla elli beş altmış beş senelik bir hayat-ı verzişin pak ve mutarra bir fezlekesini yapmış oluyordu: Filhakīka merhum; vazifesini namusu namusunu vazifesi tanırdı. Bunun içindir ki o asla bir “namussuz” olamadı; çünkü asla vazifesini tahkīr etmedi asla vazifesinden ayrılmadı ve nihayet onun uğurunda canını feda etti onun şehidi oldu. Kemal’in büyük bir sitayişhanı evsaf-ı mezayası olan Midhat; müşarun-ileyhin: Vazife can ve tendendir mukaddem Bize ef’alimizdir ruh-ı a’zam Düstur-ı vicdan pesendine kendi ta’birince “bel bağlamıştı.” Merhum bize hayır ile zikrine vesile olacak pek çok fezail-i ahlakıyye secaya-yı güzide bırakarak gitti: derler onun bir çok kütübhaneler dolusu eserleri vardır; fakat bunların en büyüğü en ebed-peyması o nezih ve insaniyet-pira fıtratıdır bu kubbede şükrankar akisler tekvin edecek olan “hoş sada”larıdır: Gayret en mu’annid ve mukavim bir gayret metin ve mücadil bir halk namus ile müteradif bir aşk-ı vazife. İşte Midhat ve Midhat’in hayat-ı ahlakıyyesini der-agūş eden necib hasletler… Ebu’lala’ el-Ma’arri o hakim-i ilahi-neva: diyor. Midhat da bunun ma-sadak-ı hükmü oldu. Bütün faziletlerine meziyetlerine Hüda-peyvend ve peyamber-pesend gayretlerine rağmen kendi vatanında “garib” oldu. “Tağrib” de edildi: Edib-i fıtrat-edamız Akif Beyefendi’nin ta’birince “Haniya zavallı hasbeten lillah hiç yoktan hakaret gördü!” Fakat pest ve bi-haber muhitlerden bazı irfan bi-vayelerinden mütesallifinden küffar-ı ni’metten üzerine sıçrayan tahkīrlere tezyiflere hatta “söküntü”lere verdiği son cevab pek sarim pek rahmani oldu ve belki bu suretle dimağlarına kalblerine zevk-i telehhilerini feda edemeyen bazı biçare ağızlara bir licam-ı insaf takarak memlekete son bir hizmet daha görmüş son bir yadigar daha bırakmış oldu: Midhat gitti Darüşşafaka’da sine-i yetamada agūş-ı vazifede kelime-i şehadeti kuvvet-i imanına safvet-i kalbine Evet merhumu tahkīr ettiler tekfir ettiler; fakat birinciler; memleketi bugünün seviyye-i ma’rifetine –ne kadar naçiz olursa olsun– irka edenlerin en yorulmaz ve daha ziyade hasbi “işçisi” “hace-i evvel”i “Midhat” olduğunu hatırlamak derin bir “küfran-ı ni’met” gayyasına düştüler: Çünkü kendilerinin diriğ-i iman buyurdukları Ahmed Midhat kadar bu dine hizmet edemediklerinden mütegafil davrandılar; bunu hiçbir kimseyi ne dilgir ne de dilsir etmek için değil fakat “alim-i din” olmaya namzed gençlerimizin huzur-ı basiretine bir takdime-i intibah olmak üzere arz ediyorum. Yoksa benim için bu eski derdleri deşmek pek tab-şikendir hiç olmazsa nahoş bir meşgaledir. Filhakīka mağfur-ı müşarun-ileyh Müdafaa ’ları Ni za’-ı si gibi ecell-i asarıyla Risale-i Hamidiye ’nin tercümesine delalet gibi delail-i hayratıyla bu dine mahmudü’l-avakıb hizmetler etmiştir; inkılabı müteakib bunları tetvic edecek nevvar ve inkılabkar bir hayra daha delil olmak istedi; zikra li’l-alemin olan Kur’an -ı Mübin ’in tefsirine olan ihtiyac-ı azimi anlatmak bu gibi mu’zamat-ı mesailde hakk-ı kelamı daire-i inhisarlarına kapayarak “nefs-i mütekellim vahdeh” geçinmek isteyenlere derdini dinletmek istedi; ber-mu’tad tahkīr olundu techil olundu ve nihayet Arabca’da isbat-ı cehl etmek üzere imtihana da’vet olundu. Merhum ihtimal da’vete tenezzül-i icabet de gösteremezdi! GARB MEDENIYETININ İSLAM’A SAVLETLERI Şevket-i İslamiyye asar-ı tedenni ve inhitat gösterdikçe garbın o karanlık o bi-ma’na medeniyet-i Salibiyyesi beslediği ezeli kin ve gayzı bütün bütün feveran ederek olanca şiddet-i tehevvürüyle İslamiyet’e savlet ediyor; fart-ı mesti ağzına gelen en şeni’ en fuhş-alud tahkīrleri düşnamları savuruyor. Evvela şunu söyleyelim ki: Lisan-ı medeniyyet; lisan-ı edeb ve fazilet lisan-ı ma’rifet ve insaniyyet lisan-ı namus ve haysiyyettir. Lisan-ı medeniyyet öyle iğrenç levsiyyat-ı kelamdan şeref ve haysiyet-i insaniyyeti terzil edecek müstekreh elfazdan müteberridir. Medeniyet mader-i insaniyyetin bütün evladlarını – bila-istisna– tekrim ve tebcil eder. Hepsini agūş-ı muhabbet ve şefkatinde siyyan tutar. Eğer bu iddiamız bedihi değil de nazari ise işte onun da delil-i vazıhı: =Şan-ı azamet ve kibriyamıza kasem ki biz adem oğullarını mazhar-ı tekrim ve teşrif ettik.” nazm-ı celil-i Samedanisidir. Şimdi insaf olunsun rida-i medeniyyete bürünmüş garb o şa’şaa-i kemalat-perverane o ihtişam-ı ma’rifet-küsteranesiyle beraber lisan-ı medeniyyetten İslamiyet aleyhine çirkab-ı sebb ü düşnamlar saçıyor. Müslümanları cahil aciz seyf-i kahrı altında zebun gördüğü için İslamiyet’in kalbine kadar sokuluyor. Üzerine zehirler döküyor ruhunu tesmim ediyor. İşte garb edebi! Garb nezaheti! Salib medeniyeti! tün arayiş-i şevket ü iclaliyle yaşatmış olan o mesud a’sarın büyük müslümanlarına o bahtiyar mazinin hakīkī kahramanlarına karşı lisan-ı Salib acaba niçin bir sükut-ı ebkemane gösteriyor neden böyle bed bed homurdanamıyordu? Evet! Çünkü medeniyeti maddi kuvvetten zahiri şevket ve azametten ibaret zanneden Salib o müdhiş kuvvet-i İslam o cihanı lerze-nak-i havf u hiras eden şevket ve azamet-i tevhid karşısında dizlerinin bağı çözülmüş zemin-i acz ü meskenete düşmüştü. Sonra gelen müslümanlar hayatı unuttular. Hayat-ı şevket ve iclallerine karşı la-kayd kaldılar. Kendilerini hayatın derk-i esfel-i hayvaniyyetine attılar. Salibiler ise bilakis bir gayret-i müfrita ile çalışarak yükselmeye kuvvetçe yani kuva-yı maddiyyece tefevvuka başladılar ve nihayet işte İslamiyet’i –cehalet atalet ve meskenetleriyle!– verem eden biz on dördüncü asrın müslümanlarını kitab-ı insaniyyet ve medeniyyetten sildiler. İnsaniyet onların! Medeniyet onların! hayat onların! Sa’adet onların! Biz zavallılara ise hayvaniyet! Vahşet! Dünyadan hicret! Mevt-i umumi! Mezar-ı felaket! Gayya-yı adem! Geçen gün İntihab-ı Efkar ceride-i İslamiyyesi sahib-i muhtereminin Grafik Gazetesi’nin Marifetleri serlevhası altında neşr ettiği bir başmakaleyi okuyan hakīkī mü’minlerin –zaten felaket-i harbin açtığı derin iltiyam na-pezir yara başlamıştır. Garb medeniyeti taun gibi bedbaht Rumeli’ye müstevli olan müttefikīn ordularının yarım milyondan ziyade müslümanın hun-ı na-hakkından vücuda getirdikleri kırmızı denizlere yaktıkları hanümanlarının Allah’ın güneşini setr eden alevli dumanlarına karşı gözlerini yumar saçlarından sürükleyerek Bulgaristan Sırbistan Yunanistan içlerine götürdükleri cebren ve kahren nasıye-i ismetlerine Salib damgası basarak kurun-ı ula esaretlerini ihyaen paylaştıkları binlerce müslüman kızlarının gelinlerinin genç zevcelerinin dünyayı sarsan feryad ve vaveylalarına kulaklarını tıkar bütün bu canavarlıkları bu yamyamlıkları hoş görürler de yine biz ehl-i tevhide ta’assub yani vahşet barbarlık kan içicilik Biz kimlerden insaniyet rikkat-i kalb teessür-i vicdan teellüm-i ruh ümid ediyoruz? Salibiyyundan mı? Hakk u hakīkat namına hiçbir şey tanımayan tanımak istemeyen bu indiyyundan mı? Heyhat….!! Bunlara “Hakk”ı tanıttıracak “Hakk”ın huzur-ı ulviyyetinde boyun eğdirecek ancak kuvvet ve şevkettir. “Hakk”a İslamiyet’den başka hiçbir hakīkat bil-ihtiyar arz-ı ınkıyad ve teslimiyet etmez. Garb matbuat-ı medeniyyesinin bu şeamet-engiz şe ma tetleri o kadar velveledar ki saha-i harbde atılan top tarrakalarını bile bastırıyor; bir derecede ki sami’a-i İslam’ı uğultularıyla sağır ediyor. Maamafih Osmanlı ceraidi de sükut etmiyor. O medeniyet-perverane şetimlerin ! o insaniyet-küsterane düşnamların ! cevabını edeb ve namus dairesinde vermeye çalışıyor. Fakat bunlar miyanında –i’tiraf edelim ki– hame-i tevfik-i ilahi mümtaz ve müstesna bir mevki’-i ali-i diyanet ve milliyette teferrüd ediyor. Bakınız garb medeniyet-i Salibiyyesinin İslamiyet’e isnad ve iftirasından mahzuz olduğu ta’assubu fazıl-ı müşarun-ileyh ne kadar hak-gu ne kadar hak-perest bir lisan-ı hakīkatle yüzlerine çarpıyor: “Frenklerin ahlak-ı iffet-ber-endazane ve adat-ı ….. şikenanelerini hüsn-i telakkī edip de onları tatbik-i ef’al etmişizdir. Bizi “kankan” oynayamamakla kadınlarımızı mestur gezdirdiğimizden veya makarr-ı zükur olan yerlerde muhtelit bir halde bulundurmadığımızdan ve zevcelerimizle kızlarımızı balolara götürmediğimizden dolayı barbar na-kabil-i ıslah addediyorlar. Binaenaleyh böyle bir kavmin Avrupa’nın en mühim bir noktasında ifsad-ı heva etmekten başka meziyyeti yoktur; ve binaenaleyh bu kıt’adan def’ ve tardı vacibat-ı medeniyyedendir diyorlar. Bunu açıktan açığa söyleyenler görüldüğü gibi en ciddi addedilen bazı matbuat-ı mühimmenin ibtida-yı harbden beri ittihaz etmiş olduğu tarz-ı neşriyyat pek acı bir surette devam etmektedir.” ali-i! medenisi huzurunda bulunduğumuz mevki’-i cinayet ve mahkumiyyetimiz! Eğer kadınlarımızı –aramızda türeyen misyoner şakirdlerinin ta’bir-i frenganeleri vechile– kurun-ı ula çuvallarından çıkarıp nim üryan bir libas-ı medeniyyetle kollarımıza takarak “kankan” oyunlarına iştirak etsek namu[s]suzluğu fuhşu –Frenklerin kendi ıstılahlarınca– rezalet-i medeniyyeyi adem-i rıza ve muvafakat cebr ve şiddetle tefsir ederek balolar vererek oyunlara da’vet etsek kadınlarımızı kızlarımızı agūş-ı şehvet ve hayvaniyyetlerine atsak olabiliriz! Frenklerin bize iksa etmek istedikleri ve muvaffak olamadıkları için Avrupa hava-yı saf-ı ! medeniyyetini ifsad şapkasıyla tek gözlüğüyle bu kisve-i medeniyyete bürünebilir miyiz? Kucağımıza fino köpeğini alıp kadınlarımızla kol kola gezebilir miyiz?? Başta “Ayasofya” olmak üzere bütün cami’lerimizi o garib o yetim me’abid-i tevhidi kiliselere tahvil ve kubbeleri üzerine Salibler rekz minarelerine çanlar vaz’ ederek tamamıyla onlara benzeyebilir miyiz??? nafile! Bizim bu Salibiler nazarında en büyük en gayr-i kabil-i afv cinayetimiz! İslamiyetimiz! Namus-ı ismetimiz! Mekarim-i ahlakımızdır. Nisvanımızın tesettürü o rida-i hürriyet ve ismet hücumlarının ilk hedefini teşkil ediyor; kale-i kale onların demektir. Şimdi hakīkī bir mü’min namus-ı ismet kadrini bilir bir muvahhid tahirü’n-neseb ibnü’n-nikah bir insan-ı akıl olup da “ = Yahud ve Nasara senden ebediyyen razı ve memnun olmazlar; ta ki onların milletlerine ittiba’ din-i hakkı bırakıp onların mezheblerine irtidad etmedikçe cami’leri yıkıp kilise yapmadıkça boynuna Salib takmadıkça.” “ O a’da-yı tevhid size hücumdan sizinle mukateleden mümkün değil vazgeçmezler; ta ki sizi dininizden –eğer muktedir olabilseler– döndürünceye kadar.” “ = Ey mü’minler! Düşmanlarınız size galebe çalarsa derhal dostluk maskesini atar çehre-i adaveti gösterirler; cellad pençelerini üzerinize uzatırlar. Kanlı dişlerini sırıtırlar. Size etmedik fenalık yapmadık işkence ve ukūbet bırakmazlar. Ne ırzınız kalır ne namusunuz; ne canınız ne malınız ne dininiz ne Kur’an ’ınız ne cami’leriniz ne kabristanlarınız; ‘Ah… Şu müslümanlar bizim gibi Allah’ın birliğini Cenab-ı Muhammed’in aleyhissalatü vesselam risaletini Kur’an-ı Kerim ’i inkar etseler de bize benzeseler…!’ diye bütün ihtiras-ı Salib-perestaneleriyle temenni ederler.” Ayat-ı kerimesini bütün kuvvet-i iman ve gayret ile tebcil ve tekrim etmemek mümkün mü? ayat-ı celile! İşte on dördüncü asır-ı hicri Salibiyyununun temennileri! Vahşetleri! İ’tisafları! Hunharlıkları! Hazret-i Fazıl’ın tavsifi vechile çıktığı kabuğu beğenmeyen kestaneye benzeyen misyoner şakirdleri garbın medeniyet-i vahşiyye ve hayvaniyyesi perestişkarları beylerimiz hala akıllanmasınlar! Hala Frenklere hoş görünmek maksad-ı rezilanesiyle o güzelim diyanet-i mukaddese-i İslamiyyemizi o muhterem milliyet ve medeniyetimizi o necib ve nezih o saf o mukaddes ahlak-ı İslamiyyemizi zemm ü kadh etmeyi kendilerine bir şeref bir mefharet bir lazıme-i medeniyyet bir fariza-i ma’rifet bilsinler dursunlar! Avrupa ukalası bize tefessüh etmiş nazarıyla bakarlarsa –maatteessüf– pilmiş Frengi çıbanları! Bu müstekreh çıbanlardan o zavallı vücud-ı millet kangren olmaz tefessüh etmez de ne olur? Karılarıyla beraber Frenkleşen bu medeniyet-i garbiyye fasilesine sorarız: Sefahetten namus ve hayayı istihfaf ve tahkīrden karılarını kurun-ı ula nisvanı gibi nim üryan Frenklere takdimden başka ne meziyet ne fazilet ne ma’rifet gösteriyorlar? Söylesinler! Göstersinler. Vücud-ı millette tamamıyla kangırenleşmiş kesilip atılması zamanı çoktan gelip geçmiş bir uzv-ı Frengi değil mi? Bizim İngiliz kadar şevket-i bahriyyemiz Almanya kadar satvet-i berriyyemiz olaydı da Hazret-i Fazıl’ın dediği gibi –Abalı gebeli bulunaydık yine edvar-ı cihangiri içinde şan ve şevketimizle yaşasaydık o zaman bu tatlısu Frenk-perestişkarları ne diyebilirlerdi? Yoksa bizi böyle bir şevket-i bahriyye böyle bir satvet-i berriyyeyi i’dad ve ihzardan bütün mülkümüzün hazain-i la-tefna-yı tabi’iyyesini sinesinden almaktan vatanımızı en küçük köylerine kadar şimendüferle örümcek ağına çevirmekten fabrikalar tersaneler havuzlar tüneller velhasıl medeniyetin bütün bedayi’-i maddiyyesini vücude getirmekten dinimiz mi men’ ediyor? Kadınlarımızın tesettürü şeklinde yazılmıştır. mü hail oluyor? Haşa! Bilakis kemal-i ehemmiyyetle emr ü ferman buyuruyor. Bize –emirlerini dinlemediğimiz için– sitemler infi’aller yağdırıyor. “Belalar mübareki!!” diyor. Fakat biz adam olmak istemiyoruz. Biz yaşamak istemiyoruz. Biz bil-ihtiyar ölüme koşuyoruz. Bir insan intihar edebilir; fakat bir millet nasıl kendine suikasd eder Allahım?! MİDİLLİ FACİ’ALARI Hilal’in zir-i himayet-i şefkat-karisine gireliden beri muttariden ve mütemadiyen gördükleri asar-ı nevaziş ve iltifat her an her dakīka mazhar oldukları müsa’adetkar mu’amele sayesinde hür ve serbest bir hayat-ı mes’ud ve haşmet nümun içinde perverişyab olan Midilli ahali-i hıristiyaniyyesi Yunan gemilerinin cezire önlerinde görünmesi üzerine o vakte kadar kalblerinin en derin en korkunç köşelerinde gizlemekte oldukları kanun-i vahşet birden bire feveran etmiş bir gün evvel kardeş gibi görüştükleri bir gün evvel her birinden asar-ı meveddet ve hürmetten başka bir mu’amele görmedikleri zavallı tali’siz İslamlar hakkında; tarih-i beşeriyyetin karanlık vahşet-nüma devirlerini bile gölgede bırakacak mezalim icrasından kendilerini alamamışlardır. Kalbinde zerre kadar hiss-i insaniyyet ruhunda sönük bir şu’le derecesinde nur-ı irfan ve ma’rifet bulunan her insanın ebedi nefretlerle yad edeceği hunin ve dehşet-engiz safhaların zuhurunu bir sima-yı beşuşane ile temaşa eden ve bu temaşadan ihtimal ki derin ve nuşin bir zevk-ı siba’ane duyan Midilli ekabir-i ! hıristiyaniyyesi cihan-ı medeniyyet huzurunda –eğer varsa– titremeli yerlere geçmelidir. Daha bir gün evvel Midilli burclarında telatum eden Hilal kudret-i fatıranın en feyyaz avatıfına müstağrak olan bu güzel adaya behişti nurlar himayetkar ve şefik huzmeler saçarken İslam hıristiyan her ferd bila-tefrik-ı din ü mezheb kardeş gibi geçinirken daha doğrusu Osmanlı hükumeti hıristiyan vatandaşlar hakkında her hususda İslamlar derecesinde ve belki daha ziyade mülattıf ve müsa’id bir hareket ta’kīb ederken bir gün sonra memleket kuvve-i işgaliyyeye terk ve teslim edilince bir tufan-ı kıyamet-nümun kopmuş ortalık herc ü merc olmuş İslamların mukaddesatı malları canları namusları serseri palikaryaların baziçe-i hevesat ve ihtirasatı olmuş en barbar insanların en hunhar canilerin bile tüylerini ürpertecek tecavüzat ve mezalim İslamlar hakkında mubah görülmüş Osmanlı hükumetinin biraz lüzumundan fazla olan mu’amelat ve teshilat-ı lutufkarisi ahali-i İslamiyye’nin şefik ve samimi mu’avenetleri sayesinde her biri birer Karun derecesinde servet ü saman iktisab etmiş olan münevver ! ekabir-i ! hıristiyaniyye bu mezalimi beşaşet-nümun bir sima-yı la-kaydi ile ve belki müstahsin nazarlarla temaşa edecek kadar sefil bir derekeye sukūt etmişler! Şeref-i insaniyyeyi ebediyyen kanlı lekelerle telvis edecek i’tisafatı takdir ve teşci’ etmekten haya etmemişlerdir! Beşeriyet-i münevvere için bundan daha rezil bir denaet bundan daha sefil bir redaet tasavvur olunabilir mi? Yunanilerin Midilli facialarıyla enzar-ı medeniyyeye arz ettikleri elvah-ı hakīkat-nümayı bir sükun-i amik ile temaşa eden Salib’in bu derece hunin ve bi-eman mezalime alet edilmesine mütehammil olan Avrupa efkar-ı münevveresi şan-ı irfan ve medeniyyeti ne mertebe tenzil ne derece terzil ettiklerini acaba bir an için olsun düşünmüyorlar mı!?.. Dilber adaların serseri mevcelerin afaka bir zemzeme-i ahenkdar ithaf ederek okşadığı güzel sahilleri bugün bir renk-i hunine bürünmüş zulüm altında ezilen kahr ile öldürülen ma’sumların vaveyla-yı tazallümü enin-i telehhüfü küre-i nesimi lerzedar etmiş olduğu halde Avrupa’nın –şarka karşı pek hassas olan– basıra-i intikadı sami’a-i terahhumu güya hiçbir şey olmamış gibi bütün bunları ebediyyen görmemek Dün bu bedbaht topraklar o dil-nişin sahiller sine-i pür-taravet ve şefkatte sakin ve asude yaşayan vatandaşlara her dakīka birer buse-i amiziş ve bahtiyari ithaf ederken bugün müfteris hainlerin hunhar haydudların akıttıkları ma’sum kanlarıyla reyyan parçaladıkları tali’-zede cesedleriyle bir mezaristan-ı feca’ate inkılab ediyor. Artık rengin ufuklarında elhan-ı asudegi yerine matem-zede dulların feryad-ı kızların vaveyla-yı istirhamı öksüz yetimlerin girye-i nalanı telatum ediyor. Her tarafdan piramen-i arşa kadar yükselen gulgule-i tezallüm birer ismet ocağı olan her evden kopan feryad-ı terahhum yağma ve tarumar edilmiş yıkılmış her kulübeden derinden derine işitilen muhteriz eninlerin mevcat-ı haifi bizi zavallı bedbaht şarklıları uzak senelerden beri haksızlık anid Avrupa’nın sımah-ı merhametinde –pek yazık ki– bir ma’kes bile bulamıyor. En ufak bir vak’a sırf iktisadi bir hadise münasebetiyle Midilli önlerine donanmalarını göndererek nümayişler tehdidler tarziyeler tazminler taleb eden medeni ve müte’azzım Avrupa yirminci asr-ı medeniyyete ebediyyen şeyn olacak katliamları la-kaydane seyr ediyor müfteris ve hunhar canavarların kanlı pençeleri bi-eman ve namussuz elleri altında parçalanan didiklenen binlerce ma’sumların namusları paymal edilen tali’siz bakirlerin imdadına şitab hiç olmazsa bu hain sırtlanlara artık elverir!.. hitabını tevcih etmeyi bile an’anatıyla! bi-taraflığıyla! mütenasib görmüyor. Bilakis müterakkī Avrupa’nın şarka ders-i medeniyyet veren bu hususda bizi insafsızca haksızca ithamlar altında ezen ihtiras-alud matbuatı kanlı haydudların asmanlar titreten harekat-ı feci’a-nümunlarını birer dastan-ı zafer şeklinde tasvir etmekten utanmıyor haya etmiyorlar. Acaba cihanda muta’assıblardan sefil menfa’at perestlerden başka bir de hissiyat-ı aliyye ile meşhun vicdanlar bulunduğu hakkındaki kana’at esassız ve çürük müdür? Acaba bu gibi bir kana’at sırf bir hayal-i nikbini eseri midir?! Acaba denildiği gibi sefil ve muhteris Avrupa fevkinde ma’neviyet-i beşeriyyenin i’lasına hadim kahır ve zulme düşman ismete hürmetkar feci’adan müteneffir medeni bir Avrupa var mıdır?! Varsa şark-ı karibi al kanlara boyayan ma’sum ve bi-günah ahaliyi yersiz yurtsuz aç susuz bırakan zulümlere yağmalara ika’ edilen feci’alara bir nihayet vermek için namuskar vicdanlarda neden şimdiye kadar bir barika-i isyan hassas kalblerde bir sarsar-ı terahhum kopmadı ve kopmuyor? Yoksa bütün Rumeli ve adalardaki tali’siz ve kimsesiz müslümanlar bir tane kalmayıncaya kadar boğazlandıktan sonra mı medeni Avrupa’dan bir sada-yı nefret duyulacaktır! Heyhat!.. Zulmü bu derece himaye edenlere medeni namını vermek kadar şan-ı beşeriyyete bir şeyn olur mu? * * * günün bir ruz-ı matem olduğunu anlatmak istiyormuş gibi ufk-ı şarkı istila eden kesif bulutlardan kurtulamadığından vakit ilerilemiş olmakla beraber ortalık nim muzlim bir halde beriye koşuşmalardan o gün kıyamet-engiz hadisat zuhur edeceği istidlal olunabiliyordu. Fi’l-hakīka az bir zaman sonra bu telaşların esbabı anlaşıldı. Haftalardan beri vatandaşların bi-sabr u aram intizar etmekte oldukları Yunan Donanması Midilli Limanı’na gelmişti.. Vatandaşlar ! çılgın bir neş’e ve şetaretle sevahile hücum ediyorlar “zito!” sadaları afakı titretiyor kadın çocuk ihtiyar alil hasta her kim varsa ellerinde birer Yunan bayrağı olduğu halde iskeleye şitab ediyorlardı. Saat-i felaket an be-an tekarrub ediyordu. İslam mahallatı hizasına gelen bir harb sefinesi toplarını İslam evlerine tevcih ederek ateş etmeye müheyya bir vaz’iyet almıştı. Şehrin teslimi hakkındaki teklif kabul edilmiş olduğundan alafranga saat dokuz raddelerinde Yunan askerlerini hamil birkaç kayık iskeleye yaklaşmaya başladı. Sahillerden evlerden dükkanlardan yükselen zito sadaları kiliselerin çan sesleriyle birleşerek küre-i nesimi sarsarken birden bire patlayan dehhaş silah sesleri ortalığa büsbütün kıyamet-nümun bir haşyet veriyordu. Her biri birer silah mahzeni olan hıristiyan evlerinden patlayan bu silahlar Yunanlıların tebrik-i kudumü ve Bu meserret ü şadmani arasında bila-hadise Yunan askerleri karaya çıktılar. Bu esnada i’lan-ı hakimiyyet için gemilerden atılan top sesleri aynı zamanda zavallı İslamlara saat-i felaketin hululünü de ifham etmişti. Bu aralık kahhar bir tali’ sevkiyle rıhtım civarında bulunmuş olan silahsız bedbaht bir İslam yerli vatandaşlar tarafından atılan kurşunlarla Yunanilerin tes’id-i kudumüne ilk kurban-ı vahşet oldu. Bu andan i’tibaren artık devre-i dehşet başlamış; Akdeniz perilerine işvegah-ı garam olan bu güzel ada tüyleri ürpertecek ruhları titretecek kalbleri parçalayacak dimağları mefluc bırakacak korkunç ve kanlı faci’alara meşher-i mezalim olmaya namzed olmuştur Yunan bayrağını hamil bir asker karaya ayak bastığı esnada kurban-ı gadr olan bedbaht bir müslümanın dökülen hun-ı ma’sumu bu dil-ruba adanın bu zümürrüdin sahillerin o şükufedar ovaların bundan sonra akıtılacak binlerce ediyordu. Fi’l-hakīka bu ilk kurban yere serildikten sonra cesaret-yab olan aciz ve ma’sumları parçalamak için hunin dişlerini sırıtan vahşi palikaryalar kan içici sırtlanlar gibi İslam mahallatına hücum ediyorlar dehhaş bir gulgule-i esvat sokakları dolduruyordu. Tali’siz İslamlar dehşet içinde ne olduklarını ne olacaklarını bile takdir edemiyorlardı. Kalabalık bir serseri alayı yağma ve garete koyulmuştu. İlk hamlede telefonlar kırıldı. İskele civarındaki polis dairesi yağma ve tahrib edildi. Alay kudurmuşcasına adliye dairesine hükumet konağına hücumla evrak ve defatiri parça parça ederek sokaklara atıyorlardı. Silah taharrisi Türk askeri bulunduğu dik hane yağma edilmedik ev kalmadı. Gece yarısı İslam evlerine hücum etmek kadınların çocukların vaveyla-yı istimdadı arasında hane sahiblerini tüfenk dipçikleri altında hapishanelere götürmek ahval-i adiye sırasına girmişti. Vatandaşlar! Yunan askerini zil zurna sarhoş ettikten sonra önlerine düşerek geceleri bela-yı mübrem gibi İslam mahallatına götürüyorlar ve artık silsile-i fecayi’ başlıyordu. Ortada bir hükumet yoktu. İslamlara reva görülen zulümden hakaretten yağmadan katilden hiç kimse me’sul olmuyordu. Dirilere yapılan bu kadar mezalim kafi gelmemişti. Tahribat makabire türbelere cami’lere kadar teşmil edilmeye başladı. Ashab-ı kiramdan bir zatın makberi olmak üzere tanılmış olan bir türbeyi yağma ve lihye-i sa’adeti parçaladıktan sonra kiliseye tahvil ettiler. Ezan-ı Muhammedi okunması men’ ve cami’ler seddedilerek anahtarları metropolide teslim olundu. Hüsn-i hali vera’ u takvası ile ma’ruf ihtiyar bir zatın sakalları yolundu. Elbiseleri parçalandı. Sopalar süngüler altında hapse gönderildi. Şehirde hakaret görmedik hapse tıkılmadık kimse kalmamıştı. Vatandaşlar! dünkü gün meclis-i idarede yan yana oturdukları İslam eşrafını bila-sebeb ve sırf tahkīr ve terzil etmek gayret-i behimesiyle ellerini kollarını bağlayarak tüfenk dipçikleri altında sürükleye sürükleye kendilerinin kapısının bile nerede olduğunu bilmedikleri hapishanelere tıkmak canilere mahsus zindanlara atmak gibi ta’zibatla zevk-yab oluyorlardı!... Balkan müttefiklerinin harekatını tahsin ve teşvik eden bu ittihad ve hücumu muhıkk ve meşru’ gören Avrupa efkar-ı medeniyyesi için ne rengin manzaralar!... Yirminci asrın nasıye-i temeddününe takılacak ne parlak pırlantalar!... Girit’de Makedonya’da şimdiye kadar İslam kanı içmekle vakit geçirmiş olan bir sürü vahşilerin kuvve-i işgaliyye tarafından teslih edilen yerli şakīlerle birlikte İslam köylerini basarak yiyeceklerini içeceklerini elbiselerini hatta arkalarındakilerini bile soymak şartıyla yağma ettikten sonra ma’sum ve tali’-zede köylüleri yedi yaşından yetmiş yaşına kadar toplayarak ellerini kollarını bağlayıp tüfenk dipçikleri kasatura darbeleri altında yalın ayak baş açık köy köy dolaştırmaları yolda sırf bir eğlence olmak üzere içlerinden güçlü kuvvetli gördüklerini kurşuna dizmeleri veya boğazlamaları evlerde kalan kadın ve kızların ırzlarına tecavüz etmeleri bakir ve ma’sum kızları çırıl çıplak sokaklarda dolaştırmaları içlerinden hoşlarına gidenlerin namuslarını paymal etmeleri acaba Avrupa’nın intizar ettiği asar-ı medeniyyeden midir? Nefs-i Midilli kasabasında mezalimden kurtulmuş bir ferd tahribattan azade kalmış bir ma’bed yağmaya uğramamış bir hane kalmamıştır. Bunlardan bir kaçını zikr edersek diğerlerine dair bir fikir edinmek kabil olur. Midilli’de ler tarafından yağma ettirilmiş kıymetdar kütüb-i ilmiyyeyi muhtevi olan kütübhane tahrib edilmiş lihye-i sa’adet parçalanarak sokağa atılmıştır. Turunclu Cami’-i şerifine de ayrı suretle hücum ve yağma etmişlerdir. Kale Camii’ne hücum eden Yunaniler ma’bedde bulabildikleri eşyayı yağma ettikten sonra mesahif-i şerifeyi parçalamış ve yapraklarıyla tüfenklerini silmişlerdir. Midilli’nin en kadim eşrafından olan Halim Bey’in biraderinin hanesi bile gündüz konsolosların gözleri önünde yağma edilmiş ev sahibi yerinden kımıldanmayacak bir hale gelinceye kadar darb edilmiştir. Mütemeyyiz bir aileye vukū’ bulan tecavüzden bikesler hakkında reva görülen mezalimin derece-i şiddetini mukayese etmek mümkündür. Bire nahiyesi eşrafından yetmiş yaşında Hasan Bey kendi adamıyla birlikte Giritli bir papas tarafından hükumete götürülmek üzere kaldırılmış esna-yı rahda her ikisi de İncil -i şerifin “Bir karıncayı bile incitmeyiniz!” emrinin hamili ve Hazret-i İsa’nın vekili olan bir ruhani tarafından pek feci’ bir surette boğazlanmışlardır. Polihnit nahiyesi eşrafından Hacı Paşazade Abdurrahman Bey İsmail namında diğer bir gençle birlikte boğazlanan bir müslümanın dem-i vapesin-i mevtini seyr etmek için bila-sebeb katl edilmişlerdir. İsmail’in genç ve bedbaht haremi kucağında yavrucağı olduğu halde canavar kalbli bu hunharların ayaklarına kapanarak zevcinin tahlisini niyaz etmişse de merhametsiz caniler biçare kadını da boğazlamak vahşetini göstermişlerdir. Mistiğna’da yağma için Abdullah Bey’in çiftliğine koşan Rumlar çiftlik kahyası İbrahim Ağa’yı pek feci’ bir surette parçalamışlardır. Ağra’da tahsil-i ilm ile meşgūl Hafız Yusuf Efendi ile zevcesi tüyleri ürpertecek ruhları titretecek bir suret-i feci’ada hançerle parça parça edilmişlerdir. Balçık karyesinde tarlasından avdet etmekte olan iki çiftçi o esnada o civardan geçen Yunan asakiri tarafından silah ve nişan tecrübesi yapmak için katl edilmişlerdir. Gelmiye’de erkekleri bağlayarak hapse tıktıktan sonra kadınlara hücum ederek ırzlarına tecavüz eylemişlerdir. Ağza’da İsmail Teke namında bir zat zevcesiyle birlikte boğazlanmışlardır. Mustafa hayat eylemiştir. Cezirenin en kalabalık İslam karyesi olan Çömlekköyü bir hane kalmamak üzere yağma ve tahrib edilmiş ulemadan ma’ruf ve ihtiyar iki zat huzurunda karyenin gençleri boğazlandıktan sonra kendilerinden fidye-i necat olarak iki bin lira istemişlerdir. Zavallılar bütün mal ve servetleri yağma edilmiş olduğundan taleb edilen bu parayı vermedikleri cihetle elleri kolları bağlanılarak sopalar altında dağa kaldırılmışlardır. Gayet kalabalık olan bu karyede elan ölüm yatağında inleyen üç dört kişiden başka hiçbir ferd kalmamıştır. Teplonya Misetopo köylerinde de aynı fecayi’ bütün dehşetiyle hükümran olmuştur. Vahşiler Lizbor karyesinde bir kadının boynundaki zinet altınlarını kesip almak isteyerek hançerle hem altınları hem de biçarenin memelerini barbarca bir vahşetle kesmişlerdir. * * * Bütün bu faci’alar ortada iken Avrupa matbuatı Türkiye’ye medeniyet sokmaya me’mur olan Balkanlıların harekatına dair sütunlar dolusu dastan-ı zafer yazmakla vakit geçiriyorlar!... Zavallı medeniyet! Bu gün senin namına pür-iftihar ve gurur İslamlar hakkında irtikab edilen hiyanetler cinayetler zulümler kahırlar ile’l-ebed sahaif-i tarihde na-kabil-i izale mülevves bir leke olarak kalacaktır… Acaba yirminci asr-ı medeniyyet kurun-ı vustanın Ehl-i Salib devirlerine Piyer Lermitlerin nam-ı ta’assub-aludlarına engizisyonların hatıra-i dehşet-nümununa bir iklil-i zafer mi takdim etmek istiyor? Men’-i mezalim cem’iyyetleri nerede? Şeref-i insaniyyet ayaklar altında eziliyor; irfan evleri basılıyor mektepler ma’bedler yağma ediliyor insanlar boğazlanıyor namuslar hetk olunuyor vaveyla-yı ma’sumin küngüre-i asmanı titretiyor. Güya çiğnenilen zulüm öldürülen yılan kainatı lerzedar eden sayhalar ise bir nefha-i istiğrak-bahş imiş gibi bütün cihan-ı medeniyyet bu feci’aların sakin ve sakit bir temaşa-geri gibi duruyorlar. La-kaydane bu mezalimi seyr ediyorlar. Bedbaht asr-ı medeniyyet! Nesl-i müstakbelin huzur-ı adline dökülen ma’sum kanları hetk edilen bakir ismetleri deniyet!... HİND YOLUNDA HINDISTAN’DA HISSIYAT-I İSLAMIYYE Dün Necef’den Kerbela’ya döndüm. İran şehzadelerinden olup eben an ceddin burada ihtiyar-ı tavattun eden Mecdülulema hazretleri nezdinde birkaç gün için misafir oldum bu aile burada mutavattın olduktan sonra tabi’iyet-i Osmaniyyeyi kabul ederek bir çok emlak ve akar satın alarak yerlileşmişlerdir. Müşarun-ileyhin Hindistan’da iki kardeşi vardır ki sekiz sene evvel tahsil için oraya gitmişlerdir. Bunların biri bu sıralarda birkaç hafta vakit geçirmek ve akrabasını görmek için buraya gelmiş ve ism-i alisi Ahmed Han’dır. Esna-yı musahabette Hindistan ahali-i İslamiyyesi’nin Osmanlılar hakkındaki hissiyatını sordum. Bana vafi ve kafi tafsilat verdiler. Mesmu’atımı ber-vech-i ati kayd ediyorum: – Pederimin kız kardeşini –teyzemi– vaktiyle büyük Aka Han teehhül etmiş ve şimdiki Aka Han Sultan Muhammed Şah hazretleri ondan dünyaya gelmiştir. Aka Han’ın Hindistan’da Zengibar’da Suriye’de –hususiyle Cebel-i Amil’de– Mısır’da bir çok müridleri vardır ki müşarun-ileyhe her tarafdan hedaya ve nüzur ve ona mü masil şeyler hemen her gün takdim olunmaktadır. Aka Han ailesi nesebleri sahih olan sadattan olup Mısır’da senelerce icra-yı hilafet eden Hulefa-yı Fatımiyye sülalesinden ma’dud bulunuyorlar. Bu aile yüz sene evvel İran’ın Kirman Vilayeti’ne tabi’ Mahallat Şehri’nde ikamet ederlerken ahiren büyük pederlerinin nüfuzundan havf ve haşyet eden Feth Ali Şah Kaçar şahlarındandır mezkur ailenin reisi bulunan Şah Halilullah’ı öldürmüş ve bu irtikabını örtmek için kendi kızını Kirman Valiliği’yle beraber vermişti. Hasan Şah Kirman Valiliği’nde iken hem pederinin intikamını almak hem de saltanatı Kaçar’dan kendi namına –Safeviler gibi– nakl ettirmek için i’lan-ı isyan etmiş ve üzerine hükumet-i İraniyye tarafından asker sevk olunmuştu. Müşarun-ileyh İran hududuna pek yakın bulunan Belücistan’a gelmiş ve ol zaman İngiltere ile hal-i harbde bulunup mağlub olan yerlileri İngilizlerle görüştürmesiyle kendisini Ahiren Büyük Aka Bombay’a gelmiş ve müridlerinin her türlü sahabet ve yardımına mazhar olmuştur. Zat-ı aliniz Bombay’a gittikten sonra bu aile hakkında tahkīkat-ı amika icra edip ve ceridenize icab eden ma’lumat-ı mükemmeleyi vereceksiniz. Benim maksadım ve İslamiyyesi’nden size bahs etmektir ki sizin de işinize gelen bu olsa gerektir. te malik olan Aka Han hazretleri Hindistan’daki bilumum cema’at-i İslamiyye’nin riyasetini der’uhde ve kabul etmiştir. Müşarun-ileyhin her cem’iyet üzerine nüfuzu vardır. Müşarun-ileyhin teşebbüs icra edilemez. Bu zatın himmeti sayesinde Hindistan’ın müteaddid şehir ve kasabalarında mekatib-i aliye-i tekyeler ve ona benzer bir çok asar-ı hayriyye inşa ve te’sis olunmuştur. Kendisinin Osmanlılara son derece irtibat ve muhabbeti vardır. Bu irtibatını bi’lfi’l vesail-i şetta üzerine ibraz eylemiştir. Mesela Yunan Muharebesi’nde Hicaz Demir Yolu mebaliğ-i külliyye iane verdiği gibi ayrıca Hindistan’dan müteaddid Hilal-i Ahmer cem’iyyetleri teşkil etmiş ve mezkur cem’iyyat tarafından meydan-ı harbe doktor ecza ve sair malzemeyi mecruhin-i Osmaniyye için göndermeye vesile olmuştur. Şimdi ise Osmanlı-Balkan muharebesi için Osmanlılara mebaliğ-i azime iane vermiş ve Hindistan’ın bir çok şehirlerinde defterlerinin küşadını emr etmiştir. İşte Aka’nın irtibatı bundan ibaret olup Londra’ya seyahat buyurdukları esnada veliyy-i ahd-i saltanat Yusuf İzzeddin Efendi hazretleriyle de görüşmüştür. Muharebe başladığı zaman ben Hindistan’da ve Bombay şehrinde idim. Müslümanlar son derece mahzun ve müteessir idiler. Çünkü henüz Trablus-İtalya Muharebesi sulha mübeddel olmuş ve şerait-i sulhiyyenin neden ibaret olabileceğini anlamak için herkesde bir merak uyanmıştı. Şerait-i sulhiyye daha imza edilirken birden bire harb-i hazır alaimi görünmeye başlaması üzerine Hind müslümanları son derece kızmaya başladılar. Çünkü bu muharebeyi Avrupa’nın gevşekliğiyle İslamiyet’e olan buğz ve nefretlerinden naşi olduğunu tahmin ediyorlardı. Yoksa bu kadar seri’ bir surette Balkan hükumat-ı sağīresinin Devlet-i Aliyye’ye karşı Osmanlıların Avrupa’da ve karada düşmanla karşı karşıya gelmelerini herkes arzu ediyordu. Çünkü bi’n-netice galib ve muzaffer olacaklarına dair bütün Hindilerde bir itmi’nan ve kuvvet-i kalb mevcud idi. İ’lan-ı harb akībinde Hind müslümanlarında yine emsali na-mesbuk bir heyecan hasıl olarak eskisi gibi i’anat dercine nutuklar iradına mitingler akdine başladılar. Bombay’da Puna’da Haydarabad’da Kalküta’da Hindistan’ın hemen her tarafında bu heyecan görülmeye başladı. Müslümanların bu hissiyatına putperestler Hindular Mecusiler bile iştirak ettiler. Akd olunan mitinglerle verilen konferanslar pek nüfuzlu ve muhterem zevatın riyasetleri altında idi. Bu gibi mecami’a ictima’lara yüz binlerce halk koşup geliyorlardı. Bana kalırsa bu ana kadar herhalde Hindistan’da harb ianesine mahsus olmak üzere bir milyon lira toplanmıştır. Zira herkes kendi kesesinin ağzını açıp isteğiyle para veriyordu. Bunu sırf İslamiyeti sıyanet ve muhafaza olduğunu bilirlerdi. Hatta Bombay Hali’nde verilen büyük bir konferansda hatiblerden biri: “Avrupa devletleri i’lan-ı Meşrutiyyet sayesinde Osmanlıların az müddet zarfında ileri gittiklerini ve yavaş yavaş ittihada bütün müslümanları da’vet eylemekte olduklarını açıktan açığa görünce bunu çekemeyerek hemen her gün devlet ve millet-i Osmaniyye başına enva’-ı bela yağdırmayı vazife edindiler. Devr-i sabıkta Devlet-i Osmaniyye’nin varidatı on yedi milyon lirayı tecavüz etmezken akīb-i Meşrutiyyet’de otuz milyona baliğ oldu. Böylelikle Osmanlı toprağı gün be-gün ma’mur ve Osmanlı milleti de o sayede servet ve miknet sahibi olup devletlerine maddi ve ma’nevi her türlü yardım ve mu’avenetten geri kalmayacaklardı. Millet her şeyden evvel devlete bir mükemmel donanmanın lüzumunu hisseder etmez donanma için iane vermeye başladılar. Bu vesile ile Osmanlılar az zaman içerisinde birkaç parça harb gemisi satın alabildiler. Osmanlı kuva-yı askeriyyesi yoluna konuldu. Avrupa’ya Amerika’ya talebeler i’zam olundu. Her tarafda bir yenilik bir dirilik bir neşe bir hareket-i ilmiyye ve edebiyye görüldü. Böylelikle Osmanlılar birkaç sene gavail-i dahiliyye ve muharebat-ı hariciyyeden emin ve salim bir surette şehrah-ı terakkī ve te’aliye devam etmiş olsalardı şüphe yoktur ki on sene sonra Japonya gibi kendilerini toplayacak ve eski zamanlar gibi Avrupa’ya meydan okuyacaklardı. Avrupa yahud daha doğrusu düvel-i Mesihiyye İslamların Osmanlıların bu yolda pek ileri gitmelerini çekemeyerek yollarına terakkīlerine karşı büyük bir mani’ teşkil etmeyi nefsü’l-emre planlarına daha muvafık buldular; muharebe-i hazıra ile İtalya Harbi bu fikirlerin mahsulünden başka bir şey değildir.” demişti. çokca İslam tebe’aya malik büyük bir devlet olmak mülabesesiyle zir-i idaresindeki İslamların hissiyat-ı diniyyelerini cerh etmemek ve mehma-emken fikirlerini kendisinden çevirmemek hoş geçinmeye bir dereceye kadar mecburdur. Evet İngiltere Devleti buna mecburdur. Diyebilirim ki başka çaresi de yoktur. Bu sözümü şununla isbat ederim ki el-yevm Hindistan putperestleri beyninde İngiltere’nin tarz-ı idaresiyle İngilizlerin azamet ve gurur-ı ahlakıyyelerine karşı azim bir hiss-i nefret ve işmi’zaz uyanmış ve bu kadarla iktifa edilmeyerek gitgide bu hissiyat husumetkarane bir hale ve keyfiyete her nasılsa münkalib ve mübeddel olmuştur. Hindular bilhassa Bengalalılar açıktan açığa İngilizlerden hazzetmediklerini i’lan ve su-i idarelerini tenkīde başladılar. Binaenaleyh her şeyden evvel kendi çocuklarına açtılar bu gibi hususi ve milli müesseselerde vatanperver muallimler tarafından perverişyab olan çocuklarda tabi’i ve gayet ahlakī bir hiss-i vatanperverane –istiklal– hasıl olmuş ve tevali-i leyal ve eyyam ile bu muhabbet ve hassiyet gittikçe büyüyürek kesb-i kuvvet eylemiştir. Pek sağlam bir terbiye ve tahsile malik olan Hindular azar azar menabi’-i serveti elde etmeye ve az bir müddet Hindular terakkī ettikçe İngilizlere rekabet etmekte kusur eylemediler. Şu’abat ve füru’-ı umurun hemen her noktasında Hukūk-ı mağsubelerini açık mektuplarla matbuat vasıtasıyla her fırsat düştükçe mutalebe ettiler. Yerli bulundukları cihetle Londra’dan gelen beyaz İngilizler gibi büyük me’muriyet ve makamat-ı aliyeye me’mur ta’yin ve nasb olunmadıklarından dolayı şikayet ettiler. Hasılı İngilizlerin mezaliminden vergilerinin çokça tahsil edilmesinden her şeyden her an ve zamanda şikayet ve protesto ettiler. Bunların metalib ve şikayat-ı muhıkkalarına kulak asmayan vaş yavaş hükumet-i mahalliyye aleyhinde yazılar yazmaya matbuatları sahifelerinde yazı yağdırmaya ve bundan da bir faide terettüb etmediğini görünce gizli komite ve cem’iyetler teşkiline ve daha sonra münevverü’l-fikr tahsil ve terbiye görmüş muktedir ve fa’al ve kudret-i kalemiyyeye malik olan gençlerini Fransa’ya İsviçre’ye Avrupa’nın en hür ve serbest memalikine gönderip oralarda İngiltere Hükumet-i hazırasının Hindlilerle Hindistan hakkında tatbik ve ta’kīb eylemekte oldukları vahşet ve mezalime dair neşriyyatta bulundurdular. Bu cereyan büyüdükçe büyüdü. En sonra dehşet-nümun bir hale geldi. Hindistan’daki Hindu gençleri dinamit ve bomba vasıtasıyla İngilizleri itlafa koyuldular. Hükumet bu bombacıların hakkından gelemedi. Çünkü her nerede birisini yakaladıysa ertesi günü on tanesi daha çıktı. Bengaleliler Hindular güpe gündüz İngiliz postasını posta hanesini soydular. Kalb akçe i’maline teşebbüs ettiler. İngilizlerin Hindistan Hasılı İngilizlerin başına çıkarmadık bela eza bırakmadılar. Hele Londra Meclis-i A’yan a’zasından Sir Körzen Vili namında bir İngiliz asilzadesini öldüren bir Hindu ifadesi müstantık tarafından zabt edilirken “Evet bu adamın kusuru olarak itlaf ettim. Bana garazı marazı olmamakla beraber memleketimizi bi-gayri hakkın zabt ve istila eden İngiliz unsurundan bulunduğu cihetle kendisini öldürdüm. Zaten bir sadıma nail oldum. Şimdi her ne isterseniz yapınız. Çünkü müsterihü’l-hatır ve fariğü’l-bal olarak bu cihan-ı faniyi terk ediyorum.” demişti.” pamadılar şerik-i cürmü anlayamadılar. Bu suretle Hindistan’da da her gün birer ikişer İngiliz öldürmeye başladılar. Hasılı Hindistan’ın evvelce makarr-ı hükumetini teşkil eden Kalküta şehirini İngilizlere zindan eylediler. İngilizlerin Bengale ve Kalküta eyaletindeki kuvvet ve nüfuzları fevkalade bir za’fa duçar oldu. Artık orada icra-yı hükumet edemeyecek bir hale düştüler. İşte İngiltere kralı Hindistan’a Hind dulara bir darbe vurup hükumeti düştüğü girdab-ı za’fdan tahlis etmek hem de zımnen müslümanlara bir mücamelede bulunmuş olmak için Hindistan’ın en kadim memalikinden olup yüzlerce sene Hindistan’ın tarihi payıtahtı olan Dehli şehrini Hindistan için merkez-i hükumet ittihaz ettiğini Binaenaleyh İngilizler kendi menfa’at-i idariyyelerini hal-ı hazırada Hindistan’daki İslam Hindlilerle hoş geçinmekte gördükleri cihetle müslümanlara fazla imtiyaz vermekte ve hürmet etmektedirler. İslamları putperestlerle ittifak ve ittihad etmemeye teşvik ve tergīb ediyorlar. Hatta perestler İngilizleri Hind’den koğup i’lan-ı istiklal etmeye muvaffak oldukları anda Hindular bütün Hind müslümanlarını keseceklermiş! Her ne hal ise şimdilik müslümanların hal ve mevki’leri İngilizler indinde metin ve mahfuzdur. Bundan başka Devlet-i Aliyye’nin siyasetini Hindistan’da layıkıyla yürütebilecek muktedir lisan-aşina şehbenderlerin Hindistan’ın müteaddid şehirlerinde bulunması lazım iken maatteessüf Bombay’dan başka bir yerde bugün Devlet-i Aliyye’nin muvazzaf bir şehbenderi yoktur. Bu şehbenderlere bol tahsisat vermek icab eder ki kendi devletinin haysiyet ve şerefini hem İngilizlerin hem de Hindlilerin nazarında vikaye ve muhafaza edebilsin. İngiltere devletinin Bağdad konsoloshanesine tahsis ettiği ma’aş ve tahsisatın üçte birini Devlet-i Aliyye Bombay’daki şehbenderine vermiyor. İngiltere’nin Irak’da Irak’a tabi’ livalarda bile birer konsolosu varken el-yevm Osmanlıların Hindistan’ın en birinci şehirlerinde bile me’mur-ı siyasileri yoktur. Hasılı Devlet-i Aliyye’nin idare-i siyasiyyesinde büyük büyük hata ve yanlışlar var ki bunlar ıslah edilmedikçe Devlet-i Aliyye düvel-i siyasiyye sırasına dahil olamaz. Hindistan’a gittikten sonra daha çok şeylere vakıf olacağınız tabi’idir. Size tam ma’lumat verecek zevata tavsiye vereceğim.” Dün Derne’den Bakbak tarikiyle ve Haleb vasıtasıyla idarehanemize atideki telgraf çekilmiştir: Bakbak Kanunievvel .– Vaktiyle Bingazi’de İtalyanları huruc hareketine icbar etmek üzere şehrin civarında bulunan Ayn-ı Zara Suyu seddedilmişti. Bundan mutazarrır olan İtalyanlar nihayet şehr-i Efrenci’nin birinci günü huruc ettilerse de kadar maktul ve mecruh ve pek çok tüfenk kazma kürek bıraktıktan sonra münhezimen firar ettiler. Bizden beş şehid yirmi üç mecruh vardır. Her mücahidinin şevk ve gayreti tavsif edilemez derecededir. Muhbiriniz el-Mehdevi Derne Sebilürreşad – Stuttgard Muhabir-i Mahsusumuzdan: SELANİK’DE SALIB’İN MEZALİMİ Selanik’de mukīm Almanlardan biri vatan-ı aslisi olan Stuttgard şehrinde bir dostuna irsal eylediği bir mektubu muma-ileyh burada münteşir Tagablatt Gazetesi’ ne vererek Mektuba şu yolda başlıyor: Selanik şehr-i aziminin Yunaniler tarafından mukavemet görmeksizin teslim alındığını tabi’i gazetelerde okuyarak ma’lumunuz olmuştur. Maamafih bu günkü yazacağım havadis ile daha buna mümasil yevmiye vukū’ bulmakta olan vahşet Avrupa gazetelerine henüz etraflıca nakl olunmadığından ma’lumatın dahi olmadığı zann-ı kavisindeyim. “Koni Karl Kimnasyum” Mektebi sıralarında oturduğum diğer bir takım meşhur Yunaniler ile beraber Horaz ve Homerin medeniyet-i Yunaniyyeyi nasıl aleme intişar ettiklerini tahsil ettiğim esnada derunumda hasıl olan bir hiss-i hürmet yerine bir gün gelip de değil yalnız bu adamların hafidlerine hatta Rum namı ile be-nam her nesneden son derece nefret edeceğimi hiçbir vakit hatırıma getirmemiş idim. İşte bu nefretin bende nasıl peyda olduğunu şuracıkta sana muhtasarca beyan edeyim: Şu geçen son günlerde şehrimizde icra olunan kassablığı der-hatır ettikçe bizzat gördüğüm şu vahşeti yazmak için kalemim ve şu vahşeti görüp de vazife-i insaniyyet olan mu’aveneti te’sir-i havf ile icra edememekten mütevellid derunumda hasıl olan bir hiddet-i şedideyi teskin için olmalıdır ki kalbim beni anlatmaya icbar ediyor. Bu vahşeti askeri –ta’bir-i hakīkī ile– “vahşi hayvanlar” icra ediyorlar. Yalnız Türkler ve Museviler değil hatta biz Avrupalılar bile bu nizamsız ve intizamsız çete denmeye seza askerlerin vahşetinden emin değiliz. Kırkkilise muzafferiyeti üzerine herkesin kalbinde hasıl olan rağbet yerine şimdi ikrah ve nefret yerleşti. Çünkü Bulgarların da terbiye ve intizamdan çıktıkları her gün müşahede olunmaktadır. Hal-i hazıra kadar medeni zannında bulunduğumuz bu Balkan hıristiyanlarının bu derece vahşilerden daha vahşi olduklarını gördükçe ediyor. Vakı’a zabitanın bu vahşetin önüne bir sed çekmeye çalıştıklarını ima eder harekatı görülüyor ise de icra-yı vahşette mahall-i vak’adan savuştuklarını da gördükçe zahiri olduğuna kanaat hasıl ediliyor. Zabitlerin de birer birer kendi tarafından katl ve itlaf olunduklarını görüp işittikçe bunların bile ma’iyyetleri üzerinde asla bir nüfuzu kalmadığına insan kani’ oluyor. Bu halde insaniyete na-layık şu halatın önünü almak için bir teşebbüsde bulunmak da hayatı tehlikeye ilka etmek demektir. Bu güruhların vahşetinden hiçbir şey emin değildir. Zira tilki kadar hırsız oldukları gibi yalnız kan dökmeye olan şiddet-i iştiyaklarından insanları öldürüyorlar. Rum eğlencesini sana nakl edeyim: Bir gün bila-mukavemet teslim olan müslüman esirlerinden kısm-ı a’zamı sahilde müslümanlar tarafından denize atılan mavzer tüfenklerini çıkarmaları için sahile nakl olundular. Biçarelerin ekserisi yüzme bilmediklerinden imtina’ ettiklerini gören bu barbarlar zavallıları süngü kasatura ve dipçikle epeyce derin olan denize sürdüler. Kasden şu na-kabil-i tahammül dehhaş ölüme terk olunan biçare ana ve baba evladlarının suret-i müdhişede boğulduklarını gören şu vahşi canavarlar bir alaim-i meserretle diğer esir müslümanları bila-hiss-i merhamet kasaturalarıyla denize sürüyorlardı. Kırkı mütecaviz biçarelerin şu suret-i feci’ada hayatlarına hatime çekildiğini gören Selanik Fransız konsolosu her ne kadar bu vahşet aleyhine protesto ettiyse de bunun üzerine galeyana gelen şu vahşilerin barbarlıklarına şimdi de kendisi hedef olduğunu görünce hiç olmaz ise kendi hayatını kurtarmak için ale’l-acele konsoloshaneye firara mecbur oldu. Yine bir gün ihtiyar bir kadın nadirü’l-emsal tasvir gibi güzel olan torunu kızcağız ile bir cami’den çıkarak hanelerine gitmekte iken üzerlerine hücum eden birkaç Rum askerlerinin fikr-i gasbına karşı yavrusunu muhafaza zımnında son derece müdafaaya çalışan biçare kadıncağız bu hunhar canavarların kasaturalarıyla kancıkcasına arkasından vurularak kanlara boyanmış olduğu halde yere serildi. Büyük validesinin müdhiş surette telefini gördüğü halde yardım ve bila-his seyr etmekte olan ahaliden istimdad yollu acı acı feryad ü figana başladı ise de bu yürekleri parçalayan tazarru’una karşı cümlesi birer mermer sütun imiş gibi bila-hareket durarak biçarenin o canavarlar tarafından sürüklenircesine götürüldüğüne seyirci olup kaldılar. Lakin nereye götürüldü? Ancak Cenab-ı Hak bilir. Muma-ileyha Selanik büyük tüccarlarından birisinin kerimesi olup her ne kadar ailesi tarafından taharriyatta bulunulduysa da biçareden şimdiye kadar el-an ne bir haber alınmış ne de bir nişane görülebilmiştir. Geçen Pazar günü birkaç Bulgar zabiti çarşı başında bulunan bir kahvehanede sokakta dolaşan köpeklere revolver eğlencede iki müslüman çocuğu suret-i müdhişede yaralanır. Bir de müsin adamcağız telef olur. Nasıl azizim güzel medeni bir eğlence değil mi? Ale’l-husus haneler taharri olunduğu esnada telef edilen ma’sum kadın erkek müdafaasız biçarelerin adedi alaylar teşkil eder. Hatta şimdi bile şüpheyi da’i harekette bulunan bir kimse mutlak be-mutlak hem de an-karib bütün kuvvetiyle iman ettiği Hakk’ına ve Peygamber’ine kavuşacağını zihnine koymalı. Çünkü Yunan ve Bulgar kurşunları müslümanlar için i’mal olunmuş olduğundan parmakları da suret-i daimede tetikte bulunuyor. Azizim! Bir def’a tefekkür et. Yumruklarını cebinde saklamaya mecbur kalan biz sahib-i hüsn ü terbiye olan kimseler bu canavarlıklara karşı nasıl tahammül eder. Edilen protestolar şimdiye kadar bi-semere kaldığı gibi bundan böyle de adem-i nüfuzu meşkuk değil hemen hakīkīdir. Çünkü ba’dema insan kendi hayatından emin değildir. Dün ba’de’z-zuhr hanesinde ikamet eylediğim bir Çerkes familyasının küçük kerimesi sokakta hanesi önünde piyade kaldırımı üzerinde top oynamakta iken seri’ü’s-seyr gelmekte olan bir Yunan süvarisi kasden hayvanını piyade kaldırımı üzerine sürerek biçare kızcağızı hayvanın nalları altında ezer. hale karşı biz ecnebiler burada bi-nüfuz ve iktidar bulunuyoruz. Avrupa ise ne işitiyor ne de görmeye tenezzül e diyor.” [* * *] Şu sahib-i vicdan bir Alman bu mektubu sabık kendi mektep refikıne yazıyor. Bu halde bir garaz üzerine tertib olunmuş masnu’ bir havadis olduğuna hiçbir vicdan hükmedemez. Bu zat-ı muhterem de bizim gibi insaniyeti ve medeniyeti kabul ettirmeye bizi icbara çalışan Avrupalıların mu’avenetini çağırıyor. Va esefa ki o da bizim gibi ne işiden ve ne de gören olmadığını i’tirafa mecbur kalıyor. Bulgarlar henüz Çatalca istihkamatına gelmeden İstanbul’da bulunan ecnebi dostlarımız zannettikleri ve hiçbir vakit görmedikleri mezalim ve barbarlığımızdan havf ederek te’min-i hayatları eylediler. Her hükumet birer ikişer zırhlılarını gönderdiler. Payıtahtımıza asker çıkardılar. Lakin değil yalnız bir ecnebinin hatta bu musibeti başımıza da’vet eden o bizim levantinlerden birinin bile burnu kanamadığını gördüklerinde mahcuben askeri tekrar gemilerine çekmeye mecbur kaldılar. Selanik’de vukū’ bulan şu muğayir-i şi’ar-ı insaniyyet ve medeniyyet halleri görüp işittikleri hatta kendi tebe’aları bile istimdad ettikleri halde acaba hükumat-ı mezkure çekmek üzere niçin Selanik’e çıkarmaları için kalblerinde bir insaniyet duygusu hissetmediler? Eğer orada ecnebilerin hayatı muhatarada olmadığını bir ma’zeret olarak beyan edecek olsalar kendi teba’alarının yazmış olduğu şu mektup onu suret-i kat’iyyede cerh ediyor. İstanbul’da da hayatları tehlikede değil idi. İnsaniyet ve medeniyeti ecza-yı Hıristiyaniyyenin birer uzvu olduğunu iddia eden alem-i Hıristiyaniyyet ellerinde Salib önlerinde rahibleri bulundukları halde bu def’a da Trakya’da Makendonya’da ve Arnavutluk’da tamamıyla bunun aksini barbarlıkla itham olunan Türkler hususiyle İslamlar her yerde olduğu gibi hatta Osmanlı-Yunan Muharebesi ile bu def’a da tamam ma’nasıyla barbarlığın aksini isbat ettiler. Bunun üzerine insaniyet ve medeniyetin hangi tarafda tecemmu’ ve temerküz etmiş olduğunu bi-taraf fikirlerin hükmüne terk ederim. Bu iki maddenin yalnız Hıristiyanlığa mahsus bir halet olduğunu iddia etmek esasen bir cehalettir. Çünkü Ehl-i Kitabın cümlesi bu meziyet ile memzucdur. Zaten Kitabullah peygamberlere nazil olmuş olduğundan bunun inhisarını Eğer akvam-ı Hıristiyaniyye hal-i hazırdaki ellerinde bulunan kitaplarına bile hakkıyla mütaba’at edecek olsalar asıl o zaman sulh ve müsalemetin değil yalnız Avrupa’da hatta dünyada bile kat’iyyen takarrür edeceğinde kimse şüphe etmesin. Geçen Trablus Muharebesi’nin sebeb-i zuhuru bir millet-i Hıristiyaniyye olduğu gibi muharebe-i hazıranın müsebbibi de yine bir millet-i necibe-i Hıristiyaniyyedir. Lakin şuna iki kere iki dört olduğu gibi i’tikad etmelidir ki: Akvam-ı Hıristiyaniyye’nin akvam-ı saire üzerinde din ve mezheb ile memzuc insaniyet ve medeniyet maskesi altında tatbik ettikleri mezalim ve muğayir-i insaniyyet ve hakkaniyyet haller hiçbir vakitte mücazatsız kalmaz ve kalmayacaktır. Cenab-ı Hak müntekımdır. Bulgar gazeteleri bi-perva yazıyor: Dinevenik Gazetesi Bulgar askerlerinin Cuma-i Bala’da mukīm ahali-i İslamiyye’den dört yüz yetmiş kişiye cebren din-i İslam’ı terk ettirdiklerini yazıyor. Bazı gazetelerin rivayetine nazaran tazyikat-ı vakı’aya karşı mukavemet edemeyerek kerhen tanassur eden kadın ve erkeklerin isimleri değiştirilip Hıristiyan isimleriyle tesmiye edilmişlerdir. Kadınların yüzlerindeki peçeler kaldırılmıştır. Cami’ imamı Ferdinand ismiyle tesmiye edilmiş ve tesmiye merasiminde Bulgar Kaymakamı Lancilof hazır bulunmuştur. Çarşamba günü yedinci sulh konferansı Venezilos’un taht-ı riyasetinde in’ikad etti. Osmanlı murahhasları Babıali’den aldıkları ta’limatı Balkan murahhaslarına tebliğ eylediler: Hükumet-i Osmaniyye’nin Edirne Kalesi bizde kalmak üzere Edirne Vilayeti’nin garbındaki arazinin müttefiklere terkini kabul ve Arnavudluğu düvel-i muazzamanın re’y ve kararına terk ederek adalardan hiç birinin Yunanistan’a verilemeyeceğini ve yalnız Girit Adası hakkında Babıali ile düvel-i muazzama arasında bir suret-i hal elde edileceğini bildirdiler. Bu tebligatı müteakib kalık bir müzakereden sonra müzakere salonuna girerek Babıali’nin Edirne Vilayeti’nin garbındaki araziyi terk eyleyeceği hakkındaki şeraitini bir sened ittihaz ettiklerini ve bu vilayette icra edilecek tahdid-i hudud mes’elesinin yalnız Bulgaristan ile Türkiye arasında değil fakat Türkiye ile müttefikīn arasında müzakeresini arzu eylediklerini beyan eylediler bu husus Osmanlı murahhasları tarafından kabul olundu. Bunun üzerine Balkan murahhasları Edirne hududuna ait olan haritanın kendilerine verilmesini istediler. Babıali’den yeniden ta’limat alınmak üzere konferans Cuma’ya ta’lik olundu. Sekizinci konferans Cuma günü Karadağ başmurahhasının riyaseti altında in’ikad etti. Karaağaç Limanı hizasına kadar Edirne Vilayeti’ni kale ile beraber dahil-i memalik-i Osmaniyye’de bulunduran bir harita Osmanlı murahhasları tarafından müttefikīn murahhaslarına takdim olundu! Müteakiben Balkan murahhasları ictima’ salonunu terk ederek hususi surette akd-i ictima’ ederek netice-i müzakeratta Osmanlı murahhaslarına bir ültimatom takdimine karar vermişlerdir. Bir buçuk saat sonra in’ikad eden celsede Balkan murahhasları Osmanlı murahhaslarına ber-vech-i ati kat’i ve şedidü’l-meal bir ültimatom tebliğ eylediler: “Balkan murahhasları Osmanlı murahhaslarının Pazartesi günü zevali saat dörde kadar nikat-ı atiyye hakkında kat’i bir cevab vermelerini taleb ederler: . Edirne Vilayeti’nin Edirne Kalesi müttefikīne kalmak şartıyla tashih-i hududu. . Cezair-i Bahr-i Sefid’in müttefikīne terki. . Girit üzerindeki hukūk-ı hakimiyyet-i Osmaniyye’den feragat.” Osmanlı murahhasları tekrir-i muhasamatı ihtar eden bu kat’iyyü’l-müfad ültimatoma karşı: “Pazartesine gitmeye ne hacet! Biz [bu] hususdaki cevablarımızı yarın da verebiliriz” suretinde mukabele etmişlerdir. Tarafeyn arasında karargir olduğu vech ile sulh konferansı Cumartesine ta’lik olunmuştur. Cumartesi günü Londra’da Sırb hey’et-i murahhasası Mösyö Novakoviç’in taht-ı riyasetinde in’ikad eden onuncu sulh konferansında murahhaslarımız henüz Babıali’den ta’limat alamadıklarını beyan ederek ictima’ın Pazartesi gününe te’hirini taleb eylemişler ve Balkan murahhasları bu talebi is’af etmişlerdir. Royter Telgraf Ajansı’nın ihbarına göre Pazartesi günü Paşa tarafından şu yeni teklifler tebliğ edilmiştir: “ . Hükumet-i Osmaniyye nefs-i Edirne dahil olmamak üzere şehr-i mezkur şimalinden de daha bir kısım arazi terkine muvafakat edecektir. . Hükumet-i müşarun-ileyha kendisinden başka hiçbir ada daha istenilmemek şartıyla Girit Ceziresi üzerindeki hukūkundan da feragat eyleyecektir.” yet-i murahhasası salondan dışarı çıkmıştır. Balkan delegeleri orada kalmışlar ve on dakīka kadar müzakeratta bulunduktan sonra ber-vech-i ati cevablarını tanzim eylemişlerdir: “Osmanlı murahhaslarının teklifleri müttefikler tarafından geçen celsede dermiyan olunan metalibe tevafuk etmediği gibi yeni teklif olunan bu esas üzerine icra-yı müzakerat da müncerr-i i’tilaf olacak bir mahiyette bulunmadığından Balkan hükumat-ı müttefikası murahhasları konferansı ta’til mecburiyetinde kaldıklarını beyan ederler.” Osmanlı delegeleri salona avdet edince bu ictima’a riyaset etmekte olan Novakoviç müttefiklerin sureti balada münderic cevablarını kıraet ederek fi’l-hakīka celseyi ta’til eylemiştir. Reşid Paşa gayr-ı kat’i olan bu müzakerat esnasında Edirne’ye erzak sevk ve idhalinden bahs etmek istediğini fakat celsenin ta’tili buna mani’ olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine müşarun-ileyhe verilen cevabda bu mes’elenin geçen celselerin birinde mevki’-i tezekküre konmuş ve mes’ele-i mezkure daha mütareke esnasında halledilmiş bulunduğundan konferansın bununla iştigal edemeyeceği tebliğ edilmiş olduğu bildirilmiştir. SEBILÜRREŞAD Yazıklar olsun bizim gibi insan diye yeryüzünde gezen canlı mezar taşlarına! Yüz binlerce kardeşlerimiz aylardan beri çenber-i küfrün tazyik-i kesifi altında inledikleri halde başına koşarız; akşam olur çorbamızı içer balin-i istirahate uzanırız. Ya o biçareler… Kanlı gözyaşlarıyla bir avuç unlarını karıştırır bin tefekkürle bir lokmasını ağzına götürürler. Sabah olur bahtı siyah muhitleri gün görmez; akşam olur semalarında hiçbir hilal tulu’ etmez. Bütün nasibler kesif bir zulmet uzun bir intizardan ibaret. Biçareler diğerleri gibi siz de kaçmadınız İslamiyet’in namusunu muhafaza için hayatlarınızı feda ederek kalelere kapandınız. Zannettiniz ki arkanızda bulunan milyonlarca halk ya sizinle beraber olacak ya sizi Salib’in zalim pençesine teslim etmeyecek! Fakat heyhat!.. O milyonlarca tevehhüm ettiğiniz halk çörçöpden başka bir şey değil imiş! Evet bu milyonlarca çörçöp yığını nice kardeşlerinin engizisyon zulümleri içinde boğazlandıklarını ne kadar hemşirelerinin namus ve ismetleriyle beraber çamurlar içinde mahv edildiklerini gördüler ve hala görüyorlar da yine hayatlarına zarar gelmemek için elleri bağlı meskenetlerini mezelletlerini terk edemediler ve edemiyorlar. Ya Rabbi cebin hayat düşkünü milletlerin nasıye-i hüsranlarına vurduğun zillet ve meskenet damgası ne yaman imiş! Gördüğümüz mu’amelelere vahşi kavimler bile tahammül etmez. Yazıklar olsun Osmanlıyım! Ba-husus müslümanım! diyen her ferde! Yazıklar olsun taşıdığımız silahlara! Yazıklar olsun kefenlerini başlarına dolayan ölülere! fe-i Muhammediyye’yi bütün Anadolu’yu da istemiyor. Ya Yazıklar olsun!... Yazıklar olsun!... Yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini! Meal-i Münifi Ey mü’minler! Sakın dindaşlarınızı bırakıp da a’da-yı dininizi dost mahrem-i esrar ittihaz etmeyiniz! Onlar sizi fesada şikak u nifaka düşürmek sizi yaşatmamak için ellerinden gelen her hiyanet ve ihaneti yapmakta bir an ihmal etmezler. Onlar daima sizin helakinizi bütün mevcudiyet ve samimiyetleriyle temenni ederler. Görmez misiniz: Size karşı besledikleri buğz u adavetlerini gizleyemiyorlar da ağızlarından taşıyor. Artık ruhlarını yakan o ateş-i kin ü husumetin kanun-ı kalblerinde ne yaman bir lehib-i duzahi olduğunu lisanlarından saçılan kıvılcımlarıyla takdir ediniz. Biz size şu en vazıh delaili beyan etmek lutf-ı mahsusunda bulunuyoruz. Eğer siz de söz dinleyecek öğüt alacak cevher-i akl ü tevdi’-i esrar etmezsiniz. İşte siz –ey müslümanlar!– o safvet-i kalb o ismet-i vicdan ashabısınız ki onları seversiniz. Halbuki onlar hiç de sizi sevmezler. Çünkü siz kavanin-i peyamberleri tasdik edersiniz. Onlar sizinle yüz yüze gelince “Biz de sizin gibi bu vatanın öz evladından bu milletin sadık efradındanız. Biz bunu tasdik ederiz.” derler; vakta ki ayrılır giderler ardınızdan –fart-ı husumet ve adavetlerinden kudurmak derecesinde bir cinnet-i tehevvürle– parmaklarını yır yanıp kül olunuz!” de. Şüphesizdir ki Allah sineler içindeki esrar-ı hissiyatı makasıd ve niyyatı bilir. * * * Meal-i celilini lisanımıza nakle çalıştığımız şu iki ayet-i kerime hal-i felaket-meal-i ictimai ve maraz-ı millimizi be yan hususunda o kadar ulvi bir vuzuh-ı tam gösteriyor te davi emr-i ehemminde o derece müessir bir deva-yı şafi tav siye ediyor ki insan-ı akıl hemen şimdi şeref-bahş-ı nüzul olduğuna kail olmak istiyor. vaveylasıyla meydanda! Düne kadar vatandaş maskesiyle yüzümüze gülen Osmanlı namıyla müftehir ve mübahi! görünen Rumeli ve adalardaki yadigarlar meydan-ı harbde ayağımız kayınca en merhametlisi en insafsız en hissiz en kansız en vicdansız bir cellad kesildi; en za’ifi kim bilir kaç bedbaht müslümanı yatırıp koyun gibi kesdi! Yavrucaklarını kuzu gibi boğazladı! En namuslusu kim bilir kaç müslüman kızının gelininin karısının iffet ve ismetini pamal-i şehveti etti! Salib’in Tevhid aleyhine beslediği amalinin en mukaddes addettiği işte bu! Kıyamete kadar bu! Sen bir Ehl-i Salib’i muhib ve mahrem-i esrar ittihaz eder de sonra hancer-i gadri altında ciğerparelerinle kıtır kıtır kesilir ke ri melerinin zevcenin saçlarından sürüklenerek gözünün ö nünde nikab-ı ismetinin parçalandığını görürsen hiç kimseye kabahat bulma. Belanı kendi ayağınla aradın! Felaketini öz ellerinle ihzar ettin! Zavallı saf-derun müslüman! Bu son müdhiş felaketten olsun ibret al aklını başına devşir de kendi dindaşlarından başka kimseyi dost mahrem-i esrar düşman olanlardan sakın! Sakın! Yoksa senin de akıbetin böyle feci’ olacağına şüphe etme! Yaşamasını bilmeyen elbette ölür. Allah bize insan sahib-i akl ü iz’an müslüman diye hi tab ediyor öğüt veriyor. Allah’ın bu güzelim nasihatlerini dinlemediğimiz emirlerine nehiylerine kulak asmadığımız dudak bükerek omuz silkdiğimiz için bakın ne hale geldik!? Viyana surları dibinden ta İstanbul’a kadar her zerre toprağı ecdadımızın kanlarıyla yoğurulmuş olan yarı cihan mülkü elimizden çıktı. Her parçasından bir Salib kişveri bir Teslis Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib hükumeti bir Hıristiyan saltanatı vücuda getirildi. Nihayet başları kesilir kanları dereler gibi dökülürken biz karşıdan taştan katı bir kalb demirden pek bir yürek ölüden soğuk bir hissizlik bir hareketsizlikle seyr ettik durduk. Ölenler yine bahtiyar. Eyvah… bu zavallıların esir edilen Islav nesline hizmete mahkum olan bedbaht kızlarına biçare zevcelerine! Kara yazılı gelinlerine! Vicdanına müracaat et: Senin kızın karın gelinin böyle cebren alınsa ırz ve namusun gözünün önünde pamal edilse ne olursun? Ne yaparsın? Hiç ehemmiyet vermez karşıdan bakar durur musun? Yoksa serapa ateş-pare-i hiddet ve asabiyyet hamiyyet ve gayret kesilerek kurtarmaya mı çalışırsın? Güzel amma sen yalnız başına bir şey yapamazsın; o halde… Evet o halde feryad ve istimdad edersin değil mi? İşte o biçareler de dünyayı sarsacak feryad ve istimdad ettiler de kimse imdadlarına koşmadı. Bilmiş olmalısın ki yarın senin de canhıraş feryadlarını kimse dinlemeyecek. bir adamın canı yanmaması bütün vücudunda acısını duymaması of…! dememesi kabil mi? Ya hiçbir eser-i hareket ve teessür göstermez heykel-i camid gibi durursa buna ne derler? Meyyit…! hangi bir uzuv kesilecek olursa acısını derhal bütün a’za duyar feryad eder. Etmezse o millet ölü demektir. Ölünün yeri Cenab-ı Hak Kitab-ı mecidinde hakīkī mü’minlerin medh u senası emrinde “ = O hakīkī mü’min kullarım ki bir kısmı din düşmanlarının tecavüzat-ı bağiyanesine ma’ruz kalınca bütün ihvan-ı dinleri yardımlarına ahz-i sarlarına koşarlar. Düşmanlarını kahr u tenkil ederler.” Sure-i celile-i Şura buyuruyor. Yine Kur’ an -ı hakimden “ = Birbirinize birr ü takva üzerine yardım ediniz. İsm ü udvan üzerine mu’avenetten sakınınız. Allah’dan korkunuz. Bilmiş olunuz ki Allah’ın ikabı pek şiddetlidir.” Sure-i celile-i Maide Buhari-i Şerif Kitabü’l-Edeb’den = “Mü’minleri birbirine meveddet ve atıfette bir vücud gibi görürsün a’za-yı bedenden birine elem isabet edip de sızlamaya yanmaya başlayınca sair a’za-yı vücud nasıl aynıyla müteellim olur baş ağrır göz ağlar uykuyu kendine haram ederse işte mü’minler de öyledir.” Bu babda daha ne kadar ayat-ı celile ne kadar ehadis-i şerife istersiniz! Biz yaşamak fakat insan gibi yaşamak istiyorsak Hazret-i Kur’an -ı hakime dört el ile sarılalım; okuyalım; anlayalım. Ahkam-ı evamir ve nevahisini hırz-ı can edelim. İslamiyet izzettir zillet değil. Şevkettir meskenet değil. Hürriyettir esaret değil. Hakimiyettir mahkumiyet değil. Ma’rifettir cehalet değil. Dünyada zilleti ihtiyar edip de zelil yaşayan zelil ölür zelil haşr olur. Zelillerin yeri cennet mi? Cennet mekan-ı ezilla mı? Haşa! “ = Her kim bu dünyada kör ise o ahirette de kör ve selamet yolunu gayb etmişlerin en bedbahtıdır.” Sure-i celile-i İsra Ayet-i celilede “a’ma”yı gördüğümüz gözsüzleri sanmayalım. “A’ma”dan murad ezel ama-yı basiret yani kalbsizlik ruhsuzluk vicdansızlıktır. Hiçbir şey bilmez hiçbir şey düşünmez. Yalnız hayvani bir hayat behimi bir mevcudiyet. Yaşasın da isterse sefahetin zillet ve meskenetin derk-i esfelinde… halık tanımaz. Ferda-yı haşrdan mahkeme-i kübradan anlamaz. Kör yaşar kör ölür. Binaenaleyh kör haşr olunur. Ferda-yı kıyamette kendisini ni’met-i rü’yetten mahrum bulunca şaşacak; “ = Ya Rab! Beni niçin kör olarak haşr ettin? Halbuki ben dünyada kör değildim; görür idim.” diye feryad edecek! İşte alacağı cevab: “ = Hayır belki sen daha dünyada iken kör idin çünkü bizim ayat-ı vazıhatımız sana gösterildiği vakit körlükten geliyor görmek şimdiki körlüğün o şımarıklığının cezasıdır. Te’ami ve tenasinin azabı olmak üzere nar-ı cahimde unutulmuş gibi kal da anla!” Mü’min isek Allahımıza ita’at ve inkıyad edelim. Ayat-ı vazıhatını kalb gözümüzle okuyalım sami’a-i ruhumuzla din leyelim. Bütün emirleri nehiyleri nasihatleri tavsiyeleri bizim sa’adet ve selametimiz içindir. Mü’minlerin dostları mahrem-i esrarları ancak ve ancak kendileridir. Binaenaleyh birbirimize sarılalım yekvücud olalım. Düsturumuz Cenab-ı Kur’an -ı hakim olsun. insan gibi yaşamak istiyorsak noksanı varsa o da tevhididir. Çalışmak böyle olur. Terakkī buna derler. Yoksa bizim gibi hakk-ı hayatından hayat-ı dini ve istiklal-i millisinden liva-i hakimiyyetinden vatanlarına sahib ve mutasarrıf olmaktan kendi ihtiyarlarıyla vazgeçenler mezar-ı inkırazlarını kendi öz elleriyle kazarlar. Allah bize akl-ı selim vicdan-ı hakim versin! AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Üçüncü makalenin son cümlesinden felsefenin bu asr-ı ali-i nur ve ma’rifette bi-hakkın haiz olduğu mevki’-i bala-yı hükümraniyi istihfaf ma’nası çıkarılmamasını bilhassa rica ederiz. Felsefenin Avrupa medeniyet-i hazırasını te’sis etmekte ne büyük hizmetler ettiğini inkar edecek değiliz. Yalnız şunu demek istiyoruz ki ta’ammümü inhitat-ı ahlakīye ba’is olmak isti’dadını gösterip duran bazı mesalik-i felsefiyye şöyle dursun vazife mebdeini akl üzerine te’sis ile “hak hayır hüsn” gibi mebadi-i aliyyeyi gaye-i kemal edinen nazariyyat-ı salime bile amme-i nasın kulubunu istila hususunda dinin gösterdiği kudret-i hakime ile henüz rekabet edememektedir. Şu ma’naca ki vahye iman kaydından azade kalmak isteyenler miyanında ka’ide-i ahlakīyi sırf akıldan lerine –ameli olarak– düstur-ı hareket ittihaz edebilenlerin adedi henüz pek azdır. Din-i İslam ise en salim en metin bir felsefenin mebadi-i ahlakıyyesinden hiç birini ihmal etmeksizin levazım ve müstetbi’atının kaffesini akıl gabi; zengin fakīr; alim cahil; vazi’ şerif bütün esnaf-ı beşer arasında ay nı kuvvet ve nüfuz ile neşre başlayalı on üç buçuk asır oldu. Vezaif-i ahlakıyyenin beyne’l-İslam din boyasına boyanması mahiyet-i akliyyesini hiçbir vakitte zedelememiş ve hiçbir vakitte beyne’l-İslam akıl ile din arasında korkulacak bir cidal ve münaza’a zuhur etmemiştir. Çünkü dinimizin mebnası mebadi-i akliyyedir. Din-i İslam aklı haiz olduğu paye-i rif’atten hiçbir vakitte tenzil etmiş değildir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem: “ = İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.” buyuruyor. Aklın hücec-i ilahiyyeden biri olduğuna bütün ulema-yı İslam ittifak etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki bizim mebadi-i akliyyemizde aklın iba edeceği bir şey yoktur. Bunu anlamak için mesalik-i felsefiyye-i ahlakıyye içinde en salim ve ruh-ı İslam’a en muvafık bulduğumuz Rasyonalistlerin mebadisini ele alarak bunların bizim mebadimize ne kadar muvafık olduğunu göstermeyi faideden gayr-i hali addediyoruz. * * * Felsefe-i kadime ve cedidede ahlak için keşf ü ta’yin edilen mebadinin en mühimmi “ihtiyar = Liberte”dir. Bu münasebetle müslümanların kadere = Predestination prescience kendimizi alamayız. Filhakīka müslümanlar kadere iman ettikleri için duçar-ı muaheze oluyorlar. Ve bu sebebden dolayı müslümanlarda a’malin bir kıymet-i ahlakıyyesi bulunmadığına kail olanlar eksik değildir. Halbuki biz müslümanların kadere ne vech ile “Meslek-i cebr” ile tercüme edebileceğimiz “Fatalism” nazariyesine medar-ı ta’n olacak vech ile salik olan bazı mezahib-i felsefiyye ve nazariyyeyi unutup da bu lafz ile yalnız medlul-i İslam beyninde o kadar şiddetli bir rabıta tasavvur etmek ve ne zaman İslam hatıra gelse cebri de derhal hatıra getirerek müslümanlara bir hisse-i teşni’ çıkarmak havsalamızın bir türlü alamadığı bir haksızlıktır. Edyanın hiç biri bu bahsin gavrine varamamış iken takdir ve ihtiyar mes’elesini müslümanlar kemal-i ciddiyetle mevzu’-ı bahs etmiş ve vücud-ı sani’i müsbit olan ve olmayan ekser mesalik-i felsefiyye cebri kendilerine mebde’ ittihaz etmişken edille-i sem’iyye ve akliyyeyi araya getiren din ile felsefeyi barıştıran ulema-yı mütekelliminimiz irade-i cüziyyeyi isbat ederek da’vayı bugünkü Rasyonalist ahlakıyyunun matlubu dairesinde halletmişlerdir. Binaenaleyh hazır sırası gelmişken müslümanlar hakkındaki böyle bir zann-ı batılı tashih etmek bizim için en büyük vazifedir. O halde cümlenin ma’lumu olsun ki müslümanların kadere olan imanları a’mal ve niyyatlarının kıymet-i ahlakıyyesini tenkīs edecek mahiyette değildir. Müslümanlar hem kadere iman ederler hayır ve şerrin halıkı Allahu te’ala olduğuna kail olurlar; hem de taraf-ı Hak’dan kendilerine gösterilen şehrah-ı sa’adet ile tarik-ı şakavetten hangisine salik olsalar kendi ihtiyarlarıyla süluk ettiklerini i’tikad ederler. Biz tarafgirlik şevaibinden mütecerrid her ferd-i akılın dekayık-ı ma ba’de’t-tabi’a Metaphysiqueye girmeksizin şöyle bir muhakeme yürütebileceğini istib’ad etmeyiz: Dünyada hiçbir din tasavvur edilemez ki bir tarafdan ef’al-i beşeriyyenin lazım-ı gayr-i müfarıkı olan mes’uliyet Responsabilite vasfını insandan selb etsin de diğer tarafdan yine ve evamir-i diniyye neye yarar? Eğer insan gayr-i mes’ul bir mahluk ise vücubun hürmetin ibahanın ne ma’nası kalır? Bir insan muhtar değilse ona ibaha ve hazar nasıl teveccüh eder? Fi’ilinde ne kıymet kalır ki hüsn ü kubh ile tavsif edebilelim? Salih ile şerir beyninde ne fark kalır? Herhangi din saliklerinden mes’uliyet fikrini ref’ ederse karar-ı i’damını kendisi vermiş olur. Halbuki biz i’tikadata ibadata mu’amelata ukūbata ahlakıyata dair din-i İslam kadar evamir ve nevahisi kesir bir din bilmediğimiz gibi hill ü hürmet beynindeki hududu onun gibi ta’yin etmiş; nizam-ı beşerin ma-bihi’l-kıyamı olan en ali ve en dakīk ma’ali-i a’malden tutunuz ma’işet-i beşeriyyenin nazımı olan silsile-i ef’al ve harekatın en hakīr görülenlerine kadar her şeyi nazar-ı ehemmiyyete alarak “şunu yap bunu yapma” demiş bir din tanımıyoruz. Nüfus-ı beşeriyyeyi tehzib etmeyi ecel-i makasıd edinmiş mekarim-i ahlakı itmam için teessüs eylemiş ve bundan dolayı da hassaten insanda kuvve-i iradiyyenin terbiyesini hedef ittihaz etmiş bir din nasıl olur da insanı meslubü’l-ihtiyar addederek kendi bünyan-ı bekasını temelinden yıkar? A’mal ve niyyattan mes’uliyeti sarahaten müş’ir olan ayat-ı kerime ile ehadis-i nebeviyye pek çoktur. Misal olarak bir kaçı hakkında celb-i enzar-ı dikkat ederiz: – = “Her kim bir zerre mikdarı hayır işlerse onu bulur her kim de bir zerre mikdarı şer işlerse onu bulur.” Sure-i Zülzilet ayet [ - ]. – = “Sen onlara de ki: Her birimiz kendi niyetine istediği yola göre amel eder. Hangimizin tuttuğu yol hidayete akreb ise onu da Rabbiniz daha iyi bilir.” Sure-i İsra ayet . – “ = İnsan çalıştığı şeyden başkasını bulamaz.” Sure-i Necm ayet . – “ = Her kim hars-i ahireti isterse ona ziyadesiyle beraber veririz. Her kim de dünya harsini isterse ona ondan veririz.” Sure-i Şura ayet . – “ = Sen onlara de ki: Hakkı bildirmek Allah’dan. İsteyen iman eder – = “İyi amelde bulunan kendi nefsine kötü amelde bulunan ric’at edersiniz.” Sure-i Casiye ayet . – “ = Allahu te’ala yaptığından mes’ul olmaz. Halbuki onlar mes’ul olurlar.” Sure-i Enbiya ayet . – “ = Bir kavim kendilerinde olanı tağyir etmedikçe Allahu te’ala onlarda olanı tağyir etmez.” Sure-i Ra’d ayet . – “ = Allahu te’ala bir kavme in’am ettiği bir ni’meti o kavim kendilerinde olanı tağyir etmedikçe tağyir etmez.” Sure-i Enfal ayet . Bir de şu ehadis-i şerifeye bakalım: – “ = Her biriniz çobandır. Ve sürüsünden mes’uldür.” – “ = Her kim yevm-i kıyamette sıkı bir muhasebeye tutulursa azab olunur diğer rivayette helak olur.” – “ = Kıyamet gününde adem oğlu beş şeyden sual olunmadıkça Rabbinin huzurundan ayrılmaz. Ömründen sorulur ki onu ne ile ifna etti. Gençliğinden sorulur ki onu ne ile yıprattı. Malından sorulur ki onu nereden kazandı ve nereye sarf etti. Bir de öğrendiği şey ile ne türlü amil oldu diye sual olunur.” Şu ayet-i kerime hakkında da ayrıca celb-i dikkat ederiz: – “ = Elbette kendilerine peygamber gönderdiğimiz ümmetleri mes’ul edeceğimiz gibi mürselini de mes’ul edeceğiz.” Sure-i A’raf ayet . Görülüyor ki din-i İslam mes’uliyet ka’idesini gayet sarih “tarik-i hak ve sa’adet zahirdir. Size gün gibi aşikar ettim. Hangisini isterseniz ihtiyar ediniz. Ona süluk ederseniz nef’i size ondan udul ederseniz zararı yine size raci’dir” diyor. Hem de işin en calib-i dikkat ciheti bu mes’uliyetten kimsenin kurtulamamasıdır. Akīde-i ehl-i İslam’a göre enbiya-yı nazaran– mes’uldür. Mehbıt-i vahy olan her emir ve işareti ümmetince muta’ olan bir nebiyy-i zi-şan da gerek ef’alinden gerek vazife-i risaleti tebliğ edişinden mes’uldür. Peygamberimiz efendimiz sallallahü aleyhi vesellem hazretleri Haccetü’l-veda’da irad buyurdukları uzun hutbeye ara sıra fasıla vererek huzurundaki cema’at-i kübraya: “Hele söyleyin. Tebliğ ettim mi?” diye soruyorlardı. Ve her def’asında “Evet!” cevabını alınca bargah-ı izzete tevcih-i hitab ederek “Şahid ol Ya Rab!” buyuruyorlardı. Mes’uliyetin bun dan celi burhanları daha ne olabilir? SURIYE’NIN MAZISINE BIR NAZAR Roma imparatorlarından Augustos zamanında idi ki Beytüllahm’da Hazret-i İsa kadem-zen-i alem-i vücud olmuştu. O devirlerde Suriye kıt’ası Roma imparatorları tarafından mansub procuratörler valiler tarafından idare ediliyordu. Ahali bu valilerin bar-ı giran-ı mezalimi altında kıvranıp duruyorlardı. Hazret-i İsa neşr-i dine başladığı zaman koca Roma İmparatorluğu siyaseten şevket ve azametin evc-i balasını geçmiş inkıraz devresine tamamıyla başlamıştı. Roma’nın zir-i idaresinde bulunan kıtaatta ve bilhassa nefs-i Roma’da ahlak-ı umumiyye büsbütün bozulmuş her yerde Epikür mesleği son derece revac bulmuştu . Romalıların mezhebleri karma karış bir şey idi. Yunanilerle ihtilattan sonra bunların akīde ve ayinlerini de kendi dinlerine karıştırmışlardı. Halbuki mezahib-i Yunaniyye’de en büyük en mukaddes tanılan ma’budlara bile en şeni’ seyyiat-ı ahlakıyye en kabih rezail-i müstehcene isnad edilmiş olduğu esatir-i Yunaniyye’nin mütalaasından anlaşılıyor. Bit-tabi’ bu gibi mezahibe salik olan eşhasda da fezail-i ahlakıyye bulunmaz ve bulunamazdı. Fi’l-hakīka Romalılarda da –bilhassa ınkıraz devreleri başladıktan sonra– her türlü fezail-i necibe her nevi’ me za ya-yı hulukıyyenin büsbütün unutulmuş olduğu anlaşılıyor. Esasen Romalılar zabt ettikleri memalik ahalisinin mu’tekadat ve ayinlerinden hoşlarına gidenleri aynen kabul ederlerdi. Bu hal Romalıların mezheblerinde o derece zıt o kadar münasebetsiz mu’tekadata yol açmıştır ki bunlara inanmakta bugün bir çocuk bile bi-hakkın duçar-ı tereddüd olabilir. Roma’da da aynı hal görülmüştür: Rüesa-yı ruhaniyye bile bu garib akīdelere bu acib ayinlere asla inanmamışlar dinsizliklerini her hareketleriyle i’landan çekinmemişlerdir. Bir ayin-i dini icra ederken bunun garabetine karşı kendileri bile gülmekten men’-i nefs edemezlerdi. Hazret-i İsa neşr-i dine başladığı zaman koca Roma İmparatorluğu baştan başa dinsizlik ahlaksızlık ateşi altında kavrulup yanıyordu. Ekseriyet-i tebe’a ki zulüm ve kahr altında eziliyor mahv oluyordu; kendilerine medar-ı tesliyet olacak bir akīde-i sabiteden bile mahrum bulunuyorlardı. En ziyade zulm ü te’addiye ma’ruz kalan insanlar ise ekseriyeti teşkil eden kitle ve bilhassa üsera sınıfı idi. İ’tisaf ve mezalimin en ziyade hüküm sürdüğü kıtaattan birisi de Suriye idi. Hazret-i Musa’nın telkīnatından inhiraf etmiş yüzlerce peygamberanın tab-fersa mesailerine rağmen tarik-ı hidayete süluk edememiş olan Beni İsrail daha evvel uğradıkları müteaddid felaketlere zamimeten Romalılar tarafından da pek fena ve gaddarane mu’amelelelere ma’ruz kalıyorlar ve bir halaskara dört gözle intizar ediyorlardı. Hicret-i Nebeviyye’den sene evvel bu halaskar gelmiş fakat telkīnatı hoşlarına gitmemiş olduğundan –diğerleri gibi– bunun da düşman-ı bi-emanı kesilmişlerdi. Zulm ü tecavüz altında ezilen Yehudiler intizar ettikleri halaskarın Hazret-i Davud ve Süleyman gibi düşmanlarını kahr edeceğini ümid ediyorlardı. Halbuki Hazret-i İsa “Sağ yanağınıza tokat atana kemal-i hilm ile sol yanağınızı da takdim ediniz. Düşmanlarınızı seviniz size adavet besleyene iyilik ediniz” sözleriyle icra-yı nesayihe başlamış olduğundan Yehudiler menafi’-i zatiyyelerine muvafık görememişlerdi. Fakat Hazret-i İsa mağdur zulm-dide sefalet-zede avam için bir reşaşe-i tesliyet saçmıştı. Roma hiçbir zaman insana bir mevcud nazarıyla bakmamış onu daima bir şey gibi telakkī eylemişti. Zirve-i haşmet ve azametine ıztırabat-ı beşeriyyeye rahm ü şefkat asarı göstermemek suretiyle i’tila eylemiştir. Roma boyunduruğu altına giren akvamdan bazılarının refah ve sa’adet yüzü görmeleri sırf bir tesadüf eseridir. Roma’nın temdini görünmesi de kasda mukarin bir hareket değildi. Roma hiçbir zaman isteyerek bir hiss-i temdini perverde etmemiştir. Bütün harekatında yegane gaye istila gasb ü garetten başka bir şey değildi. Roma hiçbir vakit; hatta inkişaf-ı fikri başladıktan sonra bile; kanun nazarında bütün insanların müsavi olabilmesi hakīkatini anlayamamıştı. metli göstermiş ise de hiçbir vakit kendisinde asar-ı lutufkari tecelli edememiştir. Roma’nın tebe’asına olan zulm ü te’addisinin şiddeti düşünülürse Hıristiyanlığın esbab-ı intişarı pek kolay anlaşılır. Hıristiyanlığın arz-ı Filistin’de zuhuru devrinde Roma’nın din-i kadimi olan Paganizm paganisme büsbütün bir garabet ve za’fiyet peyda eylemişti. Pa ganizm’e bir sistem bir din demek caiz ise; diyebiliriz ki; bu sistem her türlü prensipden her nevi’ teşkilattan mahrum bulunuyordu. Rüesa-yı ruhaniyyeden her birinin ayrı ayrı birer ma’budu vardı. Hiç biri halkın ma’neviyatına hakim olmak üzere bir hey’et-i siyasiyye teşkil edememişlerdi. Vazifeleri ayinlere riyasetten ibaret kalıyordu. Paganizm bedbahd ve zulm-didelere tesliyet bahş olacak hiçbir va’dde bulunamıyordu. O bütün sa’adetlerin ancak dünya yüzünde iktisab edilmesini tavsiye ediyordu. Ahiret hakkında hiçbir va’d ve va’idde bulunmuyordu. İntiharı bedbahtlığa karşı cesur kimselerin son müracaat edecekleri yegane çare gibi tavsiye ediyordu. Halbuki Hıristiyanlık ateşin teheyyücatı har akīdesiyle hayat-ı dünyada mükafat ahirette sa’adet-i sermedi veya azab-ı ebedi va’d ve va’idleriyle ruhlarda derin te’sirler bırakabilecek bir şekilde gelmişti. Bu sebebe mebnidir ki Hazret-i bedbaht en çok zulüm-dide kimseler icabet etmiş Hıristiyanlık en ziyade sefil ve fakīr sunuf arasında intişar eylemiştir. Siyasi bir fikre mebni Hıristiyanlığı kabul eden Roma İmparatoru Kostantin zamanından i’tibaren din-i İsa bir kudret-i kahire iktisabına başlamıştır. Kostantin mağlub olacağını hissettiği bir muharebede sancaklar üzerine Hıristiyanlığın alamet-i farikası olan salibi ta’lik etmek sayesinde askerinin ekseriyetini teşkil eden Hıristiyanların teveccühünü kazanmış ve neticede galebe-i kamileye mazhar olmuştu. Bunun üzerine Kostantin neşr ettiği meşhur Milan fermanı ile Hıristiyanlığı kabul eylediğini Kostantin ile beraber hırs-ı cah düşkünleri birçok putperestler de zahiren imparatorun bu yeni dinine girmişlerdi. Halbuki bu adamlar ruhen kalben henüz putperest idiler. Eski akīdelerine benzetmek için Hıristiyanlığa putperestlikten bir çok şeyler ilave etmeye başladılar. Hıristiyanlığın Roma putperestliği ile karışmasına başlıca Birinci sebeb Kostantin hanedanının nazariyat ve menafi’-i siyasiyyeleri ikinci sebeb de yeni dinin intişar edebilmesi lecekleri bir şekle sokmak arzusudur. Hıristiyanlığın Roma memaliki haricinde asla hüsn-i kabul görememiş olması da ayrıca cay-ı dikkattir. Esbab-ı hakīkıyyenin bunlardan ibaret olduğu Kostantin’in riyakar ve münafıkane mesleğinden pek güzel anlaşılabilir. Fi’l-hakīka Hıristiyanlığın mukaddes e’azımından addolunan bu zalim hükümdar din-i yesu’u kabul etmekle beraber aynı zamanda putperestlere karşı da cemileler teveccühler adat ve ayinlerinden birçok şeyler karıştırmıştır. Hıristiyanlık nerelerde intişar etmiş ise ora ahali-i kadimesinin eski dinlerine ait hurafeleri ayinleri kabul eylemiştir. Roma ve Yunan esatiri Mısır aliheleri –yalnız isimleri değişmek üzere– tedricen ve kamilen Hıristiyanlığa girmiştir. Esasen Kostantin’in darbe-i şemşirinden havfen Hıristiyanlığı kerhen kabul eden kavimler eski akīdelerini de aynen yeni dinlerine getirmişler idi. Bizzat Kostantin bile akīde-i evveliyyesini asla unutamamıştır. Kenise müverrihlerinden bir zat bu hali şu suretle tasvir eylemişti: “Semai şebnemlerden hasıl olarak gizli kanallarla reyyan olan saf ve berrak bir menba’; mecrası uzun ve dolambaçlı büyük bir nehir halini aldıktan sonra; bi’z-zarure geçtiği arazideki toprakların rengini iktisab edeceği gibi; Hıristiyanlık da aralarında intişar ettiği kavimlerin mu’tekadat ve an’anat-ı maziyeleriyle karışa karışa revnak ve safiyet-i asliyyesini külliyyen gaib eylemiştir. Asıl Hıristiyanlık’da vukū’a gelen ilk ta’dilat doğrudan doğruya Museviyyet’in te’siratından neş’et etmiştir. Hıristiyanlık bu te’sirattan kolay kolay kurtulamamıştır. Hatta bizzat Havariyyun arasında bile te’sirat-ı mezkure hakkında mübayenet-i efkar zuhura gelmiş olduğu anlaşılıyor. Hazret-i İsa’nın ilk şakirdleri Havariyyun tamamıyla İbrani kalmışlardı. Esasen Hazret-i Yesu’ din-i Musa’yı itmam için gelmiş olduğunu söylemişti. Bu sebebden ilk Hıristiyanlar hitan icrasına ve din-i Musa ahkamına ri’ayet etmeye i’tina eylemişlerdi. Fakat Hazret-i İsa’dan sene sonra Kudüs-i şerifde ictima’ eden ilk Konsil buna mu’arız bir karar vermiştir. Bunun üzerine o vakte kadar Yahudi sinagoglarının teşkilatına merbut olan kilise teşkilatı değiştirilerek büsbütün başka bir şekle konuldu. Havariyyun; Hıristiyanlığa duhul için; Hazret-i İsa’ya kafi görüyorlardı. Halbuki bilahare Hıristiyanlığa pek çok hurafeler sokulmuştur. Hıristiyanlığın ilk naşirleri Yahudiler olmuştur. Maamafih Hıristiyanlık Yahudiler arasında pek az intişar edebilmiştir. Yahudilerden İseviyeti kabul edenlerin pek az olmasına başlıca Evvela Yahudilerin avam sınıfı Hazret-i İsa’nın saltanat-ı dünyeviyye talebinde olduğu hakkında ahbar-ı Yehud tarafından Saniyen az bir müddet sonra Hıristiyanlık büsbütün başka bir kisve-i nevin almış hususiyle “akīde-i teslis” Yahudilerin an’aneleriyle asla tevafuk edememişti. Bu iki sebebe mebnidir ki o zamanki Yahudiler ta’assub derecesinde bir gayretle din-i aslilerine sarılmışlar vahdaniyet-i ilahiyye akīdesini bir akīde-i milliyye gibi telakkī eylemişlerdi. Paskalya Paque hakkındaki mücadeleler Yahudiliğin Hıristiyanlığa yet vermişti. Esasen Kostantin’in devre-i saltanatından evvel Yahudilerden Hıristiyanlığı kabul edenlerin arkası kesilmişti. Geçende hayli sıkıldım. Benimse bir ukde Sıkınca kalbimi bir türlü evde medresede Medar-ı tesliye bulmaz da ruh-ı bizarım Çıkar kederden uzak bir muhit-i şevk ararım. Fakat bu yerde elemden sümum-ı gamdan uzak Teneffüs eyleyecek bir hava-yı saf aramak Evet muhali temenni demek.. Bizim şehrin Muhiti kalbe kasavet veren bu köhne yerin Nedense mevki’i vareste her letafetden Hayatı okuyacak neşvezar-ı hilkatden. Yukarıda bir tepe vardır ki tırmanıp yalnız Onun esintili sırtında bir hava alırız. Soğukdu gerçi fakat bakmadım biraz tepeye Çıkar da hüznümü ta’dil eder miyim ki diye; Elimde şemsiye çıktım; aman sokaklardan Geçilmiyor; ne kadar çok çamur! Düşen kalkan Arar mısın! Bereket versin elde şemsiyemin Dokundu yardımı; zira dayanmasam mümkün Değil akan o çamurlardan öyle atlayamaz Yuvarlanırdım; onun işte yardımıyla biraz Alıp ferahlanacaktım! Fakat o yerde daha Ziyade ruhumu rencide eyleyen bir hal Görünce dalmışım artık garik-i ye’s ü melal: Şu yanda: Cami’in altında bir sa’at uzayan Mahalleler.. ne dedim? Yok! O bir mezaristan; Ki dar u gir-i ma’işetde bi-mecal-i niza’ Yatıp durur ederek sa’ye hisse fikre veda’! Serabı deşmeye benzer şu bir yığın toprak Öbür tarafda fakat muntazam letafetdar Hıristiyanlara mahsus olan binalar var. Bakın şu onların ancak ianesiyle vücud Bulan müessese: mektep nasıl hayat-efzud!.. Ne intizam ve tekemmül!.. O bir avuç millet Bakın nasıl çalışıp gayret eyliyor! Hayret!.. Neden o makbere olsun bizim mebanimiz? Yazık yazık! “İki günlük hayat-ı fanimiz Mezara dip diri girmek gömülmek istiyoruz. Nedir şu bizdeki gaflet nedir bu süfliyyet?!. Şu mehd-i saltanatı kaplamış keder kasvet. Bu hasbihal ile me’yus idim.. Hemen bir adam: Ki bildiğim hocalardan biriydi verdi selam; Oturdu; şimdi tabi’i kelama mecburuz: Aman hocam nereden böyle? Hiç görüşmüyoruz Nasılsınız? Gibi üç beş lakırdıdan sonra Deşildi derd-i siyaset o bahse geldi sıra: Ne havadis ne yalan! Var yine? Ben hiç gazete Okumam; hepsi yalan! Doğrusu bir kaç hafta Çıkmadım bir yere; pek rahatım.. insan ne kadar Gazete.. Çok şükür Allah’a ki bak bunlara ben Vermedim şimdiye dek on para olsun zaten Onu almak bile caiz değil.. Öyle yalana Vermeyin bir para; hem söyleyiniz de alana: Almasın bir daha; zira o bey’ batıldır. O “Azans mı” nedir? Onları birkaç hınzır Küfre uyudurarak sonra da artık burada O yalanlar hezeyanlar basılırmış kağıda. Pek yakın.. etmeli Allah’a ibadet ta’at! “Çıkıyor her ne ki gelmişse haberde bir bir.” Bunların hepsi alamat-ı kıyametdendir. Bu felaketleri millet görecekdi zaten: Pek yakın çünkü kıyamet; yalnız mağribden Doğuverseydi güneş bir de… – Hocam Lutf ediniz! Oradan doğdu güneş çokdan evet görmediniz Sanırım; hem de diyorlar ki: O Ye’cuc Me’cuc Dabbetü’l-arz denilen şeylerin enva’ı huruc Eylemiş Rumeli’de kalmış ahali bi-huş; Yerler alt üst oluvermiş de kıyamet kopmuş. Şu kalan yurdu da çiğner diye pek korkuyorum! ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- HURUF ZAYIRCE CIFIR’DEKI ---- ESRAR HAKKINDA ---- mübadele-i efkar için birleştiler; genç muhakkık müslümanların emraz-ı ictima’iyyesine tealluk eden mes’ele ve bunun suret-i tedavisi hakkında idare-i kelam; ictihad ve taklid hususundaki re’yini İslamiyet’in bir tarikten ibaret olup – bundan evvel de işaret edildiği üzere– İslamiyet’de ihtilaf ve tefrika caiz olmadığını ihtiyar mukallide izah etmek istedi. Şeyh bunun fikrini anlayınca ondan kaçınarak hemen şu suretle söze başladı: Mukallid: – Geçen muhaveremizde esrar-ı hurufu hastalara şifa vermek hacetleri kaza etmek hususunda bu hurufun yapmış olduğu te’siratı sana zikr etmeyi unutmuştum. Halbuki bu te’sir vaki’ ve nefsü’l-emrdeki tecrübe-i sahiha sin! Çünkü sen muttasıl söylüyorsun ki ilm-i sahih ancak mevcudatın şehadet tecrübe-i sahihanın te’yid eylediği şeylerden ve zayirce vasıtasıyla ulema-i arifin bir takım umur hakkında zuhur etmiştir. Geçen muhaveremizde burasını sükut ile geçiştirmemin sebebi bunlar hakkında mazbut turuk-ı ilmiyye olduğunu bilmiyordum; bunun için hesab-ı cümelde söylediğin şeyi bunlar hakkında da söyleyiverirsin diye korktum. Fakat senden ayrıldıktan sonra zayirce esrar-ı huruf evfak ilminde yed-i tula sahibi olan iki şeyhe –birisi mağribli diğeri Mısırlı– müracaat ettim; onlar bana haber verdiler ki: Muğayyebatı anlamak mechulatı istihrac etmek için bu uluma mahsus usul-i sahiha-i mazbuta vardır binaenaleyh bu ilim mazbut bir ka’ideye malik olmayan hesab-ı cümel gibi değildir. Muhakkık: – Çok insanlar vardır ki: Bu gibi sözlere aldanarak kütüb ve elsinede bu evfak ve hurufun mücerreb sahih olduğuna dair deveran eden şayi’atı tasdik ettiler de “Deyrebi” ve başkalarının yazdığı şeyleri bizzat kendi nefislerinde tecrübeye mecbur oldular; fakat bu kadar tecrübeden elde ettikleri faide nedir? Hiç değil mi? Çünkü defe’at hükmüne giren– şu ka’ideyi vaz’ etmek oldu: “Okurken ferah-yab olur fakat tecrübeye geldi mi hüzün ve matem olmak ma’lum ve mu’ayyen bir sebeb bulunmadıkça hiçbir zaman tahallüf etmemek şartıyla– ben de i’tibar ederim. Bir de o tecrübe sebebiyle o ilmi herkesin kolaylıkla anlayabilmesi lazımdır. Ma’a haza biz görüyoruz ki: Zaman geçtikçe ilim namı verilen bu gibi şeyler insanların malını batıl bir surette yemeye çalışan; adedleri mahdud Deccaller elinde mahsur kalıyor. Eğer bunlara mahsus ilme müstenid bir usul-i sahih olsaydı ulum ve fünun-ı hakīkıyyenin terakkī etmesiyle bunlar da terakkī ve te’ali ederdi; lakin görüyoruz ki ulum-ı sahiha terakkī ettikçe bunlar tedenni ma’arif-i hakīkıyye ileri gittikçe bunlar geride kalıyor. Hatta o kadar ki Avrupa ve Şimali Amerika’nın bir çok yerlerinde bu müsellimler mahv oldu; nam ve şanı ortadan kalktı. Şu halde bunlar ilm-i sihr ilm-i tılsımın füru’undandır. Mukallid: – Artık sus! Çünkü bu ulum hurufda olan bu esrar huruf-ı Arabiyye’nin içinde mahsur müslümanlara mahsusdur. İşte bunun içindir ki bu ulum yalnız suleha-i müslimin ellerinde görülebilir; bu ulumdan onlar istifade eder. Binaenaleyh Avrupa’da bulunmaması onların bu ulum ve esrarı inkar etmelerinden dolayı senin gibilerin de yapamadıklarına gelince: Bunun esbabı şartına tevessül etmemeleridir; zira bunu yapmak için ya ehline ma’lum olan riyazat-i mahsusayı ifa etmeli yahud Cenab-ı Hakk’ın bu ulum ve esrarı bahşetmiş olduğu şeyhden me’zun olmalı. Binaenaleyh tecrübenin hal-i ıttıradda bulunması hiç bir vakit tehallüf etmemesi için bu sebeblerin bulunması lazımdır. rübenin adem-i tehallüfüne daima muttarid bulunmasının vücubuna dair dermiyan ettiğin şarta da tevafuk ediyor. Hem bütün bilad-ı İslamiyye’de şu tecaribin sıhhatine dair tevatür var; sen bunu inkar etmeye kadir misin? Bunların sıhhatine dair daha söylemediğim bir çok şeyler de var; şurası da muhakkaktır ki: Bunlar her hangi bir meclisde zikredildiyse sıhhatine dair pek çoklarının şehadet ettiğini him bir işi görüldüğünü bir kısmı da beladan kurtulduğunu anlattı. Zaten böyle olmasaydı kainat fesada varırdı. Muhakkık: – Şeyhim! Görüyorum ki ayat-ı Kur’an iyye’yi mevzi’inin gayrısına vaz’ etmekten başka bir ictihadın da kalmadı. Çünkü ayet-i kerimesi Hazret-i Davud’un Calut’a karşı olan muharebe ve Davud’un Calut’a karşı mansur ve muzaffer olması siyakında nazil oldu. Nasıl ki kendilerine muharebe açanlara karşı nefislerini müdafaa etmek için müslümanların cihad ile me’zun olmaları hakkında da ayet-i kerimesi nazil olmuştu. Burada sebebin hususunu bırakıp da umum-ı lafzı i’tibar etmek de doğru değildir. Zira esrar-ı huruf mes’elesi bulunduğumuz haddin haricindedir; şu halde buna bir vech-i sahih aramak lazım gelirse o da ümmetin ukūlünü ahlakını a’malini ifsad eden bu gibi i’tikadat-ı hurafiyyeyi benim gibilerin def’ edip atmasıdır. Biz yine mevzu’a dönelim. Bu esrar huruf-ı Arabiyye’ye mahsus demek esrarın huruf-ı Arabiyye için ma’ruf olan eşkal-i mahsusa içinde mahsur olmasını iktiza eder; halbuki huruf-ı Arabiyye el-an pek muhtelifdir: Çünkü şarkta bulunan Arabların Türklerin Acemlerin yazısı Garbdakilerin yazısına muğayirdir; bu asırda bulunan ahalinin yazıları ile sahabe tabiin zamanında mütedavil olan hatt-ı Kufi arasında Şu bida’ ve hurafatın millet-i İslamiyye’de nasıl zuhur ettiğini bilenler eşkal-i hurufa mahsus esrar olduğunu iddia edenlere ta’accüb etmezler. Eğer tarihe muttali’ olsaydın urefa-yı ümmete göre bedihiyyattan olan şu hakayıka karşı Bu misilli bida’ ve hurafat Batıniyye taifesinin fiten ve fesadındandır Batıniyye taifesi ise millet-i İslamiyye arasına fiten ve fesad tohumu eken fırak-ı dallenin en şiddetlilerindendir. Hatta onların ekmiş olduğu fesad tohumu yüzünden tahaddüs eden bela-yı azim bugüne kadar neşv ü nema bulmakta ber-devamdır. Bunların en sonları da Babiyye Bahaiyye fırkalarıdır. Bunların bid’atleri de diğerleri gibi müteşabihata belki de gulat-ı mutasavvife ile Batıniyye beyninde olan iştibaha karşı tasavvufu ileri getirmek kisve-i tasavvufa bürünmekle revac bulmuştur. İşte bu esrar suleha-yı ümmete; yahud onlardan me’zun olanlara mahsusdur dediğin de budur. Onların saçmış olduğu bida’ ve hurafat tohumundan dar ifsadatı yaptı. Bizzat Batınilere gelince: Onların indinde huruf harfin eşkali adedleri yekdiğerine tenasübleri tehalüfleri tabiatleri –Sufiyye mezhebine süluk eden cehele-i müsliminin zannettikleri gibi– “din”in yalnız esrar-ı kemaliyyesinden ma’dud değil belki bunlar “din”in usulünden kavaid-i esasiyyesindendir; hatta bu kavaid ve esas üzerine olan kelamlarını bile –İsmailiyye fırkasının reisi olan Hasan Sabbah ile diğerlerinin yaptığı gibi– ilm-i nücum ilm-i hesab ile mezc ettiler. Hem ben tavaif-i Batıniyye’ye dair Arab tarihlerinde tesadüf ettiğim ahbar ve rivayat ile iktifa etmek de istemedim. Belki bundan başka Avrupa müverrihlerinin keşf edip meydana koydukları şeylerin bir çoklarına da vakıf olduğum gibi “Dürzi Nusayriyye” taifesine mahsus olarak yazılan bazı kitablarda vakıf olduğum şeyleri de bu babdaki tedkīkatıma ziyade ettim. “Dürzi Nusayriyye ” mezhebine ait olmak üzere yazılan bu kitaplar adeta kokuları muhafaza etmek için yapılan hokkalar kıymetli eşya gizleyecek sandıklar gibidir; onlara göre bu kitapları rüesa-yı dinden başka hiçbir kimse ne tab’ edebilir ne içinde yazılı olan şeylere muttali’ olabilir. Mukallid: – Rica ederim; şu gizli kitaplardan bazı şeylere beni de muttali’ kıl göster. Muhakkık: – Bu kitapları ariyet vermek gibi bir semahati hiçbir kimseye karşı ibraz edemem; fakat söylediğim sözlerin sıhhatine dair sende yakīn hasıl etmek için o kitaplardan sana birkaç cümle okurum. Muhakkıkın okuduğu cümleler gelecek haftaya kaldı. EN MÜDHIŞ MARAZ-I ICTIMAI: ---- ... ... ---- Kur’an -ı Hakim... Rakı şarap içmek kumar oynamak..! Ancak a’mal-i şeytaniyyeden bir takım murdar şeylerdir; binaenaleyh fevz ü felaha sa’adet ve selamete ermek müstekreh şeylerdir vazgeçiniz; bu gibi denaet-i ahlak ile muttasıf oldukça sizin için çare-i necat yoktur. Kanun-ı fitri olan Kur’an -ı kerimin bütün evamir ve nevahisi tedkīk edilecek olursa onların ne kadar büyük hikmetleri hamrı kumar oynamayı ve daha bunlara mümasil heyet-i miş fevz ü felahın bunları terk etmekde olduğunu pek şiddetli bir surette beyan etmiştir. Hakīkaten insan biraz aklını başına alıp da düşünecek olursa şu iki illeti –müskirat lu’biyyat– emraz-ı ictima’iyyenin en mühlikleri sırasında görüyor. Çünkü kumar nice buğz ve adavetler ika’ ne kadar adamlar servetler telef etmiş ne kadar hanümanlar söndürmüştür. Alemde nice bin mefasid ve şürur tevlid eden ümmü’l-habais –müskirat– da ne kadar alam ve emraza sebeb olmuş ne kadar canlara kıymış ne kadar aileleri mahv ü perişan eylemiş nice eytam ve aramil bırakmış nice insanları biribirinin canına kasd ettirip suzişli feci’alara badi olmuştur. Bunun için Cenab-ı Münezzilü’lKur’an ; kumar ile hamrın gayet fena olduğunu bildirdikten sonra ümidvar-ı felah ve necat olmak üzere onlardan tehaşi ve mücanebet edilmesini şiddetle emrediyor. Va esefa ki gece ve gündüz evlerinde ellerinde bulunan Kitab-ı aziz bu evamir ve nevahiyi müslümanlara daima telkīn edip dururken; bu müzmin mühlik illete her milletten ziyade müslümanların mübtela olduğunu görüyoruz. Emin Haki Bey Keyfine Bak serlevhasıyla yazmış olduğu manzumede İstanbul’da bulunan halkın halet-i ruhiyyesini pek açık bir tarzda tasvir ediyordu. Ne kadar doğru! Fakat bu maraz yalnız buradakilere mahsus değil; bu öyle müdhiş bir marazdır ki: Her tarafdaki müslümanlara sirayet etmiş hiç birisi de bu marazdan tahlis-i giribana muvaffak olamıyorlar. Evet bu maraz yalnız Osmanlı müslümanların da değil! bugün ecnebi boyunduruğu altında inil inil inleyen müslümanlar da bu halde. Bu sene Sebilürreşad namına Bulgaristan kasabalarında dolaşırken müslümanlar ile Bulgarların halini tedkīk ediyordum. Görüyordum ki Bulgarlar menafi’-i milliyye ve vataniyyesi uğurunda gece ve gündüz alabildiklerine çalışıyorlar; müslümanlar da akşama sabaha kadar tenbelhane olan kahvelerde lu’biyyat ile vakit geçiriyorlar. Oraca hal [ü] vakti yerinde olup fakat ismini tasrih etmek Bulgar’ın eline üç yüz lira takdim ederek kahveden çıkıp gittiğini söylersem pek de ta’accüb etmeyin! Dahası var: Bir köylü amca bir merkebe üzüm yükleterek pazara getiriyor orada birkaç kuruş mukabilinde onu satıyor; pek a’la değil mi? Evet çünkü ticaret… Fakat oradan aldığı beş on kuruş parayı nereye sarf ediyor? Sırtına başına bir elbise mi alıyor; yoksa her ne suretle olursa olsun levazım-ı beytiyyesinden bir noksanını ikmale mi sarf ediyor? Hayır hayır! Bunların hiç birisine değil. Onun sarf edeceği yer ma’lum: “Köçekler”e…! Evet bütün namus ve ismetini beş on kuruşa satıp kahvelerde ala melei’n-nas oynayan Bulgar fahişelerine… Gündüzden üzüm yahud karpuz satılır. Akşam oldu mu arkadaşına haydi bakalım! Nereye…? Köçeklere… Para var mı? Olmaz mı… Bugün bir yük üzüm sattım. Ben de birisine bir merkeb yükü elma verdim. Haydi… Öyle ise bir keyif yapalım! diyerek bu suretle bir sürü köylü toplanıp giderler; gündüz aldığı beş kuruşu akşam Bulgar kızlarının mülevves nasiyesine yapıştırırlar. Hiç hatırımdan çıkmıyor: Bayram akşamı idi; lokantaya gidip iftar ettikten sonra Hotel Metropol’ün –Filibe’de ikamet ettiğim yer– önünde birkaç dakīka kadar tevakkuf edip geleni geçeni seyr ettim. Hotel ile karşı karşıya bir de kahve –köçekhane– var. Geceleri dışarıdakiler görmesin diye penceresine perde çekiyorlar. İçinde Bulgar fahişeleri oynuyor. Bu üç dakīka zarfında köçeklere giren koca külahlı beyaz sakallı müslümanların adedi otuz beşe baliğ oldu; bunlar bir tarafdan köçeklere akın ediyorlarken diğer tarafdan Bulgarlar bunlar ile istihza ediyorlar: “Yarın baryamdır baryamın şerefine Türkler bade-nuş olacaklar” diyorlardı. Ben bunları gördükçe kendi kendime hayret ediyor ve ...! ayet-i kerimesini hatırlıyordum. Fakat bilmem.. Bulgarlar Çatalca’ya geldiği halde hala onların yaptığı daha ehvendir der misiniz? Zannetmem; çünkü onlar bizzat esaret zencirinin altında bulunuyorlar.. Ya Bulgarlar Çatalca’ya geldiği zaman değil top sesi hatta Bulgarların kendi sesleri bile işitilecek derece yakın olan Hadımköyü’nde; “Ver tavlayı kaldır iskanbil kağıdını” diyen erbab-ı imanı ! daraya mı çıkaracağız? Zavallılar meşrubat-ı ruhiyyenin te’siriyle her şeyi unutmuşlar da kendilerini Sofya Filibe Varna önlerinde zannederek. “Keyfine bak!” havasını söyleyip gidiyorlar. Vahdaniyet-i ilahiyyeye olan i’tikadım gibi i’tikad ediyorum ki: Müslümanları istila eden bu müzmin marazların acilen tedavisi çaresine gidilmezse pek yakın bir atide mevcudiyetimiz harita-i alemden ebediyyen silinip gidecektir; hem bunda hiç şüphe edilmemelidir. Çünkü tarihin şehadetiyle sabittir ki meskenete atalete mahkum fesad-ı ahlaka mübtela olan akvamın kuvvet ve saltanatları zail heyet-i mücteme’aları mahv ü muzmahil olmuştur. Şan u şevketin bir kavmin sahife-i mevcudiyetinden tayy edilmesi ancak fezail-i ahlakıyyeye ri’ayet edilmemesinden neş’et eder. Fezail-i ahlakıyye her nevi’ sa’adet ve ikbalin kuvve-i mevcudesidir; onunla refah ve asayiş tecelli eder onunla vifak u ittihad zuhur eyler. Fesad-ı ahlak ise; daha müvalatı fekkedeceğinden mübtelalarını kendi silahlarıyla da onu ta’kīb eder; fesad-ı i’tikad ise mucib-i felaket-i dareyn olur. Ahlak iledir salah-ı alem ahlak ile kaim nizam-ı alem ---- HUTBE VE MEVAIZ ---- ---- HUTBE ---- ---- . . . . . . . . ---- . . – - . . . : . . . . . . . . . . . . . . . – !Ali Şeyhü’l-Arab AFGANİSTAN ---- EMIR ABDURRAHMAN HAN ---- Evvelce de hikaye eylemiştim ki Kabil tahtına geçtiğim sıralarda kat’iyyen rahat edememiş ve guna-gun müşkilata uğramaktan hali kalmamıştım. Henüz Kabil’de yerleşmemiş ve tehiyyat-ı lazimede bulunmamıştım ki cenge gitmeye hem de vatanımda mütemekkin olan akvam ve ahali ile harb etmeye mecbur olmuştum. Muhammed Eyüb Han İngilizlere mağlub olduktan sonra vaktini tedarikat-ı harbiyye ile geçirmiş ve başına haylice kalabalık toplamıştı. Bu def’a Herat’dan kalkıp Kandahar’a doğru yola çıktım. Mukaddema da söylediğim vechile er geç bu muhataraya düşeceğimi biliyordum. Bazı haller de müşarun-ileyhe yardım ediyordu. Ez-cümle: Onun askeri eslihası edevat ve mühimmat-ı harbiyyesi benimkinden ziyade idi. Fazla olarak da bir takım cahil mollalar “Abdurrahman Han İngilizlerin dostudur. Onunla harb eden gazi olur” diye fetva vermişler ve bir takım kimseleri aleyhime ayaklandırmışlardı. Muhammed Eyüb Han’ın on iki bin mu’allem askeri vardı ki zevat-ı atiyyenin kumandasında bulunuyordu: Hüseyin Ali Han Sipehsalar Naib Hafizullah Han Naib Salar General Tac Muhammed Han veled-i Arslan Han-ı Gayacai Serdar Muhammed Hasan Han Muhammed Azim Han’ın torunu Sultan Can-zade Serdar Abdullah Han Nurhan Serdar Abdüsselam Han-ı Kandehari Kadi Muhammed Sa’id-zade Kadi Abdüsselam. Muhammed Eyüb Han; Muhammed Yakub Han-zade Musa Can’ı Şirdil Han-zade Hoşdil Han ve birkaç bin askerle Herat’da bırakmıştı. Tarafımdan Herat’a me’mur olan Serdar Şemseddin ve Haşim Hanlar Gulam Haydar Han-ı Tuhi Sipehsalar Serdar Hoşdil Han-ı Kandehai-zade Muhammed Hasan Han hala Herat valisi bulunan Kadi Sadeddin Han kumandasında olmak üzere yedi tabur nizamiye piyadesi iki batarya top dört tabur nizamiye süvarisi yedi tabur redif piyadesi üç bin vilayeti süvarisini Eyüb Han’ın askerine karşı sevk ettiler. Receb’i sonlarında iki asker “Kariz” namındaki mevki’de birleşip şiddetli bir müsademeye başladı. Kandehariler şeci’ane harb ettiklerinden Eyüb Han’ın süvarilerini bozup ric’ate mecbur eylediler. Fakat düşman zabitlerinden seksen kişi kaçıp kurtulmalarına imkan kalmadığını görünce bil-ittifak bizim ordunun kıblegahına hücum etmeleriyle bizimkiler bir avuç askere karşı duramayıp galib iken mağlub oldular ve Kandehar’a doğru dolu dizgin kaçtılar. Bu harbde Eyüb Han’ın ümerasından Serdar Abdullah Han ile birkaç zabit maktul olmuştu. Eyüb Han gelip muhalefet görmeksizin Kandehar’a girdi. Bizim me’murlardan Haşim Han ile Gulam Haydar Han Kelat tarafına Serdar Muhammed Hasan Han da Mekke’ye firar etti. Serdar Şemseddin Han Kandehar’da Mescid-i Hırka’ya girip tahassun eyledi. Muhammed Eyüb Han müşarun-ileyhin çıkması için eman verdi fakat mescidden çıkar çıkmaz katl etti. Haber-i inhizamı alınca bizzat Kandehar’a gitmeye mecbur oldum. Büyük mahdumum Habibullah Han’ı Kabil hükumetine Sipehsalar Perv[a]ne Han’ı da asker kumandanlığına ta’yin ederek yanımda Gulam Haydar Han-ı Sarhi ve Gulam Haydar Han-ı Tuhi ile on iki bin asker olduğu halde yola çıktım. Tuhi ve Andere ahalisiyle tavaif-i saireden de yirmi bin kişi bana iltihak eyledi. Hülasa: Ale’l-acele hareket ve birkaç gün içinde Timiryan Kal’ası’na muvasalat ettim ki bu kal’a Kandehar’dan bir fersahlık mesafede kaindir. Muhammed Eyüb Han Kandehar’a rub’ fersah bu’dunda ve Hayl-i Molla İlm denilen mevki’de bulunan ordusunu bırakıp şehre gitti. Ramazan’ı sonlarında iki asker eski Kandehar Şehri’nin karşısında tekabül eyledi. Lakin bazı esbab dolayısıyla Muhammed Eyüb Han’ın askeri kuvve-i ma’neviyyesini gayb etmişti. Çünkü: Eyüb Han şehirden çıkıp önümü keseceği yere ordugaha bile gelmedi. Kendisi bana ta’arruz edeceği yerde mevki’-i hamleyi bana bıraktı bu münasebetle de korkaklığını askerine anlatmış oldu. Sonra da harbin uzakta bulunan Çihlzine Dağı’na çıkıp muharebeyi oradan seyr etti. Lede’l-icab hücum emrini vermek için çıktığı dağın arkasına yedi bin süvari gizlediği halde korkusundan ve şaşkınlığından o kuvveti isti’mal eyleyemedi. Müşarun-ileyhin cebanetine rağmen sergerdeleriyle askerleri dilirane harb ettiler. Eski Kandehar Dağı’nın tepesine ta’biye edilmiş olan topları da iyi iş gördü. Muharebe iki saat kadar sürdüğü halde feth ve nusretin hangi tarafa teveccüh edeceği bilinmiyordu. Bizim asker sağ ve sol cenahlardan ilerleyip düşmanı bozdular ve ta’kībe koyuldular. Kıblegah ise benim kumandam altında bulunan ve huzurumla kuvvet-i kalb iktisab eyleyen hassa taburundan bin neferden teşekkül ediyordu. Bir an oldu ki bunlar da ileri atıldılar. Yanımda bir kişiden başkası kalmadı. Mukaddema ma’iyyetimde iken geçenki harbde Muhammed Eyüb Han’a tabi’ olan dört taburda bu sırada benim tarafıma dönüp silahlarını Eyüb Han askerine çevirdiler. Zaten ben mevki’-i hükumete geçmezden evvel ta’lim görmüş olan askerin adeti bu idi; bir muharebede hangi tarafı galib görürlerse derhal ona mu’avenete başlarlardı. Nihayet Eyüb Han’ın askeri de kendisi de Herat’a müteveccihen firar etti. ---- HASBIHAL ---- Ramazan mollasının biri köylüye geceleri duraklı ayetlerle teravih kıldırmış; gündüzleri de Mızraklı Kırk Sual Kara Davud gibi yaşını başını çoktan almış eserlerden va’z etmiş. Lakin bayram gelince heybesini işlemeli çamaşırlarla kesesini fıtralarla zekatlarla doldurmak şöyle dursun cemaatin fukara-yı şakirin kısmı yalnız adamcağızın selametine dua ağniya-yı sabirin zümresi ise sadece kendilerini duadan unutmamasını ricada bulunmuş! Belanın büyüğüne bakın ki: Biçare molla o aralık heybesini de çaldırmış! Şu bir ay süren geceli gündüzlü ibadatın nezd-i Bari’de teraküm etmiş ecrini alabilmek için kıyameti beklemeye değil a gelecek üç ayların vüruduna kadar pineklemeye bile tahammülü olmayan mollacağız bu saygı yoksulu cemaatten öfkesini almak istemiş: “Ey köylü dayılar! Beni bütün Ramazan çalıştırdınız; bu gün on para vermedikten başka heybemi de çaldınız. Lakin ettiğiniz yanınıza kaldı zannetmeyiniz. Ben Kadir gecesi teravih kıldırırken size ayeti mahsus yanlış okudum.” demiş. Köylüler hep bir ağızdan: “Hoca düşündüğün şeye bak! Sen bize ayeti yanlış okudunsa biz de namaza abdestsiz durduk!” cevabını vermiş. * * * Fransızların ne iyi gün dostu ne müslüman düşmanı olduklarını yeni öğrenen Osmanlı uleması: “Artık mekteplerimizden Fransızcayı nefyetmeliyiz; artık Paris’deki talebelerimizi geri almalıyız. Böyle yaparsak intikamımızı almış herifleri kahretmiş oluruz” demeye başladılar. Şimdi şu kuruntularımıza karşı Fransızlar da kalksalar da tıpkı demin söylediğimiz köylüler gibi biz zavallılara deseler ki: “Yaptığınız işe bakınız! Biz lisanımızla sizin hayrınıza değil mahvınıza çalıştık; memleketimize gönderdiğiniz gençlerinize bırakan pek çok oldu. Lakin buradan işe yarar bir meta’ götürebilen hiç denecek kadar az!” Acaba yine bizim ukalamız şöyle bir cevaba karşı ne diyebilecekler? Bir sürü dolambaçlı sözlerin arasından dolaştırdıktan son ra: – Doğrusu ya birader hiç mi hiç ümidim kalmadı ne yapsan nafile… Diyerek meşiyyet-i sem’ ve ısgamı bir çıkmaz sokağa dayayanlara doğrusu canım çok sıkılır oldu. Öyle ya son asır nip bitiriliyoruz diye ellerimizi koltuğumuzun altına koyarak miskin miskin: “Olan oldu biz bir daha belimizi doğrultamayız gideyim şöyle kuytu bir kenara çekileyim de kendi başımın çaresine bakayım gayri bu milletten hayır gelmez.” Nakarat-ı gedayanesiyle artık her şeyden ümidi kesmek yumruklandıkça kanburlaşmak kanburlaştıkça yuvarlanmak mı yaraşır?! Hayır yaraşmaz fakat nedense bazı yufka yüreklilerin için için ümidleri kavrularak güçten kuvvetten düşecek bir hale gelir gibi oldukları mahsus oluyor. Halbuki en büyük felaketler en büyük ümidleri doğurur; bir millet ümidiyle beraber olur; ümid yürekten kaçtı da ye’s korkunç ve ürkünç çehresiyle tepeye çökerek i’lan-ı istiklal etti mi… İşte o zaman hakīkaten her şey oldu bitti son nefes yaklaştı demek olur. O halde bu “ümid” denilen şeyde bir sır bir iksir var ki insana can kan veriyor. Ye’s de onun yerine konmaya daima müheyya bir baykuş; nereye hangi milletin başına konarsa vay haline… * * * Biz hamd olsun kendimizi “ümid”den ye’sin agūşuna atacak bir dereke-i musibete düşmediğimiz gibi uğradığımız ve daha uğrayacağımız tasallutlar tecebbürler ne kadar telkīn ettiği kudsi ve itmi’nan-bahş vesaya tamamıyla ye’se mani’dir. Hatta “ye’s” dinimizde büyük bir günahdır; çünkü Allah’a nefse i’timadsızlık “kunut” kapılarını açar izzet ve rif’at kapılarını kapar. Bizim ümidimiz asla kesilmemelidir; bütün ümidlerimizin başı ma’rifet san’at ve bunların sağlam meyve vermelerini te’min edecek çelik gibi saf ve metin bir ahlaktır; o halde bütün dileklerimiz Ma’arif Nezareti’nin üstüne yığılmıştır; bizi kurtaracak insan gibi yaşatacak insan içine çıkmaya yüz göz verecek o nezarettir. O bize doğru yolları gösterecek bu yollardan geçmenin usulünü adımlarımızın nasıl atılması lazım geleceğini anlatacak yeni yeni temeller atacak sa’adetler kuracak o ekecek memleket biçecek. Maarif Nezareti’nin vazifesi hem pek nazik pek ince hem de pek çoktur. Nezaret Sebilürreşad’ ın geçen haftaki nüshasında münteşir “Ta’mimname”siyle ta’lim ve terbiye hususunda pek doğru hayırlı bir yol tutmak üzere bulunduğunu gösteriyor. Sebilürreşad’ ın dediği gibi o ta’mimname hakīkaten enha-yı ta’lim ve terbiyenin en sağlamlarını cami’ bir fezleke-i beliğu’l-eda idi bir belağ-ı mübin idi. Maarif Nezareti bu tebliğnamede en mühim esaslara temas ediyor: “Medeniyet-i garbiyyenin lüzum-ı iktibası. Hükumetce müesses darü’l-ulumların yetiştirdiği erbab-ı za-yı memalikimiz üzerinde teşekkül eden yeni hükumetlerden bile dun bir mertebede kalmış olmamız. Maarif alemimizdeki durgunluğun semeresizliğin sebebleri. Şimden sonra terbiye ve ta’limde yürünmesi lazım gelen müsbet yollar: Bu memleket ilimsiz ve dinsiz payidar olamaz; taklid ile de nafi’ semereler istihsal edilemez. Programlar ıslah edilecek; terbiye-i diniyye ve ahlakıyye Muallimlik ve mürebbilik vazifelerini der’uhde ederek avamil-i ictima’iyyenin en mühim en mes’uliyetlisini yüklenenler yalnız “sözcü” olmamalı söylediklerini kendileri de yapmalı. Bunlar gayet mühim mes’elelerdir. Bilhassa programlarımızın müteveccih bulunduğu ve bulunması lazım gelen gaye ilim ve din terbiye-i diniyye ve ahlakıyye muallimlerin fazilet-i ilmiyyesi mesaili pek ziyade ta’mika mütehammil mebahisdendir; binaenaleyh bu esaslar üzerine “teşrih” kabilinden bazı mülahazat-ı kasırane bast ve temhidine gayret olunacaktır. ---- HIND YOLUNDA ---- MÜESSIR BIR KONFERANS Geçenlerde Necef’deki Murtazavi Mektebi’nde geçen sene vefat eden müctehid-i merhum Horasani kuddise sırruhu ve tabe serahu hazretlerinin sene-i devriyye-i vefatı münasebetiyle bir ictima’ akd edilmişti. Bu meclisin teşkiline başlıca mağfur-ı müşarun-ileyhin en samimi muhib dostlarından Badkubeli El-Hac Mirza Muhammed Rahim hazretleri tarafından himmet edilmişti. İctima’a gündüzün sa’at yedi alaturkadan ona kadar başlanmış ve huzzarı istikbal ile mevaki’-i mahsusalara yerleştirmek için müteaddid kimseler ta’yin olunmuştu. Gelenlere sigara çay şurub kahve ikram edilip herkesin teşekkürat-ı amikasını celbe sa’y ediliyor idi. Saat on raddelerinde Murtazavi Mektebi talebesinden bir genç efendi tarafından merhumun menakıb-ı ber-güzidesiyle mezaya-yı ilmiyyesini haki Farisiyü’l-ibare mensur bir nutuk okundu. Onu müteakib diğer küçük bir efendi aynı mealde bulunan bir kasideyi kemal-i fesahat ve belağatle tilavet ederek huzzarın sami’alarını taltif ve teşnif eyledi. Minber-i hitabete çıkan üçüncü zat ise Hazret-i Ali efendimiz kerremallahü vechehu hazretlerinin sahn-ı şerifinde küçük çocuklara Kur’an -ı mecid ve elif-ba dersleri veren Farisiyye okudu. Merhumun mezaya-yı ilmiyye ve fıkhiyyesinden talakat ve fesahatinden huzur-ı fikrinden safvet ve selamet-i kalbiyyesinden semahat ve şeca’atinden hasılı bütün secaya-yı mahmudesini birer birer medh ü sitayiş ettiği gibi merhum-ı müşarun-ileyhin İran’dan Necef’e yeni muvasalat eden mahdumu Hacı Mirza Ahmed’in kudum ve muvasaletiyle meclisde hazır bulunan ve benim tam yanımda oturan Aka Mirza Mehdi hazretlerini de bu vesile ile sena ve tahmid edip huzzarın takdirlerine mazhar oldu. Ortalık biraz dindikten sonra bu ictima’ın husulüne çalışan Belbele hazretleri bizzat kürsi-i hitabeti teşrif etti. Elinde tuttuğu not kağıtlarına pek seyrek ve ara sıra müracaat ediyordu. Müşarun-ileyh kendisine mahsus bir halavet-i eda ve metanet-i sada ile not tuttuğu nutku kelime kelime cümle cümle gayet fasih ve beliğane elfaz ile irad ediyordu. Huda bilir bana uzaktan öyle geliyordu ki ağzından inci saçıyordu. Alem-i medeniyyetten ulum-ı asriyye ve cedideden pek uzak ve mehcur kalan Necef gibi bir kasabada böyle natık ve hatiblerin mevcudiyetine ben bir türlü inanmak istemiyordum. Zira burası İstanbul Mısır Avrupa bilad-ı mütemeddinesi gibi olmayıp pek nadir hatta ender olarak böyle konferanslar veriliyor. Buna ne hacet! Daha konferans kelimesinin ma’na-yı hakīkīsini bilmeyenler pek çoktur. Her ne kadar konferansın Arabcası muhadara ve konferans vermenin de karşılığı ilkaü’l-muhadarat ise de Arabcasının da ne olduğunu bilmeyen avam buralarda pek çoktur. Hacı-i müşarun-ileyh hazretlerinin Rusyalı ve Badkubeli bulunması i’tibariyle Avrupalı olduğu yek-nazarda anlaşılır. Bunun için bir Avrupalı kadar asr-ı hazırın şüunat-ı müterakkıyyesine vakıf bulunduğu gibi ulum-ı diniyye ve fıkhiyyeyi çoktan ihraz eylemiş bir zat-ı celilü’s-sıfattır. Necef ve Kerbela’da mukīm olup neşr-i ulum ve ifazatta bulunan ekser müctehidin-i kiramdan müteaddid icazetnameler tahsiline muvaffak olmuş ve el-yevm kendisi bizzat Necef’de ikametle Murtazavi Mektebi’ni te’sis ile müslüman çocuklarının tenvir-i efkarına hizmet etmeyi mukaddes bir vazife-i nazife telakkī etmiştir. Mektebin masarıf-ı te’sisiyyesini kendi cebinden tesviye ettiğini arz edersem bu zatın ne derece sahib-i semahat bir zat-ı ali olduğu anlaşılır. Bu kadarla da iktifa etmeyerek Necef’de bir de kütüb hane ve kiraathane-i İslam teşkiliyle alem-i İslam’da neşr olunan matbuatın celbiyle buralarda okutturulmasını te’min etmiştir. Müşarun-ileyh ittihad-ı İslam tarafdarı olup bu uğurda pek çok çalıştığı için bir aralık Ruslar tarafından pek şiddetle ta’kīb ve tazyik olunduğu gibi maskat-ı re’si olan Rusya’ya avdet etmesiyle ora müteneffizanıyla da muhabere etmemesi esbabı Ruslar tarafından istikmal edilmiştir. Bu zatın pederi Rusya’da servet sahibi olup ulum-ı diniyye tahsili için Necef’e gelen bu çocuğuna vaktiyle bir mikdar akçe tahsis eylemişti. Hacı Mirza Muhammed Rahim ahiren Osmanlı ve İran inkılabat-ı ahiresi esnasında Meşrutiyet uğurunda mebaliğ-i mezkureyi sarf etmiştir. Hasılı müşarun-ileyh el-yevm hıtta-i Irakiyye İslamları arasında zühd ve vera’ ve diyanet ve takva ile tanınmış alim fazıl ulum-ı cedideye –la-siyyema İslam’a tealluk eden aksam ve furu’a– vakıf bir zattır. Umur-ı siyasiyyeden de bi-behre ve nasib değildir. Zira Rusların öteden beri müslümanlar hakkındaki su-i niyyetlerine gereği gibi pek yakından vakıf olup İran işlerinde Rusların oynamış oldukları rollerle çevirdikleri entrikaların hakayıkına layıkıyla muttali’dir. Hacı hazretlerini sevmeyen veyahud daha doğrusu çekemeyen bazı kimseler kendisinin Necef’de Rusya hafiyesi ve Ruslara jurnal vermekte olduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarına delil olmak üzere Ruslar aleyhinde açıktan açığa bulunan ve el-an Rus tabi’iyyetini muhafaza eden Hacı-i müşarun-ileyhe Rusya hükumeti tarafından hiçbir guna tecavüz vukū’ bulmadığını –yegane şahid olarak– ileri sürüyorlar. Diğerleri de müşarun-ileyhin te’sis-kerdesi olan Murtazavi Mektebi’nin mutlaka Rusların parasıyla te’sis ve hakīkaten bu sözlerin hakīkatten asla yeri olmadığı cay-ı tereddüd bile değildir. Çünkü bu zat Rusları açıktan açığa tenkīd ettikten başka kendi mektebinde de daima Ruslar aleyhinde telkīnatta bulunduğu bence sabittir. Böyle bir müessese Rusya politikasını tervic edemeyeceği cihetle Ruslar da budalacasına her yere ve herkese para vermezler. Rusya politikası tabiatiyle Necef’de dal budak salmış ve bunun esbabı ise kağıt üzerine konulamayacak ve tafsilatıyla herkese söylenemeyecek bir şekil ve mahiyette bulunmaktadır. İnşaallah re’s-i karda bulunanlara şifahen arz edeceğim. Bir neticeye destres olmazsam o zaman bildiklerimi efkar-ı umumiyyeye arz eyleyeceğim bedihidir. alem-i İslam’ın mecd ve azamet-i tarihiyyesini vaktiyle vukū’ bulan fütuhat-ı İslamiyyeyi müslümanların şehamet ve celadetlerini alem-i İslam memalikini teşkil eden eski ve yeni coğrafya beynindeki fark ve mübayeneti alem-i İslamiyet’in tedennisine ba’is olan esbabı asar-ı bahireleriyle Müslümanlığın te’alisine hizmet eden fudala şu’ara hukema etibba müneccimin hey’iyyun-ı İslamiyyeyi alem-i darü’l-ilmleri hastahaneleri hasılı İslamiyet’in an’anat-ı tarihiyyesini birer birer vasf u ta’dad ederek tarihin en karanlık ve muntazam noktalarını kendi vukūf ve ma’lumatıyla –adeta bir ziya-yı elektirikī ile– huzzara beyan ve ta’rif etmiş ve onlara debdebe ve darat-ı İslamiyye hakkında gayet mufassal bir fikir vermiştir. En sonra hatib-i müşarun-ileyh kadim ve cedid İslamiyet’le müslümanlar beynindeki tefavüt ve tebayünü göstererek eskilerin ne kadar fa’al ve himmet sahibi olduklarını yenilerin ise son derece tenbel ve tenperest bulunduklarını kendi ata ve babalarından elde ettikleri ulviyet ve şerefi muhafaza etmeksizin cehalet yüzünden zayi’ ve berbad eylediklerini hayret-engiz bir lisan ile mevcud bulunanlara tefhim ve hiç olmazsa bundan sonra rehavet ve atalet vadilerinde daha ziyade puyan olmamalarını suzişli istirhamlarla taleb ederek hatm-i makal dolayısıyla düvel-i İslamiyyeye bilhassa Devlet-i Aliyye’ye asakir-i sonra mevki’-i hitabetten inmiştir. Hacı hazretleri kendi ateşin nutkuyla huzzar üzerine büyük bir te’sir icra ettiğini reye’l-ayn müşahede ettim. Müşarun-ileyhin beyanat-ı hakayık-ihtivasını ısga ve istima’ etmek Hacı Mirza Muhammed Rahim elli yaşına yakın bulunduğu halde cevval bir fikre fa’al bir dimağa malikiyetle kendi payesinde bulunanlara ez-her cihet tekaddüm eder yorgunluğun ne olduğunu bilmez bir zat olduğunu da dermiyan edersem mübalağa etmiş olmam. Hasılı alem-i İslamiyet bu gibi zevattan büyük istifadeler te’min edebilir zannındayım. KONYA’DA ŞEREF-MUKĪM ÇELEBI EFENDI HAZRETLERINE AÇIK MEKTUB Efendim Müttefik Balkanlılarla ettiğimiz harbde yaralanıp yahud hastalanıp hastahanelere gelen mecruh gazilerimizi hükumet ve Hilal-i Ahmer Cem’iyeti kabil olduğīu kadar hastahanelerinde veyahud hastahane haline sokulan sair müessesatta tedavi ettiler. Ma’lum-ı alileri olduğu vechile ecnebi memleketlerinde de Hilal-i Ahmer’imiz gibi Salib-i Ahmer vardır. Fakat Salib-i Ahmerlerin mu’avinleri Hilal-i Ahmer’imizin mu’avinleri gi bi az değil pek çoktur. Hem onların mu’avinleri evvelden çalışmış yaralılara hastalara tıb fenlerinin en son usulleri vechi le bakmayı bilir kimselerdir ki bunlar da hemen umumiyetle ruhbandır. Halbuki bizim de birçok tariklerimiz ve o tariklerin de birçok dedeleri vardır. Lakin dede efendilerimiz arasında yaralılara ve hastalara tıb fenni dairesinde bakacak maatteessüf hemen hiçbir kimse yoktur. Gönül zat-ı alinizin memleketimizdeki dede efendiler arasından tıb fenninin hastalara ve yaralılara bakmak kısmını öğrenmeye hevesli olanlarından bir tabur teşkil edilmesine himmet buyurmanızı yahud tekmil dede efendileri böyle mühim elzem ve insaniyete hadim bir işe teşvik buyurmanızı görmek istiyor. Bakī ihtiramatımın kabulü efendim. DÜN SIIRD’DEN ALDIĞIMIZ TELGRAFDIR Dersaadet’de Sebilürreşad Ceride-i İslamiyesi vasıtasıyla Sadrazam Kamil Hariciye Nazırı Noradonkyan paşalar hazeratına Evrak-ı havadisde görülen Ermeni anasırının vahdet-i Osmaniyye’den ifrazı temenni bil-muhaldir. Yüzlerce senelerden beri aba ve ecdadlarının kanlarıyla yoğurulmuş Kürdistan’ın aşair ve kabailini bir menfa’at uğurunda ifna etmek de temenni bil-muhaldir. Bu kıt’a-i mahrusede kardeşcesine geçinmekte olan anasır-ı muhtelifeyi göz göre biri birine düşman ettirmek ve bu hülya üzerine bunca ebna-yı beşerin müstakbellerini dahi ihlal eylemek münafi-i siyaset ve medeniyyettir. Binaenaleyh aradaki bir takım bed-binane rivayatın red ve tekzibi umum ahali namına kemal-i tehalükle muntazardır ferman. Kanunisani . FILIBE’DE İSLAM ESİRLERI AÇ VE ÇIPLAK! Filibe’de münteşir Tunca Gazetesi’ nin Kanunievvel sene tarihli nüshasından aynen: duğu ukela da nukela da pek kolay isbat olunabilir. Cenab-ı Hak zekatı erkek ve kadına farz olduğunu Kur’an -ı keriminde pek çok yerlerde bildiriyor. Emr ediyor. Üzerimize borç kılıyor. Acaba bunda hikmet-i ilahi nedir? Allahü a’lem İslam’ın şartlarından biri olan zekat fakīr ve garibin yetim ve esirin alil ve marizin açlık ve çıplaklıktan ve binaen aleyh zül ve sualden ve hatta ye’s-i intihardan ve ecel-i kazadan vikayesini te’min etmek için olmalıdır. Böyle olunca bugün bi-hükmi’l-kader Filibe’ye gelen üsera-yı İslamiyye’nin her ne kadar üç-dört bin raddesinde ğil bütün Bulgaristan İslamlarının yardımına muhtac olduğu rına Filibe İslam evlerinden birer ikişer kat çamaşır verildi ise de bunlar kafi olmadığı görülüyor. Hergün; Kur’an-ı Kerim ’in bize ayet-i celilesiyle kardeşiniz diye hitab ettiği o biçare İslamlardan çuval olsun bulamadıklarından ölüp ölüp gidiyorlar. Buna razi olmak üç beş kuruşun bir İslam’dan tatlı olduğuna kani’ olmak demektir. Hükumet ekmeğini veriyor yatacak yer buluyor hastaları hastahaneye gönderiyor. Bize yalnız muhtac olanların örtü ve kısmen çamaşırları kalıyor ki bu da o derece göz dolduracak kadar bir yekun teşkil etmez. Murad edilirse yapılabilir. Servet denilen şey! İşte böyle zamanlarda sahibini aziz eyler. Meşhur sözdür “Ak akçe kara gün içindir” derler. insan hayatında böyle kara günlere ancak bir kere tesadüf eyler. Ey kesesi az çok din kardeşlerine müsaid olan İslamlar: Emvalinden ailesinden haberi olmayan şu gariblerin yalnız örtü ve bitten halasları için birer kat çamaşıra olan ihtiyaçlarını tehvin için her müslüman elinden geldiği kadar gayret eylesin. Cenab-ı Hak bi-payan olan hazinesinden verdiği ni’meti bu gibi fevkalade ahvalde esirgemeyenlere yüz mislini bin mislini vereceğini va’d buyuruyor. Ve’l-hasıl biz Bulgaristan müslümanları bu mağdurine karşı bigane kalmayıp mümkün olduğu kadar yardım edecek olursak vazife-i insaniyye ve İslamiyyemizi ifa etmiş oluruz. JAPONYA’DAN BİR NİDA-YI İTTİHAD Japonya’nın payitahtı olan Tokyo’da intişar eden Uhuvvet-i ğı bir makalede şöyle diyor: “Avrupa türlü türlü hilelerle vesilelerle İslam memalikine hücum ediyor İslam milletleri arasına muhtelif suretlerle nifak ve tefrika sokuyor; Avrupa matbuatı da İslam ve alem-i İslam hakkında bol bol garazkarane neşriyyatta bulunuyorlar.” Uhuvvet-i İslamiyye garbın bütün insafsızca tasalludatını sayıp döktükte sona: “Artık bütün müslümanlar Osmanlılar İranlılar Afganlılar Hindliler… ittihad etmelidirler. Avrupa’nın evlere musallat olan haydudları andıran bu savlet-i bağıyanesine karşı bundan başka çare yoktur. Bugün bütün müslümanlar yegane bab-ı necatımız olan Hilafet-i İslamiyye’nin geçirmekte olduğu halleri endişelerle telakkī ederek onun etrafında toplanmaya çalışmalıdır.” Diyerek sözü kesiyor. Yüz milyon İslam’ı ribka-i esaretinde tutan bir devletin payıtahtında in’ikad etmekte olan sulh konferansı on günden beri munkatı’ olduğu halde murahhaslarımız hala orada pinekleyip durmaktadır. Ehl-i Salib murahhaslarının istiskallerine bile ma’ruz kalmış iken hala o ka’be-i halaskariden ayrılamamaları pek derin bir lah’dan ve kendinden başkasından meded beklemek yakışmaz. Yaşamak kuvveti varsa tevfik-ı ilahiyi te’min etmişse yaşar; yoksa mahv olur gider. Bu bütün milletler için de böyledir. Sünnet-i ilahiyye kanun-ı fıtrat bunun bir üçüncü yolunu göstermemiştir. Dünkü telgraflar Sir Edvar Grey’in hatır-ı şerifi için murahhaslarımızın te’hir-i azimet ettiklerini bildiriyorlardı. Bugün bunun yarın ötekinin hatırı için günler geçip duruyor. Edirne için ise leyte le’alle ile geçen her gün bir hayata bedeldir. Gün geçtikçe eyyam-ı ma’dude-i hayatı son nefese doğru koşuyor! Ehl-i Salib’in maksadı da bu olduğu için Sulh Konferansı Süfera Konferansı diye millet-i Osmaniyye ve ümmet-i İslamiyye’nin hükm-i i’damını sonra şimdi de kelimelerle oynamaya başladılar: “İnkıta’” değil imiş de “ta’til” imiş. Öyle ya bütün Avrupa düvel-i Na sarası kendilerine zahir oluyorken kurşun gülle sarfına; can fedasına ne hacet! Düvel-i müttefika bu sigortalı hücumlarıyla alabildiklerini aldılar alamadıklarını da düvel-i muazzama sulhen kendilerine takdim edecek. İşte şimdi düvel-i müttefika bakī emellerinin te’min-i husulünü babalarının satur-ı siyasetlerine terk ederek kemal-i emn ü istirahatle yan geliyorlar. Biz ise kendi ellerimizle seng-i mezar-ı millete hakkettiğimiz kitabesinin yeşil mi kırmızı mı diye boyanacak rengini ta’yin etmekle meşgulüz. Merd milletler ölürken bile şan ile ölür; biz ise yaşarken de zillet içinde ölürken de zillet içinde. Mes’uliyetsiz hey’et-i Bosna ve Hersek Nizamnamesinin ikinci maddesinde muharrer olduğuna göre: “Cem’iyetin maksad ve vazifesi bütün Bosna-Hersek ulemasını yekvücud ederek kuva-yı müctemi’a-i husus maarif-i diniyyenin tevsi’ine hissiyat-ı İslamiyye’nin takviyesine vezaif-i diniyyenin icrası babında teşvikat-ı lazime zaman ve mekan ve ale’l-husus cehalet saikasıyla ahali-i ref’ine çalışmak ve bir de şubban-ı İslamiyye’ye yek-nesak ve ruh-ı İslam’a muvafık ta’lim ve terbiyenin verilmesi ve sı nıf-ı ulemanın menafi’ ve haysiyetlerini muhafaza ve ilmiyenin layık olduğu dereceye te’ali eylemesi hususuna sa’y ü gayret eylemektir. Bundan maada cem’iyet azasından fakīr olup bir guna tekaüde mazhar olamayanların eytam ve eramiline mu’avenet edeceği gibi fevkalade hallerde bizzat bu gibi a’zasına da dest-i mu’avenet uzatacak ale’l-husus mekatib-i hususiyye ve mekatib-i umumiyye muallimlerinin ve bilcümle eimme ve müderrislerin terfih-i halleri için bilcümle vesait ile çalışacaktır. Cem’iyet cem’iyet-i ilmiyye olarak hiçbir fırka-i siyasiyyeye mensub olmamakla beraber Bosna-Hersek ehl-i İs lam’ı hakkında faideli gördüğü ara ve teşebbüsatı –hangi ta rafdan çıktığını nazar-ı i’tibara almayarak– tervic etmeyi va zife bilecektir. husule gelmesi için cem’iyet: Evvela: Naşir-i efkarı olmak makalat-ı müfide ve lazım gelen nesayihi muhtevi bulunmak üzere bir mecmu’a neşr edecek; saniyen: Dini ilmi kütüb ve resail tab’ ve neşr edecektir.” Tercümesi Ey mü’minler! Kendinizden başkasını sırdaş ittihaz etmeyiniz; onlar sizi fesada vermek sizi mahv u perişan etmekte güçlük çekmezler; onlar daima helakinizi zarar-ı şedid ve meşakkat-i azime içinde bulunmanızı temenni ederler; artık size olan buğz u adavetlerinin şiddeti ağızlarından taşan kelamlarından anlaşıldı ma’ahaza kalblerinde gizledikleri husumete nisbetle bu pek ehvendir; eğer düşünüyorsanız bu hakīkati pek çok ayat ve alamat ile size bildirdik. * * * ’ den me’huzdür; vech-i batın demektir. Nasıl ki vech-i zahire de “zıharet” denir. Burada kendilerine esrar tevdi’ olunacak; millet-i İslamiyye’nin şuunu muhafaza-i hukūku düşmanlarına mukavemetleri hususunda re’yleri ve amelleriyle istiane olunacak kimseler demektir. “ min gayriküm” demektir. ’ den müştaktır; za’f ve taksir ma’nasınadır. ’ in ma’na-yı aslisi hayvana arız olarak onu alam ve ıstırab içinde bırakan fesaddır; da icra-yı te’sir ederek musab olan kimselerin ihtilal-i şuurunu mucib emraz gibi. meşakkat-i şedide; buğz-ı şedid. * * * Ayet-i kerime Al-i İmran Suresi’ne mensubdur; sebeb-i nüzulünde ise müfessirin-i kiram ikiye ayrılmışlardır. İbni İshak Abd bin Humeyd allame-i müfessirinden İbni Cerir’in yet-i İslam’da; İslamiyet’in en şiddetli düşmanı olan Yehudiler lamiyet’in mahv u izmihlali için çalışan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Ecille-i müfessirinden İmam Fahrüddin-i Razi hazretleri de şöyle diyor: Bu ayet-i kerime müslümanların düşmanı olan umum kafirler ile münafıklar hakkında nazil olmuştur; ayetin ma-ba’dinin münafıklara muhtass olması evvelki ayetin umumuna münafi değildir. Çünkü bir ayetin evveli am ahiri has olduğu vakit ahirin hususu evvelin umumuna mani’ olmayacağı usul-i fıkıhda musarrahdır. Müte’ahhirin-i müfessirinden Muhakkık-ı Şehir Mısır Müftisi merhum Şeyh Muhammed Abduh hazretleri de ayetin sebeb-i nüzulü hakkında İbni Cerir’in kavlini ihtiyar etmişlerdir. Biz sebeb-i nüzulünün has yahud am olduğuna bakmayarak yalnız ayet-i kerimenin tarz-ı ifadesine nazar-ı dikkati celb etmek istiyoruz. Bu nass-ı ilahi mü’minleri kendilerinden başkasını sırdaş tevdi’ etmekten nehy ediyor; bununla beraber esrar tevdi’ olunması caiz olmayanların kimler olduğunu da evsaf-ı celilesiyle izah buyuruyor. Bu evsaf-ı celile ister “bitane”nin sıfatı olsun isterse makam-ı ta’lilde bulunsun herhalde esrar tevdi’ olunması caiz olmayan kimseleri beyan ediyor. decek olursa bütün mahlukat üzerinde cari ve herkesce ma’lum olan pek bedihi bir hakīkat-i kat’iyye takrir ettiğini anlamakta hiç güçlük çekmez. Çünkü mahlukat üzerinde cari olan en tabi’i bir kanun varsa o da bütün mahlukatın daima hem-cinsini hem-meşrebini hem-mesleğini sevmesidir; her mahluk mutlaka kendi cinsine meyl ve muhabbet eder; bunun kadar tabi’i bir şey olamaz. Bütün mahlukat böyle olunca eşref-i mahlukat olan insanda bu hasletin daha ziyade olacağı vareste-i izahdır. insan daima hem-cinsine hem-mezhebine… meyl eder; onların menafi’i için çalışır. insan hem-mezhebini bırakıp da kendisine külliyen mugayir olan kimselerin amaline hizmet Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib etmek için mutlaka hayvaniyet derekesinden dun bir mertebede bulunmak lazımdır; kanun-ı fıtrat namus-ı tabiat behemehal bunu icab eder. hakīkat budur. Çünkü bu ayet diyor ki: Ey mü’minler dindaşlarınızı bırakıp da a’da-yı dininizi mahrem-i esrar ittihaz etmeyiniz! Onlar daima hem-cinslerinin menafi’ine çalıştıklarından sizi mahv etmek için ellerinden gelen her hiyanet ve ihaneti yapmaktan bir an geri kalmazlar… Hücec-i ictima’iyyenin en kuvvetlilerinden olan şu nass-ı ezeli hey’et-i ictima’iyye-i beşeriyyenin ne gibi avamil ve müessiratın taht-ı te’sirinde idame-i hayat edebileceklerini ne gibi esbabın sevkiyle vadi-i izmihlale yuvarlanacaklarını pek sarih bir lisan pek kat’i bir ifade ile beyan ediyor. Yaşamak mevcudiyet-i milliyyesini muhafaza etmek isteyen milletler; daima kanun-ı fıtratın nevamis-i tabiatin ahkamına tevfik-ı hareket etmek mecburiyetindedirler. Kanun-ı fıtrattan inhiraf eden milletler daima mahkum-ı inkırazdır; bakınız müfessirin-i müte’ahhirinden bütün dünyaca ilm ü Şeyh Muhammed Abduh hazretleri nasıl düşünüyor: “Diyorlar ki: Memleket devlet muhkem kalelerle müd hiş istihkamlarla muntazam ordularla son sistem esliha-i nariyye ile muhafaza olunur. Evet biz de teslim ederiz ki memleketi devleti sıyanet için herhalde bunlar elzemdir; bunlara malik olmayan bir millet yaşamak hakkını haiz değildir. Fakat şu hakīkat de unutulmamalıdır ki; lüzumu zaruri olan bu kal’alar bu istihkamlar bu esliha-i cedide kendi kendine ne memleketi muhafaza edebilir ne de devleti tehlikeden kurtarabilir.” Bunların memleketi devleti muhafaza edebilmesi için bir şart vardır ki o da lüzumu zaruri olan bu gibi levazımat-ı harbiyyeyi sulh ve müsalemet zamanlarında hüsn-i muhafaza muharebe zamanlarında da hüsn-i suretle isti’mal edecek tecrübe-dide re’y ve hikmet sahibi vatanperver zevat-ı muktedire adam akıllı me’murlar elinde bulundurmaktır. Hatta bu kadar da kafi değildir; bununla beraber memleketin şuununu umur-ı dahiliyye siyaset-i hariciyyesini tedvir refah ve sa’adet yollarını te’min bina-yı mülkü kavaid-i adl üzerine terfi’ ra’iyye-i devleti hudud-ı şeriat önünde tevkīf sonra da memleketin memalik-i saire-i ecnebiyye ile olan; revabıt-ı siyasiyye ictima’iyye iktisadiyyesini murakabe altında bulundurup aralarında olan münasebatı muhafaza hatta memalik-i saireye karşı memleketin siyasetini en yüksek bir mevki’e çıkaracak hazm ve tedbir erbabı maharet ve dirayet ashabı bir takım rical-i muktedire lazımdır. Lakin bu vezaif-i mühimmeyi herkes ifa edemez; bunu kalbi vatan muhabbeti ile bütün evlad-ı vatana karşı şefkat ve merhametle memlu olmalı; hamiyyet-i vataniyye nefsinde daraban etmeli; mesalih-i mülke temas edecek en ufak bir zararla kendisi elem-nak olmalı. Eğer memleketin umur-ı kelimesi yerine sehven yazılmıştır. dahiliyye siyaset-i hariciyyesi kendilerine tevdi’ edilen kim selerde yukarıda ta’dad olunan sıfat-ı fazıla bulunursa o vakit vezaif-i mevdu’alarını layıkı vechile ifa ederek onu halelden sıyanet ederler. taracak buruc-ı müşeyyede kıla’-ı meni’a kuvve-i galibe ancak bu evsaf ile muttasıf olan rical-i hükumettir. Herhangi bir memlekette bulunan hakim vali mutasarrıf… mülhakata birer mektup yazarak oradan hiç zahmetsiz bir çok asker iane… cem’ etmeye muvaffak olabilir; fakat bunu yapmak için yukarıda ta’dad ettiğimiz evsafın bulunması kendi zarurat-ı hayatiyyesi kadar memleketin dahiliyye siyaset-i hariciyyesi kendilerine tevdi’ edilecek kimseleri intihab hususunda kanun-ı fıtrata ittiba’ namus-ı tabiate müra’at etmek de lazımdır; çünkü alem-i insanide vukū’ bulan her nevi’ hataların esbabı nazar-ı tedkīkten geçirilirse mutlaka kanun-ı fıtrattan meyl mahlukattaki sünnet-i tezahür eder. Gayr-i kabil-i teğayyür olan kanun-ı fıtrat bize gösteriyor ki: Bir insanın vatana evlad-ı vatana olan muhabbeti şefkat ve merhameti o kimsenin vatana olan merbutiyeti nisbetinde olur; evlad-ı vatan içinde rüsuh bulmuş bir asla malik onlar ile cinsiyet meşreb mezheb alakasıyla kaynamış olan kimselerin vatana karşı olan muhabbeti ile bu nisbette alaik-ı vataniyyesi olmayan kimseler elbette müsavi olamaz. Binaenaleyh memlekette veliyyü’l-emr üzerine vacib olan bir şey vardır ki o da iş tevdi’ edeceği kimse ya la yetezelzel bir cinsiyet ile veliyyü’l-emre memleketine merbut; daima evlad-ı vatanın sa’adetinden başka bir şey düşünmediği cihetle her vechile onların hürmet ve muhabbetini tevkīr ve ihtiramını kazanmış bir kimse olmalı; veyahud böyle bir cinsiyet ile beraber veliyyü’l-emr olan zat ile de “din” de ictima’ etmeli. Veliyyü’l-emrin bu iki kimseden başkasına din ve cinsiyettir ki her me’muru menafi’-i mülk ü millete bütün samimiyet-i ruhiyyesiyle rabt eder. Ecanibe gelince: Onlar sahib-i mülke ne dinen ne de cinsen muttasıl merbut olmadıklarından onların memlekette bulunmaları bir evde bulunan ecir gibidir. Bir ecirin düşüneceği şey yalnız istifa-i ücrettir. Ev bir takım felaketten masun kalmış yahud sel alıp götürmüş yahud hareket-i arzdan müte’essir olmuş o bunları düşünmez. İşte memlekete alaik-ı cinsiyye alaik-ı diniyye ile merbut olmayan ecnebiler de böyledir. Onlar yalnız kendi menafi’-i hasiselerinin te’minine bakarlar; cinsen dinen merbutiyetleri olmayan bir memleketin ne olup ne olacağını kat’iyyen düşünmezler düşünemezler. Memleket nasıl olursa olsun; fakat elverir ki kendilerinin menfa’atleri muhtel olmasın. Ecanibin bir evde bulunan ecire benzemeleri de vazifelerinde sadık olmalarıyla mukayyeddir; vazife-şinas olmayanlar ise bir ecir kadar da bu memleketi düşünemezler. Çünkü onlar işlerini bitirdikleri gibi doğruca vatan-ı aslilerine gideceklerinden daima mensub oldukları vatanın şuununu hem-cinslerinin menafi’ini düşünürler. Bu memleket evc-i izzete tereffu’ edecek yahud esfel-i safilin-i zilleti bulacak devlet millet ınkıraz vadilerinde sürüklenecek onlar buralarını hiç nazar-ı i’tibara almazlar. Onlar bulundukları yerde daima mensub oldukları milletin menafi’-i siyasiyye ve iktisadiyyesini temhid ve tervic nibin hali de tamamen böyledir; gerek doğrudan doğruya kendi menfa’atleri için memalik-i İslamiyyeye koşanlar gerek birisinde sadakat görülmüyor; onların hepsi daima İslamları aldatmak İslamlara hiyanet etmek onların arasında fitne ve fesad koparmaktan başka hiçbir şey düşünmezler.– Bu hakīkati görmemek için kör işitmemek için sağır olmalı. Her kim ümem-i maziyenin ahvalini bize temsil mahlukatta şuun-ı ibadı tasrifde cari olan sünnet-i ilahiyyeyi hikaye eden tevarihi tetebbu’ ederse görür ki: Bir devletin terakkī ve te’ali etmesi daima umur-ı devlet ve milleti; vatan ve millete sadık efrada tevdi’ etmesi sayesinde olduğu gibi; mahv u izmihlal uçurumlarına sürüklenip gitmesine de unsur-ı ecnebinin vatan ve millete merbutiyet-i tammesi olmayan yabancıların devletin mehamm-ı umurunda yüksek yüksek me’muriyetlerde istihdam edilmeleri sebeb olmuştur. Bu her devlette harab ve izmihlal alametidir; hususiyle o mehamm-ı umurda istihdam olunan ecanib ile devlet arasında birçok zamandan beri münafese ve rekabet olup bununla kanları mezc olunmuş tinetleri acin haline gelmiş bulunursa o zaman izmihlal daha seri’ olur. Evet bazı ahlak ve secaya-yı tabi’iyyede avarız-ı hariciyye sebebiyle fesad arız olduğu gibi ebna-yı din ve milletin hamiyyetinde za’f u fütur hasıl şefkat ve merhameti üzerine noksan tari olur; bunun neticesi olarak e’azım-ı ümmetin mesalih-i memlekete ihtimamları tenakus eder. Eğer ulü’lemr olan zat da bunları hakkıyla ifa-yı vazifeye sevke kadir olamazsa o zaman bu rical-i millet menafi’-i hususiyyelerini feraiz-i amme üzerine takdim ederler. Binaenaleyh ümmetin nizamında halel vaki’ olarak fitne ve fesad zuhur eder. Fakat bu suretle hasıl olan zarar memleketin mehamm-ı umurunda ecnebileri istihdam etmek yüzünden vukū’ bulan zarar u ziyandan pek hafif telafisi ondan pek kolaydır..! den de bilhassa ümera-yı müslimine teessüf etmek için kendimizde bir hak görüyoruz: Zira bugün ümera-yı müslimin bütün umur ve hususlarını; kitabet idare himaye gibi her işlerini ecnebilere teslim bilcümle hususda onları tevkil etmişlerdir. Hatta bu kadarla da iktifa etmeyerek evlerinin içindeki hususi hizmetleri bile ecnebilere tevdi’ ettiler. Fakat bu ecnebilerin memleketlerine olan hırs ve tama’ları anlaşılarak mürebbileri olan ecanib ile müslümanların cenk etmek zamanı pek yakındır. Çünkü bit-tecrübe ma’lum olmuştur ki: Bunlar daima emakelimesi yerine sehven ya nete hiyanet i’zaz olundukça ihanet ihsana isaet tevkīre tahkīr ni’mete küfran lokmaya tokat kendilerine mümaşat edenlerin üstüne çıkmak yaklaşmak arzu edenlere kaçmak Ey ümera-yı şark ey ümera-yı müslimin! Nakz u teğayyürden masun olan ahkam-ı ilahiyye ile tedeyyün edecek zaman hala gelmedi mi? Ey müslüman ümerası! His ve vicdanınıza müracaat edecek zaman hala mı hulul etmedi? Havadis-i eyyamın irşad mesaib-i zamanın delaletiyle amel edeceğiniz vakit gelmedi mi? Hem kendi eliniz hem de a’danızın elleriyle evlerinizi tahrib etmekten vazgeçmek zamanı yaklaşmadı mı? Ey ümera-yı ızam; şurasını yakīnen biliniz ki siz onları ne kadar sevseniz onlar sizi o nisbette tahkīr ederler. [ ] “Artık şimdiye kadar ta’kīb ettikleri yalanın ne olduğunda hiç şüphe kaldı mı?. Ey ümera-yı İslam! Biraz da evlad-ı vatan ihvan-ı dininize doğru müsara’at ve mübaderet ederek ecanibe gösterdiğiniz teveccühün birazını da onlara çevirin; en azim hayr ve menfa’ati en büyük yardımcıyı evlad-ı vatan ihvan-ı din içinde bulacaksınız. Artık bundan sonra olsun sünnet-i tulmak o esfel-i safiline bir daha yuvarlanmamak için evamir ve nevahi-i Sübhaniyyedeki hikmet-i baliğaya müra’at ediniz! Bu felaketlerin esbabını hala görmediniz mi? Anlamadınız mı? Hissetmediniz mi? Bu gaflet bu basiretsizlik ne zamana kadar devam edecek? Aksekili Ahmed Hamdi Din-i İslam’ın te’sis ettiği mes’uliyet –her akl-ı selimin bila-tereddüd kabul edeceği– mes’uliyet-i şahsiyyedir. Hiçbir kimse diğerin amelinden mes’ul olmaz. Muahaze ve itaba uğramaz. Bundan dolayıdır ki din-i İslam aba ve ecdadın ma’siyetinden evlad ve ahfadın mes’ul olmasını mutazammın olan ma’siyet-i asliyye Péché originel nazariyesini pek açık reddediyor. Atideki ayat-ı kerimeyi bir kere okuyalım! – “ = Günah işlemek şanından olan hiçbir kimse diğerin günahını yüklenmez.” Sure-i Zümer ayet Sure-i Fatır ayet Sure-i En’am ayet Sure-i İsra ayet . – “ = Sen onlara de ki: “Allah’a ve Resulüne ita’at ediniz eğer i’raz ederseniz Resulün emr-i tebliğde kendisine tahmil olunan mes’uliyet ancak kendisine emr-i ita’atte de size tahmil olunan mes’uliyet ancak size raci’dir. Maamafih eğer ona Onun vazifesi yalnız açıkça tebliğ etmekten ibarettir.” Sure-i Nur ayet – “ = Ey iman edenler! Siz kendinize bakınız. Siz hidayet yolunda olduktan sonra dalalette kalanların sapıklığından size zarar gelmez. Hepinizin merci’i Allah’dır. Yaptığınız şeyleri işte o zaman size birer birer o bildirir.” Sure-i Maide ayet . – “ = Ey nas! Rabbinizden sakınınız. Öyle bir günden de korkunuz ki hiçbir peder evladına bedel hiçbir mükafat ve mücazata ma’ruz kalmaz. Hiçbir mevlud de kendi pederinden dolayı hiçbir mükafat ve mücazat görmez.” Sure-i Lokman ayet . – “ = İşte onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Kazandıkları kendilerine sizin de kazandığınız kendinizedir. Onların yapmış oldukları şeylerden de siz mes’ul olmazsınız.” Sure-i Bakara ayet . Din-i İslam mes’uliyetin bir kimseden diğer kimseye ta’diyesini yalnız işlenilmiş amelin hayır ve şerrin başkasına sari olmasına kasr ediyor ki bundaki isabet de muhtac-ı izah değildir. Sure-i Nahl’in . ayet-i kerimesinde: – “ = Ta ki onlar kıyamet gününde kendi günahlarını kamilen yüklendikten maada bir de anlamadan dinlemeden ıdlal ettikleri kimselerin günahlarını yüklensinler. Böylelerinin günahı ne fena günahdır!” buyuruluyor. Kezalik bir hadis-i şerifde: “ = Her kim iyi bir adet ihdas ederse hem bu sünnetin ecrine hem de ümmet onunla amil oldukça onların ecri mikdarınca ecre nail olur. Her kim de fena bir adet ihdas ederse kıyamet gününe kadar hem kendi amelinin günahına hem de onunla amil olanların günahına giriftar olur.” buyuruluyor. Diğer bir hadis-i şerifde de: “ = Ademoğlu öldüğü vakitte ameli münkatı’ olur. Yalnız üç şeyde münkatı’ olmaz. Biri sadaka-i cariyye ya’ni köprü mescid hastahane mektep ve emsali hayrat diğeri kendisinden eden bir veled-i salih.” Diğer bir hadis-i şerifde de “ = Hayra delalet eden kimse o hayrı işleyen şerre delalet eden kimse de o şerri işleyen gibidir.” diye varid olmuştur. Görüyorlar ki gerek zikrolunan ayet-i kerime ve gerek müte’akıben irad edilen ehadis-i nebeviyyenin hiç birinde başkasının ameliyle müsab veya mu’akab olacağı gösterilen kimseler esasen amelden hali değildirler. Her birinin kendilerinden başlayıp ahara te’addi ve sirayet eden birer amelleri vardır. Bir kere kendilerinden mes’uliyet-i zatiyyeleri tahtında sadır olmuş birer fi’l-i hayr ve şer vardır. Sonra bu fi’iller birini hayra sevk etmek birinin iktisab edeceği hayra mani’ olmak bir sünnet-i hasene veya şeye ibda’ etmek ta’lim-i ilm etmek ba’de’l-mevt payidar olacak bir sadaka-i cariyye te’sis etmek a’mal-i hayriyyesi başkalarına sari bir evladın hüsn-i terbiyesine i’tina etmek gibi şeyler olduğuna nazaran nef’ ve zararları bittab’ çok zaman temadi ediyor. Binaenaleyh bu nef’ ve zarar temadi ettikçe onlara müterettib sevab ve ıkabdan yani mes’uliyetten münşi-i evvellerinin de hissedar olması pek tabi’idir pek muhıkdır. “ Biz onlara vardı!” Ne yaptım? Yaptığım şeyler serapa züll ü hüsrandı; Basiretler akıllar bir dalal-i hisle doğrandı; Fezail fitnelerden fışkıran yangınla hep yandı. Hakīkat batılın sehpa-yı i’damında sallandı Görenler baktı geçti hakkı yükselmiş güler sandı. Çalışmak oldu çokdan herkesin merdud u menfuru. Niçin uğraşmalı tağyire imkan var mı makduru? Yazılmış alna: insan tali’in makhur ve mağduru; Bu dünya istemezmiş öyle çokluk merd-i gayyuru; Ne yapsın çare yokmuş… Bekliyorlar galiba “Sur”u! Bütün efkarımız a’malimiz dinden uzak düştü Dalaletler fezahatlerle hem-akdam olup üşdü. Sadakat istikamet ağlamış dünyaya küsmüştü. Ta’affüf inlemiş sima-yı fahşaya tükürmüştü. Avakıb-bin olan gözler yaşarmış çünkü: Görmüştü! Riyalar mefsedetler doyma bilmez ihtiraslar var Vatanmış pek azizmiş… Öyle şeyden var mı hiç anlar? “Alırlarmış olur ya isteyenler varsa: Alsınlar!” Diyen haller tavırlar şimdi miskinlerle bir ağlar! Yetiştin bağy-i te’dibe nihayet ey büyük Kahhar! Nedir hürriyyet anlar zannederdik millet Allahım! Der oldu bir de baktık dünkü erzel “Ben de bir şahım!”. Bugün mahcubdur yükselmeden yerlerdedir ahım! – Ne yüzle yalvarır insan da der Ya Rab özür-hahım!– Nasıl ben rahm ü şefkat beklerim. Heyhat gümrahım. Meğer pek dur imiş bizden evet ma’na-yı hürriyyet. Meğer lafdan ibaretmiş bütün da’va-yı hürriyyet. Meğer sersem edermiş bizleri enha-yı hürriyyet. Demek beyhude olmuş hep bizim kavga-yı hürriyyet. Senin kanunların sünnetlerin adildir ey Hallak! Bütün münkad-ı emrin varlığım: Pür vecd ü istiğrak. Senin ayatına mir’atdır enfüs ü afak. Üli’l-ebsar için yokdur bütün bunlarda bir iğlak. Sitemkarane “mü’mindir” demez la’netler eylersin. Bak ey biçare millet artık Allah’dan ne beklersin? Senin ehliyyetin yokken nasıl tutsun zafer versin? Sen ey kudretli Allahım büyüksün adle rehbersin! Sefahet sa’yi boğmuş üstelik bak sit ü şan almış Fazilet mevki’inden düşmüş insaniyyet alçalmış Diyanetden edebden dem vuranlar varsa abdalmış Açılsın gözler artık çıkmasın yollar adem-gaha. Bugün şunlardır insanı eden isal-i şehraha: Diyanet ma’rifet san’at tenezzül etmemek caha Yakışmaz başka haslet şimdi bir kavm-i meded-haha. Zaman rahm etmiyor aldanmıyor bin ah ü eyvaha. Tahammüller gerek tebdil yokdur sünnetullaha! [ Ahzab /]. Yine dün bir alay “olmağla bulunmağla” gibi Hezeyanlarla yoruldum da “Aman ya Rabbi!. Bize ciddiyyeti ibraz edecek bir ferd yok Varsa gönder görelim yoksa gidiş pek bom ..k” Diye şekva ediyorken telefon vurdu: – Alo… – Mutasarrıflığa elkab ! yazalım mı?.. – Ya hu?.. – Bunu kim sorduruyor?.. – Anlamadım?.. – Kim soruyor?... – Mümeyiz bey soruyor. – Bilmiyorum Dur dur dur: Mutasarrıflığa “rahmetli efendim” deyiniz. Diyerek nakılı astım yerine bak işimiz Kalmamış öyle ya!.. Elkabı ! düşünmek sırası?. Oluyorken koca bir memleket el maskarası… Eve geldim mi? O gün çektiğim alam-şedid Piş-i çeşmimde eder her biri bir “resm-i geçid” Geldim akşam yine müstağrak-ı derya-yı keder... Hah na-hah okudum bir iki pejmürde eser. Belki ta’dil-i teessür ederim zu’muyle… Okudum; anlamadım sevdiğim asarı bile. – Yatsıdan sonra gelinmez ama derdleşmek için Sizi tasdi’a karar.. – Yo… buyurun hane sizin. Bilseniz halet-i ruhiyyemi mecnun gibiyim; Hele anlat bakalım var mı havadis?.. – A beyim... Onu hiç sormayınız düştüğümüz pek mühlik: Görünen hufreyi biz kendimiz ihzar ettik. Gülüyor Avrupa tedkīk ederek ahvali Yine uslanmıyoruz; hufre-i izmihlali Muhteris ellerimizle kazıyorken elbet.. Bırakırlar mı? Hazır ortada a’la fırsat. – Ne desen doğru birader! Yalınız Avrupa’nın Bize gösterdiği vaz’iyete bir “kahbe kadın” Bile; merdane değildir.. diye ısrar etse Böyle bir haklı sözü reddedemez bir kimse. – Müşterek bir “nota” dostane imiş ! – Hem ne kadar !… Bundaki maksadı etfal-i sebak-han anlar. Koca bir devleti tehdid ediyorlar resmen “Hani yirminci asır” Türklere barbar ! derken ---- HASBIHAL ---- Vaktiyle Kemal’e demişler ki: “Hayatını kurtarmak ümidiyle çarpınıp duran gah sağına gah soluna başvuran şu zavallı millet için ilerde bir felaket muhakkak görünüyor. Fakat acaba o devre-i felaket ne vakit gelip çatacaktır?” Bu suale karşı Kemal şu hikayeyi söylemiş: “Kır serdarının biri karışık bir rüya görmüş. Gecelediği yer de köy odası imiş. Sabahleyin uyanmış ocak başında tabanlarını kızdıran köy kodamanlarına “içinizde düş yoracak adam var mı?” demiş. Onlar da Halil ammiyi sağlık vermişler. – Ha bakalım Halil ammi şu benim düşümü yoruver. – Hayırdır İnşaallah. – Rabbim hayırlar versin. Bu gece altıma bir hayvan çektiler bindim. Lakin ne idi bilmiyorum. At mı desem eşek mi desem katır mı desem... Sürdüm gittim vakıa bir yerlerden geçtim. Ama farkında değilim: Tarla mı desem çayır mı desem bağ mı desem bahçe mi desem... Derken karşıma mi desem yabancı mı desem hayırlı mı desem hayırsız mı desem dost mu desem düşman mı desem... Uzaktan bir karaltı belirdi. Sanırım büyücek bir yapı idi. Fakat iyi seçemedim: Han mı desem hamam mı desem kışla mı desem mescid mi desem. Halil ammi zimmi gibi ümmi olmakla beraber gayet zeki bir adam imiş. Bu “desem”lerin daha pek çok uzayacağını görünce takati kalmamış: “Anladım oğlum anladım. Allah senin belanı verecek. Çünkü bu gidiş onu gösteriyor! Ama bugün mü desem yarın mı desem yoksa öbür gün mü desem... orasını kestiremeyeceğim!” demiş. * * * Hikaye o kadar açık ki: Hiç izaha tahammülü yok; bizim halimize o derecede uygun ki: Daha iyisi bulunamaz. Evet mesleksizliğin basiretsizliğin bu mertebesi insanı felaket uçurumundan başka bir yere götürmez. Kullandığı vasıtayı geçtiği yolu karşısına çıkan adamı tanımayan hatta tanımak lüzumunu duymayan; rast gelen yolu tutmakta rast gelen gayeye doğru yürümekte tereddüd etmeyen kır serdarı kafalı bir millet için akıbet hayırlı çıksaydı yanlış bir FEZAİL-İ CİHAD HAKKINDA MÜELLEFAT-I OSMANİYYE Cihad ki tahakkuk-ı vücubunda her mü’min için bir emr-i ma’rufdur; bunun fezaili hemen herkesçe icmalen ma’lum hükmündedir. Ancak gazevat ve şehadete müteallik akaid-i mukaddesenin te’sir-i lahutisiyle haiz-i şeref-i giran-baha olan cihad ne gibi ahvalde farz-ı kifaye ve hangi hususatta farz-ı ayndır? Sebeb ve hikmeti nedir? İstita’at-i bedeniyye ve maliyyeye malik olanlara emr eylediği vezaif-i iştirakiyye edeceği mehasin ve mesubat neden ibarettir? Bunlardan ve ukūbat ne dereceye kadar varabilir; az çok bu ahkama teşmil-i vukūf edilmek elzemdir. Ayat-ı kerime ile memduh-ı olan cihad; din namus ve vatan gibi revabıt-ı mu’azzezenin hıfz u te’yidine müteallik olduğu için ehl-i imanın o ahkamı reva görülemez. Mes’ele-i cihada dair dermiyan edilecek bir bahis irad olunacak bir kelam lisan-ı kudret olan ayat-ı kerime-i Kur’an iyye’den iktibas-ı feyz edilmek ve naşir-i hikmet bulunan ehadis-i celile-i Risalet-penahi’den istinare olunmak suretiyle mevzu’ ve gayesinin ulviyyeti nisbetinde müzeyyen ve müdellel olur ise maksud olan te’sir-i beliği husule gelir. Bunun hasiyet-i müessiresi en ziyade irad-ı nutk u hitabetle teşrih-i mezayasına girişildiği vakit ru-nüma olur. Sair furuzat-ı İslamiyye gibi farz-ı cihad hakkında da öğrenilmesi vücub-ı kavi derecesinde bulunan ma’lumat ve vezaif-i meşru’anın neşr u ta’mimi ne mertebe muhassenat-ı aliyyeyi da’i olacağı vareste-i tasvirdir. Binaenaleyh rical-i hasde mündemic ahkam ve dekayık-ı kudsiyyeyi kulub-ı mü’minine nakş u ilka edecek surette şerh ve tebyin eylemeleri arada sırada ihtilas-ı vakt ile bu babda te’lif-i asar ile de ta’mim-i fevaid etmeleri hakīkaten bir vecibe-i hamiyyet ve diyanettir. Gerçi hukūk-ı düvelde hukūk ve icabat-ı harbe dair mebahis-i mühimme mevcud ise de herkesin bunlara tahsil ıttıla’ etmesi muhal ve mes’elenin maddi ve ma’nevi aksamı hakkında kütüb-i fıkhiyyede ve bazı resailde münderic ebhas ve ma’lumat-ı mütenevvi’a ve vecaib-i diniyye ve vataniyyenin idrak ve ihatasına ve semerat-ı mübeccelesinin te’min-i husulüne hakkıyla hadim olacağı bir burhan-ı zi-kemaldir. Hazain-i asar-ı Osmaniyye’den müstefid olduğum sırada müellifin-i Osmaniyyemizin ulum ve fünunun her kısmında tetebbuat ve neşriyyat-ı irşad-karanede bulundukları gibi emr-i cihad hakkında da icra-yı ta’mikat ve tetebbuattan geri durmamak ve bu babda da ahlafa bir hayli asar-ı güzide bırakmak[mış] olduklarını nazar-ı şükran ve minnetle gördüm. Bunların tedarik ve mütalaası ihvan-ı dinin tezayüd-i istifadelerine ve bu mebhasde daha ziyade tenvir-i efkar ve güftar etmelerine medar olur mülahazası zihnime tebadür etti. Binaenaleyh bunların müellifleriyle beraber ber-vech-i zir arz-ı esamisini lazıme-i kadr-şinasi ittihaz eylerim. . Tercüme-i Siyer-i Kebir ’de Aydın’da vefat eden Hoca Münib Efendi tarafından tercüme olunan bu eser-i ali ve cesimin ekser-i mündericatı fezail-i cihad ile buna aid mevadd-ı lazımeden bahis olup matbu’dur. . Risale-i Fezail-i Cihad: ’de İstanbul’da vefat eden Hatib-zade Muhyiddin Efendi tarafından müellefdir. . Risale-i Fezail-i Cihad: ’de İstanbul’da vefat eden Kirmastili Yusuf Efendi tarafından müellefdir. . Risale-i Fezail-i Cihad: ’da Hicaz’da vefat eden Manastırlı Kadi Mahmud Efendi tarafından müellefdir. . Risale-i Fezail-i Cihad: ’de Mısır’da vefat eden Konevi Nuh Efendi tarafından müellefdir. . Mühimmatü’l-Gazi fi Meyadini’l-Megazi: Alay Müftisi Kayseriyeli Mehmed Fikri Efendi tarafından müellef olup matbu’dur. . Risale-i Fezail-i Cihad: ’de İstanbul’da vefat eden Gümüşhaneli Hacı Ahmed Efendi tarafından müellef olup matbu’dur. . Neylü’r-Reşad fi Emri’l-Cihad: ’da tarik-ı hacda vefat eden Mirza-zade Salim Efendi tarafından matbu’dur. . Fezail-i Cihad: ’de Dersaadet’de vefat eden Şair-i meşhur Abdülbakī Efendi tarafından . Rayatü’n-Nasr ve’l-İrşad: ’de Köstendil’de vefat eden Müfti Mehmed Şem’i Efendi tarafından . Seyfü’l-Cihad fi Nasri’l-İbad: ’de Dersaadet’de vefat eden Edirne Müftisi Mehmed Fevzi Efendi tarafından matbu’dur. . İmadü’l-Cihad-Fezailü’l-Cihad: Derviş Ali bin Mustafa-yı Bosnavi tarafından müellefdir. . Nehcü’r-Reşad fi Emri’l-Cihad: Müfti Ahmed Hıfzi Efendi tarafından matbu’dur. . Teşvikatü’l-Ciyad fi’l-Gazv ve’l-Cihad: ’da vefat eden Abdürrezzak bin Abdülfettah-ı Ladikī tarafından . Fezail-i Gaza-Menakıb-ı Cihad: Ali Galib Bey tarafından matbu’dur. . Kevkebü’l-Mes’ud fi Kevkebeti’l-Cünud: ’ de vefat eden Sahhaflar Şeyhi-zade Mehmed Es’ad Efendi tarafından matbu’dur. . Düsturü’l-Mücahidin li-izzi’d-din: Ferikan-ı kiram müteka’idlerinden Kayseriyeli Mustafa Hilmi Paşa tarafından matbu’dur. . Tahrizu’l-Mücahidin: Fuzaladan Hanyalı Ahmed Efendi tarafından. . Risale-i Cihad-ı Kebir: ’de İstanbul’da vefat eden Sahib-i kütübhane Carullah Veliyyüddin Efendi tarafından. . Fezail-i Remy: İbni Ruşen demekle meşhur Şeyh Muhammed Hatib tarafından. . Risale-i İrşadiyye-Fezail-i Cihad: Mithat Paşa Vapuru . Tarikatü’l-Cihad: ’da vatanı olan Mora’nın Teb-İstefe Şehri’nde vefat eden Atina Müftisi Pertevi Ali Efendi tarafından. . Hikmetü’l-Garra’ fi Fezaili’l-Gaza’: Hoca Münib Efendi tarafından. . Terğībü’l-Mücahidin ila Nikayeti A’dai’d-din: Asr-ı Mecid-hanide Şeyhi Alaybaşı İmam Mustafa Asım bin Mehmed. SİROZ FACİALARI Medeni Avrupa’nın hakkı çiğneyerek meydana çıkardıkları Balkan piçleri yirminci asırda veliyy-i ni’metlerine Neronları rahme getiren şeytanlara badi-i hicab olan kanlı lekelerle mülevves bir tarih bir tarih-i feci’a-nüma arz etmekle galiba tahdis-i ni’mete çalışıyorlar. Medeniyetin perestişkarı insaniyetin hami-i şefikı zulmün düşman-ı bi-emanı olduğunu her an her vesile ile şarklılara karşı bir gurur-ı müte’azzımane ile i’lan eden Avrupa tavrıyla muttasıl Şark’a yüklenmek Şark’ı ezmek Hilal’in şa’şaa-i bakıyyesini de büsbütün söndürmek azm-i kat’isini gösteriyor. Garb’ın kürsi-i pür-ihtişamından Şark’a ders-i medeniyyet vermek hülyasıyla dem-güzar olan bizi cehl ile barbarlıkla ne kesif bir gayz-ı ta’assub beslediğine Salib namına açılan şu melhame-i hunin pek suzişli bir vesile-i tezahür olmuştur. Öyle ya! Dört gün evvel Rumeli’de –yine bu kanlı şakīlerin teşvikıyle– zuhur eden hadiseleri müslümanlara atf ederek bizi her gün bir suretle anid ve cebbar bir tavır ile tehdid ve tazyik ve matbuat sütunlarında Türklere karşı en galiz şütumlar savurmakla izhar-ı kin eden medeni Avrupa bugün Salib namına irtikab edilen hetk-i ırzları katliamları yağma ve tahribleri samut u sabur lal ü ebkem yalnız temaşa ediyor ve ihtimal ki bu feci’aları temaşadan; tiyatro sahnelerinde ma’sum mahbusini vahşi hayvanlara parçalatarak zevk-yab olan kurun-ı maziyye insanları kadar olsun; bir hiss-i teessür duymuyor duyamıyor. Bu feci’aları tel’in edecek kadar hissiyat-ı aliyye ile muttasıf olan birkaç ali vicdandan feveran eden sada-yı nefrin ise Balkanlıların dastan-ı zaferleri hakkında mevcedar-ı i’tila olan gulgule-i şapaş arasında sönüp gidiyor. Bedbaht insaniyet! Sen yirminci asırda; binlerce ma’sum çocukların tali’siz genç kızların herem-dide ihtiyarların sırtlan yürekli bir sürü cellad elinde parçalanmasına tahammül edecek nevha-i ma’sumini duyamayacak şeytanları ürküten cinayetleri alkışlayacak bir dereke-i sefileye mi sukūt etmeliydin?.. İnsaniyetperver Avrupa’nın ulvi vicdanları nerede? Times ler Tan lar Figaro lar Daili Mail ler niçin sükut ediyorlar. Niçin mazlumları tahkīr zalimleri tebcil etmek derekesine düşüyorlar. Acaba matem-zede ma’sum bir kitle-i insaniyyenin enin-i vapesinlerini işitmemek için sımah-ı merhametlerini sımsıkı kapamakla vicdani bir teessür olsun hissetmiyorlar mı? Medeniyet pişdarı olduklarını i’landan fariğ olamayan bu münevver ! insanlar ensal-i müstakbelenin huzur-ı adlinde ne kadar vazi’ bir derekeye sukūt ettiklerini düşünerek kızarsınlar! Aman ya Rab! Meğer hırs menfa’at gibi alçak hisler beşeriyeti her türlü mezaya-yı necibeden soyacak kadar bir kudret-i sehhare gösterebilir imiş! Meğer cihana adalet müsavat ve uhuvvet esasat-ı aliyyesini ta’lim iddiasında bulunan bir kısım matbuat politikacılığın pek sefil ihtiraslarıyla fezail-i insaniyye ve icabat-ı ahlakıyyeyi çiğneyecek kadar küçüklüklere tenezzül edebilirmiş! Hayır hayır biz bir insan olmak sıfatıyla beşeriyetin bu kadar mülevves çamurlara bulanacağına kani’ olamıyor ve buna inanmak istemiyoruz. Efsus ki vukū’at hergünkü cilveleriyle bizim bu akīdemizi sarsıyor kuvvetten düşürüyor. Maamafih yine biz muhteris menfa’at-cu Avrupa fevkinde hissiyat-ı necibe fezail-i beşeriyye ile mütehalli bir de mütefekkir Avrupa bulunduğuna kana’at ediyoruz. İşte bu kana’attir ki bize şu satırları yazdırıyor. Polat kadar sert suhur kadar bi-his olan kalbleri bile parçalayacak şena’atlerle mala-mal bir silsile-i hunin teşkil eden Siroz fecayi’ini bu yüksek vicdanlı insaniyetperver erbab-ı medeniyyetin enzar-ı takbihine arz ediyoruz. Balkan mezalimini Balkanlarda dökülen kanları yakılan hanümanları boğazlanan ma’sum insanları Salib’in bir muzafferiyeti şeklinde pür-gurur alkışlayan sefil politikacıların bi-his vicdanları bu feci’ levhalardan da müte’essir olmayacağını bilmez değiliz. Onlar her tarafı kaplayan bu yığın yığın ecsadın nehirler teşkil eden bu ma’sum kanlarının aç perişan sürünen bu hiss-i teessür ve merhamet göstermeyeceklerdir. Çünkü köyleri kasabaları vadileri yaylaları dolduran cesedler İslam idiler. Akıtılan ma’sum kanları müslüman çocukları İslam kadınlarıdır. Yoksullukla açlıkla hastalıkla telef olmaya mahkum olan bu bir sürü insanlar Salib’in ribka-i himayesinden haric müslümanlardır! Onların yalnız müslüman olmaları kendilerinin ahkam-ı medeniyyeden haric tutulmalarına insan sayılmamalarına yegane ve kavi bir sebebdir. Din-i İsa’nın tezallüm-nüma bir timsal-i şefkati olması atılması bile bunların kin-i intıfa-na-pezirlerini söndüremedi hala da söndüremiyor!... Balkan hükumetlerinin hıristiyanların tahlisi ! için açtıkları bu harb-i meş’umda ebedi bir leke olup kalmayak mıdır. Medeni Avrupa kendi dinlerinin vesile-i zulm ü kahr olmasına daha ne vakte kadar tahammül edeceklerdir! Bütün insanlara bir hilm-i şefakatkar ta’lim eden bir karıncanın bile incitilmesini en büyük bir günah suretinde gösteren Hazret-i İsa namına irtikab olunan fazihalar şüphe yok ki cezasız kalmayacak bir gün pek müdhiş bir aksi te’sir gösterecek bugün piramen-i Arş’a kadar yükselen vaveyla-yı ma’sumin feza-i bi-payan içinde boş yere sönüp gitmeyecektir. * * * Bu hafta idarehanemize hüviyetleri bizce ma’lum zulm-dide iki dindaş müracaat ederek Bulgarların Siroz ve mülhakatında irtikab ettikleri hunin feci’aların nakliyle kalblerimizi pür-hun dimağlarımızı dağdar-ı te’ellüm eylediler. En hain sırtlanlardan daha hun-riz olan Bulgar canilerinin kanlı pençelerinden bir takrib kurtulup İstanbul’a gelebilmiş olan bu bedbaht müslümanları dinlerken a’mak-ı sinemizden kopan hıçkırıkları zabt edemeyerek şehekat-ı elem-nakimizle onların hemdem-i eşk-barı olmuştuk. Bu hunin feci’alar o kadar dehhaş o nisbette siba’ane bir tarzda cereyan etmiş ki insan vicdan ve merhamet denilen mezaya-yı beşeriyyeden büsbütün tecerrüd etmiş şeytan tinetli yılan kalbli bu bir sürü u’cube-i mezalimle beşer namı altında birleştiğini görerek insan olduğuna peşiman olacağı Vatanın bedbaht bir parçasında Rumeli’nin zümürrüdin balkanlarında adaların rengin gülistanlarında İslamların yirminci asırda Salib namına uğradıkları bu müdhiş kahırlar o bi-eman zulümler bütün milletin hafıza-i intikamında daima sızlar bir ceriha halinde kalmalı ve kalacaktır. Bugün mülevves çamurlar altında çiğnenen namus-ı milleti yarın yükseltmek yükseltebilmek hunin pençeler arasında ezilen ma’sum dindaşları hain canavarların mülevves kucaklarında titreyen müslüman kızlarını kurtarmak bu zulümlerin daraban etmeli ruhlarımız daha cevval ve hassas olmalı damarlarımızda ecdadımızın hun-ı hamaseti daha ziyade bir faaliyetle cevelan etmelidir. Yirminci asr-ı medeniyetin bu feci’a-dide bedbahtları Siroz istilasını Siroz katli’ammını bize şu suretle nakl eylediler: Teşrinievvel’in yirmi üçüncü Salı günü akşamı Bulgarların Siroz’a yaklaştıkları haberi bir sür’at-i berkıyye ile her tarafa şayi’ oldu. Esasen Siroz Bulgar istilasına uğrayan mülhakattan vürud etmiş olan muhacirin ile ma-la-mal idi. Bu haber üzerine me’murin-i mülkiyye ve askeriyye şehri terk ve Selanik’e müteveccihen hareket ettiler. Bulgarların tab’-ı hun-rizlerini pek güzel takdir eden mültecilerin naklettikleri menakıb-ı hunin ile pür-dehşet ve hiras olan ahali o geceyi korkunç bir kabus-ı telaş içinde geçirdiler. Ertesi Çarşamba günü anat-ı müdhişeye bir sahne-i feci’adar olacaktı. Fi’l-hakīka o gün kan içiciliği ile meşhur Bulgar eşkiyasından Zankof ma’iyyetindeki on beş şakī ile Siroz’a dahil olarak şehri tesellüm etti. Zankof yerli Bulgarlarla birlikte Çarşamba Perşembe ve Cuma günleri ahali-i silahlar yerli Bulgar ve Rumlara tevzi’ olunuyordu. Teşrinievvel’in . Cumartesi gün General Kovaçef re girdiler. General şehirde bulunan müstahfız zabitan ve efrad-ı Osmaniyye’nin hükumete celb edilmesi emrini verdi. Bu vesile ile müsellah eşkiya İslam evlerine hücum ederek topladıkları beş altı bin İslam’ı hapishanelere doldurdular. Bedbaht İslamlar bu suretle hapishaneye doldurulduktan sonra saat sekiz buçukta insaniyet için ezeli bir leke olarak sahaif-i tarihi telvis edecek hunin safhalar başladı. Generalin emriyle; yüz yirmi bedbaht İslam; o gün hükumet içinde kurşuna dizildiler. General tüyleri ürperten bu kanlı manzarayı bir zevk-ı siba’ane ile temaşa ediyor zemin-i mezalimde al kanlar içinde çırpınan bu bedbaht şehidlerin can çekişmelerini seyrederek eğleniyordu. Ortada hiçbir sebep yok iken mücerred yerli şakīlerin teşvikıyla irtikab edilen bu fazihanın kurban-ı gadri olanlar arasında henüz unfüvan-ı şebabetine doyamamış gençler bulunduğu gibi herem-dide ak sakallı bir çok ihtiyarlar da vardı. Sirozca ma’ruf Sarışaban’dan Gazillili tütün tüccarı Hüseyin Efendi ile biraderi Müderris Emin Efendi Berber Tahsin Efendi Hacı Hüsnü Efendi-zade Haydar Efendi gibi zevat da bu miyanda zümre-i şühedaya iltihak eylemişlerdir. Fecayi’ bununla hitama ermedi. Bu hunin vak’a bilahare zuhur edecek olan kanlı hadiselerin bir mukaddimesi tevali eylemiştir. Generalin emriyle Bulgar askeri yerli Bulgarlar kudurmuş canavarlar gibi çarşılara İslam mahallerine hücuma başladılar. Aman ya Rab! O ne müdhiş manzara idi. Bir kıyamettir koptu. Zavallı İslamların vaveyla-yı ma’sumini künbed-i asmanı titretiyor canhıraş sadalar ortalığa dehhaş bir gulgule salıyordu. Koşanlar ölenler düşenler bağıranlar al kanlar içinde sürüklenenler kadınların nevehatı çocukların bağrışmaları hiç evet hiçbir şey bu kudurmuş canavarları durduramıyor müte’essir edemiyordu. Onlar muttasıl kesiyorlar vuruyorlar öldürüyorlar parçalıyorlar!.. Ve yine muttasıl doğruyorlardı. Aman ya Rab! O ne haldi o ne müdhiş manzara-i hunin idi! Bu esnada nakıl o manzara-yı müdhişeyi tekrar görüyormuş gibi bir lerze-i nefret ve hirasla silkindi. Derin derin le doğruldu. Müste’idd-i seyelan olan eşk-i teessür baran misal gözlerinden akıyor ve bizi de ağlatıyordu. Ra’şedar bir oof!... çektikten sonra yine sözüne devamla: Evet bu öyle müdhiş bir manzara idi ki yadı bile bugün tüylerimi ürpertiyor kalbimi parçalıyor ruhumu lerzedar ediyor. Tarih-i beşeriyyetin silinmez bir lekesi olan bugünde çarşıda pazarda handa dükkanda evde otelde ihtiyar genç tesadüf edebildikleri bin iki yüz İslam’ı bin iki yüz bedbahtı bir suret-i feci’ada doğradılar katl ettiler. Katliam pek müdhiş pek insafsız idi. Evvelce Bulgarlar tarafından hapishaneye tıkılmış olanlarla ötede beride; bodrumlarda kuyularda tavan aralarında; saklanabilenlerden başka bir ferd kurtulamadı. Sokaklar parçalanmış doğranmış kesilmiş vurulmuş gün sokak ortalarında kaldı. Caniler artık öldürecek kimse bulamayıncaya kadar cinayetlerinde devam ettiler. Fecayi’ bununla da bitmemişti. Selanik’de Yunanlılara teslim olan efraddan olup memleketlerine avdetlerine müsa’ade edilen dört yüz Osmanlı askeri General Kovaçefin emriyle piyade kışlası arkasında hainane kurşuna dizildiler. Katliam Cumartesi günü akşamına kadar bütün Hapishaneye tıkılmış olan İslamlar mahalli Rum eşraf ve metropolidinin şefa’atiyle Pazar günü saat dörtte tahliye edildiler. Katliamdan sonra yağma ve tahrib başladı. Bulgar askeriyle yerli hıristiyanlar çarşılara atıldılar. İslam dükkanlarının kapıları kırıldı. Ne buldularsa bir habbe bırakmamak üzere yağma ettiler. Siroz’da beş yüz kadar İslam mağazası vardı. Kaffesi yağma edildi. Yalnız Bezzaz Mehmed ve Tuhafiyeci Veysel Efendilerin dükkanları yağmadan kurtulabildiler. Mehmed Efendi’nin dükkanına komşuları tarafından haç konulduğundan ve Veysel Efendi’nin dükkanı ise içinde bulunan Rum’un dükkanın kendisine ait olduğunu iddia etmiş olduğundan yağmadan kurtulabilmişlerdir. Dükkanlar yağma edildikten sonra yerli Hıristiyanlardan her biri yanına birkaç Bulgar askeri alarak İslam evlerine ta’arruz ve yağmaya başladılar. Hiçbir hane bu yağmadan kurtulamamıştır. Bulgar askerleri evlerde bulabildikleri para ve zi-kıymet mücevheratı aldıktan sonra mütebakī eşya ve erzak yerli hıristiyanlar tarafından toplanılarak kendi hanelerine nakledildiler. Yağma esnasında hapishaneden çıkarılan eşraf ve ulema-i mahalliyyeden bir çokları pek feci’ hakarate ma’ruz kalmışlardır. Meşahir-i ulemadan vera’ ve ittikasıyla ma’ruf Topal Ovalı Müderris Hafız Hasan Efendi’nin hanesine giren şakīler evi tam takır soyduktan sonra mücerred İslamların en büyük alimine en şeni’ hakareti yapmak için müşarun-ileyhin sakallarını yoldular elbiselerini don ve gömleğe varıncaya kadar soyarak anadan doğma çırıl çıplak yaptıktan sonra dipçikler tükürükler altında sokak sokak dolaştırdılar. Yine ulemadan Çilingir-zade Ubeydullah ve Mekteb-i leri yağma olunduktan sonra biçareler süngüler dipçiklerle bi-tab ü tüvan kalıncaya kadar darb edildiler tecavüzat-ı siba’anenin enva’ına ma’ruz kaldılar. Sarıkları parçalanarak boğazlarına takıldı. El-yevm Siroz sancağı dahilinde katliamdan kurtularak kalabilen İslamlarda yiyecek giyecek namına hiçbir şey kalmamıştır. Hepsi aç susuz çırıl çıplak her an her dakīka ölüme intizar ediyorlar. Eşrafın çiftlikleri yağma edildi. Ekserisinin binalarını bile yaktılar. Şimdi Siroz ve mülhakatında hiçbir kimse ne fes ne de sarık giyebiliyorlar. Sokağa çıkabilenler başlarına Bulgar şobaraları giymek mecburiyetindedir. Eşrafdan Akıl Bey dan Müfti-zade Esad Bey Rum mu’teberanından bazılarının hanelerine iltica etmek suretiyle tahlis-i nefs edebilmişlerdir. Meb’us-ı sabık Derviş Bey’’i aramak bahanesiyle İslam mahallatını süngülü Bulgar askerleri muhasara ettiler. Ve Müfti İsameddin Efendi’nin hanesini bu vesile ile yağma ederek eşya ve nukūd namına hiçbir şey bırakmadılar. Bulgarlar Siroz’a girdikleri zaman zabitandan Ustuyef namında bir zalimi mutasarrıf yapmışlardı. Bu gaddar tamam bir buçuk ay icra-yı mezalim ettikten sonra yerine Bulgaristan’ın Atina Sefir-i sabıkı Hamamciyef isminde diğer bir hain geldi. Daha sonra Volkof isminde bir de vali-i umumi gönderildi. İslam eşrafı can ve mallarının muhafazası ne “Canınızı kurtarmayı düşününüz mal kaygısı ne lazım!” cevabıyla Bulgaristan’ın ta’kīb ettiği meslek-i siyaseti anlatmış oldu. Siroz fecayi’ini eşkiyaya isnad eden medeni Avrupa hükumetlerinin kulakları çınlasın!.. Generaller ve daha doğrusu Kral Ferdinand hükumeti Rumeli’deki İslamları kökünden kazımak mesleğini ta’kīb etmemiş olsalardı eşkiya bir kimseyi bile öldüremezlerdi. Hem ne lazım gerek eşkiya ve gerek askere İslamları katl ve mallarını yağma etmeyi emreden bizzat Avrupa’nın tebcil ettiği medeniyet ordularının kumandanları generallerdir bunları gözümüzle gördük kulağımızla Ferdinand’ın oğlu Prens Boris’in emriyle bir İslam köyü tamamıyla yakıldı. Ahalisi kadın; erkek çocuk bir tane kalmayıncaya kadar barbarane boğazlandılar!... Eski Cami’ namıyla ma’ruf Sultan Murad Hüdavendigar Cami’-i şerifi’nin minareleri yıkılarak kiliseye tahvil edildi. Şimdi bu ma’bed-i kudsinin bala-yı künbedinde ezan-ı Muhammedi yerine çan sesleri tanin-endaz oluyor. Diğer cevami’-i şerifenin kilimleri şamdanları Ka’be örtüleri Sofya’ya gönderildi. Bazılarının tahtaları Bulgar askerleri tarafından sökülerek yakıldı. Şimdi bu cami’ler ahır haline kalb edilerek reddin-i Simavi hazretlerinin türbesi abdesthane yapıldı. Bulgar canileri dirileri öldürmek ma’bedleri tahrib etmekle de iktifa edemediler. Makabir-i İslamiyye bile bu kalbsiz barbarların tahribatından kurtulamadı. Mezar taşları ve sandukalar kamilen kırıldı. Mezarları hak ile yeksan edildi. Siroz’da henüz kaçıp kurtulamayan bedbaht ve bi-kes tini size hakkıyla anlatabilmek için kelime bulamıyorum. Aç susuz sefil perişan her gün her gece canilerin hücumlarına ma’ruz binlerce sefalet-zede aileler bu müdhiş cehennemden kurtulmak kurtarılmak için titriyorlar yalvarıyorlar. Hilalin zir-i şefkatinde hizmetkarlık uşaklık etmeyi bile cana minnet biliyorlar. Hükumetimizin kendilerini yılan kalbli bu hainler elinden kurtararak Anadolu’ya nakl etmek teşebbüsünde bulunmasını ağlayarak sızlayarak niyaz ediyorlar. Siroz fecayi’i böyle! Mülhakata gelince: Kaza ve köylerin bir kısım ahalisi evvelce Siroz’a hicret etmişlerdi. Bu bedbahtlar da Siroz’da aynı fecayi’e daha müdhiş bir surette ma’ruz kalmışlardır. Mutasarrıf Ustuyef ile Polis Müdirliğine köylerine avdet etmeleri emrini ısdar ve i’lan eylediler. Kafile-i muhacirin Bulgar eşkiya ve asakiri arasında şehirden çıkarılarak meydan-ı i’dama sevk edildiler. Şehirden uzaklaştıktan sonra bu kafile-i mahkumin miyanındaki erkekler çocuklarının kadınlarının asmanlar titreten feryad ü figanı karşısında kamilen doğranıldılar. Kadınlarla henüz sinn-i temyize vasıl olamayan çocukların başlarına haç konularak tanassur ettirdiler. Zorla Hıristiyan yapılan bu zavallılar elan Bulgar canilerinin pençe-i hunini altında eziliyorlar. Şimdi size kazaların ahval-i fecayi’-nümasına dair kanlı vak’aları nakl edeyim: Bulgarlar Petriç kazasına girdikleri zaman hüsn ü anı tenasüb-i endamı ile meşhur beş yüz kadar bakir İslam kızlarını toplayarak hükumet konağına doldurdular. Namus ve ismetini cani pençelerin hain ihtiraslarından kurtarmak hükumet konağı pençeresinden atarak intihar etti. Cevher-i namusunun kanlı dişler arasında parçalanmasını görmekten Bedbaht kız! Bugün piramen-i arşa i’tila eden ruh-ı ismetin nevehat-ı can-güdazıyla şüphe yok arş-ı berini bile lerzedar etmiştir. Emin ol ki sen ölmedin! Bugün yaralanmış bir şir gi bi karşısındaki sansarlara ateş-i kin ve intikam püsküren bir milletin kalb-i ihtiramında ebediyyen yaşayacaksın!... Analarının agūş-ı şefkatinden gasb edilerek hükumet konağına cem’ edilen bu beş yüz İslam kızı kardeşlerinin bedbaht analarının vaveyla-yı enindarı arasında hediye olarak Sofya’ya gönderildiler. Petriç Kazası’na tabi’ bütün İslam köylüleri tanassur ettirildiler. Menlik kazasındaki bütün İslam köyleri ihrak edildi. katliamdan kurtulan İslam kadın ve çocukları Bulgar hanelerinde hizmetçilik ve uşaklıkla istihdam ediliyorlar. Katliamın en ziyade şiddet ve dehşeti Razlık kazasında vukū’a gelmiştir. Razlık’da erkek kadın ve çocuk namına hiçbir İslam kalmamıştır. Bulgarlar bu bedbahtları kamilen cami’lere evlere doldurup suret-i feci’ada ihrak eylediler. Nevrekop kazasında kasaba dahilinde ancak otuz kadar müslüman hanesi kalmıştır. Diğerleri kamilen yakıldılar. Camilere köylüleri Bulgarca iyi bildiklerinden bunlar katliamdan kurtulabildiler. Cümlesi tanassur ettirildi. Gençler askere alınarak Bulgaristan’a sevk edildiler. Kızlar yerli Bulgarlara tezvic edildi. Ahalisi tanassur ettirilen köyler miyanında Satofça Platina ile Dospat havalisini ta’dad edebiliriz. Cuma-i Bala kazası da Nevrekop’un ma’ruz kaldığı tahribattan kurtulamamıştır. Demirhisar kazasına mülhak bütün İslam köyleri kamilen katliam edildiler. Ahalisi sırf İslam’dan ibaret olan Tuzculu Karyesi’nde bugün tek bir müslüman kalmamıştır. Bunların arazi ve haneleri Bahtiyar Çiftliği’ndeki Bulgarlara bahş ve tevzi’ edildi. Vetirna Karyesi’nde bir günde iki yüz elli onlar da tanassur etmiştir. Aşağı Poroy Yukarı Poroy nahiyeleriyle Matişa Şogova köylerindeki İslamlar kamilen katl edildiler. Bugün Demirhisar mülhakatında hiçbir İslam kalmamıştır. Yalnız Poroylu Salim Bey tanassur etmek ve hemşiresini de bir Bulgar eşkiya reisine tezvic etmek suretiyle katliamdan kurtulabilmiştir. Kamilen tanassur eden birkaç İslam köylerinin imamlarını papas yaptılar. Demirhisar’daki müslümanlar evlerinin kuyularına atılmak suretiyle öldürülmüşlerdir. Tahkīk etmek labilirler. Zihne kazası ahalisinin kısm-ı küllisi Rum idi. Bunlar da Bulgarlara bakarak İslamları aynı suretle boğazlamışlar kadınları ve çocukları Hıristiyan yapmışlardır. Zihne’de on beş ferdden mürekkeb olan bir aileden yalnız bir kişi kaçarak kurtulabilmiş diğerleri kamilen gaddarane boğazlanmışlardır. Tanassur ettirilen İslamlar edvar-ı maziyenin putperest ayinlerini andıracak merasime tabi’ tutuluyorlar: Hangi köy kadın ve çocukları Hıristiyan yapılacaksa evvela çarşafları çıkarılarak Deccal alayını andırır bir nümayişle kiliseye sevk olunuyorlar. Memleketin bütün genç ve ihtiyar Bulgar erkekleri huzurunda bu kadıncağızlar anadan doğma çırıl çıplak soyulduktan sonra yine bu kalabalık önünde papaslar tarafından zeytin yağlı bir suya sokularak vaftiz ayini icra ediyorlar. Bu ayini müteakib zavallı kadın artık Hıristiyan olmuş addediliyor. Vaftiz edilen İslam kızları Hıristiyan gençlerine tevzi’ olunuyor ve bu suretle Salib’in perestişkaranı çoğaltılıyor. Düğünlerde İslam kızlarına genç kadınlarına şarab içirilerek Bulgar gençleriyle hora tepmeye mecbur tutuluyorlar. Cebren tanassur ettirilen müslümanların perhizi bozmamaları için Bulgarlar kendilerini gece yarılarına kadar sıkı bir nezaret tahtında tutuyorlar. Siroz Sancağı dahilinde yetmiş iki bin İslam vardı. Yetmiş iki bin İslam’dan cebren tanassur ettirilenlerle beraber bugün ancak yirmi bin kişi kalabilmiştir. Mütebakī elli iki bin bedbaht Bulgarlar tarafından vahşiyane boğazlamışlardır. Hıristiyanlığın halaskari olan Bulgar canilerinin Salib namına Hıristiyaniyet yirminci asırda din namına reva görülen şu kanlı faci’alardan acaba utanıp sıkılmayacak mı? Bu fecayi’i bütün matbuat-ı İslamiyye’nin nakl etmeleri rica olunuyor. Şeyhülislam Cemaleddin Efendi hazretlerinin mahdum-ı alileri ve Terbiye-i İslamiyye Cem’iyeti Katib-i Umumisi Ahmed Muhtar Beyefendi Saltanat-ı Osmaniyye’nin felaket-i gazetesinde bir makale neşr etmişlerdir. Muhtar Beyefendi daha evvel yine İkdam ’da intişar eden iki makalesiyle “Avrupalılaşmak” lüzumunu iddia etmiş ve bu yol ta’kīb edilmedikçe bizim için inkıraz ve izmihlalden kurtulmak mümkün olamayacağını samimi bir lisan-ı teessürle tasvir eylemişti. Fakat bu makalelerde ne suretle Avrupalılaşacağımıza dair bir şey söylenmemişti. Bu haftaki makale bize bu yolu madde be-madde tasrih ediyor gösteriyor. Muhtar Bey’in mütalaasına nazaran Saltanat-ı Osmaniyye ve Hilafet-i İslamiyye’nin felaket-i izmihlalden tahlisi için seri’an tedabir-i atiyyenin tatbiki lazım imiş. Müşarun-ileyh tedabir-i mezkureyi madde madde ber-vech-i ati ta’dad ediyorlar: “Evvelen – Hukūk-ı esasiyye mütebahhirin-i ulemasından Fransız Muallim Esmen Hükumat-ı Müttehide-i Ameri ka Kanun-ı Esasisi’ne dair te’lifat-ı güzin sahibi İngiliz Brays gibi üç dört zat celb ederek ve bunlara hukūk-şinas ve u lema-yı rical-i devletten birkaç zat da terfik ile “saltanat-ı meş ru’a” esasına mübteni ve bu mülk ü milletin ihtiyacatına bi-hakkın muvafık bir kanun-ı esasi tanzim ve tasdik-i cenab-ı padişahiye iktiran ettirip der-akab mevki’-i tatbike koymak. Saniyen – Fransa’nın Cezayir vali-i sabıkı Mösyö Junar ve İngiltere’nin Hindistan ve Kap müstemlekeleri valiliklerinde bulunmuş olan Lord Mento ve Lord Kromer gibi teaddid valiliklerde bulunmuş lisan-aşina birkaç zat terfik ile vilayatın ahval-i hususiyyesine muvafık ve devletin vahdet-i siyasiyyesine edna mertebe halel getirmeyecek bir surette ve adem-i merkeziyet esasına mübteni bir vilayat kanunu tanzim ve tasdik-i hümayuna iktiran ettirerek hemen tatbikine mübaşeret eylemek. Salisen – Birinci komisyona ahval-i ictima’iyyemize ve halkımızın derece-i ilm ü kabiliyetine muvafık bir intihab-ı meb’usan kanunu ile vükela-yı devletin mes’uliyet-i siyasiyye ve cezaiyyelerine dair bir kanun ve ikinci komisyona da nasb ve azl terfi’ ve terakkī-i me’murine dair bir statut des fonctionnaires tanzim ve tasdik-ı hümayuna iktiran ettirip mevki’-i tatbike vaz’ eylemek. Bu üç kanun kanun-ı esasinin ecza-yı mütemmimesinden ma’dud ve bir müddet tatbik olunup tebdil ve ta’dilleri lüzumu bit-tecrübe ta’yin ve tahakkuk eylemedikçe ve ta’dillerine a’yan ve meb’usanın sülüsan-ı ekseriyetiyle karar verilmedikçe la-yeteğayyer olmalıdır. Rabi’an – Harbiye ve Bahriye nezaretlerini dünyanın birinci devlet-i bahriyyesi olan İngiltere ve ikinci devlet-i askeriyyesi olan Fransa’da olduğu gibi sivillere tevdi’ eylemek fakat ordunun ve mekatib-i askeriyyenin tensik ve ıslahı için salahiyet-i kamile ile ve ordularda bil-fi’l ta’lim ve terbiyeye nezaret ve teşkilatı icra ve mekatibde muallimlik etmek üzere celbine me’zun olmak şartıyla gayet namdar bir general ve bahriye için de aynı şerait ile şöhretli bir amiral getirmek. Hamisen – Jandarmanın ıslah ve tensikını ta’lim ve terbiyesini ve ma’iyyeti hakkında azl ü tebdil taltif ve terfi’ salahiyetini haiz olmak üzere ma’ruf bir jandarma generaline tevdi’ etmek ve generale kendisine merbut ve tabi’ olmak ve muallim ve müfettiş sıfatıyla her vilayet merkezinde eylemek hak ve salahiyetini vermek. Sadisen – Nafi’a ve Zira’at nezaretlerine bu nezaretlerin tekmil umur ve mu’amelatını tensik ve bütün imtiyazat ve ihalatın şerait ve mukavelatını tedkīk eylemek vilayat me’murin-i nafi’a ve zira’iyyesinin ahval ve icraatlarını teftiş fenniyye celb edebilmek salahiyetini haiz olmak üzere gayet şöhret-şi’ar birer mütehassıs celb etmek. Sabi’an– Posta ve Telgraf Nezareti’ni Müdiriyet-i Umumiyyeye tahvil ile bu müdiriyet-i umumiyyeye ve Rusumat Müdiriyet-i Umumiyesi’ne salahiyet-i vasi’a ile birer mütehassıs celb ve ta’yin etmek ve bunlara lüzum gördükleri kadar me’murin-i fenniyye celbine me’zuniyet vermek. Saminen – Avrupa’da tanılmış büyük bir pedagog –terbiye-i etfal alimi– celb ile –İstanbul ve vilayat mekatibini teftiş için istediği kadar mütehassıs getirmeye me’zun olmak üzere– Ma’arif Nezareti’mizin baştan başa tensik ve ıslahını ve usul-i terbiye ve tahsilimizin tebdil ve tekmilini salahiyet-i kamile ile bu zata terk eylemek. Tasi’an – Frengi ve ısıtma gibi emraz-ı müdhişenin izalesi ve nesil ve ırkımızın mahv u izmihlalden tahlisi için ittihazı lazım gelen tedabiri ta’yin ve tatbik eylemek üzere bir heyet-i tıbbiyye teşkil ve bunun riyasetine Dahiliye Nezareti müşaviri olarak celb edilecek namdar bir ecnebi mütehassısını –istediği kadar müfettiş celbine salahiyeti olmak üzere– ta’yin eylemek. Aşiren – Pek büyük ve pek şöhretli bir maliye mütehassısı celb ile umur-ı maliyyemizin baştan başa ıslah ve tensikını –diğerleri gibi istediği kadar müfettiş ve şu’abat müdiri celbine me’zun olmak üzere– salahiyet-i kamile ile bu zata tevdi’ etmek. Bombay ve Kalküta gibi Hindistan’ın büyük şehirlerinden birinde polis müdir-i umumiliği hizmetini ifa eylemiş gayet namdar bir zat celb olunarak İstanbul polisinin tensik ve ıslahına –salahiyet-i kamile ve lüzum gördüğü kadar müfettiş ve muallim getirmeye me’zun olmak şartıyla– me’mur ve şehrimiz belediyesinin hidemat-ı sıhhiyye ve tanzifiyye ve sairesini tertib ve tanzim için yine bir çok nikat-ı nazardan ale’l-husus ahalinin ahlak mişvarı ve i’tiyadatı cihetiyle İstanbul’a müşabih bulunan Kalküta ve Bombay gibi büyük şehirlerin birinin idaresinde bulunmuş büyük bir mütehassısı –yine istediği kadar mühendisler ve sair fen me’murları celbine salahiyeti olmak ve re’y ve tedbiri tamamen nafiz ve makbul bulunmak şartıyla– Şehremaneti Müşavirliği’ne ta’yin eylemek. hukūk-şinas müşavir celb etmek ve adliye müşavirinin riyaseti altında bir komisyona ticaret ve hukūk ve sair kanunlarımızı Salis aşer – Müşavir-i Sadaret ünvanını haiz olmak ve daima sadrazam ile müşavere ve mübahase etmek ve bütün müşavirin ve mütehassisinin mu’amelat ve icraatını taht-ı murakabede bulundurmak ve bunların metalib ve tekalifini derece-i nihayede tedkīk ederek hey’et-i vükelaya arz eylemek üzere pek namdar ve haysiyetli bir siyasi celb eylemek. Rabi’ aşer – Bu müşavir ve mütehassıslar celb edilip cümlesi ifa-yı vazifeye başlayarak işlerimizi ve ahvalimizi tamamen anladıktan ve ihtiyacatımızı bi-hakkın tedkīk eyledikten sonra herbirinin tertib ve tanzim edeceği layihalar mucebince ordu ve bahriye ve jandarma ve umur-ı nafi’a ve zira’iyye ve sıhhiye ve saire için def’aten ve acilen yapılması nezareti altında; elli altmış milyon liralık bir istikraz akd ederek bu hey’et-i müşavirin ve mütehassisinin nezareti altında bütün bu levazım ve umurun tedarik ve ifasına mübaşeret olunmak. Böyle yapılırsa Avrupa elli altmış milyon değil yüz milyon lira ikraz eder.” Şeyhülislam Efendi-zadenin Avrupalılaşmaktan maksadları ne olduğunun hakkıyla anlaşılabilmesi için kari’lerin bu maddeleri tekrar okumalarını tavsiye ederiz. Öyle ya! On sekiz seneden beri mukadderat-ı memleketi le makam-ı fetvayı işgal etmiş olan bir zatın necl-i nebili için ruh-ı idaredeki fenalıkları iyiden iyiye anlayamamak mümkün müdür? Ba-husus Muhtar Beyefendi’nin daha mektep çağında iken; bu bedbaht memlekette; senelerce sırasıyla kaymakamlık mutasarrıflık ve valiliklerde bulunarak iktidar ve reviyyeti tecrübe ve dirayeti ile temayüz eden zevatın ğundan su-i idareyi pek yakından görüp takdir etmiş ve bu memleketin niçin ve ne yolda inkıraza sürüklendiğini pek güzel anlayabilmiştir. Binaenaleyh Muhtar Beyefendi’nin vatanın yegare çare-i halası olmak üzere tavsiye ettikleri tedabir-i mühimme herhalde dikkatle ve tekrar tekrar okunulmaya layıktır. Hasta adamın tedavisi için şimdiye kadar gelip geçmiş Osmanlı siyasilerinin bilhassa dört seneden beri muhtelif levn ü şekilde ortaya atılan Bismark yamaklarının bulamadıkları ilacın mahiyeti ale’l-ade bir def’a okumakla mümkün değil anlaşılamaz. tar Bey’in keşf ettiği Avrupalılaşmak usul-i nevini bugün bir kısmını istemeyerek terk ettiğimiz vatanın kısm-ı diğerini de isteye isteye bir ecnebi müsta’meresi yapmak demekmiş! Biz ise Terbiye-i İslamiye Cem’iyeti katib-i umumisi ve şeyhülislam efendinin mahdum-ı alileri beyefendinin Avrupalılaşmaktan maksadları ahlak-ı diniyye ve an’anat-ı milliyyemizi muhafaza etmek şartıyla memleketimizde Avrupa ilim ve irfanını neşre çalışmak gibi bir fikir olacağını zannetmiştik. Meğerse yanılmışız. Müşarun-ileyhin beyanatından anladık ki kendi mütalaalarınca “Avrupalılaşmak” mukadderat-ı memleketi bu memleketle asla bir münasebeti olmayan bu yaralı vatanda yeniden açılacak cerihalardan yüreği hiçbir vakit sızlamayacak olan bilakis burada bulundukça memleketin zararına bir takım amal-i siyasiyye ta’kīb etmeleri muhtemel bulunan alay alay ecnebilere tevdi’ etmekten ibaretmiş! Biz Avrupa irfanından Avrupa tarz-ı idaresinden Avru palı mütehassıslarından istifade etmeyelim demek istemiyoruz. Biz de Darülfünun kürsilerinde nafi’a ve zira’at dairelerinde polis ve jandarma tensikına me’mur zevat arasında Avrupalı erbab-ı ihtisas görmek istiyoruz. Çünkü memleketin buna kat’i ihtiyacı var. Fakat şimdiye kadar emile emile menabi’-i hayatiyyesi kurumuş olan bu bedbaht vatana sürü sürü ecnebiler doldurarak ma’nen maddeten bir Avrupa müstemlekesi yapılmasına bir türlü akıl erdiremiyoruz. Bir takımlarının bu vatanda büyüdükleri bu tali’siz vatana merbut oldukları halde mahafil-i esrar-ı devlete nüfuz eder etmez bir çok ihanet irtikab ettikleri hakkında binlerce şevahid varken ecnebi bir siyasiyi Sadaret müşaviri sıfatıyla Babıali’ye sokarak menafi’-i Hilafet ve saltanatı esrar-ı siyasiyye-i devleti bunun dest-i emanetine tevdi’ etmek bilemeyiz ne feci’ netayic tevlid eder. Biz senelerce saray ve Babıali’de mühim bir rol ifa etmiş olan ve bu def’a uzun müddet Avrupa’da ikamet ederek pek derin ve vakıfane tetebbuatta bulunması icab eden Muhtar Bey’den memleket ve muhitce şayan-ı kabul ve tatbik ve bir şeyhülislam efendinin necl-i necibine layık tedabir-i saibe beklerdik! Bir de her daire için Avrupa’dan sürülerce Frenk celbi tavsiye edildiği halde en ziyade muhtac-ı ıslah olan Bab-ı Meşihat’in unutulması bize pek garib geliyor! Acaba şeyhülislam efendi-zade buranın ıslahı hakkında ne gibi tedabir düşünüyorlar?.. Muhtar Bey’in vesayasını mütalaa ettikten sonra kari’lerin tefsir kısmımızdaki Şeyh Abduh merhumun mütala’at-ı amikalarını gözden geçirmeleri tavsiye olunur. Nihayet Avrupa yüzündeki medeniyet maskesini attı; altından iki bin senelik jenk-i dalal ve küfrüyle katmerleşmiş nasırlanmış olan çehre-i celladanesi bütün kerahet-i gulyanesiyle kendini gösterdi; şimdiye kadar bütün cihandaki mezalim ve menakıb-ı merdüm-haranesini kayd eden tarih-i insaniyyet fotoğrafını almak için bundan menfur bundan vahşet-engiz sima-yı hakīkīsini bulamaz. dedikçe gözümüze “Yirminci asır medeniyetini!” sokanlar işte bugün bu hail-i hakayık-ı ahvali görüp ibret-bin olsunlar. Müslümanları yekdiğerine bağlamakta olan yegane rabıtayı rabıta-i i’tisam bil- Kur’an ı za’ifletmek çürütmek için bize karşı diyanete ehemmiyet vermez gibi görünen Avrupa bugün –nur-ı ilahiyi söndürmek maksadıyla– Salib bayrağı altında küçük büyük baştan aşağı öyle bir surette i’tilaf ve ittifak ettiler ki bütün kainat temelinden sarsıldı bütün alem-i İslam zelzeleye tutuldu. Avrupa’nın dört küçük vahşi hükumeti kasaplık vazifesini der’uhde ederek Rumeli’yi mazlum kanlarıyla boyadılar ateş-i tufanlarıyla cehennemler icad ettiler. Altı büyük medeni! devleti ise tamam müslümanlar kendini topladığı sırada bütün siyaset-i gaddaraneleriyle Babıali’ye yüklendiler. cidaller Tevhid ile Teslis’in nur ile zulmetin hak ile batılın çarpışmasından ibarettir. Ne çare ki müslümanlar bu cidal-i ezeliyi layıkıyla derpiş-i mülahaza eylemedikleri için cihan zulmet-i küfrün istilasına ma’ruz kaldı. Ma’ahaza bu da – ceza-yı amelimiz olmak üzere– bir cilve-i Sübhaniyyedir. Eyyam-ı galibiyet ve mağlubiyet karanlık gecenin elbet bir sabahü’l-hayrı vardır. Gece olur arz zulmet içinde kalır; fakat güneş batmaz. Zulmet-i küfr afitab-ı tevhidi imha edemez. Bu cidalde en büyük şeref nur-ı hakīkat müdafi’leri tarafındadır. O halde müslümanlar Allah’ın kendilerine tevdi’ ettiği vazifenin azamet ve ulviyetini takdir ederek artık uyansınlar zulmetleri parçalayarak cihan-ı beşeriyyeti nur-ı Tevhid ile doldursunlar muşa’şa’ ve müntakim bir istikbale hazırlansınlar. Adalar Denizi’nde – Hamidiye kravözörü zabitan ve efrad-ı şeca’at-nihadı büyük bir kahramanlık göstererek tek başına denize açılmış Yunanlıların bir üssü’l-bahrisi olan Şira Adası’nı önünde nagehani arz-ı endam-ı mehabet ederek kömür depolarını barut ve elektrik fabrikalarını bombardıman ile tahrib etmiş Makedonya’nın kumandanı namındaki mu’avin kruvazörü batırmaya mecbur etmiştir. Diğer Yunan adaları önünde de bazı nümayişler yaptıktan sonra Portsaid’e azimetle zahire ve erzak alarak Bahr-i Ahmer’e müteveccihen hareket etmiştir. § Bir tarafdan Hamidiye ortalığa dehşet saçarken diğer tarafdan donanmamız kuvve-i külliyyesiyle boğazdan huruc ederek Bozca ile Limni adaları arasında Yunan donanmasıyla çarpışmış Averof’u fena halde zedelemiş düşmanın birkaç torpidosunu batırdıktan başka diğer zırhlılarında da mühim hasarat ika’ına muvaffak olmuş ve düşman donanmasını mecbur-ı firar etmiştir. Lehü’l-hamd donanmamız ehemmiyetsiz hasarata duçar olarak bazı şüheda ve mecruhin cümlesinden razi olsun. Yanya’da – Osmanlı Ajansı’nın iş’arına göre Selanik’den varid olan bir telgrafnamede Yunanlıların Pizani’de yeni bir hezimete uğradıkları bildirilmektedir. Bu hezimet-i kat’iyye Selanik’de bulunan bütün Yunan asakiri üzerinde fevkalade bir su-i te’sir hasıl ettiği gibi son derecede kuvve-i ma’neviyyelerini kırmıştır. Beşinci Alay vapurlara irkabı emrine bi’z-zarure sarf-ı nazar olunmuştur. Yunan askeri miyanında firar pek sıklaşmıştır. ordularına karşı ümid edildiği vechile mukavemet göstermeyen Arnavudlar ecnebi istilasının ne olduğunu anladıktan; canları pırasa gibi doğrandıktan haneleri tahrib mamelekleri yağma edildikten isimlerini ağızlara aldırmadıkları ailelerinin şena’ati olduktan sonra akılları başlarına gelmiş; şimdi hepsi muşlar büyük bir kitle teşkil ederek her tarafda Sırblara hücumlara tecavüzlere başlamışlar taraf taraf muvaffakiyetler te’min etmişlerdir. Cenab-ı Hak yardımcıları olsun. * * * Müzakerat-ı sulhiyyenin inkıta’ından beri hazırlanmakta olup Babıali’nin maniye’nin i’damı hakkındaki i’lam nihayet Cuma günü Babıali’ye birlikte gelen düvel-i muazzama süferası tarafından Marki Pallaviçini yediyle Saltanat-ı Seniyye-i Osmaniyye ve Hilafet-i Celile-i İslamiyye’nin Hariciye Nazırı Noradonkyan Efendi’ye merasim-i mahsusa ile tebliğ olunmuş ve müte’akıben sefirler Babıali’den müfarakat etmişlerdir. Noradonkyan Efendi notayı müstashiben Sadrazam Kamil Paşa hazretlerine götürmüş açıp mütalaa etmişler mündericat ve mezaminine ba’de’l-vukūf müzakerata başlamışlardır. Saltanat-ı Osmaniyye’nin Hilafet-i Celile-i kadderat-ı atiyyesine tealluk edecek olan cevabi nota İfham gazetesinin istihbarat-ı mahsusasına göre Hariciye Nazırı Noradonkyan Efendi tarafından tahrir olunup Meclis-i Vükela’ya takdim olunmuş “farzımuhal olarak Edirne verilirse mutalebatın arkası alınıp alınamayacağına notada Osmanlı maliyesine edileceği bildirilen mu’avenetin neden ibaret olacağına” dair süfera-yı Osmaniyye vasıtasıyla düvel-i muazzama indinde istifsaratta bulunulduktan sonra Babıali cevabi notanın metnini kararlaştırmıştır. Düvel-i muazzama tarafından Babıali’ye tebliğ edilen müşterek notaya verileceği kararlaştırılan cevab hakkında konuşulmak üzere a’yan-ı kiram ile ulema ve bazı me’murlardan ve ümera-yı askeriyyeden büyük bir meclis dünkü gün saray-ı hümayunda SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI VASITASIYLA HUZUR-I CELIL-I HAZRET-I HILAFET-PENAHI’YE Düvel-i muazzama tarafından hükumetimize vukū’ bu lan tazyik bütün hukūk-ı düvel ve kavaid-i insaniyyete mugayirdir. Bu suretle i’dama mahkum edilmek istenilen üç yüz milyon alem-i İslam’dır. Her bir emrinize ferman-ber koca bir millet liva-yı ittihad-ı peygamberi altında Hilafet-i muazzamanın saltanat-ı seniyyenin beka-yı hayatı için feda-yı cana hazırdır. Millet payitaht-ı saltanat-ı seniyyelerini mevcudiyet-i milliyyemizi tehdid eden bir sulha gayr-i razidır. Adalarda Rumeli’de akan mazlum kanların hetk edilen dar hükumet-i hazıra tarafından pek semihane gösterilen sulhperverlik madem ki düşman tarafından reddedilmiştir arzu-yı umuminin istihsali hususunun ruhaniyet-i peygamberiye zat-ı hazret-i veliyyü’l-a’zamilerinindir. Kıbrıs ulemasından Rif’at müderrisinden Mustafa Antalya ahalisi namına müderrisinden Ahmed Hamdi Belediye a’zasından İsmail Hakkı Donanma-i Osmani Cem’iyeti Reisi Zeki Müdafaa-i Milliye Cem’iyeti Reisi Hüsnü eşrafdan Hamidi tüccardan Abdülkadir tüccardan Abdülgani Mehmed Faik İbrahim eşrafdan Bahaeddin Şakir Şevki Mehmed Hulusi Ahmed Arif Emin Hüseyin Hayri İsmail Hakkı Mehmed Şinasi Ahmed Muhtar Süleyman Faik Osman Nuri Nuri Abdülkerim Mehmed Abdurrahman Kadir Ahmed Tevfik Şevket Tahsin Mehmed Nuri Mazlum Sa’id Şevki Teşvikiye Mahallesi Muhtarı Mehmed Hulusi Kızılsaray Mahallesi Muhtarı Abdurrahman Ahi Kartama Mahallesi Muhtarı Hasan Hulusi meydan Mahallesi Muhtarı Bekir Cami’-i Atik Mahallesi Muhtarı Mustafa Çaykenarı Muhtarı Hasan Aşık Doğan Mahallesi Muhtarı Tahir İsmail Mehmed Hilmi Ali Rıza Halil Rasim Durmuş Abdülkadir Hakkı. DERSAADET’DE SEBILÜRREŞAD VASITASIYLA ---- MECLIS-I UMUMI-I FEVKALADE ---- HEY’ET-I MUHTEREMESINE Milyonlarca müslümanın hamisi olan altı yüz senelik Osmanlı saltanatı İngiliz siyasetinin kurban-ı felaketi oluyor. hayat ve istiklaline hatime verilmek istenilen şu öksüz milletin mukadderatı bugünkü mukarreratınıza bağlıdır. Her bir müslüman kalbi ikmal-i namus için itmam-ı enfas ihtilacıyla kıvranıyor. Rumeli ve Adalarda boğazlanan yüz binlerce müslümanın ve düşmanın ayakları altında ezilen ecdad-ı Edirne’nin tahlisi ile te’min edilecek hayat-ı hayali elbette haramdır. Mansub ve me’murin ve mu’teberandan müteşekkil Meclis-i Ali’de hakk-ı hayat ve kelama malik müntehab a’za-yı milliyyenin adem-i mevcudiyeti hasebiyle bu mes’elede mes’uliyet-i maddiye ve ma’neviyyenin tezayüdü pek tabi’idir. Efkar-ı umumiyye-i İslamiyye sabırsızlıkla mukarrerat-ı şeci’ane ve namuskaranenize muntazırdır. DÜVEL-İ MUAZZAMA NOTASI Dersaadet’de mukīm düvel-i muazzama süferası tarafından Hariciye Nazırı Noradonkyan Efendi’ye i’ta olunan fi Kanunisani sene tarihli müşterek notanın tercümesidir: Zirde vazı’u’l-imza Avusturya-Macaristan İngiltere Fransa Rusya Almanya ve İtalya sefirleri zat-ı şevket-simat-ı hazret-i padişahinin Hariciye nazırı efendi hazretlerine tebligat-ı atiyyeyi ifaya hükumetleri tarafından me’mur edilmişlerdir. Düvel-i mezkure muhasamata tekrar başlanılmasının önünü almak arzusunda bulunduklarından vesayalarına muhalefetle iade-i sulha mani’ olduğu takdirde hükumet-i seniyye-i Osmaniyye’nin der’uhde edeceği mes’uliyet-i vahimeye nazar-ı dikkatini celb etmeyi vecibeden addederler. Muharebenin imtidadı [ ] payıtahtın mukadderatının mevzu’-ı bahs olmasını ve belki muhasamatın Asya-yı Osmani vilayetlerine de sirayetini intac ederse bunun mes’uliyeti ancak kendisine aid bulunmuş olacaktır. Böyle bir hal hudusünde hükumet-i seniyye-i Osmaniyye düvel-i muazzamanın kendisini ihtiraza da’vet etmiş oldukları ve el-yevm dahi ma’ruz kalmasına mahal bırakmak istemedikleri tehlikelere karşı vikaye için mesailerinin muvaffakiyet-pezir olacağına güvenemeyecektir. Herhalde hükumet-i seniyye-i Osmaniyye iade-i sulhdan sonra muharebenin mazarratını ta’mir ve Dersaadet’de mevki’ini tahkim ve ümran ve terakkīsi en hakīkī kuvvetini teşkil edecek olan Asya’daki arazi-i vasi’adan istifade için Avrupa düvel-i muazzamasının müzaheret-i ma’neviyye ve maddiyyesine muhtac olacaktır. hükumet-i seniyye kezalik düvel-i muazzamanın müzaheret-i hayr-hahanelerinin müsmir olmasına ancak gerek Avrupa’nın ve gerek Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin vikaye-i menafi’-i umumiyyesi maksadıyla dermiyan ettikleri işbu vesayasını hüsn-i kabul ettiği takdirde intizar edebilir. Binaenaleyh düvel-i muazzama Edirne şehrinin Balkan hükumat-ı müttefikasına terkine ve Cezair-i Bahr-i Sefid’in mukadderatı hakkında ittihaz kılınacak kararın kendilerine tevdi’ ve havalesine muvafakat eylemesi zımnında hükumet-i seniyye-i Osmaniyye nezdinde vukū’ bulan vesayayı müştereken tekrar etmeyi vazifeden addeylerler ve bu müsa’adata mukabil düvel-i muazzama Edirne’deki menafi’-i cevami’-i şerifeye ve mebani ve emlak-i diniyyeye ri’ayet edilmesini te’mine mu’avenet edecekler ve Adalar mes’elesini dahi memalik-i Osmaniyye’nin emniyet ve mahfuziyetine hiçbir gune tehlike iras edemeyecek surette neticelendireceklerdir. el-Hidaye Cihan-ı İslam’ın her tarafında fazl ü irfanıyla kıymetdar mücahedatıyla büyük bir sit ü şeref kazanan Abdülaziz Çaviş nam-ı muhteremini kari’lerimiz şüphesiz pek iyi der-hatır ederler. Müşarun-ileyhin Mısır’da meşher-i mesaisi olan e l-Hidaye mecelle-i nefisesini burada yine lisan-ı Arabi üzere neşre başladığını idarehanemize gönderilen Muharrem tarihli cüz’-i evvelinden anladık. Bu mecmua-i semine bu suretle dördüncü sene-i intişarını idrak etmiş oluyor. Abdülaziz Çaviş hazretlerinin rütbe-i bülend-i fazileti alemin müsellemi olduğu için bu vadide tatvil-i makal eylemektense el-Hidaye ’nin pek mühim olan mündericatını ber-vech-i zir nakl etmeyi tercih eyliyoruz: “Esrarü’l-Kur’an” kısmı on sekiz sahifelik gayet muhakkıkane ve mu’ammikane bir tefsir-i şerifi ihtiva ediyor. Fazıl-ı nihrir Beni İsrail’in i’tikad ahlak ve ictima’iyatını hikaye buyuran nazm-ı celili bizim için irşadlarla ma-la-mal bir menba’-ı ibret ve hidayet olmak üzere tefsir eylemiştir. “İbni Rüşd ve Te’alimuhu” mebhasi felsefeye karşı su-i nazarı olan mesalik erbabını ve bunların nokta-i nazarlarını dermiyan ediyor. “Tiyarü’l-İsti’mar fi Biladi’l-İslam” ünvanı altında gayet mühim bir bahis açılıyor. Bu nüshada “Garbi Fransız Afrikası” nın Fransız nüfuz-ı isti’marına nasıl ma’ruz olduğu Fransızların usul-i istilası Fransa’nın ba’de’l-feth tuttuğu siyaset ve saire uzun uzun teşrih ediliyor. Hasılı bu mühim mecmua-i İslamiyye’nin bütün mebahisi pek ziyade kıymetdar bir mahiyet-i tetebbu’iyyeyi haizdir. Abdülaziz Çaviş namının yadı kendini her türlü tavsifatdan rağbet ve iltifata mazhar olacağını kaviyyen ümid eder ve muhterem Abdülaziz Efendi’nin sa’y-i cemilinde mazhar-ı tevfikat ve teshilat olmasını muvaffıkü’l-umurdan istid’a eyleriz. el-Hidaye ’nin bir nüshası kuruştur. Memalik-i Osmaniyye ---- REVUE DE MONDE MUSULMAN ---- Paris’de her ay başında Alem-i İslam Mecmuası Revue de Monde Musulman ünvanıyla gayet mühim bir mecelle-i nefise intişar etmektedir. Bu büyük mecmua; İslam’a ve alem-i İslam’a aid ilmi tarihi felsefi şe’ni tetebbuat ile ma-la-maldir. İdarehanemize vasıl olan son nüshasında “ Bazı Osmanlı matbuatı ” ünvanlı kısm-ı mahsusda Sebilürreşad’a birinci mertebe ve on sahife tahsis olunarak mecmu’amız hakkında uzun uzadıya ma’lumat verilmiş ve muharrirlerimizden mesleğimizden gazetenin mündericatından bir lisan-ı sitayiş ve takdir ile ber-tafsil bahsedildikten sonra denilmiştir ki: “Şu birkaç sahife bu mecmu’a-i mühimme Sebilürre şad hakkında bize bir fikir verebilir. Sebilürreşad cidden şayan-ı tedkīk ve tetebbu’ mebahis-i ilmiyyeyi muhtevi olduğu bilcümle memalik-i İslamiyye’de birçok menabi’-i istihbarata malik bulunduğu için daha ilk nüshasından i’tibaren cihan-ı İslam’da bi-hakkın pek büyük bir şöhret ve te veccüh kazanabilmiştir.” Kari’lerimizden Fransızcaya vakıf olanlara garbın bu mühim semere-i feyz ve himmetini tavsiyeyi vazife bilir ve mecmu’amız hakkında gösterilen teveccüh ve takdire mukabil Revue de Monde Musulman’a teşekkürler ederiz. Tercümesi * * * Geçenler varsa İslam’ın şu çiğnenmiş diyarından; Şu yüz binlerce yurdun kanlı zairsiz mezarından; Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzarından. Bu matem kim bilir kaç münkesir kalbin gubarından Huruş etmekte son ümmidinin son inkisarından? Evet son inkisarından ki yoktur cebrin imkanı: Batıp gitmiş nazarlar beklemekten fecr-i nazanı! Nasıl ey yolcu bin la’net gelip ezmez ki vicdanı? Dudaklar çak çak olmuş içerken zehr-i hüsranı Uzaktan baktı -koşmak nerde!- milyonlarca yaranı! Bu ıssız aşiyanlar bir zaman gayet muazzezdi; Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi! Şu kurbağlar seken vadide ceylanlar koşup gezdi! Şu coşmuş ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi! Fakat bir bad-ı nekbet ansızın hep kırdı hep ezdi! Vefasız yurd! Öz evladın için olsun vefa yok mu? Neden kalbin kararmış? Bin ocaktan bir ziya yok mu? Vatansız hanümansız bir garibim... Mülteca yok mu? Bütün yokluk mu her yer? Bari bir “Yok!” der sada yok mu? * * * Gitme ey yolcu beraber oturup ağlaşalım: Elemim bir yüreğin karı değil. Paylaşalım! Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki? Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!... Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan? Şu mezarlar ki uzanmış gidiyor ey yolcu Nereden başladı yükselmeye bak nerde ucu! Bu ne hicran-ı müebbed bu ne hüsran-ı mübin... Ezilir ruh-ı sema parçalanır kalb-i zemin! Azıcık kurcala toprakları seyret ne çıkar: Dipçik altında ezilmiş paralanmış kafalar! Bereden reng-i hüviyyeti uçmuş yüzler! Kim bilir hangi şenaatle oyulmuş gözler! “Medeniyyet” denen alçaklığa la’netler eder Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib [ ] Gibi yekpare kesilmiş de sırıtmış dişler! Süngüden kalbura dönmüş nice binlerle beden! Nice başlar nice kollar ki cüda cisminden! Sonra namusuna kurban edilen bunca hayat! Beşiğinden alınıp parçalanan mahlukat! Bembeyaz saçları katranlara batmış dedeler! Göğsü baltayla kırılmış memesiz valideler! Teki binlerce kesik gövdeye aid kümeler: Saç kulak el çene parmak... Bütün enkaz-ı beşer! Bakalım yavrusu uğrar mı deyip karnından Canavarlar gibi şişlerde kızarmış nisvan! Kurumuş ot gibi doğrandı bıçaklarla bütün! Müslümanlıkları biçarelerin öyle büyük Bir cinayet ki: Cezalar ona nisbetle küçük! Ey bu toprakta birer na’ş-ı perişan bırakıp Yükselen mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp Sanmayın: Şevk-i şehadetle coşan bir kan var... Bizde leşten daha hissiz daha kokmuş can var! Bakmayın hem tükürün çehre-i murdarımıza! Tükürün: Belki biraz duygu gelir arımıza! Tükürün cebhe-i lakaydına Şark’ın tükürün! Kuşkulansın görelim gayreti halkın tükürün! Tükürün milleti alçakça vuran darbelere! Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere! Tükürün Ehl-i Salib’in o hayasız yüzüne! Tükürün onların asla güvenilmez sözüne! Medeniyyet denilen maskara mahluku görün: Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün! Hele i’lanı zamanında şu mel’un harbin “Bize efkar-ı umumiyyesi lazım Garb’ın; O da Allah’ı bırakmakla olur” herzesini Halka iman gibi telkīn ile dinin sesini Susturan aptalın idrakine bol bol tükürün!... Yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün... Bana vahdet gibi bir yar-ı müsaid lazım! Artık ey yolcu bırak... Ben yalınız ağlayayım! AHLAK-I İSLAMİYYE’NİN ESASLARI – – Dinimizin ihtiyara müstenid olarak te’sis ettiği mes’uliyet mebdei işte böyledir. Bu mebdein kadere iman mebdei ile birlikte fikrimizde caygir olması bahsine gelince: Bu mes’ele burada münakaşası münasib olmayan ilm-i ma-ba’dettabi’a mesaili idadına dahildir. Yalnız şu kadar diyebiliriz ki kudret-i beşeriyye fevkınde bir kudret-i hakimeye karşı inkıyad zaruretini hissetmemiş hiçbir kavim ve hiçbir ferd böyle bir kudretin vücudunu inkar etmiş hiçbir din hiçbir mezheb ve felsefe yoktur. İhtilaf yalnız bu kudret-i kahireyi ta’yin ile ona muvahhid olan ehl-i edyan ile felasifenin kudret-i fatıraya bir mecmua-i şurut ve ilel-i adiyeye atf etmişlerdir. Acaba münkir-i sani’ olan “determinist”lerin netice i’tibariyle yani ef’al-i beşerin icadını beşere nisbet etmemekte Fatalistlerden ne farkı vardır? Aralarındaki fark yalnız mebde-i evvelde değil midir? Deterministler yalnız bir mecmua-i şurut orada kalıyorlar. Fatalistler ise silsile-i ilelden mebde-i evvele ret-i fa’iliyyeti yalnız illet-i ulaya zat-ı Bari’ye kasr ediyorlar. Ulema-yı İslam ise ne Deterministlerin şurut ve esbab-ı adiyesini ne illet-i ulayı illet-i fa’iliyyeti inkar etmemekle beraber ve işin garibi bugünkü Rasyonalistlerin edillesine karib edille talistler gibi ihtiyar-ı beşeri ma’dum addettiler. Ancak bu mezheb beyne’l-İslam makbule geçmemiş ve mes’uliyeti Müslümanlar kanun-ı ahlakıyyenin mes’uliyetin mütevekkıfün-aleyhi olmak üzere bir “irade-i cüziyye Liberté personnelle”nin bir de na-mütenahi azamet ve kudret sahibi bir halik-ı kainata zat-ı ecell ü a’la-yı ilahiye aid bir “irade-i külliyye Volonté divine”nin vücuduna ve sevab ve ikabın yani mes’uliyetin irade-i cüziyyeye terettüb ettiğine kail olmuşlardır. Acaba insanda bir irade-i cüziyyenin –bugünkü ta’birat ile– bir ihtiyar-ı ahlakıyyenin Liberté morale vücuduna kail olmakla beraber na-mütenahi ilim ve kudret ve irade sahibi bir sani’-i kainatın da vücuduna kail olan bir meslek-i felsefi tenakuza düşmeksizin kadere iman etmeyi takbih edebilir mi? Bu takbih bu sıfat-ı ilahiyyenin ya ademine veya mahdudiyyetine kail olmakla beraber değil mi? Fransa’nın sabık Enstitü a’zasından “Şarl Jordan”ın atideki sözlerini bir alim-i İslami’nin adeta tercüman-ı efkarı olmak dolayısıyla buraya nakletmeyi faideden gayr-i hali addediyoruz. “İnsanın muhtar olduğu yakīnen sabittir. Zira buna vicdan şahittir. Allahü te’alanın na-mütenahi sıfat-ı kemaliyye sahibi olduğu yine yakīnen sabittir. Zira akıl bunu idrak ediyor. Bu yakīn-i muza’af kuvve-i akliyyenin ilk devre-i kalbde kemal-i metanetle rasih ve mütemekkindir. Binaenaleyh felsefe bunları tefekkürat-ı guna-gunuyla isbat etmeye muhtac olmadığı gibi bunları safsatalarıyla da tevhin etmeye salahiyetdar değildir. Felsefenin bütün himmeti bizatiha gayr-i kabil-i redd ü cerh iki hakīkati nazar-ı i’tibardan dur tutmamaya maksur olmalıdır. Felsefenin bu iki hakīkatin nokta-i esrar-engiz-i ictima’ını keşfettiği gün alem-i insaniyyetin en büyük günlerinden biri olup kalacaktır. Maamafih bu iki hakīkatin keyfiyet-i te’lifini bilmemekle bunları inkara ve akl-ı selimin kendisine tevdi’ ettiği vazifeden inhirafa salahiyet kazanamaz.” Evet müslümanlar irade-i ilahiyyenin bütün hadi sat-ı kevniyyeyi ve o miyanda masnu’-ı kudret-i ilahiyye o lan ef’al-i beşeri ihdasda müstakil olduğuna; gerek kainatı tanzim ve tedbir eden kavanin-i külliyyenin ve gerek bu kavanin-i külliyye muktezasınca tahaddüs eden cüz’iyat-ı havadisin halikı mübdi’i zat-ı akdes-i Bari olduğuna; yine o zat-ı ecell ü a’lanın na-mütenahi bir kudret ile na-mütenahi bir irade ile fa’alün lima-yürid mu’tekiddirler. Bu i’tikadlarına muhalefet edecek bunu hoş görmeyecek varsa o da sani’-i alemi münkir olan felasifedir. Böyle bir i’tikad ise kadere böyle i’tikad etmek başka “fa’il-i hakīkī Allah’dır” diyerek mes’uliyet-i şahsiyyeyi yok farz etmek levazım-ı ma’işeti tedarikten feragat etmek kendini tenbelliğe vermek tehlikeye karşı müdafaayı lüzumsuz görmek başkadır. Ve beynlerinde dolmaz bir uçurum vardır. Gayet meşhur felsefe lügatnamelerinden birinde müslümanların kadere mü’min olduklarından bahsedilirken: “Bir müslüman hükumeti eyyam-ı hayatımız ma’dud ve ecel-i müsemmayı tebdil edebilecek vesail-i ihtiyatiyye mefkūd olduğuna kani’ olduğu için taunun hücumuna karşı müdafaasız davranır.” Denilmiş ki bundan daha yanlış bir söz olamaz. Kur’an -ı kerimde: ‘ = Ey ayet Diğer bir yerinde de: = “Kendi kendinizi tehlikeye ilka etmeyiniz.” Sure-i Bakara ayet buyurulmuştur. Bilhassa taun ve cüzzam hakkındaki evamir-i nebeviyye bu zann-ı batılı esasından çürütür. Bir hadis-i şerifde: “ = Meczumdan arslandan kaçar gibi kaç.” Diğer bir hadis-i şerifde de: “ = Cüzzam sahibinden arslandan kaçar gibi kaçınız. O bir vadiye inerse siz başka bir vadiye ininiz.” Bir diğerinde de: “ = Meczum ile aranızda bir mızrak boyu mesafe olduğu halde konuş” buyurulmuştur. Kendi kabileleri namına bey’at için huzur-ı ali-i risalet-penahiye gelen hey’et-i murahhasa miyanında bir cüzzamlı varmış. Hepsi birer birer bey’at etmişler. Cüzzamlıya gelince ona Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem elini vermeksizin: “ =Sen dön seninle mübaya’amız hasıldır.” Buyurmuşlardır. Bir def’a Enes bin Malik ile birlikte bir yaygı üzerinde otururlarken huzur-ı alilerine bir meczum gelmiş. Hemen “ = Ya Enes! Yaygıyı dür ayaklarıyla üzerine basmasın.” buyurmuşlardır. Taun için de “ = Bir yerde taun olduğunu haber alırsanız taunun üzerine gitmeyiniz. Siz bir yerde Buyurmuşlardır. Nebiyy-i muhteremimiz sallallahü aleyhi vesellem efendimiz hazretleri usul-i tahaffuzun esasını vaz’ etmekte ulum-ı hazıraya takriben on üç asır sebkat etmişler demektir. SURIYE’NIN MAZISINE BIR NAZAR Hıristiyanlık üzerine Yehudilik’ten sonra en çok te’siratı görülen mezheb Gnostisizm mesleğidir. Bu mesleğin te’siratıyla Hıristiyanlık “Gnostik” bir şekil almıştır. Gnostik Hıristiyanlığı Hazret-i İsa’nın vefatından tam bir asır sonra devre-i kemale gelmiş ve ilk dört asır zarfında Hıristiyaniyet’e pek derin te’siratta bulunmuştur. Bu te’sirat neticesinde Hıristiyanlık’da yeniden yeniye ve Gnostik Hıristiyaniyeti Le christianisme gnostique Majizm magisme mezhebine aşılanmış bir nevi Hıristiyanlık’tan başka bir şey değildi. Bu mezheb tarafdaranı Hazret-i ve münteşir bir zeka intelligence gibi i’tikad ediyorlardı. Bunlara göre Hazret-i Mesih beşer olan İsa değil bir zeka zamanında İran’da hakīkī Majizm magisme mezhebenin zuhuru üzerine ehemmiyetten sakıt olmuştur. Maamafih Gnostisizm Hıristiyanlığa zannedildiğinden pek çok te’sir bırakmıştır. Bugünkü Hıristiyanlık’ta bile bu te’siratın derin Hıristiyanlığa üçüncü bir te’sir daha olmuştur ki bu da Hıristiyaniyet’in Afrika’da intişarını müte’akıb vukū’a gelmiştir. Hıristiyanlığın bu te’sirat tahtında aldığı şekle Afrika Hıristiyanlığı yahud Eflatuni Hıristiyanlık namı verilebilir. Bu şekil İskenderiye’de tevellüd etmiştir. Teslis ve ekanim-i selase gürültüleriyle bilhassa Hıristiyanlığın bu şeklinde iştigal edilmiştir. Teslis La trinitè kelimesine asar-ı kadime-i Hıristiyaniyede tesadüf edilmez. Bu kelimeyi ilk def’a isti’mal eden zatın meşhur İskenderiye Despotu Teofil olması muhtemeldir. Adriyen Adrien zamanında Hıristiyanlık bütün Mısır kıt’asına intişar etmişti. Bu sebeble Eflatun felsefesine merbut birçok kimseler Hıristiyanlığı kabul eylemiş olduklarından yeni girdikleri dine eski meslek-i felsefilerinden pek çok şeyler getirmişlerdi. Bunlar şemsden sudur eden şu’aatın yine şemse rücu’ ettiği gibi kainat da bir ruh-ı aliden sudur etmiş olduğu cihetle yine o ruha rücu’ edebileceğini iddia ederlerdi. Hazreti İsa suret-i daimede bu ruh-ı alinin mazhar-ı tecelliyatı olduğundan kendisinin de bir “Allah” gibi telakkī edilebileceğini kabul ettiklerinden şahsında birbirlerinden farklı olmak üzere ruh cesed ve logos Logos gibi üç şey bulunduğunu farz ediyorlardı. Şu halde bunlar Hazret-i İsa’yı aynı zamanda hem “Allah” ve hem “insan” olmak üzere i’tikad ediyorlardı. Fakat ziya güneşe tabi’ olduğu cihetle “İsa”nın da “Eb”e tabi’ ve ondan muahhar olduğu kabul ediliyordu. Milad-ı İsa’dan sene sonra Sen Justin Saint Justin diyordu ki: Ziyayı lahuti bir kere İsa’da kararyab olduktan sonra bir daha ondan infikak etmemiş olduğu gibi esasen menba’ından da ayrılmamıştır. Justin bu sözünü şu iki misal ile tavzih eylemiştir. Sen Justin diyor ki: “Bir adam kendi fikrini mu’ayyen kelimelerle diğer bir adama anlatır ve bu suretle ona bazı efkar ve mülahazat telkīn eder. Fakat aynı fikirler söz söyleyen kimsede yine paydar kalırlar. Yani başkasına anlatılmış olduğu için fikir kendisinden zail olmaz. paydar olmakla beraber aynı zamanda “İbn”e de intikal edebilir. Kezalik bir lamba diğer bir lambayı tenvir etmekle ziyasından bir şey gaib etmeyeceği gibi “Eb”in uluhiyyetinin de “İbn”e intikalinden “Eb” bir şey gaib etmez.” Kostantin ve ahlafının menafi’-i siyasiyye politi kaları Hıristiyanlığa putperestlik kıyafeti iksa etmiş ve bu suretle Nasraniyet sanem-perest tebe’anın mazhar-ı rağbet ve teveccühü olabilecek bir şekle girmişti. Hıristiyanlığın bu suretle bir nev’ putperestlik ayini haline girmesine Hazret-i yete kadar çıkarılmasına akıl ve muhakemenin hiçbir tarzda te’vil ve kabul edemeyeceği “teslis” akīdesine daha o zamanlarda mu’teriz bulunan “Ariyus” İznik Konsili’nde mahkum ve nefy edilmişti. İmparator Kostantin bu mahkumiyeti bizzat tervic eylemiştir. Miladın senesinde Antakya Despotluğu’ndan İstanbul Patrikliği’ne irtika eden “Nasturiyus” asar-ı hikemiyye ve felsefiyye mütalaasıyla bir fikr-i salim ve dakīk iktisab etmiş olduğundan zat-ı uluhiyyete şekl-i insani isnad edilmesinin şayan-ı kabul olamayacağını iddia etmeye cesaret etmişti. Nasturiyus Aristo felsefesiyle pek çok iştigal eylemiş olduğundan kilise e’azımının ma fevka’l-akl türrehatlarıyla Despotluğu’nda bulunan ve ta’assub-ı cahilanesiyle müştehir olan St. Cyril Nasturiyus’un efkar ve mütala’atını şiddetle redde kıyam etmiş rüşvet ve saire i’tasıyla imparatorun bendeganını da kendi tarafına çevirmişti. Bunların teşvikıyla konsil in’ikadını emretmişti. Nasturiyus ile St. Cyril arasında zuhur eden ihtilafın halline me’mur olan bu konsil in’ikad etti. Fakat St. Cyril kendi taraftarlarının gayretleriyle konsil riyasetine geçerek aynı bir mes’elede hem mu’arız ve hem hakim olmak gibi garib bir vaz’iyet almaktan çekinmedi. Böyle bir heyetin ne yolda bir karar vermesi tahmin olunursa konsil de o yolda bir karar vermiştir. Yani konsil Nasturiyus’un mütalaa ve müdafaasını dinlemeye lüzum bile görmeksizin kendisini mahkum etmiş bunu müteakib biçare adam Mısır kıt’asının en hücra bir mahalline nefy edilmiştir. Nasturiyus’un akıbet-i feci’ası üzerine artık Hıristiyanlıktan akıl ve muhakeme büsbütün kalkmış insanlar için bilinmesi mümkün olabilen bilcümle “hakayık-ı ilmiyye”nin yalnız ehadis-i kenisaiyye vasıtasıyla öğrenileceği akīdeleri zihinlerde tekarrur etmişti. St. Cyril ve emsali aba-i din telkīnatının üzerine fünun ve felsefe ile uğraşanların kafalarını ezmek kilisenin en mukaddes vezaifi sırasına girmişti. İşte bu gibi efkar neticesinde idi ki İskenderiye Despotu “Teofil”in teşvikıyla meşhur İskenderiye Kütübhanesi’nin Kayser-i Rum’un tahribatından kurtulmuş olan kısmı da muta’assıb ve cahil ahali tarafından mahv u tahrib edilmiştir. Bu tarihlerde fikr-i ta’assub zulumat-ı cehalet Hıristiyanlığın hüküm-ferma idi. ---- FIKIH VE FETAVA ---- BIR MUHAKKIK İLE MUKALLID ARASINDA Bunun üzerine muhakkık bir biri üstünde yerleştirmiş olduğu kutuların birini açarak içinden bir risale çıkarıp dedi ki: İşte şu Keşfü’l-Hakaık namı verilen bir risaledir; bu risale Dürzi Mezhebi’nin usulü hakkında yazılmıştır. Bundan sonra risaleden bir yaprak açıp ber-vech-i ati kıraete başladı: “Ben siret-i müstakīmede size zikr ettim ki: Adem safa akıldır; onun ismi “Şatnil Şeytan’ınki de Hart” idi. Ancak bunları suret-i beşeriyyenin vakt-i zuhurunda zikr etmiştik ki yetmiş devrin tamamından ibarettir. Kezalik yine söylemiştik ki: “Hart” dört harfdir. Ebced hesabıyla hesab edilince “ha” sekiz “elif” bir “rt” altı yüzdür; altı yüz sakıt olunca ismin mecmu’undan dokuz yani Arabca “tis’a” kalıyor; halbuki tis’a yazıldığı gibi dört harf meydana geliyor ki onlar da “te sin ayın he”den ibarettir. Hart ve İblis isimleri de hesab olunduğu gibi dört harf kalıyor. Çünkü Hart isminin bakiyyesi dokuz yani tis’a; İblis isminin bakiyyesi de yedi yani seb’adır ki mecmu’u on altı eder. On iki sakıt; kalır dört. tiğimizde onu da dört harf olarak bulduk; hem de Hart’ın ahirinde tis’anın evvelinde olan “ta”yı namus-ı natıka her asır ve zamandaki zührufuna delil olarak bulduk. Bu da her asırda “veli”nin eksik olmaması gibidir. İşte bu sebebe binaendir ki ehl-i şer’ a’danın hepsini severler de muvahhid olanlardan bir danesine olsun muhabbet etmezler…! Sonra akla rücu’ edecek olursak görüyoruz ki: Akılda da üç harf var nefisde de üç harf var; lakin ebced-i kebir hesabıyla yekdiğerinden ayrılıyorlar. Cehele-i şia akıl ile nefsin her ikisine de aynı da’vet ile nazar ediyorlar. Halbuki bunlar menzil i’tibarıyla yekdiğerinden mütefazıldır. Çünkü akıl erkek nefis ise kadın menzilindedir; erkek müfid kadın müstefiddir; sonra ebced-i kebir hesabıyla akıl nefis ’dur. Binaenaleyh “akıl” ismi “nefis” isminden yetmiş derece ziyadedir ki onlar da tevhid ile emanetin hududlarıdır. Ben size meşiyyet-i Sübhaniyye ile akılda fazla olarak bulunan yetmiş hududu ta’dad ve beyan edeceğim ki mahlukattan hiçbir ferd ona şirk koşmasın: Birincisi “nefis”dir. Bunun için cezirelerde on iki hüccet; ekalim-i seb’ada da yedi du’at vardır. Nasıl ki “aleyha tis’atü aşer” buyurulmuştur. “sabık”dır; buna yalnız on iki hüccet vardır. Dördüncü “tali”dir ki sabık gibidir. Bir de da’i-i mutlak vardır ki mecmu’u yetmiştir; hudud-ı ulviyye ve süfliyyenin hepsi bu yetmişten müteferri’dir. Şu halde bunların cümlesi Mevlana Sübhanehu tarafından müeyyed bir imam olan akıl tarafındandır. Akıl Mevlana Sübhanehu ve te’alanın te’yidiyle istediğini dereke-i mezellete düşürür; istediğini de evc-i izzete kaldırır; nasıl ki Kur’an ’da buyuruluyor. Zikr ettiğimiz yetmiş hudud Kur’an ’ın şu ayetinde mezkur olan zira’ silsilesidir: ---- . . . . ---- * Bu sözleri söyleyen Dürzilerin uluhiyyetine kail oldukları “Hakim Ma’nası şudur: İmam-ı müeyyed olan aklın zıddını gayete baliğ olup nazarı tamam olduğu vakit hücec-i akliyye ve tehayyürde bırakan kaim-i zaman olan ulumun gavamızına bırakın! Daha sonra da da’vet-i tevhidde yetmiş kimse olup bazısı bazısının silsilesi olan kaimü’z-zamanın misakında silk edin! Zira zıdd-ı ruhani; Şatnil’in imamet ve faziletini ikrar etmedi…” Mukallid: – Elverir bu küfriyyattan –ki şu şibh-i hesabiyyeden başka hiçbir esasa müstenid değildir. Ruhum daraldı. Artık patlıyorum; hem ben görüyorum ki: Bu kitaptan nakl ettiğin şeylerin ma’nası gibi elfazı da bozuktur. Bilmem ki bunların ibaresini olsun niçin tashih etmedin? Sonra; okumuş olduğun bu şeylerde eşkal ve suver-i hurufu i’tibar üzerine delalet eden bir şey de yoktur. Muhakkık: – Bana bu kitab ahiren Havran’da tahaddüs eden fitne dolayısıyla Dürziler ile muharebe eden asakir-i Osmaniyye’den bazı zevat tarafından gelmişti. Bana nasıl geldi ise ben de öyle yazdım gerek imlasında ve gerek ki onların –Dürzilerin– indinde bu galatlar kitabın sıhhatine ecnebi elinde geçmediğine alamet imiş. Onların adad-ı a’dad huruf ile beraber eşkal-i hurufu i’tibar ettiklerine gelince onu da şimdi anlayacaksın. Dinle: Bir yaprak daha açarak bir çok şeyler daha okudu ki hülasası şudur: “Elif” “be” “te” “se”; hepsi birbirine müşabihdir. Şu kadar var ki: “Elif” tulen diğerleri arzan yazılıyor; “elif” akla delildir; fevkinde nokta olmadığı gibi altında alamet de yoktur. “Be” nefse delildir; akıl ile zıdd-ı ruhani olan nefis arasında bir had olduğu için “Ba”nın bir noktası vardır; zıdd-ı ruhani olan nefis emr-i ilahiye asi imamı hadisi olan akla münafakat ettiğinden noktası altına konmuştur. Eğer muti’ olaydı nokta üstüne konurdu. Nefsin zıddı daha evel bulunduğu için onun fırkası nefsinkinden çoktur. “Te” kelimeye delildir; fevkinde bulunan noktaları da kendisinden evvel bulunan iki had üzerine delildir. Arzan yazılması da imamı olan akla muti’ olduğuna işarettir… Bundan sonra hurufa hurufun ma’nalarına rücu’ ediyoruz: “Cim” “ha” “hı” surette bir bulunuyorlarsa da hakīkatte aralarında pek çok fark vardır. Çünkü “cim” şeriatin nutk-ı zahirisine delildir; içinde olan nokta ise zahirin tahtında gizli olan esas-ı şeriate delildir. “Ha” ebced hesabıyla sekizdir bunun gibi kaimü’z-zaman da; hamele-i arş olan sekizin ilmini muhtevidir. bu da Cenab-ı Hakk’ı tevhiddir. “Mim” “vav” “ra” “ze” “nun” şey’-i vahidden ibarettir. Lakin “mim” arkasına “vav” ön tarafına doğru müdevver bir şekil aldılar; “nun” evelki halini muhafaza etti. Şu kadar ki fevkinde bir nokta var. . “Muhammed”e sallallahü te’ala aleyhi vesellem “vav” Muhammed sav’in vasisine bunların her sına doğru müdevver olduğu gibi şeriat-i natık da zahirdir. Vavın ki ön tarafa olduğu gibi şeriat-i esas da batındır. Eğer “mim” ile “vav”ın şekli olmasaydı şeriat-i zahire ile şeriat-i batına bilinmezlerdi. Kezalik Muhammed sallallahü aleyhi vesellem ile Ali radıyallahü anh zahir-i şeriatle batın-ı te’vil olmasalardı; bunlara natık ve esas isimleri vaki’ olmazdı….!” Mukallid: – Bu gibi hezeyan sözlerle şu huruf en büyük düşmanım oldu. Eğer bu huruflarda olan fevaid ile bir çok tecarib-i sahiha olmasaydı o faydanın ma’dumiyetiyle hüküm üzerine sana tamamen muvafakat ederdim. “Cenab-ı Hakk”a hamdolsun ki: Bizi ifrat ve tefritten münezzeh olan ehl-i sünnet ve’l-cema’a mezhebinden kılmış. Muhakkık: – Guluvv fi’d-dinden ifrat ve tefritten salim olan ehl-i hak; yalnız Hulefa-i Raşidin -radıyallahü anhümhazeratının gittikleri yola süluk eden selef-i salihinden ibarettir. Çünkü bu asırlarda kendilerine ehl-i sünnet ve’l-cema’at ünvanı verenlerin pek çokları gerek Batınilerin gerek başkalarının lardır. Lakin şu kadar bir şey var ki: İsimler başka başkadır. Eğer Batinilerin kelamlarıyla karn-ı rabi’ ve daha sonraki sufiyyenin kelamını mukabele edecek olursan iki kelam arasında pek az fark bulacaksın. Bu hurufun faidesi hakkında mervi olduğunu söylediğin tecaribe gelince: Bu da müsellem değildir; zira bazı tecrübeler neticesinde görülen te’sirin o hurufdan olduğu ma’lum olacak derecede mütehakkık munzabıt değildir. Bunu bizzat kendi nefsimde ben de tecrübe ettim de faide verdi. Fakat bilahare üfürükçülüğüyle vermiş olduğu nüsha ve hamaillerdeki te’sirin adem-i tehallüfüyle iştihar edenlerle görüştüm; onların yazdığı şeyler hakkında evvelce almış olduğum haberlerin doğru olduğunu kendileri de tasdik ettiler. Bu üfürükçülerden büyük bir şeyh vardı; civarda bulunan müslüman hıristiyan herkes bunun yanına akın ediyorlardı: Kimi mübtela olduğu emrazdan şifayab olmak niyetiyle kimisi aşık olduğu kimsenin kalbini kendisine celb etmek maksadıyla bazıları da başka garazlarla bu şeyhe hamayil yazdırıp gidiyorlardı. Şeyh ile görüştüğüm zaman bana dedi ki: Müslüman olursa verdiğim hamayile bir ayet müslüman olmazsa şu ibareyi yazıyorum: “Sütlü pirinç vücuda afiyettir sütlü aş ne kadar soğursa o kadar güzeldir.” Halbuki bu suretle yazdırıp gittikleri nüsha ve hamayillerden pek çok menfa’at gördüklerini söylüyorlardı. Bunların sebebi ise ona olan i’tikadın ihdas ettiği vehmdir. Ma’a haza bu yazılar bunların çoklarına da faide menfa’at namına hiçbir şey te’min etmez; fakat insanlar bunu unutuyorlar da o nüsha ve hamayilin akībinde tehaddüs eden faide-i matlubeyi –velev ki o faidenin hudusü kendilerince gayr-i ma’lum olan sebeb-i ahardan olsa bile– muhafaza ediyorlar. Hatta sebeb-i diğer zahir olsa bile ondan te’ami ediyorlar. Çünkü bunlar şu vesail-i garibe-i gaybiyyeyi ittihaz etmeleriyle beraber esbab-ı zahire-i tabi’iyyeye de teşebbüs ediyorlar. Ancak bunların garaibe olan hırs ve tama’ı bunları sebebi zahiriden gaflet ettirerek görülen te’siri esbab-ı tabi’iyyeye değil vesile-i garibeye izafet etmelerine haml ediyor. Bazı insanlar da vardır ki: Bir şeye himmet-i kaviyye azimet-i sadıka ile teveccüh ettiği zaman onda bir te’sir hasıl edecek bir isti’dada malik olduğunu iddia eder; her millette bu güruhdan bir takım kimseler bulunarak beşeriyete büyük bir fitne olmuşlardır. Şu te’sir hakkındaki bahs “ilmü’n-nefs” mesailinin en incelerinden olup ulum-ı felsefe ulemasından bir kısmı da bu te’siri inkar ettikleri cihetle bu mes’ele hakkında daha ziyade itale-i kelam etmeye vakit müsa’id değildir. Mukallid: – Şimdiye kadar hiç de duymadığım birçok şeyleri bugün işittim; ben şimdi anladım ki: Tarihe muttali’ olan kimseler ulum-ı diniyyede öyle şüpheye düşürüyorlar ki etraflı bir surette tarihe vukūfu olmayanlardan başkası onların şüphelerini def’e kadir olamıyor. Artık ben öyle görüyorum ki: Tarih okumanın kerahetine kail olan tarihe kesb-i ve meşayihin hepsi de herhalde dalal-i mübin içindedirler. Fakat benim için şurası da tavazzuh ediyor ki “felsefe”ye “mantık”a muttali’ olanlar gibi tarihe muttali’ olan kimseler de kariha-i kamileye akīde-i rasihaya malik olmalı; yahud Ahdari’nin: dediği gibi Kitap ile Sünnet’e mümaresesi olmalı. Muhakkık: – Tebessüm ve istibşar ederek Cenab-ı Allah’a hamd olsun ki ilm-i tarihin faidesi üzerine seni ikna’ ettim. Tarih; aklın gıdası ümmetlerin mürebbisi ulum-ı kevniyyenin efdal ve enfa’ı olan ulum-ı ictima’iyyenin de yenbu’udur. Sen tarih mütalaa etmek murad ettiğin vakit evvela Mukaddime-i İbni Haldun ’u oku; işte bende bir tane vardır ki hediye olarak size takdim ediyorum. Sen bu Mukaddime ’yi im’an ile gözden geçir; çünkü bu Mukaddime ümmet-i İslamiyye’nin ümem-i garbiyyeye karşı iftihar edeceği asardandır; zira İbni Haldun ’ un Mukaddime si felsefe-i tarihde ilm-i ictima’-ı beşeride sosyoloji usul-i siyasette ca-i evvelidir. Onun için bu Mukaddime Avrupa’nın bütün lisanlarına tercüme olunmuştur. Lakin onlar bundan istifade ettikleri ulumu tevessü’ ettirerek bina ettiği kavaidin bazılarını hedm tahkim ettiği şeylerin bir çoklarını nakz ettiler. Muhakkık tarafından hediye olarak takdim edilen Mukaddime-i tekrar mübahaseye avdet etmek ictihad ve taklid bahsine dalmazdan mukaddem cifr ve zayirce bahsini de bir muhaverede bitirmek üzere yekdiğerinden ayrıldılar. *** şeklinde yazılmıştır. RÜ’YA-YI İSTİKBAL Sabah olmuş güneş doğmuş. Sema-yı ye’s ü şivende Ne zulmet var ne bir sis.. Bil-akis her şeyde bir hande.. Mükedder milletin muğber cebin-i infi’alinde Sabah-ı inşirahın lem’a-i feyyazı tabende. Uyanmış uykudan efrad-ı millet başka bir gayret Birer ulvi emel uğrunda koşmak istiyor hayret! Ne bir şahsi garaz geçmekde fikrinden ne bir şerret: Fenalıkdan uzak bir kitle-i saf ü melek-siret. Silinmiş kalmamış kalbinde levs-i fitne; zilletden Esaretden eser yok silkinip kalkmış sefaletden Sarılmış dininin ahkamına acz ü ataletden Uzaklaşmış açılmış fikri kurtulmuş cehaletden Hayatı anlamış hürriyyetin ezvakını tatmış Nifak u iftirakı ortadan kaldırmış hep atmış Ona en son felaket çünkü göstermiş ve anlatmış Ki: Ayrı gayrılık bir millete pek çok mazarratmış. Yemin-i hürmet ü takdisine almış da Kur’an’ı Onun ahkamı olmuş rehber-i amal ü vicdanı Ehadis-i Nebi’yi eylemiş mebna-yı imanı; Cihanı kaplamış İslam’ın envar-ı füruzanı. Cevami’ ta harim-i baba dek dolmuş cema’atle; Nazarlar mün’atıf gayet derin bir hiss-i haşyetle O yüksek minbere; bir savt-ı bala-yı mehabetle Gelen ulvi hitabı dinliyor yekpare bir kitle. Medaris alem-i İslam’a olmuş encüm-i irşad; Mekatib ca be-ca şübbana feyz efza-yı isti’dad; Vatan asar-ı Meşrutiyyet’in feyziyle şevk-abad; Hakīkī bir sa’adetle cihan handan; millet şad. Ne müdhiş bir tehavvüldür bu!.. Ey mes’ud millet! Sen Atalet meskenet gafletle mahkum-ı esaretken Nasıl olmuş da kurtulmuşsun öyle bar-ı zilletden!?. Bu bir rüya mıdır bilmem!.. Ne hayret-bahşdır cidden!.. Bugün bu şüphesiz bir tatlı rüyadır evet; lakin Sen ey millet! Emin ol ki yarın artık senin sa’yin Senin irfan u fikr-i intibahınla fakat mümkin Bu hülya-yı teselli bir hakīkat iktisab etsin. HİTAB VE İTAB Bilmem ki ser-nüvişt-i milletde sır nedir ne? Hükmüyle gitmek üzre en son kalan Edirne! Neydik mukaddema biz saik ne böyle olduk? Evvel tefessüh ettik harb eyledik bozulduk. Nusret bize olurken vabeste-i azimet; Ric’atler oldu artık hep kanlı bir hezimet. Dünyayı titretirken vaktiyle Rum-eli’nden; Duçar-ı lerze olduk Bulgarların elinden. Biz bir zaman kılıçla şehrah-ı şanı açtık.. Niçin bu def’a böyle attık tüfengi kaçtık? Rah-güzar-ı düşmen vahşetle zulmle yandı; Ta pay-ı tahta geldi cünd-i adüvv dayandı. Oldu bütün memalik İslam için mehalik Allahım! Ehl-i dinin olsun mu böyle halik! Kandan akıp nehirler Balkan eteklerinde; Oldu bulut buharı ya Rab feleklerinde! Yükselmeden semaya binlerce ah-ı sine Etmektedir tekasüf yağmur gibi zemine! Tuğyan edip Hilal’e hep birden ehl-i Nakūs Vahşice hetk olundu estar-ı ırz u namus. Yüzlerce ehl-i iman kalmakla bi-tenasur Hep kanlı çizmelerle meşhedlere basıldı; Cay-ı ezana yer yer ya Rabbi! Çan asıldı! Çıkmakda bank-i Teslis birçok mesacidinden; Bıktın mı yoksa haşa sınf-ı muvahhidinden; Ehl-i Salib’i kıldın müstazhar-i cemalin; Ehl-i habibi kıldın müstahkar-ı celalin. Milyonca müslümanı ettin muhat-ı vahşet; Biçare Müslümanlık kaldı esir-i zillet. Küffara hikmetinle oldun da sen müsa’id: Dininle ehl-i dini addettiler zevaid. Layık mıdır Hilal’in nur-ı hüdası sönsün? Caiz midir ufuklar leyl-i dalale dönsün? Kur’an’ı çiğnesin mi pay-ı leim-i a’da? Düşsün mü indirasa ahkam-ı şer’-i garra? Gelmez mi Kibriya-yı Vahdet-penah’a pek güç Hakkında söylenilmek ey Ferd-i Muktedir! Üç! Ettinse hikmetinle erbab-ı küfrü imhal; Ettin mi re’fetinle ashab-ı dini ihmal? Ya Rabbi! Lutf et artık biz büsbütün bunaldık: Saldırdı her tarafdan düşman zavallı kaldık. Coşsun yemm-i terahhüm ya Rabbi! Hakkımızda.. Garb eylemekde ikad bi-dadı şarkımızda Cebbar u müntekımsin adlinle ahz-i sar et; A’da-yı bed-fi’ali kahrınla hak-sar et Tarzında inliyorken kalb-i elem-figanım Dehşetli bir sadayı guş etti sem’-i canım. Lakin beyanı gayet haklıydı hem de muhkem. Bir savt-ı ma’neviydi heybetle söylüyordu: Kimden kime şikayet etmektesin ne oldu? Bilmez misin ki kat’i düsturdur bu hakca: Bir kavmi bozmaz Allah onlar bozulmayınca. Siz ettiniz a sersem! Ahlaken istihale. Lafzan değil mi sizde her türlü kahramanlık? Konserde konferansda alkışlı şaklabanlık! Son damla çıkmak üzre guya ki kan saçan siz. Görseydi sabıkīn-i İslam ederdi hayret Ya hu! Bu meskenet ne? Hiç yok mu sizde gayret? Mu’tadınız dema dem beyhude laf körüklük Ecdadınızda yokdu bu sizdeki çürüklük! Her ferde emr-i hakla mefruz iken çalışmak Hep indinizde mendub tenbelliğe alışmak! Mebğūdunuz evamir mahbubunuz menahi; Matlubunuz menafi’ endişeniz melahi. Ekser kesanınızda mervi olan hamiyyet Teşrih edilse hırsın aynı çıkar hakīkat. Bir yanda bir sınıf halk bahname neşr ederler; Guya zeval-i mülkü ta’cil edip giderler. Bir yanda libripansör ünvanlı bir takım var: Ahkam-ı dine karşı açmakda harb-i kindar. Bir yanda bir güruhun sa’yi bütün nifaka; Akvam-ı dine mani’ olmakda ittifaka. Alimlerin çoğunda vicdan denen güher yok; Cahillerin topunda İslam’dan haber yok. Erbab-ı fikrinizle cühhali var kıyas et; Sonra necat-ı mülkü git Hak’dan iltimas et! Hak va’d-i nusret etmiş amma ki nasırine: “İn tensuru!” buyurmuş Kur’an’da ehl-i dine. Sa’y eylemek demektir Allah’a yardım etmek; Ancak bu yolda hasıl dünyada her bir istek. Yalnız du’adan olmak tevfikı gayr-i müsmir. Sa’y etmeden el açmak zira dilencilikdir. Duçar olunca böyle dehşetli bir itaba: Düşdüm hacaletimden girdab-ı ıztıraba. Guşumda çınlıyordu hala o savt-ı heybet.. Bitmişti bende lakin ta’kīb ü fehme kuvvet. NE VAZIFEM! Hem de istihfafkarane bir tavr-ı la-kaydi ile omuz silkerek “ne vazifem!” deyip geçivermek hemen de –baştan aşağıya kadar– hepimize sari olmuş müzmin bir maraz-ı ahlakīdir; bu da umumi denilebilecek bir ekseriyet-i azime ile hukūk ve vezaif-i ictima’iyye ve feraiz-i hayatiyye-i diniyye ve milliyyemize karşı lisanımızdan işitilir: “Adam sen de… ne vazifem! Neme lazım! Şimdi onu mu düşüneceğim!” Emin olalım ki “vazife”nin bizden bu feci’ istikbali bu vicdan-suz tahkīri görmeye başladığı gün bizim idbar ve inhitata doğru attığımız ilk hatve-i sükūtumuzdur; işte biz o meş’um dakīkadan beridir ki ma’nen ve maddeten eziliyoruz! Küçülüyoruz! Alçalıyoruz! Fakat şayan-ı dikkat belki sezavar-ı hayret değil midir ki biz “vazife”den menafi’-i şahsiyyemize temas etmeyen ahvalde yüz çeviririz; hele o ma’bude-i hırs u tama’ımız cemal-i füsunkarından ref’-i nikab etsin de bak.. Derhal “vazife” nazar-ı takdiri !mizde olanca kıymet ve ehemmiyetiyle büyür gözümüz fal taşı gibi açılır! “Evet vazifemdir. Çünkü benim bunda menfa’atim var. Vazifeme karşı nasıl göz yumabilirim?” Vazife yalnız kendi çıkarı! Zavallı! Zavallı!... “Vazife” kelimesinin tercüme-i lugaviyyesi birkaç katre midad-ı siyahdan ibaret ise ta’rif-i felsefisi bir derya-yı ma’nadır. “Elfaza sığışmıyor me’ani - Deryaları almıyor evani” Sen “vazife”yi nafiz bir nazar-ı irfan ile ta’mik ve tedkīk etmiş fikr-i hikemiden sor! “Vazife”nin nasıl cihan-şümul bir mahiyeti haiz olduğunu sana o lisan-ı hikmet söylesin! O lisan-ı hikmet ki “vazife” lafzının işaret ettiği der ya-yı ma’nanın azamet-i mehabeti karşısında lal ve mütehayyirdir. Vazife.. O bir kanundur; bir kanun-ı avalim-şumul ki hükmü bütün kainata cari. Vazife.. O bir ruh-ı feyyazdır; bir ruh ki feyz-i hayat-bahşası bütün mevcudata bütün zerrata sari. “Vazife”yi o ruh-ı kavanin-i hayatı o meşşata-i arus-ı tabiati o anda mevki’-i hayatından düşer mahv olur gider. Cihan denilen şu na-mütenahi fezayı dolduran bi-add ü hayret-bahş-ı ukūl bir intizam ile la-yenkatı’ dönüyorlar. Acaba – Düşünelim!– Güneş doğmasa ve ta’bir-i sahihle küre-i arz bizi karanlıkta bırakacak bir noktada tevakkuf ediverse de kalsa ne olur? Ne olacak: Muhatı bulunduğumuz hava-yı nesimi donar; biz de buz kütleleri içinde yeni müstehaseler vücuda getiririz! Bak güneş ne kadar vazife-perest ki nerden gaybubeti –kısa günlerde– nihayet on dört buçuk saatten ziyade sürmez; şitanın en kesif tabakat-ı sehabı arkasından hayatımızı tehdid eden en müdhiş bürudetler içinden bize nurlar gönderir ziyalar yağdırır hayatlar ifaza eder. Niçin? İnsaniyet yaşasın… Bütün bu ecram-ı na-ma’dudenin mütemadiyen deveran etmesi la-yenkatı’ çalışması ancak insaniyetin şeref-i hayatınadır. Eb’ad-ı mutlaka-i avalimi refref-i ilm ü irfanıyla en yüksek tabakatına çıkarak dolaşan bütün bu küreleri ziyaret ederek mahiyetlerini vazifelerini tetkīke çalışan onlara isimler ünvanlar veren hizmetlerini takdir mesailerini tebrik eden zeka-yı insaniyettir. Hilkat-i kainatı –cehlen kavlen değil– ilmen ve fennen tefekkür ederek hitab-ı vecd-averanesiyle halik-ı azamet-penahını tesbih ve takdis eden işte o arayiş-i cihan-ı nasut olan vücud-ı insaniyettir en büyük en mühim en ulvi bir vazife-i ubudiyyeti hamilen alem-i bala-yı lahuttan bu mihnet-geh-i nasuta bu ibtila meydanına hey’et-i mecmu’asıyla insanın şerefine yaratılmış sultan-ı derece bala-terin bir rütbe-i hilkatinle bir meziyet-i fıtratınla beraber hayvanat ve cemadat vazife-perver sen vazife naşinas… Onlar muti’ sen serkeş.. Bu sükūtu kendine nasıl ya kıştırırsın! Kendini hayvan ve cemadın dununda görmeye nasıl razı olur nasıl tahammül edersin? Bu ulvi hakīkati lisan-ı celil-i Kur’an ’dan dinlemek için guş-ı canımızı şu ayet-i kerimeye verelim: Sure-i celile-i Ahzab Evvela şunu bilelim ki ayet-i celile isti’are-i temsiliyye üzerine şeref varid olmuştur; binaenaleyh zahir-i nazm-ı kerime bakılıp da mecaz mukabili olan hakīkat-i arz hakīkat-i iba ve ihtimal hakīkat-i işfak ve havf zannolunmasın. Ma’kūl mahsuse muhayyel muhakkaka temsil ve teşbih buyuruluyor. Bu dilfirib üslub-ı belagat cenab-ı Kur’an -ı hakimin murassa’ ve müzehheb bir puşide-i beyanıdır. Asıl o bitmek tükenmek şanından münezzeh ve müte’ali olan cevahir-i giran-baha-yı ma’ani onun altında bulunuyor. Mesnevi Nazm-ı celil-i Kur’an şu zahirde gördüğün huruf-ı mebanide olan kelimatdan terakibden cümel ve fıkarattan süver ve ayattan ibarettir. Bu zahirin altında bir batın vardır ki işte asıl kahir-i ruh sehhar-ı dil odur. Yalnız o mu?.. Onun da zirinde bir Sultan-ı kahir var ki fikir ve nazarı velehlere hayretlere düşürür. Ey oğul! Sen sakın Kur’an -ı hakimin zahirine bakıp da aldanma. Zira Şeytan da Cenab-ı Ebü’l-beşer’in zahir-i vücuduna baktı da kuru bir toprak yığınından Adem’in şahsiyet-i maddiyyesi gibidir. Nakış zahir; ruh ise hafidir. Anla! Ayet-i celilenin hülasa-i meal-i hakimi: “Bilmiş olunuz ki emanet-i kübra-yı Samedaniyyemiz siklet ve azamette o kadar takat-suz o derece tahammül-güdazdır ki eğer göklere yerlere dağlara akıl ve idrak verip kabulünü teklif etmiş olaydık o hıred-fersa cesamet-i halkıyyeleriyle o azamet-i kuva-yı tabi’iyyeleriyle beraber yine korkularından titrerler ve tahammülünden –i’tiraf-ı acz ü za’f ederek– afvlarını niyaz ederlerdi. insan ise küçücük kametine za’f-ı vücuduna kuvvetinin azlığına bakmadı da fıtratındaki isti’dad-ı müstesna ve mümtazına güvenerek kemal-i cür’etle meydan-ı kabule atılıverdi. “Bu emanet-i kübranın yegane hamil ve hafızı benim” diye duş-ı aczine yüklendi; fakat ahdinde vefa vazife-i tahammülü hakkıyla eda etmemekle pek büyük bir zulmü irtikab etti. Vahamet-i encamını şiddet-i mes’uliyyetini düşünememekle gayet azim bir gaflet muza’af bir cehalet gösterdi.” Ayet-i celiledeki “emanet” nazm-ı kerimi nedir? Evet! “Emanet” “din”dir; din ki kanun-ı ilahidir insanın alem-i ervahda “elestü birabbiküm” hitab-ı ezelisine karşı “bela…!” diye secde-i icabete kapanarak kabul ettiği emanet-i kübra Cenab-ı Mescud-ı Ezel insandan bu cevab-ı tasdikı aldıktan sonra kanun-ı ilahisini teklif etti; insan da isti’dadındaki kuvve-i tahammüle bakarak fart-ı aşk u sevda ile yed-i yemin-i takdisine aldı. İşte bu bir emanettir; bir emanet-i kübra-yı Hak’dır. Emanet ise me’mun ve mahfuzdur. Bu emanet-i kübra-yı ilahiyyenin hıfzı ise ihtiva eylediği kaffe-i ahkam-ı evamir ve nevahisine çün u çerasız ita’at ve dar tebe’asına bir kanun verir; o da merasim-i tekrimat ve ta’zimat ile kabul ederek ahkamına ri’ayet edeceğine ma’a’l-kasem söz verir. Bu kanun-ı emanet değil mi? Ahkamına ri’ayet bir vazife bir fariza değil mi? Hayat kanunsuz olmaz olamaz. Çünkü kanun nazım-ı hayattır. Kanun ise vazife ister; öyle ise vazife aynıyla hayattır. Sen –bilmelisin ki– vazifeyi istihfaf ile kendi kıymetli hayatını varlığını istihfaf ediyorsun da haberin yok!... Vazifenin aynıyla hayat olduğunu anlamak için insanın –uzağa gitmesine ne hacet!– kendi a’za-yı vücudunu tedkīk etmesi kafidir. Vücudunun en büyüğünden en küçüğüne kadar –dahili harici –her uzvu kendi mevki’ine mahsus bir vazife-i hayatiyye ifasıyla meşgūldür. Bunlardan her hangi biri ta’til-i vazife etse hayatın ahenk-i umumisi –az çok– sektedar olur. Ya bu uzuv “kalb” olursa…? Zavallı adam sekte-i kalbden müte’essiren vefat etti. Gördünüz mü? Kalbin bir an için vazifesini terk edip duruvermesi koca bir vücudu nasıl mevte teslim ediyor! Sefine-i vücudun başkumandanı olan dimağa şiddetli bir darbe-i nüzul inerse yine iş bitti. Buyurun cenaze namazına! Göz ağrır kulak sancırsa vay sahibinin başına gelenler! Bir dişin çürümesi vazife-i mevdu’asına hitam vermesidir. Diş terk-i vazife ettiğini şiddetli tahammül-güdaz bir ağrı çürüyüp de ağrılar ağızda yüzde iltihablar icadına bütün vücudu ateşleri içinde yakmaya başlayınca sahibine bela-yı azim kesilir; firaş-ı ıztıraba düşürür. Nihayet sahibi çıkarıp atar da derdinden belasından kurtulur. Tırnak.. Onun da menafi’ü’l-a’za noktasından vücudda bir vazife-i mahsusa-i hayatiyyesi vardır; fakat etten ayrılıp yükselen zaid kısmı daima kesilip atılır. ŞEHID-İ GAYRET Müdafaalarının pek mühim bir kıymet-i tetebbu’iyyesi vardır. Bir “fazıl Katolik dostu” ile vukū’ bulan dini münakaşalarını hikaye eden “Beşair-i Sıdk-ı Nübüvvet-i Muhammediyye” de müşarun-ileyhin mübeşşir-i fevz ü sa’adeti olabilecek ruh-ı Muhammedi’yi şadan edecek me’asir-i hayratından bir muhallede-i nefisedir. Niza’-ı İlm ü Din ; kendilerinden –şifahi tahriri– kemal-i ta’zim ile ve “üstazım” diye bahs ettiği Musa Kazım Efendi hazretlerinin mu’avenet-i tahriraneleriyle pek kıymetdar bir mecelle-i intikadiyye mahiyyetini iktisab etmiştir. Merhumun bunlardan başka Redd-i Rönan Ben Ne Yapayım? Tağlitat ve İlhamat Şopenhavr’ın Meslek-i Felsefisine Reddiye gibi eserleri de vardır ki bunlarda ta’kīb ettiği mürşidane nokta-i nazarlar diyanet-pesend hidemat-ı meşkuresindendir. Bilhassa “Şopenhavr”ın mesleğine yazdığı küçük bir reddiyede: Bununla gençleri “Beşir Fuad”ın akıbet-i elimesinden tahzir etmek istediğini tasrih eylemiş idi. “Midhat”; o vesi’ü’l-enha saha-i mesaisini kaplayan mü cahedat-ı ilmiyyesinden mühim bir hisseyi de “tarihçi”liğe hasr etmiştir: Kainatı hele “kurun-ı cedide” tarihini ihtiva etmek üzere tertib ve pek derin tetebbuat mahsulü olan Osmanlı tarihinin edvar-ı evveliyyesi ile tetvic eylediği Mufassal ’ı giran-kıymet birer cevher-pare-i cidd ü himmetdir; ma’atteessüf bugün Osmanlı kütübhane-i tarihi; bu son eserin na-tamam kalmış olmasını samimi teessürlerle yad eylemeye mahkumdur. Bu büyük karihanın zemin-i iştigalatı pek feyz-nak olmuştur; müşarun-ileyh bizde san’at-ı tahkiyenin müessisi sayılabilir: “Monte Kristo”yu tanziren yazdığı Hasan Mellah Hüseyin Fellah ile hemen hatıra geliveren Süleyman Musuli Dünyaya İkinci Geliş Paris’de Bir Türk gibi romanları her halde birer eser-i asil-i tetebbu’dur. Hele Paris’de Bir Türk ’deki vüs’at-i ihata bu zeminde ecnebileri de hayret-karı etmiştir. İnkılabı müte’akıb Tercüman-ı Hakīkat ’de Jöntürk ünvanlı bir romanı daha intişara başlamış çok tecarib-i kalemiyyesi vardır. Bunların en büyük meziyetlerinden biri de hoşa gitmeleri tatlı tatlı okunmalarıdır. Askerliğin en hararetli sitayişkarlarından olan Midhat’in Nevsal-i Askeri de bir çoğu vakıfane makaleler de vardır. Gayretkar-ı müşarun-ileyh Mesnevi-i Şerif’ den büyük bir tebcil ve ihlas ile bahseder. “Tasavvuf”un en cezbedar bir kelimi bir natıkası olan o lahuti eda-neva-yı feyz-barın rütbe-i bülend-i ma’neviyyetini taşkın ve istiğrakī bir heyecan-ı ruh ile anlatmak ve dinletmek isterdi! Felsefede serhadd-i tasavvufa müntehi olan mebahis-i dakīkayı Mesnevi’ nin cuşiş-i belagatıyla izah etmek müyesser olacağını söylerdi. Midhat inkılabla beraber yar-ı revanı olan hürriyet-i fikr ü amele de kavuştuğunu görünce Darülfünun kürsüsünün nida-yı istimdadına can attı; ve çalıştı çalıştırdı orada da bir timsal-i vazife-perveri olarak teşahhus etti: Merhumun bu dört senelik Darülfünun muallimliği hayat-ı ilmiyyesi üzerine tetkīkat-ı amika icra olunurken fezailname-i güzinine pek zibende bir sahife ilave edecektir. Fil-hakīka merhum Darülfunun’da tedris olunmaya layık bir “Tarih-i Umumi” meydana getirmek için var-ı kuvvet-i ihata ve tetebbuuyla uğraşıyordu. Muhtelif menabi’-i mühimmeye müracaat suretiyle tedvin etmeye başladığı bu güzide eserin itmamı; halefenin mesai-i kadr-şinasanesini bekliyor. Midhat; yine Darülfünun saha-i cihadında kütübhane-i makla meşgūl idi: Tarih-i edyan. Bunlardan başka Fransa müte’ahhirin-i felasifesinden olup geçenlerde irtihal eden meşhur fouillèenin Tarih-i Felsefe ’sini de gayet vakıfane ve müşerrihane bir surette lisanımıza nakle başlayarak büyük bir muvaffakiyetin daha namzed-i iktisabı olmuş idi. Merhum; bu eserin mukaddemesini tercüme ederken pek büyük bir kudret-i ta’mik ve teşrih göstermiştir. Fransızca’yı pek iyi bilirdi. Felsefe ıstılahatına lisanımızda güzel mukabiller bulmak en tatlı meşagilinden birini teşkil ederdi; maamafih bu hususda işkal hissedilir edilmez kelimeyi aynen lisana mal etmek taraftarı idi. Müşarun-ileyh; Stokolm Müsteşrikīn Kongresi’ne hükumet-i seniyye namına i’zam olunduğu zaman bu Avrupa seyahatinin hatıra-i tetebbu’ ve mütala’atı olmak üzere Kütübhane-i Osmani’ye Avrupa’da Bir Cevelan ünvanlı mühim bir büyük cild eser daha kazandırmıştır. Kendine mahsus selis bir uslubu vardı. Eserlerini okuyanlar hususiyet-i edasıyla istinas peyda edenler; imzasını görmeden okudukları şeyin kime ait olduğunu derhal tanıyabilirler. Bu suretle Osmanlı tarih lisan ve edebiyatında mühim bir muslıhlik ve inkılabcılık payesi ihraz etmiş oluyor. Merhum bütün bu cihan-pesend mücahedat-ı seminesiyle kendini Avrupa alem-i irfanına da tanıtmış o muhit-i ulemadan bazı muhibler kazanmıştır; namı Frenk Kamusü’l-A’lam’ larına geçmek suretiyle mazhar-ı te’bid olmuştur; kendi milletinden gördüğü kadr-na-şinaslıklara mukabil Avrupa’nın gösterdiği bu eser-i teveccüh ve takdir ile müteselli olurdu!.. Fazıl-ı merhum ihtiyarlığına rağmen dinç pek çok gençlerden mukavim ve çalışkan idi: Dört sene evvel bir şiddetli kar fırtınasında birçok ısrar edilmesine mukabil şemsiye kabul etmeyerek yakalarını kaldırdıktan sonra bir asker tavr-ı merdanesiyle ilerleyiverdiğini hatırlıyorum! Hasılı muhterem üstadımız Ahmed Midhat! bir manzume-i fezail ve mezaya idi. Bi-kes milletimiz; o büyük “eb-i ma’rifet”den daha pek çok şeyler beklerdi; kendi de daha on sene hizmet etmek emelinde bulunduğunu söylermiş. Merhum bir “hayat-ı vazife” yaşadı ve nihayet vazifesi gayreti uğurunda şehid oldu; ve bu kudsi hatimeyi kelime-i şehadetler tekbirler tehliller ile tezyin ederek selim-i kalbi muhasib-i vicdani nazarkar-ı akli ile mahfuf olan “nefs-i mutmainne”si; –razi ve marzi–; Allah’ına kavuşuverdi! – Allah o gayur kulundan razi olsun kabrini pür nur etsin.– HİLAFET-İ İSLAMİYYE’NİN SUKŪTU DÜNYANIN ZEVALİDİR Muharririn-i İslamiyye’den Ahmed Agayef Bey Tasvir-i Efkar’ da neşr ettiği bir makalesini şu fıkra ile bitiriyor: “Millet-i İslamiyye’nin şu yeni hey’et-i vükeladan taleb edeceği yegane şey: “Muhafaza-i şeref ve namus”dan ibarettir. Hükumetin yegane vazifesi kendi haysiyet ve şerefini müdafaayı tasmim etmiş olan millete rehberlik etmektir. Millet ise artık mevcudiyetini isbat edince dininin namus ve şerefinin bütün ma’neviyat ve ruhaniyyetinin de ma’raz-ı tehlikede bulunduğunu elbette ki takdir etmiştir! Bugün yalnız Edirne Adalar değil din-i İslam Şeriat-i Garra-yı Muhammediyye bile taht-ı tehlikededir. Biz bu kere muzafferiyyat ve istila için değil dinimizi şerefimizi namımızı müdafaa ve muhafaza için mücahede edeceğiz. Biz bütün cihana hilafet-i İslamiyye’nin sukūtu dünyanın da zevali olduğunu bulunan alem-i İslam’ın bütün enzarı bugün bize ma’tufdur. Bugün göklerde ruh-ı peygamber bizim için du’a-handır. Bizim yegane emelimiz şeref ve namus-ı İslamiyyet’in iadesi olacaktır. Biz şimdiye kadar haysiyet-i İslamiyyeye sürülmüş olan lekeleri kanımızla yıkayacağız. Lazım olursa kadınlarımız çocuklarımız da öleceklerdir. Canımızı; malımızı bütün mamelekimizi haysiyet-i İslamiyye yolunda feda edeceğiz; muvaffak olmazsak bile millet-i Muhammediyye’nin namus ve şeref ile mahv olabileceğini bütün dünyaya isbat edeceğiz. Hiç olmazsa evlad ve ahfadımız yüksek nasıye ile da akıtmış oldukları kanın intikamını almakla perverişyab olurlar! Artık ya ma’şera’l-İslam vazife başına! Şi’arımız: Ya şeref ya ölümdür!” ---- ENVER BEY - AVRUPA ---- Viyana’da münteşir Niyoviner Jurnal Gazetesi mühim bir makalesini şu cümle ile bitiriyor: “Bugün Osmanlılığın ve hatta denilebilir ki bütün Avrupa’nın mukadderatı Enver Bey’in yed-i iktidarındadır.” MUZAFFERIYAT-I HARBIYYE VE SIYASIYYE: el-Ehram gazetesinde okunduğuna göre Hamidiye kruvazörü Kanunisani-i Efrenci’de Portsaid sularına tekarrub ettiği sırada iki Yunan torpidosuna tesadüf ederek birini batırmış ve diğerinin mühim aksamını tahrib eylemiştir. § Kanunisani’de Beyrut’a muvasalat ederek rıhtımda binlerce halk tarafından selamlanmış birkaç zabit ve asker müfarakat eylemiştir. Kahraman Hamidiye’nin muvaffakiyeti ahalinin kuvve-i ma’neviyyesi üzerinde pek mühim bir te’sir icra etmiştir. § Tasvir-i Efkar ’ın istihbaratına göre Hamidiye Beyrut’dan avdeti esnasında Yunanlıların dört torpidosu tarafından bir hücuma ma’ruz kalmış ve gösterdiği savlet-i dilirane neticesinde iki torpidoyu gark birini de zabt eylemiştir. Diğer torpido pek ziyade hasara duçar olarak firar edebilmiştir. “ İspeçya” zırhlısı Kanuni sani’nin beşinci Cumartesi günü Limni açıklarında vukū’ bulan muharebe-i bahriyyede Osmanlı güllelerinin isabetiyle fena halde zedelenerek Mondros açıklarında batmış olduğu mevsukan haber alınmıştır. Cavid Paşa’dan varid olan bir telgrafa göre Osmanlı kuvveti düşmanı def’ ve tenkil etmek suretiyle Görice’yi istirdad eylemiştir. § Sabah’ ın muhabir-i mahsusu Selanik’den yazıyor: “Arnavudlar Sırblılara karşı suret-i şedidede i’lan-ı harb ettiler. Çeteler teşkil ediyorlar. Arnavutların topları olduğu gibi külliyetli mikdarda mitralyözleri de var. Sırblara dehşetli telefat verdiriyorlar. Arnavutların Debre Kumanova Priştine’yi zabt ettikleri muhakkaktır. Dünden beri Kaçanik Boğazı’nı tuttuklarını da karı şimendüferlerin işlemedikleri te’yid ediyor. Haber aldığımıza göre Mitroviçe hattı üzerinde Sırbların bir askeri trenini Arnavudlar bomba ile ber-heva etmişler. Fakat bu haber henüz te’eyyüd etmedi.” § “Kataro”dan Viyana’ya vaki’ olan iş’arata nazaran kuva-yı Osmaniyye İşkodra’da yeni bir huruc hareketi yapmışlar ve Şengin’e doğru kendileri için bir yol açmaya muvaffak olmuşlardır. İşkodra kuva-yı askeriyyesi Şengin’den bu suretle bol bol erzak almışlardır. § Viyana’dan Fosişe Çaytung gazetesine iş’ar olunuyor: “Bar”dan Rayheşpost Gazetesi ’ne varid olan ma’lumata nazaran “Matya”da Sırp asakiri ile “Malisör”ler ve Merditalılar arasında gayet şedid muharebat vukū’ bulmuştur. Bu muharebatta yüz seksen Sırp askeri telef olmuştur. Sırp asakirine ta’arruz eden Malisörlerin tenkili için “Tiran” ve Kurupa’dan iki tabur Sırp asakiri mikdar-ı kafi cebel topları muştur. Sırp asakiri “Vitali”ye ilerler iken “Merdita”lıların kuva-yı mütehaşşidesi tarafından ihata edilmiş ve vukū’ bulan muharebede iki tabur Sırp asakiri ve cebel topçusundan asker telef olmuş ve mütebakīsi silah ve mühimmatını ve toplarının cümlesini terk edip perişan bir halde firar eylemiştir. Almanya’nın Dersaadet Sefiri Baron Vangenhaym cenabları geçen gün hükumet-i metbu’asından atideki telgrafı almıştır: “Almanya’nın Asya-yı Osmani’deki menafi’-i azimesine binaen şu esnada Rusya tarafından Babıali üzerinde tazyikat icrasına muvafakat edemez. Keyfiyet Rusya kabinesine de tebliğ edilmiştir.” Sebilürreşad – Müslümanlar sırrının bil-fi’l tecellisini görerek azm ve metanetlerini takviye ve tezyid eylesinler. ALEM-İ İSLAM’DA TEZAHÜRAT: Hindistan’ın Liknev şehri ahali-i İslamiyyesi bir “miting” akdiyle Londra Kabinesi’nin Devlet-i Osmaniyye’ye aleyhdar bir hatt-ı hareket ta’kīb eylemesini şiddetle protesto etmiştir. § Kalküta’dan Kanunisani tarihiyle Dahiliye Nezareti’ne çekilen telgrafnamedir: Dünkü Royter Ajansı’nın kabine tebeddülüne dair verdiği havadis müslümanları tekrar ümidvar eylemiştir. Cenab-ı Hakk’ın sizleri İslam’ı müdafaaya muvaffak buyurmasını du’a eylemekteyiz. Kalküta müslümanları namına: Arif.” § Hindistan Müslüman Cem’iyyeti tarafından masarıf-ı harbiyye olarak hükumet-i Osmaniyye’ye on altı milyon Frank tevdi’ ve i’ta edilmiş olduğunu istihbarat ajansı te’min ediyor. Bu meblağ Hind müslümanları tarafından her ne kadar ta bidayet-i muhasamada cem’ olunmuş ise de iskat olunan kabineye i’timad ve emniyet etmediklerinden dolayı gönderilmemiştir. § Rangon’dan Ahmed Davud ve Molla Efendi Sabah Gazetesi’ ne atideki hususi telgrafnameyi keşide etmiştir: “Burma ahali-i İslamiyyesi devletlerin notasına şan ve şevket-i İslamiyye ve şeref ve haşmet-i Osmaniyye’ye mü nafi bir cevab i’tasına meydan verilmeyip bu suretle haysiyet-i Hilafet’in muhtel olmasının men’i zımnında ittihaz olunan gayet musib ma’kūl ve makbul bir tedbirden dolayı Osmanlıları tebrik ediyorlar ve bu münasebetle esna-yı muharebede gaib edilen arazinin de emsalsiz ve şöhret-şi’ar Müşir Şevket Paşa ile Gazi Enver Bey’in sayesinde istirdad edileceğine bu suretle Osmanlı silahlarının namus ve şerefi ediyorlar. Bu hususda Cenab-ı Hakk’a dahi kemal-i huşu’ muharebe devam ettiği müddetçe Darülhilafeti’l-aliyye’ye Hilal-i Ahmer’ine mu’avenet-i lazımeyi kat’an diriğ etmeyeceklerdir.” Cuma-i Bala’ya merbut Simitli karyesinde müslümanın evvelce Bulgar oldukları bahanesiyle Hıristiyanlığı kabul ettiklerine ve Karpenik ahalisinin de aynı arzuda ! bulunmaları hasebiyle onlar için de merasim-i mahsusa hazırlandığına dair K. Pavlof Osmanlı alem-i matbuatına bir çok hidemat-ı hayriyye ve nefise ifasına muvaffak olan Ebuzziya Tevfik Bey geçen gün sekte-i kalbden füc’eten vefat ederek meftun-ı irfan ve fezaili olan bütün kalbleri duçar-ı hüzn ü keder eylemiştir. Cenab-ı Hak garik-ı rahmet-i ilahiyyesi buyursun. Mehadim-i kiramına an-samimi’l-kalb beyan-ı ta’ziyet eyleriz. Fransızlara Karşı İ’lan-ı İsyan – Tanca’dan eş-Şa’b gazetesine yazıldığına göre Marakeş’de Şadma Kabilesi’nin Fransızlara karşı i’lan-ı isyan etmesi üzerine Mocador ile Tanca arasında mürur ve ubur büsbütün munkatı’ olmuştur. Zaten kabile-i mezkure efradı yolu beklemekte oldukları cihetle kimse oradan geçmeye cesaret edemiyor. MABEYN-I HÜMAYUN’DA Safer Kanunisani Çarşamba günü Dolmabahçe Sahil Saray-ı hümayunu süfera salonunda ictima’ eden meclisin müzakeratı hakkında ceraid-i yevmiyyede görülen tafsilatın hülasaten iktibası münasib görülmüştür: Sadrazam Paşa’nın riyaseti irade-i seniyye-i padişahi mukteziyatından bulunmakla Kamil Paşa meclise dahil olan zevattan müteşekkil murabba’ın saflarından birinin vasatında bir mevki’-i mahsusda ahz-i mevki’ eylemişlerdi. Sağ taraflarında şeyhülislam sol taraflarında sadr-ı sabık Said Paşa bulunuyorlardı. Hazır bulunan a’zanın mikdarı yüze karib idi. Müzakerata vasati saat bir buçukta başlanıp evvela Ba bıali Tahrirat Müdiri Said Bey düvel-i muazzama tarafından verilen notanın suret-i mütercemesini kıraet etmiş ve bunu müte’akıb Harbiye Nazırı Nazım Paşa muharebe-i hazıra ve tarafeyn ordularının vaz’iyeti hakkında izahat i’ta eylemiştir. Ba’dehu Maliye Nazırı Abdurrahman Efendi dahi devletin ahval-i maliyyesine dair ma’lumat vermiştir. Hariciye Nazırı Noradonkyan Efendi ifadatını kaleme almış olduğundan tanzim etmiş olduğu fezleke dahi müşarun-ileyh Said Bey tarafından kıraet edilmiştir. Fezleke-i mezkure Avrupa siyasiyyat-ı umumiyyesinin safha-i hazırası ve devletlerden her birinin hatt-ı hareketi ve süferamıza vukū’ bulan beyanatı hakkında ma’lumatı havi idi. Fezlekenin kıraeti hitam buldukta kelam sırasıyla ulemadan Mustafa Asım Efendi ve a’yandan Damad Ferid ve Müşir Fuad paşalar ve Defter-i Hakani Nazırı Mahmud Esad Efendi ve a’yandan Reşid Akif Paşa ve Logofet Bey Sadr-ı esbak Said Paşalar mes’ele-i hazıranın bir tesviye-i i’tilafkaranesi muvafık olacağı tarzında beyan-ı mütala’at eylemişlerdir. Müte’akıben Başmüdde’i umumi İsmail Hakkı Bey devam-ı harbi iltizam etmiş ve bazı mesail-i askeriyyeden dahi bahs eylemiştir; mevzu’-ı bahs edilen mevad hakkında Harbiye Nazırı Nazım Paşa tarafından bazı cevablar verilmiştir. rızası dairesinde bir tesviye-i i’tilaf-perveraneye çalışılmak cihetine ma’tuf bulunmuştur. Huzzarın efkarı bu merkezde bulunduğu anlaşılması üzerine Dahiliye Nazırı Reşid Bey ve Hariciye Nazırı Noradonkyan Efendi bazı beyanatta daha bulunmuşlardır. Sadr-ı esbak Said Paşa meclisin bir şekl-i resmisi olup olmadığını sual eylemişler cevaben meclisin bir mahiyet-i Müzakerenin hitamına doğru mes’elenin safha-i hazırasında hey’et-i vükelanın muvafık gördüğü tedbir meclise beyan olunmuştur ki düvel-i muazzama ile bil-i’tilaf bir suret-i tesviye bulmak esasına müstenid idi. Zaten huzzarın ekseriyet-i azimesinin de müşkilat-ı hazıranın sulhen tesviyesi cihetini iltizam eyledikleri görülmekte Müzakerat vasati saat dörtte hitam bulmuş ve med’uvvin avdet etmeye başlamışlardır. Sadrazam Kamil Paşa ile Sadr-ı esbak Said Paşa el ele tutuşarak salondan çıkmışlar ve Sadrazam paşayı Said Paşa merdiven başına kadar teşyi’ eylemişlerdir. Meclis dağıldıktan sonra huzzar diğer salonlara dağılmışlar ve mezkur salonlarda istihzar edilmiş olan büfelerden Enderun efendileri vasıtasıyla çay ve saire ile i’zaz ve ikram edilmişlerdir. Zat-ı Hazret-i Padişahi meclisin devamı müddetince cereyan-ı müzakerattan muntazaman ma’lumat almakta bulunmuşlardır. § İşbu meclisde hazır bulunan zevatın esamisi ber-vech-i atidir: Hey’et-i Vükela: Sadrazam Kamil Paşa Şeyhülislam Cemaleddin Efendi Harbiye Nazırı Nazım Paşa Hariciye Nazırı Noradonkyan Efendi Dahiliye Nazırı Reşid Bey Evkaf Nazırı Ziya Paşa Maliye Nazırı Abdurrahman Bey Adliye Nazırı Damad Arif Hikmet Paşa Maarif Nazırı Damad Mehmed Şerif Paşa Nafia Nazırı Ziya Bey Bahriye Nazır Vekili Müsteşar Rüstem Paşa Telgraf ve Posta Nazırı Musurus Bey Sadaret Müsteşarı Adil Bey. Heyet-i A’yan: Sadr-ı esbak Said Ferid Gazi Muhtar Reşid Akif Müşir Fuad Damad Ferid Topçu Feriki Rıza Ömer Rüşdü Aristidi Hüsnü Said Halim Süleyman Şerif Cafer Arif Hikmet İzzet Muhyiddin Şükrü Paşalar; Ekrem Halim Abdurrahman Şeref Şerif Nasır Ali Galib Faik Logofet Nuri Beyler; Abdülkadir Rıza Aram Azaryan Mavrokordato Efendiler. A’yandan Mahmud Şevket Paşa ile Musa Kazım Süleyman Elbistani Ziyaüddin Efendiler Mehmed Tevfik Sadr-ı esbak Hakkı İbrahim Paşalar Nail Şerif Ali Haydar Prens Sabahaddin Beyler hazır bulunmamışlardır. Diğer zevat: Defter-i Hakani Nazırı Mahmud Esad Fetva Emini Mehmed Esad Rumeli Kazaskeri İbrahim Ethem Anadolu Kazaskeri Mustafa Asım Mahir Said Efendilerle diğer bazı ulema. Erkan-ı Harbiyye-i Umumiyye Reisi İzzet Mu’avin Hadi Piyade Dairesi Reisi Ferid Topçu Dairesi Reisi Ali Refik Süvari Reisi Subhi Birinci Ferik Abdullah İ’malat-ı Harbiyye Reisi Nazım Bahriye Nazır-ı esbakı Ferik Hurşid Muhasebat Dairesi Reisi Ahmed Fevzi Kıtaat Müfettişi Hüsnü Bahriye Muhakemat Reisi Halil Masarıfat Dairesi Reisi Rasim Liman Dairesi Reisi Abdi Bahriye Erkan-ı Harbiyye Reis Vekili Sıdkı Şura-yı Devlet Mülkiye Dairesi Reis-i sanisi Ahmed Salim Tanzimat Dairesi Reis-i Sanisi Said Maliye Nafi’a Maarif Dairesi Reis-i sanisi Tevfik Beyler Adliye Nezareti Mahkeme-i Temyiz Reisi Ali Haydar Efendi Ceza Dairesi Reisi Osman İstid’a Dairesi Reisi Rüşdü Başmüdde’i-i Umumi İsmail Hakkı Beyler; Şehremini Cemil Paşa Rusumat Müdir-i Umumisi Sırrı Bey hazır bulunmuşlardır. * * * ---- BEYANNAME-I RESMI ---- Perşembe günü Kamil Paşa kabinesi tarafından gazetelere tebliğ edilmiştir: “Dün Saray-ı hümayun-ı mülukanede a’yan-ı kiram ve bazı rical-i ilmiyye ve askeriyye ve mülkiyyeden müteşekkil olarak in’ikad eden Meclis-i Umumi’de Heyet-i Vükela namına taraf-ı sami-i Sadaret-penahiden ve Harbiye ve Hariciye ve Maliye nazırları hazeratı taraflarından verilen izahat üzerine devletin hal ve mevki’-i hazırı ariz u amik tezekkür ve kemal-i safvet ü samimiyyetle te’ati-i enzar ve efkar olunarak neticesinde Heyet-i Vükela’nın nokta-i nazarı tasvib edilmiş ve düvel-i muazzamanın hissiyat-ı adalet-karisine beyan edilen mevaid ve muavenetin istihsal-i fi’liyyatına ve memleketin selamet-i atiyye ve menafi’-i iktisadiyyesinin te’mini esbabının istikmaline çalışılması Heyet-i Vükela’nın uhde-i hamiyyet ve me’muriyyetlerine tevdi’ edilmiştir.” TEBEDDÜL-İ VÜKELA Meclis-i Vükela’nın Edirne Vilayeti’ni kamilen Bulgarlara terk Bahr-i Sefid’i de devletlerin re’yine havalesi hakkındaki notayı kabule karar vermesi ve bu kararın Mabeyn-i hümayunda in’ikad eden meclis tarafından tasvib olunması geleyan-ı milliyi mucib olarak ferdası Perşembe günü Heyet-i Vükela düvel-i muazzamaya i’ta olunacak cevabi notanın tahriri için hal-i ictima’da bulunduğu bir sırada ba’de’zzeval saat üç buçuk dört raddelerinde binlerce halk Babıali pişgahında ictima’ ve bazı tezahürat-ı vatan-perveranede bulunmuşlardır. Bunun üzerine Kamil Paşa kabinesi isti’fasını vermeye mecbur olmuş ve keyfiyet-i isti’fa Mücahid-i muhterem Enver Bey Efendi tarafından nümayişçilere ba’de’t-tebliğ hak-i pay-ı şahaneye arz olunmuştur. Zat-ı hazret-i padişahi isti’fayı kabul ederek kabine teşkiline Mahmud Şevket Paşa’yı me’mur eylemişler ve keyfiyet Enver Beyle birlikte Babıali’ye gelen Başmabeynci Halid Hurşid Serkatib Ali Fuad Beyler vesatatıyle sabık kabineye tebliğ edilmiş müte’akıben müşarun-ileyhima Enver Bey’in refakatinde yine Saray-ı hümayuna avdet eylemişlerdir. Bilahare saat sekiz buçukta Mahmud Şevket Paşa Babıali’ye muvasalat etmiş müte’akıben zirde sureti münderic hatt-ı hümayun Başkatib Ali Fuad Bey tarafından bülend-i avaz Hatt-ı hümayunun kıraetini müte’akıb sadr-ı cedid Mahmud Şevket Paşa ahaliye hitaben: “Padişahımızın iradesine tevfikan Sadareti şu müşkil zamanda kabul ettim. Kabineyi teşkil ettikten sonra elimizden geldiği kadar çalışacağız. Bu anda sizden de mu’avenet bekleriz. Sükutu muhafaza ederek buradan çekilmenizi emir ve rica ederim.” Buyurmuşlardır. Bunun üzerine ahali kemal-i sükun ile yerli yerine çekilmişlerdir. Yalnız şuna teessüf olunur ki nümayiş esnasında Sadaret yaverlerinden Nafiz Bey ile Harbiye Nazırı Nazım Paşa Harbiye Nezareti Yaveri Yüzbaşı Tevfik Efendi sivil bir zat kurşunların isabetiyle vefat etmişlerdir. Yeni kabine ber-vech-i ati teşekkül etmiştir: Sadrazam ve Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa Şura-yı Devlet Reisi Prens Said Halim Paşa Dahiliye Nazırı: Hacı Adil Bey Hariciye Nazırı Vekili: Atina Sefir-i sabıkı Muhtar Bey Bahriye Nazırı: Çürüksulu Mahmud Paşa Adliye Nazırı: İstanbul Vali-i sabıkı İbrahim Bey Maliye Nazırı: Divan-ı Muhasebat Reisi Rifat Bey Nafi’a Nazırı Besarya Efendi Evkaf Nazırı: Hayri Bey Ticaret ve Zira’at Nazırı: Aydın Vali-i esbakı Celal Bey Posta ve Telgraf Nazırı: Uskan Efendi Maarif Nazırı: Saruhan Mutasarrıf-ı sabıkı Şükrü Bey. Mesned-i Meşihat-i İslamiyye de Fetva Emini Mehmed Es’ad Efendi hazretlerine tevcih edilerek ferdası Cuma günü Sadaret alayı merasim-i mahsusasıyla icra olunmuştur. Bilahare Hariciye Nezareti Said Halim Paşa hazretlerine tevcih buyurularak Muhtar Bey de Hariciye Müsteşarlığı’na ta’yin olunmuştur. Şura-yı Devlet Riyaseti’nin de sadr-ı esbak Said Paşa’ya tevcih olunacağı rivayet ediliyor. * * * SURET-İ HATT-I HÜMAYUN “Vezir-i ma’ali-semirim Mahmud Şevket Paşa. Kamil Pa şa’nın vuku’-ı isti’fasına ve hal ve mevki’in müstağni-i bir zat uhdesine tevcihine lüzum görülüp sizin iktidar ve kifayetiniz nezdimizde ma’lum ve müsellem olduğundan mesned-i Sadaret rütbe-i samiye-i vezaret ve müşiri ile uhdenize tevcih kılınmış ve Meşihat-i İslamiyye’ye de münasib bir zatın intihabı derdest bulunmuştur. Hey’et-i cedide-i vükelanın teşkiliyle tasdikimize arzını irade eylerim. Hemen Cenab-ı Hak muvaffak bil-hayr buyursun amin. Bi-hürmeti seyyidi’l-mürselin” SURET-İ HATT-I HÜMAYUN “Vezir-i ma’ali-semirim Mahmud Şevket Paşa. Dünkü hatt-ı hümayunumuzla bildirildiği vechile makam-ı Sadaret-i uzmaya me’muriyetiniz icra olunmuş ve mesned-i meşihat-i den Fetva Emini Mehmed Es’ad Efendi uhdesine tevcih kılınmıştır. Cenab-ı Hak muvaffak bil-hayr buyursun amin.” Fi Saferü’l-hayr sene Fi Kanun-ı sani sene * * * ---- BEYANNAME ---- Kanunisani Perşembe günü Babıali’de icra olunan nümayiş esnasında kabinenin isti’fasını müte’akıb neşr ve tevzi’ olunan beyannamedir: “Devletimiz Trablusgarb ve Bingazi’de İtalyanlar ile şanlı ve şerefli bir surette harb ettiği bir sırada Şimali Arnavutluk’da birkaç şeririn hükumete muhalefet maksadıyla uyandırdığı naire-i fesad ve isyanı teskin için gönderilen kuvve-i te’dibiyye arasından bazı zabitanın alenen eşkiyaya iltihak etmesi ve Cenubi Arnavutluk’da aynı maksatla bir takım hamiyyetsizlerin vazife-i askeriyyelerini terk ile müsellehan dağa firar eylemesi muharebe-i hariciyyeye bir de mücadeli-i dahiliyye ilave ettiği cihetle bu ahval üzerine Said Paşa Kabinesi mevki’-i iktidardan çekilmeye mecburiyet hissetmiş ve zevahire nazaran inan-ı idareye vaz’-ı yed eden Ahmed Muhtar Paşa Kabinesi’nin memlekette bir devre-i sükun küşad edeceğini herkes ümid eylemiş idi. Hayfa ki bu kabine daha ilk hatvede asilere karşı terk-i silah ve muhasamayı taht-ı karara almakla devletimizin Balkanlardaki vaz’iyet-i siyasiyyesini takdirden aciz olduğunu gösterecek bir hata riştine’ye sonra Üsküb’e girerek me’murin-i hükumeti tard ve teb’id gibi azgınlıklar izhar ettiği halde hükumet oralardaki kuvve-i te’dibiyyeyi seyirci vaz’iyetinden ayırmadığından bu hal haricde kuvve-i askeriyyemizin za’f ve inhilaline delil ma’tuf olan hırs ve iştihalarını bir kat daha açmıştır. Asilerin Üsküb’e girmek üzere bulundukları bir sırada Londra’daki Bulgar sefirinin bizim oradaki sefirimize söylediği şu: “Devlet-i Osmaniyye’nin birkaç bin asiyi te’dibden aciz görünmesi memleketiniz için mukaddime-i felaket olur.” sözü bir düşman ağzından nadiren çıkan müessir ve mukız bir nasihat iken nazar-ı i’tibara alınmadıktan başka asilerin Üsküb’den sonra Köprülü’ye inmelerine de ses çıkarılmamış ve neticede usata galib bir devlet tebe’asına verilen müsa’adata müşabih ve Kanun-ı Esasi ahkamına muhalif müsa’adat bahş olunmuştur. Ahmed Muhtar Paşa Kabinesi’nin Kanun-ı Esasi’yi ihlal etmesi bununla da kalmayarak bu asilerin arzu ve talebine tebe’an otuz milyon Osmanlının emn ü i’timadını haiz olan Meclis-i Meb’usan’ın sedd ü ta’tili cihetine gidildi ve en feci’ bir darbe-i Meşrutiyyet telakkī edilmek lazım gelen bu hale karşı memleketten kuvvetli bir sada-yı i’tiraz yükselmemiş olduğundan gurur ve izzet-i nefs-i milli gibi fezailin Osmanlı kalblerinden silinmiş olduğuna bu da haricen büyük bir alamet kan devletlerine bir hiss-i hürmet ilka eden ordumuzda za’f ve teşettüt bulunduğunu ve en mukaddes hukūk ve mü’essesat-ı siyasiyyeleri ayak altına alınsa bile Osmanlı milletinin teessür ve tehassüs asarı göstermekten aciz olduğunu Balkan İttifakı’nı tevlid ve te’min etmiştir. Ahmed Muhtar Paşa Kabinesi o sırada –şayed ihanet değilse– cihanda misli na-mesbuk bir de gaflet irae etmiştir. Kabine Balkan hükumetlerinin ittifakını bildiği halde Rumeli’deki kıtaat-ı nizamiyyeden yüz yirmi bin kişiyi birden terhis ile Rumeli’yi askerden hali bırakmıştır. İstihsal-i Meşrutiyyet’den sonra en ziyade ta’lim ve terbiye görmüş olan bu neferat taburlarıyla harbe iştirak etmiş olsalar idi pek çok yararlık göstereceklerinde şüphe edilemezdi. Aynı zamanda hükumet bu gafletini bir de hamakat ile tarsin etti. Manevra icrası için Rumeli rediflerini taht-ı silaha aldı. Bundan kuşkulanan Balkan hükumetleri muhasama kapısını açmak için isti’cal ettiler. Hatta mütevatiren şayi’dir ki Rusya Çarı muharebenin ilkbahara ta’likını tavsiye ettiği halde Bulgar Kralı Ferdinand “İlkbaharda Türkiye re’s-i karında bu kadar aciz bir kabine bulunacağı ma’lum değildir” diyerek muhasamatı ta’cil esbabını Erkan-ı Harbiye’mizce Balkan hükumetlerine karşı öteden beri bir harb planı hazırlanmış iken Ahmed Muhtar Paşa Kabinesi bu planı tatbik etmediği gibi kumandanlıklara da na-ehilleri ta’yin etmiş ve galib geleceğine dünyanın her tarafında emniyet ve i’timad edilen ordularımızı Kırkkilise ve Lüleburgaz hezimetlerine uğratmıştır. Gerek Ahmed Muhtar Paşa gerek onu istihlaf eden Kamil Paşa kabineleri mağlubiyetlerimizin esbab-ı hakīkıyyesini taharri ederek onları ber-taraf etmekle meşgūl olacağına milletin mukadderatıyla eğlenircesine pay-ı tahtta hane basmak erbab-ı hamiyyeti taharri ve tevkīf etmek gibi işleri büyük birer vazife bilmişlerdir. Bu kabineler cahil ve kabiliyetsiz kumandanlar elinde meydan-ı harbdeki ordularımızın kabiliyet-i harbiyyelerini nasıl mahv u izale etmişler ise bu gibi ta’kībat ile de milletteki hissiyat-ı vatan-perverane ve galeyan-ı ceri-cuyaneyi uyuttular. Adeta muharebe eden askerle onun mensub olduğu millet arasında iştirak-i hissiyyat menafi’-i mütekabile mefkūd zannolunurdu. Hele Kamil Paşa Kabinesi umur-ı harbiyyeden ziyade Abdülhamid devrini ihya edercesine hafiye ve casus jurnalleri ile iştigal etmiştir. Çatalca’daki vaz’iyet-i galibanemiz nazar-ı dikkate alınmaksızın Bulgarlara gayet müsa’id şeraitle akd-i mütareke edilmiş olmasına bakılırsa Kamil Paşa Kabinesi’nin menafi’-i vataniyye ve milliyyeye bakmayarak herçi bad abad musalahaya karar verdiği anlaşılıyor idi. Londra Konferansı’nın üçüncü ictima’ında Edirne Vilayeti’nden maada bütün Rumeli’nin düşmanlara terk edilmesi hükumetin niyetini pek açık surette gösterdi. Balkan hükumetleri bu kadar müsaadekar olan bir kabineden Edirne ile adaları almamak bir hata-yı azim olacağına hüküm ettiklerinden bu babda fevkalade ısrarda bulundular ve Londra’ya gönderdikleri murahhaslarının dirayeti sayesinde Düvel-i Muazzama’yı da kendi emellerine iştirak ettirebildiler. Devletler de acz ve meskenetten mürekkeb olan kabineye müşterek bir nota ile Edirne’nin terkini tavsiye ettiler adaların hallini bize bırakın dediler. Kamil Paşa Kabinesi’nin fikir ve mütalaası da bu merkezde bulunduğu dünkü meclis-i meşverette cereyan eden müzakerat ile anlaşıldı. Kamil Paşa Edirne’nin terki mecburi ve ıztırari olduğuna herkesi inandırmak için kararını bu meclis-i gayr-i mes’ule de kabul ve tasdik ettirdi. Kavaid-i meşrutiyyetle idare olunan Kanun-ı Esasi’ye malik bulunan devletlerde bu gibi meclislerin yeri yoktur. Kamil Paşa Kabinesi Edirne’yi Bulgarlara adaların atisini devletlere terk etmek gibi işlediği katmerli bir cinayeti setr etmek için Kanun-ı Esasi’yi parçalamaktan çekinmiyor. Bu suretle bir tarafdan Osmanlılığın ikinci pay-i tahtını Bahr-i sefid’deki hakimiyet-i atiyyesini feda ederken diğer tarafdan da Osmanlı milletinin en ali bir hakkına tecavüz ediyor. Millet-i Osmaniyye altı yedi aydır hukūk-ı esasiyyesine tevaliyen tecavüze cesaret eden Rumeli’yi bi-perva teslimden çekinmeyen memleketi müdafaa için kuva-yı milliyyeyi tahammül edemezdi. Vatanın atisi milletin menafi’-i esasiyyesi tehlikede bulunduğu sıralarda milletin hakk-ı ihtilalini dir. İşte millet bugün o hakkını isti’mal ettiğinden Kamil Paşa Kabinesi isti’fasını vermiştir. Millet-i Osmaniyye Rumeli’deki hukūkundan vazgeçmeyecek ve bunun için her fedakarlığı Binaenaleyh müşkilat-ı mevcudeyi ber-taraf etmek için milletin vesait-i müdafaasına müracaattan korkmayacak ve belki bunu me’mul ettiği muvaffakıyata üssü’l-esas bilecek. Hamiyyetli ve vatanperver bir heyetin re’s-i kara getirilmesi zat-ı hazret-i padişahiye arz edilmiştir. Tarih-i alemde şan ve şerefle yaşamaya layık olduklarını Osmanlılar bundan sonra göstereceklerdir. Yaşasın millet ve Kanun-ı Esasi.” * * * MÜHİM BİR TELGRAF Edirne’nin büyük ve fedakar Kumandanı Şükrü Paşa hazretleri tarafından Kamil Paşa kabinesine hitaben sukūtu günü çekilen telgrafnamedir: “Edirne gibi dünyanın en müstahkem mevakiinden ma’dud bir şehr-i mukaddesi deni hunhar bir düşmana teslim edecek alçak bir kumandan şanlı Osmanlı tarihinde görülmemiştir. Ben de bu cinayeti irtikab etmeyecek ve son neferimi kendi tabancama kendimi de son kurşunuma tevdi’ edeceğim. Şehirde imkan-ı mukavemet kalmadığını görünce muhasara altında bulunan la-ekall kırk bin Bulgarı tecrid ederek aceze-i sıbyan ve nisvanı konsolosların ellerine birer beyaz çarşaf vererek onların himayesine tevdian şehirden çıkaracağım. Şimdiye kadar yaptıkları gibi bunları da onların medeniyet gözleri önünde isterlerse imha etsinler… Ba’dehu toplarımı o meşhur-ı alem olan mebani ve emakin-i muazzezemiz ile Bulgarlar üzerine çevirecek ve şehri de ateşlere boğarak harabe-zara döndüreceğim. İçeride ateş dışarıda ölüm içinde kalacak kahraman askerim işte o zaman velev ki muhasırı bir milyon olsun onu yaracak ve bu suretle ya kahramanca ölecek veyahud mukaddes pay-ı taht-ı ecdadını şanla terk edecektir.” MEV’IZA ---- . . ---- Ey cemaat-i müslimin ey Allah’ın dinine iman edenler! Allah’ın da’vetine; Allah’ın Resulüne o Resul-i Muhteremin da’vetine. Evet onların sizler sizin hakkınızda mahz-ı hayat olacak bir çok evamiri var; onları ifa ederseniz gerek bugünkü hayat-ı faniyyenizde gerek yarınki hayat-ı sermediyyenizde mes’ud olur rahatla saadetle yaşarsınız. Sonra bilmiş olunuz ki Cenab-ı Hak insanın kalbi ile kendi arasına girer; yani mahlukunun bütün esrarına muttali’ olur. Şunu da biliniz ki yine merciiniz Allahu Zü’lcelal’dir. O musibetten o fitneden o felaketten sakınınız ki: o bela o felaket hiç bir zaman içinizden yalnız suçlu olanlara gelmez; belki umumunuza birden müstevli olur. Bir de gözlerinizi açınız; iyi biliniz ki: Allah’ın ikabı şediddir müdhiştir. Bu iki ayet Sure-i Enfal’dedir. Allahu Zü’lcelal buyuruyor ki: Benim bütün evamirimde; evet gerek size Kur’an le tebliğ ettiğim emirlerin hepsinde sizin için hayat vardır. Hem nasıl hayat? Bütün manasıyle bir hayat. Müfessirin-i maddiyata da teşmil ile ayeti ona göre tefsir ediyorlar. Zaten ma’neviyat ile maddiyat birbirinden ayrılamaz. Bedensiz ruh olmaz ruhsuz beden olamadığı gibi. Demek evamir-i Artık düşünmeye hacet var mı? İşte görüyoruz. Alem-i ne kadar sarih ne kadar doğru olduğunu gösterdi! Şimdiye kadar muzmahil olan ne kadar akvam-ı İslamiyye varsa hep ahkam-ı İlahiyyeyi ifa etmemek yüzünden mahv oldular. Vakıa Cenab-ı Hak “Malikü’l mülküm” diyor; bu alemde istediği gibi tasarruf eder; dilediğinden alır dilediğine verir; istediğini i’zaz eyler istediğini tezlil eder. Bunda şüphe yok. Fakat hiç bir kavim gösterilemez ki kendisi zillete esarete mahkumiyete istihkak kesbetmeden inkıraza gitmiş olsun; hiç bir millet görülemez ki mülküne sahib olmak sun. Cenab-ı Hakk’ın bir takım kavanini kavanin-i ezeliyyesi vardır. Evet o kanunlar hem ezelidir hem ebedidir. Hiç de değişmez. Cenab-ı Hak bütün hakayıkı bu kanunlarında birer birer göstermiş; müteaddid yerlerde müteaddid şekillerde bildirmiştir. Geziniz dünyayı; arza semaya bakınız; muhtelif kıt’alardaki harabeleri görünüz; sizden evvel geçmiş milletlerin tarihini okuyunuz. Göreceksiziniz ki hepsi aynı esbab aynı Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib şerait tahtında terakkī etmişler yine aynı esbab aynı şerait tahtında mahv olmuşlar. Çünkü aynı esbab daima aynı netayici tevlid eder. Evamir-i ilahiyye dendi mi hepsinin zımnında hayat var. Hatta nef’i ilk nazarda sırf ahirete aid zannolunan bir takım birinde bu dünya için de pek çok menafi’ var. Mesela namaz müslümanlara farzdır. İnsan günde beş defa Halik’ıyla kendi arasındaki rabıtayı tecdid ediyor. Dünyaya da tealluku büyük faidesi çok. Çünkü insanları bir çok münkerattan men’ ediyor; sonra aynı dine tabi’ milyonlarca beşeri aynı zamanlarda yüzler aynı Ka’be’ye aynı Kıble’ye müteveccih olmak şartıyla aynı kubbeler altında cem’ ediyor. Çünkü mış bir din yoktur. Bilirsiniz ki: Hazret-i Peygamber’in bi’setinden evvel “Evs” ile “Hazrec” kabileleri arasında tam yüz yirmi sene gelmişti. İslam geldi; nifakı şikakı kaldırdı. arasında ittihadı te’min içindir. Böyle iken maalesef görüyoruz ki: Müslümanlar kadar tefrika içinde kalmış; teşettüt Allah’ın bütün emirlerinde hayat var. Evamir-i ilahiyyenin Cenab-ı Hak diyor ki: “Hepiniz birden habl-i ilahiye di ne sarılınız; yani ahkam-ı Kur’aniyyeden ayrılmayınız. Sakın tefrikaya düşmeyiniz; sonra mahv olursunuz. Allah’ın üzerinizdeki ni’metlerini hatırınıza getiriniz biliyorsunuz ya: Hani aranızda niza’lar ihtilaflar vardı birbirinize düşman idiniz; oldunuz... Hani ta cehennem uçurumunun kenarına kadar gelmiş idiniz. Allah sizi oradan kurtardı...” Filhakīka ırkı lisanı muhiti adatı elhasıl her şeyi yekdiğerine mübayin olan bu kadar akvamı Müslümanlık kardeş yapmıştı; kavmiyeti cinsiyeti aradan kaldırmıştı. Fakat son zamanlarda biz müslümanlar bu hakīkatten gafil olduk. Aramıza na-mütenahi esbab-ı tefrika girdi. Bırakalım memalik-i ecnebiyyedeki müslümanları; Osmanlı memleketinde bu kadar akvam var. Öyle ya Arnavut Kürt Çerkes Boşnak Arap Türk Laz... Elhasıl daha bir çok kavmiyetler mevcud. Pek a’la! Hepsinin beynindeki rabıta nedir? Rabıta-i diyanet! Şimdiye kadar bu rabıta sayesinde kardeş gibi yaşadık. Türk Türklüğünün ne olduğunu bilmiyordu; Arnavut kavmiyetinden dem vurmuyordu. Zaten Müslümanlıkta kavmiyet yoktur. Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: “Kavmiyet gayreti güdenler bizden değildir yani müslüman değildir; kavmiyet sebebiyle vuruşan da bizden değildir; kavmiyet güderek ölenler de bizden değildir.” Vakıa sair milletlerde mesela hıristiyanlarda kavmiyet var. Evet onlar bu his ile yaşayabilirler. Fakat biz yaşayamayız. Din giderse bizim için hayat yoktur. Peygamber böyle diyor şeriatın sahibi böyle söylüyor. Vakayi’ de bu sözü te’yid ediyor. Felaket-i hazıranın na-mütenahi esbabı var ki en birincisi kavmiyet yüzünden meydan alan tefrikadır. Yalnız dört beş senedir bu yüzden ne hale geldik; kavmiyet gayretiyle ayaklananları girdik; müşkilattan çıktık müşkilata düştük! Çünkü ecnebiler böyle istiyor memleketlerimizi elimizden almak için programları bu. Bir taraftan alıyor muttasıl alıyorlar; hem emin olmalı ki maazzallah memleketimizi tamamiyle bitirmeyince rahat olmayacaklardır. Ecnebilerin kendi hesaplarına gayet elverişli kestirme bir siyasetleri var: Hani bir zamanlar bizim akıncılarımız vardı. Fethetmek istediğimiz memleketlere ordumuzdan evvel onları gönderirdik. Bu akıncılar o memlekete girer ahaliyi telaşa sokar birbirine düşürür sonra da ordu girer istila eder işini bitirirdi. Bu adeta ordunun bir taliatü’l-ceyşi idi. İşte tıpkı bunun gibi ecnebilerin de bugün akıncıları var ki o akıncıları o taliatü’l-ceyşleri: Tefrikadır. Avrupalılar zabt etmeyi kararlaştırdıkları memleketin ahalisi arasına evvela tefrika sokarlar senelerce milleti birbiriyle boğuştururlar. Sersem ahali bu suretle yorgun düştükten sonra gelip çullanırlar. Bugün de işte bize karşı aynı siyaset kullanıldı. Zaten her yerdeki siyasetleri budur. Hindistan’da daha evvel Endülüs’te sonraları Cezayir’de siyasettir hiç değişmez. Müslüman olanlar hani an-samimi’ -kalb müslüman olanlar iyi bilmelidirler ki: Bu tefrika bu kavmiyet çıkmaz yoldur. Din bununla beraber gidemez; Müslümanlık bu suretle yaşayamaz. Sonra din hakkında şöyle böyle diyenler ufak tefek şüphe taşıyanlar da iyice zihinlerine yerleştirmelidir ki: Yine bu siyasetle memleket yürümez. Buna artık bir hatime vermelidir. Cenab-ı Hak buyuruyor; tefrikaya düşmeyin fırkalara ayrılmayın diyor. – İyi ama bütün milletlerde bir çok fırkalar var. Dünyaları da pek iyi gidiyor. Terakkī edip duruyorlar. Bu fırkalar hiç de onların izmihlaline sebep olmuyor... Evet lakin onlar “fırka”yı “tefrika” manasında telakkī etmiyorlar. Onların fırka hayatını size -la teşbih- şöyle temsil edeyim: Tıpkı bizdeki mezahib gibi. Ben Hanefiyim sen Şafiisin. Sana i’tiraz ediyor muyum? İkimiz de aynı Halık’a aynı... İşte onlar da yekdiğerine karşı bu nazarla bakıyorlar. Bizde ise böyle mi? Heyhat! Fırkacılık tefrikacılıkta karar kılıyor. Birbirimize düşman kesiliyoruz. Her fırka diğer fırkayı vatanın düşmanı tanıyor o nazarla bakıyor. “Maksad memleketin selametidir; filan fırka selameti şu yoldan harekette görmüş; bizim fırka da bu taraftan gitmekte” demiyor. İşte bu tefrikalar hep o yüzden oldu. Nihayet memleket uçurumun helak uçurumunun ta kenarına kadar geldi. Yuvarlanmasına pek cüz’i bir şey kaldı. Şu son nefeste olsun aklımızı başımıza almazsak yine böyle gidersek –maazallah– ümidler bitecek. Ey cemaat-i müslimin! Artık gözünüzü açınız aklınızı başınıza toplayınız; zira taht-ı saltanat gıcırdıyor! Böyle gidersek -el iyazü billah- o da devrilecek. Eğer Rusya’daki müslümanlar henüz dinlerini muhafaza ediyorlarsa; eğer Fransızların taht-ı idaresindeki dindaşlarımız hala tanassur etmemişlerse; eğer İngiltere Hintli kardeşlerimize şimdilik ses çıkarmıyorsa... İyi biliniz ki hep çürük çarık yine bu hükümet sayesindedir. Maazallah bu giderse hepsinin gittiği gündür. Biz bu saltanatı muhafaza edemiyorsak düşünmeliyiz ki bizim yüzümüzden o biçareler de mahv olacaklar. Onların bütün nazarları bütün ümidleri buraya ma’tuf idi. Hep bizden bir hayır bekliyorlardı. Ama biz ne yapacaktık? Bütün müslümanları tevhid ile azim cesim bir müslüman hükümeti teşkili mi? Hayır! Yalnız biz adam olaydık onlar da bulundukları memleketlerde daha asude olurlardı; ecnebilerin onlara karşı muamelesi daha iyileşirdi. İşte Rusya’dan gelenler işte Hindistan’dan Çin’den Mağrib’den gelenler.. Hangisine isterseniz sorunuz hepsi böyle söylüyorlar. Biçarelerin tabi’ oldukları ecnebi hükümetleri kendilerine karşı hep Osmanlı piyasasına bakarak muamelede bulunuyorlar. Biz evamir-i diniyyeyi ifa ediyoruz; fakat onlardaki maksadı fevt ediyoruz; mesela ikindide şu camie toplandık; aynı kubbenin altında aynı imamın arkasında namaz kıldık fakat camiden çıkınca yine birbirimize bi-gane oluyoruz. Acaba bu namazlardan Halık’ın maksadı ne idi? Bize birbirimizi tanıtmak; müslümanlardan bir cemaat bir cem’iyet meydana getirmek. Çünkü din cemaatle kaimdir. Cemaatsiz din yaşamaz. Dinsiz cemaat belki yaşar. İslam’ın cemaate olan ihtiyacı cemaatin İslam’a olan ihtiyacından ziyadedir. Aleyhissalatu vesselam efendimiz öyle buyuruyor. Dinin bütün ahkamındaki ruh: Cemaate vahdete sevk etmektir. Biz bugün ne oluyor bilmiyorum en müteşettit millet olduk. Zahir-i ahvallerine bakarsan yekpare bir kitle. Fakat hakīkat-i halde kalbleri perişan. Guya ki ---- ... ... ---- ta’rif-i ilahisi bizim hakkımızda! İ’tisam bi-habli’llah bu mu? Sonra felaketimizin başlıca esbabından biri de lafçılığımız oldu. “Ey erbab-ı iman yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Bu hareketiniz indallah fevkalade mebgūzdur; rıza-yı ilahiye külliyen muhalifdir haramdır.” “Allah o kullarından razı olur o kullarını sever ki dediklerini fiilen yaparlar; işi sözde bırakmazlar; sonra onun sebil-i karşısında bütün eczası yekdiğerine perçin edilmiş yekpare bir bina gibi dururlar da öyle merdane cihad ederler.” Acaba biz ne yaptık? Dört beş sene evveline gelinceye kadar geçen zamanımız sükun ile geçti. Şu son dört-buçuk beş seneyi de muttasıl söylemekle geçirdik! Bir millet ki bütün vücudu durur da yalnız çenesi işler elbette yaşamaz. Şunu bilmeli ki milletlerin hayatında tevakkuf yoktur. Bir millet ne kadar ileri giderse gitsin; ne kadar yükseklere çıkarsa çıksın; olduğu yerde durdu mu mahv olur. Çünkü bütün gayeye doğru koşup gidiyor. Beşeriyet coşkun bir sel gibi umman-ı terakkīye atılmak için alabildiğine akıyor. Bu selin önüne durulamaz. İşte biz de ya boğulacağız ya o sel ile beraber gideceğiz. Görüyorsunuz ki bütün akvam-ı sene yirmi sene hatta daha evvel bu felaketi kestirenler görenler vardı. Söylediler kulak vermedik adam sen de! dedik. Ne ise şimdi: diyelim. Geçen geçmiştir. Fakat şu kalan hayatı olsun kurtaralım. Olan oldu diye ye’is getirmek dört ucunu salıvermek akıllı işi değildir. Zaten Müslümanlık’ta bu yoktur. yet-i ilahiden me’yus olmayınız; sakın ümidinizi kesmeyiniz. Ye’is haramdır. Öyle ise bundan sonrası için ne yapmak lazım gelirse yapalım el birliğiyle yapalım. Peygamberimiz Efendimiz Hazretlerine biri sordu: – İslam nedir ya Resulallah?.. – yurdular. Yine sordu: – Ya Resulallah hüsn-i huluk nedir? Buyurdular ki yani: Sana darılan seninle rabıtayı kat’ eden adamla barışmandır; seni mahrum bırakana bil-mukabele vermendir; sana zulm edeni de hoş görüp afvetmendir.” Artık bundan böyle ahlaklı olmaya çalışalım. Çünkü ahlaksız bir cemaat yaşamaz. Maza ma maza diyelim tefrikalara hatime verelim. Çünkü akıbetini gördük. İyi bilmeliyiz ki felaket-i hazırada hepimizin evet bila-istisna hepimizin bir hisse-i mes’uliyyeti vardır. Hiç kimse kendisini daraya çıkarmasın. Şimdi herkes vicdanına karşı felaket-i hazıradan mes’ul olduğunu; umumun mes’uliyeti miyanında kendisinin de hissedar olduğunu i’tiraf ederse o zaman iş başkalaşır; o zaman el birliğiyle hastalığın çaresine bakılır. Hükümet millet ordu... Bizden bir çok fedakarlıklar bekliyor. Biz bu fedakarlığı dinimizi vatanımızı kendimizi muhafaza için güçleri yettiği kadarıyle eli silah tutanlar kuvvetiyle çalışacak. Bu bir borçtur. Bundan kaçmak haramdır dine hıyanettir. Her şeyi hükümetten beklememeli. Çünkü Müslümanlığın son ümidi olan bu hükümet bu hükumet-i Hilafet artık hayata veda etmek üzere. Düşman merkez-i Hilafet’ten beş altı saat ötede duruyor. Şimdiye kadar onlar nasıl çalıştılar biz ne kadar lakayd kaldık hepimiz biliyoruz. Bununla beraber daha ümidler büsbütün münkatı’ olmamıştır. Daha İslam için hayat mev’uddur. Çalışmalı hükümeti orduyu takviye etmeli. ---- KONFERANS ---- Efendiler on beş günden beri İstanbul’da yok idim seyahatte bulunuyordum. Bugün geldim. Esna-yı seyahatimde ahval-i hazıraya dair müşahedatım hakkında size biraz ma’ruzatta bulunacağım. Kanunisani’nin üçüncü günü idi buradan Romanya vapuruyla Mısır’a hareket ettim. Çanakkale Boğazı’na gelince alelacele çıkmak üzere bize tenbihatta bulundular. Denize açılır açılmaz bir buçuk saat kadar sonra Yunan donanmasına rast geldik. O vakit isti’calin ma’nası anlaşıldı. Ertesi gün Pire’ye geldiğimiz zaman bomba gibi bir haber beynimizde patladı: Guya donanmamız tamamıyla mahv olmuş! Tabii bu haber Rumlar tarafından verilmişidi. Bu haberi işitir işitmez vapurdaki müslümanların kaffesi ölmüş mezara girmiş gibi bir hale duçar oldular. O derece ki o gün kamarada bulunan arkadaşlardan hiçbiri yemeğe bile çıkmadı. Vapur her ne kadar Pire’de çok kalmadıysa da öğleden sonra Romanya Pire’de telsiz telgraf almış: Hayır bizim donanmaya bir şey olmamış. Maamafih kalbleri istila eden hüzün ve keder o kadar çok o kadar kesif idi ki bu haberle bile tamamen zail olamadı. kiyatını tebşir ettiler. İhvan ahibba ise görüşür görüşmez selam kelamdan evvel ahvalden ma’lumat almak istiyorlar mız adamlar: – “Ya seydi eş fi?” diye soruyorlar. Bir şey söylemek iktidarında değil idim. Maamafih tebşiratta bulunuyordum: Kat’iyyen hükumet Edirne’den Adalar’dan vazgeçmeyecek diyordum. Bunu büyük tebşirat! diye telakkī ediyordular. Çarşamba günü akşam üzeri idi kırk elli kişiden mürekkeb bir cem’iyete da’vet edilmiştim. Bu cem’iyette de tebşiratta bulundum. Hep “olacak!”tan bahsediyordum. Kalbleri biraz tatmin için böyle icab ediyordu. muhafazasına çalışacaktır. Olmazsa muharebe muhakkaktır diyordum... Biz böyle yükseklerden atıp tutarken saat dokuz on raddelerinde birisi bir telgraf getirdi: Hükumet-i Osmaniyye Edirne’yi bila-mukavemet teslim etti!.. Vay bu ne hal? Biz ne söylüyorduk telgraf ne diyor! Bizim sözler yalan çıktı hem daha ağzımın suyu kurumadan. Bu haber üzerine herkesin kanadı düştü. Hele hele başı fesli olan için sokağa çıkmak yok. Kimsenin yüzüne bakacak haysiyetimiz kalmadı. Mefluc adamlar gibi olmuş idik. Tafsilat almak için ertesi günkü gazetelere muntazır kaldık. Orada sabahleyin gazete bulunmuyor öğleden sonra çıkıyor. Sabahleyin telgraflar ettiler. Günde üç dört defa telgraflar Mısır’a geliyor. İkindi vakti idi bir telgraf daha geldi: Mabeyn’de bir “Meclis-i Kebir-i Milli” teşkil olunmuş bu kadar erkan şu kadar rical ve ulema hazır olmuş! Burada hükumetin kararını tasvib etmişler! Al sana bir yara daha. Artık bizim için Mısır’da yaşamanın hiç imkanı kalmadı. Değil yabancılara ahbablara bile gözükmeye yüzüm kalmadı. Ne diyeceğimi şaşırdım adeta hasta oldum. Büyük felaketler atlattım. Artık yaşamadan Osmanlılıktan insanlıktan her şeyden tecerrüd etmiş bir halde miskin miskin gözyaşları dökerken Cuma gecesi yatsıdan sonra bir haber geldi İstanbul’da bir Bulunduğum hane sahibi telefona emniyet edemedi. Ajanslara öteye beriye adamlar gönderdi. Vakit geç olduğu için bir türlü işin hakīkatini anlayamadık. Maamafih bu fısıltı bir elektrik kuvvetiyle bütün Kahire’ye intişar etmişti. Sabah oldu; yevm-i Cuma mübarek bir gün! Daha telgraflar bile çıkmadan evvel Mısır karıştı alt üst oldu. Ahali sokaklara dökülmüş akın akın gidiyor diye bağırıyor. Ellerinde bayraklar çeşit çeşit nümayişler. Oranın elektrik tramvayları da acaibdir: Biri biri arkası sıra on dane on beş dane geçer. Hepsi dolu. O kadar ki içine sığmamış da tepesine binmişler. Biri de direğine asılıp kalmış oradan bağırıyor: Bütün Mısır o gün bir düğün yeri oldu. Öğleye yakın biz de hakīkat-i hali anladık fakat ahali daha geceden havadisi almış. Çünkü telgraf hademeleri Mısırlı Arablar olduğu için havadisi matbuattan evvel Mısır’a yaymışlar. Nümayişler onun üzerine almış yürümüş. Cuma günü bütün Arablar böyle nümayişler icra ettiler. O gün öğleden akşama kadar beş altı saat zarfında Lecne-i Ulya’ya otuz altı bin İngiliz lirası iane toplandı. Tuhaf tesadüf! Hamidiye Kruvazörü Port Said’den gelmiş o gün orada bulunuyordu. Kömürü bitmiş de kömür rir mi? Bahusus ki Yunan konsolosu protesto etmiş; sonra hatırı kalır. Arablar bunu işitince evlerinde ne kadar kömür varsa toplamışlar kayıklara doldurmuşlar Hamidiye’nin etrafını sarmışlar muttasıl kömür veriyorlar. Ooh Yarabbi ne samimi manzara-i uhuvvet. Ağlamamak mümkün değil... Öteden bir fellah bir köylü torbasına on bin İngiliz lirası doldurmuş Hamidiye’ye getirip Rauf Bey’in önüne atmış. Samiin: Allah razi olsun yaşasın uhuvvet-i İslamiyye! Rauf Bey ise: – Efendim teşekkür ederim fakat bizim paraya ihtiyacımız yok çünkü biz ölüm için çıktık. Bu kadar çok parayı da batırmanın ma’nası yok. – Hayır olmaz; illa alacaksın. Diye saatlerce adamcağız ısrar eder ve nihayet anlaşarak on bin lirayı Lecne-i Ulya’ya gönderirler. Ahalinin galeyanı o derecededir. İngilizler halin ehemmiyetini takdir ederek Süveyş’ten kömür vereceklerini va’d ederler. Haydi bütün Arablar Süveyş’e koşuşur; kimisi trene biniyor kimisi yetiştiremiyor; kimi bilet almış kimi alamamış... Bir galeyan ki lisan ile ta’rif edilemez. Rauf Bey’in bizzat kendisinden işittiğimize göre: Hamidiye öyle sisli havada değil bilakis gayet parlak saf berrak havada Yunan donanması arasından geçer doğru Şira’ya gider. Alaturka on raddelerinde Şira’nın önüne geldiği zaman bin tonluk Makedonya vapurunu orada bulur. Hem nasıl bir halde? İçerisi baştan başa cephane ile dolu. Hem o kadar dolu ki deniz su kesimini bile aşmış. Yanında bir İngiliz vapuru da var imiş. Bu vapurun çekilmesi için Hamidiye verir ve beş dakīka mühlet i’ta eder. İngilizler işi anlayarak hemen bütün direklere İngiliz bayrakları doldurarak açılır. Hamidiye de birinci gülleyi savurur. İngiliz gemisinin maksadı Makedonya’yı kaçırmak idi. Çünkü ecnebi sefarethaneleri civarında öyle bir yer var imiş ki Makedonya vapuru oraya sokulsaymış batırılması biraz müşkilatı mucib olurmuş. Rauf Bey’in azm ü ciddiyeti karşısında muvaffak olamamış. Hamidiye gülle atmış yalnız ikisi suya düşmüş yirmisi de tamamen isabet etmiş. Daha ikinci güllede Makedonya’da yangın başlamış Makedonya battıktan sonra Hamidiye topların ağzını Baruthane’ye çevirmiş; oraya da yirmi gülle savurmuş ba’dehu denize açılmış. Yedi mil gittikten sonra diyorlar baktık bütün Ada tutuşmuş gibi dumanlar içinde kalmış yanıyordu. Yolda birkaç Yunan torpidosuna rast gelip onları da püskürterek Port Said’e gelmiş. Rauf Bey’in kendi ağzından aldığımız havadis bu. Mısırlılar bu muvaffakiyeti de haber alınca daha ziyade galeyana geldiler. Mısırlıların himmetlerini ta’rif kabil değildir. Mısır’a gittiğim zaman Balkan Muharebesi için toplanan ianenin yekunu . İngiliz lirası idi. Bugün ise muhakkak yarım milyonu bulmuş belki geçmiştir. Yani Mısır’ın her tarafında galeyan ve hamiyet fevkaladedir. Zaten bütün küre-i arzın müslümanları fi’len ve kalben bu muharebeye iştirakte kusur etmediler. Bugün geldim ve bugün Singapur’dan bir mektup aldım. Bizim halimize ve Edirne’nin teslim olunacağına dair yana yakıla yazıyorlar beyan-ı teessüf ediyorlar. Singapur’un Cava’nın müslümanları buradaki müslüman kardeşlerine acıyorlar. Aldığım mektup işte bu Mektubu okudu. dadır o yazıyor. Tokyo’da yedi bin darülfünun talebesi bilic tima’ büyük bir miting yapmışlar. Avrupa’nın barbarlığına karşı kendi hükumetlerini Osmanlılara muzaheret etmeye da’vet ediyorlar. Alkışlar Ve bu talebeye elli bin kişi iştirak ediyor. Ve hukūk-ı siyasiyye fakültesine devam etmekte olan Ya almışsınızdır ya almak üzere bulunuyorsunuz. Mektupta Japonların ma’nen ve maddeten Osmanlılara muavenet ve müslümanlar değil bütün Şark ahval-i hazıramızdan müteellim olarak bize muzahir oluyorlar. Biraderler bu halleri nazar-ı i’tibara aldıktan sonra bir de kendi nefsimize müracaat edersek kendi ahvalimizi onların ahvaliyle mukayese edersek halimize ağlamamak mümkün değildir. Bu hal-i esef-iştimale karşı acaba biz ne derece müteessiriz? Hala kahveleri terk edemedik hala sigaralarımızı feda edemedik? Ne haldeyiz. Ölüm müdür bu hal? Hayat mıdır bu hayat? Bizim halimizden bütün dünya müteessir lık! Keennehu biz oralarda değiliz. Ey biraderler ey kardeşler size diyorum ki: Bugün söz zamanı değildir. Biz anladık ki konferanslar bilmem neler bol bol sözler yekdiğerimizi iğfaldir. Boş vakit geçiriyoruz. Bugün söz nümayişi zamanı değildir. Bugün fi’liyat zamanıdır. papasları ellerinde sandık kutu kapı kapı iane topluyorlar. Bizim ulemamızın ise muharebenin gelip geçtiğinden haberi yok. Yazık değil mi? Ayıp değil mi? İskenderiye ki onlara nisbetle bir ecnebi memleketidir. Oradaki Rumlardan iane topluyorlar yığın yığın paralar Yunana teslim ediyorlar. Bizim ise ne ulemamızda böyle bir himmet görünüyor ne cami’lerimizde bir mev’iza söyleniyor. Bu halimize teessüf etmeyip de neye teessüf edelim biraderler? Ne kadar donmuşuz. Düşmanlar bizim hallerimizi müşahede ederek buna güveniyorlar. Büyük bir felaket atlattığımız halde yine aklımız başımıza gelmiyor. Maamafih her ne olduysa oldu geçen geçti geçen için kimseyi muahaze etmeyip yarın fi’len çalışmalı kapı kapı gezerek para toplamalıdır. Saray’da toplanan “Meclis-i Kebir-i Milli” dedikleri mecliste Maliye nazırımız hazinemizde bir para yoktur demiş. Bu haber Mısır’da intişar edince herkes kesesini boşalttı. Madem ki Hükumet’in parası yok imiş o halde bu muharebeyi millet yapacaktır dediler. Yani Hükumet milletin muavenetine muzaheretine güvenerek bu muharebeyi başa çıkaracaktır. Binaenaleyh millet bugünden i’tibaren ne olacağa bakmayıp gözünü kapayıp bütün varını feda etmeli. Biraderler şunu da arz edeceğim ki: Memalik-i ecnebiyyedeki müslümanlar neden bizim için bu kadar üzülüyorlar? Mısırlıların nesine? Dünyada en rahat geçinen en zengin bir millet Mısırlılardır. Onlar da i’tiraf ediyor ki bu zenginlik da kat’iyyen İngiliz ruhu yoktur. Bilakis Mısırlıların en büyük düşmanı İngilizlerdir. Bugünden i’tibaren bir müslüman gidip bir hıristiyan kahvesinde bulunmuyor. Hıristiyan mağazasından bir şey almıyor. Şimdiye kadar müslüman bakkal bulunmazmış. Bu vak’adan sonra müslüman bakkal mağazaları açmışlar. Hıristiyanlarla alışverişi kesmişler. Neden bunlar bu dereceye gelmişler? Biraderler; bunun sebebi nedir biliyor musunuz? Bu mahkumiyetin te’siridir. Onlar mahkumiyetin esaretin ecnebi istilasının ne olduğunu anlamışlar. Bizzat acısını duymuşlar. Mahkumiyet esaret ... Bunlar o kadar acı şeylerdir ki görmeyince insan takdir edemez. Hindistan’dan bu kadar telgraflar yağdırıyorlar. Neden? Çünkü istiklal gittikten sonra müslümanların ne hale uğrayacağını biliyorlar. Bizim Rusya’dan bu kadar gönüllüler geliyor. Onları sevk eden esarettir. Bize nisbetle onların yaşayışları iyidir. Fakat ilerisini düşünüyorlar. Siz ki Darülfünun talebelerisiniz bu ni’met-i uzmanın kıy metini takdir edemediğinizden uyuşmuş kalmışsınız. Kar deşler artık intibah zamanı geldi. Elbirliğiyle çalışalım. Sözden ziyade fi’liyat ile iş görelim. İstanbul’da bu kadar insan var. Hep birden harekete gelse dünyalar yerinden oynar. Ben altmış beş yaşında bir adamım. On okka on beş okka cephane arkama alır Çatalca’ya kadar götürebilirim. Ben demek isterim ki hepimiz birer iş görebiliriz. Bugün her nevi fedakarlığı iltizam edecek günümüzdür kardeşler. Bunun relim. Bütün ihvan her tarafa dökülelim. Va’zlar verelim. Kimimiz Çatalca’ya gitsin kimimiz iane toplasın. Bütün millet harekete gelip dini vatanı namusumuzu muhafazaya elbirliğiyle çalışalım. – !Hazret konferansı ikmal ettikten sonra “Müdafaa-i Milliye” Hey’eti tarafından gönderilen sandığa ilk ianeyi atmış müteakıben heyecana gelen huzzar-ı kiram i’ta-yı ianat hususunda müsabaka edercesine ibraz-ı himmet etmişlerdir. Din ve vatan yolunda çalışanlara Allah muin ve nasir olsun! ---- FELSEFE ---- AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Bir de hadis kitaplarından menkūl olan şu fıkrayı dikkatle ta’kīb edelim: İkinci Halife Ömer bin El-Hattab radıyallahü anh Şam ordusuna muavenet maksadıyla bir mikdar askerle beraber çıkmış. Şam ordusuna o sırada veba girmiş imiş. “Serg” denilen mevkie varınca Ebu Ubeyde bin El-Cerrah Hazret-i Ömer beraberindeki Muhacirin-i evvelini yanına çağırtıp bu hususa dair istişare etti. Bir takımı: “Bir maksad-ı mühim için çıktık. Dönmek münasib değil.” dediler. Diğer bir takımı da: “Ashab-ı Resulullah’ın bakıyyesi seninle beraberdir. Bunları vebanın üstüne götürmek münasib değildir.” re’yinde bulundular. Hazret-i Ömer bu ihtilafı görünce: “Yanımdan savulun da Ensar’ı çağırın.” dedi. Onlarla da büsbütün canı sıkılıp: “Siz de gidin. Kable’l-feth hicret etmiş buradaki Muhacirin-i Kureyş’in ihtiyarlarını çağırın.” dedi. Bunun üzerine şüyuh-ı Muhacirin da’vet olundular. Bunlar beraberlerindeki insanları veba üzerine götürmemek re’yinde bulundular. Bunun üzerine Hazret-i Ömer ertesi gün yola çıkacağını i’lan etti. Ve ertesi gün erkenden avdete davranıldı. “ = Allah’ın kaderinden firar mı ediyorsun?” diye tevcih-i hitab edince Hazret-i Ömer: “ = Ya Eba Ubeyde! Bu sözü senden duymamalı idim. Evet Allah’ın kaderinden firar ederek yine Allah’ın kaderine bir vadiye insin. Ve bu vadinin iki yamacından biri otlak diğeri çıplak olsun. Develerini otlak yamaçta otlatırsan senin bu amelin Allah’ın kaderiyle değil mi? Kezalik çıplak yamaçta otlatırsan yine senin bu amelin Allah’ın kaderiyle değil midir?” cevabını verdi. Derken o vakte kadar orada hazır bulunmayan Abdurrahman bin Avf çıkageldi. Ve “Bu mes’eleye dair bende ma’lumat vardır.” dedi. “Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’den işittim. hadisi rivayet etti. Demek ki bu hadis rivayet edilmemiş de olsa kadere ta’lim edilen dinin ruhundan istinbat edilmek lazım gelen netice zaten bu olacak imiş. Abdurrahman bin Avf’ın hadisi rivayet etmesinden evvel İslam’ın en büyük pişvaları olan Hazret-i Ömer radıyallahu te’ala anhu ile şüyuh-ı Muhacirinin avdet kararını vermeleri buna delalet ediyor. Hadis-i şerif sabıkīn-ı İslam’ın dini en çok anlayanların zübde-i ma’lumatlarından müstahsal olan o kararı o vak’a da yalnız te’yid etmiş oldu. Hem ne hacet? Din-i İslam’ın tababete verdiği ehemmiyet bu asrın en muazzam asarından biri olan o Lügatname’ deki bu isnadı tamamıyla mükezzibdir. Müslümanların tababete ettiği bunca hizmetler meydanda iken böyle bir lallahu aleyhi vesellem gah da eazım-ı ulemadan bir zata = İlim ikidir: Biri ilm-i ebdan diğeri ilm-i edyan” kelamı beyne’l-müslimin fevkalade şayi’ olmuş bir sözdür. Dikkat edilmeli ki bu kelamda ilm-i ebdan ilm-i edyana bile takdim edilmiştir. Ve furuz-ı kifayedendir. Biz Gazzali’yi bırakalım da daha sağlam bir menbaa doğrudan doğruya menba’-ı vahye müracaat edelim. Atideki hadisler da’vamızın reddolunmaz birer bürhanıdır: – “ = Ey Allah’ın kulları! Tedavi ediniz. Zira Allahü Teala hiçbir hastalık vermemiştir ki ona bir de derman vermesin yalnız bir hastalık bundan müstesnadır ki o da ihtiyarlıktır.” – “ = Allahü Teala hiçbir hastalık indirmedi ki ona mahsus bir de deva indirmesin. O devayı bilen bilir bilmeyen bilmez. Yalnız sam yani mevt bundan müstesnadır.” – “ = Alolmaksızın Ebu Davud lahu Teala derdi de dermanı da yaratmıştır. Öyle ise tedavi ediniz. Şu kadar var ki haram ile tedavi etmeyiniz.” – = “Şübhesiz hastalığı yapan devayı da inzal ederek istediğinin şifasını istediği şeyde kılmıştır.” – “ = Allah hiçbir hastalık – “ = Her hastalığın bir devası vardır. Hastalığın ilacı ele geçince o hastalık Allah’ın izniyle şifa bulur.” – “ = Deva kaderdendir. Bazen da bi-iznillah menfaati olur.” – “ = Deva ka derdendir. Cenab-ı Hak istediği kimseyi istediği şeyle şifayab edebilir.” Artık müslümanları layıkıyla bilmeyenler bilmelidir ki kadere olan imanları saik-ı atalet ve meskenet değildir. Bütün kainatta hadisatın bir takım kavanin-i müstemirre dairesinde cereyan ettiğini havadis-i kevni doğuran şeyin bir silsile-i medid-i esbab ve müsebbibat olduğunu müslümanlar bilirler. Ve esbabına tevessül etmedikçe hiçbir şey elde etmeye ğını bilmeyen müslüman yoktur. Devesini mescid-i şerifin dışarısında başıboş salıvererek huzur-ı ali-i Risalet-penahiye giren ma’na-yı tevekkülü bilmez bir A’rabiye: – “ = Devenin ayağını bağla da ondan sonra tevekkül et.” buyuruluyor. Ömer bin El-Hattab radiyallahu anh “Siz necisiniz?” diye sorduğu boşta gezen Yemenlilerden “Biz mütevekkilleriz” cevabını alınca “Hayır siz mütevekkil değil yalancısınız. Tohumunu yere atıp ondan sonra tevekkül edene mütevekkil denir.” diyor. Din-i İslam’da tevekkülün şartı kavanin-i tabiiyyenin mukteziyatını nazar-ı basiretten dur tutmamak tuttuğu takdirde de başına gelen şeylerden dolayı kendine levm edip kendi günahını taksirini kadere atfetmemektir. Kavanin-i tabiiyyeden gaflet etmek onları hiçe saymak ya Müslümanlığı bilmemekten veya acz ü meskenetten neş’et eder. Hatta kavanin-i tabiiyyenin lisan-ı Kur’an ’daki ismi “sünnetullah”tır. Bu dünyada ne ulum ne felsefe olmayaydı; yine müslümanlar kainatta hükümferma bir takım kavaninin –ta’bir-i şer’ice sünnet-i ilahiyyenin– mevcud olduğunu bileceklerdi. Zira Kur’an-ı Kerim ’de – “ = İşte bu öteden beri gelip duran sünnetullahtır. Yani Allah’ın adetidir. Sünnetullahın ise tebdil edildiğini göremezsin.” Sure-i Feth ayet diğer bir yerde de – = Sünnetullahın tebdil edildiğini göremeyeceğin gibi sünnetullahın tahvil edildiğini de görmezsin.” Sure-i Melaike [Fatır] ayet buyurulmuştur. Hem akīde-i ehl-i İslam’daki selamet ve safiyetin hem de Kur’an ’daki eda-yı bedi’ ve mu’cizin bir numunesi olup kainatı idare eden kavanin-i tabiiyyenin mahiyetini mübeyyin olan bu son ayet-i kerime üzerinde enzar-ı kariini Akl-ı beşerin yalnız başına vesayet ve delalet-i vahye muhtac olmaksızın keşfedebileceği hakayık-ı ilmiyye eğerçi Kur’an ’ın mevzu’ ve gayesinden haric ise de kendi gayesini tervic için irad ettiği ibaratın her halde yakīniyyat ile çarpışmaması yakīniyyatı müeyyid olacak mahiyette olması bir vech-i sahih bulunamaz. İbarat-ı Kur’an iyyedeki bu hal acibdir ki bin üç yüz seneden beri ma’lumat-ı beşeriyye kalıptan kalıba girmiş ulum-ı tecrübiyye ve felsefiyye bu kadar tahavvüle uğramış iken yine akīde-i ehl-i İslam’ı mütezelzil edecek bir sebeb-i ciddi ve ma’kūl bulunmamaktadır. Bilakis ma’lumat-ı beşeriyye herhangi mertebede olursa olsun Kur’an-ı Kerim onları tahsile mümkün ise ileri götürmeye müşevvıktır. hakīkī beynindeki tenazü’ ve tearuzun anlaşılmaz bir şey olduğunu gösterecek irşadat-ı ilahiyyedendir. Biraz teemmül edince görürüz ki: Evvelen – Ulum-ı tecrübiyye ve sabitenin faraziye halinde olmayan kazayası bu ayet-i kerimeye nazaran şayeste-i kabuldür. Ve semavat ve arz hakkında ma’lumat edinmeyi amir olan diğer ayat-ı adidenin delaletiyle bu ilimleri öğrenmek müslümanlara borçtur. Zira ayat-ı ilahiyyeyi tefekkür etmek farzdır. Ayat-ı ilahiyye ise kavanin-i kevniyyeyi – Kur’an ’ın tesmiyesine göre sünnetullahı– bilmedikçe tefekkür edilemez. Saniyen – Ayet-i kerime sünnetullahta tebdil ve tahvil görülemeyeceğini ta’lim ediyor ki bu da ulum-ı tecrübiyyenin mevzuu olan kavaninin la-yetegayyer görünmesini ifadeden başka bir şey değildir. Bu da keşfiyyat-ı ilmiyyeden Salisen – Ayet-i kerimedeki tekrarın bir ehemmiyet-i mahsusası vardır. Bu tekrar kavanin-i kevniyyenin ta’zim-i şanına i’tinadan başka bize iki hakīkat bildiriyor. Nükte ibare-i mükerrerede değişen kelimelerin “tebdil” ve “tahvil” kelimeleri olmasındadır. Ayet-i kerimenin siyak-ı nazm-ı celili bugünkü kavanin-i kevniyyenin değişip de yerlerine diğer kanunların vaz’ olunmasını tebeddül etmesini hatırdan sildiği gibi; kavanin-i mevcudenin de bila-tahavvül ahkamını şaşırmadan amil olacağına işaret etmektedir ki böyle bir duyacağı aşk ve iştiyak müstağni-i ta’riftir. Rabian – Ayet-i kerimede lafz-ı müfred ile “sünnetullah” ta’bir ediliyor da “sünenullah” buyurulmuyor. Bundan da ulum-ı cedidenin şimdiye kadar birbirinden ayrı zannolunan kavanin-i müteferrikayı kanun-ı vahide irca’ için sarfettiği mesainin pek muhık olduğunu anlıyoruz. Hamisen – Mülahazat-ı sabıkadan daha mühim olan mülahaza “tebdil tahvil yoktur” denilmeyip de “tebdil tahvil vakı’ olacağını göremeyeceksin” denilmesi hakkında varid oluyor ki o da ulum-ı tecrübiyyeye tealluk eden derece-i yakīne ai[d]dir. Ma’lumdur ki bütün hakīkī erbab-ı ilim nazarında ulum-ı tabiiyye kazayası hakkındaki yakīnimiz yakīn-i riyazi kuvvetini haiz değildir. Bil-istikra illet olarak tanıdığımız hadisatın bazıları ilel-i hakīkıyye değildir. İlel-i hakīkıyye olanlarının da zaruri olduğuna isbat edebilecek bir tarik-ı ilmi yoktur. Kavanin-i tabiiyye la-yetegayyer i’tibar edilmekle beraber bu akīde hiçbir vakitte zarureten ma’lum olan hakayık-ı müteyakkıne kuvvetinde değildir. Binaenaleyh ulum ve fünun ne kadar terakkī etse ELVAH-I İNTİBAH: MÜSLÜMANLAR BAKINIZ DA İBRET ALINIZ! [ ] hadisat için ma’lum olan illetten veya illetlerden başka bir illet tasavvuruna imkan-ı zati daima bakīdir. Çünkü yüzde yüz derecesindeki yakīn-i riyaziyi hasıl etmek gerek mecmu’-ı kevn ve gerek ezelü’l-azaldan ebedü’l-abada kadar bütün hadisat üzerinde bir istikra-i tam yapmaya mütevakkıftır. Bunun da muhal olduğu bedaheten zahirdir. Bundan dolayıdır ki ulum-ı tecrübiyyede illet olarak tanınmış olan hadise-i mütekaddimenin illiyyetini mükezzib bir hadise-i taliyyenin zuhur etmemesi husul-i kanaat ve itmi’nana kafi addedilir. Yine bundan dolayıdır ki edyan-ı semaviyye mu’tekıdleri ulum-ı tecrübiyyede vahiy ve mu’cize hakkındaki Bu takdirce ayet-i kerime: “Siz sünnetullahı öğrenebildiğiniz kadar bilirsiniz. O bildiğiniz mikdarda ise tagayyür bulamazsınız. Ne tebdil ne de tahvil edildiğini göremezsiniz. Maamafih şu keşfettiğiniz sünnetin asar-ı zahiresi de zaruri değildir. Halık-ı kainatın asar-ı ef’al-i ihtiyariyyesinden ibarettir. Bu asarın bizatiha tagayyür etmesine imkan vardır.” gibi bir ma’nayı mutazammın olmuş olur. Elhasıl ilim ile din-i sahih daima barışık gider. Çünkü her Akli esaslara hiç de dokunmaksızın vahye mu’cizeye iman etmenin tarikını imkanını dinimiz bize gösteriyor ve faraziye devresini geçmiş tahakkuk etmiş ilmi esasların kaffesini esaslarını da kadere iman ile pek güzel te’lif ediyor. SURIYE’NIN MAZISINE BIR NAZAR Suriye kıt’asındaki büyük şehirler; kilisenin ilm ü irfanla mahmul dimağları ezmek hususundaki gayretinden; en ziyade zedelenmiş aksamdan idiler. Ariyus ve Nesturiyus’un telkīnatıyla tenevvür eden erbab-ı fikr şehirlerde hükümran olan mezalimden din namına icra edilen yolsuzluklardan fikirleri öldürmek için tecviz edilen i’tisaflardan bizar kalarak Suriye’nin en hücra mahallerine çekilmişler ötede beride savmaalar inşasıyla bir hayat-ı münzeviyane geçirmeye mecbur olmuşlardı. Suriye baştan başa zulmet-i cehl ü taasub içinde kavruluyordu. Ötede beride saklanan bu savmaalar ise sönük bir kandil kadar olsun neşr-i şua’ edemiyorlardı. Esasen bu savmaalarda; ilim ve fenden ziyade; hakīkī Hıristiyanlık putperestlik te’siratından azade bir din gizlenmişti. Muhteşem Roma İmparatorluğu parçalanarak Şark ve Garp İmparatorluğu namıyla ikiye ayrıldığı zaman Suriye kıt’ası İstanbul İmparatorluğuna intikal eylemişti. Bu esnalarda Suriye; hıristiyanların mezheb kavgaları yüzünden; senelerce al kanlara boyanmıştır. Sasaniyyesi defeatle Suriye’ye hücum ederek buraları hunin bir meydan-ı vegaya çevirmişlerdir. Suriye ihtirasat-ı siyasiyye mücadelat-ı diniyye niza’larıyla çırpınmakta zulümat-ı kesife-i cehl ü taassub altında kıvranmakta olduğu böyle bir zamanda idi ki Arz-ı Batha’dan zuhur eden neyyir-i İslamiyyet; sür’at-i berkıyye ile; cihan-ı zulm ü cehaleti envar-ı adl ü ma’rifetle tenvire hazırlanıyordu. Filhakīka çok geçmeden yani irtihal-i Nebeviden dört-beş sene sonra; Hazret-i Faruk’un zaman-ı hilafetinde şehamet-i İslamiyyenin ateşin timsali Halid bin Velid ile Hazret-i Ömer’in en müdebbir ve en rahim kumandanlarından Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın peyamber-pesend himmetleri Suri[ye]’yi baştan başa havza-i İslamiyana idhal eylemiştir. Fikr-i tevhid huzemat-ı nevvaresiyle Suriye’yi istila ettiği zaman; kadim bir medeniyetin mehd-i maalisi olan bu güzel kıt’a –tasvir edildiği vechile– mezahib-i Hıristiyaniyye niza’larına bir ma’reke-i tesadüm halinde bulunuyordu. Hazret-i İsa’nın telkīnatından ziyade Romalılarla sanem-perest akvam-ı kadimenin mezahib ve mu’tekadatından an’anat-ı hurafe-amizlerinden iltikat-ı ahkam etmekte olan aba-i kenisaiyye halkı ribka-i esaretleri altında ezebilmek etmişler din-i Yesu’u bir mecmua-i hurafat ve garaib haline sokmuşlardı. Hazret-i İsa’nın telkīnatına tabi’ olmak isteyen zevat ise rafz u ilhad ile mahkum ediliyorlardı. Devr-i Faruk’ta Dımaşk-ı Şam Eyaleti Valiliği Muaviye’nin biraderi Yezid’e tevcih edilmişti. Yezid dirayetli bir zat olduğundan az zamanda Suriye’de te’sis-i asayişe muvaffak olmuştu. Damad-ı Nebevi Hazret-i Haydar’ın zaman-ı hilafetinde Şam Valisi Muaviye bin Ebi Süfyan iddia-yı saltanata kıyam ederek deha-yı siyasisi sayesinde Emeviye Hükumeti’ni te’sis ve Dımaşk-ı Şam’ı merkez-i hükumet ittihaz etmişti. Bu tarihten i’tibaren Suriye fevkalade bir ehemmiyet kesb ederek her tarafta harabeler yerine ma’mureler muntazam şehirler teessüs etmeye başlamıştı. Maamafih Emeviler devrinde Suriye; ilim ve fenden ziyade; siyaseten bir şöhret-i şayiaya malik olmuştur. Hükumat-ı İslamiyye arasında ulum ve fünuna en az hizmet eden Emevilerdir. Emeviler dahili terakkıyatına hasr-ı himmet etmeye vakit bulamamışlardır. Abbasiler devrinde merkez-i hükumet Suriye’den Irak’a zemin-i inkişaf bulmuştu. birkaç asır intizar etmek lazımdı ve filhakīka böyle olmuştur. Dördüncü asr-ı hicriden sonradır ki Suriye’nin ulum ve fünun nokta-i nazarından parlak devresi başlamış Dımaşk’ta Haleb’de Kudüs’de Hama ve Humus’da binlerce darülfünunlar i’tila-nüma-yı kemalat olmuştur. Bu tarihten sonra Suriye bütün ma’nasıyla bir feyzgah-ı kemalat haline gelmiştir. Bir halde ki ufak kasabalarda te’sis edilen medaris ve mekatib-i ilmiyye büyük şehirlerin darülfünunlarıyla rekabet edecek bir derece-i tekamüle vasıl olmuş Endülüs’ten Irak’tan Mısır’dan hatta Maveraünnehir’den alay alay vürud eden teşnegan-ı maarif atş-ı dimağlarını teskin edecek zülal-i irfanı mebzulen bu diyarlarda bulmaya başlamışlardır. Suriye ancak on üçüncü asr-ı miladide şa’şaa-i ilmiyyece evc-i kemale vasıl olmuştur. Mısır’da hükümran olan Beni Tolun Devleti Abbasiler zamanında bir aralık Suriye’ye tecavüz eylemişlerdi. Suriye kıt’ası bilahare Fatımiler’in eline geçmiştir. Al-i Hamdan’dan meşhur Seyfüddevle zaman-ı hükumetinde ise Suriye bi-hakkın merkez-i maarif ve medeniyet halini almıştır. Selçukīler’in zuhurunu müteakıb Suriye bunların zir-i hükmüne geçmiş bir aralık da tavaif-i mülukten Beni Mirdas Beni Artuk ve müluk-i Atabekiyye buralara tecavüz eylemişlerdi. Bu esnalarda Piyer Lermit gibi meczub bir serserinin teşvikıyle Garbdan Şarka bir seylabe-i taassub akmaya başlamış Suriye kıt’ası Ehl-i Salib barbarlarının muharrib ve hunin hücumlarına ma’ruz kalmıştı. Cehl ü taassub gibi bieman bir saikle ma’murelere tehacüm gösteren bu barbar yığınları binlerce erbab-ı fikrin senelerce devam eden semerat-ı mesaisini bir anda mahv u harab ederek her biri bir hızane-i irfan olan milyonlarca kitaplarla mali kütübhaneleri yakmışlar darülfünunları yıkmışlar medaris-i ilmiyyeyi tahrib ma’mur şehirleri hak ile yeksan etmişlerdi. En kıymetdar kütüb-i ilmiyye ve fenniyyeyi cami’ olarak o zamana göre dünyanın en zengin bir hazine-i irfanı olan meşhur Trablus Kütübhanesi de bu miyanda Ehl-i Salib derbederleri tarafından mahv ve ihrak edilmişti. Trablus Kütübhanesi muhteviyatının milyonlara baliğ olduğunu müverrihin kemal-i teessür ve suzişle i’tiraf ediyorlar. Kudüs’te ve Suriye’nin eyadi-i Ehl-i Salib’e düşen diğer biladında yakılan mahv edilen kitaplar arasında pek büyük birer kıymet-i ilmiyyeyi haiz la-yuad kütüb-i fenniyye ve felsefiyye bulunduğu muhakkaktır. Ehl-i Salib seylabesi Suriye medeniyet ve maarifi için bir felaketti. Müluk-i Eyyubiyye’nin ve bilhassa şehamet ve fazilet-i ahlakıyyece düşmanlarının bile mazhar-ı sitayişi olan Salahuddinin Huda-pesend mesaisi veleh-nüma kahramanlıkları olmasaydı Suriye’de o yanmış olan şu’le-i ma’rifet ve medeniyet Ehl-i Salib hücumlarıyla büsbütün ve ebediyyen muntafi olacaktı. Suriye’de ulum ve fünunun şa’şaa-paş olduğu edvarı sırası geldikçe tafsil etmek üzere; ta’kīb ettiğimiz usule tevfikan; şimdi beşinci asr-ı hicride bu kıt’ada yetişen erbab-ı ilm ü ma’rifete bir nazar atfedelim: * * * Suriye bu asırda gürültüsüzce a’sar-ı müteakıbede ve bilhassa altıncı ve yedinci asırlarda; mühim hadiselere vahim ihtilallere rağmen; göstereceği parlak rollerin ifasına hazırlanıyordu. Bu devirde Suriye’de fen ve felsefe ile uğraşan ekabirin büyük ve ma’ruf bir hanedana mensub oldukları görülüyor. Peder evlad ve hafidden ibaret olan bu aile fen ve felsefe ve bilhassa ulum-ı tıbbiyyede iştihar eylemişlerdir. En büyükleri olan Ebu Hakim Zafir bin Cabir Es-Sükkeri Musul’da tevellüd etmişti. Müşarun-ileyhin tarihlerinde ber-hayat olduğu anlaşılıyor. Musul’da mukaddemat-ı ulumu tahsil ettikten sonra o devirde merkez-i irfan ve medeniyyet olan Bağdad’a koşmuş darülhilafenin muhit-ı feyyazında zamanın en muktedir etibbasından Ebu Ca’fer bin Tayyib’in tedrisatına müdavemete başlamıştı. Ebu Hakim aynı zamanda felsefe tahsiline de koyulmuş ulum-ı hikemiyyede şöhret-şiar eazımın derslerine de mülazemette bulunmuştu. Bağdad’da ikmal-i tahsil ettikten sonra Suriye kıt’asına çekilerek Haleb’de ihtiyar-ı ikamet etmiş hayatının hıtamına kadar bu diyarda neşriyyat-ı ilmiyyede bulunmuştur. Ebu Hakim bir taraftan tedris-i ulum diğer taraftan icra-yı tababetle meşgūl olmuştur. Dershane-i irfan-penahında vardır. Haleb’de te’sis ettiği mektep pek ziyade iştihar etmişti. En uzak mahallerden bile birçok talibin-i irfan bu dar-ı feyzin zir-i sakf-ı kemalatına koşmuşlardı. Bu mektep kendi vefatından sonra evlad ü ahfadı himmetleriyle yine neşriyyatta devam etmiştir. İbni Ebi Usaybia on üçüncü asr-ı miladide Haleb’de bu dar-ı irfanın bakaya-yı füyuzuna tesadüf edebilmiş olduğunu söylüyor. Ebu Hakim mütefennin bir tabib olmakla beraber edebiyata da intisabı vardı. Hikemiyyat-ı aliyye ile meşhun birçok manzum parçalar bırakmıştır. Derin bir fikr-i hikmet tezahüratından olan şu parça müşarun-ileyhe isnad ediliyor: Ebu Hakim yenilen ağdiyenin mi’de ve em’alarda ma’ ruz kaldığı hükmi ve kimyevi teamülatı müteakıb ne suretle him tedkīkat-ı fenniyyede bulunmuştur. Makaletün fi Enne’l-Hayvane Yemutü ma’a Enne Gıdae Yahlifu İvaza ma Yütehallelü Minhü ünvanıyla yazmış olduğu kitap meşhurdur. Müşarun-ileyhin pederi Cabir bin Mansur Es-Sükkeri de Musul efazıl-ı ulemasından idi. Mahdumu Ebu Mevhub bin Zafir Es-Sükkeri ise pederinin dershane-i irfanında perverişyab olmuş ve mensub olduğu ailenin sitine layık bir şöhret-i ilmiyye kazanabilmiştir. Ebu Mevhub tababette fevkalade iştihar etmişti. İhtisaru Kitabi’l-Mesaili li-Huneyn bin İshak namında bir kitap te’lifine de muvaffak olmuştur. Ebu Mevhum’un mahdumu ve Ebu Hakim Zafir’in hafidi Cabir bin Mevhub Es-Sükkeri liyakat eylemişti. Cabir de; ecdad-ı irfan-penahı gibi tababet ve felsefede şöhret-şiar eazımdandır. Suriye beşinci asr-ı hicride Es-Sükkeri ailesinin neşrettikleri huzemat-ı ma’rifetle tenevvür etmiş a’sar-ı atiyyede Es-Sükkeri ailesi efradı necabet ve faziletin birer timsal-i maali-nüması halinde; senelerce Suriye’de sezavar-ı takdir ü hayret hidemat-ı ilmiyyede bulunmuşlardır. MÜNACAT Yüksek duvarlarında eder secde gölgeler. Mihrablarında hasta yanar meş’al-i keder. Dillerde bir cihan-ı muhayyel uzak deri... Kandiller ince tatlı birer hüzn-i gevherin... Gözlerde bir duman gibi titrer o boş hava; Örter niyaz u hüznü ilahi bir intiha. Haşyetli kubbesinde dualar eder sükut. Varlık derinlerinde avalimle hem-hudud... Bir hutbe-i müessir eder dilde hep figan Titrer cebinimizde bütün safvet ü hazan; Biz bab-ı rahmetinde bir asi-i namzed Ver kalmasın bu eller açık böyle Rabbimiz. Sen koyma burda bizleri mahzun u dil-harab! Ağlar haziresinde Resul’ün pür-iktirab. Kıldın Salib’e evc-i tealiyi cilvegah; Bari Hilal’i yerde süründürme ey İlah! Beytü’l-Mutahhar’ında sanemler bulursa yer Çanlar öterse ma’bedin üstünde ah eğer Layık olur mu şanına ey Rabb-i la-yezal? Bulsun mu yerde rayet-i hak zillet ü zeval? Mahv etme sen o rayeti mahv etme bizleri Fetheylesin Hilal’e izin ver denizleri! Ey Rabb-i adl ü hak evet ey Rabb-i asman Bir dinle: Ravzasında Resulündür ağlayan!.. ORDUYA HITAB! Hak düşmanı din düşmanı ırz düşmanı alçak Bir kelb-i akūr ordusu bir taife-i hun Ma’sum ezerek dul vurarak elleri mel’un Vicdanları mel’un ebediyyen bizi boğmak Mahv eylemek ister; bütün İslam’ı bitirmek Azmiyle gelir: Maksadı İstanbul’a girmek! Ey asker-i İslam ulu Ka’be’n gidiyor arş! Azminde Muhammed sana Allah sana yoldaş. Bulgar çarığı kabr-i Süleyman’a mı bassın? Yunan haçını minber-i Eyyub’a mı assın? Geçsin mi yere türbesi Fatih’le Selim’in? A’da yüzünü zeyl-i Emanat’a mı silsin? Pis çizmesini safha-i ayata mı silsin? Ey asker-i İslam ulu Ka’be’n gidiyor arş! Azminde Muhammed sana Allah sana yoldaş. Enha-yı vatan zulm ile yangın yeri olmuş Etrafına fışkırmadadır kanlı alevler; Binlerce kadın karnı deşilmiş yatar inler; Dağlar ovalar na’ş-ı yetiman ile dolmuş... Hak vurmaya ırz vurmaya hala susamış aç: Hala yürüyor üstümüze bir kocaman Haç! Ey asker-i İslam ulu Ka’be’n gidiyor arş! Azminde Muhammed sana Allah sana yoldaş. Ey asker-i İslam iniyor şimdi semadan Avaz-ı Ömer gulgule-i sayha-i Haydar Ashab-ı kiramın bütün ervahı beraber Tekbir alıyor ruh-ı Nebi arş-ı Huda’dan. Gökler yarılıp inliyor... Ey asker-i İslam Vur kır yürü al... Yerlere geçsin bütün esnam! Ey asker-i İslam ulu Ka’be’n gidiyor arş! Azminde Muhammed sana Allah sana yoldaş. ÖKSÜZ CENAZELER ... Kavmimin kalbi gibi lekeli o kadar soğuk; kavmimin haysiyeti gibi çıplak o kadar düşkün; kavmimin yürüyüşü kadar bati o kadar rehbersiz bir sürü tabutlar; kavmimin kabiliyyet-i kalile ve alilenin teşyi’-i derdnakiyle –yine kavmim gibi– sallana sallana gidiyor! Ben; bir “ümid”e kavuşmak emeliyle hüsranlardan kaçarak koşa koşa geldiğim bu kör bu duygusuz muhitte; kaç kereler bu manzaranın karşısında yüreğimden kopup gelen tufan-ı tuğyanı boğmak ona derd anlatmak derd dinletmek kavruldum; kaç kereler; hassasiyetimin dizine başımı koyarak ağladım ağladım ağladım. Evet kavmim kadar garib kavmim kadar ulu bir sürü cenazeler.. Kavmimden bir farkları var: O hayattan bizar ölüme koşuyor. Bunlar; hayata atılıyorlar hayat için öldüler; uğrunda öldükleri için miskin kavmim; onların arkasından koşmuyor; onları tanımıyor! * * * Bugün; ekseriya akın akın muhacirlere ve hicranlara memer olan bir caddeden –müfekkiremle el ele vererek– akşamın etrafa serpmek üzere olduğu sükun-ı muzlimin pişdarlarıyla hasbihal ede ede semte dönüyordum; birdenbire arkadaşlarımın hepsi kaçıştılar;.. Yapayalnız kalmıştım; etrafımı yokladım: Bir ben bir de hüviyet-i hassasem bir de Üsküb’de iken bir Sırp mecruhunun son nefesini vererek toprağa kavuştuğunu iblağ eden matem borusu ve müteakıben muhat-ı ihtifal cenazeler;.. Başbaşa kalmışız!.. Onlar niçin kaçıştılar; bunlar niçin üşüştüler? Gözüm; bu sualimin cevabını yaşararak veriyordu: – Çıplak bütün ma’nasıyla çıplak bir tabut... Bazılarında gördüğüm buruşuk kalpaktan da mahrum. Etrafında bir iki boynu düşük.. Bu tabutun içinde kim var? – Şehid! Akılem; bu hailenin huzur-ı kibriyasında bir daha titredi; hemen hakk-ı tasaltununu kavrayarak –şevk-ı adaletle zile basıp şahid isteyen bir hakim tavrıyla– a’sabıma emir verdi; demin yanımdan kaçışan arkadaşlarım da geldi; sonrakilerle beraber hepsi toplandılar.. Şimdi bir taraftan “Fatiha”nın ruh-ı sekinet-sazıyla hissiyatıma meram anlatmaya çalışan akılem öbür taraftan bir hatib tavrını takınarak haykırdı: – Asker yüce şehid! Allah’ına kavuştuğun zaman kavminin kadir-şinaslığını ağlaya ağlaya inleye inleye anlat!.. Sonra etrafına döndü: – Siz de şahidsiniz ya! dedi. Meğer kulağım da boş durmuyormuş; akıleme şöyle bir şeyler fısıldıyorken yakaladım: – Hayır hayır.. O gidecek Allah’ına kavuşacak. Fakat kavminden şekva mı? Asla!.. ---- HIND YOLUNDA ---- KERBELA’DA ON GÜNLÜK MUHARREM Küre-i arzın herhangi noktasında bulunurlarsa bulunsunlar on günlerinde matem ve ta’ziye merasimini ifa ederler. Muharrem ayı bütün İranilerle Şiiyyü’l-mezheb olanlar için bir matem ayıdır. Hazret-i Hüseyin ile evlad ve teallukatının bu ay içinde enva’-ı eza ve cefalarla –daiye-i istiklal ve saltanat tarih-i şehadetlerinden beri alem-i İslam nezdinde büyük ve müdhiş hunrizane bir vak’a-i can-suz teşkil etmiş ve vefat-ı alilerinden beri mezar-ı şeriflerini mataf-ı suleha ve ebriya kılmıştır. Hazret-i Seyyidü’ş-şühedanın Kerbela’da şehid edilip şimdiki buk’a-i şerifede defnolunduklarını tarih-i İslam yad ettiği gibi bilcümle müverrihinin –Arab müverrihlerinin– de taht-ı tasdikindedir. Müşarun-ileyh hazretlerinin kabr-i şerifi İrani ve Hindiler tarafından teberruan ve teberrüken bugünkü hale konulup fevkalade bir surette tezyin edilmiştir. On günlük Muharrem merasim-i fevkaladesini görmek ve şehid-i muhterem-i müşarun-ileyhi bu esnada ziyaret etmek için aktar-ı baide-i mü’min müslim suret-i mahsusada Kerbela’ya vürud ederler. Bu on gün içinde Kerbela baştan aşağı bir matem-sera gibidir. Her yerde ta’ziye mersiye nevha okunur. Erkek kadın çoluk çocuk ağlar sızlar. Seyyidü’ş-şüheda aleyhi selamullah hazretlerinin menkabe-i cangüdazıyla evsaf-ı celileleri mersiye-hanlar tarafından manzum ve mensur olarak gayet hüzn-agin ve dil-suz bir eda ve ahenk ile ber-averde-i lisan teessür edilir. Her tarafta ve her mahalde asılan siyah bez parçaları eyyam-ı mezkurenin keder ye’s hüzün ve teessür günleri olduklarını lisan-ı hal ile i’lan eyler. Bu halleri fevkalade ihzaratı görenlerin kalblerinden bir let-i mezkurenin ref’ u izalesi hiçbir suretle kabil olmuyor. Hazret-i Hüseyin radıyallahü anh hazretlerinin kubbe-i şerifeleri üzerinde de murabba’ ve gayet büyük bir siyah bayrak bu ay içinde çekilir ve görenlerin ah ve tehassürlerini tezyide yardım eder. Kerbela’nın her mahallesinde muvakkat bir tekye kurulup enva’ ve eşya-yı nefise ile donatılıp mağrib ezanından sonra emkine-i mezkurede bulundurulan rengarenk nevi nevi lambalar şamdanlar ve sair alat ü edevat-ı tenviriyye yakılır ve ortalık gündüz gibi aydınlanır. Tekaya ve zevayada mersiye mahallerinde bulunan huzzar ve müstemiine bi’d-derecat kahve çay şurub nargile sigara ikram olunduğu misillü bazen da yemek verilir. Kerbela’da bulunan ulema sadat tullab-ı ulum-ı diniyye esnaf ve kesebe eşraf-ı mahalliyye hep bila-istisna siyah elbise giyip ta Safer ayının sonuna kadar bu hallerini muhafaza ederler. Gündüz vakti Hazret-i Hüseyin’in medfun bulundukları mahallin sahnında vakit vakit mersiye ve mev’iza tertil ve tilavet olunduğu gibi gece vakti aynı mahalde kurulan tekaya-yı müteaddide tenvir ve iş’al olunur ve deste deste göğüs vuranlar zencir çalanlar gelip eda ve ifa-yı ta’ziye ve matem edip giderler. Bu merasime Kerbela’da iştirak etmeyen hemen yok gibidir. Herkes kendi kadrince maddi olsun ma’nevi olsun behemehal az çok bu esasa yardım eder. Bunu kendileri için büyük bir saadet ve sevab telakkī ederler. Maddeten yardım edenler destelere lazım olan lamba meş’al şamdan sair alat ü edevatı yakmak için mum gaz neft ve ona mümasil mevadd-ı tenviriyyeyi vermekle iştirak ediyor. Manevi yardıma gelince desteyi teşkil edenlerde kalır ki bunlar bütün gecelerini –on günlük Muharrem esnasında– göğüslerine vurmak nevha ve nüdbe okumak için öteye beriye Abbas ve Hüseyin hazeratının sahnlarına ulema evlerine eşraf-ı mahaliyyeyi teşkil eden ve zevi’n-nüfuzun ikametgahlarına gitmekle hasıl olur. Desteler bir-iki dört-beş desteden ibaret olmayıp yirmiyi her halde tecavüz eder. Kerbela’da kaç mahalle varsa her birinden bir deste teşkil edilip kendi kari’leriyle meş’alcileriyle destebaşılarıyla bayrakdarlarıyla birleşip göğüs vururlar. Yerliler ale’l-ekser Arab oldukları cihetle nağme ve nevhaları Arabiyyü’l-ibare ve müteaddid neva ve ahenklerle Bundan sonra sıra Kerbela esnaf ve kesebelerine gelir ki bunlar da sınıf sınıf birer deste tanzim ederek sahnda ve sokak ve çarşılarda kendi göğüslerine vururlar. Hele bakkallar attarlar desteleri her gece geç vakit ve tenha zamanlarda çıkar ve gayet hazin ve müessir sadalarla menkabeler okuyup pek hızlı sinelerine çalarlar. Gecenin sükuneti içinde yüzlerce el şakırtısından mütehassıl olan aksisada dehşetli bir surette tarraka-endaz olup samiin ile nazırini mütedehhiş eyler. Desteler yine bu kadarla kalmaz Isfahan’dan Kirmanşah’dan Kaşan’dan İran’ın hemen her tarafından beray-ı ziyaret Kerbela’ya atebata gelen züvvar-ı İraniyye tarafından da ayrıca büyük tantanalı debdebeli gösterişli parlak çuhalar teşkil olunur. Bu destelerin kendi kudretlerine göre de alat ü edevata malikiyyetleri vardır. Penceli bayraklar gümüşten ma’mul birçok cicibiciler meş’aleler şamdanlar enva’-ı edevat-ı tenviriyye hatta müteharrik lüksler şallar ipekli kumaşlar güldanlar saksılar daha neler neler hasılı ta’dadı na-kabil olan birçok destenin ma-bihi’l-imtiyazını teşkil eden şeylerdir. Herhangi destenin bu gibi şeylere temellükü daha ziyade olursa o deste mazhar-ı takdir ü tahsin olur. Kirmanşah destesi pek tedarikli bir deste olmakla beraber göğüslerine pek hızlı vururlar. Öylece Isfahaniler destesi de seyirden hali değildir. Ancak berikiler ötekiler kadar muntazam ve müzeyyen olmadığı gibi birincisi göğüsü vurmak Bu kadarla kalsa yine iyidir fakat kalmaz. Muharrem’in yedinci gecesinden sonra bu feryad ü eninlere bir de ulema ve tullab desteleri iştirak eder. Ancak bu destelerin alat ü edevatı pek sade ve basit ise de sair desteler kadar muntazam değildir. Aşura gecesi Huddam destesi de diğer destelerle çıkmaya başlar. Hazret-i Hüseyin ile Hazret-i Abbas’ın sahn ve harem-i şeriflerinin hizmetiyle muvazzaf olan kiliddarlarla –ki iki kiliddardır– hademeler cümlesi de seyyid ve yeşil sarıklı oldukları halde büyük bir deste yaparlar. Bu destenin bütün destelere tefevvuk ve rüchanı vardır. Halk üzerine de daha ziyade icra-yı te’sir edip herkesi ağlatır. Seyyidler irili ufaklı küçük büyük celil ve vazi’ hasılı yüzlerce zevat kiliddarlardan tutup ta harem-i şerifin süpürücüsüne varıncaya kadar kendi küçük evlad ve teallukatlarıyla ellerinde birer mum tutarak ortalarındaki nevha-hanlarıyla beraber yekzeban ve hem-ahenk olarak bir ağızdan okur ve elbirliğiyle göğüslerine vururlar. Merasimin hitamında da millete züvvara hayır dualar ettikten sonra aşağı iner. Hemen her deste ta’ziye ve matem merasimini icradan sonra bu gibi ed’iye-i hayriyyede bulunmaktan geri kalmıyorlar. Hususiyle hal-i harbde bulunduğumuz bir sırada bütün ağız dolusuyla asakir-i nusret-measir-i Osmaniyye –İslamiyye–nin muzaffer ve mansur olmaları için dualar ediliyor. Asayişi ortalığı muhafaza için her deste ile başlıca jandarma ve polis gezer. Fakat jandarmalarla polisler muntazam bir vaz’iyette gezmiyorlar. Bu kusur ise tabur ağasıyla polis komiserinde olmayıp polislerle jandarmalara aiddir. Çünkü Muharrem ayına mahsus olmak üzere Musul’dan Bağdad’dan celb edildiklerinden ahval-i mahalliyyeye adem-i vukūflarından ileri gelir. Benim gibi herkesin de nazar-ı dikkat ve taaccübünü celb eden bir şey var ise kadınların oturdukları yerlerde sık sık ve bitişik bir surette erkeklerin gezmeleri keyfiyetidir ki bu hali ne polis ne de jandarma men’ etmiyor. Bilakis jandarmalarla polis efendinin bizzat kadınlara sahn-ı şerif gibi muhterem ve mukaddes bir yerde harf-endazlıkta bulunmaları fevkalade çirkin bir şey teşkil etmektedir. Hele Muharrem’in onuncu gününde velveleli bir zamanda hükumet devairine mensub küçük me’murlar –bazı mübeyyız ve mukayyidler– rı o kadar müstekreh ve iğrenç bir şey teşkil ediyor ki insanın nefretini değil adeta la’netini celb eder. Hususiyle herkesin kanı beynine fırlamış olduğu bir günde ki insanın ihtiyarı elinde değildir. Maazallah ufak bir gürültü kopsa derhal büyük bir ihtilale müncer olacağına şübhe yoktur. Hasılı böyle sulu terbiyesiz ve efendi kıyafetinde bulunanların ahval-i rezileleri Arab ve Acem yerli ve züvvar nazarında pek çirkin bir surette telakkī edileceği tabiidir. Desteler içinde en ziyade calib-i nazar-ı dikkat olan Türk destesidir. Bunlar önünde balaban boru çalınıp ellerinde birer uzun değnek bulunduğu bir vaz’iyetle haricden sahna girerler. Evvelce ellerinde çıplak kama bulunduruluyordu. Fakat on sene evvel bu deste ile diğer bir deste arasında çarşıda münazaa kopmuş ve her iki taraftan telefat ve mecruhin vukū’ bulmasıyla hükumetin müdahalesini mucib olarak en sonra kamasız ve yalnız kama yerine ellerine birer değnek tutmaya kendilerine müsaade verilmiştir. Muharrem’in onuncu günü sabahleyin saat dört raddelerinde Haymegah’a –Hazret-i Hüseyin ile etbaının vaktiyle çadır rekz ve nasb eyledikleri mahaldir ki merkad-i şerife pek yakındır– gidip orada kafalarını kan ile yarıp silahlarını ellerinden aldıktan sonra sahna gelir ve bir-iki kere tavaf ettikten sonra sahn kapılarının birisinden çıkıp giderler. Bunların da şayan-ı tenkīd fena bir halleri vardır ki gerek hükumet-i mahalliyye gerekse mezheb reisleri bulunan rüesa-yı ruhaniyye tarafından mümanaat edilmiyor. Bana kalırsa kusurun büyük kısmı kendi rüesa-yı ruhaniyyelerindedir. Şöyle ki kama vuranların başlarından kan aktığı esnada bunlar sahna girip halk ortasından geçer elleriyle şapır şapır başlarına vurup kanları ahali üzerine sıçratırlar. Bu destenin bu halinden müteezzi olmayan kimse kalmaz. Her şeyden evvel kama çalmak dinen ve mezheben Şiiler indinde mezmum olduğu halde ulema bunu men’e kalkışmıyorlar. Bu babda müdahene ve mürailik ettikleri aşikardır. Saniyen madem ki bunu men’ etmek istemiyorlar hiç olmazsa dolaştıklarında kafalarına vurmamayı ihtar eylemelidirler ki bu kadarcık olsun insanların müteneffir ve ikrahını men’ etmiş olurlar. Aşura günü sabahtan ta mağrib ezanına kadar Hüseyin ve Abbas hazeratının sahn-ı şerifleri ahali ve züvvar ile doludur. Desteler birer birer gelip icra-yı matem ederler. Her destenin nevha –mersiye– okuyanlarına eşraf-ı mahalliyye ve desteler tarafından hil’atler verilir. Fakat maatteessüf hükumet tarafından bu muzaheretlere matemlere hiçbir suretle hil’at mum parası namıyla bir iane ve tahsisat verilmiyor. Beş milyon bir kitleyi teşkil eden Osmanlı Şiileri’ne – unsuruna– hükumet-i Osmaniyye hiçbir şey yapmamış ve yapmak istemiyor. Bunlara daima yabancı bir nazarla bakıyor. Adeta bunları anasır-ı Osmaniyyeden saymıyor. Bunlara karşı daima bigane ve bir nazar-ı bi-kaydi ile bakıyor. Böylelikle kendisini sevdirmiyor. Onları da kendisinden soğutuyor. Bu unsurdan ne A’yan ne Meb’usan meclislerinde bir a’za var ne de me’mur ta’yin olunmuştur. Rumlardan Ermenilerden Bulgarlardan A’yan Meclisi’nde müteaddid a’zalar bulunduğu halde nümune için Şiiler’den bir a’za yoktur. Hasılı bu noktaya hükumetimizin pek çok dikkat etmesi icab eder. Burası pek ince ve mühim bir mevki’dir. Atiyen İngiltere ve Almanya siyaseti için hıtta-i Irakıyye en birinci bir cevelangahtır. Bütün emeller ümidler buralara ma’tuftur. Şimdiden buraya atf-ı ehemmiyet lazımdır. Sonra çoğa mal olur. Hem de iş işten geçer. Şehzadelerimiz vükelamız Avrupa’da değil bana kalırsa Irak’a seyahat için gelip ahali ve aşayir ile ihtilat ve temas etmelidirler. Avrupa seyahati her zaman eldedir bir yere gitmez kaçmaz. Fakat buraların ahvali şayan-ı tedkīktir. Babıali koltuklarında kurulup hıtta-i Irakıyye ahvalinden bahsetmek doğru değildir. Dahiliye Evkaf Defter-i Hakani Posta ve Telgraf nazırlarımız sıra ile birer def’a Irak’a ihtiyar-ı sefer edip bura ahvalini pek yakından tedkīk etseler olmaz mı? İngiltere nazırları hususiyle Müstemlekat nazırı gibi bizim nuzzar da seyahatler yapsalar fena mı olur? Posta ve Telgraf idareleri buralarda o kadar fenadır ki tenkīd için bir iki sahife karalamak şöyle dursun başlıca bir kitap yazmak lazımdır. Nafia nazırı bir defa Irak’a varıp ahvali görse bilmem ki kıyamet mi kopar. Meb’uslarımız bunu nuzzarımızdan istemeli hem de resmen teklif etmelidirler. Yoksa nezaret sandalyesine geçip kurulmayı herkes anlar! [ ] Evet; Kerbela’da on günlük Muharrem böyle tumturaklı gürültülü avazlı edalı geçer bir yabancı ve ecnebinin gözüne bu manzaralar pek tuhaf ve dini telakkī edilir. Halbuki dine hiçbir tealluku yoktur. Hep demonstration namı altında icra edilen şeylerdir. Zaten İslamiyet içine o kadar hurafat sokulmuştur ki esas-ı diyanet boğulmuş gitmiştir. Ulema vu’az zühhad ubbad tullab bu hallerin ıslahına himmet ve ehemmiyet göstermezler. Onlar yalnız kendi dükkanlarının revacını düşünüp zavallı müslümanları vadi-i dalalette puyan olmaktan men’ etmiyorlar. Vicdanıma Allah’ıma kasem ederim ki Şii Sünni ne kadar ulema varsa hep vezaif-i diniyyelerinde kusur etmişler ve el-an etmektedirler. Yoksa müslümanların hali bu güne varmazdı. Cenab-ı Hak nezdinde kıyamet gününde bunların cümlesi mes’uldür. Cenab-ı Hak aldanmaz a’delü’l-adilindir. Yalnız benim nazar-ı dikkatimi celb eden daha bir şey var ne yazsam azdır. Mektepleri hakkında evvelce ne yazdımsa desteleri hakkında da nokta-i nazarım aynı müsavidir. şeklinde yazılmıştır. Hülasa hükumet el-an gafildir. Ne yapacağını bilmiyor. Hıtta-i Irakıyye ıslahat-ı hakīkıyye teşkilat tensikat büyük himmet ister böylelikle kalırsa netice vahim olur. Sonradan peşimanlığın bir faidesi yoktur. EHL-I İSLAM’IN NAZAR-I DIKKATINE Fariza-i haccı ifa şerefine nail olan bu abd-i aciz; bu sene Hicaz Demiryolu’nun Medine-i Münevvere’den Şam-ı Şerif’e kadar icra eylediği hac nakliyyatında ibrazına muvaffak olduğu sür’at ve intizamı dindaşlarımın piş-i enzar-ı dikkatine vaz’ı kendimce bir vazife addeylerim. Medine-i Münevvere’den Şam-ı Şerif’e kadar olan ve bundan on sene evvel kırk günden fazla bir müddet zarfında deve üzerinde nice mezahim ü meşakka katlanarak tehlikelere ma’ruz olarak kat’ olunmakta olan mesafenin muntazam vagonlar derununda elli altı saat kadar bir müddet zarfında kat’ı hakīkaten büyük bir muvaffakıyettir. Hicaz Demiryolu İdaresi huccac-ı kirama bir sühulet-i mahsusa olmak üzere bu sefer icra olunan nakliyyatta ufak det-i seyahati bir kat daha tenkīsa muvaffak olmuştur. Tebuk Karantinahanesi’nde beklenilmekte olan beş günlük karantina ise –bazı nevakısa rağmen– her türlü esbab-ı En ziyade memnuniyetimizi mucib olan cihattan biri de gerek Medine-i Münevvere’den ve gerek esna-yı rahda Hicaz Demiryolu me’murlarından gördüğümüz hüsn-i muamele ve intizamdır. Millet-i necibe-i Osmaniyye ve İslamiyyenin muavenet-i maddiyye ve ma’neviyyesi ile saha-i husule gelmiş olan bu müessesenin bu suretle günden güne mazhar-ı tekemmül olarak ziyaret-i Ravza-i Mutahhara-i Cenab-ı Peygamberi’nin fak olması her müslim için şayan-ı iftihar olduğundan hatt-ı mezkur hey’et-i idaresine alenen arz-ı şükranı vecibeden add ile şu varaka-i acizinin ceride-i muhteremelerinin bir köşesine dercine müsaade buyurulmasını istirham eylerim. Edirne valisiyle kumandanından alınan telgrafnamede Pazartesi günü akşamı zevali saat yedi buçukta düşman tarafından Edirne Kalesi’nin şark ve cenub cebhelerine topçu ve piyade ateşi icrasına ve şehrin bombardımanına başlanılmış ve bi-avnihi teala kahraman askerlerimizin şiddetle mukabeleye devam etmekte bulunmuş olduğu ve dahil-i memlekette sükun ve asayişin ber-kemal bulunduğu bildirilmektedir. Ordu-yı Osmani tarafından vakı’ olan nagehani bir hücum üzerine ordumuz Şengin’i düşman elinden istirdad eylemiştir. Osmanlı askeri ile Arnavud rüesasından Türk zabitanı da bulunduğu halde bağteten Leş’de bulunan Sırp taburunun üzerine hücum ile şehri istirdad eylemişlerdir. Bu mücahidler Sırplardan hayli erzak ve mühimmat iğtinam ettikleri gibi düşmanın umumunu esir eylemişlerdir. Erzak nakliyatına mahsus olmak üzere dört yüz araba da Sırplardan zabtedilmiştir. Asakir-i Osmaniyye ve Arnavudlar Sırpların icra eyledikleri mezalim ve vahşete rağmen ve insaniyet-perverliklerini göstermek için üserayı terhis eylemişlerdir. Osmanlı İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’nin da’vetiyle Darülfünun Konferans salonunda Kanunisani Cuma günü memleketimizin her sınıf erbab-ı hamiyyetinden bir cemm-i gafir ictima’ ederek evvelce neşr ve tevzi’ edilen ruznamede münderic kaffe-i mevaddı kabul etmiş ve hey’et-i fa’ale ile iane derci gönüllü taburları teşkili hastahaneler te’sisi efkar-ı umumiyyenin tenviri hususlarını deruhde eden hey’etler intihab olunmuş ferdası Cumartesi’nden i’tibaren bütün hey’etler icra-yı faaliyete başlamış birçok muvaffakıyyat te’min eylemiştir. Edirne Kumandan-ı muhteremi Şükrü Paşa hazretlerine Edirne müdafaasından dolayı Almanya’da Sörlinyen şehrinde vakı’ “İstaminitşeron” Cem’iyeti’nin suret-i mahsusada bil-ictima’ müşarun-ileyh hazretlerine karşı takdirat ve tebcilatlarını göstermek üzere murassa’ bir seyf-i mefharet takdimine karar vermiş oldukları matbuat-ı ecnebiyyede görülmüştür. Diğer taraftan müşarun-ileyhin Fransa’da ikmal-i tahsil etmiş oldukları “Piritana Dö Delafleş” mektebinin eski şakirdan cem’iyeti dahi müşarun-ileyhe bir seyf-i mefharet takdim etmek üzere iane cem’ine başlamışlardır. şekkil Hilal-i Ahmer ve İane-i Harbiyye ve Asakir-i Şahane’ye Hedaya-yı Şitaiyye Komisyonu’nca Kasaba ve Domaniç nahiyesi merkeziyle onlara mülhak kura ahali-i hamiyyetmendanı tarafından verilip cem’ edilen elli beş bin doksan sekiz kuruş otuz beş para ile altı bin seksen üç parça eşya-yı muhtelife mahall-i aidesine gönderildiği idarehanemize gönderilen bir cedvelden anlaşılmıştır. Muhterem şayan-ı takdirdir. Mekke-i Mükerreme’den aldığımız hususi haberlere göre Mekke-i Mükerreme Emir-i muhteremi devletlü siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hazretlerinin nezaret-i Haşimaneleri tahtında müteşekkil Donanma-yı Osmani Mekke Şu’besi tarafından kable’l-hac . . kuruş ba’de’l-hac dahi . [kuruş] ki cem’an . . kuruş iane cem’ olunmuştur. İşbu mebaliğ-ı azimenin cem’ine muvaffak olan Donanma İane Komisyonu a’zaları zevat-ı atiyeden mürekkebdir: Nazır-ı Umumi Emir-i Mekke-i Mükerreme Şerif Hüseyin Paşa hazretleri Defterdar-ı Vilayet Emir-i Mekke-zade Şerif Ali Beyefendi hazretleri diğer mahdum-ı Emaret-penahi Şerif Faysal Beyefendi Harem-i Şerif Müdiri Emin Efendi Hanefi Müftisi Abdullah Serrac Efendi Miftahdar-ı Beyt-i Muazzam Abdülkadir-i Şeybi Efendi Jandarma Kumandan Vekili Osman Bey Komisyon Katibi Ruznamçeci Ali Rıza Efendi. Müşarun-ileyh Şerif Hüseyin Paşa hazretlerinin taht-ı nezaret-i celile-i Emaret-penahilerinde müteşekkil komisyon tarafından bir mah zarfında cem’ edilen harb ianesi . . kuruşa baliğ olmuştur. Bu iane yalnız kıble-i alem-i İslam olan Mekke-i Mükerreme şehrinin olup mülhakat buna dahil değildir. Şimdi de hanedan-ı celil-i Risalet’e mensub bilcümle şürefa ve sadat-ı kiram ulema müderrisin ahali mücavirin tüccar ve kaffe-i kabail-i Urban şeyhleriyle devecilere varıncaya kadar iane-i harbiyyeye iştirak eylemişlerdir. Gayr-i kabil-i tecezzi bir vücud-ı ma’nevi olan alem-i İslam’ın yaşamakta olduğu şu matem-engiz günlerinde mihr-i münir-i İslam’ın matla’-ı envar-ı füyuzatı olan Mekke-i Mükerreme’den bu emr-i celil-i teavüni ilk teşebbüste mühim bir meblağ toplandığını istibşar etmek bizim için bir hayat-ı nevine nailiyyet kadar kıymetdar bir müjdedir. Biz la-yetezelzel bir emniyet bir itminan-ı kalb ile ümidvarız ki mehbit-ı vahy-i ilahi olan Ka’betu’llahi’l-Ulya’nın huzur-ı ulviyyetinde şeref-i Hilafet’in namus-ı Tevhid’in pamal-i Salib olmaktan muhafazası için necl-i necib-i Risalet-penahi Emir-i ulüvv-i şan Hüseyin Paşa hazretlerinin teşebbüs buyurdukları bu emr-i ehemm-i teavün nur-ı seher gibi bütün afak-ı İslam’a intişar edecek inşaallah az bir zamanda ümid ve intizarın kat kat fevkında mebaliğ-ı cesime toplanacaktır. Tezahürat-ı İslamiyye – Kalküta’dan Kanuni sa ni’de çekilen bir telgrafnamede iş’ar olunduğuna göre: Müslümanlar Osmanlılar lehinde bir ictima’ yapmışlar ve bu pa’nın sükut-ı gaddaranesini ve İngiltere’nin Bulgar vahşetine karşı göstermiş olduğu la-kaydiyi protesto etmişler. [ ] Kanunisani tarihiyle Ajans Royter’e Delhi’den bildiriliyor: “Lahor ahali-i İslamiyyesi akdettikleri bir ictima’da İngiltere Hükumeti’nden Osmanlılar aleyhinde ittihaz olunacak tedabir-i tazyikıyyeye iştirak etmemesini ve Hükumet-i Osmaniyye’den şan-ı İslamiyyet’i muhafaza veyahud feda-yı can edilmesini talebe karar vermişlerdir. Mukarreratın nihayetinde Lahor müslümanlarının Osmanlı kardeşlerine muhalesat-ı kalbiyyeleri beyan edilmiştir. TARIH-I İSLAM’A ALTIN SAHIFELER A’yan a’zasından Seyyid Abdülkadir Efendi hazretleri tarafından evlad-ı Ekrad’a hitaben yazılan da’vetnameden: “Vatan tehlikededir. Düşman-ı din pek yakındadır. Maksadı makam-ı Hilafet’e son darbeyi vurmaktır. Kalbi hubb-i vatanla lerzan nasıyesi nur-ı imanla dırahşan şecaat ü besaletleri ma’ruf-ı cihan olan evlad-ı Ekrad’ın ve sair arzu eden vatanperveranın ... emr-i celiline ittibaan serhadde doğru koşacaklarından eminim....” * * * Kürdistan eşrafından “Bedirhani Azbezi” hazretleri tarafından Kürdlere hitaben yazılan da’vetnameden: Şeci’ ve kahraman Kürdler! Biliniz ki Müslümanlığın dayandığı en metin direklerden biri de sizsiniz. Müslümanlığın Osmanlılığın Kürdlüğün elden gitmek üzere bulunduğu ve din düşmanlarının payitahtımızın etrafını sardığı bu günlerde babayiğit merd arslan Kürdler rahat döşeğinde yatamazlar!... Haydi hep beraber dinin vatanın imdadına koşalım düşmanlarımıza Kürdler’in ne kahraman vatan müdafii ne güçlü kuvvetli adamlar olduğunu gösterelim Allah’ın emrini yerine getirelim din ve vatan uğrunda cihad edelim... Yiğit Kürdler iyi biliniz ki din de vatan da Türk de Arab da Kürd de tehlikededir her şey tehlikededir kılınçlarımız bugün de şakırdamazsa artık hiçbir zaman kınından çıkamayacaktır. Bir kere İslamiyet mahv olursa ne Kürd kalır ne Arab ne Çerkes ne de Türk!.... İslamlık ve vatanımız bugünkü sıkıntıyı hiç görmemiş idi. Vatanı kurtarmak vatan uğrunda sevine sevine döğüşüp gazi veya şehid olmak hepimizin üzerine farz-ı ayndır. Haydi Kürdler! Hep birden kükremiş arslanlar gibi düşmanlarımıza hücum edelim. Elbette böyle bir cihadda ölmek düşmanın ayağı altında çiğnenecek aziz ve sevgili vatanımızın düşkünlüğünü ölümünü görmekten bin kere hayırlıdır. * * * Vilayatta Müdafaa-i Milliyye Tezahüratı: SEBILÜRREŞAD GAZETESI VASITASIYLA MAKAM-I SADARET’E Harb beyannameleriyle niyyat ve makasıdlarını i’lam ve Rumeli’ndeki hun-ı pak-i müslimini savleti ta’bir-i sarihiyle Salib’in Hilal’i mahv etmek emelinden hın hulul ettiğini isbat etti. İ’tilaf-ı müsellesin muavenetiyle mizi mukaddesatımızı kurtarmak için malen canen darülharbe şitaba müheyyayız. Teşkilatına müsaade buyurulursa sunuf-ı muhtelife-i askeriyyeden maada Kürdistan’da dört yüz kadar gönüllü taburu ihzarı tahmin olunuyor. Bu kütle-i şecianın bir intizam altına alınmak ve ihtiyacları tehvin edilmek için hükumetimizin rehberliğine müftekırdır. Eğer bu’diyyet-i mesafe ve mevsim hasebiyle derhal nikat-ı matlubeye sevki şimdilik müteassir ise her vakit emr-i hükumete müheyya bulunacak bir kuvve-i külliyyenin ta’lim ve terbiyesinin acilen ikmalinden mütevellid fevaid-i azime müstağni-i arzdır. Binaenaleyh ulema meşayıh rüesanın irşadatı hükumetimizin rehberliğiyle taburların teşkili ve ta’lim ve nevakıslarının ikmali ve peyderpey irade buyurulacak semte sevklerine dair makam-ı samilerine a’yandan Seyyid Abdülkadir Efendi hazretleri vasıtasıyla mütekaddim Kanunievvel sene tarihli telgrafnamemizi namus-ı askeri ve şeref-i millinin iade ve vikayesi için tecdid edilen muharebenin valilerine keyfiyetin iradesini istirham eyleriz. Genç Meb’us-ı sabıkı Mehmed Müfti Hasan Meşayıhtan Abdullah Müderris Ahmed Eşraftan Mahmud Eşraftan Mehmed Eşraftan Mehmed Eşraftan İsmail Balkan naire-i harbinin tekrar tial ede- ceğini ajanslar haber veriyor. Harbin mebadisinde bin lirayı mütecaviz iane verdiğimiz gibi bu kere de me’murlarımızın birer maaşlarını ahalimizin birer senelik tekalif-i emiriyyesinin bir mislini ianeye terk ve tesviyeyi taahhüd ederek te’diyata başladık. Icab ederse hak-i pak-i vatanı a’daya çiğnetmemek namus-ı milleti kurtarmak üzere bedenen dahi irae-i muavenete amade olduğumuzu arz eyler ve muhterem kabinenin azm-i metinaneleriyle muharebeye mübaderet eylemesini bekleriz. Ferman. Genç eşrafından Meb’us-ı sabık Mehmed Eşraftan Mahmud Müfti Mehmed Belediye Reisi Asador Eşraftan Mehmed; Mütehayyizandan Manuel. Vatan-ı mukaddesimizin tasallut-ı a’dadan muhafaza vacibesinin ifasına umum ahali-i aşairimiz hazırdır. Gönüllü taburlar teşkili ile mevki’-i harbe hareketleri için hükumetin emrine muntazırız. Ferman. ---- CEVABI NOTA ---- Kanunisani sene Perşembe günü ba’de’z-zuhr Hariciye Nazırı Said Halim Paşa hazretleri tarafından düvel-i muazzamanın müşterek notasına cevaben süferanın en kıdemlisi olan Avusturya – Macaristan Sefiri Marki Pallaviçini hazretlerine takdim olunan notanın suret-i mütercemesidir: “Zirde vazıu’l-imza Hariciye Nazırı Avusturya – Macaristan halin on yedisi tarihinde selefine tevdi’ ettikleri takrir-i müşterek müfadına ıttıla’ hasıl eylemiştir. Hükumet-i Seniyye-i Osmaniyye akd-i sulhün amal ve menafi’-i ammeye tevafuk ettiğini tasdikte tereddüd etmez ve hiçbir vechile sebebiyet vermediği bir harbin mümkün mertebe sür’atle hitama erdirilmesi münasib olacağını teslim eyler. Marru’z-zikr takrirde devletler hükumet-i seniyyeye Edirne’nin Balkan düvel-i müttefikasına terki ve Cezayir-i Bahr-i Sefid’in mukadderatı hakkında karar ittihazı hususunun kendilerine havalesi tavsiyesinde bulunmakta faide görmüşlerdir. Hükumet-i Osmaniyye pek azim fedakarlıklar cerh delailini izhar etmiş olduğunu tebyin etmeyi vecibeden addeyler. Edirne şehri esasen bir belde-i İslamiyye ve Türkiye’nin ravabıt ile merbut bulunmak hasebiyle şehr-i mezburun terki rivayeti bile bütün memlekette öyle bir hiss-i infial ve öyle bir hareket-i galeyan-mal tevlid etmiştir ki sabık kabine mecbur-ı isti’fa olmuştur. Bununla beraber Hükumet-i Osmaniyye efkar-ı muslihanesinin son bir burhanını ibraz etmiş olmak için Edirne şehrinin Meriç’in sahil-i yesarındaki kısmını alıkoyarak sahil-i yemininde bulunan kısmı hakkında devletlerin re’yine havale-i keyfiyet etmeye meyyaldir. Cevami’ ve merakıd ve sair dini ve tarihi abidat şehrin Meriç nehrinin sahil-i yesarındaki kısmında kain bulunduğu cihetle bu kısmının doğrudan doğruya zir-i hakimiyyet-i Osmaniyye’de kalması Hükumet-i Seniyye için öyle bir vacibedir ki memleketi gayet vahim netayic tevlid edebilecek bir sadmeye ma’ruz bırakmaksızın bu vacibeyi ihmal etmek gayr-i mümkindir. Cezayir-i Bahr-i Sefid’e gelince: Hükumet-i Osmaniyye bu adalardan bir kısmının Çanakkale Boğazı’na mücaveretleri hasebiyle payitahtın müdafaası için la-büd bulunduğu gibi Asya-yı Osmani’nin ecza-yı mütemmimesinden bulunan kısm-ı diğerinin de Anadolu’nun te’min-i selameti için o nisbette la-büd bulunduğunu tebyine lüzum hisseder. Hükumet-i Osmaniyyenin bu ada üzerindeki hüküm ve nüfuzunu taklile ma’tuf olabilecek herhangi bir suret-i tesviye bunları daire-i te’sirlerini sevahil-i mütecavireye tevzi’ edebilecek birer kanun-ı fesad haline ifrağ eder ve bunun neticesi olarak Avrupa’nın huzur ve asayişini tehdid edegelmiş ve hala tehdid etmekte bulunmuş olan Makedonya’nın hal-i sabıkına müşabih bir hal-i fetret-iştimal tevellüd etmiş olur. Öyle bir suret-i tesviyenin efkar-ı umumiyye-i Osmaniyye üzerinde hasıl edebileceği te’sirat-ı elimeden kat’-ı nazar devamlı bir müsalemetin teessüsünü ve Devlet-i Osmaniyye’nin miknet ü umranını arzu etmekte bulunan devletlerin emellerine de mugayereti derkardır. Binaenaleyh Babıali mülahazat-ı meşruhanın ve bir de Babıali’nin Avrupa menafi’-i aliyesine tealluk eder bir mes’ele olmak üzere telakkī eylediği Çanakkale Boğazı’nın tamamiyet-i mevkiiyyesine i’tina olunmak lüzumunun nazar-ı dikkate alınması şartıyla Balkan devletlerinin yed-i işgalindeki adaların mukadderatı hakkında devletlerce verilebilecek kararı kabul edebilir. Hükumet-i Osmaniyye düvel-i muazzamanın şimdiye değin gösterilen fedakarlıkların vüs’atini fikr-i nasfet ve ma’deletkarileri iktizasınca takdir ve atiyen Balkan müttefikleri taraflarından dermiyan olunabilecek her guna metalib ve müddeayat-ı cedideyi Babıali’nin reddetmeye hakkı olacağını teslim edeceklerine kanaati vasıktır. Babıali mesaib-i harbin izale-i te’siratı ve menabi’-i servet-i memleketin saha-i istifadeye vaz’ı emrindeki muzaheret-i maddiye ve ma’neviyyelerine müteallik temayülat ve mevaid-i hayr-hahanelerini bir hiss-i hakīkī-i memnuniyyetle sened ittihaz eder. Bu maksada vusul için Devlet-i Osmaniyye’nin kemal-i serbesti ile serbest bir gümrük ta’rifesi tanzim ve hukūk-ı hazıra-i düvel esasına müsteniden muahedat-ı ticariyye akdetmek ve tebea-i Osmaniyyenin elyevm tabi’ bulunduğu ve bulunacağı kavanin ve nizamat-ı rüsumiyye-i Osmaniyyeyi ecanibe teşmil etmek hususundaki hakkını şimdiden teslim ve bunların tatbikına değin gümrük resmine yüzde dört zammına muvafakat eylemeleri la-büddür. Hükumet-i Osmaniyye posta muamelatı nokta-i nazarından ammeye bahş ve te’mini için bi’s-sühule ta’yin olunabilecek şerait tahtında olarak memalik-i Osmaniyyedeki ecnebi postahanelerin ilgası dahi o derece la-büd bulunduğu ve bir de memalik-i Osmaniyyede cari uhud-ı atika usulünü ref’ eylemek ve ba’de’l-musalaha bu maksada vusul çarelerini müttefikan tezekkür etmek üzere müzakerata girişmek arzusunda bulunduklarına dair düvel-i muazzama canibinden beyanat vukūu marru’z-zikr notalarında münderic mevaidin kuvveden fi’le isaline hadim bir zümre-i tedabir teşkil eyleyeceği fikir ve i’tikadındadır.” * * * FESH-I MÜTAREKE TELGRAFNAMESI Bulgar Ordusu Kumandanı Ceneral Savof’un mütarekenamenin mefsuhiyetine dair Mahmud Şevket Paşa’ya keşide ettiği telgrafname suretidir: Ordu-yı Osmani-i Şahane Başkumandanlığı Canib-i Alisi’ne: Londra’daki müzakeratın munkatı’ olduğunu zat-ı fahimanelerine iş’ar ve mütareke protokolünün dördüncü maddesine tevfikan işbu tebliğ tarihinden i’tibaren dört gün sonra yani Rumi Kanunisani’ye müsadif Pazartesi günü akşam saat yedide muhasamata mübaşeret edileceğini arz Müşir Mahmud Şevket Paşa hazretleri tebligat-ı vakıaya muttali’ olduğunu Ceneral Savof’a cevaben iş’ar eylemiştir. Mehmed Akif Bey’in ikinci mev’izası: Yarın Cuma’dan sonra Fatih Cami-i Şerifi’nde. Kanunisani’nin yirmi beşinci Cuma günü Fatih Cami-i Şerifi lebaleb dolmuştu. Namazı müteakıb herkes bir tehalükle kürsüye sokulmaya başladı. Binlerce cemaat bir vecd-i mütehassirane ile fazıl-ı muhteremin kürsüye çıkmasına intizar ediyorlardı. Hazret bir müddet sonra kürsüde göründü. Bütün simalar o cihete teveccüh etti. Üstad ayet-i celilesini okuduktan sonra parlak ve selis bir lisanla tercüme buyurdular. Müteakıben ayet-i celilenin tercümesine aid Sebilürreşad ’ın ’ncı nüshasında münderic şi’r-i güzini tertile başladılar. Fatih’in sakf-ı lahutisi altında edib-i muhteremin lisan-ı vakarından vicdan-ı ümmete sanih olan bu şi’r-i hazin üç bini mütecaviz muvahhidine samimi göz yaşları döktürdü. Bu manzara-i ulvi karşısında hazret-i fazıl bir istiğrak-ı semavi ile coştu. Bir zaman geldi ki huruşan bir kalbin nevehat-ı hazinine ma’kes olan Fatih’in asır-dide kubbeleri bile gürlemeye başladı. O anda her türlü alaik-ı süfliyyeden tecerrüd etmiş olan binlerce kalb kubbelerde duvarlarda mün’akis feryad ile hem-ahenk olarak: “İlahi altı yüz bin müslüman birden boğazlandı.. Yanan can yırtılan ismet akan seller bütün kandı! Ne ma’sum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı! Ne bikes hanümanlar işte yangın verdiler yandı! Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan birer candı!” Vaveylasını tekrar ederken sanki Rumeli’nin bu ma’sum hidinin piş-i enzar-ı intibahında tecessüm etmişti. Cemaat arasından işitilen derin derin hıçkırıklar tevali ederken Hazret: “Sabahü’l- hayr-ı hürriyyet ilahi leyl-gun oldu! Karanlık bir hezimet her taraftan ru-nümun oldu! Şehamet gitti; gayret söndü; kudretler zebun oldu. O mevca-mevc sancaklar ne müdhiş ser-nigun oldu! Sukūtun dehşetinden kalb-i rahmet belki hun oldu!” Nevehatıyle hakīkati bütün çıplaklığıyle tasvir ediyordu. Cemaat artık şehekat-ı ruhiyyelerini zabt edemediler. Ruhlar ret-i Akif: “Ezanlar sustu... Çanlar inletip durmakta afakı! Yazık: Şark’ın semasından Hilal’in geçti işrakı! Zaman artık Salib’in devr-i istilası ilhakı Fakat yerlerde kalmış hakların ferda-yı ihkakı Ne doğmaz günmüş ey acizlerin kudretli Hallak’ı!” kıt’asını okuyordu. Herkes nasutiyetinden tecerrüd etmiş ma’bedin harim-i lahutisinde mecruh ve makhur bir vaz’-ı nedametle şair-i muhteremle yek-zeban olarak: “İlahi şer’-i ma’sumun şu topraklardı son yurdu... Nasıl te’yid-i kahrın en rezil akvama vurdurdu? Evet milletlerin en kahbesinden üç leim ordu Gelip ta sinemizden vurdu seyret hem nasıl vurdu: Ki istikbal için çarpan yürekler ansızın durdu.” kıt’asını tekrar ediyorlardı. Şimdi şairle beraber bütün kulub-i cemaat galeyana gelmiş; sanki gözlerinde kanlı yaşlar ellerinde cesedleri parçalanmış mazlum İslamlar karınları deşilmiş [ ] biçare Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib kadınlar ikiye bölünmüş ma’sum çocuklar olduğu halde bar-gah-ı akdese gelmişler hep birden bağırıyor feryad ediyorlardı: “Tecelli etmedin bir kerre Allah’ım cemalinle; Şu üç yüz elli milyon ruhu öldürdün celalinle! Oturmuş eğlenirlerken senin -haşa- zevalinle Nedir ilhadı imhalin o samit infialinle? Nedir İslam’ı tenkilin bu müsta’cel nekalinle?” Şimdi bir sükut-i amik... Cemaat meclisin ruhaniyeti şiirin füsunkar te’siri altında bir tavr-ı istiğrak almışlardı. Birkaç dakīka sonra hazret-i şairin cemaatle beraber bargah-ı akdese arzettiği feryad-ı tezallüm-karanesine semavi bir sada şu cevabı verdi: “Sus ey divane! Durmaz kainatın seyr-i mu’tadı. Ne sandın? Fıtratın ahkamı hiç dinler mi feryadı? Bugün sen kendi kendinden ümid et ancak imdadı. Evet sen kendi ikdamınla kaldır git de bidadı. Cihan kanun-i sa’yin bak nasıl bir hisle münkadı! Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insani illa ma se’a’ vardı!” Hazret ma’ruz kaldığımız felaketlerin uğradığımız musibetlerin sebeb-i hakīkīsini tasvir eden bu kıt’ayı cezil uyandırıcı bir tavır ile tertil ederken bütün cemaat başlarını önlerine eğmiş bir vaz’-ı istihyakarane ile tefekküre dalmışlardı. Hazret kıt’ayı ikmal eder etmez ayet-i celilenin celalet-i ma’nası huzurunda bir irtiaş-ı hudu’karane ile titredi; hafif ve lerze-dar bir sesle; “Evet . … vardı!” hakīkatini tekrar ettikten sonra ber-vech-i ati va’za başladılar. Eşref Edib “İnsan için ne bu dünyada ne öteki dünyada kendi mahsul-i sa’yinden kendi kazancından başka bir şey yok.” bu fıtratın bir kanunu Allah’ın bir kanunu hem de lisan-ı Kur’an ile tebliğ edilmiş bir kanunudur. Demek o deminki feryadların hepsi beyhude imiş! Öyle ya kime duyuracaksın? “Yer pek gök yüksek!” Acizin figanına karşı bütün kainat hissiz bütün mevcudat duygusuz! Ya sen ne istiyordun? Baksan a hem aczinden dem vuruyorsun hem koca kainatı keyfine ram etmek ümidine düşüyorsun! Alem feza dediğimiz şu ucu bucağı olmayan boşluk içinde dönüp duruyor; Allahü Zü’lcelal’in ezelde çizmiş olduğu hatt-ı hareketi ta’kīb edip gidiyor. Hiç bir zerre kendi seyrinden faaliyetinden geri durmuyor. Yer yürüyor; gök yürüyor; dağ yürüyor taş yürüyor. Hiç biri atıl değil hepsi çalışıyor herşey çalışıyor!.. Şu camid gördüğümüz şu cansız dediğimiz toprak yaradılışından beri acaba bir lahza olsun boş kalmış mı? Heyhat! Her gün her saat her saniye bitmez tükenmez inkılablar geçiriyor: Bulutlara su veriyor; bulutlardan su alıyor; sırtında otlar ekinler ağaçlar yetiştiriyor; karnında ma’denler besliyor tabakalar vücuda getiriyor. Ya topraktan doğan bu mahlukat duruyor mu? Asla! Onlar da anaları gibi muttasıl çalışıyor. Muttasıl bir tavırdan diğer tavıra bir halden başka hale geçiyor. Yer yani bizim dünyamız böyle. Ya gök? O bizim dünyamız gibi milyarlarca dünyayı göğsünde taşıyan gök nasıl acaba? Nasıl olacak! O da tıpkı yer gibi. Evet bizim pek azını görebildiğimiz alt tarafını da tahmin ile bulduğumuz namütenahi alemlerin hepsi yaradıldıkları zamandan i’tibaren faaliyete girmişler; ila maşaallah o faaliyeti muhafaza edip gidecekler. Biz tutmuş da mahlukattan bahs ediyoruz. Halık yok mu Halık işte o da keyfiyetini suretini tasavvur edemeyeceğimiz bir faaliyetle kainatı idare edip duruyor! Allahü Zü’lcelal her an bu kainata hayat veriyor; her an bir şe’n bir hadise vücuda getiriyor. Hallak-ı Azimü’ş-şan kısa lakin bizim tahayyül edemeyeceğimiz kadar kısa bir an için faaliyeti bıraksa bütün mevcudat alt üst olur. Cenab-ı Hak alemi yalnız bir kere yoktan var etmedi. Onun halkı daimidir. Evet Allahü Zü’lcelal’in iki muhtelif tecellisi var ki biri mevcudatı yok etmekte; diğeri ise var etmekte. Ancak bu iki tecelli-i Sübhani arasındaki zaman mesafesi bizim aklımızla ölçülemeyecek kadar kısa da onun dem ki yer çalışıyor; gök çalışıyor; yerleri gökleri yaratan Allahu Azimü’ş-şan o Fa’alün limayürid olan Allahü Azimü’ş-şan yaratmaktan bir an fariğ olmuyor; sen nasıl atıl batıl oturuyor da hayat umuyorsun? İşte bütün kainatı gördün: Hiçbir yerde hiç bir zerrede sükun var mı atalet var mı? Öyle ise sana emeksizce yaşamak çalışmaksızın nail-i meram olmak hakkını böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba? Belki. Öyle ya müslümanlar Allah’ın sevgili kullarıdır! İyi amma işte görüyorsun ki bu alemde bu alem-i fıtratta bu alem-i tabiatte hiç sükun yok. Müslümanlık ise fıtratın dinidir. Belki fıtratın kendisidir. Din-i İslam hatem-i edyandır. Bu i’tibar ile en mükemmel dindir. Cenab-ı Allah Kur’an’da sarahaten bize bildiriyor ki: Bu din din-i fıtridir; din-i hakīkīdir; din-i tabiidir. Lakin insanların çoğu bilmiyorlar çoğu gafildirler de o pak dinin içine kendilerinden bir takım fıtrata mugayir ahkam karıştırmak Hepimiz biliyoruz bidayet-i zuhurunda İslam ne halde sene içinde dünyaları tuttu. Misli görülmemiş olan bu sür’atin hikmeti ne idi? Şüphesiz din-i hakīkī olması din-i fıtri olması. Hatta şu hakīkat bugünkü garb hükemasının indinde bile müsellemdir. Onlar da böyle söylüyorlar. Müsteşrikler kıyoruz müslümanlar her tarafta atıl her tarafta gafil; çalışmıyorlar. Fakat Afrika’da Çin’de Müslümanlık alabildiğine yine muvaffak olamıyorlar. Düşündük taşındık tedkīk ettik nihayet anladık ki: Müslümanlık gayet fıtri bir din imiş.” Fakat diğerleri öyle söylemiyorlar: “Müslümanlık insaniyete medeniyete münafi bir dindir diyorlar. Şahid istemez. Hakīkat meydanda. Bugün yeryüzünde milyon müslüman var. Bunlar muhtelif kıt’alarda küme küme oturuyorlar. Hepsi mahkum hepsi esir hepsi cahil. Üçbuçuk İngiliz Hindistan’da bu kadar milyon müslümanı taht-ı esarette tutuyor... Bu ne haldir? Dörtbuçuk Felemenk Cava’da yirmi milyon müslümanı istediği gibi kullanıyor; içlerinden biri ses çıkarmıyor!.. Eğer dininiz hayırlı bir din olsaydı haliniz böyle olmazdı!..” Acaba hangisinin dediği doğru? Ma’lum ya bir dinin lehinde aleyhinde söylemek için evvela onu tedkīk lazım. Yoksa yalnız o dine mensub olanların haline bakmak kafi değil. Erbab-ı insaf Kur’an’ı Hadis’i tedkīk ediyor. Bugünkü müslümanların Müslümanlık’la alakasını gayet gevşek buluyor. Vakıa öyle: Müslümanlık namına bizde ancak birkaç tane şiar-ı din kalmış. Alt tarafı bilerek bilmeyerek kabul olunmuş bir yığın bid’at! Ey cemaat-ı müslimin! Bu din din-i irfan idi; halbuki biz bugün milletlerin en cahiliyiz. Bu din din-i şehamet idi; din-i gayret idi; biz ise şu zamanda milletlerin en miskiniyiz! Eğer din-i İslam’ın ruhunda –maazallah– bugün gözüken fenalıklardan bir danesi olsaydı Müslümanlık bize kadar gelebilir miydi? Elbet o emanet-i kübra çoktan gaib olur giderdi. Biz müslümanlar ben öyle görüyorum Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki: Cenab-ı Hak oturduğumuz yerden Zavallı bizler! Beyhude yere feryad edip duruyoruz! Zaten Allah gökte yerde değil; her yerde hazır her yerde nazır. Bize şah damarımızdan daha yakın. – Pek a’la. Bu dualar nedir? Hani biraz evvel “Salaten tüncina” okuduk. Bunların aslı yok mu? Te’siri yok mu? Hay hay var. Fakat düşünmeliyiz: Dua nedir? Dua Allah’a rücu’dur. Yani evamir-i ilahiyyeye Cenab-ı Hakk’ın gerek Kur’an’ıyle gerek Peygamberinin lisanıyle sünnetiyle tebliğ ettiği evamir-i ilahiyyeye inkıyad etmemek yüzünden mutazarrır olan insanlar tekrar Allah’a rücu’ ederse Allah’ın gösterdiği yolu tutarsa dua makbul olur. Başka türlü kabulüne Allah niçin İslam’ı gönderdi? Çünkü beşeriyetin saadeti matlub-ı ilahi idi. Bundan evvel de bir çok edyan vardı. Fakat o zamanlar beşeriyet daha sinn-i tufuliyette idi. İnsaniyet henüz çocuktu sinn-i kemale ermemişti. Beşeriyet bir çok edvar bir çok inkılabat geçirdi. Her devre göre din göndermek lazım geldi. Nihayet Cenab-ı Hak hatemü’l-edyan olmak üzere bu dini gönderdi ki ahkamına tabi’ olanlar hem dünyada hayat-ı tayyibeye hem ahirette naim-i sermediye mazhar olsunlar. Evet Allah bu din-i mübini bu maksadla gönderdi. İslam sa’y dinidir amel dinidir mücahede dinidir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de nerede Namaz kılınız buyurmuşsa mutlaka arkasından Zekat veriniz! diye de emretmiştir. Pek a’la zekatı kim verir? Elbet serveti olan. Servet ne ile kazanılır? Tabii çalışmakla. O halde en büyük ibadeti yerine getirmek için bile sa’y lazım. Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde bize ittihad ile ittifak ile mücahede ile emir buyuruluyor. Kitabullah hadis hep bizi ittifaka mücahedeye cihada da’vet ediyor. Bu emirler nasıl ne ile yerine gelecek? Şüphesiz hep sa’y ile. Eğer İslamiyet’in bidayetindekiler sonrakiler gibi bizler gibi olsalardı; o muvaffakiyetler o harikalar vücud bulabilir miydi? Ne idi o gayretler ne idi o himmetler? Her tarafa gittiler fevc fevc Ashab-ı Kiram bütün dünyayı dolaştılar oturmadılar durmadılar çalıştılar. O sayede neler neler yaptılar! Sonra ne oldu da bu hale geldi alem-i İslam? Çin’de Hind’de mağribde maşrıkta şimalde cenubda her yerde görüyorsunuz: Müslümanlar cümud içinde rehavet içinde uyuşuk bir halde! Tearüf yok tehabbü[b] yok. Birbirini tanımazlar birbirini sevmezler. Şu cemaatin içinden hiç birimiz bilmeyiz ki: Dünyanın neresinde ne kadar müslüman var? Sonra o müslümanların adatı ahlakı nedir; hatta lisanı nedir? Yazıklar olsun bize ki: Birbirimizi tanımak istediğimiz zaman bile yine firenklere firenk kitaplarına müracaat mecburiyetinde kalıyoruz! Bu ne büyük zillettir? Anlamalı! Hani Müslümanlık bir uhuvvet husule getirecekti? Nerede? Bugün müslümanlar kadar müteferrik müteşettit bir millet var mı? Her tarafta Müslümanlık cehalet müslümanlar var. Bir kısmı Mecusi bir kısmı müslüman. İkisi de aynı ırktan ne yapıyor bunlara? müslümanlara diyor ki: Kurban bayramında öküz kesin. Halbuki Mecusilerce öküz mukaddes bir hayvan. Bizim müslümanlar da İngilizin fesadına kapılarak Mecusilere inad muttasıl öküz kurban ediyorlar. Mecusiler bunu görünce küplere biniyorlar! Yine aynı İngiliz tutuyor Mecusileri kızdırıp camilere domuz kafası attırıyor. Böyle böyle Mecusileri müslümanlara müslümanları Mecusilere tutuşturuyor. Sonra yok yere birbirine düşman kesilen her iki taraf hükümete yani İngiltere’ye müracaat ediyor; o da koşup Mecusinin de hakkından geliyor müslümanın da! Bir aralık şimdiki Afgan emiri Habibullah Han Hindistan’a gitmiş; hali gördükten sonra müslümanlara demiş ki: – Ya hu! Ne yapıyorsunuz? Kurban!.. Evet Hanefilerce vacib. Fakat mutlak öküz mü olmak lazım? Keçi deve koyun kesseniz olmaz mı? Neye böyle budalalık edip de İngilizlerin ekmeğine yağ sürüyorsunuz? Emir Mecusilere de gitmiş işin iç yüzünü anlatmış. Bir dereceye kadar iki fırkanın arasını bulmuş. Çin’e git. Orada da aynı! Neden? Hep cehl yüzünden. Hiç başka bir şeyden değil. Çünkü Nasraniyet ilim ile payidar olmaz; Müslümanlık ise cehl ile beka bulamaz. Öyledir: Hıristiyanlığın ilme karşı yüzü yoktur tahammülü yoktur; Müslümanlık da cehalete kabil değil dayanamaz. Hepimiz biliyoruz ki Müslümanlığın Asr-ı Saadet’e yakın olan zamanlarında şeref şan şevket alabildiğine müterrakkī firenkler tahsil için ta Avrupa’dan kalkıp Bağdad’a gelirler; ulema-yı İslam’dan ders alırlardı. Endülüs medreselerinde bir çok krallar bir çok papazlar vaktiyle okumuşlardı. Öyledir darü’l-irfan idi orası. Sonra cehalet yavaş yavaş taammüm etti. Nihayet biz de bu hale geldik! Eğer elbirliğiyle bu cehaletin izalesine çalışmazsak; mahvımız muhakkaktır. Yoksa yarım tedbirlerle iş bitmez. Hazret-i Mevlana’nın şöyle bir hikayesi var: Fakīrin birinin harab bir evi varmış; çoluğu çocuğunu onun içinde barındırırmış. Adamcağız her sabah işine giderken eve dermiş ki: Ey eski yurdum sakın bana haber vermeden yıkılıp da çoluğumu çocuğumu mahv etmeyesin! Bir gün gelir bakar ki ev yıkılmış üç çocuğunu da ezmiş. Yıkık yurdun harabeleri üzerine çıkar baykuş gibi ötmeye başlar: – Bana haber vermeden neye yıkıldın da hanümanımı söndürdün? Ben sana her sabah yalvarmamış mıydım? Bu kadar vefasızlık olur mu? Ev de ona der ki: – Beni azarlama ben sana şimdiye kadar binlerce kere bu akıbeti anlattım. Benim artık ayakta duracak halim kalmadı demek istedim. Lakin ne vakit ağzımı açtımsa sen hemen bir avuç çamur tıkadın. Duvarlarımdaki çatlaklar hep birer lisan idi. Fakat bir türlü hakīkati anlatamadı. Beni halime bırakmadın ki sana halimi söyleyeyim!. de böyledir. Neresi çatladıysa yamamaya baktık: Bir avuç çamur tıkadık; esasa temele hiç bakmadık. Nihayet bir gün geldi ki ansızın yıkıldı. Teşekkür olunur ki kamilen yıkılmadı. Fakat yine gaflet gösterirsek alt tarafı da yıkılacaktır. – Ne yapayım? Yapacak şey zaman fevt etmeyip çalışmaktır; aramızdan nifakı şikakı kaldırmak birbirimize sarılıp elbirliğiyle çalışmaktır. Yoksa hiç bir taraftan ümid-i muavenet beklemeyelim. Bir zamanlar Avrupa’dan sefirler gelirlerdi; Cuma Selamlığı’nda padişahın üzengisini öpmek şerefine nail olmak Hariciye Nazırı Meclis-i Meb’usan’da bizim lehimize bir kelime-i tayyibe sarf edecek mi; yahud Fransa Başvekili bize karşı olan huşunetini biraz olsun ta’dil edecek mi diye dört gözle bakıp ümidleniyoruz. Evvel ne idik şimdi neyiz anlamalı! Fakat beyhude intizar! Bugün cihan kuvvetten servetten başka bir şeye boyun eğmez. Onların nazarında en haklı: En zengindir en kavidir. Acizin feryadını kimse dinlemez. Hakkına kani’ değil ki feryadını dinlesin! Hatta Mısır Müftisi merhum Şeyh Muhammed Abduh hikaye ediyor. Bir aralık İngiltere’ye gitmiş. İngiliz hükemasından meşhur Spenser Mısır’dan müslümanların büyük bir adamı geldiğini haber almış. Gidip görmek istemiş. Lakin kendisi hasta imiş. Onun için Şeyh’i çağırmış. Şeyh Muhammed Abduh da kalkıp gitmiş. Spenser Abduh’a çok – Bizim garbı nasıl buldun? Abduh demiş ki: – Efendim garbı bana sormayınız. Onu ben sizden öğrenmek isterim. Siz de bana şarkı sorarsanız anlatırım. O vakit Spenser kemal-i teessürle şu sözleri söylemiş: “Burada insaniyet maalesef hiç kalmadı. Beşeriyet beşeriyet-i mütemeddine hisden insafdan büsbütün tecerrüd etti. Ben senin hakkını gasb ediyorum çünkü kaviyim; sen ezilip gidiyorsun Çünkü kavi değilsin.. Atiyi pek fena görüyorum. Biz böyle istemedikti. Fakat böyle oluyor.” Avrupa medeniyeti bir medeniyet-i fazıla bir medeniyet-i hakīkiye-i insaniyye değil. Fakat ne yapılır? Önüne durulamaz. Makina kesilmiş herifler: Uğraşıyorlar çabalıyorlar maddi namütenahi terakkıyata mazhar oluyorlar. Sonra da gelip bizi eziyorlar parçalıyorlar. Bin nasihattan bir musibet daha müessirdir derler. Haydi verilen nasihatleri dinlemedik.. Lakin uğradığımız musibetler bini bile geçti. Onun için bari bundan böyle olsun zararımızı telafiye çalışalım. Evet çalışalım. Fakat nasıl çalışalım? Bu gayet mühim bir mes’eledir. Bundan yüz sene kadar evvel aynı felaket bir milletin başına daha gelmişti. O millet de harb etmiş; pek büyük rahnelere uğramıştı. Sonra ukalası toplandılar; ne yapalım şu musibetten yakayı nasıl kurtaralım? diye müşavere ettiler. Hükeması siyasiyyunu ictimaiyyunu... Her biri birer fikir dermiyan etti. Kimisi: Düvel-i muazzamadan birinin himayesine girelim; kimisi: İttifak yapalım; kimisi: Ordumuzu ıslah edelim kimisi: Ticaret-i bahriyyemizi ileri götürelim dedi. İçlerinde ihtiyar bir adam vardı. Söz ona geldi. Sen ne dersin? dediler. “Mahalle mektepleri yapalım!” dedi. Huzzar güldüler. Hey sersem mahalle mektepleri mi bu felakete çare bulacak?! diye eğlendiler. Fakat o adam söylediği sözü bilerek düşünerek söylemiş olduğu için kalkıp maksadını izah etti: Efradı arasında maarif-i ibtidaiyye taammüm etmeyen milletin ne ordusu ne donanması ne ticareti ne serveti olamayacağını saatlerce anlattı. Fikrini de kabul ettirdi. Çünkü başlarına gelen felaket-i mağlubiyyetin sırf kendi terbiye-i ilmiyyelerinin kendi irfanlarının karşılarındaki düşmandan daha aşağı bir seviyede olmasından neş’et ettiğini delailiyle gösterdi. Bunun üzerine el birliğiyle çalıştılar. Bugünkü Almanya meydana geldi. Maarif maarif!.. Bizim için başka çare yok; eğer yaşamak da maarifle din de maarifle ahiret de maarifle... Hepsi her şey maarifle kaim. Bizim dinin cehalete tahammülü yok cahiller eline geçince mahv olur. Kur’an ’da Hadis-i Peygamberi’de namütenahi hakayık var. Onlar nasıl meydana çıkar? İlimle irfanla. Bundan üç dört yüz sene evvel hakkıyle anlaşılamayan ayat-ı celileden bugün namütenahi hikmetler zuhur ediyor. Ne kadar mec hul hakayık bugün inkişaf ediyor. Eğer Kur’an şu gördüğümüz milletlerin birisinin elinde olsaydı; görürdünüz ne hakayık çıkarırlardı; bütün dünyayı Müslüman yaparlardı. Kendi batıl muharref dinlerini neşr için nasıl çalışıyorlar. Sonra biz ne yapıyoruz? Onların Nasraniyet’i İncil’i müdafaa için tervic için sarf ettikleri himmetin onda birini biz sarfetsek bugün müslümanlar bu halde kalmazdı. Biz “Müslümanlık” deyince dinin şekl-i sahihini devr-i ashabdaki şeklini kasd ediyoruz. Şu cihan-ı medeniyyet bırakalım Peygamber’i acaba Ebu Bekir gibi acaba Ömer gibi acaba Osman Ali gibi yahud diğer Ashab-ı Kiram gibi adam yetiştirdi mi? Yetiştirebildi mi? Pek a’la onlar o siyaseti nerede öğrendiler? Kable’l-İslam hepsi cehalet içinde din-i İslam terbiye etti. Evet din-i İslam din-i İslam’ın şekl-i sahihi. Bugün dinin şekl-i sahihine rücu’ nasıl olur? Evet o da maarifle ilimle olur. Cehaletle olmaz. Bir takımları diyor ki: Bir zaman dinler iş görebilirdi; mesela Nasraniyet bundan bin iki bin sene evvel insaniyet Müslümanlığınız da böyle. Bundan bin üç yüz sene evvel işe yarayabilirdi; fakat bugün mani’-i terakkīdir.. Buna cevab çok: Evet sizin Nasraniyetiniz hakīkaten mani’-i terakkīdir. Nitekim siz Hıristiyanlığa veda etmeden terakkī edemediniz. Biz ise aksine: Müslümanlığa veda ettikten sonra tedenniye başladık. Git gide bugünkü hale geldik. Müslümanlığın ahkamı fıtratın ahkamıdır. Hiç değişmez fikr-i beşerin terakkīsi alem-i fıtratta yeni bir çok hakīkatler bulduğu gibi aynı terakkī ile din-i Muhammedi içinde yeni yeni bir çok incelikler görülür anlaşılır. Ne ile görülür ne ile anlaşılır? İlim ile irfan ile. Bütün ictimaiyyun arıyorlar tarıyorlar bizim inhitatımızı inkırazımızı hep irfansızlığımızda Bunun için artık yapacak şey: Nifaklara şikaklara hatime vermek el birliğiyle çalışmaktır. Evladımıza evvela bir Müslüman terbiyesi vermeli; sonra asrın ulum-i nafiasını fünun-i sahihasını öğretmeliyiz. Hem terbiyeye ailelerden başlamalıyız bunun için de evvela kendimizi terbiye etmeliyiz. Birbirimize karşı münasebetsiz harekatı gılzatı huşuneti bırakmalıyız. Ayyaş bir herifin halkı meşrubat-ı küuliyyeden men’ etmesi hevesatından vazgeçmeyen bir vaizin halkı takvaya da’vet etmesi ne kadar gülünç olur ne kadar maskara olur! Evvela kendimiz terbiye olmalıyız sonra evladımıza din hakkında bir fikr-i sahih vererek okutmalıyız. Nitekim bizden yüz sene evvel aynı akıbeti geçiren millet okumak sayesinde bugün bütün siyasiyyat-ı aleme hakim oldu. Müslümanlık bize dünya için bir hayat-ı tayyibe va’d ediyordu. Neye vermedi? İşte hep bizim cehaletimiz yüzünden. Şimdiye kadar birbirimizi anlamadık hala da anlayamıyoruz. Çünkü müslümanların hepsi cahil. Arabı cahil Türkü cahil Kürdü cahil Arnavudu cahil... Hepsi cahil. Hepimiz ığvaata kapılıyoruz. Asırlar geçti biz hala bir araya gelip de bir iş göremedik. Bilakis ayrı ayrı hareket ederek memleketin her tarafında şurişler fesadlar çıkardık. Hükümet ordu bu fitneleri bastırmakla yoruldu bitab düştü. Herifler de beynimize bindiler. Donanma için herkes bağırdı: Bir iki gemi alalım. Almazsak Balkan hükümetleri ittifak edecekler. Bir kaç gemi bu Adam sen de! dedik; hiç Bulgarlar Yunanlılarla bir yere gelir mi? Evet senin mantığına bakarsak gelmemek icab edecek... Lakin geldi! Hem bu gelişten bütün alem-i İslam’ın başına bu kadar felaket geldi. Ahvalden her kime şikayet etsek; cevap hazır: –Ah ben ne yapabilirim? Ben dinimin evamirine Zekat... Onu da işte hile-i şer’iyye ile filan yoluna koyduk. “Hac?.. Vakıa gidemedim; fakat bizim sakayı bedel gönderdim. Gitti geldi. Allah kabul etsin. Evin kapısını geçen gün yeşile boyattım. “Vaktim oldukça müslümanların haline acıyorum. Eh kader böyle imiş. Ölümlü dünya...” ölümlü dünya böyle gidecek; ya ahirette ne olacak? “Elbet bu sıkıntıların mükafatını göreceğiz yani cennete gideceğiz.” Belki?.. Fakat Allah böyle söylemiyor Kur’an böyle bir şeyden haber vermiyor hele hadis hiç böyle demiyor. Cenab-ı Hak sizi sıkı imtihanlara çekmedikçe siz de sabr u sebat göstermedikçe cennete gireriz mi zannediyorsunuz? Yanlış. Sonra Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “İman olmadıkça cennete giremezsiniz...” ma’lum. Fakat alt tarafı var: “Birbirinizi sevmedikçe de mü’min olamazsınız.” Lakin ben bütün müslümanları seviyorum. Kalbimde din kardeşlerime karşı hiç buğz nefret yok. İyi amma muhabbet şefkat gibi şeyler hep umur-ı batıniyyedendir. Vücuduna hükm olunmak için hariçte asarı tecelliyatı görülmek lazım. Yalnız hissiyat-ı kalbiyye kafi olsaydı Cenab-ı Hak bu namazları bu oruçları bu ibadetleri emr etmezdi. Kalben beni tanıyın bu kadar kafi derdi. Halbuki böyle değil. Allah bile ahval-i kalbiyyemizi ahval-i vicdaniyyemizi harici eşkal Nakl ettiğimiz hadis-i şerif gösteriyor ki: Biz müslümanlar tam olmayınca da cennet yok! Demek dünya olmadığı gibi ahiret de yok. Hem burada hüsran hem orada hüsran. İşte neuzubillah hüsran-ı mübin budur. Müslümanlar böyle müteferrik mi yaşayacaklardı? Hani mü’minler kardeş idi? Hani müslümanlar hasma karşı bünyan-ı mersus olacaklardı? Aleyhissalatü vesselam Efendimiz buyuruyor ki: “Dünyadaki müslümanların hepsi bir vücudun a’za-yı muhtelifesi gibidir. Birisine bir elem isabet etti mi diğerleri de duyacaklar.” Aleyhissalatü vesselam Efendimiz: “Dünyanın öbür ucundaki bir müslümana diken batsa ben onun acısını kalbimde duyarım.” buyuruyor. cehaletimiz yüzünden dini bu hale getirdik. Din de bizi bu hale getirdi. İslam bir din-i meskenet oldu. Kanaati tevekkülü sabrı... hepsini yanlış anladık. Siret-i Resulü siret-i Ashabı gözetmez olduk. Ashab-ı Kiram nasıl çalışıyorlardı. İ’la-yı din için ne kadar mücahedede bulunuyorlardı? Hazret-i Ömer’in İslam’daki mevkii ma’lum: olmuş ki: “Benden sonra peygamber gelseydi Ömer gelirdi.” buyurmuşlar. İşte o hazret bir gün Medine’de dolaşırken bakmış: Bir adam yırtık pırtık elbise içinde boynunu bir tarafa bükmüş süklüm püklüm duruyor. Hemen kamçıyı herifin omuzuna indirmiş; demiş ki: “Miskin herif! Bizim dinimizi böyle ölü şekline koyma Allah seni kahretsin.” Bu din din-i meskenet değil din-i zaruret değil din-i fakr değil. Hele tevekkül... Hiç bizim anladığımız mahiyette mi? Tevekkül Kur’an’ın gösterdiği hadisin gösterdiği tevekkül bütün esbaba sarıldıktan sonra olan tevekküldür. Ne güzeldir Sa’di’nin şu hikayesi: “Adamcağızın biri geceyi kırda geçirmek mecburiyetinde kalmış. Lakin yırtıcı hayvanlardan korktuğu için büyük bir ağaca çıkmış. Bakmış ağacın dibinde kötürüm bir tilki yatıyor. Bu sakat tilki acaba ne yiyor ne içiyor? diye merak etmiş. Bir aralık uzaktan bir arslan gözükmüş. Ağzında bir de çakal varmış. Arslan ağacın dibine gelmiş çakalı parçalamış yiyeceği kadar yemiş savuşmuş. Derken tilki de sürüne sürüne gitmiş çakalın bakıyye-i vücudunu yemiş; inine çekilmiş. Ya demek ki Cenab-ı Hak amel-mande bir mahlukun bile rızkını ayağına gönderiyor. İşte kötürüm bir tilki! Fakat yine aç kalmıyor. Öyle ise artık ben de oraya buraya baş vurmaktansa bir köşeye çekilip mütevvekkil olayım... Herif ağaçtan iner biraz gider yolun üzerinde bir mağara bulur. Üçüncü gün açlık biçarenin iliğine damarına kadar işlemiş bitab düşmüş uyumuş. Rüyasında biri gelmiş; demiş ki: – Ey budala kalk! Ne yatıyorsun? Vücudun sapsağlam menzilesine indiriyorsun? Git arslan ol da bakıyye-i şikarınla başkaları geçinsin!” Sonra yanlış anladığımız hakayıktan biri de: Sabır. Biz zannediyoruz ki sabır mezellete tahammüldür. Halbuki sabır katlanmak değil şedaid-i hayata göğüs germektir. “ Sabrediniz hem de sabırda düşmanlarınızla müsabaka ediniz. Onlardan fazla şedaide göğüs geriniz.” Kur’an’ın bu hakayıkını ne ile anlayacağız? İlim ile irfan mek felaket-i hazıranın esbabını tefrikada bulduk. Tefrikanın esası ise cehalet imiş. Ey cemaat-ı müslimin! Biliyorsunuz ki bugün harp var hal-i [ ] harpteyiz; kardeşlerimiz evladlarımız düşman karşısında can feda ediyorlar. Hükümetin müzayakası ise ma’lum. Herkes elinden geldiği kadar gazilerimize muavenette bulunmalı. Zenginler çok vermeye kıyamadı. Fukara az vermekten sıkıldı... Onun kes iştirak etmelidir. On para da verilir on kuruş da verilir on lira da verilir. Hiç kimse diriğ etmesin. Namus-ı İslam’ı muhafaza etmek için herkes elinden gelen fedakarlığı yapsın. Duracak düşünecek zamanda değiliz. ---- . . . . . ---- TEFSIR-I ŞERIF Tercümesi Kimdir o adam ki: Seve seve Allah’a ödünç versin de Allah da ona kat kat fazlasını versin? Allah hem kısar hem de bol bol bağışlar; zaten döneceğiniz yer de ancak O’dur. * * * sına bilhassa mücahede ve muharebe için sarf edilmek üzere verilen para olduğunu ecille-i müfessirinden Fahruddin-i Razi tasrih etmektedir. “Karz-ı hasen” helalinden kendi rızasıyla seve seve vermek ma’nasına geldiği gibi din vatan uğurunda sarf edilen para olduğunu da müfessirinin en büyükleri tasrih etmektedirler. * * * Ayet-i kerime sure-i Bakara’ya mensubdur. İnsan bir kere bu nass-ı celilin ihtiva ettiği maani-i dakīkayı teemmül ederse ne büyük bir hakīkati tazammun ettiğini bununla beraber Kur’an-ı Kerim ’in ne ulvi bir düstur-ı ictimai olduğunu anlamakta kat’iyyen güçlük çekmez. Bu kanun-ı ilahinin tazammun etmiş olduğu hakīkat-i kat’iyyeyi mehma-emken ifade edebilmek için ayet-i kerimenin ne gibi bir mevki’de zikredildiğini beyan etmek kafidir. Evet bundan evvel iki ayet daha zikrediliyor ki onlar da: ayet-i kerimeleridir. Birinci ayette imkanın son noktasına kadar memleketlerini müdafaa etmeyerek bırakıp kaçan korkakların ne müdhiş bir felakete ma’ruz kalacakları ne kadar feci’ bir surette hakk-ı hayattan mahrum edilecekleri pek kat’i bir ifade gayet müessir bir üslub ile izah edildikten sonra ikinci ayet ile de böyle bir felaket-i elimeye düşmemek için düşman ile merdane bir surette muharebe ve mücahede edilmesi doğrudan doğruya emrediliyor. Fakat yalnız muharebe ve mücahedeyi emretmekle iş bitmiş olabilir mi idi? Kat’iyyen. Çünkü muharebe etmek se ... lazımdır. Bunlar ise mutlaka paraya muhtacdır. Gerek akvam-ı bedeviyye gerek düvel-i medeniyye; bunların her birisi yaşamak namusunu şeref ve haysiyetini müdafaa ve muhafaza edebilmek için kuvvetli bulunmaya kuvvetli bulunmak dir ki: Hakim-i Zü’l-celal hazretleri evvelki ayetlerle “din”i “vatan”ı muhafaza için muharebe ve mücahede zaruri olduğunu beyan ettikten sonra ayet-i kerimesiyle de pek müessir bir üslub ile kullarını para vermeye teşvik ediyor. Ayetin bu suretle vürudu “ikraz” kelimesinden maksud olan ma’na mutlaka hayra infak olmayıp ancak dini vatanı müdafaa ve muhafaza için verilen paralar olduğunu pek ra’na bir surette izah etmiş oluyor. Hem ne hacet! İmam Fahruddin-i Razi hazretleri “ikraz”dan murad bilhassa muharebe ve mücahede için verilen para olduğunu tasrih ettiği gibi Ömer bin El-Hattab’dan menkūl olan bir tefsire Allame Zemahşeri’nin beyanına göre de “karz-ı hasen” dini vatanı müdafaa ve muhafaza Binaenaleyh Cenab-ı Hak bu ayet-i kerime ile muharebede muvaffakıyyatı te’min; dini vatanı düşmanın tecavüzatından sıyanet etmek paraya mütevakkıf olduğunu bizlere pek vazıh bir surette bildirmiş oluyor. Hem de öyle bir üslub ile bildiriyor ki: Imandan zerre kadar nasibi olanlar bunun heybetinden heyecana gelerek himmetleri hareket etmemek mümkün değildir; Bu kanun-ı ezelinin tazammun etmiş olduğu hükm-i ilahiyyeyi anladıktan sonra elinde avucunda bulunan mal ve emlakini din vatan uğurunda feda etmemek için insan mutlaka dereke-i hayvaniyyetten daha dun bir mertebede olmalıdır. Çünkü tafsilat-ı anifeden müsteban olduğu vechile bu ayetten maksad-ı ilahi muharebede düşmana galib gelebilmek dini vatanı kurtarmak olduğu halde bunu doğrudan doğruya infakı emreden gibi evamir-i ilahiyye ile tebliğ etmiyor da daha müessir bir üslub ile bildiriyor ki o da “ikraz” ta’biridir. Şübhe yok ki bu suretle paraya teşvik; doğrudan doğruya infak ile emretmekten daha müessir daha beliğdir. Zira “ikraz - ödünç” denildiği gibi bir kere hatıra gelen ma’na verilen paralar hiç zayi’ olmadan veren kimseyi bulacak demektir. Maamafih bu makamda bu kadarla da iktifa edilmiyor; din vatan uğurunda feda edilen paraların; başka kimseye değil ancak Cenab-ı Hakk’a ödünç verildiği bununla beraber sahiblerine verdiklerinin misli değil belki kat kat fazlası verileceği de söyleniyor: Doğrudan doğruya infak ile emretmeyerek bu kadar müessir bir üslub ihtiyar edilmesindeki hikmet-i ilahiyyeye gelince: O da dinin vatanın kurtarılması millet-i İslamiyyenin selamet-i atisi için açılan mücahede ve muharebeye sarf edilmek üzere yapılacak fedakarlığın kat’iyyen zayi’ olmayacağını her kim ne verirse mutlaka verdiğinden daha fazlasına malik olacağını insanların zihnine yerleştirmektir. Burada hatıra gelen bir şey daha vardır: Acaba bu uğurda paralarını sarf edenlerin maa-ziyadetin görecekleri mükafat ahirette mi yoksa dünyada mı? Bazı müfessirin yalnız ahirette görecekler diyorlarsa da bu doğru bir şey değildir. Belki hem ahirette hem de dünyada o fedakarlığın mükafatını maa-ziyadetin göreceklerdir. Çünkü din vatan uğurunda fedakarlıkta bulunanlar aynı zamanda kendi nefislerini kendi hayat-ı şahsiyyelerini de müdafaa kendi namus ve haysiyetlerini de muhafaza etmiş olurlar. Zira bir milletin hey’et-i umumiyyesine karşı vukū bulacak tecavüzden o milleti teşkil eden her ferd ayrı ayrı mutazarrırdır; Felaket geldiği zaman hepsine birden gelir. Eğer !... emr-i celiline ittiba’ ederek küre-i arzı dolaşır; milel-i maziyyenin tarihlerini gözden geçirir ümem-i hazıranın ahvalini tedkīk edersek; kendi milliyetini kendi namus ve şerefini muhafaza uğurunda malını canını feda etmeyen milletlerin ne kadar zelil ve makhur nasıl feci’ bir akıbete ma’ruz olduklarını yakīnen bildiğimiz gibi bu uğurda malını canını feda etmekten hiçbir suretle çekinmeyen milletlerin de namus ve haysiyetini muhafaza ederek nasıl yüksek bir mevki’ ihraz eylediklerini ne mes’ud bir hayat geçirdiklerini elbette görürüz: Evvelkiler pek rezilane bir surette nisbette mevki’lerini tahkim ederek yaşamak hakkına malik olduklarını bütün kainata isbat etmişlerdir. Zaten kanun-ı fıtrat namus-ı tabiat de bunu icab eder; bunun bir şıkk-ı diğerini bulmak kabil değildir. Ganiyyün ani’l-alemin olan Kadir-i Mutlak hazretleri ken disini “müstakrız” makamında gösteren bir üslub-ı veciz buyuruyor Evet ne kadar doğru! Allah fıtratın la-yetegayyer kanunlarına muhalif harekette bulunan nice milel ü akvamın ellerinde olan mal ü emlaki alarak onlara rızık kapısını daralttığı gibi o kanun dahilinde hareket eden milletlere de pek çok mal ü emlak mülk ü devlet ihsan eylemiştir. ...! Daha sonra da kelam-ı belağat-ittisamıyla hatm-i makal edilmesi ne kadar ma’nidardır. Zira hepimizin döneceğimiz yer ancak O’dur. Bu rücuu Şeyh Muhammed Abduh şu yolda izah ediyor: Allah’a rücu’ iki suretle olur: Biri dünyada diğeri ukbadadır. Dünyada rücu’; Allah’ın her şey hakkındaki la-yetegayyer olan kanunlarına yerine sehven yazılmıştır rücu’ ederek sahil-i selamete çıkmak o kanunlar dahilinde hareket etmeye mütevakkıf olduğunu idrak etmektir. Ukbadaki rücu’ ise nass-ı celilinin sırrı zahir olmaktır. Hülasa: Cenab-ı Hak; tercüme ve tefsiri sadedinde bulunduğumuz ayet-i kerime ile dini vatanı kurtarmak paraya mütevakkıf olduğunu ve bu uğurda verilen ianelerin sırf kendisine –hem de ödünç– verildiğini pek vazıh gayet müessir bir surette beyan ediyor. Bu bizim için ne kadar bahtiyarlıktır; eğer vahdaniyet-i ilahiyyeye i’tikadımız varsa “ Kur’an ”ın Allah kelamı olduğuna inanıyorsak rıza-yı Bari’yi tahsil etmek istiyorsak; dinimizi vatanımızı kurtarmak mazsak hem dünyada hem ahirette rezil ü rüsvay olacağımızda kat’iyyen şüphe etmemeliyiz. Aksekili AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Vakıa Avrupalıların hakkımızda su-i zannı calib olan inhitat ve tedennimiz kendileriyle müsabakadaki acz-i arız ve muvakkatimiz zahir-i halde onlara hak verdirecek gibi görünür. Ve şevket-i sabıkamızı elden kaçırdığımızdan dolayı bizi ne kadar ta’y[i]b ederlerse i’tiraz etmek elimizden gelmez. Bu gibi i’tirazat bizim için belki mecd-i sabıkımıza avdet için bir taziyane-i ] teşvik olur. Yalnız bu tenezzül ve inhitatı akīde-i ehl-i İslam’dan münbais bir emr-i zati gibi telakkī ederlerse pek ziyade yanıldıklarını ihtara yine kendimizi borçlu addederiz. Zira bu din ile ala-vechi’l-kemal amil olanların iyi müslümanların adedi galib olduğu müddetçe müslümanlar terakkī etmiş ve emir ber-akis olduktan sonra bu akıbet-i elimeye giriftar olmuşlardır. Müslümanlar sa’y ü ameli terk etmişler tevekkül faziletini su-i isti’male uğratmışlarsa kabahat dinlerinde değildir. Hazret-i Peygamber tevekkülü bize böyle öğretmemiştir. Bilakis buyurmuştur. Muhakkak olan bir şey varsa o da kadere iman akīdesinden müslümanların inkişaf-ı medeni ve siyasi ve ilmi ve ahlakī i’tibariyle pek çok istifade etmiş olmalarıdır. Devlet-i net sayesinde hasıl olmuştur. Müslümanların yine bu kadar müddet içinde ümmilik ve bedavet aleminden en medeni akvamın ni’met-i hadaretine nailiyetleri yine bu sayede olmuştur. Ulum ve fünunda bugünkü Avrupa ulemasının vaktiyle üstadlığını ihraz etmelerinde dahi bu mebde’-i alinin dahl-i küllisi olduğuna şübhe yoktur. Hele saha-i ahlakta kadere imanın gösterebileceği te’sirat-ı havarık-nümayı görmemek nüfus-ı beşeriyyeyi pek az tetebbu’ etmiş olmak demektir. Seha ve isar şecaat-i askeriyye ve medeniyye mesaibe karşı sabr u tahammül menfaati ve hatta hayatı istihkar gibi hasail-i ber-güzideyi mertebe-i ulya-yı kemale isal ettirmekte böyle bir imanın gösterebileceği fevkaladelikleri yalnız hatıra getirmek kafidir. * * * Felsefenin ahlak için vaz’ ettiği ikinci mebdein yani vazife tasavvurunun da nazar-ı İslam’daki mevkiini ta’yin edelim. Evvela şunu söyleyelim ki akla nazar-ı Şeriatte haiz olduğu mevki’-i bala-terin-i ihtiramı hiçbir din vermemiştir. Din-i İslam’ın esaslarını kabul keyfiyeti serbest münazara ve münakaşa neticesi olmak onun en mühim esaslarındandır. akli semeresi olmak icab eder. Ulema-yı İslam’ın kısm-ı a’zamı mukallidin imanına pek de o kadar hoş bir nazarla bakmazlar. Kur’an-ı Kerim ’de: “ = Dini kabul ettirmek için zorlamak yok. Zira rüşd etmiştir.” Sure-i Bakara ayet Kezalik diğer bir ayet-i kerimede: ...“ = Ta ki içlerinden helak olacak varsa bile bile helak olsun hayat bulacak da varsa bile bile hayat bulsun.” Sure-i Enfal ayet buyurulmuştur. Usul-i imaniyye hakkında ukūlü ikna’ için varid olan ayat-ı kerimeyi Gazzali yedi yüz altmış üçe iblağ ediyor. Bunları ta’dad etmek uzun gider. Hele bir kere şu ehadis-i Nebeviyyeye bakalım: – =İnsanın dini aklıdır. Aklı olmayanın dini de yoktur.” – “ = İnsanın kıvamı aklıdır. Akılsızın dini de yoktur.” – “ = Akıl ile merzuk olan kimse felahı bulmuştur.” – : : “ = Ey Ademoğlu! Rabbine itaat et ki sana akıl denilsin. Ona isyan da etme. Yoksa cahil diye anılırsın.” – “ = Allahü Teala aklı olmayan mü’mini sevmez.” – “ = Hiçbir müktesib sahibini hidayete vardıracak yahud helakten kurtaracak bir ziyade-i ilm kıymetinde bir şey kazanamaz. Hiçbir kimsenin dini de aklı müstakīm olmadıkça müstakīm olamaz.” – “ = Allah tarafından şuna şahidim ki akılın son yeri cennet oluncaya kadar hiçbir defa ayağı kaymaz ki Allahü Teala onu kaldırmasın.” – = “Bir kimsenin müslüman olması o kimsenin ukde-i aklı yani derece-i aklı malumunuz olmadıkça o kadar hoşunuza gitmesin.” – “ = Cennet yüz derecedir. Bu derecatın doksan dokuzu ehl-i akl için bir derece de onların dununda olan sair nas içindir.” – = “Ya Ali! Halk Allahü Teala’ya enva’-ı birr ile takarrüb ederse sen enva’-ı akl ile takarrüb et ki onlara dünyada inde’n-nas ve ahirette inda’llah derecat-ı aliyata sebk edesin.” – “ = Allahü Teala’nın bir takım havassı vardır ki dünyada a’kal-i nas oldukları için onları en yüksek derecatta müsabakat cihetine masruf idi. Fuzul-i dünya ile zineti nazarlarında hakīr idi.” – [] = “Halk hayır işlerler. Alacakları ecir ise ancak akıllarının mikdarına göredir.” Aklın hiçbir şey ile kabil-i vezn ü kıyas olmayan kıymet-i ulyasını Nebiyy-i Mükerremimiz sallallahu aleyhi ve sellem nedi bizde akıldır. Gerek vücud-ı Bari’ye ve gerek Nebiyy-i Ekrem Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletine ve tebligat-ı Nebeviyyenin taraf-ı Hak’tan varid olduğuna iman eden her müslüman her halde tarik-ı istidlale müracaatla bu hakīkatlere kani’ oluyor. İstidlalatın za’f u kuvveti şekl ü sureti mütehalif olsa da esas-ı iman hiçbir vakitte bir nevi’ istidlale müstenid olmaktan hali kalmaz. Kezalik din-i İslam’da akla gayr-i münkeşif esrar-ı imaniyye yoktur. Hiçbir kimseye “Aklın alsın almasın her halde salahiyeti yoktur.” denilmemiş ve denilemez. O derecedeki delalet-i akl ile en kat’i istidlalat ile erkan-ı iman hakkında kanaat-i vicdaniyye; Kur’an ’ın vahiy Hazret-i Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem nebiyy-i mürsel olduğuna delil-i kat’i-i akli beyninde bir tearuz mevcud olduğu görülse daima nass-ı şer’iyi te’vil etmek cihetine gidilir. Bu gibi ahvalde bütün ulema-yı İslam’ın ittifakı üzere asl-ı iman istidlal-i akliye istinad ettiği için nassı te’vil ile zahirinden mütebadir olan ma’nayı terk etmek lazım görülmüştür. Zira bu takdirce nassa i’tibar etmek aslı fer’a feda etmektir diyorlar. Din-i İslam’ın vazife-i temdiniyyesini o kadar sür’atle hüsn-i o muntazam ve muazzam teşkilat ile o kadar fedakarlıklarla Asya ve Afrika’ya sevk ettikleri duat-ı İncil ordularının mesai ve meşakkatleriyle hiç de mütenasib olmayan muvaffakıyyat-ı cüz’iyyeye mukabil din-i İslam’ın teşkilatsız misyonersiz parasız pulsuz olarak intişar-ı seriindeki sırrı işte burada aramalıdır. Biri aklı muhatab ediyor diğeri hissi. Biri delail-i mantıkıyye ile iknaa çalışıyor diğeri esrardan bahsediyor. Yine bundan dolayıdır ki Avrupa’da felsefe imanı za’fa uğratmış dine karşı bir adavet bile uyandırmışken Şark’ta felsefe ile iştigal edenler yine din uleması olmuş ve niyyeyi te’yid etmiştir. ---- HERKES KENDI VAZIFESINE ---- Rumeli’yi her köşesinde şehamet-i kavmiyyemizin mübeccel bir hatırasını her buk’asında mukaddesat-ı diniyyemizin la-yemut bir abidesini saklayan bir dilrüba kıt’ayı; baştan başa bedbaht ma’sumların göz yaşları tali’siz İslamların al kanlarıyla sulayan yirminci asrın kanlı canavarları Avrupa’da beka-yı saltanatımızın son yurdu olan Edirne’yi de çiğnemek bu İslam ilini de Salib’in kabus-ı mezalim-barı altında ezmek istiyorlar. Yadı ebediyyen kalblerimizi pür-hun eden faciadar zamanlarda Selim’in Fatih’in lerzedar ruhlarına; Huda-pesend hamasetleriyle; bir nefha-i ümid ü tesliyet ithaf eden Edirne kahramanlarının hayret-engiz mukavemetlerine rağmen bu ahenin kalemizi de elimizden almaya çalışıyorlar. Edirne harika-nüma bir besaletle Bulgar ve Sırp canileriyle didişirken diğer taraftan hak ve adalet namına her ne varsa ayaklar altına alan bütün bir kıt’a bütün bir Hey’et-i Salibiyye bu kahramanların şayeste-i tekrim hamasetlerine bile hürmet etmeksizin ecdadımızın hatırat-ı hazinine dinimizin abidat-ı mukaddesesine me’men olan bu İslam beldesini düşmana teslim etmemizi daha açıkçası intihara karar vermemizi musırrane teklif etmekten haya etmediler. Tebliğ bundan ibaret değildi: Tekliflerine muvafakat göstermediğimiz takdirde; son melaz-i millimiz olan Anadolu ve Suriye’nin de tehlikeye ma’ruz kalacağı tehdidini de ileri sürmüşlerdi!.. Bu suretle o vakte kadar zahiri bir nikab altında gizledikleri ihtirasat-ı redie ile levs-dar Ehl-i Salib taassubunun müstekreh çehresini gösterecek kadar ileri varmış oluyorlardı. Bütün bu tarafgiri-i taassuba karşı koca Avrupa’da ancak birkaç nasıye-i bülend i’lan-ı isyan edebildi maatteessüf bunların da sada-yı hak-guyanesi gulgule-i ihtirasat arasında sönüp gidiyor medeniyet-i asriyyenin kürsi-i haşmeti olmak leri alkışlayan gülbank-i şapaş u takdir ile doluyor. Tarih-i muhterislere karşı ebediyyen la’netler nefretler yağdıracaktır. Fakat efsus ki ... Ferdinand’ın kurun-ı maziyye Hunyadlarını utandıran ma’hud i’lan-ı harb beyannamesinin medeni Avrupa’nın sima-yı irfanında bir çin-i cebin bir işmi’zaz-i istikrah tevlid etmesi şöyle dursun bilakis bazı mahafilde takdirata bile mazhar olduğu düşünülürse şu yalancı medeniyete bu hali görüp dururken hala saçmalayan Şarklılara bilmem ne nam verilmelidir? Müzakerat-ı sulhiyyenin inkıtaını müteakıb Ceneral Savof tarafından Bulgar ordusuna hitaben neşredilen ve “Türkler denizin öbür tarafına koğulmalıdır” cümlesiyle hitam bulan mülevves paçavra Bulgarların tıynetinde meknuz olan denaeti bize karşı besledikleri kin-i la-yemutu bütün cihana i’lan etti. Biz bu hakīkati anlamak için böyle bir i’lana muhtac değildik: Rumeli’nin zümürridin ovalarını şükufedar vadilerini huruşan nehirlerini yetim çocukların dul kadınların ak sakallı pirlerin hun-ı ma’sumlarıyla boyayan Bulgar canileri şu üç-dört ay zarfında irtikab ettikleri hunharlıkla bunu pek feci’ bir surette gösterdiler. Vasi’ bir İslam diyarı olan Rumeli’de bugün denizin öbür tarafına koğulacak kimse kalmamış olduğunu Avrupa hala bilmek istemiyorsa “Savof” pek a’la bilir. Savof ma’hud beyanname ile Ehl-i Salib’i Osmanlıları olan makarr-ı Hilafet’ten tard etmeye da’vet ettiği şübhesizdir. Kalbgahından vurulan bir vücudun yaşayamayacağı tabii olduğundan bizimle beraber alem-i İslam ve İslamiyet de göçüp gidecek!..... Petersburg’da intişar eden Reç gazetesinin bir nüshasında Ruslar’ın istila edemediği makam-ı Hilafet Bulgar Çarı tarafından zabt edildiği takdirde Salib ordusunu hangi makama mensub ruhanilerin istikbal edeceğine; Ayasofya’da ilk ayin rüesa-yı ruhaniyyeden hangisi tarafından icra olunacağına dair makamat-ı ruhaniyye arasında pek hafi ve mühim bir münakaşa cereyan ettiğine dair vukū’ bulan ifşaatı Savof ve Ferdinand beyannamelerinin mahafil-i aidesinde ne kadar derin ve emniyet-bahş izler bırakmış olduğunu pek güzel anlatıyor!!... Reç gazetesinin şu ifşaatını derin derin düşünerek vatanı namus-ı milleti din-i akdesi kurtarmak için ne azim fedakarlıklar Bugün Osmanlı ordusu kendisine teveccüh eden vazife-i mukaddesenin ifasına azm etmiş inayet-i Sübhaniyye ile bi-hakkın da ifa ediyor. Fakat tehlike-i azimenin def’ edilmesi harb kazanılarak vatan ve dinin kurtarılması yalnız ordunun cansiperane gayretiyle te’min edilemez. Ordu meydan-ı ma’rekede düşmanla çarpışarak milletin hayatını vatanın istikbalini devletin istiklalini dinin kudsiyyetini sıyanete hasr-ı gayret ederken millet de her hususda kendisine zahir olmalıdır. Bugünkü müdhiş felaketten bizi kurtaracak ancak yine bizim gayretimiz bizim himmetimizdir. Millet “ = Malınızla canınızla Allah yolunda cihad ediniz.” ferman-ı Yezdanisine tevfikan vazifesini hakkıyla ifa ederse emin olmalıdır ki nusret-i Eli silah tutabilen fedakaran-ı millet mader-i vatanı düşmanın kanlı pençelerinden kurtarmaya koşarken ağniya-yı ümmet de keselerini açmalı vatanın cerihalarını sarmak için Dün taht-ı tabiiyyetimizde iken bugün yüzümüze karşı tahammül na-pezir tahkīrler tehdidler savuran düşmanlarımızdan olsun ibret almalıyız: Sofya’da bulunan ecnebi muhbirlerin iş’aratına nazaran Bulgaristan’da on yedi yaşından yukarı hiçbir ferd kalmamış cümlesi meydan-ı harbe koşmuşlar. Zenginler kasalarını açarak ellerinde olanı ihtiyacat-ı askeriyyenin tesviyesi için hükumetlerine bezl etmişler. Kadınlar kızlar gece gündüz askere melbusat ve saire suretle ve nasıl kazanılmış olduğunu bize pek güzel anlatıyor. Zenginlerimiz titrek elleriyle keselerini açmak hususunda tereddüd ederken dün yüz binlerce liralara malik oldukları halde bugün ekmek parası bulamayan Rumeli bedbahtlarının manzara-i feciasını göz önüne getirmelidirler. Drama ve Kavala cihetlerinde Bulgarların eşraf ve mu’teberan-ı dukları mebaliğin iki yüz altmış bin lirayı mütecaviz olduğu Selanik’ten iş’ar olunuyor. Halbuki bu bedbahtların namus ve şerefleri de çiğnenmiş evlerinde konaklarında bulunan eşyaları yağma emlak-i gayr-i menkūleleri de cebren gasb edilmiş olduğu ekserisinin ciğerpareleri gözleri önünde barbarcasına boğazlandığı da düşünülür ise fecaat yürekleri parçalayan bütün dehşetiyle tecelli eder. Vaktiyle donanmaya bezl-i muavenette buhl gösterilmemiş millet Averof gibi iki sefine-i harbiyye alabilecek ianatta bulunmuş olsaydı şübhe yok ki bugün zillet ve hakaret altında ölen müslümanlar bu felaketleri görmeyeceklerdi! Namusun dinin vatanın hayatın; bi-eman müfterislerin kanlı çizmeleri altında makhur ve zelil çiğnendiğini görmemek din ve namusla beraber bütün servet ü saman da gasb edildikten sonra boğazlanmak saadetine bile mazhar olamayarak ezan-ı Muhammedi yerine çan sesleri tanindar olan maabid kapılarında sürünerek düşmanlardan rezilane ekmek parası dilenmek mecburiyetinde kalmamak için bugün elimizde avucumuzda olanı vermekte asla tereddüd etmemeliyiz. La’net ve makhuriyet-i ebediyyeden ancak bu suretle kurtulabiliriz. Ordu vazifesini ifa ediyor millet de kendine teveccüh eden vezaifin hüsn-i ifasına koşmalıdır. SIYASETE MÜTEALLIK ASAR-I İSLAMIYYE Birkaç gün evvel ezkiyadan bir muharrir ile görüştüm. Eslafımızın asarı hakkında bir mecliste duyduğu şeyleri nakletti: Guya asar-ı mezkurenin en çoğu sarf nahiv mantık maani kelam fıkıh ve buna mümasil fenlerin usul ve kavaidini şerh u beyandan ve kısmen de faide-i neşriyye hilafında olunmuyormuş! İlm-i ahval-i kütüb ile iştigal ettiğim cihetle bu babda mütalaamı sordu: Müstahzaratıma binaen asar-ı eslaf hakkındaki zann-ı vakıın doğru olmadığını ve buna delil-i kat’i olmak üzere netice-i tetebbuat-ı hazıramı havi bir cedvel-i müdevvenat neşredeceğimi kendisine söyledim. Vakıa sahhaflarda ve sair kitabcılarda o gibi efkara sapanları Fakat bir kere erbab-ı hayrın yadigar-ı kıymetdarı olan hazain-i nefais ıtlakına şayan bulunan umumi ve hususi kütübhanelere devam ve tetebbuata ikdam olunsun kavaid-i ulum ile beraber siyasi idari ictimai her kısımda görülecek müdevvenat fart-ı hayreti mucib olur. Ne çare ki tetebbuat ve terakkıyata hahişger olanlar için her türlü asarı tedarik etmek kütübhanelerde vakit geçirmek pek de mümkün olmadığı cihetle müellefat-ı salifenin enva’ u ecnasına peyda-yı mevrusesi olan asar-ı ber-güzideleri hakkında herkes için bir fikr-i vasi’ hasıl olamıyor. Gerçi zamanımızda iktisadi siyasi olduğu görülüyorsa da bunlar erbab-ı tetebbuu müstefid etmekle beraber tezayüd-i ma’lumata inkişaf-ı efkara hadim olan o misilli müdevvenat-ı sabıkanın mütalaası da ayrıca tenvir-i efkarı mucib olur. İşte terakkī-cuyan-ı vatana bir hizmet-i naçizane olmak üzere o muharrire verdiğim sözü yerine getiriyor şimdiye kadar fünun-ı mebhuse hakkında muttali’ olabildiğim asar-ı eslafın isimlerini havi ber-vech-i zir bir cedvel neşrediyorum. İşbu fünuna müteallik olup daire-i ıttılaıma vusulü müyesser olamayan daha birçok eserlerin mevcud olacağı da şübhesizdir. Bunu da sair hadimin-i ma’rifet tedkīk ve irae ederlerse ahlafa bir himmet-i maarifmendane ifa etmiş olurlar. Cedvel-i mezkura serlevha larıyla iftihar olunan hukūkıyyun ve mütetebbiinin daire-i mechuliyyette kalan müellefat-ı müfideyi muhterem Sebilürreşad ’ın sahaif-i kıymetdarında istifadegah-ı enama iraeye şevk ve himmetlerini tahrik maksadına mebnidir. Ümid ederim ki naçizane açtığımız bu çığırda maarif-perveran-ı vatanımızın mesai-i münevvereleri mütevaliyen incila-pezir olur da müştakk-ı ilm ü irfan olanların halen ve istikbalen memleketimize nafi’ olacak ma’lumatları bir kat daha tezayüd ve tevessü’ eder. Ve mina’llahi’t-tevfik. ---- HIND YOLUNDA ---- HARB-I HAZIRIN HINDISTAN’DAKI TE’SIRATI Osmanlı-Balkan Muharebesi tamamıyla Hilal ve Salib gavgasıdır. Hıristiyanlığın Müslümanlığa karşı perverde eylediği kin ü husumet bu muharebe sebebiyle açıktan açığa anlaşıldı. Bu nokta-i nazarı anlamayan bilmeyen bir tek müslüman kalmamıştır diyebilirim. Çünkü Balkan hükumetleri hıristiyanları var kuvvetlerini bazuya vererek ellerinden geldiği kadar –Balkan memalikinde meydan-ı harbde bulunan– müslümanlar hakkında etmedik zulm ü vahşet bırakmadılar. Süngüleriyle kurşunlarıyla elleriyle dişleriyle dilleriyle hasılı bütün kuvvetleriyle İslamları kestiler öldürdüler; kadınlara çocuklara ihtiyarlara asla merhamet eylemediler. Papazları daima müslümanlar aleyhinde askerlerini teşvik ve tergīb etmekten feragat etmediler. Hıristiyanların ne derece mutaasıb olduklarını kainata isbat ettiler. Felaket-i hazıramıza müteessir ve müteessif olmayan kimse kalmamıştır. Hindistan’dan buraya gelenlerle sık sık görüşüp Hind müslümanlarının hakkımızdaki hissiyatlarını istifsar ve is ti zah etmekteyim. Harb-i hazırın Hindistan’da büyük ve azim te’sirat icra eylediğini hep bir ağızdan bana söylüyorlar. Osmanlıların mağlubiyetini havi olan telgrafların Hindistan’a vürudu bilcümle müslümanları kan ağlatmaya mecbur etmiş ve onları camie gidip fevz ü nusret duasında bulunmaya muztar bırakmış olduğunu muhatablarım beyan ediyorlar. yor. Hindistan’daki İngilizler buna asla mümanaat etmiyorlarmış bunun sebebi ise Hind müslümanlarının hissiyat-ı diniyyelerine dokunmayı kendi ittihaz ettikleri siyaset-i [ ] hazıraya muhalif gördüklerinden naşi imiş. Bilakis Hindistan’da bulunan İngilizler de müslümanlarla beraber mecruhin-i Osmaniyyeye ianeye kemal-i hahişle iştirak eylemekte olduklarını Hindli muhatablarım te’min eylediler. Bu kadarla da iktifa etmeyip Hind Vali-i Umumisi tarafından müslümanların hissiyyat-ı diniyyelerinin bu nazik sırada tahriş ve tahdiş olunmamasına be-gayet i’tina edilmesi lüzumu ekiden defeatle bir beyanname-i resmi ile anlatılmıştır. Muharebe-i hazıranın dini bir renk almamasına İngilizler son derece çalışıyorlar. Hindistan’da intişar eden İngilizce gazeteler dahi kendi devletleriyle ebna-yı cinslerinin maksadını layıkıyla anladıkları cihetle daima Osmanlı askerlerinin şecaat ve merdlikleri hususunda mufassal makaleler neşrediyorlar. Hindistan’ın heman her tarafında –kasaba ve köylerinde bile– açılan iane defterleriyle teşekkül eden iane komisyonlarına para derc ve isal eylemeye bilumum Hindliler can atıyorlar. Müslümanlarla beraber Hindistan putperestleri –ki Brehmen Hindulardan ibaretttirler– dahi iane derc etmekten çekinmiyorlar. Hele miting konferans protestoların haddi hesabı yoktur. Bombay’da tahsil ile iştigal eden ve sekiz seneden beri Hindistan’da bulunup Hindlilerin bütün etvar ve ahlak örf ve adetlerine layıkıyla kesb-i vukūf eden Kerbela eşrafından merhum Nizamü’l-ulema-zade “Hamid Han” hazretlerinin –ki şu sıralarda Kerbela’ya muvasalat etmiş ve kendisiyle beraber gece gündüz buluşmaktayım– beyanatına nazaran Hind müslümanları fevka’t-tasavvur müteheyyic bulunuyorlar. Buna delil olmak üzere fahametlü “Sir Aka Han” hazretlerinin valide-i alileri “Leydi Ali Şah” hazretlerinin ahiren Bombay’da Bombay a’yan ve eşrafının bilcümle ailelerinden mürekkeb bir ictima’a riyaset edip irad-ı nutk eylemelerini bana hikaye ettiler. İctima’-ı mezkur Aka Han hazretlerinin Bombay’daki ikametgah-ı alilerinde vukū’ bularak nisvan-ı İslamiyye ictima’-ı mezkura ba-tezkire da’vet edilmiş ve binlerce rupiye iane derc etmeye muvaffak olmuşlardır. Leydi Ali Şah hazretleri İran şehzadeganından gayet muhterem ve mütedeyyin bir hanım olup kemal-i iffetinden bu ana kadar bu gibi teşebbüsatta asla bulunmadıkları halde bu kere hissiyyat-ı İslamiyyelerini yenemediklerinden ilk defa olmak üzere miting ve nutuk irad eylemişlerdir. Mezkur ictima’da Bombay valisi bulunan zatın –İngilizin– haremi dahi isbat-ı vücud etmiş ve mühim bir meblağ surette bütün Bombay gazetelerine derc edilmiştir. Hindli putperestlerin hissiyyatı Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye lehinde bulunduğunu Hamid Han hazretleri bana söyledi. Hatta müslümanlardan ziyade Avrupa entrikasından mezaliminden istila-yı cihangiranesinden bizar olan Hindular muharebe-i hazırayı bir Hıristiyan – İslam muharebesi suretinde telakkī eylemekte olduklarını Hind gazeteleri umumen yazıyorlar. Osmanlı – Balkan muharebesinin bidayetinden bu ana kadar Hindistan evza’-ı idariyye ve inzibatiyyesiyle tarz-ı siyasetinde büyük tahavvülat ve tebeddülat vukū’ bulmuş ve ahiren Hindistan Vali-i Umumisinin bir bomba ile mecruh olmasıyla neticelenmiştir. Bombayı atanın kim olduğu henüz taayyün ve tahakkuk etmemiştir. Yalnız birkaç kişiyi zan ve şübhe üzerine hükumet-i mahalliyye tevkīf eylemiştir. Mevkūfinin kısm-ı a’zamı putperestlerden bulunmakla beraber İslamlardan da birkaç kişi vardır. başvaliyi katletmek için bombanın atılmasında büyük bir ma’na mündemicdir. Bundan birkaç ma’na istihrac olunur ki hey’et-i mecmuası i’tibariyle bi’n-netice İngilizler için iyiliği tan’da vukū’ bulan yahud daha doğrusu ika’ olunan cinayat hep Hindulara münhasır olup müslümanlar asla bu gibi teşebbüsata da zi-medhal bulunmalarından İngilizler pek ziyade endişe ediyorlar. Çünkü Hinduların teşebbüsat-ı siyasiyye-i fi’liyyelerine evvelce hiç bir müslüman kavlen olsun iştirak etmediği halde şimdi birden bire bu cinayet-i azime esnasında Hindu ile müslümanın ittihad etmesi cidden calib-i nazar-ı dikkattir. müslümanlarla putperestler arasında suret-i daimede nifak u şikak ile ihtilafatın husulüne çalışan ve en sonra buna umduğundan ziyade muvaffak olan İngilizler bu vak’a-i ahirenin suret-i husul ve cereyanından korkuyorlar. Zira Hind müslümanlarıyla putperestleri beyninde bugün olmasa birkaç sene sonra dahi bir irtibat ve ittifak-ı hakīkī kaim olursa artık İngilizlerin koca Hindistan’da dikiş tutturamayacakları bedihidir. zamanlarda adedce birkaç yüz binden ziyade olmayan İngilizlerin meram anlatabilmeleri biraz güçce görünüyor. Bu iki unsur beyninde dinen ahlakan cari olan ihtilafattan İngilizler büyük istifadeler te’min ediyorlardı. Fakat ihtilafat-ı meb husenin zevaliyle yerine vifak u ittihadın kaim olmasından elbette İngilizler mutazarrır olacaklardır. Şöyle ki Rusya Almanya’nın muhacemat-ı atiyyesine meydan kalmaksızın İngilizler Hindistan’ı terk edip İngiltere adalarına be-tekrar avdet etmek mecburiyyetindedirler. İngilizlerin diyyesini hayat-ı siyasiyyesini te’min eden Hindistan’dır. Hindistan elde kaldıkça İngilizler müreffeh ve rahat yaşarlar zengin gezerler mağrur olurlar. Hind elden giderse İngiltere Hükumeti’nin azameti uful eder; ihtimal ki Mısır’da ve Afrika’daki nüfuzunu da az müddet zarfında gaib eder. Mısır nasıl ki Hindistan’ın anahtarı gibi telakkī olunuyorsa Hindistan’ın da Mısır için tabii bir anahtar teşkil ettiğini herkes teslim eder. Hindistan’ın İngiltere idaresinden çıkması İngiltere’nin vermesi demektir. Hasılı Hindistan’da İngiltere’nin nüfuz-ı siyasi ve maddisini te’min eden bu ihtilaf elyevm ittifaka tahavvül etmeye yüz tutmuş ve İngilizlerin enzar-ı dikkatini calib olmaya başlamıştır. Hind müslümanları üzerine yalnız Osmanlıların daha doğrusu zat-ı hazret-i Hilafet-penahi’nin nüfuzu vardır ki bu nüfuza Hind müslümanları kemal-i samimiyyet ve irtibatla merbut bulunmaktadırlar. Hind müslümanları yalnız Halife’nin evamir-i aliyyesine muti’ u munkad bulunuyorlar. Hind İmparatoru olan Beşinci Corc’un müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuz-ı ma’nevisi yoktur. Bu nüfuzu din-i mübin-i İslamiyyet hulefa-yı kirama bahş etmiş ve hüsn-i isti’mal olunmasını da te’min eylemiştir. Binaenaleyh İngiltere Devleti İngiliz milleti daima Osmanlılarla hoş geçinip ittihad ve ittifak etmek mecburiyetindedirler. Halife’nin bir emri şöyle dursun ufak bir işareti Hind müslümanlarını İngiltere lehinde bulundurabilir. Hindistan’da volkanlar yangınlar hasıl olsa Halife’nin bir emri cümlesini söndürmeye kafidir. Hindliler nazarında Osmanlı Padişahı İslam Halifesi gayet muhterem ve mukaddestir. Müşarun-ileyh hazretleri “vacib-i taklid ve’l-itaa”dir. Evamir-i aliyyesi muta’ ve mesmu’dur. Bu suretle bu vesileyi elde etmekle İngiltere Hükumeti her an ve zamanda Hindistan’a sahib ve malik olmaya muktedirdir. Aksi takdirde Hindistan İngilizlerin elinde kalamaz. ve muavenette bulunmalıdır ki biz de mukabeleten Hind müslümanlarına meram anlatalım. Geçen sene İran körfezinde kain “Umman” sevahilinden ma’dud olan “Duba” “Şarice” “Ebu Zabi” sevahiline asker çıkarmak isteyen İngilizlerin ne kadar büyük müşkilata ma’ruz kalıp yüz seksen nefer İngiliz askerlerinin Arablar tarafından öldürülmelerine sebebiyet verdiklerine bakılırsa eder. Buna ne hacet! Birkaç ay evvel Hindistan’a beray-ı seyahat gitmiş olan Kadiri Tarikati’ne mensub bir zat hakkında Hind müslümanları ne kadar fazla hürmet ettiklerini İngilizler re’ye’l-ayn gördükleri halde korkularından bir şey söyleye mediler. Rivayete nazaran bu zatın Bombay’a muvasalatı esnasında Bombay’da kolera hastalığı kemal-i faaliyetle hüküm-ferma olduğundan mezkur hastalığın ref’ u izalesine medar olmak üzere Kadiriyyü’t-tarikat olan zatın araba ile gezdirilmesiyle kudumundan teberrük olunmasına Bombay müslümanları son derece ihtimam eylemişlerdi. Hasılı bu nüfuzumuzdan gereği [gibi] elyevm istifade edemiyoruz ne yolda istifade edeceğimizi de bir türlü bilemiyoruz. Bunu layıkıyla bilsek daima İngilizlerin muavenetini te’mine muvaffak oluruz. Osmanlı mücahid ve şühedası için Hindistan’da Fatihalar okunmakta ve ruhlarına nisar u ihda olunmakta olduğunu muhatablarım ilave eylediler. Hasılı bizim lehimizde Hindistan’da her türlü hissiyyat-ı İslamiyye vardır. Bizi bizim gibi seviyorlar. İslamiyet’in terakkī ve tealisinden ümidvar olalım me’yus olmayalım. Aklımızı her ne zaman devşirirsek yine istikbal bizim olacaktır. Fakat memleketimizin ıslahat-ı maddiyye ve ma’neviyyesinden gafil olmayalım. BAZI HAKAYIK-I MÜHIMME dan birisi tarafından yazılan Arabca bir mektuptan beyanat-ı atiyye ahz ve tercüme edilerek buraya derc olundu: “Burada hamiyet-i İslamiyye sahibi olanlar Suriye ve Arabistan ıslahatı namı altında İstanbul gazetelerinin birindeki fıkarata taaccüb ve teessüfle dikkat eylemektedirler. Fıkarat-ı mezkureyi o gazete ekseriyet üzere Beyrut’ta ve Kahire’de hıristiyan Suriyeliler tarafından Arabca neşrolunan ceraidden alıyor ve onlar üzerine reddiyeler yazmak şöyle dursun iktibaslarında bir tarz-ı mürevvic ittihaz eyliyor. Sübhanallah! Vahdet-i Osmaniyye aleyhinde döndürülmekte olan dolaplara suret-i haktan görünerek vesatat eyleyenler ne kadar da çokmuş. Devlet-i Osmaniyye’nin Balkan muharebatı sebebiyle duçar olduğu felaketlerinden Şarkta dahi amal-i hasisesi uyananlar çoğaldı. Mısır bu günlerde kavm-i Arab hakkında tasavvuratta bulunanların teşebbüsatına cevelangah olmaktadır. Bazı kimseler makam-ı Hilafet’in başka yerlere nakli sözleriyle işgal-i zihn eylemekte ve bazı kimseler de Arabistan’da istiklaliyyetler teşekkülünden ve Suriye’de adem-i merkeziyet ve daha doğrusu muhtariyet tatbikından bahsetmektedirler. Hakīkati layıkıyla öğrenebilmiş olsalar hakīkī Arablar ve hatta Suriye’nin halis müslümanları bile Arablık namına alenen ıslahat taleb eden ve bu vesile ile tehyic-i efkarda bulunan bir takım sahtekar politikacıların teşebbüslerini hükümden iskat edebilir. Çünkü suret-i haktan görünen bu yaygaracıların asar-ı su’-i sanialarından yine İslamlar mutazarrır olacaktır. Lakin ah cehalet ve saflık. Cehalet aleminde bir menfaat-perest müfsid tek başına bir milyon saf yürekli müslümanı ustalıklı surette belalara felaketlere uğratabilir. Mısır’ın Arabca gazetelerinin kısm-ı küllisi Suriyelilerin taht-ı murakabe ve tahrirlerindedir. Alelhusus en çok sivrilenleri Beyrutlu ve Cebel-i Lübnanlı Hıristiyanların elindedir. Bu Hıristiyan Suriyelilerin bir kısmı Fransız nüfuzuna meclub Arablık namına hareket eden Suriyeli bazı müslüman politikacılar ki İngiliz rical-i siyasiyyesi mukaddemleri Şark Hıristiyanlarını vikaye namı altında Devlet-i Aliyye’yi “ıslahat” talebiyle tazyik ederlerdi. Fakat bir zamandan beri başka bir siyaset-i şarkıyye ta’kīb eyliyorlar. Şöyle ki; Arnavudlara çend sene mukaddem göstermeye başladıkları ma’hud teveccüh gibi Suriye ve sair yerler müslümanlarına dahi göstermek istedikleri la-teşbih teveccühat o siyaset netayicindendir. Yani alem-i İslam’a ve alelhusus Hind müslümanlarına guya Müslümanlık hakkında su’-i zanları bulunmadığı ve hakīkatte Türklerin müslim ve gayrimüslim kaffe-i anasıra şamil olan “mezalim ve su’-i idarelerine” muarız olduklarını inandırmak siyasetini iltizam eyliyorlar. Eğer hakīkī Arablar ile Türkler bir an evvel elbirliği ile bu göstermezler ise ümmet-i Muhammed Asya-yı Osmani’de dahi büyük felaketlere uğrar. Suriye’de adem-i merkeziyyet perdesi altında bir idare vaz’ını tervic edenlerin Devlet-i Osmaniyye nüfuzunu Hicaz ve Yemen’den kat’ ile uğraşan bir devlete alet oldukları anlaşıldı. Fakat anlaşılamayan bir şey varsa o da Hıdiv hazretlerinin sarayına mürevvic-i efkar olduğu ma’lum bulunan el-Müeyyed gazetesinin Türklere ve Hükumet-i Cedide-i Osmaniyye’ye karşı aldığı vaz’iyet-i bedhahane ve garazkaranedir. el-Müeyyed ’i idare edenler Arabız derler. Fakat damarlarında bir damla bile halis Arab kanı yoktur. Müslümanız derler lakin Devlet-i Osmaniyye’nin şu devr-i müşkilatında gösterdikleri asar-ı nifak u şikakı istiklal-i İslam’ın en büyük düşmanları ancak gösterebilirler. Eğer Hıdiv hazretleri gerek buradaki müfsid mürailerin ığvalarına ve gerek Müslüman milletleri pa-yı tahakküm altında bulundurmakla meşgūl olan bir Hıristiyan devletin teşvikatına inanıp da hakīkaten iktisab-ı istiklaliyyet ve Hilafet’in imkanına zahib oluyorlar ise yüz bin kere yazıklar olsun. Çünkü o gibi tasavvurattan bir netice çıkabilirse o da alelumum müslümanların ve bilhassa zat-ı fahamet-simat-ı Hıdivanelerinin mutazarrır ve me’yus olacağıdır. Halis Mısırlı müslümanların Devlet-i Osmaniyye hakkındaki muhabbetlerine rağmen dört-beş aydan beri muzır bir takım erbab-ı desaisin Devlet-i Osmaniyye ve Hilafet-i İslamiyye aleyhindeki neşriyyat ve icraatına bir merkez ittihaz edilmiştir. Hükumet-i Cedide-i Osmaniyye’nin bu hale nazar-ı dikkati celb olunur.” kıraz yollarını tuttular: Herşeyi bırakarak birbirine düştüler sehab-ı nifak bütün afak-ı memleketi sardı; muhit-ı Hilafet ezici boğucu bir zulmet içinde kaldı; mahmul-i şerare bulutlar beynimize ateş yağdırmak için küçük bir sadmeye müterakkıb kaldı. Nihayet bir gün sema-yı İslam’da bir bomba patladı; Rumeli’deki bütün diyar-ı tevhid ateşler cırdadı ... Ancak o vakit müslümanlar hakayık-ı ahvali idrak edebildiler; fitneden nifaktan tevbe ederek kucak kucağa sarıldılar el ele verdiler samimiyyet-i kalb ile Allah’a teveccüh ettiler yalvardılar; Allah da dualarını kabul buyurdu kulub-ı İslam’a sekinet ve kuvve-i ma’neviyye bahş etti; bunun üzerine İslamlar mallarıyla canlarıyla ortaya çıktılar meydan-ı cihada koşarak taraf taraf muzafferiyetler te’min etmeye başladılar. Şimdi avn-i Hak’la her tarafta İslam orduları Vaz’iyet-i Hazıra-i Harbiyye Tebligat-ı resmiyyeye nazaran: Çatalca’da vaz’iyet-i harbiyyemiz pek iyidir. Ka nuni sani’nin yirmi yedinci günü sağ cenahımızda tebeddül olmamıştır. Fakat hatt-ı müdafaanın nikat-ı sairesinde askerlerimiz muhacemat-ı diliranede bulunarak Bulgarları makhuren ric’ate mecbur etmişlerdir. Kahraman askerleri miz Bulgarların terk ettikleri mevakıı zabt etmişlerdir. Bir müf rezemiz Çatalca kasabasını işgal etmiştir. Papas Burgaz’ın garbındaki sırtlar askerimizin süngü hücumuyla zabt edilmiş Bulgarlardan yalnız on kişi kurtulabilmiştir. Bu esnada bir Bulgar zabiti de esir düşmüştür. Bigados ve daha bazı mevakı’-ı mühimme de düşmandan alınmıştır. Tekfurdağı taraflarında Bulgarlar artık dikiş tutturamayarak Muradlı’ya doğru firar etmişlerdir. Bolayır’da gayet şiddetli muharebat vukūa gelmiş ve askerimizin muzafferiyetiyle neticelenmiştir. Edirne’de kahraman Şükrü Paşa bir huruc hareketi yaparak Bulgarlara dehşetli telefat verdirmiştir. İşkodra ve Yanya kahramanları da dilirane mukavemetlerinde devam ediyor. Cenab-ı Hak nusretini ordu-yı İslam’a refik etsin. Ahali-i İslamiyyenin kahvehanelerde lu’biyyat ile ifate-i evkat ve sair menhiyyat li müddetten beri gavail-i harbiyye ile meşgūl ve mütefekkir ve Rumeli’deki din kardeşlerimizin duçar oldukları mezalim ve taaddiyat-ı mütenevvianın istima’ ve müşahede-i asarıyla pek ziyade müteellim ve müteessir olduğumuz şu sırada bu gibi mübalatsızlıkta bulunanlar hissiyat-ı insaniyye ve vataniyyeden de mahrumiyetlerini isbat eylemiş olurlar. Bizim için dünya ve ahirette fevz ü felah ancak nefsimizi nin daima tevbe ve istiğfara mülazim ve feraiz-i diniyyenin tamami-i muhafazasına hazim ü cazim olarak ibadat ü taat ve tertil-i daavat ile imdad-ı Bari ve ruhaniyet-i Hazret-i Peygamberi’nin isticlabına ve bezl-i ianat ile de asakir-i Osmaniyye’nin her nevi’ ihtiyacatının def’ u ref’ine himmet ü gayret eylemeleri vacibattandır. Zat-ı Akdes-i Hazret-i Hilafet-penahi geceyi gündüze katarak bu yolda ibzal-i mesaiden hali kalmadıkları cihetle bizim de evamir-i ilahiyyeye ye ve vataniyyemizi hüsn-i ifaya i’tina ve ondan sonra da min-indillah mev’ud olan nusret ve muzafferiyet-i azimenin zuhur ve tecelli-i asarına intizar etmekliğimiz iktiza eyler. Zıya’-ı Azim Zeka-yı fıtrisi tedkīkat-ı ilmiyyesi talayerine yazılmıştır. kat-i beyanı ile beyne’l-ulema pek büyük bir şöhret kazanan Fatih Dersiam-i mücizlerinden Tokat Meb’usu Tokatlı Şakir Efendi hazretleri füc’eten irtihal-i dar-ı beka eylemiştir. Merhum-ı müşarun-ileyh bundan dört sene mukaddem üç yüzden fazla talebeye icazet verdiği gibi Darülfünun ve Mekteb-i Kuzat’ta dahi muallim bulunuyordu. Merhum-ı mağfur bi-hakkın verese-i enbiya ıtlakına seza ulema’-i mütebahhirinden olduğu cihetle zıya’-ı ebedisinden dolayı alem-i keder-didesine beyan-ı ta’ziyet eyleriz. Mevla rahmet eylesin. Valparesu Darülfünunu Müslüman talebeleri tarafından Amerika Reis-i Cumhuru Mösyö Taft’a atideki telgrafname gönderilmiştir: Valparesu Daily Videt gazetesinden: Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin Amerika Sefiri Yusuf Ziya Paşa hazretleri vasıtasıyla Amerika Reisi Mösyö Taft cenablarına Amerika’da bulunan bütün Müslüman talebeleri tarafından Arnavudluk’da Selanik’te ve Makedonya’da Balkan düvel-i müttefikasının asakir-i gayr-i muntazaması tarafından yapılan fenalıkların önünü almaya lutfen vesatat buyurmaları Mostar ahali-i İslamiyyesi Hilal-i Ahmer Cem’iyeti namına aralarında . kron yani . Osmanlı lirası iane derc etmişler ve mücahid-i muhterem Enver Beyefendi vesatatıyla merciine Mevsuk bir menba’dan istihsal edilen ma’lumata göre Hindistan müslümanları Hükumet-i Seniyye’nin ihrac eylediği Hazine tahvilatından bir milyon liralığını satın almaya karar vermişlerdir. Neşr-i Vesaik Cem’iyeti tarafından İngiltere Hariciye Nazırı Sir Edward Grey’e keşide edilen telgrafname suretidir: “Balkan mezalimini vesaikıyla neşretmek üzere teessüs eden cem’iyetimizin idarehanesine tevdi’ edilen şehadat ve vesaikı isbat ediyor ki binlerle silahsız müdafaasız insanlar nassur ettirilmiştir. Avrupa’nın bu fecayi’ hakkında muhafaza ettiği [sükunet] barbarları tekmil bir milletin imhasına teşvik ediyor. Avrupa medeniyetini ve Hıristiyanlığı lekeliyor. ti hakkında münteşir bulunan fikr-i adaletle bir tezad teşkil ediyor. Bu sebeble İngiltere millet-i muazzamasının mümessili sıfatıyla zat-ı alilerine müracaatla Balkan müttefiklerinin mezalimini takbih ve meydan-ı alaniyyete vaz’ buyurmanızı ve bu suretle ahali-i mağdurenin hukūk-ı mukaddese ve hayatiyyesini mazhar-ı riayet ettirmenizi rica eyleriz.” eş-Şa’b gazetesine yazıldığına göre: Çin’de ehl-i İslam namına vilayat-ı saireden müntehab murahhaslardan mürekkeb olmak üzere büyük bir hey’et teşekkül ederek hükumetten Çin müslümanlarının umur-ı diniyye ve hususat-ı şer’iyyelerini rü’yet etmek üzere Çin payitahtında Meşihat-i İslamiyye te’sisi ile Şeyhülislam’ın maiyyetinde bir fetva emini ve bir de Meclis-i Tedkīkat-ı Şer’iyye ve bütün vilayat merkezlerinde azl ü nasbları şeyhülislam’a aid olmak üzere birer hakim-i şer’i istihdamı ve müslümanlara bütün ma’nasıyla hürriyet-i diniyye bahş u i’tası gibi birçok mevadd-ı ıslahiyyenin tatbikını taleb eylemiştir. Yarın Cuma’dan sonra Süleymaniye Cami-i Şerifi’nde Mehmed Akif Bey ve Abdürreşid İbrahim Efendiler tarafından mev’iza verilecektir. Yıllar geçiyor ki ya Muhammed Çiğnendi harim-i paki Şer’in; Aylar bize hep Muharrem oldu! Namusa yabancı mahrem oldu! Akşam ne güneşli bir geceydi... Beyninde öten çanın sesinden Eyvah o da leyl-i matem oldu! Binlerce minare ebkem oldu! Alem bugün üç yüz elli milyon Allah için ey Nebiyy-i ma’sum Mazluma yaman bir alem oldu: ÜÇÜNCÜ MEV’İZA Allah Celle celaluhu buyuruyor ki: O kimseler ki mücahede ederler çalışırlar çabalarlar... Bizim uğrumuzda. Allahü Zü’lcelal öyle söylüyor: Benim uğrumda çalışanlar benim için çalışan çabalayan mücahedede bulunanlar... Ne olacak? Biz onları mutlaka mazhar-ı hidayet edeceğiz; hiç şüphe yok edeceğiz. kendi sübül-i rı benim uğrumda mücahede edenleri ben mutlaka mazhar-ı tevfik edeceğim. Hem sigası te’kiddir: Mutlak edeceğim şüphe yok. O mücahid kullarımı hiç bir zaman mahrumiyet içinde öldürmeyeceğim. Ey müslümanlar bunu bilmiş olunuz ki: Allah iyilerle beraberdir. “Muhsin” yalnız ihsan eden para veren demek değildir; asla mahal yok. Cenab-ı Hakk’ın va’d-i ilahisi hulf kabul etmez. Kur’an’ın bir çok yerlerinde musarrah. Cenab-ı Hakk’ın va’dinde hiç hulf yoktur. Allah’ın va’di va’d-i lütfu hiç hulf kabul etmez; vaidi yani va’d-i kahrı böyle değil; dilerse belki afveder; fakat va’dini her halde ifa buyurur. Pek a’la! Madem öyledir madem ayet-i kerime hak yolunda çalışanların Allahü Zü’lcelal tarafından hiç bir zaman mahrum bırakılmayacağını bildiriyor; o halde nedir müslümanların bu hali? Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib milyon mu milyon mu cihanda bu kadar Müslüman var; şarkta var garpta var... Şimalde var cenupta var... Hepsi hirman içinde yaşıyorlar. Nereye gitti Cenab-ı Hakk’ın va’d-i Sübhanisi? ne oldu? Hemen hemen müslümanlar bu va’d-i ilahinin tahakkukundan ümidi kesecekler. Hatta bir kısmı kestiler! Nedir alem-i İslam’ın başında dönen bu felaketler? Hani sen Allah va’dinde hulf etmez diyordun? Pek a’la Allah ne buyuruyor: Bizim uğrumuzda mücahede edenleri biz mazhar-ı tevfik edeceğiz. Şimdi şu yahud milyon müslümanın hepsinin vicdanına dehaletle sorarım: Hangisi böyle bir mücahedede bulundu? Müslümanlık yalnız Kelime-i Şehadet ile yalnız beş vakit namaz ile yalnız ibadat-ı bedeniyye ile değildir. Ben bu sözü aklımdan cebimden söylemiyorum; bakınız Peygamberimiz aleyhissalatu vesselam Efendimiz ne buyuruyor: Bir adam ki müslümanların derdiyle derdlenmez; müslümanların felaketinden müteessir olmaz; onların imdadına koşmaz; o adam hiç bir vakit müslüman olamaz. Müslümanlık yalnız lafz ile değildir. Sorarım: Şarktaki müslüman garptakinin imdadına koştu mu? Şimaldeki müslüman cenuptaki din kardeşinin halinden müteessir oldu mu? La vallahi olmadı. Öyle ise alem-i İslam felaket üstüne felaket göreceğine birinden kurtulur kurtulmaz başkasına uğrayacağına şüphe etmesin. Geçende de söyledim biz müslümanlar birbirimizi birbirimizin ahlakını adatını Firenk kitaplarından öğreniyoruz; birbirimizden ancak bu vasıta ile haberdar olabiliyoruz. Demek Firenklerin himmeti olmasa bir iklimdeki müslümanlar öbür iklimdeki müslümanlar için yok hükmünde kalacak! Bakınız şu bizdeki himmetsizliğe şu bizdeki gayretsizliğe! Sonra da utanmadan sıkılmadan Allah’dan tevfik istiyoruz? Acaba böyle bir taleb için yüzümüz var mı? Biz diyoruz ki: Müslümanız o halde Allah bize tevfik vermelidir! Demek sen Müslümanlığınla Allah’ı minnet altında bırakmak istiyorsun? Ne kadar cür’et ne kadar hamakat! Bak Allahü Zü’lcelal ne buyuruyor: Esteizübillah Ya Muhammed geliyorlar bir takımları: “Müslümanız!” diye seni minnet altında bırakmak istiyorlar. Öyle mi! Habibim onlara de ki: Hey sersemler “Biz Müslüman olduk” diye bana minnet yüklemeye kalkışmayınız. Bilakis siz Allah’a karşı minnetdarsınız. Zira bu ni’meti bu ni’met-i İslam’ı size vermiş. Öyle ya! Bir ni’meti veren mi minnet altında kalır yoksa o ni’mete mazhar olan mı? Ye’se düşmeye kimin hakkı var? Kim ne yapmış ki mükafatını bekliyor? Hangimiz ne yaptı? Karşımızdaki akvam vazife hissinden başka bir de fedakarlık hissiyle mütehassis oldular. Gece gündüz çalıştılar; hem de cansiperane çalıştılar. Bizde hani sa’y hani mücahede hani azim? Hiç biri yok; hiç bir şey yok! Dünya durmuyor beşeriyet durmuyor bütün milletler alabildiğine gidiyor! Biz uyurken onlar uyanıktılar; biz otururken onlar geceli gündüzlü çalışıyordular. Başımıza gelen bu felaketler evvelce görülmez bir şey miydi? Vallahi değildi.. Vallahi hepimiz biliyorduk. O kadar bağırdık çağırdık: Din gidiyor vatan gidiyor dedik.. Kim dinledi? Hiç birimiz aman gitmesin tutalım diye el uzattık mı? Vallahi uzatmadık. Felaket-i hazıradan hepimiz mes’ulüz; evet hem indallah hem indennas mes’ulüz. İçimizde mes’ul olmayacak ferd yok. Başkalarını muaheze ile kendimizi kurtarmış olmayız. Cenab-ı Hak: buyuruyor. Başkalarını muahezeden ne çıkar? Herkes kendini nefsini muaheze etsin; herkes kendi nefsini murakabe altında bulundursun. Herkes kendinden mes’ul. Doğrusu hiç birimiz vazifesini bi-hakkın ifa edemedi. Eğer herkes çalışsa idi vazifesini ifa etse idi vatan-ı İslam böyle perişan mı olurdu? Biz aklın hükmünü ta’til ettik; biz şeriatın sözünü tutmadık... Zaten akıl ile şeriat başka başka şeyler değil ki. İlmihalde bile öyle denmiyor mu? Ef’al-i mükellefin “akıl baliğ” olanlar için değil midir? Tekalif-i ilahiyye bütün aklı başında olanlaradır. Aleyhissalatu vesselam Efendimiz buyuruyorlar ki: “ İnsanın dini aklından ibarettir; aklı olmayanın dini de yoktur” hadis-i sahih bu. Bir adamın Müslümanlığını sakın ceffe’l-kalem beğeni vermeyiniz; evvela derece-i aklını yoklayınız bakalım. Daha bir kaç hadis-i şerif var ki ibare-i şerifesini aynen nakl edemeyeceğim. Meallerini söyleyeyim: “Kıyamet günü herkesin nezd-i ilahideki mertebesi aklı mikdarında olacaktır.” “Halk amel-i hayrda bulunur; lakin Cenab-ı Hak sevabı kullarının aklına göre verir.” İyi amma akla bu kadar hürmet neden? Çünkü erbab-ı aklın imanıyla senin benim imanım bir mi ya? Sen ben babamızdan gördük; yani hazır dine konduk. Ukala ise böyle değil; kafalarında her gün binlerce kıyamet kopuyor. Şüpheler zavallıların bünyan-ı imanına muttasıl hücum ediyor. Uğraşıyor birisini deviriyor biri daha peyda oluyor. Onu da yıkıyor üçüncüsü çıkıyor. Hasılı biçarenin ömrü mücahede ile geçiyor hepsini yıkıp yani herif alnının teriyle Müslüman oluyor. Tabiidir ki ferda-yı kıyamette onun Allah indindeki Peygamberimiz indindeki mevkii senden benden çok yüksek olacak. Hiç benim imanım Ben hazıra konmuşum. O hazret ise ömrünü mücahede ile geçirmiş. Biz ise aklın hükmünü bile ta’til ettik. Hayrımıza bir teklif vaki’ olsa bakarız: Şeriata muvafık mı muhalif mi? Neuzubillah: Bu hal şeriata ne büyük bühtandır! Şeriatın içinde ma’kūl olmayan ne var? Şeriat yalnız ahiret için mi? Öyle olsaydı Allah müslümanları hiç dünyaya göndermez; elestü birabbiküm imtihanını atlatanları doğrudan doğruya cennete geçirirdi! Zaten en birinci felaketimiz buradan başlıyor: Din ile dünyayı birbirinden ayırmışız. Halbuki bunlar başka başka şeyler değil. İşte Kur’an elimizde; işte aleyhissalatu vesselam Efendimizin bütün sözleri meydanda! Hepimiz görüyoruz dini dünyadan ayırmışlar mı? Dünya için hiç ölmeyecek gibi; ahiret için de yarın ölecek gibi çalış. Sonra namazda her zaman okuyoruz. Yarab hem dünyada iyilik ver hem ahirette iyilik ver. Din dünyadan ayrı bir şey değil. Dünyasız din durmaz. Hangi milletin dünyası elinden gitmiş eder. yaptı ahır yaptı. Mescid bul da namaz kıl; minare bul da ezan oku! Bununla beraber olacağa nisbetle bu olmuşlar bir şey değil! Eğer biz gözümüzü açmazsak -neuzubillah- İslam’ın dünyada namı bile kalmayacaktır. Hazret bu cümleyi o kadar galeyanla o kadar teessürle söyledi ki Süleymaniye’nin dalgın kubbelerini cuşa getiren sesi bütün kalblerde pek hazin in’ikaslar uyandırdı. O aralık bir dakika kadar sükut etti; baktım gözünden önündeki tahtanın üzerine yaşlar dökülüyordu. Artık girye ile boğulmuş bir sesle devam ederek dedi ki: İslam’ın son penahı bu hükümettir; dinin son yurdu burasıdır. Ah ya Rabbi sen o günleri gösterme bu da giderse Müslümanlığın hali ne olur? O zaman ne namaz kalır ne cami; ne namus kalır ne aile; ne Hac kalır ne Beytullah!. Vallahi hepsini çiğnerler yıkarlar... Vallahi yıkarlar!.. Yüzlerce milyon İslam’ı taht-ı esaretlerinde tutan o hükümetler şimdilik hep bu hükümetten biliyorlar; diyorlar ki: “Müslümanların meydanda bir hükümetleri var. Şayed dinlerine Ka’belerine hücuma kalkışırsak hepsi onun etrafına toplanırlar neticesi bizim için hoş gelmez.” Hilafet’i de devirdikten sonra görürsünüz: Şiar-ı dinden bir şey bırakırlar mı? O zaman haddine düşsün de Hind Mısır müslümanları Rus müslümanları yahud Fas Cezayir müslümanları “İslam” kelimesini ağızlarına alabilsinler: O anda dillerini koparırlar. Muhakkak bu! Bunları bilmeliyiz düşünmeliyiz de ne yapmak lazımsa şimdiden yapmalıyız. Böyle yalnız “Vatan tehlikede!..” “Din tehlikede!..” demekle iş bitmez. O tehlikenin evvela dairesini sonra da çaresini düşünmeli felaketi adam akıllı hissetmeli. Fakat bizde his kalmamış. Bizde duygu kalmamış! Hani herifin kıçına vurmuşlar aşağı mahallede davul çalıyorlar demiş; sonra kafasına vurmuşlar davul galiba bizim mahalleye geldi demiş. Biz de şimdi tıpkı böyleyiz! Yangın bacamıza sardı biz hala uyuyoruz! Sa’di’nin ne güzel bir hikayesi var: “Bir gece kervan halkına katışmış gayet vasi’ bir çölden geçiyordum. Pek yorgun olduğum için bir kenarda yattım uyudum. Deveci geldi: Kalk dedi kervan geçti gitti. Sen ne yapıyorsun? Benim de senin gibi uykum var; ben de senin gibi yorgunum. Kaç gecedir gözüme uyku girdiği yok. Fakat nasıl yatarım? Çöl hatarlı. Sağda solda arkada namütenahi mehalik var. Kalk gözünü aç bak: Yolda kervandan eser var mı?... “Sonra kalktım koşarak kervana yetiştim...” Sonra Hazret-i Sa’di diyor ki: ! “Yolda uyuyanlar gözlerini açtıkları zaman kervanı göçmüş bulurlar; yolda kimseyi görmezler!” Hikayeyi bizim halimize tatbik edersek görürüz ki: Kervan: Akvam-ı insaniyye çöl de: Bu mazi-i atalettir. Madem ki dünyada bulunuyoruz bu çölü geçip gitmek mecburiyetindeyiz. Sıkıntıya katlanacağız. Katlanmazsak arkadan gelenler yolda uyuyanları ezer geçerler. Kanun-ı hayat böyledir: Duranlar için hakk-ı hayat yok. Beşeriyet durmuyor. Durursan muhakkak ezilirsin! Tarihten misal aramaya hacet var mı? Dünkü çoban Bulgarlar adam oldular da bizi ezdiler. Bu herifler otuz sene evvel sayı bilmezlerdi! Otuza kadar o da parmakla güç sayabilirlerdi. Hesabı yüze kadar hiç biri çıkaramazdı! Fakat bugün bakın ne hale geldiler! Askeri askerimizi perişan etti; siyasiyyunu siyasiyyunumuzu bastırdı. Muallimleri bizim muallimlerimizden fazla yararlık gösterdi. Mağlub olan yalnız ordumuz değil. Evet sen bu memlekette hangi mevki’de sana galib! Bakın bunlar otuz sene içinde bu hale geldiler. Dün bir vilayet iken bugün kral oldular; yarın imparator olacaklar! Metbu’larını çiğnediler geçtiler. Çünkü çalıştılar. O sayede insaniyete katıldılar. Biz ise etrafı görmedik uyumak Bizde vazife hissi yok. Onlar ise vazifelerini ifa ettikten başka fedakarlık da gösterdiler. Benim evvelce Edirne vilayeti dahilinde me’muriyetim vardı. Ara sıra Bulgaristan’a geçerdim; köylerde heriflerin ne kadar çalıştıklarını gözümle gördüm. Hatta bir kere köyün birinde çarıklı kepeli bir Bulgar gördüm. Çoban zannettim lakin azıcık konuştuktan sonra herifi pek yaman buldum. Sonra bir münasebetle darülfünun me’zunu olduğunu öğrendim. Bakınız tahsil-i ali görmüş bir herif çoban kıyafetine giriyor da köylüleri irşad ediyor! şey. Bundan sonra da yapmazsak yaşamak yok. Bizi kurtaracak yegane çare –geçende de söylemiştim– maariftir; maarif-i sahihadır maarif-i hakīkıyyedir. Memlekete bunu sokarsak kurtuluruz. Maarif-i nafia hala memlekete girmedi. Avam kısmı hiç okumuyor yazmıyor. Okuyup yazanlar ise ne dünyaya ne ahirete yarar bir yığın nazariyyat ki kurtulacağız yoksa kurtulmak imkanı yok. Evet din de maarifle kaim dünya da. Dünyanın maarifle kaim olduğu anlaşılır. Fakat din nasıl maarifle kaim olabilir? O da pek tabii. Çünkü insaniyet durmuyor. Günden güne teali edip gidiyor. Hatta Müslümanlık’tan evvel bir çok edyan vardı. Bugün onlar mensuhdur. Fakat nazil oldukları zaman o vakitki insanlar için kafi idi. Sonra edvar değişti. daha mükemmel bir dine bıraktı çekildi. Ta Müslümanlığa kadar hal böyle idi. Müslümanlık hatemü’l-edyandır. Bundan sonra bir din-i ilahi daha gelmeyecektir. Pek a’la! Nasıl olur da Müslümanlık kıyamete kadar gelip gidecek insanların ihtiyacına kafi gelebilecek? Elbet. Çünkü Kitabullah’ın Ehadis-i Resulullah’ın içinde her devirde yaşayacak o hakīkatler ilimle meydana çıkar. Kur’an ayetullah değil mi? Arz sema da birer ayetullah’dır. Bizim gibi akvam-ı ibtidaiyye topraktan sade ekin alır; biraz daha gayret ederse su çıkarır. Akvam-ı mütemeddine ise ma’den çıkarır. Biz sudan yalnız değirmen yapıyoruz. Onlar elektrik istihsal ediyor. Biz buluttan yağmur topluyoruz; onlar yıldırım bile avlıyor. Maddiyat böyle olduğu gibi ma’neviyat da böyle. Müterakkī milletler nasıl bu alem-i hilkatte bizden çok hem kıyas kabul etmeyecek kadar çok müstefid oluyorlarsa alim bir cemaat-ı İslamiyye de Kitabullah’dan Ehadis-i Nebeviyye’den şimdiki cahil müslümanlara nisbetle namütenahi hakaık çıkarabilir. Yoksa vaktiyle icabı kadar tefsir yazılmış elverir diyemeyeceğiz. Eslaf çalışmışlar Allah kendilerinden razı olsun bir çok asar vücuda getirmişler fakat dememişler ki: “Bu asarımız ila yevmi’l-kıyam size elverir. Siz artık çalışmayın da yalnız bizim kitapları okuyunuz..” Bilakis demişler ki: “Siz de çalışacaksınız. Hem bunları okuyacaksınız hem de kendi fikrinizi ilave ederek zamanınıza göre yeni yeni eserler vücuda getireceksiniz. Böyle böyle sonuna kadar gidecek.” Halk hayrını şerrini bilmiyor. Çünkü büsbütün cahil. Biz okur yazar tabaka da zavallıları büsbütün ma’kus yollara sevk edip duruyoruz! Dört senedir ayaklanan nihayet başımıza bu felaketi getiren akvamın sebeb-i isyanı ne idi? Hep cehaletleri! Kışkırttılar. Onlar da ne yapsın hakīkat-i hali fark edemedikleri için her fesada kapıldılar. İşte Arnavutlar! Bakınız ne hale geldiler! Bizi de ne hale getirdiler! Bu da pek tabiidir. Böyle gidersek el-iyazübillah akvam-ı saire de aynı hale gelecek. Herkes felaketi görsün akıbeti düşünsün de ona göre çalışsın. Artık nifakları şikakları gömelim. Eski yaraları bir daha deşmeyelim. Örttüğümüz mezarları tekrar eşmeyelim. İstikbalden kat’-ı ümid etmeyelim. Me’yus olmayalım. Zira ye’s haramdır; zira ye’s en büyük ölümdür. ---- . . . . . ---- Meal-i Hakimi den karalarda denizlerde fesad zahir oldu kahr u celal sahibi olan Allahü Teala onların saadet-i hayatlarını bu suretle ne dehalet ederler. * * * Ezmine ve emkinenin te’siratından şanı münezzeh ve müteali olan hazret-i Kur’an -ı Hakim cihan-ı tevhidin o ezeli ve ebedi kanunu bak ne diyor? İslamiyet’le o hakīkī bedbaht vatan-ı Hilafeti belki bütün alem-i İslam’ı kaplayan ateş-i fitne ve fesad içinde cayır cayır yanarken Kitabullah’ı açıp da şu ayet-i celileyi derin bir im’an-ı nazarla okuyunca ne der? Sanki şimdi celalet-bahş-ı nüzul olmuş sanır da karşısında tir tir titrer. Evet evet! Şimdi mehabet-bahş-ı nüzul oldu. İşte sana hitab işte sana tevcih-i itab ediyor. Aklın varsa dinle! Fikrin varsa düşün! Ruhun varsa titre! Lisan-ı hakīkat “fesad” nazm-ı kerimini kaht u gala ile veba ve taun ile mütemadi harik ile zelzele ile a’da-yı din-i vatanın galebe ve istilası katl-i ammı nisvanın namus ve ismeti pamal olunmasıyla tefsir ediyor. İşte yangınlar mütemadi! İşte zelzeleler mütevali! İşte Trablusgarb gibi koca bir vatan-ı İslam elden gitti! İşte Rumeli gibi kişverler hükumetler vücuda getirecek kadar büyük bir mülk-i İslam a’danın pa-yı istilası altında rulmuş sinesinden kanlar fışkırıyor. Muhadderatımızın binlerce zevcelerimizin kızlarımızın gelinlerimizin nikab-ı iffet ü ismetleri kanlar içinde yüzüyor. Kendileri nasıye-i felaketlerine basılan Salib damgasıyla cebren ve kahren sürüklenerek kiliselere götürülüyor. Esnama secde ettiriliyor. denizler. İşte bedbaht vatan-ı İslam’ı kaplayan cehennemi tufan-ı fesadlar! Bunların hepsi mesavi-i ef’al ü a’malimizin ceza-yı dünyevisidir. Bu bir hızy-i ilahidir. Bunun bir de azab-ı uhrevisi var. Cenab-ı Hak zulümden zulmün zerresinden münezzeh ve müberradır. Bize bir kanun-ı insaniyyet bir düstur-ı uhuvvet ve medeniyyet ihsan buyurmuş; buna iktida eden la-cerem minhac-ı selamet ve sebilürreşad-ı saadete ihtida eder. Bundan yüz çeviren de işte bizim gibi böyle zelzele man kılıncıyla parçalanır kanından bahr-i ahmerler icad eder. Sübhanallah! Düşmanlarımız arasında bazı ulüvv-i ruh ve vicdan ashabı bize acıyor zalimlerimize la’net-han oluyor da biz kendi hayat-ı diniyyemize kendi namus-ı istiklalimize karşı lakaydlığımızı muhafazada devam edip gidiyoruz. Nereye? Makbere-i ademe! Mezar-ı inkıraza! Derk-i esfel-i zillet ü esarete! Yine o sefahet! Yine o rezalet! Yine o ahlaksızlık! Yekdiğerimize karşı zerre kadar şefkat ve merhametimiz yok. Birbirimizin gözünü çıkarmaya canını almaya çalışıyoruz! Tıbkı Endülüs! Aynı Gırnata! İşte bu ayet-i celile onlara da diler. Nihayet mahv oldular gittiler. Efradı yekdiğerini sevmeyen birbirine acımayan insaniyetlerini terzil hayatlarını tahkīr eden bir millete Cenab-ı Hak nasıl merhamet eder? = Acımayana acınmaz hadis-i şerif.” Ey İslamiyet da’vasında bulunan zavallı! Bunca felaketlerden lah’ın bargah-ı afv u merhametine dehalet eder misin yoksa bu mesaib sana az geldi de dahasını mı istersin? Henüz rücu’ imkanı varken bu fırsatı olsun kaçırmazsan yine akıllılık etmiş olursun. Bak! Yine sen bilirsin. Cenab-ı Allah’ın kahr u celali azgınlıklarında ısrar eden insan şeytanlarına şihab-ı sakıblar da yağdırır. Dünyaya gelmemişe döndürür. AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Bu mukaddematı serd etmekten maksadımız müslümanlarca vazife-i ahlakıyyenin istinadgahı vahiy olmakla mahiyyet-i akliyyesinden bir şey gaib etmediğini anlatmaktır. Evet bizde vacibat-ı ahlakıyyenin menbaı dindir vahiydir. Müfredat-ı vezaife tealluk eden evamir ü nevahi ta’dad edilemeyecek kadar çoktur. Fakat bir müslümana göre zahir-i halde kendinden haric bir menba’dan sadır olan bu evamir ü nevahiye mütabaat etmek hakīkatte yine vazife tasavvurunu mebde’-i aslisi olan akıldan iktibas etmek demektir. Çünkü onun fi’l-asl Müslüman oluşu iman etmesi zaten istidlal-i akli neticesi idi. Her Müslüman vücuduna iman ettiği zat-ı ecell ü a’lanın alim olduğunu halık-ı kainat olmak dolayısıyla fıtrat-ı beşeriyyenin kaffe-i serairine muttali’ olduğunu gayat-ı kemaliyyesine vusule medar olacak terbiye-i iradiyyenin keyfiyetine de kendisinden ziyade muttali’ olduğunu ganiyyün ani’l-alemin olmak hasebiyle evamirinin daima hayra nevahisinin daima şerre müteallik olduğunu biliyor. bu evamir ü nevahinin fevaid ü mazarratı da ta’dad edilerek gaye-i kemale keyfiyet-i vusul hakkında ekseriya Ta’bir-i diğerle şeriat-i mutahhara teklifatını serd ederken o teklifata inkıyaddaki saadet-i mahza edille ve berahinini de birlikte serd etmekten yani aklın delaletini isti’malden hali şeklinde el-Muttaki el-Hindi kalmıyor. Müslim-i mükellef daima vacibatın vesail-i hayr mahzuratın ise vesail-i şer olduğuna aklen kanaat ediyor. Madem ki insana nur-ı aklı veren; hayır ve şer saadet ve şakavet hak ve batıl vazife gibi mebadi-i evvel ile aklı techiz eden zat-ı Bari’dir. Yine o zat-ı Bari’nin bazı evamir ü nevahi bildirmesi aklın hizmet-i irşadiyyesini teshil etmesi neden aklı haiz olduğu paye-i i’tiladan tenzil etsin? Bu kabilden bir mevki’de kalır. Din-i İslam’da vakıa gaye-i ahlakīnin ta’bir-i diğerle kanun-ı ahlakīnin bedreka-i saadet olacak kaide-i külliyyenin; noksan ve istisna kabul etmez külli ve zaruri bir kanunun menşei vahy-i münzeldir. Fakat bunun böyle olması = Hikmet mü’minin gaib olmuş malıdır. Onu nerede bulsa alır.” hadis-i şerifindeki irşad-ı ulviye tebean Kant’ın umumen kabul olunan: “Öyle hareket et ki bir kanun-ı külli mebdei suretinde olsun.” kaide-i meşhuresini kabul etmemize hiç de mani’ değildir. Mani’ olmak şöyle dursun bizim tabi’ olduğumuz kanun-ı ahlakī de zaten bundan ve tatbikatına dair olan cüz’iyyat-ı evamir ve nevahiyi bir tarafa bırakarak nusus-ı şer’iyyeden asıl kanun-ı külliyi taharri edersek bu kanunun taraf-ı şari’den ukūl-i nasa daha kolay nüfuz edebilecek bir tarz-ı ekmelde ifade edildiğini görürüz. Bir hadis-i şerifte: = “Birr yani iyilik kalbin mutmain olduğu şeydir. Sana fetva verseler de hilafına aldırma tekrar ederim ki sana fetva verseler de hilafına aldırma.” buyuruluyor. Ma’lumdur ki bir fi’lin hayır olduğuna kalbin mutmain olması her halde aklın delaletine nur-ı irşadına vabestedir. Diğer bir hadis-i şerifte: “ = Birr yani iyilik hüsn-i ahlaktır. Günah da kalbinde yerleşip de nasın ona muttali’ olduğunu istemediğin şeydir.” diğer bir hadis-i şerifte: “ = Senden sudurunu halkın gördüğünü buyuruluyor. Bir kere düşünelim. Nasın muttali’ olduğunu istemeyeceğimiz şey aklın bir kaide-i külliyye olarak tanımak istemediği beğenmediği şeyden başkası olabilir mi? Birr ve ma’siyetin mahiyetlerini ta’yin eden bu kaidelerin Kant’ın kanun-ı ahlakīsine de racih olduğunu yine aklımız bize söylüyor. Zira Kant’ın salifü’z-zikr kanunu yalnız ef’alimize yani a’mal-i cevarihimize şamil gibi görünüyor. Bu kanun niyyat u makasıdımızı yani a’mal-i kalbi ihmal ediyor. Kuvvede kalmış ketm-i nevayadan saha-i tatbika çıkmamış a’male mes’uliyet terettüb ettiğini o kadar açık göstermiyor. Kant’ın kanunundaki “hareket et” siga-i emrinin mutazammın olduğu ma’nayı niyyatımıza da teşmil etsek bile hadis-i şerifin tarz-ı beyanındaki rüchan ve kemale yine halel gelmez. şeklinde Ahmed İbn Hanbel Zira bütün insanları yekdiğerine karşı fenalık etmek kasdıyla meşbu’ farz etsek irade-i şer a’mal-i cevarih vasıtasıyla fi’len haricde tecelli etmedikçe kimseye bir zarar terettüb etmeyeceğinden bu hükmün kanun-ı ahlakīyi vazifeyi yalnız a’mal-i cevarihin hüsn-i isti’maline kasr ettiği anlaşılıyor. Hadis-i şerifte ise hayır olsun şer olsun niyyatımızın kaffesinden mes’ulü olduğumuz sarahaten tebeyyün ediyor. Binaenaleyh kanun-ı şer’iye göre biz saha-i fi’le çıkmamış niyyatımızdan da mes’ulüz. Nitekim Kur’an-ı Kerim ’de: “ = Nefsinizde olanı soracaktır.” Sure-i Bakara ayet . Diğer bir ayet-i kerimede de: = Şübhesiz sem’ basar kalb bunların hepsinden dolayı sual vakı’ olacaktır.” Sure-i İsra ayet diye varid olmuştur. Bizce insanın kıymet-i ahlakıyyesi a’malinden ziyade niyetiyledir. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz a’malimizin kıymeti niyyat ile ölçüleceğini ifham “ = Amellerin kadri ancak niyyat iledir.” buyurdukları gibi diğer bir hadis-i şerifte: “ = Allahü Teala sizin suretlerinize amellerinize bakmaz. Kalblerinize niyetlerinize bakar.” Diğer bir hadiste de: “ = Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” buyuruyor. Kant’ın kaidesi ise demin söylediğimiz asıl kaide-i külliyye-i şer’iyyenin bir fer’i olup: “ = Her neyi ki halk tarafından sana yapıldığını istersen onu yap. Her neyi ki halk tarafından sana yapıldığını istemezsen onunla halkı iz’ac etme.” hadis-i şerifine nazırdır. BEŞINCI ASR-I HICRIDE MISIR Mısır’ın beşinci asr-ı hicride; baştan başa; vüzera ve ümeranın ihtirasat-ı sefilelerine bir cidalgah-ı tesadüm olduğunu görüyoruz. Filhakīka bu asırda şahsi niza’lar mevki’ mücadeleleri post gavgaları memleketi yakıp kavurmuş zeranın mücadelat-ı ihtiraskaraneleri ulum ve fünunun inkişaf ve terakkīsine hail olamamıştır. Siyasi ihtiraslar Mısır’da kuvvetli ve metin bir hükumet teessüsüne mani’ olmuş ise de inkişafat-ı ilmiyyeyi te’hir edememiştir. Mustansır’ın uzun ve fakat vak’a-alud olan devr-i hükumetinde makam-ı vezarete irtika edenler miyanında fünun ve sanayii cidden himaye etmiş ali simalar da vardır. Nam-ı maali-ittisamı tarihin ebed-nümun sahayifine zişekilde net-bahş olan meşhur “Bedruddin-i Cemali” bu vezirler arasında mümtaz bir paye-i alü’l-al ihraz etmiş eazımdandır. Mısır herc ü merc içinde puyan ihtirasat-ı şahsiyyenin aciz bir baziçesi haline gelmiş olan hükumet bi-tab u tüvan kaldığı bir hengamda Mustansır Bedruddin’i “Müdebbir-i Devlet” ünvanıyla makam-ı vezarete geçirmişti. Bedruddin harika-nüma bir deha-yı siyasi ile az müddet zarfında gerdune-i devleti seyr-i tabiisine irca’ ve asayiş ve intizamı iadeye muvaffak olduktan maada Mısır’ı bir gülzar-ı ma’rifet haline getirmiştir. Bedruddin tarih-i vefatını iş’ar eden senesine kadar bütün gayretini ulum ve fünun sanayi’ ve edebiyyatın terakkīsine hasr etmiştir. Ulema ve fuzalayı himaye memalik-i baidede ilm ü irfanlarıyla iştihar etmiş olan zevatı Mısır’a celb ü da’vetle kendilerini enva’-ı iltifat u ikrama mazhar ederdi. El-Ezher Medresesi daha bu devirde semere-i füyuzatını yetiştirmeye başlamıştı. Filhakīka alem-i İslam’ın en büyük ve en mütebahhir riyaziyyunundan ma’dud olan İbni Heysem “El-Hazin” bu asırda Ezher’in zir-i sakf-ı irfan-penahında neşriyat-ı fenniyeye çalışmakta idi. sem derecesinde bir şöhret iktisab edememiş ise de hayat-ı münzeviyanesini tetebbuat ve tedkīkat-ı ilmiyyeye hasr etmiş mütebahhirin-i ulemadandır. Ezher’in bi-hakkın medar-ı mübahatı olan bu iki muhterem sima zevk-ı tetebbu’ hırs-ı mütalaanın sebatkar birer nümunesi gibi gösterilebilir. Ulum-ı tabiiyye mütehassısları miyanında Ömer bin Ali namında bir zatı da zikredebiliriz. Ömer Halife Hakim Bi-emrillah namına ithaf etmiş olduğu fenn-i kehhaliye aid bir eseriyle iştihar eylemiştir. Bu asırda Mısır’da neşr u te’lif edilen asar ve müellefat-ı muhallede ümm-i dünyanın sema-yı irfanını rengarenk şuaata gark eylemekte idi. Bu gibi kıymetdar kitaplarla mali olan kütübhaneler ise Mısır’a ebedi bir şöhret bahş eylemiştir. Fatımiler’in Kahire’de te’sis ettikleri büyük kütübhane her biri binlerce müellefat-ı aliyye ile mali on sekiz kadar cesim salondan mürekkeb bir müessese-i azime idi. Ma’ruf zevatın hususi darülkütübleri ise resmi ve umumi kütübhanelerden hiç de aşağı kalmıyordu. Bedruddin-i Cemali’nin mahdum ve halefi Vezir “Efdal”in vefatında kütübhanesinde beş yüz bin cild kitap bulunmuştu. Şayan-ı teessüftür ki bu kıymetdar kitaplar bu muazzam kütübhaneler eyadi-i tahribden kurtulamamış ahlafa bunlardan pek az bir mikdarı intikal edebilmiştir. Vüzera’-i Mısriyyeden birisi büyük kütübhaneden bir defada yirmi beş deve yükü kitap kaldırmıştı. Bu kütübhanelerin bir kısmı da Berberiler tarafından yağma ve tahrib edilmiştir. Berberiler kütübhanelerden topladıkları kitapların müzehheb ve müzeyyen cildlerini sökerek almışlar ve kitapları bir ovaya atmışlardı. Ruzgarlar atılan kitapların üzerlerini kumlarla setr ederek birer tepe hasıl etmiş olduğundan bu suretle teşekkül eden tepelere “Tellü’l-kütüb” namı verilmişti. Zengin darülkütübler arasında birinciliği ihraz eden “Emir Mübaşir”in kütübhanesi de bilahare tahrib edilmiş olan müessesat miyanındadır. Beşinci asırda Mısır’da fenn-i tıb da pek ziyade mazhar-ı terakkī olmuştu. Reisü’l-etibba makamında Ali bin Rıdvan gibi aba’-i tıbdan muktedir ve hazık bir zat bulunuyordu. Ebu Ali Muhammed bin Hasen bin El-Heysem İbni Sina’dan sonra on birinci asr-ı miladide afak-ı şarkta zuhur eden parlak en şa’şaadar bir sima-yı maali-nisardır. göstermiş olduğu deha-yı harika-nüması ile Kanun Şifa’ ve Necat gibi müellefat-ı muhalledesi bertaraf edilirse İbni Heysem’i Şarkın fünun-ı şettada en mütebahhir bir dahisi gibi telakkī edebiliriz. Filhakīka İbni Heysem en yüksek mevzu’ları tedkīk etmiş en gamız mesaili kurcalamış en muğlak mebahisle duradur meşgūl olmuş bir harika-i fenn ü hikmettir. Ulum-ı riyaziyyede en yüksek payeyi ihraz etmiştir. Ulum-i hikemiyye felsefiyye ve tabiiyyedeki derece-i tebahhuru ise rukabasının bile taht-ı i’tirafında idi. Bütün bu fenlere dair yazmış olduğu kitapların adedi iki yüzü tecavüz ediyor. Hikmet-i tabiiyyeden mebhas-i ziya hakkındaki kitabı bütün Avrupa ulemasının hayret ve takdirini celb etmiş ve erbab-ı fenni kendisine medyun ve minnetdar bırakmıştır. Bu nokta-i nazardan İbni Heysem; bir harika-i fıtrat olduğunda şübhe edilemeyen İbni Sina gibi; alem-i İslam’ın bi-hakkın medar-ı fahr u mübahatı olan mütebahhir cevval ve zengin dimağlar arasında; daima en ali ve en yüksek derecede ta’dad olunmalıdır. Fakat nazariyat-ı tıbbiyyedeki vukūf-ı kamiline rağmen bilfi’l mi ve her şeyden evvel bir riyazi idi. Müşarun-ileyhin derece-i tebahhur ve paye-i kemalini layık olduğu derecede takdir ve tebcil edebilmek için bütün bu fenlere dair yazmış olduğu kitapları tedkīk etmek icab eder. halled bir şeref olduğu gibi tarih-i fünun nokta-i nazarından da şayan-ı tetebbu’ bir deha-yı bi-payandır. Bu deha’ son zamanda Garb’da; Şark’tan daha iyi takdir daha ziyade ted kīk edilmiştir. Oldukça uzak bir devirden beri İbni Heysem Avrupa erbab-ı ulumunun nazar-ı dikkatini celb eylemişti. Mebhas-i ziyaya aid olan kitabı Latince’ye nakl ü tercüme edildikten sonra İbni Heysem’in Avrupa’daki şöhreti büsbütün artmış ve nam-ı ebed-ittisamı tarih-i fünunun en mühim sahayifini işgal eylemiştir. Fakat bu kitabın Latince tercümesi “El-Hazin” namı altında neşredilmiş olduğundan; birçok zamanlar; Avrupa erbab-ı fünunu İbni Heysem’in El-Hazin’den başka bir zat olduğu zehabında bulunmuşlardı. Son zamanlarda Kitabü’l-Menazır müellifi olan el-Hazin’in İbni Heysem’den başka bir zat olmadığı suret-i kat’iyyede anlaşılmış ve bu hata tashih edilmiştir. Müdekkık-ı şehir Mösyö Chasles bile bu hataya düşmekten kurtulamamıştır. lüd etmiştir. Kitabun fi-Takvimi Sanaati’t-Tıbbiyye ünvanlı eserinde hicretin ’nci senesinde altmış üç yaşında olduğunu tasrih ediyor. Müşarun-ileyhin Mısır’a hicreti esbabına dair muhtelif rivayat serd edilmektedir: Deniliyor ki: İbni Heysem Basra’da iken valiliğe kadar fart-ı inhimakine galebe edemeyerek tevsi’-i ma’lumat ve tedkīk-ı kainat fikriyle me’muriyetten bil-isti’fa seyahate çıkmış ve bu suretle Mısır’a giderek orada ihtiyar-ı ikamet etmiştir. Diğer bir rivayete göre İbni Heysem Basra’da bulunduğu esnada ulum-ı riyaziyye sayesinde Nil’in feyezanından duğunu iddia ve i’lan etmiş olduğundan o zaman Mısır’da hükümran olan hulefa-i Fatımiyye’den “Hakim Bi-emrillah” kendisini Mısır’a da’vet etmiş ve o da bu da’vete icabetle Kahire’ye hicret ederek orada yerleşmiştir. Rivayetler her ne olursa olsun tarihen muhakkak olan nokta İbni Heysem’in hulefa-i Fatımiyye’den Hakim Bi-emrillah’ın Kahire’ye muvasalat etmiş olması keyfiyetidir. Bu tarihten tedrisata hasr ederek Ezher’i füyuzat-ı irfanıyla bir lalezar-ı kemalata çevirmiştir. Camiülezher bu asırda İbni Heysem İbni Yunus gibi dühat-ı fen sayesinde cihan-ı ma’rifetin yegane bir darülfünun-ı şübban-ı ma’rifet İbni Heysem’in füyuzat-ı ilmiyyesinden lardı. İbni Heysem fazilet-i ilmiyyesi nisbetinde kanaatkar deha’-i fıtrisi kadar gına-i kalbe malik efazıldan idi. Gayet güzel hüsn-i hattı olduğu cihetle tedrisat ve te’lifattan azade kaldığı zamanlarda Öklid ve el-Mecisti ’yi istinsah eder ve bunları satarak mukabilinde aldığı altın ile te’min-i maişete çalışırdı. tammı vardı. Lütufkar mün’im mültefit ve şefik bir zat olduğundan kedd-i yeminiyle kazandığı mebaliğın kısm-ı küllisini biçaregana dağıtır ve bununla zevkyab olurdu. Kitabun fi-Takvimi’s-Sanaati’t-Tıbbiyye ünvanlı eserinde hicretin tarihine kadar te’lif etmiş olduğu asarın esamisini ta’dad etmektedir. MÜNACAT – – Her taşta bir buhur mütevekkil yanar uzar; Bir ıtr-ı pür-dua dağılır lal ü muhtazar. Yüksekte bir sada-yı hazin eyler ihtizaz. Umkunda kubbenin duyulur hasta bir niyaz. Bir çeşme-i hafadan akar köhne bir melal. Bir uhrevi teemmül eder kalbi hep tavaf Avare gaşy eder dili bir hüzn-i pak ü saf... Bir cevv-i arş ü ferş açılır ruha müntehi; Bir alem-i havarık u ferda geniş tehi... Gözler dolar sirişk-i teessürle nagehan. Bizler zemin-i ecre birer saye-i hazan Geldik huzur-ı lutfuna ya Rabbi işte biz Bizler baharı görmemiş evlad-ı matemiz. Dünyada sade gurbet ü hasretle ağladık; Yıllarca kalbimizde felaket kucakladık. Biz ağladık ve ruh-ı Resul’ün hep ağladı Akşamların gözünde güneş kanla çağladı Artık yeter bu zulm ü teaddi bu i’tisaf! Artık yeter Hilal’e bu yelda-yı inhisaf! Ey Rabb-i müntakım yeter artık yeter bu zül. Karşımda ey Salib-i muhakkar ezil küçül! Sus ey keniselerdeki nakūs-ı şirk ü dall! Sustur o velvelatı sen ey Rabb-i Zülcelal. Göklerde necm ü mahı muzaffer kıl ey Celil Yüksel ve çık erikene ey bedr-i mün’azil! Artık ser-i melaline koy tac-ı nurunu. Göm merkad-i zalama Salib’in gururunu! EY ŞARK! Gök yer güneş düşünceli yıldızların bütün Mağmum u muğterib seni bak dinliyor bugün. Sen onların harim-i kebudunda çok zaman Çok uykularla çokça yoruldun biraz uyan! Herkes uyandı sen de uyan sen de titre bir Dünyada yoksa bir dileğin koş mezara gir! Herkes düşündü sen de düşün sen de şekki at; Ukbada varsa beklediğin durma haydi bat! Bat bir de orda mashara ol şad ü hurrem ol Batmak esaret... İşte nasibin ne şanlı yol! Çıkmaz fakat sonunda ne dünya ne ahiret; “Kahrolmadır.” önünde coşan kanlı akıbet! Bak başların ucunda dönen “mekr-i dehr”e bak Tut sonra cehli zulmü cehennemde iyice yak! Mensure: VARDAR’LA ARAMIZDA... Kardeşim “Talha” Bey pek iyi hatırlar; geçen yaz beraberce “Vardar” idi... Trenin penceresine dikilip ben ona Vardar’ın menakıb-ı şi’r ü felsefesini dinletirken o ara sıra coşar birden bire cereyan-ı kelamımı; benim ikide birde Vardar’ın muhassala-i evsafı olmak üzere pencereden dışarıya itare ettiğim: – Şanlı Vardar! Nidasıyla kesiverirdi; müteakıben ben de haykırırdım: – Şanlı Vardar! Sonra bizim alkışlarımıza kasidelerimize vazıh ve nermin ahenklerle mülayim iltivalarla berrak ve zerrin bir eda-yı talik ile cevablar vererek hıraman olan Vardar’a –kim bilir trenin hareketinden sonra kaçıncı defadır– pencereden elimi uzatır – Allahaısmarladık Vardar; sene başına bizi karşıla! Diyerek veda’ musafahaları ithaf ederdim. Gitgide “Şanlı Vardar” ta’biri Talha ile aramızda bir timsal-i tehassüs mahiyetine büründü. Ben ona ne zaman Üsküb’den bahsetsem o: – Şanlı Vardar! Cümle-i cevabıyla bütün istediklerini anlatmış olduğuna kani’ bir tavır alır; ben de aynı zemzemenin tekrarı için umk-ı kalbimden bir ihtiyacın kaynamakta olduğunu hissederek: – Evet ah Şanlı Vardar! diye başımı sallardım; bazen bu iki ter-eda-yı mütenazır bütün hatt-ı muhavereyi tatmin ediverirdi! Talha ta’tilin son haftalarıyla beraber Üsküb’e avdet ediyordu; kompartımana girmiş onu uğurluyo[r]duk; çan mesinden korktuğum bir vediayı teslim etmek için arkadaşımın elinden tuttum: – Talha dedim; yalnız gidiyorsun; lakin darılmasın ona çok selam çok.. Benim hesabıma musafahayı unutma. Şanlı Vardar!.. Bir iki hafta sonra biz de Vardar’ın rehberi-i şatır u şehvarına kavuşmuş onun safvet-bar ve dil-şikar havasının buharlı kanatları üzerinde Üsküb’e doğru uçmuştuk. Vardar’ı bu sefer daha ketum ve daha beliğ buldum. O; bana birçok şeyler anlatmak istiyorken zaman ve hadisatın muzlim ve kıvranıyor ve nihayet bütün ibhamlarını bütün şeklerini bir ümid-i ketumanenin lifafe-i billuriniyle örtmek istiyordu. O zaman ben artık fazla ısrar etmiyor onu: Vardar sen şanlı değil misin? Hitabı ile güldürmek istiyordum! Çünkü istemediğim şey onun durgunluğu onun solukluğu idi.. Ben Vardar’ın memnun bir medyunu idim. Üsküb’de hayret-zedesi olduğum manzume-i bedayi’ arasında ilk bana elini uzatan her akşam üstü onun zeyl-i paki üzerinde dolaşır; bütün muhitatın gurubun reng-i ateşiniyle boyanmış cevahir-i şi’r ü bedaatini yine onun dest-i şeb ile müstahzar ab u nur u ziyadan mürekkeb sıbğ-ı semavisi ile yıkadıktan sonra temellük ederdim. Ah onun ne kadar nezih ve lahuti bir lisanı vardı; bazen yalnız üçümüz kalırdık: Vardar kamer ve ben. O zaman ben onların yanında üçüncülüğümü anlar ve ikisinin arasında bir sami’ vaz’iyetinde bulunmayı tercih ederdim. Asırların murakıb-ı semavi ve arzisi olan bu iki varlık; birbirlerine ka’r-ı dühurdan kopma hatıralar takdim ederken ben amade-i hatf u ısga bir tavır alırdım; birgün kamer dar” Filib’in nakıl-i sergüzeşti olur idi; fakat onların en tatlı zemin-i tahkiyelerini Osmanlı[lı]ğa aid nuut-ı feth u zafer teşkil ederdi. Bir gece “Kosova” Muharebesini dinletirken şehadet-i Hudavendigar’a gelince kamerin bir lerziş-i telehhüfü müteakıb Vardar’a iki damla gözyaşı tevdi’ ettiğini görür gibi oldum. O zaman Vardar da ben de hep ağlaşmaya başlamıştık!.; Teşrinievvel’in ikinci haftası içinde idik; Vardar’ın yüzü şiddetli yağmurlarla sarardı... Yine o hafta içinde: Kamerin güneşle müsabaka edercesine u zefirlerini tabiş-i envar ile yıkıyor. Hava serin bir rükudet muhitteki ihtilac ve na-şekibiyi tercüme ediyor. Enfüs; bütün bu ma’na-yı sumt u istiğrakı; bir cümle-i idr[a]k ile yutmak görüyor oradan bir şeyler bekliyor. Bu müstesna gecede Vardar’la buluşmuştuk: Ben onun bir kenarında –senelerden beri bu günler bu geceler için çalıştığını nihayet anlatabilen– Bulgar mektebine doldurulan serilen mecruhlarımızın başında dolaşıyor havsala-suz fecaat-mal manzaralarıyla onlar için hazırlanan yoksulluklarla yaralanıyor ve imdad tedbir namına müracaat ettiğim vesailin akamet ve hüsranı ile boğulup kaldıkça o Vardar; havaya serptiği tesliyetkar reşaşelerle a’sabıma ifaza-i kuvvet ederek daha ümidli daha metin ve emin kıvranmaya başlıyordum. Meğer bu gece Vardar’la son hürriyet-i müşafehemizi mühürlüyormuş! Sırplar geldikten sonra onun her gün daha ziyade sarı bir renk bağladığını fakat bu sarılığın coşkunluk taşkınlık ile çenberlenmiş olduğunu görüyor ve artık ona bir şey sormaktan cidden korkuyordum. Yalnız diyorlardı ki: – Geceleri sabahları erkenden Vardar’a adam atıyorlarmış. Bunların gündüzün çıkarıldığını gözleriyle görenler var! Teşrinisani’nin ilk haftaları Üsküb’den matemin bir veda’ Paşa” Köprüsü’nden geçirirken hemen pencereye atılmak elimi uzatarak: Allahaısmarladık Şanlı Vardar! Demek için ruhumun kaynar gibi olduğunu duydum; gözlerim bu arzuyu dondurmuştu: Sırp askeriyle Sırp mecruhlarıyla düşmanlarımızla dolu bir vagonda idik ve Sırbistan’a gidiyorduk! Vardar ruhumu mükafatsız bırakmadı hayalini iare etti artık onunla konuşa konuşa gidiyorduk. Yine o bana menakıb-ı evvelini anlatmaya başlamıştı. Beni o kadar daldırdı ki... Nihayet – Asırlar; yükünün matemini bana yükletememişti! diye haykırırken titredim; o bir hatib tavrıyla sözünde devam ediyordu; ben yine vecd ü istiğrak ile dinliyordum. Birdenbire bir homurdanma kalb kulağımı ısırıverdi meğer bir Sırp me’muru: – İçinizde “Fazıl” var mı? demek istiyormuş. Ben bunun acısıyla uğraşırken gözüm Vardar’ın hayalinin arkasından koşuyor onu kurtarmak istiyordu; nihayet Şanlı Vardar’ım başını çevirerek bağırdı: – Aramızda o hain homurdanma var! ---- FIKIH VE FETAVA ---- ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- CIFR – ASLI VE MA’NASINA DAIR kın maba’dini tamamlamak için mübahase ve münazaraya tekrar avdet ettiler. İhtiyar vaiz bir gün evvelki muhaverede kendisine hediye olarak takdim etmiş olduğu Mukaddime-i kürat-ı mahsusasını iade ve fevkalade bir i’tibar izhar ederek ber-vech-i ati muhavereyi küşad eyledi: Mukallid: – Hediye olarak vermiş olduğun Mukaddime-i baktım bir de gördüm ki cifr ile zayirceyi o da zikrediyor. maddelerin cinsinden bende de bulunmak ve onunla sana karşı münazara etmek için bu Mukaddime ’de okumuş olduğum şeylerin en birincisi şu iki bahis –cifr zayirce– oldu. Görüyorum ki: Bu kitabın müellifi ilm-i cifri inkara meylederek kitab-ı cifri Ca’fer-i Sadık ra’den Mezheb-i Zeydiyye’nin – ki Şia’dan bir fırkadır– Reisi olan Harun ibni Said El-İcli’nin rivayet ettiğini zikrediyor; guya Ca’fer-i Sadık ra evliyaya vukū bulan mükaşefe tarikıyla ilm-i gayba muttali’ olarak umum Ehl-i Beyt’e alelhusus onlardan da bazı eşhasa yakın bir zamanda vukū bulacak şeyleri beyan ediyormuş. İşte şu sözler İbni Haldun’undur: “Bu ulum; ufak bir sığır derisinde yazılmış olduğu halde Ca’fer-i Sadık’ın yanında bulunuyordu; Harun-i İcli bunu Ca’fer-i Sadık’tan rivayet ederek yazdı ve ismini de o derinin ismiyle tesmiye edip “cifr” namı verdi. Çünkü cifr lugatte ufak şeylere ıtlak olunur. Binaenaleyh cifr onların indinde bu kitaba alem olmuştur. Bu kitapta Ca’fer-i Sadık’tan mervi tefsir-i Kur’an ile Kur’an ’ın batınında olan maani-i garibe de vardı.” İbni Haldun bunu böyle söyledikten sonra bu babdaki rivayetin sıhhatini inkar ediyor. Bununla beraber İbni Haldun; Ca’fer-i Sadık ile Al-i Beyti’ne rıdvanullahi te’ala aleyhim keramet de isbat ediyor. Binaenaleyh ben anlıyorum ki: “İlm-i cifr”i inkar etmek hususunda sen de İbni Haldun’a tebaiyyet ediyorsun; maahaza rivayetin adem-i sıhhati vaki’ ve nefsü’l-emrde mervinin de sahih olmamasını iktiza etmez. “İbni Haldun”un zayirce hakkındaki kelamına gelince: Senden saklayacak halim yok ya; ben orasını anlayamadım. Muhakkik: – Ben ne kadar arzu ediyorum ki: Mübahase ettiğimiz mesaile dair benim muttali’ olduğum şeylerin hepsini sen de görüp muttali’ olasın. Çünkü böyle olursa hem vakit zayi’ etmeyiz hem de ikna’ ve iktina’ kolay olur. Bir de söylemiş olduğum şeylerde İbni Haldun’u yahud başka birisini taklid ediyorum zannıyla sakın nefsini şübhe ve halecana düşürme. Zira ben yalnız onların naklettikleri şeylere bakarak uzun müddet nazar-ı tedkīk ve tefahhustan geçirdikten sonra kendimce müreccah olduğuna kanaat hasıl ettiğim şeyleri i’tikad ederim. Rivayetin adem-i sıhhati mervinin adem-i sıhhatini iktiza etmez sözüne gelince; zannedersem bundan maksadın şu demektir: “Rivayetin sıhhatini adem-i ilm mervinin vaki’ ve nefsü’l-emrde sahih olmadığını beraber şayan-ı i’timad bir zat tarafından onu nakl ve rivayet etmeye tasaddi edilmemesi de caizdir.” Haydi teslim edelim ki böyledir; fakat ancak nakil tarikıyla ma’lum olan şeyler hakkında rivayet-i sahiha bulunmadıkça onların sübutuyla hükmedebilmek mümkün olmadığı da gayr-i kabil-i inkar bir hakīkattir; zannedersem bu hakīkati sen de inkar edemezsin; binaenlayeh hakkında rivayet-i sahiha bulunmayan şeylerin sübutuna kail olmak için bize ne “din” ve ne de “akıl” hiçbir suretle müsaade etmiyorlar. Madem ki böyle; “Aslolan ademdir.” kaidesine binaen bu gibi şeyleri inkar ettiğimizden dolayı müstahıkk-ı levm olmayız. Levm ve itaba kesb-i istihkak etmek de şöyle dursun bu gibi şeyleri inkarı mucib töhmetler de vardır ki o da şu bida’ u hurafatı icad ve onlara intisab eden fırak-ı Şiiyye’nin seyrine dair tarihin bize hikaye ettiği şeyler; bilhassa mezheb-i Batıniyye’yi tervic eden Ubeydiyyin zamanındaki vakayi’-ı müdhişedir. O mezheb-i Batıniyye ki: Din-i İslam’ı pek müdhiş bir surette sarsmış Şia müslümanlarını Al-i Beyt’in ismetine onları bu ma’sumiyette enbiyaya ilhak etmeleri i’tikadından bile çıkarıp da uluhiyetlerine onlara karşı ibadet ettirmeye kadar vardırmıştır; evet o mezheb-i Batıni’dir ki: Şair Muizz’e şu beyitleri söyletmiştir. ---- . . ---- Bakınız ki: Bugüne gelinceye kadar “Hakim” ma’bud sayılarak daima kendisine ibadet olunuyor. Geçen muhaveremizde “Dürzi” dini hakkındaki risaleden “Allah”ın vasfı hakkında sana okuduğum şeyler ile de onlar bizim ma’budun bil-hak taptığımız “Allah”ı değil Hakim-i Ubeydi’yi kasdediyorlar; kezalik Nusayriyye taifesi de ona ibadet ediyor. İşte adamlar cifr ile nücum vasıtasıyla mugayyebata dair ihbaratta bulunan ve buna da ihtimam edenlerin en şiddetlilerindendir. Mukallid: – Hem dall hem de mudill olan bu habislerin habasetlerine karşı ulema’-i mütekellimin ile fukahanın sükut etmelerine doğrusu ben ne kadar taaccüb ediyorum; mütekellimin daima ehl-i i’tizali reddedip onlara karşı dehşetli mukavemet göstermişlerdi. Bunun için Mu’tezililer mezhebleriyle beraber munkarız olup gittiler. Halbuki fukahanın hepsi de Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat’ten oldukları halde daima yekdiğeriyle boğuşup duruyorlar. Muhakkik: – Yekdiğerine karşı ulemada görmüş olduğun mücadele red ve inkarın ekserisi; atıp tutmaktan neş’et etmiştir. Zira ilm-i Kelamın vücuduna başlıca sebeb Mu’tezile fırkası olmuştur. Bunlar selef-i salihin dalmadıkları gavamız-ı umurun hakīkatine giriştiler diğerleri de bunların attıkları sehm-i i’tiraza karşı mu’teriz olarak karşılarına çıktılar. Bundan sonra ehl-i ilmin nazar ve istidlal erbabı olan ulema’-i izam hazeratının birer birer ortadan çekilmesiyle sonra gelen mukallidler için evvelkilerin söylediği kelamların yalnız elfazını hikaye etmekten başka bir şey kalmıyordu; maahaza vaktin geçmesiyle onların faidesi de kalmamıştı. Bu mukallidler İmam-ı Eş’ari ve ashabı gibi zevat-ı kiramdan sonra ortaya çıkan bida’ u dalalete karşı sükut bunlardan sual edenleri tekfir tadlil etmekle iktifa ediyorlardı. Fakat bu bida’ u dalalet kisve-i diyaneti bürünerek neşrolunur; kendisinin etbaı a’vanı bulunursa –ehl-i tarikın bid’atleri gibi– o zaman onun hakkında söz atmakta ma’zur olduklarını söyleyerek onu tahrif ve te’vil ile müdafaaya kıyam ederlerdi bu defa hüküm ber-akis olarak bu bida’ u hurafatı inkar edenleri küfr ile tadlil ile remy ederlerdi. Nasıl ki bu her sınıf ve her kabilede müşahede olunmuştur. SENETÜ’Z-ZAYIAT Fitne-i harbin iltihabından mütevellid felaketin te’siriyle her katre-i hunum birer hücre-i dil-suz kesilmiş lehib-i ıztırab dimağıma kadar yükselmiş olduğu bir zamanda üstad-ı nadirü’l-emsal Tokadlı Şakir Efendi hazretlerinin zıya’-ı anisi şiddetle vezan olan bir ruzgar-ı şerare-efşan te’sirini icra eyledi. Seleften açılan boşluğu doldurabilecek halef yetiştirmemek pür-feyzimin saha-i ilimden çekilmesi bütün alem-i İslamiyyet zarf olan şu seneye “senetü’z-zayiat” ünvan-ı meş’umunu vermekten kendimi alamadım. Az zaman içinde bu feza-yı harabezardan o ma’mure-i dil-rübaya hicret eden eazım-ı ulemanın her biri riyazu’l-ulumun en meyvedar eşcarından nan bir şecer-i amimü’l-esmara az tesadüf olunur. Silsile-i esatizede gerçi merhuma muadil veya daha muktedir rical-i vaffak olamamıştır. Merhumun halka-i tedrisinde dört yüze karib talebe-i ulum feyzyab olmuştur ki elyevm birçokları müftilik hakimlik müderrislik muallimlik gibi vezaif-i mühimme yirmiyi mütecaviz dersiam tilmizi bulunduğunu söylemekle üstaz-ı celilü’l-kadrin nasıl bir yenbu’-ı feyz olduğunu anlatmak daha bir batın geçmeden merhumun mikdar-ı füruu bine vardığı görülür. Bu silsile-i füru’ batnen ba’de-batnin tezayüd ve tevessü’ edecek ve bu suretle “üstazü’l-beşer” nam-ı mübeccelini almaya layık ecille-i esatize idadına girecektir. Din ve millete bu kadar hadimler yetiştiren ve fima-ba’d de yetiştirecek olan böyle bir alim-i dinin revan-ı ulviyyet-nişanına daima Fatiha okumak bütün milletin vezaif-i vicdaniyyesindendir. Merhum meslek-i tedrisinin en mes’ud saliklerinden idi. ferd meczub hülasa bir üstaz için lazım gelen bütün şeraiti cami’ bir mürşid-i kamil idi. Hazz-ı ilmi-i ezelisinin gayetle vasi’ olduğuna delil olmak üzere bulunduğu asrı mütekaddim usur-ı eazım-meşhun muvacehesinde mahcubiyetten kurtaran İstanbullu Es-Seyyid Hafız Şükrü Efendi hazretlerinin ehass-ı telamizinden bulunmasını söylemek kafidir i’tikadındayım. Tali’-i ezelisi üstaz-ı saye-sazımı öyle bir üstaz-ı ekberin cevahir-i ulumuna varis-i yegane kılmıştır. Bu saadetli tali’lerine mukabil bir de tali’sizliği var idi ki zıya’-ı dil-suzu kadar can-hıraş ve ciger-suzdur. Gerdiş-i felek üstaz-ı fazılımı ila-ahıri’l-ömr fakr u zaruret içinde yaşattı eyyam-ı tahsil ve şühur-ı tedrisi hep dıyk-ı maişetin bar-ı sakīli altında güzeran etti. Sicn-i zaruretten bir menfez-i teneffüs açılmak üzere iken melekü’l-mevt bina-yı hayatını da yıktı. Bi-kes ü bi-vaye kalan üç-dört dane şir-har yadigar-ı hayatını şeyhülislam efendi hazretlerinin nazar-ı dikkat ve hamiyyetine arz ile avaze-i tahassür-barını tekrar eylerim. MÜSLÜMANLIK MANI’-I TEFRIKADIR Kur’an-ı Kerim ’de de hikaye buyurulan “Seylü’l-arim”in tuğyanıyla belde-i Me’rib’in harab olmasından evvel bu afetin zuhura geleceğini keşfeden Amr Muzaykıya kabilesi halkıyla Hicaz’a doğru yürüyüp yanındakilerin bir kısmı Mekke’de yerleşmiş bir kısmı da oranın vahamet-i havasına tahammül edemeyerek –o zamanlar “Yesrib” de denilen– Medine-i Münevvere havalisine kadar ilerlemişti. Bu ikinci kısmın riyasetinde Sa’lebe bin Amr bulunuyordu ki Amr-ı Muzaykıya’nın torunu Amr bin Cefne’nin damadı yani Kayle binti Amr bin Cefne bin Amr-ı Muzaykıya’nın zevci idi. Sa’lebe’nin vefatında makamı “Harise” namındaki oğluna onun da irtihalinde yeri Evs ve Hazrec ismindeki oğullarına kaldı. Evs ile Hazrec o vakte kadar epeyce çoğalan maiyyetlerini alıp Yesrib’e yaklaştılar ve sükkan-ı belde olan Yahudiler arasında Ebna’ü Kayle ünvanıyla yad olunmaya başladılar. Ba’de-ba’din bunların kesret ve kuvvet peyda etmesinden kuşkulanan Yahudiler kendilerinden hubb u vidadı hatta dad ü sitadı kestiler ve zaruret ü ihtiyac sevkıyle zebun düşürdükleri Beni Sa’lebe hakkında rezalet ü şenaat icrasına bile vardılar. Nihayet Malik bin Aclan namında bir zatın fedakarlığı ve Ebu Cübeyle isminde bir kabile şeyhinin tarafdarlığı sayesinde rüesa-yı Yehud’un enf-i tekebbürü kırılıp re’s-i tecebbürü ezildi. Bunun üzerine Beni Sa’lebe mazik-ı ıztırabdan kurtulup geniş nefes aldığı gibi günden güne kuvvet ve satveti arttı. Mahkum iken hakim fakat hükm-i celilince mazlum iken zalim oldular. Aralarında bağy ü tuğyan gösterenler zuhur eyledi. Evvelce müttefikane davranıp Yahudilere karşı muhafaza-i mevcudiyyete çalışırken o ittifakı tefrikaya tebdil ettiler ve birbirlerinin amca-zadeleri Netice-i tefrika olmak üzere ettikleri kanlı mücadelat senelerce sürdü ve kadınlarını dul çocuklarını yetim cem’iyetlerini zaif düşürdü. Peder-cüda yetimlerinin hane-harab zevcelerinin enin-i nevehatı dağları taşları inletirken düşman-ı kadimleri bulunan Yahudilerin kahkahat-ı meserratı vadi vü bevadiyi çın çın öttürdü. Şu hal necat-ı kainatın mebde’-i feyzi olan bi’set-i peygamberi devr-i mes’uduna kadar devam etti. Bi’setin on birinci senesinde Hazrecilerden Ebu Ümame Es’ad bin Zürare Rafi’ bin Malik Avf bin Haris Kutbe bin Amir Ukbe bin Amir Haris bin Abdullah bin Rebab namında altı kişi beray-ı hac Mekke’ye geldi. Ba’de’l-Arafat Mina civarında ve Akabe mevkiinde Hadi-i halaık aleyhi ve alihi salavatu’l-halık efendimizle görüşüp ihtida etti ve sabıkīn-ı Ensar olmak şerefini kazandı. Ertesi yıl; ikisi Evsilerden onu Hazrecilerden olmak üzere Beni Sa’lebe’den on iki zat Mekke’ye geldi ve yine Akabe mevkiinde bey’at-i meşhure vukū’ buldu. Daha ertesi yıl her iki kabileden yetmiş beş nüfus vürud etti ki içlerinde iki de kadın vardı. Bunlar Resul-i Ekrem efendimizi Medine’ye da’vet ve zat-ı akdes-i Peygamberiyi nefisleri ve evlad ü ıyalleri gibi muhafazaya çalışacaklarını va’d eylediler. Vakta ki hicret-i seniyye şeref-vaki’ ve belde-i tayyibe matla’u’l-envar-ı bedayi’ oldu. Nebiyy-i hakim efendimiz müslümanların kardeşçe geçinmesi lazım geldiğini bilfiil göstermek için emr-i kerimiyle Muhacirin-i kiram ve Ensar-ı ızam arasında li’llah fi’llah bir uhuvvet-i diniyye te’sis buyurdu ki hükmü ayet-i celilesinin nüzulüne kadar tevarüsde bile cari idi. Bu kardeşlik muhabbetiyle Ensariler; hayret-efza fedakarlıkta bulundular Muhacirler de veleh-resan bir surette gına-yı kalb izhar ettiler. Ezcümle: Ensar-ı kiramdan Sa’d bin Er-Rebi’ hazretleri din kardeşi bulunan Abdurrahman bin Avf’a: – Birader! Ben Medine ağniyasındanım. Pek çok malım olduğu gibi iki dane de zevcem var. Malı paylaşalım. Haremlerimden birini tatlik edeyim iddeti bittiği gibi sen al. Teklifinde bulundu. Abdurrahman ise: – Kardeşim! Allah malını da ehlini de sana mübarek etsin. Hiçbirini istemem. Sen bana pazar yerini göster ben orada ticaret eder ve geçinir giderim. cevabını verdi. Asr-ı hazır ictimaiyyununun da parmağını ağzında bıra[ka]cak derecede olan şu maişet-i daderane bu tarz-ı insaniyyetkaranede devam ediyordu. Tefrikayı icab eden hırs ve menfaat hisleri ölmüş asabiyet –şimdiki ta’biriyle milliyyet– gayretleri gömülmüş fahr u mübahat yalnız İslam’a münhasır kalmıştı. Bu ise bir takım münafıkların bir takım menfaat-perestlerin bir takım din düşmanlarının bir takım insaniyet haydudlarının gayz u adavetini mucib oluyor her biri irtibat-ı lümanları yekdiğerinden ayırmak ve bin-netice bina-yı dini Bu alçaklardan biri de “Şas bin Kays” isminde bir Yahudi masına tahsis etmiş ve düşüncesini sırf bu mel’anetin husule gelmesine hasr eylemişti. Bir gün geçtiği bir yerde Ensar-ı kiramdan müteşekkil bir cem’iyetin oturup yekdilane muhabbet ettiğini görmesi üzerine bütün çıfıtlık damarları titredi tüyleri ürperip gözleri döndü. Velev ki kan akıtmak suretiyle olsun bu hey’et-i müttehideyi dağıtmak istedi. Şeytan-pesendane bir fikir ile koştu. Fitne ocağında büyümüş çekirdekten yetişme genç bir Yahudi buldu. Bazı telbisat-ı iblisaneyi kulağına fısladıktan sonra o mecma’-ı vifaka yolladı. Bu küçük şeytan büyüğünden aldığı derse tebean geldi efkar-ı faside gibi oradaki zevatın beynine sokuldu bir münasebet düşürüp Evsilerle Hazreciler arasında vaktiyle cereyan etmiş olan mukatelat esnasında her iki taraftan söylenilen şiirlerinden okumaya başladı. Ensariler nasılsa boş bulundular. Küller altında kalmış kıvılcımlar gibi sahaif-i tarihe defnettikleri nar-ı gayret Yahudinin eşelemesiyle parladı nefes-i habisiyle körüklemesi üzerine de alevi saçağı sardı. Evsilerden biri: – Ya li’l-Evs! Hazrecilerden biri de: – Ya li’l-Hazrec! feryadını edince tarik-ı tevhidin saliki olan o yekdil müslümanlar birden bire ikiye ayrıldılar ve silahlarını kuşanıp saflar teşkil ederek fecayi’-i sabıkanın iadesine mübaderet eylediler. Yahudinin emeli hasıl olmuştu. Biraz sonra oklar atılacak kılıçlar sallanacak müslüman kanı dökülüp Müslümanlık zaiflayacak idi! Fakat merhamet-i Rabbaniyye buna mani’ oldu. Rahmeten li’l-alemin efendimiz hidayet-i iman gibi yetişti ve maiyyet-i risaletlerindeki Muhacirin ile sufuf-ı mütekabile arasına girip: – hitabe-i ıtab-amizini irad buyurdu. Mutasaddiler şeytana kapıldıklarını ve yanlış bir yola saptıklarını anladılar. Silahlarını atıp kemal-i nedametle ağlaştıktan sonra birbirine atılıp sıdk u muhalesatla kucaklaştılar. Bu hadiseyi müteakıb Şas bin Kays ile emsali ehl-i telbis hakkında ayet-i celilesi nazil olduğu gibi taraf-ı risaletten de tenbihi vürud etti. Bu hadis-i şerif fazıl-ı muhterem Ahmed Naim Beyefendi tarafından ber-vech-i ati tercüme ve beyan-ı mütalaa olunmuştur: “Bir kimsenin cahiliyet adeti üzere ‘Ya li-fülanin’ diyerek kavm u kabilesine intisab ederek istimdad eylediğini görürseniz ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır.’ deyiniz ve bu sözü açık açık söyleyerek kinaye tarikına sapmayınız.” Haya ve nezahette muallim-i alem olan Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizce İslam’a intisabı bırakıp da kavm u kabileye intisab etmenin ne kadar çirkin olduğunu anlayınız ki böyle yapan herife karşı kinaye ile de ifade-i meramdan bile bizi nehyetmiş ve hatta aba vü ecdadını makam-ı tefahurda ta’dad eden bir kimse hakkında kinayesiz olarak bu ta’biri aynen isti’mal buyurmuşlardır. –maba’di ve neticesi gelecek hafta– ---- MERCIININ NAZAR-I DIKKATINE ---- Bir müddetten beridir gazetelerde konferanslarda –eşhas-ı ma’dude ve muayyene tarafından– anasır-ı Osmaniyye arasında infiali mucib olacak ta’birler kullanılıyor saygısızlıklar yapılıyor: Türk kavminin menafi’-i hakīkıyyesini düşünmekten ziyade sırf bir taklid ve belki bir hiss-i iştihar ile temcid pilavı gibi “Türk hükumeti Türk ordusu büyük Türk yurdu Türk hakanı ...” sözleri tekrar edilip duruyor. Bunlar niçin yapılıyor bu iltizami hareketler neden tevali edip duruyor? Tabiidir ki bu gibi sözlerin anasır-ı İslamiyye arasında vücuda getireceği nahoş te’siratı muharrir beylerin takdir etmeleri teza-yı hamiyyettir. Herkes aklına esen herhangi bir fikri bir sözü –bila-teemmül bila-muhakeme– savurursa cem’iyet millet yaşayamaz; fitneler zuhur eder bünyan-ı memleket sarsılır vücud-ı vatan inkısama uğrar. Herkes kendi hakkına başkasının tecavüzünü istemediği gibi kendisi de başkasının hukūkuna tecavüz etmemelidir. “Türk” nedir? Türk “Saltanat-ı Osmaniyye Hilafet-i İslamiyye” ünvanı altında teşekkül eden şirket-i siyasiyyenin bir uzvudur. Hiçbir şerikin –velev ki müdir olsa da– fuzuli olarak şirketin ünvanını değiştirmeye şirketi kendi namına izafe etmeye hakkı yoktur; hiçbir kaide-i hukūkıyye bunu tecviz etmemiştir. Öyle ve istikamettir. Hilafında hareket de –hiç şübhesiz– şirkete hıyanettir. Her kim isterse: “Ben bir Türk’üm.” diyebilir şahsiyyetine dilediği şekli verebilir buna kimse bir şey diyemez. Fakat diğer anasırın da alakası olan müşterek şeylere mesela “hükumet”e “ordu”ya “yurd”a “vatan”a Türklüğü hukūk ve muaşeret budur. Hem bu hilaf-ı vaki’ olduğu Türk hükumeti deniyor. Halbuki hükumeti temsil eden zevat muhtelif unsurlara mensub kimseler. Sonra “Türk ordusu” deniyor. Bu da doğru değil. Lazları Kürdleri Arabları ... biz riyor. Sonra “büyük Türk yurdu” deniliyor. Bunun da doğru olmadığı meydanda. Çünkü Arabı Türkü Lazı ve saireyi haric bırakacak bir hudud çiz bakalım! denilecek olsa; o zaman “yurd”un büyüklüğü küçüklüğü anlaşılır. Meğer ki harita tahrif oluna yahud hayale kapıla. Sonra Osmanlı Padişahı gibi İslam Halifesi gibi büyük ve hakīkī ünvanlar bırakılarak “Türk hakanı” deniliyor. Bilmem ki Çince olan bu kelimenin Türklükle ne münasebeti var? Üç yüz elli milyon bir kitleyi cenah-ı tevhidi altına almış olan bir ünvan-ı mübecceli bu ünvanın te’min ettiği –her gün binlerce misallerini gördüğümüz– menafi’-i azimeyi bırakarak Altay maverasının kumlu çölleri kadar ruhsuz ve mahkum-ı akamet bir isme arz-ı iftikar taklidde menafi’-i hakīkıyyeyi göremeyecek kadar kuteh-bin olmak demek değil midir? O halde hükumetin ordunun yurdun kuyruğuna bir de “Türk”lük takmak –Allah aşkına olsun söyleyiniz– hukūka muaşerete insafa siyasete muvafık düşer mi? – Olsun olmasın gazete benim değil mi kürside söz söyleyen ben değil miyim? İstediğimi yazar istediğimi söylerim O da caiz; fakat sonra öteden biri çıkar: – Madem ki herkes adam çılgındır yahud hain ve müfsiddir der. Böyle herkes istediğini söylerse sonra o hey’et-i ictimaiyyenin hali ne olur? Olacağı işte meydanda: Boğaz boğaza tutuşur zaif düşer ecnebi gelir yurdu istila eder. O zaman apışır kalırsın. Onun için gazete müdirlerinden konferans reislerinden Müdafaa-i Milliyye Hey’etlerinden böyle şeylere en ziyade dikkat etmesi lazım gelen ve anasır-ı muhtelifeden mürekkeb olan milletin timsali diye re’s-i kara gelen hükumetten kardeşlik namına beka-yı saltanat ve Hilafet namına insaf ve merhamet namına hatta Türklerin menafi’-i hayatiyyesi namına rica ederiz ki: Milletin yek-dest-i vifak olması lazım geleceği bir sırada infiali mucib hareketlerden ta’birlerden tevakkī edilmek için lazım gelenlere tenbihat-ı ekidede bulunulsun. Zira yine nahoş cereyanlar başladı. Allah cümlemize ve muhabbete tahvil eylesin amin. ---- HIND YOLUNDA ---- MÜDAFAA-I İSLAMIYYET HAKKINDA MÜHIM BIR ESER _______ Avrupa ile bazı Avrupalıların örf ve adatını mişvar u etvarını felsefe –daha doğrusu– safsatalarını kirli kasid hanüman-suz meta’larını yaldızlarıyla şa’şaa-i zahiranesiyle bize –zavallı cahil akılsız müslümanlara– satanların hadd ü hesabı yoktur. Avrupa’nın bu gibi muharrib-i akayid ve fesad-ı ahlakı calib olan efkar-ı sehifelerini bize tercüme ve takriz edenlerin yegane maksadları te’lif ve telfik ettikleri kitapları sözleri beş on paralık bir menfaat-i hasise mukabilinde sattırıp te’min-i şan u şöhret etmekten başka bir şeye ma’tuf olamaz. Bu felaket dellallerinin çoğu daima ötede beride yayılı çekirge ve münteşir mikrop gibi gezip durmakta ve ellerine geçen her müzahrafla hazef-pareyi bize som altun ve zer-i halis-ayar misillü satmaktadırlar. Bu gibi asar-ı muzırranın tercümesiyle mütalaası yüzünden basit fikirli gençlerimizin çarçabuk aldandıklarına şübhe yoktur. Hususiyle daha layıkıyla kendi diyanet ve mezhebinin kavaid ve usul-i şer’iyyesine hikemiyyat ve ledünniyatına felsefe ve avamiline vakıf olmayanların aklını daha seri’ bir surette çelerler. Bu hallerin vukūu yeni bir şey olmayıp ta hulefa-yı Beni Abbas zamanından beri başlanmış ve Yunan feylesoflarının asarının gitgide tercümesi sayesinde hasıl olan cereyan herkesin zihin ve fikrini çelmiştir. Bereket versin ki o zamanlarda mevcud ve neşr-i ulum ve tenvir-i efkara hizmet eden ulema-yı İslam’ın asar-ı bahireleriyle mevaız ve nasayıh-ı müessireleri sayesinde diyanet ve mu’tekadat-ı İslamiyye hilafına olan asar ve efkar-ı muzırranın intişar u sirayetine büyük bir sed çekilip bazı sade-dillerin dam-ı gafletine düşmelerine mümanaaat edilmiş ve asar-ı mezkurenin İslamiyyet kavaidine tatbikan neşr-i revacına himmet olunmuştur. Şu son senelerde ise Avrupa müelliflerinin her türlü muzır ve münasebetsiz eserleri elsine-i şarkıyyeye tercüme ve nakl edildiğinden din-i İslam’a min-külli’l-vücuh muhalif olan ara’ ve efkar-ı sakīmenin biçare müslümanlara kabul ettirilmeye bazı bedbaht sefihler –ki asar-ı mezkurenin mütercim ve nakılleridir– kör alet olmuşlardır. Ezcümle bu gibi kalp meta’ları bize satıp bizi tadlil ü Şibli Şumeyl” cenablarıdır. Bu adamın kim olduğunu kari’lere ta’rif ve tavsif etmeyi bir vazife addeylediğimden ahval-i ruhiyye ve hususiyyesiyle mebde’ ve mesleği hakkında bir iki söz sarf eylemeyi faideden hali görmüyorum. Doktor Şibli Şumeyl an-asıl Suriyeli ve Hıristiyan bir kimse olup geçinmek için devr-i sabıkta Mısır’a gidip hikmet ve felsefe daiyesiyle kendisini doktor ve feylesof tanıttırarak Avrupa felasifesinin efkarını Arabcaya nakl ve tercüme ile Mısır’da üsbui ve şehri olarak intişar eden mecellat-ı ilmiyye ve fenniyyeye derc etmekle gitgide bir nam ve şöhret ihrazına muvaffak olmuştur. Şibli Şumeyl hiçbir diyanetle –hatta ana ve babalarının mütemessik oldukları Nasraniyetle bile– mütedeyyin ve merbut değildir. Muma-ileyhin bir kiliseye gittiğini hiçbir kimse görmediği gibi edyan ile ulema-yı din –hususiyle İslam– lehinde gerek ağzından gerek kaleminden tek bir harf çıktığını da kimse işitmemiştir. Şumeyl hiçbir kaydla mukayyed olmadığından gah Musevilik ve Isevilik gah İslamiyyet aleyhinde alabildiğine neşriyatta bulunmakla müştehirdir. Sosyalistlik iddiasında bulunan bu adam alenen dinsizlikle iftihar eder ve kendi mu’tekadatını da herkese kabul ettirmeye çalışır bir heriftir. “Halif taarrüf” düsturuna tamamıyla riayet eden Şibli Şumeyl gitgide dinsizlikle değil yalnız Mısır’da ve Suriye’de ve ta’yini için bazı meslektaşları tarafından teşebbüs edilmiş linin iğfaline imkan kalmaksızın Doktor’un foyası meydana çıkarak ta’yininden sarf-ı nazar olunmuştur. Doktor Şibli Şumeyl’in kim olduğunu bu suretle öğrendikten sonra biraz da ahlak ve asarını tedkīk edecek olursak bunun nasıl bir kimse olduğunu kendisiyle buluşup görüşenlerle asar ve te’lifinden anlayabiliriz. Şibli Şumeyl ahirete cennet ve cehenneme sevab ve ıkaba mücazat ve mükafata inanmaz; bugün peygamberleri evliya ve ulemayı yalancı telakkī eder. Vefatından sonra kendisini tefessüh edinceye kadar gömmemelerini yalnız tavsiye etmekle iktifa eden ve bunu açıktan açığa kendi kitaplarıyla asar-ı kalemiyyesiyle söyleyen bir adamın sözlerinden fikrinden yazılarından istifade mümkün müdür? Haşa ve kella!.. Son asarından biri de Felsefetü’n-Neşv ve’l-İrtika’ kitabıdır. Bu kitabın müellifi meşhur Darwin olup insanların nev’-i beşerin maymun sülalesinden olduklarını edille ve berahin ile isbat etmek istemiştir. Böylece “halka-i mefkūde”ye vahi ve hilaf-ı akıl ve mantık Sofistai delil ve bürhan ikame eylemiştir ki tedkīk ve ta’mika bile değmez. İngiltere ve Avrupa’da bile ta’n u teşnia müstahık olmuştur. Zendaka ve ilhad cahd ü inkarla Sani’-i hakīkī ve Hallak-ı kainatı edyan ve şerayii enbiya ve evliyayı büsbütün reddeden “Darwin”in efkar-ı sakīmesine bizzat iştirak eden Doktor Şibli Şumeyl cenabları bu kadarla iktifa etmeyerek asıl Darwin’den ziyade bu felsefenin künhünü hakīkatini doğruluğunu isbata ve halkı ığva ve ıdlale yeltenmiştir. el-Muktetaf gibi on beş günde bir Mısır’da intişar eden ve yine sahibleri Hıristiyan olan bir mecellede dahi Şibli Şumeyl bu ve buna benzer efkarını neşr ile ulema-yı İslam’a söylemedik hezeyan bırakmamıştır. Ulema-yı İslam’ı tahmik ve onları muharrib-i insaniyyet mudıll-i beşer mürai ve dükkancılar gibi her birinin bir dükkan sahibi olduklarını beyan ile medeniyet ve insaniyetin neşr-i envarına haylu[le] t teşkil ettiklerini utanmayarak irad eylemiştir. Bu herifin asarıyla makalatını görüp okuyanlar maatteessüf kendisini redde teşebbüs etmedikleri cihetle günden güne küstahlığıyla cesareti artmış ve ulema-yı İslam hakkında kalemine ağzına geldiğini yazıp söylemiştir. Hamden sümme hamden şu son günlerde Darwin ile Şibli Şumeyl gibi melahide ve zenadıkanın cevabını pek mufassal bir surette verebilecek ulema-yı kiram zuhur etmiştir ki bunlardan biri de eben an-ced hilye-i ilm ü fazilet zühd ü takva ile mütehalli ve sinin-i vefireden beri burada neşr-i hammed Rıza El-Isfahani En-Necefi” hazretleridir ki şeref-i baht u tali’ bana her cihetce yaver olduğundan huzur ve mülakatları saadetine nail oldum. Müşarun-ileyh hazretleri bana Şibli Şumeyl ile Selam Musa nam eşhasa karşı silk-i tahrire keşide edip el-Muktetaf mecellesine gönderdikleri beyanat-ı alilerini bana irae ettikten sonra Nakdu Felsefeti Darvini ve Reddu Şübühati’l-Muattılin namıyla Darwin’in neşr ve irtika felsefesinin reddi hakkında te’lif ettikleri kitabı gösterip mukaddimesini de lutf ve inayet ettiler. Kitab-ı müstetab-ı mezkur yakında lisan-ı azbü’l-beyan-ı Arabi ile saha-i muhteviyatını ehl-i İslam ve ihvan-ı dine tebşir etmek lazım geldiğine binaen Sebilürreşad mecelle-i diniyyesinde i’lan suretiyle derc olunmasını münasib gördükten başka takrizi muhtevi olan işbu makale-i acizanemin de ceridemizle neşrolunmasını ayrıca acizane tasvib eyledim. Kitab-ı mezkur iki kısma taksim edilerek birinci kısmı Darwin’in Neşv ve İrtika felsefesinin dinen ve ilmen intikadatını; sını delail-i akliyye ve fenniyye ile pek münşiyane bir tarzda aklen ve fennen reddini muhtevidir. Kari’lerin fikrini yormamak ve mantıkın nakliyyat ve hikemiyyatın kavaid-i münbasitasıyla Darwin’in Şibli Şumeyl ve emsalinin ara’-i sakīme ve efkar-ı sehifeleri bir lisan-ı edeb ü nezaketle birer birer red ve tenkīd olunmuş ve kariinin tenvir-i efkarına son derece hizmet ve yardım edilmiştir. Kitab-ı mezkur Arabiyyü’l-ibare olduğu halde herkesin anlayabileceği bir surette elfaz-ı fasiha ve ibarat-ı beliğa ile tahrir olunmuş ve pek açık haşvden ari olarak metalib ve gavamızın tahkīkatına girişilmiştir. Kitabın tab’ından sonra işbu eser-i kıymetdarın Türkçe’ye tercüme edilmesini İstanbul’daki ulema-yı kiram ile diyanet-i Müslümanlığın i’la-yı şan ve ihya-yı şerefi uğurunda kılıç sallayanlar kadar kalem oynatanların da her halde nail-i ecr u mesubat olacakları şübheden varestedir. deayat ve edillesi ayat-ı kerime ehadis-i şerife-i Nebeviyye edille-i akliyye ve mantıkıyye berahin-i felsefiyye ve hikemiyye muhterem-i alisi büyük bir eser-i deha’-i “ilmi ve felsefi” göstermiştir. Bu gibi ciddi ve dini felsefi asarın tercümesiyle Türkçe’ye nakline ve bütün Osmanlıları vayedar-ı istifade etmeye elbette İslam-perest olan muharririn-i muktediremizin sa’y ü gayret ibraz edeceklerine şimdiden eminim. Eser-i mezkur daha şimdiden Beyrut’ta münteşir el-Belağ gibi bazı ceraid-i Arabiyye ve diniyye ile Mısır’da münteşir el-Hilal mecelle-i ilmiyye ve fenniyyesi tarafından i’lan olunduğu gibi Hindistan’da İran’da bütün aktar-ı İslamiyyede neşrolunan sair ceraid ve mecami’-i ilmiyye tarafından da Hülasa-i kelam işbu eser-i kıymetdarın müellif ve muharrir-i muhteremi olan Ebü’l-Mecd Muhammed Rıza el-Isfahani En-Necefi hazretlerinin mesai-i alisini bir ceride-i diniyye ve İslamiyye muharrir ve muhabiri sıfatıyla ansamimi’l-kalb tebrik eder ve kendileri gibi ulema-yı be-nam ve fudala-yı İslamiyyenin tekessür ve tezayüd eylemelerini cenab-ı Vahibü’l-ataya hazretlerinden tazarru’ u niyaz eylerim. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESINE Balkan muharebatının zuhuru üzerine kazamız ahali-i hamiyyetmendanı taraflarından verilen ianatın mecmuu . guruşa baliğ olunup bundan üç yüz lirası Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne ve iki yüz lirası da ızdırabat-ı beşeriyyenin tahfif-i alamına hadim-i yegane bulunan “Hilal-i Ahmer” müessese-i hayriyyesine irsal olunmuş ve mütebakīsi de derdest-i takdim bulunmuştur. Bundan başka kar ve kışta sineleri bir ahenin gibi düşman kurşunlarına gerilmiş olan kıymetli askerlerimize aded pamuklu hırka don gömlek çift çorap mecruhin-i guzat-ı muhterememiz için de Anadolu hediyesi olarak kadınlarımız tarafından i’mal edilen aded çevre mendil aded takke de mahallerine gönderilmiştir. Osmanlıların bu ma’lum ve ganiyyü’l-kalb ahalisi Osmanlı Saltanatı[nı]n tarih ve sahife-i zafer ve galibiyyetini tezyin edecek muvaffakıyyat-ı atiye için ellerinde bulunan mallarını bir iğneye varıncaya kadar sarf ederek bu devleti ma’ruz kaldığı tehlikeden kurtarmaya erbab-ı cehd ü gayret ü hamiyyet bütün mevcudiyetleriyle çalışacaklarına zerre kadar şübhe edilmez. Derc ve i’ta-yı ianat hususunda Kaimmakam-ı Kaza Mustafa Fevzi Bey’le me’murin-i saire ve eşraf-ı mahalliyyenin izhar ettikleri hamiyet ve muhabbet-i kemal-i fahr ile arz eylerim. Sebilürreşad – Ermenek ahali-i muhteremesinin gösterdikleri şu hamiyet-i diyanet-perverane cidden şayan-ı tak dirdir. Muhterem kardeşlerimiz var olsunlar. şeklinde yazılmıştır. ŞUUN Bu hafta havalar gayr-i müsaid gittiği cihetle mühim harekat-ı askeriyye vukū bulamamıştır. Çatalca’daki Ordu-yı Osmani yavaş yavaş ilerliyor ve işgal ettiği mevaki’de tahkimat icra ediyor. Bolayır cihetinde de ufak müsademeler tevali ederek havaların düzelmesine intizar olunuyor. Edirne’de ise düşmanın oldukça mühim olan bir hücumu kırıldıktan ve hayli telefata duçar edildikten sonra fasılalı bombardımanlara devam ile iktifa etmekte kat’i hücuma cesaret edememektedir. Fakat hain düşman merdlikle bir şey yapamayacağını anlayınca yine ehl-i salib zulüm ve hunharlığı tutarak şehri ma’sumların çoluk çocuk kadın gibi acizlerin sığındığı mahalleri bombardımana başlamış müteaddid yangınlar ika’ etmiştir. Bunun üzerine ecnebiler dan Sofya’da teşebbüsat-ı lazimede bulunuldu Bulgarlar ilk önce imtina’ ettikleri halde bilahare düvel-i mütemeddine! biraz sesini yükseltince müsaade etmek mecburiyetinde kaldılar. Bize gelince ki bu babda asıl alakadar olan biziz bulunacaklar olup bitecek. Bakalım bu hususta “Müdafaa-i Milliyye Hükumeti”miz haysiyet-i milliyyeyi nasıl muhafaza edecek? Ecnebiler için bi-taraf bir mıntıka teşkil olunup orada kalmaları mümkün olamadığı takdirde bari kadınların acizlerin de birlikte çıkmaları te’min edilse. Yanya ve İşkodra’da avn-i Hak’la mühim muvaffakıyetler istihsal edilmiştir. Yunanlılar hücumlarında müdhiş zayiata duçar oldukları gibi Karadağlılar da adamakıllı harbe devam edemeyecek derecede bozulmuşlardır. Cavid Paşa ordusu Görice’yi almıştır. Arnavudlar her tarafta kıyam ederek çetelerle Sırpları meşgūl etmektedirler. Hasılı Rumeli’nin her tarafı ateşler pışmaktadır. Allah muinimiz olsun. Kahraman Hamidiye Kruvazörü Mısır Arabları tarafından kömür ve erzak-ı lazimeyi aldıktan sonra Akdeniz’e açılmış fırtına dolayısıyla muvakkaten Malta Limanı’na iltica eylemiştir. Hamidiye’nin ansızın muvasalatı Malta’daki Yunanlılar beyninde şedid bir heyecanı mucib olmuş Osmanlı kruvazörünü bir defa görmek üzere fevc fevc sahile koşmuşlar ... Telgraflar dört Yunan torpidosunun Malta açıklarında dolaştığını bildirmişlerdi. Kahraman kruvazör efrenci Şubat sabahı saat birde Malta’dan mufarakat etmiştir. Yardımcıları Allah olsun. sının kumandanı bütün düvel-i muazzama namına hareket ederek Osmanlı bayrağı da dahil olduğu halde bütün bayrakları Hanya Şubat. § Atina telgraf ajansına Hanya’dan iş’ar olunuyor: “Parmot ismindeki İngiliz sefine-i harbiyyesinin kapudanı Suda’yı terk etmeden evvel maiyyetine bir müfreze-i askeriyye alarak liman pişgahındaki küçük cezireye gitmiş ve merasim-i askeriyye ile düvel-i hamiye namına oradaki düvel-i mezkure sancaklarıyla Osmanlı sancağını indirmiştir. Kumandan mezkur sancakları mensub oldukları devletler konsoloshanelerine vermiş ve Osmanlı sancağını da Alman Konsoloshanesi’ne tevdi’ eylemiştir. Osmanlı sancağının mevcedar olduğu flamaya derhal Yunan bayrağı rekz edildi. Girit Vali-i Umumisi Mösyö Dragomis ve bir güruh halk Suda’ya gelmiştir. Girit ahalisi düvel-i hamiyye ve Yunanistan lehinde şedid ve na-kabil-i ta’rif nümayişler icra ediyorlar.” Şark Hey’et-i Ruhaniyyesi Katib-i Umumisi olup da Suriye ve Mısır’daki Fransız hey’etlerini teftiş eden Mösyö Benar Fransız Nafia Nazırı hatıratını neşrediyor ve Fransız nüfuzunun Fransızlar için gayr-i müsaid olduğunu söylüyor. Şam ve Beyrut’taki seyahatinden Mösyö Benar müslümanların Fransız usul-i terbiyesini takdir ettiklerini! fakat Fransızlara karşı efkar-ı hasmanede bulundukları Fransa tabiiyyetinde bulunmak istemedikleri kanaatini ahz eylemiştir. Buna sebeb de Cezayir’deki müslümanlara karşı tatbik olunan tarz-ı harekettir. Çünkü Cezayirliler her türlü vergiye iştirak ettikleri halde cumhuriyet fikrindeki esasın aksi bir muamele görmektedirler. Paris Şubat – Osmanischer Lloyd ’in hususi telgrafı Düheybat’tan Times gazetesine iş’ar olunuyor: “Trablus Müstakil Hükumet-i İslamiyyesi İtalyanlar’a karşı muhasamata başlamıştır. Şeyh Seyfünnasr mükemmel mücehhez dört bin asker ile “Fizan”dan “Mısrata” Burnu’nun cenubunda “Urfella” kabilesi arazisine vasıl olmuştur. “Zuvara” ve “Aceylat” önüne dahi “Tevarık” memalikinden asakiri İtalyanlar’ın mevakiine mükerreren muhacematta bulunup ihraz-ı zafer eylemiş ve İtalyanlara zayiat-ı azime verdirmiştir.” Ajans Royter San’a’dan istihbar ediyor: “İngiltere’nin Aden arazisi civarındaki Kutba Arabları isyan etmiş vali vekilini katl ve birçok me’murini cerh eylemişlerdir. İsyan Gümrük idareleri te’sisine atfolunuyor.” Londra Şubat - Kostantinopol Times Paris’ten yet-i beynelmileliyyesine dair olan mes’elenin yalnız İngiltere Fransa ve İspanya hükumetleri arasında hallolunmasına razi olmayacaktır. Bu mes’eleye dair olan mukavelename El-Cezire Muahedesi’ne vazıu’l-imza olanların kaffesinin nazar-ı tasdikına arz edilecektir. İngiltere Fransa’nın Fas’ı himaye etmesine de ancak Tanca mes’elesinin hallinden sonra muvafakat edecektir.” Londra Şubat - Kostantinopol ---- RICA-YI MAHSUS ---- Avn-i Hak’la iki hafta sonra dokuzuncu cildin ikmaliyle Sebilürreşad ’ın birinci senesi tamam oluyor. Zaten sene nihayeti olmakla hesabatı kapatmak lazım geleceği tabiidir. Diğer taraftan zaman buhranlı olduğu cihetle bütün alışverişlerin peşin para ile görülmek mecburiyeti var veresiye ile tedvir-i muamelat mümkün olmuyor. Onun için henüz tesviye-i hesab etmeyen bayi’lerle sipariş olunan kitap ve abone bedellerini te’diye etmeyen muhterem abonmanlarımızın bu hafta zarfında her halde hesablarını tamamen tesviye etmeleri abone bedellerini göndermeleri uhuvvet-i İslamiyye namına kemal-i ehemmiyyetle hassaten rica olunur. AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Müslümanların hakīkatte tabi’ oldukları düstur-ı ahlakī ma’na-yı ahlakī ve ameli ne ise müslümanlarca da “Bir va cibi Allah’ın emri olduğu için icra etmek”teki ma’na da meal i’tibariyle odur. Hazret-i Resul-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem gece el ayak çekildikten herkes uykuya vardıktan sonra namazda o kadar dururlarmış ki ayakları şişermiş. Zevcesi Ayişe radıyallahu anha bir defasında “Ya Resulallah! Kendini neye bu kadar yorarsın? Olmuş olacak günahların mağfur olmamış mıdır?” diye izhar-ı asar-ı şefekat etmiş de “ = Bir abd-i şekur da olmayayım mı?” cevabını almış. A’mal ü ef’alimizin rıza-yı Bari için yapılmak lazım geleceği müslümanların havass u avamınca ma’lum bir fikr-i müşterektir. Zira Kur’an ’da saadat-ı dünyeviyye ve uhreviyyenin envaı ta’dad edildikten sonra “ = Cenab-ı Hakk’ın rızası bunların hepsinden büyüktür. Fevz-i azim işte bu rıdvandır.” Sure-i Tevbe ayet buyuruluyor. Rıdvan-ı ğerle insanı sırr-ı menzil-i saadete isal edecek olan a’mal ü ef’ale ve hatta ve hatta hatarat-ı kalbe terettüb eder. Herhangi bir amel halis olmak için “li-vechi’llah” olmak lazım geleceğini bilmeyen Müslüman yoktur. Hazret-i Ömer bin el-Hattab ashab-ı kiramdan Suheyb-i Rumi hakkında: “ = Allahü Teala Suheyb’e rahmet etsin imanı o kadar kavidir ki Allah’tan korkusu olmasa da kendisine azabdan eman nazil olsa da yine ona isyan etmez.” buyuruyor. Anlaşılıyor ki Suheyb’in itaati adem-i celalet-i kadrine ihtiramdan neş’et ediyormuş. İmam Şafii: “Hiçbir münazaraya giriştiğimi bilmem ki hakkın hasmımın yedinde zuhur ettiğini temenni etmeyeyim.” diyor. Görülüyor ki İmam-ı müşarun-ileyhin münazaradan maksadı hasmı ilzamdan ziyade hakīkatin tebeyyün ve zuhuru imiş ve hak yedinde zahir olsa nefsü’l-emrde garaz-ı matlub ile alakadar olmayan tatmin-i nefs ucb hasma tefevvuk gibi şevaibin araya karışmasından ihtiraz ediyormuş. Kezalik meşhur Sa’di-i Şirazi’nin nakline göre şeyhi Sühreverdi gece yarısındaki ibadat ve münacatında: “Yarab! Benim cesedimi cehenneme at ve o kadar büyüt ki kullarından kimseye orada yer kalmasın.” niyazında bulunurmuş. Sırri-i Sakati dermiş ki: “Vaktiyle bir kere elhamdülillah dediğim için otuz senedir istiğfar ediyorum. Bağdad’da bir yangın oldu Ben de elhamdülillah dedim. İşte otuz senedir bu hamdime nadimim. Çünkü o anda başkasını unutup kendi hayrımı düşünmüştüm.” Süfyan-ı Sevri Rabia-i Adeviyye’ye: “Imanının hakīkati nedir?” diye sorunca o: “Allah’ın ne cehenneminden korktuğum ne de cennetini sevdiğim için ibadet etmiş değilim. Yoksa kötü hizmetkardan ne farkım kalır? Ben ona muhabbetimden iştiyakımdan dolayı ibadet ederim.” cevabını veriyor. Ebu Süleyman-ı Darani diyor ki: “Allah’ın öyle kulları vardır ki onları ne cehennem korkusu ne cennet ümidi Allah’tan gafil bırakmaz. Yani Allah’ı tefekkür bu gibi şeyleri akıllarına getirmez. Nerede kaldı ki dünyayı!” Ma’ruf-ı Kerhi’ye ihvanından biri: “Ya Eba Mahfuz! Seni bu derece ibadete sevk eden şey nedir?” diye sormuş. O sükut etmiş. O zat yine ısrar ederek sormuş: “Zikr-i mevt mi? – Mevt dediğin nedir ki?! – Kabir ve berzah zikri mi? – Kabir dediğin nedir ki?! – Cehennem korkusuyla cennet ümidi mi?! – Bu dediğin ne imiş? Bu saydığın şeylerin kaffesi yed-i kudretinde olan Melik-i Kadir öyle bir zat-ı ecell ü a’ladır ki eğer onu seversen şu dediklerinin hepsini sana unutturur. Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Kendisiyle aranda bir ma’rifet bir bilgi bir tanışma olursa bunların hepsinden seni kurtarır.” cevabını vermiş. olduğu için ifa” nazariyye-i ahlakıyyesi aşkıyla bu raddeye kadar tehzib-i nefse muktedir olup olamayacaklarını münakaşa etmeksizin bunun alem-i İslam’da emsalini ta’dad ile bitiremeyeceğimizi söyleyebiliriz. İşin en mühim ciheti isarın bu türlüsünde ihraz-ı şan ü şeref ibka-yı nik-i nam etmek gayesi bile yoktur. Zira müslümanların mukteda-bihi olan hazret-i Resul sallalahu aleyhi ve sellem ihlası emretmiş ve = Ey nas! A’malinizin li-vechi’llah olmasına ona başka hiçbir niyet karışmamasına dikkat ediniz. Zira Allahü Teala a’mal içinde halis olarak kendi rızası için yapılmış olanlarından başkasını kabul etmez.” ve “ = Cenab-ı Allah amelin yalnız halis olanını ve vech-i Zülcelali taleb edilerek yapılanını kabul eder.” buyurmuştur. Bu sebebden dolayıdır ki a’mal-i salihanın hafi olanı açık olanına tercih edilegelmiştir. Zira amel-i sır riya ve tasannu’dan azade olabilir. Ve derece-i kemal-i halisiyyete daha yakın olur. Sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmamasındaki zevk-ı vicdani lezzetini bilmeyen Şarklı yoktur diyebiliriz. Nitekim Kur’an-ı Kerim ’de: “ = Eğer sadakatı açıklarsanız ne a’la! Eğer gizleyip de fukaraya verirseniz sizin diye varid olmuştur. Kezalik ihlasın en birinci alameti sır ve alaniyyetin bir olmasıdır denilmiştir. Nitekim hadis-i şerifte: “ = Birrin tamam olması açıktaki amelini gizli de yapmaklığına vabestedir.” Diğer bir hadis-i şerifte de: “ = Her kim kendisi ile Allah arasındaki hali yani gizli amellerini düzeltirse Allahü Teala da o kimse tevellid fenalığa mahal bırakmaz. Her kim batınını sırrını buyurulmuştur. * * * BEŞINCI ASR-I HICRIDE MISIR fizik ve ilahiyyata metafizik taksim etmiş müellefatını bu fenlere hasr u tahsis eylemiştir. İbni Heysem Kitabun fi-Takvimi’s-Sanaati’t-Tıbbiyye eserinde diyor ki: “Esamisini bu kitaba derc etmiş olduğum asardan başka daha birçok resail ve kitap te’lif ettim. Daha ziyade de te’lif edebilirdim. Fakat bir vakitler deruhde etmiş olduğum ağır vezaif daha sonra da mecbur olduğum uzun seyahat kitap te’lifine müsaid vakit bırakmadı. Ömrüm kifayet ederse fünun-ı riyaziyye tabiiyye ve hikemiyyeye dair daha birçok asar te’lifine çalışacağım. “Bu kitapların te’lifinden maksad erbab-ı fenn ü hikmet arasında bir hatıra bırakmaktan başka bir şey değildir. Çünkü erbab-ı ilm ü te’lif neşriyyat-ı ilmiyyeleriyle bir hayat-ı cavidani kazanırlar. Maddeten vefat etseler bile eserleri namlarını elsine-i ahlafta müebbeden yaşatırlar. Halbuki bir cahil öldüğü günden i’tibaren nisyan-ı ebediye mahkum olur.” Filhakīka İbni Heysem cihan-ı ma’rifete fünun-ı şettaya aid bir kütübhane-i irfan bırakarak namını ebediyyen yaşatmaya muvaffak olmuştur. Te’lif ettiği kitapların yalnız isim ve ünvanlarının tedkīkı müellifin feza-yı fazl ü irfanının derece-i vüs’ati hakkında bize bir fikir verebilir. Yine bu esaminin tedkīkı sekiz asır evvel alem-i İslam’da fen ve felsefenin derece-i terakkıyatıyla bugünkü dereke-i izmihlali arasında bir mukayese yapmak ve fünun-ı mütenevviayı bir kere de elyevm alem-i İslam’ı baştan başa kaplayan kabus-ı cehaletin derece-i kesafetini düşündükçe; süveyda-yı kalbden kopan eşkabe-i hunini mümkün değil zabta muvaffak olamıyor!... Kitabü’l-Hukema’ İbni Heysem’in altmış kadar eserini ta’dad etmekte ise de İbni Ebi Usaybia Kitabü’l-Hukema’ da münderic olmayan daha birçok esami-i kütüb kayd etmiş ve daha olduğunu ihtar etmeyi de unutmamıştır. rının esamisini ber-vech-i ati derc ediyoruz: lamyus Pétoléméo Cebri ve’l-Mukabeleti yeti sadi’n-Nücumi Bu’di bi-Ciheti’l-Umuri’l-Hendesiyyeti med fi-Kısmeti’z-Zaviyeti Selasete Aksam bin Öklidus to Talisi’l-Erbaati’l-Mantıkıyyeti vi’l-İnsan tihi ve Kemalihi matikos li-Aristo Talis fi-Hakkı’s-Sema’i ve’l-Alem ala-Efkari’r-Rasıdin mina’llahi lem-Yezel Gayra Failin Sümme Faale Mela’ün ti’l-Umuri’t-Tabiiyyeti Kitabi Aristo Talis fi’l-Alemi ve fi’s-Sema’i Vahidetün han Usulihim fu Zatühu min-Ciheti Fi’lihi vete’l-Müdebbirate Hel min-Bedeni’l-İnsani fi’l-Kalbi minhu ti’l-Basra din Ma’lumi’l-Arz kūsi’l-Hayvaniyyeti dari İ’zamiha kū’i’lİbsar bihi ra zu mine’l-İhtilafi fi-İrtifaati’l-Kevakibi yeti’r-Rasadi ti’t-Tahkīk min-Nısfiha kīk Aristo Talis viyyeti [Metinde ] - Makaletun fi-Havassı’d-Daireti * * * Şu uzun cedvel İbni Heysem’in müellefatından ancak bir kısmını cami’dir. Müşarun-ileyhin bu cedvelde mevcud olan kitapların birkaç misli nisbetinde daha bir takım müellefatı bulunduğu tercüme-i halini yazan müverrihinin beyanatından anlaşılıyor. Filhakīka İbni Heysem; bu kitaplardan başka; mütekellimin Mu’tezile ve mantıkıyyuna cevaben birçok resail yazmış olduğu gibi kendisine irad edilen es’ilenin hallini mübeyyin de bazı asar bırakmıştır. Yukarıki cedvel tedkīk olunursa olduğu anlaşılıyor. İbni Heysem en çok riyaziyyat ve felsefe Garb müelliflerinden Mösyö Kaziri Casiri ve Mösyö Sedillo Sedillot İbni Heysem’in asarına dair hayli tedkīkatta bulunmuşlardır. Müşarun-ileyhin Şerhu Usuli Öklidus ünvanlı kitabından birer nüsha Bodleyn Bodleienne ve Layd Leyde Kütübhanelerinde mevcud ve mahfuzdur. Layd Kütübhanesi’nde bundan başka İbni Heysem’in birkaç kitabı daha vardır. Avrupa’da en ziyade badi-i iştiharı olan eseri mebhas-i ziya hakkındaki Kitabu’l-Menazır ünvanlı te’lif-i güzinidir. Bu kitap vaktiyle Latinceye el-Hazin namı altında tercüme edilmiş olduğundan İbni Heysem Avrupa erbab-ı fenni arasında bu isimle iştihar eylemiştir. Hatta bazı müellifler el-Hazin olmuşlardır. Mösyö Jorden Jourdain Kitabu’l-Menazır ’ın Latinceye ilk defa Jerar Dö Kremon Gerard de Cremon tarafından tercüme edilmiş olduğunu iddia etmektedir. Jerar Dö Kremon İbni Heysem’in fecr ve şafak hakkındaki risalesini de Le Crepuscule namı altında Latinceye nakl ve tercüme eylemiştir. Meşahir-i müellifinden Rozer Bakon Roger Bacon Kitabu’l-Menazır ’ı dur u dıraz tedkīk etmiş olduğundan müellifine karşı hürmet ve takdir isarından kendini alamıyor. Bakon’un Bacon muasırlarından Polonyalı Vitello Vitellot nam zatın Le Crepuscula ünvanlı eser-i meşhurunu Avrupalı tarih-i fünun müelliflerinin taht-ı i’tirafındadır. dide Ramus ve Risner namında iki zat tarafından tab’ ve temsil edilmişidi. Mösyö Montukla Montucla ve Mösyö Brisson İbni Heysem’in bu kitabından bahsederken diyorlar ki “Mebhas-i ziyanın in’ikas ve inkisar gibi mebahis-i esasiyyesini en evvel keşf ve izah etmek şerefi Vitello’ya değil mütebahhirin-i riyaziyyun-ı İslamiyyeden İbni Heysem’e aiddir. Vitello kendisinden iki asır evvel gelmiş olan bir İslam müellifinin etmekten başka bir şey yapmamıştır.” Avrupalı hakīkat-perest müelliflerden hemen kaffesi İbni Heysem’in bu eserini layık olduğu derecede takdir ü tebcilden kendilerini alamıyorlar. Mösyö Şasil Chasles tarih-i terakkıyat-ı fenniyyeden bahsederken diyor ki: “Mebhas-i ziyaya dair ulema-yı İslamiyyeden pek çok zevat tetebbuat ve tedkīkat-ı amikada bulunmuşlar bu mebhase dair birçok eserler te’lif etmişlerdir. Bunlar miyanında El-Hazin İbnü’l-Heysem en meşhur ve en mümtaz eazımdandır. Nazar-ı tedkīkımızden geçen eseri müellifinin ilm-i hendese ve riyaziyatta yed-i tula sahibi olduğunu isbat ediyor. Bu kitapta en ziyade nazar-ı hayreti celb eden cihet rasıdın gözüyle rü’yet edilen şey’in mevki’leri ma’lum olduğuna göre kürevi bir aynada nokta-i bilmiş olmasıdır. Çünkü lede’t-tahlil bu mes’ele dördüncü dereceden bir muadilenin halline tevakkuf eder. Demek ki daha o vakitlerde riyaziyyun-ı İslamiyye ilm-i cebir ve hendesede pek ileri gitmişlerdi. El-Hazin’in bu eseri alem-i en kadim bir menba’-ı esasisi demektir. Meşhur Vitello Le Crepuscule ünvanlı kitabını te’lif etmek için El-Hazin’in bu eserinden pek çok istifade etmiştir. El-Hazin yani İbni Heysem’in mebhas-i ziyadaki keşfiyyat ve tedkīkatına dair daha evvel uzun uzadıya ma’lumat vermiş ve Kitabu’l-Menazır ’ın muhteviyatından lüzumu derecesinde bahsetmiş olduğumuzdan burada tekrar izahat kavaid-i hendesiyyeyi kıyasat-ı mantıkıyyeye tatbik etmek usulünü ihtira’ eylemiştir. Eserlerinde usul-i hendesiyye ve adediyyeyi cem’ ederek bir takım enva’ u aksama ayırmış olduğu gibi riyaziyyun-ı kadimeden Öklidus ve Apolloniyus gibi meşahirin usullerini tenkīd hatalarını meydana çıkarmak gibi bir deha’-i harika-nüma da göstermiştir. Müşarun-ileyh usul-i hendesiyye ve adediyyeyi ayırmış olduğu aksam u enva’ı kıyasat-ı mantıkıyye ta’limiyye ve hissiyye ile isbata muvaffak olmuştur. Mesail-i Hisabiyye ve hendesiyyenin hall ü istihracı için cebir ve hisab kavaidine bir takım yeni usuller icad eden yine İbni Heysem’dir. Mütefekkirin-i İslamiyyeden İbni Heysem gibi eazımın ulum-ı riyaziyyenin teessüs ve terakkīsi hususunda ibraz etmiş oldukları hidemat gösterdikleri muvaffakıyyat tarih-i fünunun en parlak sahayifine şeref-bahş olmaktadır. Filhakīka Hind usul-i hisabisi ile erkam-ı Hindiyyeyi Avrupalılara tanıttıran ulema’-i İslamiyyedir. Ebu Ca’fer Muhammed bin Musa El-Harizmi erkam-ı Hindiyyeyi alem-i İslam’a Cebr ve’l-Mukabele ünvanlı eseri de ilm-i cebirdeki vukūf-ı hayret-nümasının payidar bir şahididir. Harizmi’den sonra ulum-ı riyaziyyede iştihar eden efazıl arasında Ebu Kamil Şüca’ bin Eslem Ebu’l-Vefa’-i Buzcani Ebu Hanife Ed-Dineveri Ebu’l-Abbas-ı Serahsi gibi eazım bülend bir nasıye-i dehaları da sükut ile geçiştirilemeyecek kadar parlaktır. Fakat riyaziyyun-ı İslamiyyenin ser-name-i mübahat ve iftiharı ---- BIR MUHAKKIK ILE MUKALLID ARASINDA ---- Fukahaya gelince onları da Gazzali’den dinleyelim: Huccetü’l-İslam İmam-ı Gazzali hazretleri İhya’ü’l-Ulum ’un “Kitabu’l-ilm” bahsinde diyor ki: Fukahanın yekdiğeriyle atışmalarının mücadele etmelerinin sebebi ümeraya hulefaya kurbiyyet peyda ederek paye kapmak mansıb-ı kazaya hücum etmektir. Onun için dikkat edilirse muharebatın en şiddetlisi Hanefiyye ile Şafiiyye arasında olduğu görülür. Çünkü rütbe mansıb bu ikisinin arasında mahsur idi. Bununla beraber fukahanın hepsine karşı hakīkati sükut her asırda şübhesiz hakkı i’la batılı mahv etmek için çalışanlar da eksik değildi. Lakin ne çare ki ümmetin üzerine çöken cehalet kendilerine batılı tesvil ve tezyin ediyor onlar da haktan teami ederek onu görmüyorlardı. Bakınız! Size bir şey hikaye edeyim: Ma’lumdur ki çok zamanlardan beri Mısır’da mahiyye olarak el-Menar isminde bir mecelle-i İslamiyye zira hakaık-ı İslamiyyeye aid pek mühim neşriyatta bulunuyordu. Hatta bir nüshasında mühim bir makaleye tesadüf ettim. Haniya bazı kimseler görüyoruz: Yollarda sokaklarda gezerler de bazı kere kendi kafasını kesiyor kestikten sonra da hala ölmeyip vücuddan ayrılan o kafa kendi kendine söz söyler sonra kafayı tekrar vücuduna iade ederek yine eskisi gibi gösterir; bazen ağzının içine göğsüne karnına gözümüzün önünde hançer sapladığı halde bir damla kan bile çıkmaz değil mi? Sonra bir takım cinci hocalar bazı hastaların şifa-yab olması için afsun yaparlar kendi zu’mlarınca şeytanlara cinlere ruhaniyyuna yemin verirler; sari’a meylettirmek için bir takım şeyler okurlar nüshalar vefkler tılsımlar yaparlar. İşte el-Menar mecellesi bunların hepsini sihir nev’inden haram şeyler olduğunu zikrederek bu babda Fakīh İbni Hacer El-Heytemi’den şöyle bir fetva da naklediyordu: “Ruhaniyyat ile hademe-i müluk-i cann ile iştigal etmek sahih olan kavle göre sihirdir. “Hakim-i Ubeydi” – la’netullahi aleyh–’yi yoldan sapıtarak uluhiyyet iddia ettiren şey de ruhaniyyat ile okumak yazmak afsun yapmak birçok şeyler vardır ki onların hepsi sihirdir. Mütalaa etmiş olduğum el-Menar mecelle-i İslamiyyesi bu babda pek ziyade ma’lumat veriyordu. İsterim ki o nüshayı behemehal bulup bu mesailin hakīkatine muttali’ olasın! Mukallid: – Birader; sen ne söylüyorsun! el-Menar dediğin ceride muzır bir ceridedir; o daima ulemayı zemmediyor onlara hiç ehemmiyet vermiyor; kezalik evliyayı da mek istemem; Allah’a hamd ve şükür olsun ki şimdiye kadar bir defa olsun o cerideyi ne elime aldım ne de gördüm. Muhakkik: – Sübhanallah! Azizim sen görmediğin bir şeyin fenalığına nasıl hükmediyorsun? Halbuki sen ulemayı “din”den bulunuyorsun. Sen bilmiyor musun ki Cenab-ı Hak insanları gıybet eden onların arasında nemmamcılık koğuculuk ile gezen feseka-i fecerenin söyledikleri şeyi tahkīk etmeksizin inanmak caiz olmadığını bu gibi haberlerde tevakkuf lazım geldiğini Kur’an ’da haber veriyor: Ben zannederim ki el-Menar ceridesi gibi ulemanın kadrini i’la edecek bir ceride daha bulunmaz; çünkü bu ceride ümmetin zimam-ı idaresini ulemanın eline bırakıyor; ümmetin emr-i ıslahını ta’lim ve terbiyesini ıslah ederek İslamiyet’i mecd-i sabıkına irca’ etmeyi onlara havale ediyor. Onun zemmettiği ulema kendilerinin bu ıslahata ehil olmadıklarını söyleyenlerdir. Evliyayı inkar etmesine gelince bu hiçbir vakit doğru olamaz. Zira o evliyayı inkar etmiyor. Belki onların medh u senasında mübalağa ederek gulüvv derecesine varmaktan onların Allah ile beraber olduğunu iddia ederek Allah’tan başkasından istenilmesi caiz olmayan şeyleri onlardan istemekten nehyediyor. Eğer mevzu’dan çıkmak korkusu olmasaydı el-Menar mecellesinin bu husustaki bazı fıkralarını sana okurdum. Mukallid: – Ben işitiyordum ki: “Cifr” Seyyidüna Ali kerremallahu vechehu hazretlerinden alınmış; şu halde ilm-i cifrin vazıı Hazret-i Ali’dir. Halbuki Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin bir cifr nisbet ediyorlar. Hem de diyorlar ki: Hazret-i Muhyiddin’e nisbet edilen cifr kitabı kıyamete kadar tahaddüs edecek olan vekayi’-i azimenin hepsini muhtevi imiş! Muhakkik: – Evet insanlar içinden bazı kimseler de – mesela Cürcani gibi– var ki senin söylediğin gibi zu’m ediyorlar. celildir; evvelkisini Hazret-i Ali ra Kufe’de minber üstünde hutbe okurken zikretti; ikincisini de Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz Ali’ye ra gizlice olarak söyleyip tedvin edilmesiyle emretti. Bunun üzerine Ali ra onu huruf-ı müteferrika ile yazdı ve bilahare bu kitap beyne’n-nas iştihar eyledi; çünkü evvelin ü ahırin için cereyan etmiş ve edecek olan vekayi’-ı mühimme bu kitapta bulunuyordu.” Ben de diyorum: Bunlar öyle zu’m ediyorlardı ki: Cifr demek sarahaten yahud rumuz tarikıyla mugayyebattan haber vermek demektir; vakta ki bu adamlar cifri ilim sırasına koymaya kalkıştılar bu ilmi mertebe i’tibariyle ruhaniyyattan sonra bulunan ilm-i huruf ve ilm-i adedin içine kattılar. Maahaza vaz’ ve teksirinde ihtilafa düşerek kimi teksir-i sagīr fasidinde bulundular. Bazıları da kendisiyle “vefk”ler vaz’ olunan teksir-i mutavassıt ile diğer bir kısmı da terkib-i harfi yahud terkib-i adedi tarikıyla vaz’ ettiler. Bazıları da cifr ile müneccimliği karıştırarak “melahim” ve “hidsan”da yazılanların hepsine “cifr” namı verdiler. Bu güruhtan bir kısım halk da cifrin ancak keşf-i istikbal Şeyh Muhyiddin ibni Arabi’nin kendine mensub olan cifrinde yazdığını fakat insanlar gaybe muttali’ olarak kendi şuunlarını ifsad etmesinler diye yalnız hal-i ibhamda bırakıp ne olduğunu bildirmeyerek vaz’ ettiğini i’tikad ediyorlar. Hakīkaten Şecere-i Nu’maniyye ’yi ben de gördüm; içi rumuz ile dopdolu; hiçbir şey anlaşılmıyor. Velhasıl bunların hepsi asılsız şeylerdir; zira şu cifr denilen şeye mahsus ma’rifet-i gayb hususunda kendisine müracaat olunacak ilme müstenid bir asıl isbat olunmamıştır. Eğer buna mahsus ilmi bir asıl olsa idi elbette terakkī eder de herkes için ilm-i cifri tahsil etmek müyesser olurdu. Ne hacet! Zaten Cenab-ı Hak hiçbir kimseye gaybden haber vermek gibi bir ilim bahşetmemiştir Yalnız bazı enbiya-yı kiramın ahval-i ahirete melaikeye cinne dair verdikleri haberler vardır ki bunlar vahy ile sabit oldukları cihetle yalnız bunları suret-i kat’iyyede tasdik ve iman ederiz. Evet şurasını da inkar etmem ki: Bazen ilham suretiyle vukū’ bulacağını haber veriyorlar da bilahare söyledikleri gibi zuhur ediyor. Lakin bu pek nadir ve cüz’iyyata mahsustur. !... ayet-i kerimesi bu babda en kuvvetli bir delildir. Mukallid: – Mukaddime-i İbni Haldun’da gördüm ki: İbni Haldun; Şeyhü’l-ekber İbni Arabi Hatemi’ye mensub olup niyye vücuddan ayrılmış kafalar garib garib temasil-i hayvaniyye olan bir melhameye vakıf olmuş. Sonra da İbni Haldun bu melhameyi inkar ederek şöyle diyor: “Ağleb-i sahih değildir; çünkü bu ilme müstenid bir asıldan neş’et etmemiştir.” Bana kalırsa –madem ki bu kitapta suret temasil gibi şeyler bulunuyormuş– İbni Haldun böyle diyeceğine doğrudan doğruya bunun Şeyhü’l-Ekber’e nisbetini inkar etmeli bir zatı ondan tebrie edip kurtarmak lazımdır. Muhakkik: – Muhyiddin ibni Arabi ile İbni Haldun’un haram olduğunu i’tikad ettikleri suretler –enbiya evliyanın suretleri gibi– din ile alakadar olanlardır; çünkü bunlar çok defalar ta’zim-i dini ile ta’zim olunarak gitgide ibadat olunmak maksadıyla “vesen büt” ittihaz olunur; halbuki Cenab-ı Hak kendisinden başkasına ibadet etmekten nehyetmiştir. Binaenaleyh tasvir hakkında varid olan nehy; bina ve ziyaret-i kubur; kezalik kabirlerin üzerine bilhassa enbiya ve sulehanın kabirlerine mescid yapmak hususunda varid olan nehy gibidir bunların da din ile alakası olduğu cihetle yapan kimselere Peygamber la’net etmiştir. “Din” ile alakası bulunmayıp mazınna-i ta’zim olmayan suretlere gelince: Bunlar illet-i nehyde dahil değildir. Sahih-i Buhari ve sair kütüb-i ehadisde hadis-i “kıram”ı okumadın mı? Eğer okumamış isen ben sana hikaye edeyim de dinle! Birgün cenab-ı Peygamber Hazret-i Aişe’nin yanına gelmişti; bir de baktı ki Hazret-i Aişe’nin yanında resimli bir perde bulunuyordu; hem de Ka’be’de ibadet olunan suretler gibi dikili olarak bulunuyor. Cenab-ı Peygamber bunu yırtıp atmasıyla emretti. Bilahare Hazret-i Aişe bunu yastık yapmıştı. Bunun üzerine sıfat-ı ta’zim zail olduğundan suretler bakī olduğu halde yine cenab-ı Peygamber onun üstüne dayanıyordu da hiçbir şey söylemiyordu. Mukallid: – Bu kelam-ı fukahaya muhalif bir ta’lildir ki Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin ibni Arabi hazretleri bunu söylemekten pek mütealidir. Muhakkik: – Sen bilmiyor musun? ki: Şeyhü’l-Ekber ... ne fukahaya ne de başka bir kimseye taklid etmiyor! Sen onun Fütuhat ’ını hiç mütalaa etmedin mi? Muhyiddin Fütuhat ’ının baş tarafında gerek Mu’tezili gerek Sünni ve gerek mezahib-i saireden hiçbirisiyle mukayyed olmadığını tasrih ettiği gibi Mu’tezililerin her söyledikleri batıl olmadığını da tasrih ediyor; hatta bazı kimselerin kendisini “İbni Hazm-ı” Zahiri’nin mezhebine nisbet ettiklerini haber alınca bunu inkar zımnında şu beyti inşad eylemişti: Mukallid: – İlm-i cifr vasıtasıyla haber verilen şeylerin pek çokları sahih olarak çıkmıştır; mesela: Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin hazretlerinin Şecere-i Nu’maniyye ’sinde “ = Sin Şın’a girdiği zaman Muhyiddin’in kabri meydana çıkar.” diye söylemiş olduğu şeyin sıhhati de bilahare anlaşılmıştır. Çünkü Sultan Selim hazretleri Şam’a girdiği zaman Muhyiddin-i Arabi’nin kabrini meydana çıkarıp onu güzel bir surette yaptırarak ona mahsus vakıflar koymuştur. Binaenaleyh ortada bu kadar şey var iken ilm-i cifri inkar etmek nasıl doğru olabilir? ve sen ne cesaretle inkar ediyorsun? MÜSLÜMANLARIN BAYRAĞI Semanın ıssız genişliklerinde onu hayretle seyrediyordum: Boşluğun bucağında nurdan yapılmış hançer gibi parıldıyordu. Yıldızlar ona beyaz ışıklarıyla hürmetli selamlar gönderiyor; denizler ağaçlar dağlar ... önünde sessiz sessiz düşünüyorlardı. Yurdumuzun cennet gibi yeşil ovalarında kuşlar sevinçlerle ötüşmekte idi. Göğün bu nazlı gelinini hayran hayran seyre dalmıştım. Pek mahzun duruyor idi. Onu öpmek kucaklamak hürmetlerimle muhabbetlerimle kucaklamak istiyor idim... Şanlı duruşu ruhumu okşar; benim derd ortağımdır; hüzünlerimi kederlerimi yüzüne bakmakla unuturdum; ışıklarıyla bizi aydınlatan çiçeklerimizi bayraklarımızı gümüşleyen duygularımızı süsleyen odur... Ben böyle düşünürken birden bire göğün her bucağından küme küme siyah bulutlar peyda olmuştu; yıldızlar birer birer söndü ortalık yavaş yavaş kararmaya başladı; siyah bulutlar semanın bu güzel gelinini karanlığın mezarına gömmüşidi!.. Artık kuşlar ötmüyordu yeşil ovalar zümürrüd ağaçlar saman gibi sararmış nazik veremli tazeler gibi solmuşidi. Şimdi onun mateminden şimşekler sönmüş gök homurdanarak ağlıyor hiddetinden dalgalar coşuyor ruzgarlar zun.. Her taraf ağlıyor.. Ben de ağlıyordum.. Ah!.. O zamandan beri seneler geçti. Bulutların sıyırılmasını sevgili ayın elmas yüzünü tekrar görmeyi daha yüce göklere yükselmesini görmeyi istiyor ve bunu bekliyorum.............................. Ey Hilal!.. Ey müslümanların kimsesiz kalmış ulu bayrağı!.. bulutları yırt!.. Göklere çık! Yıldızlara kadar yüksel!.. Senin üç yüz elli milyon evladın var!... MÜSLÜMANLIK MANI’-I TEFRIKADIR Yukarıki hadise Ensar beyninde zuhur etmişti ki kanlı mazilerinin tezkarı muvakkat bir tefrikayı mucib olmuştu. Hengame-i ati ise Muhacirin ile Ensar arasında vukūa geldi ki bunların mazi-i Cahiliyyette bir vazgeçdisi olmamakla beraber hal-i İslam’da uhuvvet-i diniyyeleri vardı: Hicretin beşinci senesi Şa’ban’ında Huza’a kabilesinin Beni El-Mustalik şu’besi üzerine yürünülmüş muzaffer ve muğtenim olarak dönülmüştü. Birçok umur-ı acibenin an-ı zuhuru olması i’tibariyle Gazvetü’l-E’acib denilen ve Beni El-Mustalik’ın soyuna nisbet edilerek Gazvetü’l-Müreysi’ namı verilen bu muharebenin galibiyyetini müteakıb mücahidin-i İslamdan bazıları çalışıyordu. Hazret-i Ömer’in hadimi olan Cehcah-ı Gıfari bu sırada su getirmek için kuyu başına gitmiş orada Sinan bin Ferve namında biriyle asılsız bir gavga çıkarmıştı. – Ben evvel çekeceğim! gibi ehemmiyetsiz bir şeyden neş’et edin bu gavga ağız dalaşıyla bitip kapanmadı. Cehcah hiddetlenip Sinan’ın yüzüne bir tokat indirdi ve burnundan kan boşanmasına sebeb oldu. Sinan’ın Resulullah efendimize arz-ı şikayetle ihkak-ı hak ettirmesi lazım gelirken duçar olduğu haksızlığa yine haksızlıkla mukabele etti ve: – Ya li’l-Hazrec ya ma’şera’l-Ensar! diye bağırdı. Hazreciler’in koşup geldiğini gören Cehcah da: – Ya li-Kinane ya li-Kureyş ya ma’şera’l-Muhacirin! feryadını edince Muhacirin’den bazıları da oraya şitab etti. Bir an oldu ki vahdet-i İslamiyye unutuldu. Ensarlık Muhacirlik; Hazrecilik Kureyşilik; Kahtanilik Adnanilik hamiyyet-i cahiliyyesi meydan aldı. Bu mühlik duman gözleri bürüyünce saflar dizilip silahlar çekildi. Tamam çarpışılacağı esnada fecr-i sadık-ı hüda aleyhi efdalü’s-salavat ve ekmelü’t-tahiyyat efendimiz nur-ı seher gibi tulu’ ederek ortadaki zulmet-i dalali izale eyledi ve: – Yine mi da’va-yı cahiliyyet? tevbihinde bulundu. – Muhacirin’den biri bir Ensari’yi döğmüş o da ya li’l-Hazrec! diye haykırmış. dediler. Cenab-ı Resulullah: – Bırakın şu murdar kelimeyi! dedikten sonra tehdid-i şedidiyle bu da’vet ve gayrette bulunanların cehennemi dolduranlardan olacağını beyan buyurdu. Ashabdan bazılarının: – Ya Resulallah! O adam müslümansa namaz kılıp oruç tutuyorsa?... sualine de: – Müslümansa da namaz kılıp oruç tutuyorsa da. cevabını verdi. Sinan bin Ferve de hakkını bağışladığı cihetle fitne kapanıp naire-i harb basıldı. Fakat ayrıca bir münasebetsizlik şüyu’ ve kalb-i Nebevi’nin inkisarını badi oldu. Şöyle ki: Sinan bin Ferve Amr bin Amr’ın yahud Abdullah bin Übey bin Selul’ün veyahud her ikisinin birden hizmetinde bulunuyordu. Abdullah bin Übeyy eşraf-ı Medine’den olup münafıkların riyasetine geçmiş müteazzım bir herif olduğu için hizmetkarının bir muhacir tarafından dayak yemesini bir türlü hazm edemedi. Bastırılan fitneyi yeniden uyandırıp müslümanlardan maya kalkıştı. Yanında bulunan hem-meşreblerine: – Bugünkü kadar zillete uğradığımızı görmemiştim. Şu bir avuç Muhacirler memleketimizde sıkıntı olduklarını unutup bizi tahkīr u tezlil ettiler. Tevekkeli “Köpeğini besle seni yesin” ve “Köpeğini bırak arkandan gelsin” dememişler. Siz bu mesellere ittiba’ eylemediniz. Onları beldenize aldınız malınızı paylaştınız hatırları için muharebelere gidip çocuklarınızı yetim bıraktınız. Nihayet siz azaldınız onlar çoğaldı. Bari şimden sonra onları infak ve iane etmeyiniz ki Muhammed’in başından dağılsınlar. Bir de Medine’ye gider gitmez; aziz olanlar zelil bulunanları tutup dışarı atsın! hezeyanında bulunmaya başladı. Habis herif “Aziz olanlar”la nefsini “Zelil bulunanlar”la haşa zat-ı akdes-i Risaleti kasdediyor ve bunu tarafdarlarına söyleyip duruyordu. Şübban-ı sahabeden Zeyd ibni Erkam hazretleri işittiği bu tahkīr-amiz sözlere tahammül edemedi. İbni Übeyy’in boğazına sarılmak ağzını yırtmak istedi. Lakin herif kavmi arasında mu’teber bulunduğu cihetle bir şey yapamadığı O esnada Peygamberimiz Hazret-i Ömer’le bir ağaç altında oturuyordu. Cenab-ı Faruk bu edebsizliği işitince: – Ya Resulallah! İzin ver şu herifin boynunu vurayım. dedi. Nebiyy-i Hakim efendimiz: – Nasıl olur ya Ömer? Sonra herkes “Muhammed ashabını öldürüyor.” demeye başlar. buyurdu. Hazret-i Ömer: – Ya Nebiyyallah! Şayet onu Muhacirin’den birinin öldürmesini kerih görüyorsan bir Ensari’ye emir buyur kafasını kessin teklifinde bulundu. Cenab-ı Peygamber buna da müsaade etmedi. Parlamaya şiddetli sıcağında ordunun hareketine emir verdi ve kemal-i sür’atle yola çıkıp ertesi sabaha kadar devesini sürdü. hükmünü temsil eder gibi– mü’min-i muhlis bir oğlu vardı. “Habbab” ismindeki bu genç babasının hezeyanatı inkisar-ı Peygamberi’yi mucib olduğunu sabahleyin konak yerinde öğrenince huzur-ı Nebevi’ye geldi ve: – Ya Resulallah! Babamın ettiği küstahlıktan dolayı onu öldürtmek istediğini işittim. Öyle bir niyetin varsa bana emret. Yerinden kalkmazdan evvel başını kesip nezdine getireyim. Yalnız bu işe başkasını me’mur etme ki gayret-i bünüvvetle ihtimal ki ben de pederimin katilini öldürür ve cehenneme girmeye müstahık olurum dedi. Resululllah e fendimiz ise: – Ne öyle bir niyetim var ne de bunun için kimseye emir verdim. Pederin aramızda bulundukça bizden rıfk u ikram görecektir cevabını vermekle beraber babasına hüsn-i muamelede bulunmasını Habbab’a tavsiye eyledi. Habbab nezd-i Risaletten çekildi lakin Medine kurbündeki Vadi’l-Akīk mevkiine gelince ilerleyip önde bulunan babasının devesini tuttu ve: – Allah hakkı için Peygamber izin vermedikçe Medine’ye giremeyeceksin sonra da Resulullah’ın eazz olup kendinin ezell bulunduğunu i’tiraf etmedikçe elimden kurtulamayacaksın. dedi. nun yüzündeki ciddiyyeti görünce: – demeye mecbur oldu. Habbab’ın hareketi duasıyla taraf-ı Peygamberi’den takdir buyuruldu. * * * Ber-vech-i bala nakleylediğim vekayiin dikkatle mütalaası gerek ihtiras ve menfaat sevkiyle gerek asabiyyet ve milliyyet gayretiyle beyne’l-İslam tefrikayı mucib olacak her türlü hissiyyat ve harekattan müslümanların sakınmaları lazım geldiğini bize oldukça öğretecek yahud unutmuşsak hatırımıza getirecek kadar te’sir gösterecektir sanırım. Binaenaleyh dur u dıraz mütalaat ile makalemi bir kat daha uzatıp baş ağrıtmaktansa “Vekayi’-i mesrudeyi nazar-ı dikkate ve tenbihat-ı Peygamberi’yi guş-i intibaha alalım da şu sırada olsun fırka ve kavmiyyet tefrikalarına düşmekten sakınalım.” diyerek sözü kesmeyi münasib buluyorum. Yalnız şunu söylemeden susamayacağım ki ben şimdi siyasi hiçbir fırka ve cem’iyete müntesib olmadığım gibi atiyen de olmak emelinde bulunmadığımdan yazdığım şu satırlar bir cem’iyetin lehinde yahud bir fırkanın aleyhinde yazılmış zannedilmesin. Ancak felaket-i hazıra dolayısıyla kırılmış bir kalbin yaralanmış bir ruhun umk-ı teessüründen fırlamış nevahat-ı ızdırab telakkī olunsun. Nik-hah-ı vatanı her kim olursa ya Rab! Avn ü tevfik-ı mededkarına mazhar eyle. Nef’-i şahsisine gayret eden alçak var ise Onu da kahr-ı nekalinle müdemmer eyle. Haftalık risalelerden birinde neşrolunan bir makalede mesleğimize tealluk eden şu: “Müfessirin-i izam ve fukaha-yı kiramın kisve-i ilmiyyelerini telebbüs ederek şurada burada tohm-ı cehalet saçan...” Fıkrasının bizde uyandırdığı bazı mütalaatı enzar-ı umumiyyeye arz etmek istiyoruz. Makalenin muharriri ile beraber hepimizin şikayet ettiğimiz cehalet-i umumiyyenin mesleğimizdeki esbabına irca’-ı nazar edilince görülür ki bizde meslek-i tedrisin te’sis edildiği vakitler Arablarda Acemlerde ulema’-i muhakkıkīn ve inhıtata tesadüf etmiş ve bunun netayic-i tabiiyyesinden olarak vücuda gelen mahdudiyet-i ilmiyye tahsilde intizamsızlık her fenne hevesle beraber taklide kanaat gibi bir takım avamil-i tedenni esasa sokularak asar-ı muharribesi mesleğin dereceye kadar mestur kalabilmiş fakat zamanlar geçtikçe pek bariz surette alaimini gösteren bu hal-i gayr-i asli nesilden nesile intikal ettikçe asalet kesb ederek adet hükmünü almıştır. Bu i’tiyad saikasıyladır ki son asırların bize pek elim suretlerde kendini ihsas ve iktiza ettiren ihtiyacat-ı mübreme ve teceddüdat-ı mühimmesinden ilmiye zümresi hala haberdar olmak istemiyor gibi duruyor ve hayat-ı hazıranın şeraitını istikmal ile bulundukları meslek-i celile şayan bir kıyamet gibi bir felaket addediyor. Meslek ve milletin hayatına suikasd demek olan bu hal mültezimlerinin en şiddetli surette mes’uliyetini ve muharririn hükmünce i’dama mahkumiyetini mucib ise de bir sınıfın tekmil efradını bu halde zannetmek büyük bir haksızlık veya vukūfsuzluk demek olacağından bu zandan ebna-yı cinsimizi esirgeriz. “ = İnsanlar pederlerinden ziyade zamanlarına benzerler” kelam-ı hakimanesi fehvasınca mütevaliyyesi altında ahlak ve etvarda eslafına benzerlerse de zaman dediğimiz bir takım te’sirat-ı mütehavvileye de ma’ruz bulunduklarından bi’z-zarure ahlafta başka asar başka isti’dadlar nümayan olur. olan bütün erbab-ı hamiyyetle beraber i’tiraf ve işhad ediyoruz ki: Bugün yaşamak için lazım olan ma’lumatı her sınıf gibi biz de bilmiyoruz dünyada beka bulmak için ancak ulum ve fünun sanayi’ ticaret ziraat siyaset askerlik gibi birçok eşkalde varlık göstermekle mümkün olduğu halde biz hissemize düşen mevcudiyet-i ilmiyyeyi gösteremiyoruz; fakat o ma’lumatı istihsal ederek bu mevcudiyeti göstermeyi geri kalmaksızın hepimiz istiyoruz. Ikrar ediyoruz ki: Okuyup okuttuğumuz ilimler her nedense kendilerine verilen emeklerle mütenasib semereler vermediği cihetle milletin şu buhranlı zamanlarda mühim hizmetlerde bulunamıyoruz; fakat şuna da işhad ediyoruz ki: Bu halden müteellim ve mahcub olmakla beraber mesaimizin müsmir bir tarza ifrağ edilmesine de sed çekmiyoruz. Evet i’tiraf ediyoruz ki: Ta’kībine mecbur tutulduğumuz kurun-ı vüsta mahsulü usullerle hiçbir vakit müfessirin-i ızam fukaha-yı kiram ve sair ulema-yı a’lamın derecelerine yetişemeyeceğiz; fakat şuraya da işhad ediyoruz ki: Kendimizin de memnun olmadığmız bu haller sa’yimizin noksanından isti’dadımızın fıkdanından neş’et etmeyip her türlü salahiyetin fikr-i teceddüd ve ruh-ı teşebbüsten azade uhdelere tefviz edilmesi yüzünden ellerimiz bağlanarak beslediğimiz amal-i terakkī ve ıslahın her vakit akamete duçar edilmesinden ileri gelmektedir. İ’tiraf ederiz ki: Medreselerden yetişenler ne lisana ne ulum-ı İslamiyyeye ne de sair fünuna layıkıyla vakıf olamıyorlar; fakat şu hususa da işhad ederiz ki: Şimdiki program mucebince biraz sarf ve nahiv okumakla lisan öğrenmek biraz metin ve şerh görmekle ali derecede ulum-ı İslam tahsil etmek senede yedi ay ve haftada birer gün okunmak üzere ulum-ı riyaziyye ve tabiiyye ve saireye velev mebadi derecesinde vukūf peyda etmek sonra da bunların hepsini on on iki seneye sığıştırmak dünyanın hiçbir tarafında müterakkī akvamın hiçbirinde görülmedik gülünç işlerdendir. İ’tiraf ediyoruz ki: Şu biçare millet bu zaruretiyle beraber yalnız İstanbul medreselerinde fünun-ı hazıra tahsili için ayda . guruş vermekten çekinmiyor; fakat bu paralarla milletin arzusu vechile talebe-i uluma en müstahsen tarzda ta’lim-i fünun mümkün iken va esefa ki çaresi bulunamayıp talebe tahsilinden millet arzusundan mahrum bırakılıyor. İ’tiraf edelim ki: Millet bizden şu devr-i hürriyyette pek çok fedakarlıklar yararlıklar beklerdi; lakin şurasına işhad edelim ki: Biz düştüğümüz girdab-ı akametten şu kurun-ı vüsta programını ta’kībden bir kere kurtarılalım o vakit milletin kalbinin en derin köşelerinde ne kadar arzu-yı dindarane ne kadar amal-i terakkī-perverane var ise hepsinin istihsaline kudret-i Samedaniyye’nin bize bahşettiği kuvvetin müsaid olduğu hududun son derecesine kadar çalışırız. Muharrir efendi şuralarını da kendilerine ihtar etmekliğimize müsaade buyursunlar ki her milletin rical-i diyaneti askerleri alimleri hakimleri gibi o milletin hisabına yaşarlar ve o millete bar-ı giran gelmezler çünkü mevcudiyetleri o milletin vahdet ve mevcudiyetine vakfedilmiştir; ve hiçbir hoca askerliği kendilerinin telakkī ettiği gibi i’dama mahkum olmuş kimselerin siyasetgahı addetmez; belki askerlik hocalar nazarında idame-i mevcudiyyet için harici tecavüze karşı mukavemet ibraz etmek ve beşeriyeti isti’dadında merkuz olan tekemmülat-ı ruhaniyyeye mazhar eylemek için i’la-yı kelimetullah uğurunda feda-yı nefs etmektir. Asker nedir? Din ü devlet mülk ü millet yolunda hem kanını hem canını feda eden bir insan! BIR KATOLIĞIN TECAVÜZ-I BI-EDEBANESI Fransa’da ikmal-i tahsil etmekte bulunan Osmanlı talebesinden Ahmed Servet Bey Tasvir-i Efkar gazetesine bir mektup gönderiyor; bu mektupta Şubat de Fransa’nın “Klermon - Ferran” Clermont-Ferrand Darülfünunu’nda Edebiyyat Şu’besi Müdiri “Deduyis du dejer = Desseusise du deger”in Balkanlar harbine dair verdiği bir konferansta Türkler ve İslamlar aleyhindeki tecavüzat-ı bi-edebanesinden şu fıkraları naklediyor: “Hayret edelim takdir edelim. İnsaniyet şimdiye kadar bu derece ulvi mukaddes şanlı ve milli bir harb; Hıristiyanlık alem-i medeniyyeti! bu kadar ilahi fedakar ve muazzez bir Ehl-i Salib harbi görmedi. Salib’in Hilal’i bu kadar şanlı bir muvaffakıyetle ezip çiğnediğini henüz beşeriyet seyretmemişti!... Medeni Avrupa’nın bilhassa medeni Fransa’nın vazifesi; –Türkler galib gelseler de mağlub olsalar da– Balkan düvel-i müttefikası ile tevhid-i mesai etmek onlarla beraber Türkler üzerine yürümek bu Asyai vahşi katilleri Avrupa’dan koğup def’ eylemek idi. Avrupa diplomasisi son zamanda bu vazifesini takdir etti fakat medeni Avrupa’da yaşayan bazı barbarların Hatib bu cümle ile Almanları murad ediyor. mümanaatıyla İstanbul’daki müdahalesini fi’li bir surette neticeledirmedi pek yumuşak ve beceriksiz davrandı!.. Yunanlılar –Selanik’e Balkanlardaki son Genç Türk mezalimine menba’ olan bu şehre kadar kemal-i şan ve şerefle Türkleri eze eze! yürüdüler. Şimdi orada Salib temevvüc ediyor. Bulgarlar “Edirne”; Avrupa kıt’asında Türklüğün ve İslamlığın son enkazı olan bu şehir önünde harika! lar gösteriyorlar.. Eski Türk; echel tenbel miskin pis şehvet-perest ve hırsızdır. Genç Türk ise echel tenbel miskin kibirli hırsız şehvet-perest ve fazla olarak sarhoştur. Türk; Asyai fıtratıyla vahşi ve katildir. Türk; edyan-ı mevcudenin en aşağılık en adi bir şekli olan din-i İslam ile mütedeyyindir. Türkün birçok karısı vardır. Türk karıyı köpek gibi kullanır Türkte aile fikri aile hissi yoktur. Türk; evvela Türk ve sonra İslam olması i’tibariyle; memleketini idare etmek medeniyetin en aşağı mertebesine yetişmek insan olmak kabiliyet ve isti’dadından kat’iyyen mahrumdur. Türk; düşünebileceğiniz bütün fenalıkları cami’dir. Bulgarların Sırpların Yunanlıların ve Karadağlıların muharebe esnasında yaptıkları iddia edilen mezalim doğru ve haklıdır. Onlar asırlarca boyunduruğu altında inledikleri Türklere.. çocuklarını kardeşlerini hemşirelerini kesen Asya vahşilerine.. Niş’te Sırp kellesinden müdhiş bir kale vücuda getiren katillere eski zulüm vahşetlerini iade etmekten başka bir şey yapmıyorlar!” * * * Bu mektubun intişarı matbuat-ı Osmaniyyede fevkalade galeyanı mucib oldu. Gazetelerde müteaddid makaleler yazıldı herkes birçok sözler söyledi. Fakat bu derece edebden mahrum bir herife karşı sözle mukabelede bulunmayı ma’nasız ve küçüklük addeden Abdürreşid İbrahim Efendi hazretleri Tasvir-i Efkar ’a şu kısa mektubu gönderdi ve ber-vech-i ati teklifatta bulundu: Fransa’nın resmi bir me’muru Klermon – Ferran Darülfünunu Edebiyat Şu’besi Müdiri Deduyis du dejer resmi bir mevki’de Türklük ve Müslümanlık aleyhinde ağıza alınmayacak derecede bazı tefevvühat-ı bi-edebanede bulunduğunu muhterem Tasvir-i Efkar ’a gönderilen bir mektupta okudum. Herkes gibi bittab’ ben de müteessir oldum. Fakat öyle sarhoş bir Fransız külhanbeyine karşı sözle cevab verilişini küçüklük buldum. Eğer biz adam isek yani hayvan değil isek o resmi bir me’murun resmi bir mevki’deki tecavüzüne karşı: Evvela – Fransa’daki talebelerimiz Fransa’yı hemen terk ederler; Saniyen – Umum memalik-i Osmaniyye ve İslamiyye mekteplerinden Fransızca dersleri kaldırılır. Yerine İngiliz veya Alman lisanları gibi milleti daha ziyade metanet-i fikriyye ve necabet-i hılkıyyeye alıştıracak lisanlar ikame olunur. Salisen – Ceraid-i münteşire gibi memleketimizin en hücra noktalarına kadar sokularak uruk-ı hayatımızı emen Fransız mekteplerindeki talebelerimiz hemen alınır ve fimaba’d hiçbir Türk ve İslam bir Fransız mektebine gönderilmez; Rabian – Fransızca bilen hiçbir Türk ve İslam ba’dema Fransızca konuşmamayı ahdeder; Hamisen – Ba’dema gazetelerimiz Deduyis gibi külhanbeylerin ecdadı olan Napolyonların veya bilmem kimlerin meziyyatından bilmem nesinden bahsetmekten sıkılır. bir millet eğer yaşamak azminde hakarete müstehık olmamak fikrinde ise medeni milletlerin en aşağı tabakasında bulunduğu farz edilen Çinlilerden olsun ders-i ibret alır. Dört sene mukaddem Tokyo’da iken şahidi olduğum bir vak’ayı burada hamiyet dersi olmak üzere Türk ve İslamların uyuşmuş kafalarına çarpıyorum: Birgün Tokyo gazetelerinden Yamata ceridesi Formoz adası mes’elesi münasebetiyle Çinliler hakkında tahkīr-amiz bir ibare kullanmışidi. Ertesi gün Tokyo darülfünunlarında mevcud olan on bin Çin talebesi protesto olmak üzere bir günün içinde kamilen şimendüferlere dolarak Nagazaki tarikıyla Çin’e müteveccihen hareket ettiler. Şimendüfer hareket ederken binlerce Çinlilerin ağzından çıkan “Yaşasın Çin Kahrolsun Japonya” sada-yı gulguledarı Mikado cenablarının sarayını bile titretmişti. İşin vahametini hisseden Japonya Hükumeti gazeteyi mahkemeye tevdi’ etmiş der-akab Çinli talebeye resmen tarziye vermiş Nagazaki’ye toplanan talebenin bilcümle masarifini deruhde ederek hepsini muazzezen tekrar Tokyo’ya getirmişti. gösterirler. Yoksa sözle değil. * * * Bunun üzerine Osmanlı darülfünun talebeleri konferans salonunda bir ictima’ akdederek müteaddid nutuklar irad eylediler; neticede “gerek hatibin izzet-i nefsimizi tahkīr eden beyanatından gerekse Fransız efkar-ı umumiyyesinin son zamanlarda Türklüğün ve Müslümanlığın aleyhine müteveccih esefe şayan tecelliyatından dolayı fima-ba’d bil umum mekatib-i resmiyyemizde tedris edilen Fransızca’nın ref’ u ilgası ve Fransa’nın merkez ve vilayatında tahsilde bulunan talebe-i Osmaniyyenin oradan başka diyara nakledilmesi ve resmi mekteplerimizde muallimlik eden Fransızlara yol verilmesi” hususu Osmanlı Maarif Nezareti’nden rica olunduğu gibi “mühim bir ilim müessesesinin müdiri olan böyle cahil ve nezaketsiz bir adamı resmi sahasında el-an muhafaza etmiş olmasından dolayı da Fransa Maarif Nezareti’ne karşı büyük teessüfler beyan edildi. Deduyis du dejere’ye de “nezaket edeb-i Şark hakkında tetebbu’ etmek lüzumu” tavsiye olundu. Fakat acaba bunların hepsi sabun köpüğü gibi Şark’ın kubbe-i la-kaydisinde bir an için yükselip ve sonra ber-vech-i mu’tad sönecek mi? Bunu Maarif Nezareti’nin vereceği karar ve talebenin tutacağı meslek gösterecektir! TOPRAĞIMIZDA ECNEBI MEKTEPLERI Muhterem Sebilürreşad ’ın son nüshaları en gür gazabıyla vatanımızın takdir ve belki de teşhis edilememiş bir cerihasını teşrih ediyordu. det-karanesi ünvanlı makaleyi okuduğum zaman ruhumda uyanan intikam ve nefret duygularını ta’kīb eden şey: Milletdaşlarıma bu müesseselerin elemli sahnelerini göstermek o levhaların üzerinde oynanmış şeytanet rollerini mefsedet-engiz emellerini teşrih ve teşhir etmek fikri oldu. Rüşdi tahsilimi bitirdikten sonra kazamızın feyz alacak başka bir menba’ı bulunmadığından –avare gezmemekliğim larında Hıristiyan arkadaşlarım bulunan sınıfımın tek feslisi bulunduğum zaman kalbimin veridü’l-hayatını kemiren endişe İslamiyet’imin milliyetimin mensi kalması idi. Dört tarafımın Fransa haritasıyla kaplı gözlerimin kulaklarımın Fransız menkabeleriyle dolu olduğu bütün ders vakitlerimde bile zavallı milliyetimi düşünmek için şiddetli bir ihtiyac duyar bu ihtiyacın altında ezilirdim. Teneffüs için dershaneden çıkıp yine girdikçe tekrar edilen “dua”ları esnasında ben yapyalnız sıramın üzerine yaslanır gözlerimin önünde kulaklarımın yanında yapılan “merasim”le hiçbir alakam bulunmadığını kendime ihtar ve telkīn etmeye çalışırdım. Bu mücadeleler benim için bir ihtiyac halini almıştı. Yine birgün muallim “– İbadetler Allah’a mahsus olduğundan mukaddes ve hürmete şayandır; işte bunun için biz dua ederken sen huşu’ ile dinlemeli ve bu huşuunu gösterecek bir tarz almalısın.” diyerek kendi eliyle kollarıma çaprazvari bir vaz’iyet verince kalbime ruhuma hükmeden Artık bu hallere yavaş yavaş isyan ediyordum: Okuduğumuz kurun-ı vüsta tarihinde Peygamberimiz efendimiz hazretlerini yalnız kuru bir Mahome = Mahomes tarzında gördükçe bayağı ruhum sıkılır ve o dersimizi iade ederken Notr Sinyor Mahome = Notre-Signeur Mahomes şeklinde okumaya kadar varırdım. Bu sarih bir hakkım iken her taraftan kopan müstehzi kahkahlar beni ikinci defasında sükuta mecbur ederdi. ğunun İslamiyet ve milliyetini boğacak dar ve karanlık dolambaçlara rehberlik ettikleri halde onlara yabancı kalmak müsaid değil * * * Hiç şübhe yok ki vahim bir felaket geçirmekteyiz. Bir dane değil belki felaketlerin envaını sürüklüyoruz da biz yine bir sayıyoruz. İşte birinci ve hele de göze çarpmayan ve fakat bir gün bu milleti kullanacak ve temsil edecek ma’sum dimağlarda zehirli izler bırakmaya çalışan ve ekseriyetle de muvaffak olan bu ecnebi mektepleri bu ecnebi kumpanyaşeklinde yazılmıştır. ları sürüklemekte olduğumuz felaketlerimizin başında sayılmaya layıktır. Rumeli’de ve daha bilmem nerelerde kanlar dökülüyor; oralarda sefaletler teşhir olunuyor; toprağımıza mukavemet gösteriliyor. Halbuki buralarda en küçük şehirlerimize kazalarımıza kadar kök salmış olan bu ecnebi mekteplerinde dimağlar fikirler hedef i’tibar olunuyor; zehirli mermilerle hayatına son veriliyor; buna karşı ne bir teşekki ne de bir mukavemet hiçbir şey yükselmiyor.. Ah! Milletimizin bu tegafüllerini gördükçe ye’simi uyutmak kabil olamıyor... Madem ki bu lisan ve fikir istilaları dinimizin milliyyetimizin aleyhine kurulmuş birer Salibi tuzaktır; buna karşı koymak bunu bozup yıkmak bu din saliklerine bu milletin her ferdine farzdır. Düşünüyorum ki: Bu lisan ve fikir istilalarının ma’ruz kalan mevcudiyetimizi birgün korumak kaygısında bulunacak olursak şecaatimizin faidesiz kahramanlığımızın abes kalacağını anlayacağız; topumuzu süngülerimizi düşmana karşı değil kendi göğsümüze saplamış olacağız. Dinimiz en celi hikmetiyle bize düşmanlarımızın kullandığı silahlarla –ve hatta fevkaladeliğiyle– mücehhez bulunmamızı emrediyor. Şimdi düşmanlarımız dimağımıza ruhumuza Çelipa’lı maarif ordularıyla hücum etmekte biz de onlara maarif müdafaa ve mukatele etmeliyiz. Böylece ecnebi mekteplerinin karşısında mekatib-i diniyye ve milliyyemizle kaleler kadar rasin Müslüman mektepleri fenni ve sınai her nevi müessesat-ı medeniyye bulundurduğumuz zaman onların ezici te’sirlerinden vatanımızı kurtarmış olacağız. O vakit tabiidir ki bu din ve fikir muharebesinde biz galib gelmiş oluruz. Eğer bizim için Fransız dilini öğrenmek lazımsa onu kendi mekteplerimizde ta’lim etmeliyiz. Veyahud demincek ta’rif ettiğim müslüman mekteplerimizde de din ve milliyet fikri telakkī edildikten sonra ecnebi –misyoner mekteplerine değil– darülfünunlarına devam ve gayretli bir Bazen ancak zarafet modasına kapılarak veyahud yanlış bir düşünüşle mini mini yavrucakların ilk terbiyelerini böyle ecnebi misyoner mekteplerinden bekleyen pederlere tesadüf olunuyor ki az zaman zarfında evladlarını kendilerine tekemmül etmiş bir babanın din ve milliyet hislerine düşman görecek olan bu zavallılar cidden bedbahttırlar. Böyle yanlış bir düşüncenin kurbanı olan pederler mensub olduğu aile ve öyle bir millet hüsranına ağlasın!. DINE KARŞI İHMAL VE TEKASÜLÜMÜZ Tasvir-i Efkar ’ın Romanya muhabir-i mahsusu Ömer Vasfi Bey’in gönderdiği mektuptan: “ ... Köstence’yi terk etmeden evvel bir de Romanya Kralı “Karol” tarafından geçen sene inşasına başlattırılan camii ziyaret etmek istedim. Cami hitam bulmuş. İçinin tezyinatı da cidden dil-firib. Fakat haricen şekl-i mi’marisi Rus üslubundaki kiliseleri andırıyor. Zaten geçen sene yapılırken de buna dikkat etmiştim. Fakat şurası sad-hezar teessüfe şayan ki camiin içinde ferd-i vahid yok. Biz müslümanlar da bir zamanlardan beri namaz ve niyaza karşı bir la-kaydi var ki nereye gidilse hatta memalik-i ecnebiyyede bile bu hazin hal kemal-i teessüfle görülüyor. Acaba dinin kuvve-i ruhaniyyesi ahlak ve ma’neviyat üzerindeki te’siratı her zamandan ziyade takdir edilmekte olduğu bu asırda bize ne oldu ki vezaif-i diniyyemize karşı bu derece mübalatsızlıklar gösteriyoruz? vahide dest be-dest-i vifak u ittifak ettirmekteki kuvve-i müessiresini fezail-i siyasiyye ve ictimaiyyesini hıristiyanlar bile takdir edip gah sitayiş ile gah da havf u endişe ile ber-averde-i lisan ettikleri halde bizim din ve milli[ye]timize karşı bu gafletimiz bu ihmal ve tekasülümüzün hikmeti nedir? İki üç senedir Avrupa’da dolaşıyorum. Nereye gittimse hürriyyet-i efkar kemal-i intişarda bulunduğu cihetle bir hayli na-dinlere tesadüf ettim. Fakat her yerde en mütemeddin olan payitahtlarda bile dine ehemmiyet verenleri dindar olanları ve guya görünenleri daima ekseriyette buldum. Hele hrandişliğin en büyük mekan ve zemini olmakla ma’ruf bulunan Paris’te Pazar günleri halkın fevc fevc kiliselerden çıktığını gördükçe ve bilhassa bu ibadet-perverdeler miyanında birçok temiz giyinmiş mümtaz etvarlı gençler bulunduğunu müşahede ettikçe ne derecelerde hayrette kaldığımı ve aynı zamanda bizim İstanbul’un gafil gençlerinin son senelerdeki ahval-i mahsusalarını göz önüne getirerek ne derin teessüfler duyduğumu ta’rif edemem. Her ne hal ise; sözü uzatıyorum. Fakat bu din mes’elesi benim dört senelik hayat-ı meşrutiyyetimde efkar ve mütalaatıma en ziyade hakim olan tutulan yanlış yollardan dolayı beni en ziyade me’yus eden bir mes’ele olduğu cihetle böyle münasebet düştükçe o babdaki derdlerimi dökmekten müteellimane biraz söylenmekten men’-i nefs edemem...” ---- EVLERINI KENDI ELLERIYLE YIKANLAR ---- Türklük ve Arablık cereyanlarına karşı hakīkī Müslüman Arab kardeşlerimiz ne düşünüyorlar: Bugün Yunan ile Bulgar arasında tarihte misli na-mesbuk bir ittihad görüyoruz. Bugünün bu iki müttehid milleti nefislerine musallat olan heva-yı udvanı ezdiler eski kinleri unutmak eski gayzları gömmek istediler ve yaptılar şimdi bu musafatı te’yid etmek için uğraşıyorlar. Yunan Bulgar ... yalnız mezheb ve akīdede değil ahlak ve adatta da mütehasım bulunagelmiş iki millet. Öyle iken bugün geçmişi unutmak sayesinde meramlarına erdiler; evet onlar her şeyi her şeyi unuttular yalnız bir şeyi önlerine koydular andılar: “Salib”i; o Ortodoksun Katoliğin Protestanın sinesinde dalgalanan hepsini huzurunda eğilten “büyük remz”i! Bul gar Karadağ Sırp kavimlerini birbirlerine düğümledi. Papaslar; kendi başlarına ördükleri bu kördüğümün seyr-i udvanını yalnız –bir hükumet-i medeniyye olmak i’tibariyle– Osmanlı Hükumeti’ne tevcih etmediler onların hedef-i teaddisi; Türkün Kürdün Arnavudun Makedonyalının Rusyalının Arabın Mısırlının Sudanlının Çinlinin Hindlinin ... ilh. ikan-ı müştereki bulunan “Vahdaniyyet”in hamil ü hazini olan bütün Müslüman göğüsleri oldu. Çünkü “Vahdaniyyet” bütün ehl-i İslam’ın bir camia-i kudsiyyesidir; nasıl ki Nasara remz-i ekberin “Salib” etrafında akd-i ittifak u “Balkan İttihadı” İstanbul Hükumet-i medeniyyesine değil doğrudan doğruya Hilafet-i İslamiyyeye ve bu hükumetin dinine salik olanlara karşı tertib edildi. İşte bunun için müttehidler kılınçlarını rastgeldikleri Müslümanın göğsüne sapladılar. Mütemeddinlik da’vasında olanların hukūk-ı harbi kavaid-i mustalahasından olan muharib ve gayr-i muharib tefrik etmediler. Öldürülmek için yalnız müslüman olmak kafi idi. müslüman ister biçare bir kadın habersiz bir çocuk olsun. Müslüman işte o kadar... Çünkü maksad; nizami ve usuli bir harb değil bir ümmetin kahr u meyl ü atıfetine mazhar oldu onlardan gizli açık yardım gördü. Bu ittihad-ı salibiye karşı bir ittihad-ı İslami ile mukabele olunması mantıkın icabatından ve kavanin-i adaletin istihsan edeceği mevaddan idi. Çünkü bundan maksad bir müdafaa-i meşrua olacaktı memleketlerinde emniyetle yaşayan halka taarruz değil. Yunanlılar Bulgarlar eski kinlerini unutmaktan geldikleri halde bazı Suriyeliler –muvakkaten olsun– “Türk-Arab” kelimelerinden vaz geçmek istemediler; daha garibi Türklerden bile bir menşe’i aslı astarı olmayan –olsa olsa her gönlün istediğini vermemek bir menşe’-i hıkd olabilir– buğzlardan dem vuranın bulunmasıdır. Halbuki biz öbür taraftan görüyoruz ki: Senelerden beri Mısır’ı yurd edinerek burada ceyblerini dolduran zenginleşen bir sürü Yunanlılar Bulgarlar; bugün o dün kendilerini kapı dışarı ederek aç susuz çırçıplak gurbet ellerine atan memleketlerine altunlarla gümüşlerle yüklü avdet ve haksız mütecaviz olduğunu pek a’la bildikleri kendi ordularına iltihak ediyorlar! Evet biz bunları gözümüzle görüp dururken diğer taraftan da Türklerden Suriyelilerden bazılarını görüyoruz ki Osmanlı vatanının bu hatarlı bu her vakitten ziyade çocuklarının yardımına imdadına muhtac bulunduğu bir zamanda onu terk ile başka yerlere hicret ediyorlar. O Osmanlı vatanını ki: Bugün bütün hayırlı çocuklarının yardım için başına üşüştükleri Yunan memleketi gibi vaktiyle o hayırsız evladlarını reddetmemişti onları birçok atıfetlere ni’metlere gark etmişti. Fakat kaşki bu vefasız Osmanlıların vatanlarını –guya başlarına bir felaket gelecekmiş bir badireye kapılacaklarmış da nişane-i zillet de olsa nefislerinden başka bir şey düşünmeyen za’f-ı kalb sahiblerinin yaptıkları gibi canlarını kurtarmak için uzaklaşmaktan başka çare bulamamaları gibi– bırakıp kaçmış olmalarıyla musibet tamam olsaydı iş bununla kalsaydı yine o kadar güce gitmezdi; bu müteheccirlerin garazları o mübarek o derdli Osmanlı vatanı aleyhinde ictima’lar kongreler teşkil edenlerle teşrik-i amel onun gizli aşikar düşmanlarına; fitneler uyandırmak bilad-ı garbiyyede Suriye’de Basra’da bugün Yunanlıların Bulgarların unutabildikleri “kavmiyyet” da’vası namına yan gınlar çıkarmak hususunda yardım etmek oluyor iş bu sefil derekeye kadar varıyor. Bu hal içinde oturduğu evini içindekilerden biriyle ehemmiyetsiz bir ihtilafa düşmek yüzünden kendi eliyle kendi başına yıkmaya kalkışmaktan başka bir şey midir? Suriyeli mi yoksa Yunanlı ile Bulgar mı birbirlerine daha yakın düşer? Bazı Hıristiyan Suriyeliler “Türk” “Arab” kelimelerini dillerine dolayıp duruyorlar; bundan maksadları ekseriyeti haiz oldukları için her türlü amal-i salibiyyenin husulü nüfuzlarının kazanılmasına vabeste olan Müslüman Suriyelileri de kendi taraflarına çekmekten başka bir şey değildir. Yazık ki bazı Suriyeli müslümanlar bunların yaldızlı sözlerine aldanıyorlar bu zavallılar böylelikle Allah’ın kanun-ı necatkarisinden gaflete düşmüş oluyorlar. Acaba bunlar Balkanlar’da müslümanların başına getirilen felaketleri duymadılar mı acaba bunların Prens Aziz Paşa’nın kumandasında muharebe edip durmakta tiyanların hainliklerinden haberleri yok mu? Yoksa devletlerin –Osmanlıların muzaffer olacağına yakīnları olduğu müddetçe– bu muharebede galib gelene bir kazanç yoktur Balkan haritası değişmeyecektir deyip dururken galebenin müttehidlere teveccüh ettiğini görür görmez eski kararlarından nükul ile “Galibin her halde bir karı olmalıdır.” demeye başladıklarını fakat bu son kaidelerini tatbikten “Edirne İşkodra Yanya” gibi arslanca müdafaa edip durmakta olan Osmanlı kalelerini bile mahrum etmek istediklerini işitmediler mi? O halde meydanda bu kadar delail-i intibah varken bu gaflet bu gurur ne oluyor? Menfaat-i şahsiyyeyi Türklük Arablık namına menfaat-i vataniyyeye takdim ve tercih ne oluyor? Artık memleketlerinin üzerine doğru savlet etmekte bulunan bu hatar-ı azimi idrak ederek ecnebilerin vesait-i ifsad ve hululü olan erbab-ı tama’ın yüzünden vatanlarının muzmahil ve perişan olmasına meydan vermemek kendi evlerini kendi başlarına yıkmamak için gözlerini dört açmak bugün İslam ümmetinin ukalasına terettüb eden en mühim ve en mukaddes bir vazifedir. Mısır: eş-Şa’b Biz öteden beri Garb medeniyetinin bir medeniyet-i fazıla olmadığını bilakis vahşet ve sefahetten ibaret bulunduğunu söylerken bazı muharrirlerimiz bizi taassubla itham ederlerdi. Biz Garbın çehresindeki maskeye bakarak değil asıl vech-i hakīkīsine atf-ı nazar ederek o hükmümüzü vermiştik. Bugün o medeniyet-i fasidenin bir uzvu olan Fransa’ya mensub bir buruşuk yüzlü Katolik çehresindeki nikabın ucunu biraz kaldırdı; bize mu’terız olanların hemen hepsi o müstekreh çehreden o derece nefret ve istikrah ettiler ki bizden daha şedid bir lisan isti’maline mecbur oldular. Mürur-ı zamanla bütün hakīkatlerin tecelli edeceğine i’tiraf olunacağına bizim i’tikad-ı tammımız vardır. İşte birkaç parça nümune: “Fransa hakīkaten sitayiş olunduğu gibi temelleri sağlam ve muazzam bir heykel midir? Asla!... Sathının revnak u cilası onda çelik rasanetini vehm ettiren bu heykel vaz’-ı gururunun a’makında bir takım emraz-ı kadımanın kırılmayacak sert dişleriyle kof bir ağaç kütüğü gibi hergün içerden kemirilmektedir. Bunu nadir ve yüksek zekalar bugün re’ye’l-ayn görüyor ve istimdad ediyorlar: Fransa bir ati-i karibde mahv olacak! Dinsizliğin ruhlarda açtığı bi-payan bir boşluk içinde tabiat ve muhitin merhametsizliğine mutlak tahakkümüne ve her şeye mukabil onlar kendilerinde za’ftan inkıyaddan başka bir şey görmüyorlar. Yüksek ve ma’nevi bir idealden mahrum hayattan gayr-i memnun hummalı ve muztarib dimağların hudud-ı tefekkürü günden güne alçalıyor daralıyor Fransa günden güne daha fazla hodkam oluyor menfaat ve emel-i şahsi infialat-ı nefsaniyyenin her türlü tezahürünü daire-i inhisarına alıyor. Tesliyet-saz bir ma’budun ruhu zevk ve ümid ile dolduran saye-i şefkatinden mehcur hayattan gayr-i memnun ve muztarib dimağlar daimi bir heyecan ve buhran ile hercümerc oluyor. Fransa’da hayat-ı ailenin intizam u ahengine ne kadar çok halel geldiğini muttasıl şikayet ettikleri tenakus-ı nüfus Fransa’da fuhşun sefahetin bir mi’yarı aleni bir isbatıdır. Anarşizm Sosyalizm tohm-ı muharribi tenemmüv ve infilak için Fransa hüviyetinden daha müsaid bir zemin bulamaz ve bulamadı. Milletlerin hiçbir zaman Allah’sız yaşayamayacağını bundan birkaç gün evvel haykıran Giyom’un tebeası ve kudret-i şahsiyyenin cihanda kemaline misal olan İngilizler için de Sosyalizm bir tehlike olabilir; lakin efkar-ı beşeriyyenin esasat-ı ictimaiyye için hazırladığı inkılab mehib aksisadalar yapacak azim inhidamlarla her şeyden evvel dinsiz ve ahlaksız Fransa’nın temelini yıkacaktır. Sahne-i hayatta insaniyeti bir fazilet gayesine en iyi sevk eden “din”in ilahi nağmelerine ruhunu kapılmış ve hodkam nefsinin bütün infialatına terk-i inan eden bir memleketten Fransa’dan fazilet beklemek bir hakīkatin bir an içinde istihalesini mümkün görmek kabilinden olur. Balkanlarda hıristiyanların müslümanları katl-i amm etmesi Müslüman kadınlarının namusuna Fransa’nın zevk-ı hayvanisini cidden okşuyor çünkü Fransa bu zevki Afrika’da pek çok tecrübe etti! Hıristiyan zulmüne Hıristiyan bette hakkımız yoktur. Fransa tahkīratını bize ibzal etsin ve emin olsun ki bu Fransa süngüsüyle her gün Afrika’da parçalanan Arabların giryan sadalarından daha fazla bizim için müessirdir Fransa zulüm ve adavetin ruhumuzda medid aks-i sadalarını işitmek Maarif nazırına hitaben yazılan açık mektuptan: “Nazır Beyefendi lisanı ve terbiyesi taht-ı te’sirinde Fransızlığın amal ve menafiine şimdiye kadar fuzuli hadim olduk.. Acaba bundan ettiğimiz istifadenin mahiyeti nedir? Burasının teemmüle şayan olduğunu zannediyorum. Yeni doğan çocuklarımıza Türkçe ile beraber belki ondan evvel Fransızca öğrettik Fransız terbiyesi vermek istedik.. Mekteplerimizin programlarına resmen Fransızca’yı idhal ve ne kadar zamandan beri tedris ve ta’lim ettik.. Fransız dili ve Fransız terbiyesi tahsil edilen müesseseler açtık ve nihayet bütün ferdi ve ictimai hayatımızda Fransızlığı kendimize pişva addetmek istedik. Fakat acaba faidesi ne olur?” Sebilürreşad – Hakīkatin şimdi olsun anlaşılması yine şayan-ı şükrandır. Bu hafta zarfında havaların iyi gitmemesi harekat-ı harbiyye icrasına mani’ olmuştur. Bu sebeble Şarkta vaz’iyet tebeddül etmemiştir. Yalnız Çatalca’nın sağ cenah pişdarları biraz daha ilerlemişlerdir. Garb ordularına gelince İstihbarat Kalemi’nin tebliğine göre: Şubat-ı Efrenci’nin yedi ve sekizinde Karadağlılarla Sırplıların Pardanpol’de yaptıkları hücumda Karadağlılar altı bin Sırplılar dört bin mecruh ve maktul bırakarak püskürtülmüşlerdir. Parvanpol asakir-i Osmaniyye tarafından istirdad olunduğu gibi hezimet neticesinde Karadağlılar artık harb edemeyecek bir hale gelmişlerdir. Cavid Paşa ordusunun Görice Filorina’yı istirdadı Prespe kasabasını işgal ile Manastır’a yürüdüğü de teeyyüd etmiştir. Kahraman Bekir Bey’in Kozana’yı istirdad ile Yunanlıları dehşet içinde bıraktığı gazeteler tarafından yazılmıştır. Yanya müdafaa-i kahramananesinde devam ediyor Yunanlılar acezeden perişanlıktan ne yapacağını şaşırmışlardır. Hamidiye Malta’dan mufarakat ile Akdeniz’de cevelan ediyor; yakında muvaffakıyyete intizar olunuyor. Karada denizde Cenab-ı Hak muinimiz olsun. Jöntürk gazetesinde okunduğuna göre: Tophane’de geçen hafta Cumartesi günü Rus gemici efradı zilzurna sarhoş olarak sokaktan geçmekte olan iki İslam hanımına tecavüz etmişlerdir. Oradan geçmekte olan bir zatın müdahalesi üzerine gemiciler zavallının üzerine de çullanmışlardır. Bunun üzerine adamcağız bir dükkana iltica etmiştir. Ruslar onu ta’kīb ederek orada da dayak atmakta devam etmişlerdir. Camlar kırılmış bir kişi de yaralanmış nihayet Rus zabitlerinin müdahalesi bu rezalete nihayet vermiştir. “Ertesi Pazar günü Rus gemicileri aynı rezaleti tekrar etmişlerdir. Bu defa hadise Beyoğlu’nda Galata Sarayı karşısında vukū’ bulmuştur. Sekiz Rus gemicisi iki kişiye taarruz etmişlerdir. Zavallıları döğmeye başlamışlar. Polisler görününce kararı firara tebdil eylemişlerdir.” Hilal-i Ahmer’e iane toplamak maksadıyla Beyoğullarında dolaşan etvar-ı gayr-i layıka ile ecanibe karşı haysiyet-i bi-hakkın men’ olunması üzerine ta Kazan’dan buraya kadar protesto yetiştiren “Rusyalı müslime – Türk kızlarının” Çar nezdinde protestoda bulunmaları ümidiyle bu havadisi kayd ve nazar-ı dikkatlerine arz ediyoruz. Bağdad’dan Osmanischer Lloyd ’e bildirildiğine göre: Bulgarların Edirne’nin kendilerine terkinde ısrar eylemeleri ahali-i Irakıyye nezdinde mucib-i hiddet ü heyecan olmuştur. Ulema kabileler meşayihi Kürdler redif ve nizamiye efradı Kumandan Zeki Paşa’dan zat-ı hazret-i Padişahi’den kendilerinin de Çatalca’ya i’zamları müsaadesini istihsal eylemesini rica etmişlerdir.” – Bahreyn’de harb ianesi olarak bu ana kadar toplanan ianatın mikdarı yüz bin rubiyeyi tecavüz etmiştir. Diğer taraftan her gün yeniden iane dercine hamiyet-mendan-ı İslam gayret ediyor. Kavm-i necib-i Arabın Devlet-i Aliyye’ye ne kadar merbut oldukları bu hamiyyet ve gayretlerinden anlaşılabilir. – Acem körfezi dahilinde vaki’ olan “Maskat” limanında elyevm elli harb gemisi bulunmaktadır. Fransa’nın da bir filosunun vüruduna intizar olunuyor. Fransa tebeasıyla Maskat ahalisi beyninde silah mübayaasından dolayı hasıl olan nizaın hall ü faslı için bu zahmetlerin ihtiyar olunduğu her ne kadar rivayet ediliyor gerektir. Yoksa İngiltere ve Fransa filolarının bir araya getirilmesine bu küçük mes’ele sebeb olamaz. – Beyrut’tan yüz altmış iki imza ile çekilen telgraftır: “Beyrut ahalisi hükumet-i metbuasına karşı muhtac-ı arz olmayan merbutiyetlerini böyle bir zamanda dahi te’yiden bazı sebük-mağzan tarafından vesile edinen ıslahat mes’elesini u mum Memalik-i Osmaniyye’ye tatbik olunacak vechile vakt-i münasibine intizar suretiyle hükumet-i mezkurenin re’y ve tasvibine havale ederek mal ve canlarıyla son nefese kadar her türlü fedakarlıktan çekinmeyeceklerini lisan-ı sıdk-ı mefharetle umum namına arz eyleriz.” Osmanischer Lloyd ’e Irak’tan yazılıyor: “Suriye ve Irak matbuatı Fransa ve İngiltere’nin Suriye hakkındaki müddeayatı ile meşgūl bulunuyorlar. Efkar-ı umumiyye bunların aleyhindedir.” – Beyrut’tan el-Müeyyed ga zetesine yazıldığına göre Beyrut’ta bulunan iki Fransız zırhlısındaki askerler mest-i la-ya’kıl olarak karaya çıkıp pek münasebetsiz surette sokakları dolaşmakta ahaliyi iz’ac etmektedirler. Ahali bundan son derece şikayet ediyorlar. Duduyis Dudejere kendi milletinin rezaletini görsün de başka milletlere isnad ve iftiradan utansın. Fakat böyleleri Devlet-i Aliyye ile İtalya hükumeti arasında akd-i musalaha olunmasını müteakıb nezdindeki üsera ile bütün esliha ve topları hükumete teslim etmek şartıyla afv-ı şahaneye nail olan Seyyid İdris gerçi üserayı teslime muvafakat eylemiş ise de esliha ve mühimmat-ı harbiyyeyi İmam Yahya’nın nezdinde dahi bu gibi top ve esliha mevcud olduğu daiyesiyle vermekten imtina’ etmiş ve ne vakit İmam Yahya yanındaki top ve eslihaları teslim ederse kendisinin o isre ıktifa edeceğini beyan eylemiştir. Bingazi’de Senusi meşayihi tarafından Bukbuk İstasyonu tarikıyla Mısır tüccaran ve mu’teberanına hitaben keşide olunup Mısır gazetelerinde derc olunan telgrafnamede Bingazi Sahrası’nda emn ü asayişin fevkalade şayan-ı memnuniyyet olduğu ve bilumum ahalinin nusret-i din için müttefik bulundukları ve Bingazi Sahrası’nda emniyetin münselib olduğuna dair deveran eden şayiatın düşmanlar tarafından ortaya sürülmüş bir takım eraciften ibaret bulunduğu gösterilmiştir. Derne Ordugahı’ndan el-Müeyyed gazetesine yazıldığına nazaran Berka’nın bil-umum meşayih u a’yan u vücuhu Derne’de kumandan Aziz Bey’in nezdlerinde edeceklerine dair olan ahd ü misaklarını tecdid etmişlerdir. Muhabir bu havadisi verdikten sonra diyor ki: “İtalyanlar vaktiyle filolarının himayesi altında işgal eyledikleri sevahilden başka şimdiye kadar Berka arazisinden bir karışa bile ye gittikçe tevessü’ ediyor. Berka’nın her tarafına ekabir-i Arab’dan birer me’mur ve Senusi ulemasından birer şeyh ta’yin olundu. Bütün ahali kuvvetlerine son derece i’timad ediyorlar. Cümlesi bir kumandanın kumandası altında müttefikan hareket ediliyorlar. Aralarında ihtilaf ve münazaadan kat’iyyen eser yoktur.” Senusi meşayıhından bir zat bir mes’ele-i mühimme için Fizan’a gitmiş ve orada pek parlak bir surette istikbal olunduktan sonra daire-i hükumete inerek cem’ ettiği kabail meşayihi ile livanın idaresi için icab eden teşkilat hakkında müzakeratta bulunmuştur. Müzakerat neticesinde Jandarma kumandanı Hacı Senusi Efendi’nin kumandası altında “Kuvayde” “Mekariha” “Tevarik” kabilelerinden bir alay teşkili ile “Sirt” cihetlerine i’zamı kararlaştırılmıştır. Hükumeti Mısır’a urbanın temayülünü te’min esbabını istikmal etmek vazifesiyle bir müsteşrik gönderdi. Bu me’mur Mısır’a muvasalet etmiş ve “Feyyum” cihetindeki kabaili dolaşıp urbanın ileri gelenleriyle görüştükten sonra aynı maksadı ta’kīb etmek üzere cenub cihetine azimet etmiştir. Maksadı Mısır urbanından bir hey’et teşkil etmek ve bu hey’etle beş yüz deveye tahmil edeceği hedayayı müstashiben Şeyh Senusi hazretlerinin nezdine azimet eylemektir. Bu hey’et hedaya-yı mezkureyi müşarun-ileyhe İtalya Hükumeti namına takdim ve artık harbden vazgeçmeleri hakkında urbana evamir-i mukteziye ısdarını iltimas edecektir. Buna mukabil İtalya Hükumeti’nin her sene Şeyh Senusi hazretlerine büyük bir cizye te’diyesini taahhüd edeceği söyleniyor. el-Müeyyed gazetesinin Derne’de bulunan muhabiri Ebu’l-Mehdevi Şubat’ta Bukbuk tarikıyla çektiği telgrafnamede diyor ki: “İtalyanların hezimetleri yekdiğerini vely ediyor. Bunlar artık bir iş görmeyeceklerini anladılar ve ümidlerini kestiler. Su yollarını ta’mir için Arablara hulus çakmaktan başka bir çare bulamıyorlar. Fakat Arablar bunların izhar ettikleri asar-ı mülayemete ehemmiyet vermeyerek geçen gün sabaha karşı “Guzaye” namındaki istihkamlarına hücum ile beş nefer katlettikten sonra kendileriyle istihkam içindeki askerler arasında bir müsademe vukū’ buldu. Bu müsademede girip İtalyan bayrağını aldıktan sonra karşılarına büyük bir kuvvet geldiğinden hemen ihtifa ettiler ve İtalyanlar istihkama girdikten sonra üzerlerine ateş açarak on beş neferlerini katl ve İtalyan bayrağını hamil oldukları halde yerlerine avdet etmişlerdir.” Kahire’den Osmanischer Lloyd ’e keşide olunan bir telgrafnamede aile-i Hıdivi prenslerinin Edirne müdafii Kahramanı Şükrü Paşa hazretlerine murassa’ bir seyf-i mefharet takdimine karar verdikleri bildirilmektedir. Bu uğurda prenslerden biri . mark kıymetinde gayet büyük ve kıymetdar bir taş Ordu-yı Osmaninin muvaffakkıyyetlerle yat-ı hamiyyet ve muhabbetkaranelerinin galeyanını mucib olduğundan Mısır’ın münevveru’l-fikr şebabından bir kütle-i muazzama önde muzika ve ordumuzun muhterem kumandanlarının resimleri olduğu halde sokakları dolaşarak tezahürat-ı vatan-perveranede bulunmuşlardır. Nümayişçiler “Mehmed Ali” meydanına vasıl olduğu vakit polis dağılmalarını dağılmıştır. Şubat Kahire’den çekilen bir telgraf: “Burada ‘Adem-i Merkeziyyet-i İdariyye-i Osmaniyye’ namı tahtında yeni bir Türk fırka-i siyasiyyesi teşkil edilmiştir. Fırkanın gaye-i emeli adem-i merkeziyyet-i taht-ı riyasetindedir. Biri mali diğeri icrai olmak üzere ayrıca Maşaallah Türklerin fırka teşkilinde tefrika ika’ındaki ma haretlerine gayretlerine diyecek yok!.. Kahire’den Neue Freie Presse gazetesine varid olan ma’lumata nazaran: takviye edecektir. İngiltere Harbiye Nezareti şimdiden istihzarat-ı lazimede bulunmuştur. Abbasiyye’de cesim kışlalar Kahire’de Mısır ve lus’tan Mısır’a kadar bir şimendüfer hattı inşasına teşebbüs etmiştir. Yüz altmış milyon mark masraf ile vücuda [ ] gelecek olan bu hattın inşaatı dört sene imtidad edecektir Londra Şubat. Paris’ten iş’ar olunuyor. “Gelecek hafta Harbiye Nazırı Cezair ve Tunus kıtaat-ı askeriyyesinin görülen mübremiyyet üzerine tezyidi ve yerli ahaliden ahz-i asker muamelatının tevsii hakkındaki tasavvurunu havi bir program tanzim edip hey’et-i vükelanın tasvibine arz edecektir.” Balkanlarda muhasamatın tecdid olunması hasebiyle Hindistan ahali-i İslamiyyesi miyanında yeniden şiddetli bir galeyan-ı hissiyyat husule gelmiş bütün enzar-ı dikkat Darülhilafeti’l-Aliyye’ye teveccüh eylemiştir. Hatta Hindistan’ın her tarafında en hücra köşelerinde bile Balkanlarda Osmanlı silahlarının muvaffak olması için cami’lerde dualar okunmaktadır. Bundan başka zengin fakīr erkek kadın herkes kemal-i hahişle harb toplanmaktadır. Bu cümleden olmak üzere Medaris Hilal-i Ahmer hey’etine birkaç gün zarfında . rupiye iane verilmiş ve bu meblağın bir kısmı derhal Dersaadet’e gönderilmiştir. Kalküta’dan Neue Freie Presse gazetesine iş’ar olunduğuna göre: Balkan Muharebesi’nin mevcud olan galeyan el-an devam etmektedir. Bengale’de sadıyla vukū’ bulan ictimaatın men’ edilmesini ve aksi takdirde Hindistan İslamları arasında İngiltere aleyhine şiddetli cereyanlar husule geleceğini yazıyor. Ağa Han namında sahib-i nüfuz bir zat efkar-ı umumiyyeyi teskin etmeye çalışmış etmekten başka bir şeye yaramamıştır. Bağdad Nakībü’l-eşrafı hazretlerinin akraba ve teallukatından olup be ray-ı seyahat Hindistan’a giden Geylani-zade Seyyid İbrahim Seyfüddin Efendi hazretleri gerek Bombay’da ve gerek Hindistan’ın nikat-ı sairesinde fevkalade bir surette mazhar-ı hürmet ve riayet olmuştur. Hind müslümanlarının Devlet-i Aliyye lehindeki müzaheretlerinden endişe eden Hindistan Vali-i Umumisi kendi devlet-i metbuasına gönderdiği gayet hafi bir telgrafta Rusya’nın Devlet-i Aliyye’ye tecavüz etmemesi esbabının istikmalini taleb eylemiştir. Aksi takdirde Hindistan müslümanlarının yüzünden rinden mes’ul tutulamayacağını beyan eylemiştir. Somal eyaletinde kain Vasenkal Sultanı Balkan hükumetlerinin Devlet-i Aliyye’ye karşı olan tecavüzlerinden haberdar olmuş ve bilmukabele Aden’deki İngilizlere hücum etmeyi kurmuştur. Muma-ileyhin bu tasavvurunu haber alan İngilizler Aden’de bulundurdukları “Foks” namındaki bir harb gemileriyle Vasenkali’yi bombardıman etmişlerdir. Japonya’da din-i mübin-i sında revabıt ve münasebat-ı uhuvvetkaranenin takviyesine hadim olmak maksadıyla Hasen Hatano namında Japonlu bir din kardeşimiz tarafından Japonya’nın payitahtı olan Tokyo şehrinde el-İslam namıyla İngilizce ve Japonca aylık bir gazete neşrine ibtidar olunmuş ve idarehanemize gönderilen müteaddid nüshaları matbuata ve lazım gelen sair yerlere dağıtılmıştır. Türk Yurdu ünvanlı mecmuada okunduğuna göre: “Bu sene Romanof hanedanının Rusya taht-ı saltanatına kuudunun ’üncü sene-i devriyyesi münasebetiyle Şubat’ın nihayetlerine doğru Rusya’da yapılacak büyük şenliklere bayramlara Rusya’da sakin Türkler de çarın sadık tebeası sıfatıyla iştirak edeceklermiş!” ASAR-I MÜNTEŞİRE Önde vahşi pişdarlarıyla Avrupa Ehl-i Salib’inin Rumeli’yi ateşlere yangınlara vererek şarka doğru savlet ve muhacemat kumandasını çalan nakūs-ı mezaliminin aksisadaları [i]ntibahkar mevcelerle ta Japonya’ya kadar yayıldı; Japonya’nın şarkın bu büyük hagarının da ulemasını siyasiyyununu tefekküre istikbal hakkında Avrupa istilasına karşı ittihaz-ı tedabire mecbur etti. Japonlar müdavele-i efkar ettiler; nihayet “Asya İttihadı”nı vücuda getirmeyi kurdular. Bunun üzerine Japon mütefekkirin-i siyasiyyesinden “Hatano”nun baladaki ünvan ile bir kitabı intişar etti; yüz binlerce nüshası etrafa dağıldı birkaç nüshası da Japonya’da bulunan Abdürreşid Efendi-zade Münir Bey tarafından bize gönderildi. Eserin mündericatına vakıf olduktan sonra ehemmiyeti nazarımızda bir kat daha büyüdü. Hacmen küçük kıymeten büyük olan şu eserden Osmanlıları da haberdar etmeyi bir vazife addederek tercümesini burada bulunan Japonyalı Muhammed Hilmi Takava ile seyyah-ı şehir Abdürreşid İbrahim Efendi hazeratından rica ettik. Ricamızı is’af ettiler eser tercüme ve tab’ olundu bugün de avn-i Hak’la saha-i Siyasi-i şehir Hatano bu eserinde Asyalıların hukūkuna ne suretle tecavüz edildiğini atiyen vukūu melhuz tehlikeleri bütün vuzuhuyla gösterdikten sonra bu tehlikeleri bertaraf rın ittihadı lüzumunu ileri sürüyor ve Japonya hükumetini şimdiye kadar Osmanlılarla münasebat-ı siyasiyyede bulunmadıklarından dolayı tenkīd ediyor. Filhakīka şems-i tali’le hilal-i şa’şaadarın Şarkın şu iki neyyir-i tabdarının semayı şehametinde toplanacak –Hindistan Afganistan Çin Acemistan Hind-i Çini Siyam Cava Türkistan gibi– Asya akvam-ı asilesi birer necm-i dırahşan halinde Avrupa’nın hayat-ı zalimanesini zulmetler içinde idame eden muhteris yarasalarının gözlerini kamaştıracak Asyalılara kendi vatanlarında hür ve mes’ud bir saha-i saadet ve terakkī açacaktır. Muharrir-i muhteremle beraber biz de bunu temenni ederiz. Tercümesi: “Nizar evladı: Yetişin ey Nizar oğulları! Yemenliler de: Yetişin ey Kahtan oğulları! dedi mi hemen tepelerine felaket birden de kılıç musallat olur.” * * * Üç beyinsiz kafanın derdine üç milyon halk Bak nasıl doğranıyor? Kalk baba kabrinden kalk! Diriler koşmadı imdadına sen bari yetiş... Arnavutluk yanıyor... Hem bu sefer pek müdhiş! Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu: Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu. O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği! O ne tufan ki: Yakıp yıktı bütün vadiyi! Aşina çehre arandım... O meğer hiç yokmuş... Yalınız bir kuru çöl var ki ne sorsan: Hamuş! Aşina çehre de yok hiçbirinin yadı da yok; Yakılan bunca hayatın hani ecsadı da yok! Yoklasan külleri altından eminim ancak Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak! Baba! En sevgili annen o senin öz vatanın Olacak mıydı feda hırsına üç kaltabanın? Dedemin sürdüğü can ektiği toprak gitti... Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedi! Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba? “Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba! Ne felaket: Dönüversin de mesacid ahıra Hırvat’ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora! Bari bir hatıra kalsaydı şu toprakta diri... Yer yarılmış yere geçmiş şüheda türbeleri! Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova... Sen misin yoksa hayalin mi? Vefasız Kosova! Hani binlerce mefahirdi senin her adımın? Hani sinende yarıp geçtiği yol “Yıldırım”ın? Hani asker? Hani kalbinde yatan Şah-ı Şehid? Ah o kurban-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyd? Söyle Meşhed öpeyim secde edip toprağını: Yok mudur sende Murad’ın iki üç damla kanı? Ah Meşhed! O ne? Sahandaki meyhane midir? Kandilin görmüyorum nerde? Şu peymane midir? Ya hariminde yatan şapkalı sarhoşlar kim? Yoksa yanlış mı? Hayır söyleme bildim... Bildim! Basacak mıydı fakat göğsüne Sırb’ın çarığı? Serilip yerlere binlerce şehidin sarığı Silecek miydi en alçak neferin çizmesini? Dürtecek miydi geçen leş gibi her limesini? Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene Neye indirmedi kim çıktı bu halkın önüne? Hani milletlere meydan okuyan kavm-i necib? Görmedim bir kişi tek bir kişi meydanda... Garib! Hani haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer – Olmadan üç kişinin beş kişinin hunu heder– Kahraman gayzı yatışmaz kanı coşkun efrad? Hani “Na-mahreme ben söyleyemem kızlarımın Karımın ismini... Hem öldürürüm sorma sakın!” Diye tahrir-i nüfus istemeyen er kişiler! Hani göstermediler eski celadetten eser Fuhşu i’laya koşan bir sürü na-merd öteden Ne selamlık ne harem dinlemeyip çiğnerken! Hani ey kavm-i esaret-zede muhtariyyet? Korkarım şimdi nasibin mütemadi haybet! Sahib ve Müdir-i Mes’ulü: H. Eşref Edib Hani ey unsur-i bi-rabıta istiklalin? Ebediyyen sanırım söndü bütün amalin! Hani “Başkım”cıların kurduğu yüksek hülya? Seni yıllarca avutmuş da o mel’un rü’ya Uyumuştun... Ya uyansaydın eder miydi tebah Mülkü birdenbire afaka çöken kanlı sabah? Karadağ haydudu Sırp eşşeği Bulgar yılanı Sonra Yunan iti çepçevre kuşatsın vatanı... Tarumar eyleyiversin de bütün ordumuzu Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu... Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa; Kimi bin türlü feca’atle çekilsin kucağa... Birinin ırzı heder digerinin hunu helal... Seni tahrik eden üç beş alığın ma’rifeti! Ya neden beklemiyordun bu rezil akıbeti? Hani milliyyetin İslam idi... Kavmiyyet ne! Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine. “Arnavutluk” ne demek? Var mı Şeriat’te yeri? Küfr olur başka değil kavmini sürmek ileri! Arabın Türke; Lazın Çerkese yahud Kürde; Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde! Müslümanlık’ta “anasır” mı olurmuş? Ne gezer! Fikr-i kavmiyyeti tel’in ediyor Peygamber. En büyük düşmanıdır ruh-i Nebi tefrikanın; Adı batsın onu İslam’a sokan kaltabanın! Şu senin akıbetin bin bu kadar yıl evvel Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel? * * * Artık ey millet-i merhume sabah oldu uyan! Sana az geldi ezanlar diye ötsün mü bu çan? Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü! Dinle Peygamber-i Zişan’ın İlahi sözünü. Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der delidir! Arabın Türk ise hem sağ gözü hem sağ elidir. Veriniz başbaşa... Zira sonu hüsran-ı mübin: Ne Hilafet kalıyor ortada billahi ne din! “Medeniyyet!” size çoktan beridir diş biliyor; Evvela parçalamak sonra da yutmak diliyor. Arnavutlar size ibret olacakken hala Ne bu şuride siyaset ne bu fasid da’va? Görmüyor gittiği yanlış yolu zannım çoğunuz... Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz! Bunu benden duyunuz ben ki evet Arnavudum... Başka bir şey diyemem... İşte perişan yurdum!... AHLAK-I İSLAMIYYENIN ESASLARI Görülüyor ki Şeriat-i İslamiyye vacibat-ı ahlakıyyeyi mişkat-i nübüvvetten iktibas etmekle bu mebadinin akli olmasına zerrece halel getirmemiş akla müstahık olduğu menzil-i şeref ve imtiyazın zerresini feda etmemiş oluyor. Mes’elenin cihet-i nazariyyesi böyle olduğu gibi din-i İslam bunun cihet-i ameliyye ve tatbikıyyesinde yani vazife fikrinin tabakat-ı muhtelife-i halk arasında intişar etmesinde de emsalsiz bir muvaffakıyet izhar etmiştir. Balada bahsettiğimiz Suheyb-i Rumi Şafii Sühreverdi Sırri-i Sakati Ebu Süleyman-ı Darani Ma’ruf-ı Kerhi Rabia-i Adeviyye gibi eazım-ı rical ü nisvanın emsali çok olmakla beraber bunlar müslümanların ekseriyyet-i uzmasını teşkil etmezler bu mertebe-i ulya-yı ahlakıyyeye varmak için ne kadar metin bir mücahedeye ne kadar ali bir terbiye-i fikriyye ve ruhiyyeye ye-i kemaliyi yalnız tasavvur etmekle iktifa eder. Daha dun tabakadaki avam-ı nasın fi’liyyatta saikı ne kadar olsa ruz-ı cezadaki sevab ve ıkab tasavvurudur yani açıkçası fikr-i menfaattir. Ancak şurası kemal-i ehemmiyyetle ihtara sezadır ki bir kemal-i mücerredi kendilerine gaye-i amel ittihaz edecek kadar yükselemeyen bu avam zümresi bile a’malde ihlasın vücub ve ehemmiyyetini takdir etmiyor değildir. Onlar da şevk-ı sevab veya havf-ı azab –sırf noksan-ı terbiye olarak– vazife-i hakīkıyye fikrine karıştırmaktan men’-i nefs edemedikleri bir saik-ı hafiden başka bir şey değildir. Evamir-i diniyye umuma şamil yani vazife-i külli olduğu için hepsinde mevcud olamıyor. Şeriat-i Mutahhara ekser nüfus-ı beşeriyyeye göre hakayık-ı mücerredeyi telkīn etmenin terbiye ve tashih-i ahlak için deva-yı kafi olmadığını nazar-ı i’tibara alarak tergībat ve terhibat-ı müşahhasaya concret saadet ve şakavet-i uhreviyyenin tafsil-i ahvaline pek ziyade i’tina etmiştir. Vakıa da nüfus-ı beşeriyyenin kemalat-ı ahlakıyyeye vusul için tergīb ve terhib-i maddiye olan ihtiyacı münker değildir. Zira bidayet-i emrde insanın kendisinden fikr-i menfaati söküp atması imkansızdır. Diğer taraftan da fikr-i menfaat neş’e-i ula-yı beşeriyyede terbiye-i fikriyye ve ruhiyyeyi teshil ediyor. İradenin bir gaye-i kıymetdara kolayca teveccüh etmesine yardım ediyor. İlim ve irfan arttıkça akıl ve dirayet tevessü’ ve teali ettikçe gaye de yükselir. Gayetü’l-gayat yı Bari’ye müncerr olur ve hakīkī fikr-i vazife de işte o zaman tamam ve kemali üzere bilfi’l hasıl olur. Yoksa felsefenin bize öğrettiği tarzda vazife fikri sırf nazari bir mahiyeti haiz olarak kalır ve bilfi’l kalblerde yer etmez ve ahlakıyyunun gaye-i hayallerini ta’yin eden bir temenni-i sırf mertebesinden öteye geçemez. Bundan dolayıdır ki Şeriat-i Ahmediyye’nin nası tarik-ı hayr u salaha sevk için ettiği hitabların mevzuu biri saadet-i mahzadan rıza-yı Hak’tan; diğeri sevab u ıkabdan ibaret olmak üzere iki derecelidir. Bidayet halinde ikinci derecedeki hitaba müstahık olmayan yoktur. Birinci dereceden hitaba mazhar olabilmek her halde büyük bir mertebe-i kemali ihraza mütevakkıftır. = “Dünya ehl-i ahirete ahiret ehl-i dünyaya dünya ile ahiretin her ikisi de ehlu’llaha haramdır.” hadis-i şerifi mü’minleri gaye-i ahlakīlerine göre üçe ayırmıştır. “Ehl-i dünya” tesmiye edilen birinci mertebedeki ayat ve ehadisin adedi sayılamayacak kadar çoktur. Nazar-ı Şer’-i şerifte kıymet-i ahlakıyyeyi haiz olanlar “ehl-i ahiret” hitabdır. Asıl ehl-i kemal ise birinci derecedeki hitabata müstahık olan ehlu’llahtır ki ehl-i ahiret ile beynlerinde; = Ebrarın hasenatı [mukarrabinin] seyyiatıdır.” mısdakınca fark-ı azim vardır. “Ehlu’llah” ve “Mukarrabin” zümre-i celilesini teşkil eden bahtiyarlar iman ve ma’rifette salah u hayrda terakkī için hiçbir hadd ü payan olmadığını düşünmekten bir an hali kalmayan dide-i himmeti ihraz-ı kemalat-ı bi-nihayeye kasr eden zevat-ı aliyedir. Kur’an-ı Kerim ’de haklarında: “ = Haberiniz olsun! Evliyau’llah ayet-i kerimesi varid olan bu zevat-ı kerimenin düstur-ı harekatı “ = İki anı birbirine müsavi olan kimse aldanmıştır mağbundur.” eseridir. Bunlar mağbunlar zümresinden kurtulmak için daima murakabe ve muhasebe-i nefsten gaflet etmezler ve her an-ı hayatlarında evvelki andan daha kamil ve daha müterakkī olmaya çalışırlar. Öyle bir hırs-ı tekemmülleri vardır ki bi-nihaye bildikleri meratib-i kemalatın hiçbiriyle kani’ olmazlar. Kur’an-ı Kerim ’de kıyamet gününe “Yevm-i Tegabun” namı verilmesi u facir veli ve sıddik hiçbir kimse yoktur ki kendisini aldanmış görmesin. Herkes kendi bulunduğu mertebeden a’la ve erka bir mertebe mevcud olduğunu görecek ve bu cihetten aldanmış olduğunu anlayacaktır. Ancak şurası da ca-yı teemmüldür ki hasenatta saik-ı amelleri sevab u ıkab olan [ehl-i] ahiretin mebde’-i ahlakīleri de –mukarrabinin mebde’i kadar yükselemese bile– her halde bazı mezahib-i felsefiyyenin telkīn ettiği mebde’-i menfaatten çok daha yüksektir. Onlarla adeta hiçbir alakası yoktur. Bu yine Rasyonalistlerin beğenebileceği bir vazife mebdeinden başka bir şey değildir. Menfaat mebdeini kabul edenlerin saik-ı a’mali menfaat-i acile olduğu acile makbuldür ve hayr-ı matlubdur. Menfaat-i uhreviyye sevdasında bulunan –terbiye-i ruhiyyesi eksik dediğimiz– bu müslümanlar ise bu menfaat-i uhreviyye mülahazasıyla beraber bütün kainatı bir nizam-ı bedi’-i ekmel üzere yaradan ve bu miyanda nev’-i beşer için de saadet-i dünyeviyye ve uhreviyyesini kafil ve fıtrat-ı asliyyesine en muvafık olan kavanini vaz’ eden Zat-ı Ecell ü A’la’nın emrine inkıyadı düşünürler ki neticetü’l-emr yine amellerinin muktezası bir hayr-ı mahz olmuş olur. Ve Rasyonalistlerin insanları mükellef tutmak istedikleri meşhur kaide-i külliyyeye tamamıyla muvafık harekette bulunmuş olurlar. BEŞINCI ASR-I HICRIDE MISIR Beşinci asr-ı hicride Mısır’da zuhur eden meşahir-i erbab-ı fenden biri de “Ebu’l-Hasen Ali bin Said Es-Sadefi”dir. Müşarunileyh tarih-i fünunda İbni Yunus ünvanıyla na-pezir mesai ve rasadatına ebediyyen medyundur. İbni Yunus hicret-i Nebeviyye’nin ’inci senesinde makam-ı hükumete geçen müluk-i Fatımiyyeden Hakim Bi-Emrillah zamanında Mısır’da pek ziyade şöhret kazanmıştı. Hakim namına ithaf etmiş olduğu Zic-i Hakimi ünvanlı eseri hey’etşinasan-ı cihan arasında pek ma’ruf pek kıymetdar asar-ı muhallededendir. Zic-i Hakimi dört büyük cildden mürekkeb bir eser-i muazzam olup ma’lum olan ziclerin en sahih ve en mükemmeli olduğu Avrupa hey’et-şinasanı tarafından i’tiraf edilmektedir. Ulum-ı riyaziyyedeki maharet ve melekesi de zamanındaki riyaziyyunun taht-ı tasdikında idi. Esasen asrımıza kadar intikal edebilen ve iktidar ve dehasının ebed-nümun birer abide-i kıymetdarı olan asarı bu hakīkatin payidar şahidleridir. fuzala-yı İslamiyyeden biridir. Zic ’i Avrupa kütübhanelerinin hemen ekserisinde bir mevki’-i ihtiram işgal ediyor. İbni Yunus hayatını terakkıyat-ı fenniyyeye vakfetmiş ecille-i fuzaladan sayılır. Ömrünü kamilen rasadhanelerde geçirmiştir. Gece gündüz “Cebel-i Mukattam”da harekat-ı kevakibi rasad etmekle meşgūl olurdu. Birçok asar te’lifine muvaffak olmuş ise de bu kitaplardan ahlafa –maatteessüf– ancak birkaç adedi intikal edebilmiştir. Çünkü vefatında asarını tevarüs eden oğlu ilm ü irfandan bi-nasib sefih ve derbeder bir haylaz çıktığından pederinin cihanlar değen kitaplarını birkaç mangır mukabilinde sabunculara satmış ve bu suretle erbab-ı fen nazarında bi-payan bir kıymeti haiz olan bu kitaplar kadr-na-şinas ellerde mahv u telef olmuştur. İbni Yunus hicretin senesinde irtihal eylemiştir. Hayatını kamilen mütalaat rasadat ve te’lifata hasr etmiş olduğundan kıyafetine o derece i’tina göstermezdi. Zic ’i Avrupa erbab-ı hey’etinden Arago Dalamber ve Flamaryon gibi eazımın mazhar-ı takdir ve sitayişi olmuştur. telkīnatıyla evvela da’va-yı nübüvvet ve bilahare daha ziyade cinnet göstermiş olan “Hakim Bi-Emrillah” zamanında gelmeyip de kadr-şinas hami-i fenn ü maarif bir hükümdar-ı arif zamanında zuhur etmiş olsaydı; müellefat-ı mevcudesine nazaran; cihan-ı ma’rifete daha pek çok ve pek kıymetli asar-ı ilmiyye bırakacağı şübhesizdi. Ne çare ki bu zengin deha’ çorak bir muhite düşmüş akīm bir zamanda yetişmiş olduğundan müstaid olduğu derecede inkişaf edememiştir. * * * Saha-i fende sebat ü metanet azm ü himmet gibi tezelzül na-pezir seciyelerle ilerleyen zevatın ne kadar harika-nüma muvaffakıyyata mazhar olabildiklerini İbni Heysem tarafından kütübhane-i cihana yadigar bırakılmış olan kıymetdar müellefat-ı adide pek güzel isbat eder. Beşinci asr-ı hicride Nil’in sahil-i rengininde tulu’ eden terilebilir. Şübhesiz İbni Rıdvan’ın İbni Heysem derecesinde bir vüs’at-i irfana malik olduğunu iddia edecek değiliz. Çünkü fendeki vüs’at-i vukūfuyla bir harika-i fen idi. İbni Rıdvan dilemez. Fakat İbni Rıdvan’ın da fakr u sefalet gibi ezici ihtiyaclar yıprandırıcı yoksulluklar altında; azm ü metanetine bir an halel gelmeksizin; mütemadiyen çalışarak; nihayet asrının en hazık bir tabibi olacak derecelere irtika etmesi; elbette şayan-ı takdir meziyetlerdendir. İbni Rıdvan tarih-i tababetin arz ettiği simaların en necib en azimkar nümunelerinden biridir. Dördüncü karn-ı hicri evahırinde yani takriben miladın tarihlerine doğru Mısır’da kain “Cize” kasabasında tevellüd eylemiştir. Tarih-i irtihali hicret-i Nebeviyyenin ’üncü senesine tesadüf eder. Müşarun-ileyh tarih-i tıbda İbni Rıdvan künyesiyle van bin Ali bin Ca’fer”dir. hayatına dair oldukça tafsilat vermiştir. İlm-i nücumda ihtisas-ı fevkaladesi olduğu cihetle doğduğu esnada nücumun suret-i kıranı hakkında; bilahare tedkīkatta bulunarak tevellüdü zamanında güneşin delv burcunda kamerin akreb zühalin kavs utaridin cedy merih ve müşterinin delv zührenin ise yine cedy burclarında olduklarını hesab etmiştir. kesb-i ıttıla’ ediyoruz. Müşarun-ileyhin pederi fırıncılıkla meşgūl fakīr bir adam ve kitabeti öğrendikten sonra Kahire’ye hicret etmiş ve on altı yaşından i’tibaren burada ulum-ı tıbbiyye ve felsefiyye tahsiline başlamış. İbni Rıdvan evvelce ilm-i nücum ile uğraşırmış. Bizzat yazmış olduğu tercüme-i halinde diyor ki: “Her hem insanın kendi şahsı hem de ebna-yı cinsi için faideli bir meslek olduğundan ben de tababete intisabı kararlaştırarak ulum-ı tıbbiyye mütalaa ve tahsiline koyuldum. Esasen viladetim esnasında kevakibin tarz-ı kıranı da bu mesleğe ve cidden bi-kes olduğumdan tahsil ve mütalaaya devam edebilmek için iktihamı müşkil mevania ma’ruz kalıyordum. sini düşündüm. Bu sayede mümkün mertebe geçinebilecek kadar bir şey kazanıyordum. Otuz iki yaşıma kadar gece gündüz bu suretle tetebbu’ ve mütalaaya devam ettim. Bu tarihten i’tibaren maişet hususunda artık müşkilata ma’ruz kalmadım. Tababet sayesinde her türlü refaha mazhar olmuştum. Kazancımla bol bol te’min-i maişet ettikten maada fazla param bile kalıyordu. Masarıf-ı zaruriyye-i hayatiyyemi tanzim ederek iaşemden fazla kalan mebaliğin bir kısmını fukara ve acezeye tahsis ve bir kısmını da atiyen muhtemelü’z-zuhur olan ahval-i fevkalade için bir tarafta hıfz ettim. Her günkü işlerimi tesviye ve hastalarımı tedavi ettikten sonra tarz-ı tedavi verdiğim ilacları düşünür ve netayicine sem memnun olur yanlış bir şey olmuş ise bir daha böyle bir hataya düşmemek için gözümü açardım. Hukema’-i kadimenin ilm-i ahlak hakkındaki eserlerini tedkīk ve hülasa ederek beş cild kitap yazdım. Bunlardan başka Bokrat Hypocrate Calinus Galiene Diyoskorides Dioscorides Rufus Rufus Orbiyas Orbiase Pol Dejin Paule d’egine ve Razi gibi zevatın eserlerini de tedkīk ve tetebbu’ ederek bunlar hakkında da birçok şerhler te’lif e[t]tim. Batlamyus Petolemeo Eflatun Platon Aristotalis Arestote Afrodisiyas Aphrodisias Temistiyus Themistius ve Farabi gibi eazımın kitaplarına dair de te’lifatta bulundum. Yazdığım kitapların bazılarını satıyor bazılarını da hıfz ediyordum.” ma’lum değildir. İbni Ebi Usaybia bile bu babda ma’lumat-ı muknia veremiyor. faidedar olduğu i’tikadında bulunduğundan müşarun-ileyhin mebadi-i tıbbı teallüm ettikten sonra bilahare mütalaat ve tetebbuat-ı zatiyyesiyle o dereceye vasıl olabilmiş olduğunu kabul etmek mecburiyetindeyiz. Münazarat ve reddiyelerinde gösterdiği emansızlık Razi Huneyn ve Ebu’l-ferec Tayyib gibi aba’-i tıbba karşı ettiği hücumlardaki şiddet sırf zati olan tetebbuat ve mütalaat-ı münzeviyanesinin icabat-ı tabiiyyesinden olması muhtemeldir. hususta muarız olduğundan suret-i daimede kendileriyle mübahasat ve münazaratta bulunurdu. Muasırlarından ve meşahir-i etibbadan İbni Butlan ile aralarında birçok münakaşalar geçmiştir. Münazarat-ı mezkureye dair bir iki de risale yazmıştır. müşarun-ileyh tarafından uhdesine Reisü’l-Etıbba ünvanı tevcih edilmişti. Kendisi Eski Kahire civarında bir hanede bakıyesini ziyaret ettiğini rivayet ediyor. müşarun-ileyhin metanet ve kuvve-i dimağıyyesini sarsacak bir hadise ile teşevvüş etmiştir. Şöyle ki: Hicret-i Nebeviyyenin ’inci senesinde Mısır’da büyük bir kaht zuhur etmiş ve müteakıben meydana çıkan veba hastalığı ortalığı dehşet içinde bırakmıştı. Bu korkunç ve sari illet ertesi seneye kadar devam ederek pek çok nüfusun ka’r-ı ademe yuvarlanmasına sebeb olmuştu. Bir halde ki bila-varis vefat ettikleri cihetle servetleri Beytülmal’e kalan eşhasın adedi seksen bine baliğ olmuş ve miraslarına konan Halife Mustansır pek ziyade servet ü saman iktisab eylemişti. Bu müdhiş kaht birkaç sene devam ettiğinden bir ekmeğin elli altuna çıkmış olduğu ve insanların birbirlerini yedikleri müverrihinin cümle-i beyanatındandır. Bu felaket esnasında idi ki İbni Rıdvan da yetim ve bikes bir çocuğu taht-ı himayesine alarak onu agūş-ı sefalete düşmekten kurtarmıştı. Ne çare ki fıtratan sefil ahlakan rezil olan bu çocuk hakkında gösterilen lutfa ihanetle mukabele ederek İbni Rıdvan’ın o vakte kadar biriktirmiş olduğu yirmi bin dinarı çalarak firar etmiş ve bir daha görünmemişti. İbni Rıdvan bu vak’a üzerine fart-ı teessüründen aklını gaib etmiş ve az bir müddet sonra seksen yaşına karib olduğu halde vefat eylemiştir. İbni Rıdvan’ın İbni Sina Razi Ali bin Isa derecesinde hazakat-i tıbbiyyesi yoktur. İbni Rıdvan bunlara kıyasen ikinci derecede bir hekim addolunabilir. Meslektaşlarına birçok nesayihde bulunmuştur. İbni Rıdvan tıb ile iştigal eden zevatta evsaf-ı atiyenin bulunması lazım olduğunu söylüyor: hastalıklarına dair ötede beride ifşaatta bulunmaktan hazer etmeli. olmaları çaresini düşünmeli ve fukaranın tedavisi hususunda da zenginler kadar belki daha ziyade i’tinakar davranmalı. ederek mümkün olduğu kadar çok alim mümkün olduğu nisbetinde hemcinsine çok faideli olmaya çalışmalı. ari olmalı. Girdiği hanelerde kadınlara müzeyyenat ve tecemmülat-ı beytiyyeye karşı enzar-ı harisane fırlatmaktan son derece ictinab etmeli ve ihtirasat-ı sefileye mağlub olmamaya çalışmalı. lub olarak hiçbir suretle hiçbir kimseye zehirli mualecat vermemeli ve bu gibi ilacların terkib ve suret-i tertibini halka söylememeli iskat-ı cenin teşebbüsünden tevakkī etmeli düşmanlarının tedavisinde bile dostları kadar ihtimam göstermelidir. her biri vazifesini hüsn-i ifa ederse bedenin hali sıhhatte olacağını beyandan sonra vücudun her türlü emrazdan masun olup olmadığını anlayabilmek için ne suretle muayene icab edeceğine dair uzun uzadıya teşrihata girişmektedir. günkü terakkıyatına nazaran elyevm etibbanın icra ettikleri usul-i muayenenin hemen aynı olduğu gö[r]ülüyor. Müşarun-ileyhin yetmiş kadar te’lifatı vardır. Te’lifat-ı mezkurenin kısm-ı a’zamı felsefe ve tababete aiddir. Hukema’-i kadimeden Bokrat ve bilhassa Calinus’un kitaplarına birçok şerhler yazmıştır. Bu kitaplardan bazıları zamanımıza kadar intikal edebilmiştir. Mezahib edyan ve mesalik-i felsefiyye hakkında da müteaddid eserleri vardır. Müellefatından bazılarının Emraz tilafi fi’l-Milel li’l-Esıhha’ ti’l-Lezizeti fi-Evkati’l-Emraz ma bi-Da’i’l-Fil ve Da’i’l-Esed Aristotalis semmati bi’l-Mahresat ne’t-Tevaret ve’l-Felsefe Tabi’iyyetün ve’s-Sedidi ve’l-Atab bati’r-Rusül nayi’ Ta’dad edilen şu kitaplardan başka İbni Rıdvan’ın ufak tefek bazı resail-i fenniyyesi ve hukema’-i kadimeden bazılarının müellefatına yazdığı ta’likat ve reddiyelerle asar-ı müteferrikası olduğu teracim-i ahval müellifleri tarafından beyan ediliyor. Beşinci asr-ı hicride hulefa’-i Fatımiyye devrinde Mısır’da yetişen ekabir-i erbab-ı fenden birisi de Ali bin Süleyman nam zattır. Müşarun-ileyh hey’et felsefe riyaziyyat ve tababette pek ziyade meşhurdur. Hulefa’-i Fatımiyye’den Aziz Hakim Ez-Zahir zamanlarında pek ziyade şöhret kazanmıştı. Ahlafa yadigar bıraktığı müellefatı miyanında meşhur olanları ber-vech-i atidir: El-Havassu’t-Tıbbiyyetü’l-Münteziatü min-Kütübi Bok rat ve Calinus ve Gayriha kıfu ve La-Yentehi ila-ma Yetecezze’ü ri ve Ta’didu Şükukin fi-Kevakibi’z-Zeneb kı’l-Felsefiyye ünvanlı eserini tarihinde Haleb’de yazmış olduğunu müellifin hatt-ı destiyle muharrer bir nüshasının mütalaasına istinaden beyan etmektedir. Yine İbni Ebi Usaybia’nın rivayetine nazaran El-Havassu’t-Tıbbiyyetü’l-Münteziatü min-Kütübi Bokrat ve Calinus ve Gayriha ünvanlı kitap dört büyük cildden mürekkeb imiş. rer nüshalarını bizzat görmüş olduğunu iddia ediyor. Ebu’l-Vefa’ mensub olduğu ümera’-i Mısriyye arasında ilm ü irfanıyla iştihar etmiş bir sima-yı necabet-penahtır. Hikmet felsefe tıb ulum-ı riyaziyye ve mantıkta hayret-bahşa bir iktidara malikti. Meclis-i irfanı urefa ve fuzala-yı asrın mülazemetgahı idi. Müşarun-ileyh erbab-ı ilm ü irfanı ashab-ı hüner ve sanayii himaye ve teşvik suretiyle fünun ve sanayiin terakkıyatına pek çok hizmet etmiştir. Kendisi de bizzat ulum-ı hikemiyye ve felsefiyye tedris ederdi. Dershane-i Meşahir-i etibbadan “Ebu’l-Hayr Selame bin Hamun” İbni Fatik’in yetiştirmiş olduğu fuzaladan biridir. Yazısı pek güzel olduğu için hukema’-i kadimenin eserlerini kütübhanesi o zamanda darülkütübleri pek zengin olan Mısır’ın en meşhur kütübhanelerinden birisi idi. Vasi’ salonlar müteaddid odalardan mürekkeb olan bu kütübhane en nadir en kıymetdar asar ile malamal olduğundan erbab-ı tetebbu’ hall-i müşkilat için her vakit buraya müracaat ederlerdi. Kendisi bütün evkatını bu kütübhanede mütalaa ve tahrir-i asar ile imrar eder gece gündüz buraya kapanarak ailesiyle bile pek az meşgūl olurmuş. Müşarun-ileyhin zevcesi bu halinden pek ziyade müteessir olarak kitaplara karşı derin bir kıskançlık intıfa na-pezir bir kin beslermiş. Bu kin sevkıyle zevcinin vefatında bütün kitaplarını derleyip toplayarak havuza atmış ve bu suretle kitaplardan ahz-i intikam etmiş imiş?!... rivayeti tasdik ve havuza atılarak bozulmuş olan bu kitaplardan bazılarını bizzat görmüş olduğunu beyan ediyor. cahilane yüzünden mahv u zayi’ olduğu şübhesizdir. Asar-ı mütebakıyesinden meşhur olarak ber-vech-i ati beş kadar müellefatı vardır: Beşinci asr-ı hicride Mısır erbab-ı fenn ü hikmeti arasında “İshak bin Yunus”un da meşhur simalardan olduğu anlaşılıyor. Müşarun-ileyh ulum-ı hikemiyye tabiiyye felsefiyye ve tıbbiyyede pek ziyade iştihar eylemişti. Tıbbın cihet-i ameliyyesinde pek çok maharet ü hazakati bulunduğu mervidir. * * * bia Ammar bin Ali El-Mevsıli’den bahsederken diyor ki: Müşarun-ileyh Musul’da tevellüd etmiş meşahir-i kehhalin-i tiyle ma’ruf idi. Daha Musul’da iken tababetle iştihar eylemişti. Bilahare Mısır’a hicretle orada ihtiyar-ı ikamet eylemiştir. Ammar Halife Hakem namına el-Müntehab ünvanlı bir eser ithaf eylemiştir. Bu kitapta emraz-ı ayniyyenin suret-i tedavisinden bahsetmiş ve bu hususta isti’mal olunacak alat ve mualecata dair uzun uzadıya teşrihata girişmiştir. Ammar bin Ali’nin perde inmiş olan gözlerde operasyon yaparak perdeleri alabildiği muhakkaktır. On dördüncü asr-ı miladi eazımından Nuru’l-Uyun müellifi kehhal-i şehir Salahuddin perde inen gözlerde icra olunacak ameliyyat hakkındaki ma’lumatı Ammar bin Ali Mevsıli’nin el-Müntehab ’ından Ammar Mısır’da birçok eşhasın gözlerinde ameliyyat yapmış ve kaffesinde muvaffak olmuştu. el-Müntehab ’da operasyon ameliyyat için icad ve tatbik etmiş olduğu usul hakkında ve isti’mal ettiği alata dair pek mühim izahat verilmiştir. hab ’ın bir nüshası mevcud ve ’uncu numarada mukayyed ve mahfuzdur. ALLAH! Hak ağladı kan çağladı zulmün yüzü güldü Canlardaki en nazlı en azade mukaddes Hisler de birer can gibi süngüyle söküldü Dil-haste ezanlar gibi yumruk yedi her ses! “İslam mı sakın durma sakın vurma hemen kes” Ferman-ı vuhuşanesi çok bekledi ma’kes! Lakin ne duyan oldu ne bir göz yaşı aktı Guya ki cehennem bizi dünyada da yaktı! Bir adl ü hakīkat var ise –var diyoruz ya– Yansın şu beşer katili feccare-i dünya Batsın “medeniyyet” denilen kirli muamma Gelsin ne uzak yerde ise Hakim-i ukba Yahud ne kadar adl ü terahhum ne kadar hak Kahrolmuş ise hakkını ey Kadir-i Mutlak Al gözlerimizle görelim biz görelim ah Ya ver bize bir Avrupalı vahşeti Allah! SABAHA KARŞI ... Sabaha karşı yaman bir gıriv-i dur-a-dur Kopunca eyledim artık veda’-ı hab u huzur. Sobam henüz yanıyormuş odam sıcakça idi; Fakat dışarda şitanın sada-yı müncemidi Tanin-i serdi ile dondurup müfekkireyi Akus-i hevli ile sarsıyordu pencereyi. Şubat içindeki bir girdbad-ı berf-alud Cihan-ı sakin ü lerzana karşı hışm-efzud Koparmadaydı demadem mehib bir çığlık! Peyinde çığlığının eyliyordu çılgınlık! Yetişmiyor gibi müdhiş sesiyle haykırmak; Dilerdi muşt-i sitemle şu halkı hep kırmak! Kökünden oynatarak sallı köhne evlerini Sanırsın ölmeden evvel kazardı makberini. Hazin gıcırtıları sallanan bizim darın Sımah-ı vehmine nahoş gelince deyyarın Dedim ki: Ta temelinden ev oynamakta bütün Ne yapmalı acaba men’-i indirası için? Başım önümde elim lihye-i tefekkürde Durup da çare ararken dem-i tehayyürde; Kuruldu piş-i temaşaya bir cesim ordu: Ki dahili bütün akvam-ı müslimeyle dolu. Arabla Türk ile Çerkesle Lazla Ekradın Nesebce ayrı bu bir çok sunuf-ı ecnadın Şu ictima’-ı celili hakīkaten şanlı; Bu cem’-i müttehidin hep kulubu Osmanlı. Vatan ki fırtınalardan gıcırdayıp duruyor; Süyul-i kahr u felakette dest ü pa vuruyor; Bu cem’-i müttehid işte bu leşker-i İslam Beka-yı mülke metin mütteka-yı istihkam Olup da uğraşıyordu Salib-i udvanla.. Hilali andırıyordu akıttığı kanla. Ateş içinde olurken aduya dehşet-za Çamurlu seller içinde yatardı bi-perva. Gözünde yoktu şu süfli hayata bir kıymet: Şehadet onca gazada ne mutlu bir ni’met! Çekip meşakkat-i bi-had uzun uzun yolda; Feda-yı cana tehalük ile atılmıştı... O azme karşı adunun uyunu yılmıştı. Ulüvv-i manzara re’s-i hayali döndürdü; Şu sahn-ı ali-i vahdet beni düşündürdü: Bu ayrı ayrı nesilden zuhur eden efrad Neden bu kışta kıyamette bin yaman bidad Önünde yek-dil ü yek-dest olup sebat ediyor? Yolunda bir emelin hepsi uğraşıp gidiyor. Neden çıkıp da çölünden mücahidin-i Arab Bu karlı sahada olmuş esir-i derd ü ta’ab? Neden sevahil-i Bahr-i Siyah’tan bir Laz Gelip de Akdeniz’in sahilinde ma’reke-saz? Neden koşup da yetişmiş süvari-i Ekrad? Neden Çerakise olmuş bu gayrete mu’tad? Bu yurdu saklamak ancak düşer ise Türk’e; Neden öbürleri gelmiş atılmada merge? Neden? deyip duruyorken işitti guş-ı semi’ Cihana lerze verir bir sada-yı pak ü bedi’: Minarenin üzerinden müezzin-i agah Diyordu: Eşhedü en la ilahe illa’llah. Nida-yı da’veti dinin kuluba aksetti; Neden? Sualimi bir sözle halledip gitti. şeklindedir. BEYAZ BAYRAK ÇEKILIRKEN ... Son günlerde zinde ve pür-ümid şehik u zefirlerle inip kabaran göğsü senelerin feveran-ı intikamıyla fıkırdayan yüreği; birden bire hareketindeki ıttırad-ı manzumu şaşırıvermişti. O akşam ve ferdası bu tahavvül-i aniden ürkerek hasta bir tabib şefkat-i bi-riyasıyla öteye beriye baş vurdum: Nabzı bütün meleke-i dikkat ü idrakimle dinledim göğsü vazıh cevablar almak için istintak ettim a’sabı türlü türlü tecrübelerle yokladım a’zanın vazife ile derece-i takayyüdlerini sordum ... Ve nihayet “kalb” ile samimi bir hasbihalden sonra bütün öğrendiklerimi; dam-ı şuur u taakkulden bir müddet korumak hassasiyetimi muvakkaten lakayd bir temaşager vaz’iyetine mahkum etmek için hafızamın kehf-i emanına gömdüm!... * * * Muhitin bedbin heyecanlarına rağmen son müsbet dakīkalara kadar ümidsizlikle pençeleştim. Nihayet bütün nikbinliklerim hadisatın son ve müfteris bir hamlesiyle mağlub oldu. Artık sinirlerin damarların içinden bütün usare-i hayatın nasıl bir perişani-i na-şuur içinde kayıp gittiğini gö ren gözlerim; her türlü tesliyetlere her türlü telkīnat-ı hayal-pesendaneye karşı tuğyan etmiş bir müddet evvel gömdüğüm asar-ı hüzal ile birleşerek akıle ve hassasiyetime saldırmıştı. Ben sübutun bu kadarına da kani’ olmuyor hala ümidlerin piş ü peyinde dolaşıyor; ve bu halimle doğrusu an be-an ilerlemekte olan müdhiş hakīkate karşı bir muğfel tavrını almış oluyordum. Fakat bu iğfal ü tegafül o dakīkada büyük bir ihtiyac idi; nihayet bu ihtiyacın da muhitin hastalıklı mizacından doğma bir dalal olduğunu düşünerek hakīkat ile doğrudan doğruya anlaşmaya onu bir bi-tarafi-i tam ile tedkīk u tetebbu’ etmeye karar verdim her an; bizi hissiyatımızı cehennemi acılarla kavuran fakat akılemize intibah ü metanet tavsiye eden bir akıbete doğru koşturuyordu! * * * Füc’e tahakkuk etti: Hınçkırıklar kahkahalarlar göz yaşları rahik-ı neşve ile eninler; istihzalarla ve nihayet Rumeli’nin bu Müslüman şehrindeki matem-i samit dünkü vatandaşların silah sesleriyle muzafferleri istikbal için tertib edilen alayların gamgame-i şapaş u takdiriyle boğuluyordu. Zavallı Üsküb! Sen ne hazin bir akıbete namzed imişsin; fakat sen korkma ümidsiz olma asırların ruh-ı terbiye ve tenmiyesiyle besilenecek olan bir satvet-i müntakıme; bir gün yine sana kavuşacak bir gün yine senin olacaktır. Bu her taraftan kaynayan avamil-i ye’s ü şetaret; her taraftan dişlerini gösteren azgın vahşetler; beni bir zümre-i rufeka ile beraber menhus bir ilticagaha çekmiş götürmüştü. Muhitin yağdırdığı ducret ü kasvetle bi-karar olan zavallı arkadaşlarım bağçenin ortasında uzak bir noktaya bahş-ı dikkat ederek elleriyle işaretler yaparlarken ben de merakla yanlarına sokuldum: – Teslim bayrağı çekilmiş. – Eyvah yüreğim parça parça oluyor. – Aman Yarabbi bu ne hal gözüme inanamıyorum. – Çıldırmamak için ne yapmalı? – Ya gülmeli ya ağlamalı! Ben bu girdbad-ı hayat arasında kendimi toplamaya çabalayarak gözümü bütün kuvvet-i basarıyla o insıbabgah-ı mesaibe tevcih ettim ve onu uzun bir mesafenin müntehasında dün nur-ı Hilal’in telatum ettiği bir sütun-ı münhasif üzerinde ademlere doğru titreyen timsal-i hübutu görmek lüm ile inledim: – Arkadaşlar ben de görüyorum kocaman beyaz bir leke!... * * * Ey mü’minler! Genciniz ihtiyarınız zengininiz fakīriniz umumen düşmanınıza karşı çıkınız ve malınızla canınızla Allah yolunda mücahede ediniz! Size söylüyorum ey mü’minler bu cihad-ı umumi sizin için her şeyden hayırlıdır. Eğer siz hayrı biliyor ve onu şerden tefrik u temyiz etmek Meal-i hakimi beyan olunan bu nazm-ı celil hayru’l-kurun olan ahd-i celil-i cenab-ı Hatemü’l-enbiya sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin altın kalemlerle yazılmaya elhak seza olan menakıb-ı celile-i gazevatından mefahir-i ulviyye-i mücahedatından hususiyle –gaza-yı Bedr-i Kübra ve feth-i mübin-i Batha gibi– Kur’an -ı Hakim’de adeta tafsil derecesinde mezkur olan Tebuk Gazasını amir olarak celalet-bahş-ı nüzul olan ayat-ı kerimeden biridir. Vakta ki hicret-i seniyyenin dokuzuncu sali idrak olundu li-hikmetin Ceziretü’l-Arab’ı baştan başa vasfına şayan bir ateşin hanüman-suz kaht istila etti. O zaman Şam’da Rum Kayseri bulunmuş olan Hirakl Ceziretü’l-Arab’ın üzerine çöken bu hevl-engiz kaza-yı asmaniyi düstur-ı tabiisince fırsat addederek büyük bir kuvvetle mehcer-i İslamiyet’e yüklenmeyi tasmim etti. Kayser aklınca nur-ı Tevhid’i söndürecek cihan-ı insaniyyeti baştan başa Teslis’in bir kişver-i muzlimi görecek nakūsların tanin-i velveledarı arasında i’lan-ı şadmani edecekti. Zavallı Hirakl! Hiç –kuvve-i kudsiyye-i Teslis’iyle!?– keşf edemiyordu ki Şam’da üç senelikten ibaret bir ömr-i vapesin-i saltanatı kalmıştı! Hiç ihtimal ve imkan vermiyordu ki pek yakın bir zamanda o vesiu’l-enha mülkünü bütün hazainiyle eminü’l-ümme Ebu Ubeydetü’l-Cerrah ile seyf-i meslul-i İslamiyyet Halid bin Velid’e radıyallahu anhuma terk ederek ateşin yaşlar boğucu hıçkırıklar içinde kaçacak Toros dağlarından aşarken o dünya cenneti addettiği kişver-i bi-vefasını son defa görebilmek hulyasıyla dönüp hazin hazin ağlayarak bir müddet bakakalacak! Hirakl o cesim! ordusunun teşkiliyle uğraşırken bir kafile-i ticaret –sanki bu feci’ su’-i kasdı vaktinden evvel haber vermek için– Şam’dan Medine-i Münevvere’ye gidiyordu. Sükkan-ı daru’l-iman Kayser’in hazırlanmakta olduğu bu mühinane tecavüzünü istihbar edince kükrediler; Kayser bu rubah-pesendane teşebbüsüyle guya bir arslan sürüsüne karşı bıyık büktü! Kılıç salladı! Hepsini birden pür-gazab ayaklandırıp üzerine indirdi. Kafileden tereşşuh eden bu haber daru’s-selama yayıldı; sem’-i hümayun-ı cenab-ı Risalet-penahi’ye aleyhi’s-salatu vesselam vasıl oldu. Yaran-ı tevhid Harem-i Şerif’e da’vet buyuruldu. Cenab-ı eşcau’r-rusül efendimiz hazretleri ke mal-i vakar u sekinetle doğruca minber-i hümayunlarını teşrif buyurdular. Iradına başladıkları beliğ-ı huş-rüba bir hutbeleriyle bütün sahabe-i güzin gaşy oldu. İşte bu hutbe-i celilenin müjde-i lahutisi olan şu kaht-ı elim içinde şu kabus-ı usret altında nagehani başgösteren harb için asker techiz ederse onun için cennet vardır. Onun için Hakk’a vuslat vardır. Onun için ebedi saadet vardır. İşte bu ni’met-i uzmayı lisan-ı Hak’tan şimdiden tebşir ederim.” demektir. Bu müjde-i risaletten –cümleden ziyade– sermest olan Yar-ı gar-ı vefadarları hemen hanesine koştu. Bütün mevcudu olan dört bin dirhem gümüşü kapıp hak-i pay-i Rahmeten li’l-alemin’e arz u takdim etti. Zat-ı akdes-i Risalet-penahi henüz minberde idiler. Fedakar ma’şuklarına sordular: = “Ailen için bir şey ayırdın mı?” O dünya hazinelerine nazar-ı lisan-ı istiğna ile: “ = Onlar için Allah’ın lutfunu Resul-i zişanının atıfetini ibka ettim.” cevabını verdi. Her biri birer canlı tevhid-i ilahi olan o sabıkīn-ı iman o müessisin-i bünyan-ı İslam ne kahtın tehdidine ne de zaruretin şiddetine asla ehemmiyyet vermediler ma-meleklerini feda ederek birkaç gün içinde bütün techizatıyla kırk bin –bir rivayette yetmiş bin kişilik– bir mükemmel bir orduyu cenab-ı Kumandan-ı A’zam sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine arz ettiler. Ordu-yı Hümayun Daru’s-selam’dan hareket ettiği esnada Cenab-ı Hak Şamiler üzerine nikab-ı kahr u celalini ref’ buyurdu. Hirakl’in o cesim ordusuna müd hiş bir taun musallat oldu. Maksadlarını unuttular. Kendi derdlerine düştüler. Ordu-yı Hümayun “Tebuk”e kadar geldi. Rumların Şam’da duçar oldukları taun kahr-ı ilahi haber alındı. Cenab-ı Hakimü’r-rusül efendimiz hazretleri bu müstevli marazın tahribatı esnasında Şam üzerine yürü menin hasma temasın caiz olamayacağı beyanıyla “Tebuk”de birkaç gün aram u istirahatten sonra avdet emrini verdiler. Sahabe-i güzinden birkaç zat Ordu-yı Hümayun’un hin-i azimetinde bila-ma’zeret istibta etmişler geri kalmışlardı; Ordu-yı Hümayun Medine-i Münevvere’ye girerken bunlar rehgüzarında saf-beste-i ta’zim olarak iltifat-ı cihan-kıymet-i Resul-i Kibriya’ya muntazır kaldılar. Zat-ı hazret-i Risalet-penahi tam bunların hizalarına gelince mukaddes yüzlerini çevirdiler; selam vermediler müşarun-ileyhim oracıkta yıldırımla vurulmuşa döndüler derhal Eyvah!... Üçüncü bir mevki’-i intizar.. Yine nafile! Bunlara hiçbir kimsenin selam vermemesi yüzüne bakmaması lüzumu ferman buyuruldu. Sükkan-ı Daru’s-selam bunlardan yüz çevirdi. Bu mukataa-i uhuvvet ve cem’iyyet tam elli gün sürdü. Kırkıncı günü idi ki taraf-ı celil-i Risalet’ten “Aileleriyle hemfiraş olmamaları” emr-i alisi hikmet-efza-yı sudur oldu. Artık dünya o vüs’atiyle beraber başlarına dar gelmeye başladı. Nihayet çile doldu tevbelerinin nezd-i Hak’ta mazhar-ı kabul olduğuna dair “ = Bila-ma’zeret geriye kalıp da Tebuk Gazası’na gitmeyen üç zatın da Allah tevbelerini kabul etti. Onlar geriye kalmalarından ve hususiyle Resulüm’ün ve ümmetinin selamı iltifatı her türlü alaka ve münasebeti kesmelerinden o derece müteessir ü muztarib oldular ki dünya o vüs’atiyle beraber başlarına dar geldi; karanlık zindan kesildi; kalbleri hümum u gumumun şiddetinden bunaldı. Artık tamamıyla anladılar kanaat getirdiler ki Allah’ın kahr u gazabından sığınacak yine Allah’ın bab-ı merhametinden başka hiçbir melce’ yok. Sonra ihlas-ı tam ile Allah’a tevbe ettiler Allah da onları –tevbelerinde u safh buyurdu. Bilmiş olunuz ki Allah günahlarına nedamet ve bab-ı merhametine inabet edenlerin tevbelerini kabulde lutfu pek mebzuldür. Merhameti bi-nihayedir.” beşaret-i ilahiyyesi mahkumiyetten kurtuldular da adeta yeniden hayat bulmuşa döndüler. ye efradının –ta ailesine varıncaya kadar–kendisinden yüz çevirmesi kemal-i nefretle yanından kaçması kadar felaket mi olur? Ölüm bu musibet-i haileye nisbet pek ehven kalır. Sen böyle bir nefret-i umuminin içinde bulun böyle binlerce sonra yine huzur ve rahat içinde yaşa! İşte İslamiyet’in te’sis ettiği bünyan-ı marsus cem’iyet ve milliyet! İşte İslamiyet’in emrettiği hamiyet! İstihkar-ı mal ü can! Sabıkīn-ı evvelin İslamiyet’e böyle mal ü canlarıyla hizmet ettiler. Bu muzaaf ulviyetleridir ki hakīkī insaniyeti meydana çıkardı. Bu takat ber-endazane gayretleridir ki efradı yüzlerce milyona baliğ olan koca bir millet-i İslamiyye ve medeniyye vücuda getirdi. Müşarun-ileyhim hazeratı her biri –hafıza-i enamda dastan-ı mefahir teşkil eden bu mal ü can fedakarlıklarına mukabil şahsiyetleri namına zerre kadar bir menfaat istemediler. ların sultan-ı amali i’la’-i kelimetullah idi. İslamiyet’in intişarı bütün ihvan-ı insaniyyeti agūş-ı tevhidine alarak zalam-ı şirk ü dalalin mahvı idi. Cem’iyet-i medeniyye-i İslamiyye saye-i celadetlerinde büyüdükçe büyüyor insanlar için en mes’ud bir melce’-i hayat en can-perver bir saye-i emn ü eman oluyordu. Onların muhatab oldukları Kur’an-ı Kerim ’e aynıyla biz de muhatabız. Onların me’mur oldukları ahkam-ı celile-i ilahiyye lamiyet’e ne kadar sarıldıklarını itaat ü inkıyadlarını ne dereceye kadar götürdüklerini bir de bizim o mukaddes kanun-ı duğumuzu bi-tarafane munsıfane düşünürsek iddia etmekte olduğumuz iman u İslam’dan ne kadar hazz u nasibimiz olduğunu anlar ve kendimize müslüman demeye utanırız! Her mü’min İslamiyet’in hıfz-ı ulviyyeti ihvan-ı dininin sıyanet-i hayatı için mal ü canını feda ile mükelleftir. hastalığında ziyaretine gitmemek vefatında cenazede bulunmamak hasılı ona bütün ma’nasıyla “boykotaj” yapmak her mü’mine farz olur. O nasıl hayat-ı İslam’a milyonlarca nen muaveneti diriğ ederse o ihvan-ı dini de onun hey’et-i onu adem menzilesine tenzil ederler; ta ki agūş-ı himayesinde yaşadığı hey’et-i ictimaiyyeyi istihfaf etmemek ma’nasını anlasın! Malını canını o cem’iyete medyun olduğunu takdir etsin! Bir ümmet bunu yapmaz cem’iyet bu vazife-i mühimmesini mühimsemez de herkes istediği gibi yapmaya kendinde salahiyet görürse o cem’iyet yaşamaz. Berat-ı inkıraz u izmihlalini kendi öz eliyle yazmış intihar etmiş olur. Avrupa akvam-ı medeniyyesinin üssü’l-esas-ı terakkī ve teamülü Balkan milletleri bizden bu mühim düstura tevessül sayesinde ayrıldılar. Evvela ufacık bir kuvvet husule getirmekten Gözlerimizin önünde neler yapmadılar. Nihayet muvaffak da oldular. Yaşamak fakat –öyle esir ve zelil değil!– hür müstakil bir millet olarak yaşamak hukūk-ı tabiiyye-i beşeriyyenin en mukaddesidir. Bu hakkı istihsal için insana her şey mübah olur. Hatta İslamiyet bunun için cümle-i celile-i istisnaiyyesiyle iman lafzının fedasına kadar müsaade ediyor. Bu müsaade-i ilahiyyedeki hikmetin büyüklüğünü ancak erbab-ı irfan takdir eder. Bakınız! Bugün bizim hayat-ı hakīkīmiz olan namus-ı istiklalimiz ri ta kalbine girmiş sinesinden kanlar fışkırıyor can alıp can veriyor. Yüz binlerce evlad-ı İslamiyyet her türlü mahrumiyete katlanmış; karlar buzlar çamurlar ölümler içinde din ve Kur’an [uğurunda] düşmana göğüs germişler her lahza şehadete muntazır bulunuyorlar da beriden sıcacık odalarında her türlü zevk-ı naim içinde ailelerin yanında kemal-i huzur u rahatla yaşamakta ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayı büyük bir ıztırab addetmekte olan zenginler guya Kur’an-ı Kerim ’in ahkam-ı evamir ü nevahisinden müstesna bile kıskanıyorlar. Düğüm üstüne düğüm vuruyorlar. Bugün on paraya avuç açmakta olan Rumeli’nin dünkü on yirmi otuz kırk bin liralık zenginlerinden olsun ibret almıyorlar. Hele bunlar miyanında müteşerri’ mütedeyyin geçinenlere bilmem ne demeli! Bunlar emin olsunlar ki Cenab-ı Hak ve ruh-ı Resulü kendilerinden tamamıyla yüz çevirmişler mı kesmek tamamıyla yüz çevirmek Allah ve Resulü’nün ümmet –fakat bilmem hangi ümmet?!– üzerinde en büyük hukūktandır. Her zengin mü’min için maişetinden fazla servetini vermek farzdır. Vermezse İslamiyet’e –tevhide– a’dasından ziyade düşmanlık etmiş olur. Namus-ı İslamiyet’in lekedar olmasına razi olmak mukteza-yı İslamiyyet midir. Bir hükumet-i dar ağniya-yı İslam için yüz karası olamaz. Bu parayı ikraz suretiyle değil en mühim bir farz-ı ilahi olarak vermeye mecbur iken hatta o ikrazı da diriğ etmek sonra yine kendilerine rı da o nisbet-i ma’kusede safiliz. Tahta bitleri gibi düşman ayağı altında çiğneniyor her türlü zillete hakarete her nevi namussuzluğa hatta irtidada bile katlanıyoruz. Biz tam ma’na-yı ulviyyetiyle mü’min-i kamil olsak elimizden çıkan koca Rumeli’yi bir günde istirdad edebiliriz. O da Allah’ın emrettiği gibi bütün istitaat-i maliyye ve nakdiyyemizi derhal meydan-ı hamiyyete yığmak bir altın dağı vücuda getirmekle olur. mız budur. Bugün hakīkī mü’minler için en mühim fariza-i Kur’an iyye işte budur. Fakat efsus ki bir gayr-i müslim İslamiyet şerefine yirmi bin . lirayı birden feda ediyor da ne bile bakmıyor. Ta’ziyet sana ey İslamiyet! Tesliyet sana ey insaniyet! Ey hakīkī medeniyet! Diyar-ı tarümar-ı Osmani’nin birkaç asırdan beri ma’ruz kaldığı hunin felaketlerin dilhıraş sefaletlerin pek insafsız kat’-ı uzv ameliyyelerinin birinci derecede mes’uliyeti eski yeni bu memlekette mütefekkir geçinen tabakaya aid olduğu şübhesizdir. Bir memleket erbab-ı ilm ü irfanıyladır ki haziz-ı sefaletten evc-i kemale suud eder. Yine bu feyyaz ve hakīkat-bin zekaların mevecat-ı telkīnatıdır ki uyumuş dimağları bir suver-i intibahla diriltir ölümden inkırazın korkunç ve bieman dişleri arasında kemirilmekten kurtarır. Bir millet eazımıyla yaşar diyorlar. Ne doğru söz!. Bir milleti siyasette ma’rifette sanaat ve ticarette hatta hamaset-i askeriyyede yükselten şa’şaadar maaliye mazhar eden o milletin mürebbileri mevkian küçük fakat hakīkat-i halde bütün ma’nasıyla büyük olan mürebbileri mürebbi-i fikrileridir. Tarihin mensi sahifelerinde ebed-nümun bir mefharet halinde payidar olan edvar-ı maziyye-i İslamiyyeye aid şanlar şerefler bedia-nüma abideler muhalled müesseseler veleh-bahş hamaset ü siyasetler hep onların millet-i İslamiyyeye bedraka-i irfan olan o fuzalanın eser-i himmetidir. Saltanat-ı Osmaniyyenin müessis-i ali-tebarı Osman Ga zi Edebali gibi bir fazılın irşadatıyla tenevvür etmemiş midir? Ufak bir derebeyliğini bir hükumet-i muazzama esasları üzerine kuran Murad-ı Hudavendigar’ın mülhim-i efkarı Kara Halil gibi bir dahi-i kemalat değil midir? Asrının eazım-ı ulemasından belki de mühre-i siyasiyyunundan olan Kara Halil merhum bünyad-ı saltanatı hayret-bahş bir dest-i maharetle o kadar metin o derece rasin esaslar üzerine bina eylemişti ki Selim-i Sani devrinden i’tibaren binlerce uzv-ı mühin dahilen haricen o esasları yıkmaya çalıştıkları halde bu kimsesiz yurd büsbütün çökmeden zamanımıza kadar Osmanlılık damgasını muhafaza ederek gelebilmiştir. Fatih’e tezelzül na-pezir o ruh-ı cevvali o metanet-i harika-nümayı nefh eden Molla Guraniler Molla Hüsrevler değil midir? Hatta Osmanlı padişahları içinde atiyi düşünür basiretkar bir dimağ maziden ibret-bin nafiz bir nazara malikiyyetle mümtaz olan fakat –maatteessüf– şems-i asr kadar bile payidar olmadan uful eden Selim-i Evvel’e o ulvi fikri ittihad-ı faziletlerinden başka nerede aramalıdır? Daha çok zaman evvel bugünkü makhuriyete meydan açacağı muhakkak olan Eğri melhame-i kübrasında Sultan Mehmed-i Rabi’a sebat ü metanet fikrini ilka eden Hoca Sa’deddin değil midir? Hoca’nın azm ü nüfuzu olmasaydı Osmanlı ordusu telafisi na-kabil bir mağlubiyyete duçar olarak Rumeli daha o zaman istila-yı a’daya uğramayacak mıydı! Ümmet-i İslamiyye gerek Osmanlılar devrinde gerek edvar-ı evveliyyede bu gibi mümtaz simaların huzemat-ı feyyazaneleriyle teali etmiş bunların yerini bir takım muzlim ve cahil türedilerin istila etmesi üzerine inkıraza yüz tutmuştur. Osmanlı Saltanatı’nın tarihçe-i inkırazından uzun uzadıya bahsedecek değiliz. Yalnız şunu söyleyelim ki bizde hakīkī alimlerin zevaliyle devre-i inkıraz da başlamış milleti ağır ve kesif bir kabus-ı cehl ü atalet basmıştır. Beşikte çocuklara ma’tuh ve mutabasbıslara büyük büyük rüteb-i ilmiyye tevcih edildiğini kaydeden sahaif-i tarih aynı sütunlarda inkıraz-ı devleti hazırlayan meş’um vak’aların hutut-ı asliyyesini de çizmiştir. Vazife-i mukaddeseleri milleti tenvir halkı irşad olduğu halde şahıslarına aid sefil menfaatler bayağı ihtirasları te’min için: diyerek Şeriat’ı müstebidlerin baziçe-i amali milleti cehl ü ataletin canlı bir timsali haline getirenlerin seyyiat-ı ef’ali bugünkü neslin duş-ı zaifini ezmiyor mu? Fikirleri öldüren ruhları söndüren menfur devirleri şerhe hiç de hacet yok. İlim namına türrehat din namına hurafelerle her dimağı uyuşturarak memleketi baştan başa bir şurezar-ı cehalete döndürenleri biz unutmak istesek bile tarih ve ahlaf la’netle yad edecektir! Tarih-i İslam ve Osmanide sunuf-ı ilmiyyenin evvelki feyz u irfanlarını musavvir sahifelerle bugünkü halini mukayese eden her mütefekkirin istikbalin hayal-i hevl-engizi karşısında titrememesi mümkün değildir. Milletin mesaibiyle alakadar ve ondan mes’ul olan su nuf-ı mütefekkire arasında ilmiye sınıfının kendilerine tevcih edilen ithamlardan bilfiil sıyrılıp çıkmaları icab ederken sakit ve la-kayd tarik-ı sabıkı ta’kīb etmelerini görmek ümidsizliği artıran pek feci’ bir hal oluyordu. Bu sükut mensubin-i ilmiyyenin medarisin bugünkü halini en iyi bir hal bugünkü tarz-ı tedrisini en ma’kūl en doğru bir usul zannında bulundukları kanaatini veriyordu. Çünkü noksanını bilmemek kusuru i’tiraf etmemek faidesiz şeylerle uğraşıldığını tasdikten istinkaf etmek bütün ümidleri yıkacak müntesibin-i ilmiyyenin ihtiyacat-ı asriyyeyi takdir edecek bir seviyede olmadıkları zannını tevlid edecekti. Sebilürreşad ’ın geçen hafta intişar eden nüshasında münderic genç mütefekkir ve ihtiyacat-ı asriyyeyi bi-hakkın müdrik bir kısım müderrisin-i kiramın imzalarını havi bir makale bütün bu zan ve kanaatleri çürütüyor me’yus kalblere nuşin bir nefha-i ümid saçıyor. Filhakīka Bayezid dersiamlarından münevver bir kitle-i makale hay u huy-ı zaman arasında sönüp gitmesi caiz olamayacak mühim bir ihtiyac-ı milliye müteallik bulunuyordu. Müderris efendiler bu makalede mesleklerinin ne suretle yabis ü akīm bir hale gelmiş olduğuna dair göze çarpan avamile temas ettikten sonra diyorlar ki: “Bu i’tiyad saikasıyladır ki son asırların bize pek elim suretlerde kendisini ihsas ve iktiza ettiren ihtiyacat-ı mübreme ve teceddüdat-ı mühimmesinden ilmiye zümresi hala haberdar olmak istemiyor gibi duruyor ve hayat-ı hazıranın şeraitını istikmal ile bulundukları meslek-i celile şayan bir inkılab-ı ilmi husule getirerek ati için istihkak-ı hayat etmeyi kıyamet gibi bir felaket addediyor. Meslek ve milletin hayatına su’-i kasd demek olan bu hal mültezimlerinin en şiddetli surette mes’uliyetini mucib ise de bir sınıfın tekmil efradını bu halde zannetmek büyük bir haksızlık veya vukūfsuzluk demek olacağından bu zandan ebna-yı cinsimizi esirgeriz.” Vatanın ihtiyacatını vazifenin kudsiyyetini mevki’-i ictimainin uhdelerine tevdi’ ettiği ulvi fakat ağır mes’uliyetin sıkletini istikbalin vahametini halin sille-i töhmetini mazinin mevrusat-ı nekbetini bi-hakkın his ve takdir ederek dırahşan bir cebhe-i necibe ile i’tiraf-ı hakīkatten çekinmeyen bu muhterem simaları hürmetle selamlarız. Meşahir-i riyaziyyundan bir zat “Mes’eleyi anlamak yarı halletmek demektir.” sözünü muttasıl tekrar eder dururmuş. Ne doğru bir hakīkat! Bugünkü sukūtun dehşetini timsal-i ni iktisab-ı ilm ü kemal arzu-yı Huda-pesendiyle köylerini yurdlarını terk ederek buralara koşan ma’sum ve mağdur biçarelerin yosunlu yuvalarda küflü hurafelerle nasıl uyutulduklarını gören her gün bu feci’ manzaraların hassas bir temaşageri ve belki –istemeyerek– fa’al bir amili makamında bulunan zinde bir ruh dindar bir vicdan münevver bir dimağ tasavvur edilemez ki –müderris efendiler gibi– sada-yı munu duymasın! Genç ve muhterem müderrislerin sevda-yı feyz u terakkī ile titreyen kalbleri şübhe yok ki; teşniat ve göstermek de bu hali tahsin demek olacaktı. Bütün bu yanlış zanları esasından yıkarak zamanın icabat ve ihtiyacatına göre medarisin ıslah ve tanzimini derslerin tensikını müderrislerin tefrikını talebenin atiyen millete rehber-i kemalat olabilecek esasat-ı ilmiyye ile mücehhez olmasını istemek kadar selamet-i atiyye için beraat-i istihlal olur mu? Son asırlarda milletin felaket ve cehaletinden mes’ul olanlar: “Ne yapalım efendim; terakkī namına atılmak istenilen her hatve-i teceddüd ulemanın mümanaatına uğruyor!..” sözleriyle bar-ı mes’uliyyetten kurtulmak istiyorlardı. Bu sözler o kadar taammüm etmiştir ki el-an Avrupalılar sunuf-ı ilmiyyeyi bütün ma’nasıyla tarikına salik bir kitle-i taassub her nevi teceddüd ve terakkīye hail bir heyula-yı mahuf halinde tasavvur ediyorlar. Müderris efendilerin şu haksız ithamatı reddederek saha-i terakkīde metin adımlarla ilerlemek azminde olduklarını bütün cihana karşı i’lan eden İ’tiraf ve İşhad makalelerini mu’teriz ve bedbinlerin nazar-ı insaflarına arz ederiz. Bir de müderris efendilerin şu i’tiraflarını okuyalım: “İşte biz milletin selameti kendilerine rehnüma-yı saadet olan bütün erbab-ı hamiyyetle beraber i’tiraf ve işhad ediyoruz ki: Bugün yaşamak için lazım olan ma’lumatı her sınıf gibi biz de bilmiyoruz. Dünyada beka bulmak için ancak ulum ve fünun sanayi’ ve ticaret ziraat siyaset ve askerlik gibi birçok eşkalde varlık göstermekle mümkün olduğu halde biz hissemize düşen mevcudiyet-i ilmiyyeyi gösteremiyoruz. Fakat o ma’lumatı istihsal ederek bu mevcudiyeti göstermeyi iki yüzü mütecaviz bulunan muasırlarımızdan hemen hiçbiri geri kalmaksızın hepimiz istiyoruz. İkrar ediyoruz ki: Okuyup okuttuğumuz ilimler her ne[de]nse kendilerine verilen emeklerle mütenasib semereler vermediği cihetle milletin şu buhranlı zamanlarında mühim hizmetlerde bulunamıyoruz.” Kalbleri ümidsizlik ve ye’s gibi kemirici teessürat altında ezilen vicdanlara şu i’tiraf ne kadar nuşin bir reşaşe-i emniyyet saçıyor. Hisselerine düşen mevcudiyet-i ilmiyyeyi gösterememek le muazzeb olan bu dimağlar; şübhe yok ki; ilmiyyenin esbab-ı letini hissetmişler ıslah ve terakkī çarelerini taharri eylemişlerdir. Okuyup okuttukları ilimlerin faidesiz olduğunu acı tecrübelerle takdir eden müderris efendilerin artık bu çıkmaz yolu ta’kībden vazgeçecekleri Huda-pesend bir emel necib bir arzu ile yurdlarının harr ve nuşin obalarını terk ederek medarise koşan ma’sum bir sürü vatan evladlarının bundan böyle ilim namına vehmiyyat ve dedikodularla heder olmasına rıza göstermeyeceklerini ümid ederiz. Elyevm vazife-i tedris ile meşgūl olan iki yüzü mütecaviz müderrisin-i kiram usul-i kadimenin akametini asr-ı hazırın şeklinde yazılmıştır. Zuhruf /. hal yok– mes’elenin en mühim ve en güç kısmı halledilmiş demektir. Böyle olduğu halde el-an bu sakīm ve köhne usulün ta’kībine sebeb ne? Buna yine müderris efendiler cevab veriyorlar: “Evet i’tiraf ediyoruz ki: Ta’kībine mecbur tutulduğumuz kurun-ı vüsta mahsulü usullerle hiç bir vakit müfessirin-i rine yetişemeyeceğiz; fakat şuraya da işhad ediyoruz ki: Kendimizin de memnun olmadığımız bu haller sa’yimizin noksanından isti’dadımızın fıkdanından neş’et etmeyip her türlü salahiyetin fikr-i teceddüd ve ruh-ı teşebbüsten azade uhdelere tefviz edilmesi yüzünden ellerimiz bağlanarak beslediğimiz amal-i terakkī ve ıslahın her vakit akamete duçar edilmesinden ileri gelmektedir.” * * * Salahiyetin her türlü ruh-ı teşebbüsten azade herem-dide gayr-i mütecanis uyuşuk dimağlara tefviz edilmesinden ne kadar şikayet edilse becadır. Millet-i İslamiyye kürsi-i şehametiyle inhidama yüz tutmuşken Bab-ı Meşihat’te bir ruh-ı fa’aliyyet bir nehda-i teceddüd ü intibah görülememesi akıbet-bin vicdanlarda ne elim buhranlar ne hüsran-engiz nevmidiler tevlid ediyor. Vatandaş unsurlara rehber olan makamların faaliyetiyle millet-i İslamiyyenin bedraka-i tealisi olması icab eden makam-ı alinin la-kaydisi göz önüne getirilirse için için eşkabe-i teessür dökmemek kabil olur mu? Yarab! Acaba bu zavallı millet saha-i terakkīde kendilerine fa’al müteşebbis hakīkat-i İslamiyye ve ulum-ı hazıraya vakıf ihtiyacat-ı asriyyeyi müdrik büyük dimağlı zevatın rehber olduklarını göremeyecek midir? Ne yapacağını bilen bildiğini tatbika muktedir olan çalışmadan yılgınlık göstermeyen zevatın haricde bırakılması acaba memleketin menafiiyle kabil-i tevfik midir?! Müderris efendilerin kendilerine aid bir işte salahiyetdar tutulmamaları da buna mümasil ve bize mahsus u’cubelerdendir. Fakat mes’uliyetin büyük bir kısmının salahiyetdar mercie aid olması müderris efendileri tamamen kurtarır mı? Müderris efendiler müttehiden ihtiyacat-ı hazıraya göre bir program tertib ve icab eden kitapları intihab ederek tedrisata başladılar da ruh-ı teşebbüsten azade salahiyetdar makamattan mümanaat mı gördüler? Gerçi ferdi teşebbüslere dair matbuat sütunlarında bazı mülahazata tesadüf edildi. Fakat bütün müderrisin-i kiramın müttehiden bu işi düşündüklerine dair maatteessüf hiçbir şey işitilmedi. Her hususta millete rehber olmaları icab eden müderrisin-i kiram acaba niçin elbirliğiyle meda[ri]sin ıslahı esaslarını ve ders programlarını kararlaştırarak esbab-ı mucibeli bir layihaya leffen Ders Vekaleti’ne takdim ve tatbikını taleb etmediler ve etmiyorlar?! Bir milletin felaketinden o millete mensub olan her ferd mevki’-i ictimaisi nisbetinde mes’uldür. Kendi dimağlarını –bilmeyerek– ilim namına senelerce vehmiyyatla uyuşturanlardan bugün acı acı şikayet edenler; vahameti bilerek; aynı yolu ta’kīb ederlerse nesl-i müstakbel huzurunda daha ağır ithamlarla mahkum olmazlar mı? Kendilerine vedia-i Sübhani olan ma’sum bir kitlenin –velev bil-vasıta olsun– ma’nen maddeten inkıraz u felaketine sebeb olmak havfıyla vicdan azabları çeken hey’et-i mütefekkirenin; daha vakit geçmemişken; müttehiden ihtiyacat-ı asriyye ile mütevafık bir program tanzim ederek merci’-i aidine takdim ve teşebbüslerinden matbuat vasıtasıyla milleti de haberdar etmeleri icab etmez mi? Ağır ithamlardan kurtulmak için bundan başka çare var mıdır? JAPONYA’DA DARÜLFÜNUN TALEBESINDEN OSMANLI DARÜLFÜNUN ---- TALEBESINE MEKTUB ---- Birkaç vakitten beri vatan-ı mukaddesimizden gelen ceraidi Japon arkadaşlarım efendilere tercüme edip Memalik-i Osmaniyyenin ahval-i hazırası hakkında hakīkī havadis neşretmeye çalışıyorum. Bundan birkaç vakit mukaddem de Dersaadet ceraidinde Darülfünun-ı Osmani’nin hastahane haline ifrağ olunduğunu talebe efendilerin de bir kısm-ı mühimminin meydan-ı gazaya gittiklerini okumuştum; bunu da havadis sırasında söylediğim gibi bundan bir hafta kadar akdem Bombay’da münteşir İngilizce bir gazetede telgraf havadisi miyanında meydan-ı harbe giden darülfünun talebesi efendilerden bir kısmının meydan-ı harbde şehid olduklarını okuyup müteessir olarak yine arkadaşlarıma nakletmiştim. Tab’an vatan-perver yaradılmış genç Japonyalı arkadaşlarım birkaç vakitten beri bendenizden Osmanlıların dilaverliklerine dair haberler işitip tamamen bir Osmanlı gibi meydan-ı harb haberlerini merakla okumaktadırlar. Vatandan bir muvaffakıyet haberi geldiği zaman cümlesi beni tebrike şitab ediyor; kezalik esef-engiz bir haber gelse yine benim gibi onları müteessif ediyor. Hususan darülfünun talebesinden bir kısm-ı mühimminin meydan-ı gazada şehadeti onları cidden mükedder etmişti. Osmanlıların bir muvaffakıyyeti mektebimizde adeta bir ıyd oluyor. Böyle hissiyatla meşhun arkadaşlarımı bundan birkaç gün mukaddem meydan-ı harbe gönüllü olarak gitmeye da’vet ettim. Benimle beraber gitmeye kadar razi oldular; lakin o esnada sulh haberlerinin şüyuu bizi yolumuzdan alıkoydu. Lakin bu asil efendiler vatan-ı mukaddesimize olan muhabbetlerini izhar hususunda başka yollara tevessül ettiler: Mektebimizin umur-ı idaresini deruhde etmiş talebe miyanında büyük bir şerefi haiz ve mektebin Şurası makamında olan yine talebe arasında müntehab “ Yüzbirler ” nam yüz bir a’zadan mürekkeb cem’iyetimize bir istid’a takdim ettiler ve Osmanlı Darülfünunu’nun vatanlarını himaye yolunda meydan-ı gazaya atılmalarını tebrik ve şühedasını ta’ziye için bir miting yapmaya ve mitingin mukarreratını ba-telgraf veya ba-posta İstanbul Darülfünunu’na tebliğ etmeye karar verdiler. Tebliğleri cem’iyetimizde memnuniyetle kabul olundu mektebin her on beş günde bir defa in’ikad eden umumi mitinginde Yüzbirler Cem’iyeti bunu umuma arz etti; alkışlarla karşıladılar. Gayet muhabbet ve samimiyetle birkaç efendi irad-ı nutk etti nihayet bir komisyon intihabı ile Vaside Darülfünunu namına Dersaadet Darülfünunu’na zirde ma’ruz mektubu takdime karar verdiler. Mitingin nihayetinde ben de müsaade alıp: Bütün Avrupa şu son muharebede Osmanlılığa karşı siham-ı bela yağdırdığı halde muhterem Japonlar ve hususan Vaside Darülfünunu tarafından vatanıma karşı böyle bir samimiyet da bulunduğum müddetçe Devlet-i Aliyye’ye karşı bu nevi tezahürata tesadüf ettikçe kendimi vatanımda gibi hisseder olduğumu beyan ettim. Hususan labis bulunduğum kırmızı fes Osmanlılık alameti olarak telakkī olunduğundan arkadaşlarım fesimi alıp yukarı kaldırarak onu takdis ile Japon milleti marşını terennüm ederek dağıldılar. nun tertib ettiği ve cümle a’zaların yüz bir imzası ile tezyin olunmuş mektubu aldım okudum; bir daha bir daha okudum. Meserretimden gözlerimden damla damla yaşlar akıyordu. Hemen kopyasını alıp takdime şitab ettim. Eminim ki benim gibi bütün Müslüman vatandaşlar ve dindaşlarım da mesrur olacaklardır. İşte mektubun aynen tercümesi: * * * “Aziz İstanbul Darülfünunu Talebesi Arkadaşlarımız! senesi dahi senesinin müntehası gibi Devlet-i Aliyye için yine muharebe ile nihayet buluyor. Vatanınızın toprağı yine dolu gibi kurşunlar sel gibi kanlarla sulanıyor. Müttefik Balkan ordularının zulmü alem-i medeniyyeti inletiyor. Tarafdarlıkla meşhun bazı telgraf idarelerinin getirdiği haberlerin ne maksadla neşrolunduğunu biz anladık. Çünkü hakīkat mestur kalmaz. Asırlardan beri dilaverane muharebe eden siz Osmanlıların yalnız bugün mağlubiyete duçar olacaklarına ve hususan aralarında darülfünunlu arkadaşlarımız gibi ali bir milletin tabakat-ı münevveresine aid efradın bulunduğu bir ordunun inhizama uğrayacağına bizi kimse ikna’ edemez. Havadis-i sahihadan olarak vatandaşlarınızdan Vaside Darülfünunu rahlelerinde bizimle beraber bulunan Ahmed Münir İbrahim Efendi’den aldığımız haberlerden darülfünununuzun vatanınızı himaye yolunda kanını feda eden Osmanlılar dan-ı harbe koştuğunuzu anlamıştık. Bu fedakarane harekatınız sizin “mukaddes vatan” kelimesini ne kadar amik ma’naları ile derk ettiğinizi bize isbat etti toprağı kanla yo[ğ]rulmuş vatanımız Yamatu’nun oğulları olan bizler dahi sizin vatan-perverliğinize aşıkız; kahraman Osmanlı ordusunun kahraman oğulları her nevi tebrike şayansınız. Maatteessüf bu son günlerde gelen bazı haberler Osmanlı Darülfünun talebesinden meydan-ı harbe gidenlerden bir kısmının orada şehid düştüğünü iş’ar ediyordu. Cenab-ı Hak onların ruhunu şad etsin. Maamafih bundan sizin müteessir olmayacağınıza eminiz. Zira siz vatan-ı mukaddesinizi himaye için her adımda yüzlerce şühedayı esirgemez bir milletin oğullarısınız. Zira a’sabınızdaki asil kan yine o Plevne kahramanı Asyalı Osman Paşa kanıdır! Ey darülfünun ordusu vatanı harbde himaye sulhda nur-ı irfan ile tenvir etmek gibi iki büyük şerefi haizsiniz. Size muhabbetimizi samimi ihtiramımızı izhar ile sizi cihadınızda tebrik ile iftihar eyleriz. Cihad ediniz! Cihad ediniz! Çünkü sayenizde büyük bir millet mes’ud olacak; dağları taşları takdir olunamaz güzel vatanınız mes’ud olacak; siz de kesb-i hürriyet edeceksiniz. Esaret başkalarına yakışır! Cihad ediniz! Cihad ediniz! Namınızı serhadlerinizde altınlarla yazıp düşmana karşı koysunlar. Cümlemiz kalben sizinle beraberiz. Mücahidlerin hamisi Cenab-ı Hak’tır cihad ediniz! Samimi muhabbet ve ihtiramlarımızı takdim ederiz kardeşler! * * * Şu samimi mektubu yüz bir imza tezyin ediyor. Bütün ecanib bizi siham-ı belası ile ezerken yalnız Japonya’dan böyle muhabbet-aver bir mektubun gazi ve mücahidlerimize vereceği kuvvet ve ruhu düşündükçe meserretlere gark oluyorum. SEBILÜRREŞAD MECMUA-I İSLAMIYYESINE Efendim Sebilürreşad mecmua-i İslamiyyesinin ’inci nüshasındaki Tasvir-i Efkar ’da neşrolunan Şimdiki Fransa ünvanlı makalemin bazı parçalarını –vaktiyle Sebilürreşad ’ı taasubla itham ederken şimdi bundan peşiman olmuş Garb medeniyetinin çirkinliklerini görmeye başlamış bir adamın sözü gibi– naklediyorsunuz! Evvela hakayık-ı diniyyeyi neşre sa’y etmekte olduğunu gördüğüm yegane Müslüman mecmuası Sebilürreşad ’ı takdir edenlerdenim Saniyen ne Sebilürreşad ’a taassub isnad ettiğime delalet eder ne de Garb medeniyetini mutlak surette taklid tarafdarı olduğumu gösterir hiçbir neşriyatta bulunmadım. Ben yalnız “Türkiye”nin değil baştan başa Şarkın bir hususiyeti olduğuna binaenaleyh medeniyeti kendi şahsiyet-i ma’neviyyesine göre temsil etmesi zaruri bulunduğuna da kailim. Zaman müsaid olur da bilhassa memleketim hakkındaki efkarımı toplu bir surette göstermeye muvaffak olursam bendeki tarz-ı telakkī daha ziyade kesb-i vuzuh eder. Bahsettiğim fıkradaki telmihın ilk nüshada tashih buyurulması ricasıyla takdim-i selam ve ihtiram eylerim efendim. – O sözlerimizle bir şahsiyet-i muayyene kasdolunmamıştır. Memleketin menfaat ve mazarratını pek güzel takdir eden genç muharrirlerimizle bizim de iftihar edeceğimiz tabiidir. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESINE Kunaytıra Şubat – Şam vücuhundan bazıları iltimasıyla üç yüz yirmi beşte Şam Tensik Komisyonu tarafından Kunaytıra Müftiliği’ne ta’yin edilen tevellüdlü Kunaytıralı Bedruddin Efendi bugüne kadar hiçbir medresede tahsili icazeti olmadığı gibi hususi tahsili de yoktur. Hatta bir köy imamı gibi bir Cum’a namazını kıldırmaya Arabiyyü’l-ibare bir satırı doğru okumaya iktidarı olmadığı bütün vilayetçe ma’lum ve darb-ı mesel hükmüne geçmiştir. Böyle echel-i nasın dinen siyaseten ehemmiyyeti derkar olan kaza makam-ı fetva-yı Müslimini işgal ettirilmesi doğrusu istinadgah-ı diyanetimizi esasından hedm etmek demek olduğundan ve zaten bugün çektiğimiz çileler hep diyanete adem-i bul edemeyiz. Arz u beyandan müstağni olduğu üzere makam-ı fetva merci’-i umur-ı diyanettir me’kel-i cühela-yı zaman değildir. Hiçbir zaman umur-ı diniyyemizin ayakta kaldığını görmeye a’sabımızın tahammülü olmadığından lüt fen müftilerin usul ve teamül-i kadimi dairesinde eşraf ve ulemayı mahalliyyenin intihabıyla ta’yin edilmesine da Vükela kararıyla ta’mim ve Suriye Vilayeti’ne cevaben Dahiliye Nezareti’nden tebliğ buyurulan Teşrin evvel ve numaralı emirname mucebince emsali misillü kazamız müftiliğine ulemadan mürşid-i kamilden birinin intihabıyla ta’yin ettirilmesi esbabının istikmaliyle umur-ı diniyyemizin ayak altından kurtarılmasını biz umum kaza ahalisi istirham ve taleb eyleriz. Ferman. SEBILÜRREŞAD CERIDE-I İSLAMIYYESI Kunaytıra Şubat. – Kunaytıra Müftisi hakkında Sadaret’e Meşihat’e [ ] Dahiliye’ye bir suretini de idarenize yazdığımız mazbata-i telgrafiyyemizin ale’l-imza aynen ceridenize dercini hamiyyet-i diniyyenizden rica eyleriz. – Mes’elenin ehemmiyyeti derkardır. Müftilerin vezaif-i resmiyyeden başka aynı zamanda bu zavallı milletin emin ve dirayetli rehberleri olması icab eder. Merciinin şu şikayeti kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alarak BALKAN MEZALIMI MES’ELESI Balkanlarda icra kılınan vahşet ve mezalim gerek Lordlar Kamarası’nda ve gerek Avam Kamarası’nda dur u dıraz mevzu’-ı bahs olmuş bu babda vukū’ bulan ve istizahlara hükumet namına izahat verilmiştir. Bu istizah ve izahattan şayan-ı dikkat bazı fıkraların nakli muvafık görülmüştür. Lord Lamington’un ifadesinden: – ... Türkiye’ye hiç de tarafdar olmayan gazetelerden biri birçok mahallerde hiç kimsenin berhayat bırakılmadığı rivayetlerinin menabi’-i muhtelifeden te’yid olunduğunu yazmıştır. Dersaadet hastahanelerinden birinde ifa-yı hizmet eden bir kadın şöyle yazıyor: Havali-i dahiliyyede icra kılınan gasb u garet şenaat ü cinayetlere dair olan tüyleri ürpertici hikayat hep sahihtir. Bir aile a’zasından birkaç kişi firara muvaffak edildiği halde diğerleri Rumların ve Bulgarların pençe-i zulmüne kurban düşmüşlerdir. Müttefikler tarafından kendi dindaşları namına ve arazide sakin olanların imha-yı vücudu maksadıyla icra olunduğu suret-i cereyan-ı harbden anlaşılmıştır. Binaenaleyh hakīkat-i halin ma’lum olması için hükumet tarafından konsolos raporlarının neşredilmesi arzu olunur. Ben bu vekayi’-ı vahşetkaranenin Hindistan’daki İslamlar üzerine bahs ediyorum. Teessüf ederim ki bizim rical-i hükumetimiz tarafından şu kara günlerinde Türkiye’ye karşı hiçbir hüsn-i teveccüh izhar edilmemiştir. Hükumet namına cevab veren Vikont Morley’nin ifadesinden: – ... Meşhudata müstenid olmayan rivayet tahkīkata layık olabilir ise de muhterem Lord’un bu babda şiddetle beyan-ı efkar etmesi tarzındaki hareketini ma’zur gösteremez. Mezalim mes’elesinde Hindistan ahali-i İslamiyyesinin giltere Hükumeti Hindistan ahali-i İslamiyyesinin Trablus muharebesini Fas işlerini ve Balkan muharebesini kendi dindaşlarına tealluku cihetiyle pek büyük bir dikkat ve merakı ve ehemmiyyet-i mahsusa ile ta’kīb etmekte olduklarını pek a’la bilir ve bundan dolayı bittab’ hiçbir şikayette bulunamaz. Lord Kromer’in ifadesinden: – Harbin neticesi her ne olursa olsun korkarım ki Makedonya mes’elesi hallolunmayıp daima bizi işgal edecektir. İdare-i Osmaniyyeye nihayet verilen yerlerde bu katl-i amların da nihayet bulmuş olacağı ümid olunuyor idi. Fakat hal ber-akis olmuştur. Terakkī ve yenlerin ümidleri büsbütün boşa çıkmıştır. Ben bu mes’elede lakin memleketimizin bazı sınıfları arasında Hıristiyanların zaman son derece asar-ı infial ibraz olunduğu halde Hıristiyanların derece kayıdsızlık izhar olunduğunu beyandan zabt-ı nefs edemem. Lord Nivton’un ifadesinden: – “ senesinde İslam muhacirlerinin duçar olduğu muamelata şimdikilerin de duçar olmalarına müsaade etmek düvel-i mütemeddine için hıyanet ar ve hacalet şeyn ve leke teşkil eder.” – Me sa bulundukları sırada ahaliden bazılarının kahvehanelerde lu’biyyat ile iştigal etmekte olduklarından ve bu halin adab-ı diniyye ve terbiye-i milliyyemize muhalif ve beyne’n-nas su’-i te’siri mucib olacağı derkar bulunmuş olduğundan bil-bahs men’i esbabına hemen teşebbüs edilmesi lüzumu makam-ı Meşihat-i Ulya’dan Dahiliye Nezareti’ne iş’ar kılınmıştır. gazetesine yazıldığına göre Balkan muharebesinde müslümanların ne gibi hallere giriftar olduğunu gören İbnü’r-Reşid görerek her iki tarafa aid kabailin nezdine nesayih-i ittifak-cuyanede bulunmak üzere müteaddid hey’etler göndermişlerdir. Son gelen Mısır gazetelerinde okunduğuna göre misyonerler Mısır’da ahali-i İslamiyyenin galeyanını mucib olacak surette neşriyatta bulunmaya propagandalar yapmaya başlamışlardır. Bu hal Mısır İslam mu’teberanınca kemal-i ehemmiyyetle nazar-ı dikkate alınmış ve merciinin de nazar-ı dikkatini celb eylemek üzere lazım gelen vesait ve tedabire müracaat olunmuştur. Şimali Rusya vilayatından olan Orenburg tacirlerinden bir hey’et Rusya Dahiliye Nezareti’ne müracaat ederek Osmanlı guzat-ı mecruhini için beyne’l-ahali iane dercine müsaade olunmasını taleb ve istirham eylemişlerdir. Dahiliye Nezareti bu müracaattan ancak bir ay sonra verdiği cevabda: Rusya dahilindeki Osmanlı konsülatolarının Osmanlı Hilal-i Ahmer’i namına iane derc eylemelerine mesağ bulunduğundan dindaşlarına muavenet etmek isteyenlerin komisyonları teşkilatına lüzum olmadığını beyan etmiştir. Rusya’nın İslamlarla meskun vilayat memalikinin kısm-ı a’zamı ile Orenburg’da Osmanlı konsoloshanesi bulunmadığı nazar-ı i’tibara alınırsa şu cevabın nazikane bir redden başka bir şey olmadığı tezahür eder. Zaten Rusya dostumuzdan başka şey beklenmezdi. Rus Duması iki sene evvel bütün Rusya müslümanlarının protestolarına rağmen Pazar günleri bilatefrik-ı din ü mezheb umum Rusyalıların dükkanları kapamak mecburiyetinde bulunduklarına dair bir kanun neşretmiş bil-istifade kanun-ı mezkuru bilfiil de protesto etmekten hali kalmıyorlar. Bu cümleden olarak Kazan müslümanları geçenlerde Pazar günü dükkanları memnuiyet-i kanuniyyeye rağmen açmışlardır. Bunun üzerine Kazan zabıtası bu müslümanlar aleyhinde bir rapor tanzim eylemiştir. Kafkasya’da münteşir Türkçe rufekamızda mütalaa olunduğuna göre dükkanlarını Pazar günleri hilaf-ı kanun olarak kapamamakta dır. TAKLIB-I HÜKUMET TASAVVURAT VE TEŞEBBÜSATI Hakkında Neşrolunan Beyanname-i Resmi En tehlikeli zamanlarını geçirmekte olan vatanın selamet-i atiyyesi namus-ı milleti muhafaza için son hadde kadar sarf-ı mesaiyi üss-i maksad ittihaz etmiş olan hükumete bütün evlad-ı memleketin müzaheret etmesine mütevakkıf olduğu hakīkati fedakar ve hamiyet-perver ebna-yı vatan lik olduğu bir sırada selamet-i hakīkıyye-i vatanı idrak ve tefrikden aciz birkaç şahsın el altından bazı gune tasavvurat ve teşebbüsat-ı şurişkariye tevessül eylemekte bulunduğu beş on günden beri hükumetçe istihbar olunmakta idi. Ta’kībat ve tefahhusat-ı mahsusa neticesinde hükumet teşebbüsat-ı mezkureyi zahire ihrac etmiş ve müteşebbislerini bit-ta’yin ekserisini derdest eylemiş olduğundan mahiyet-i vak’a ber-vech-i ati enzar-ı umumiyyeye vaz’ olunur: Tahkīkatın verdiği kanaate nazaran Prens Sabahaddin Beyefendi hazretlerinin Katib-i Hususiliğini ifa etmekte bulunduğu haber verilen Lutfi Bey nam zat müşarun-ileyhin sahilhanesindeki yazıhanesinde Erzurumlu Sıdkī Muş eşrafından bir zatın mahdumu olan Said Aksaray’da Horhor’da sakin Hasan namındaki zevat ile isimleri anlaşılamayan diğer birkaç zevattan mürekkeb teşkil eylediği hey’et-i fa’ale calis-i istişareden birinde memleketi kurtarmak için hükumeti adem-i merkeziyyet fikrinde bulunan bir kabineye tevdi’ etmekten başka çare olmadığı ve şayed böyle bir kabine teşkil edilecek olursa maazallahi Teala Edirne sukūt etmiş olsa bile Edirne ve civarı bir mıntıka-i bi-tarafi addolunmak üzere akd-i sulh edilmek ve hükumet-i Osmaniyyeye elli milyon lira ikraz olunmak ve otuz sene müddetle umur-ı dahiliyye-i memlekete düvel-i muazzama tarafından müdahale edilmemek keyfiyetlerinin te’min olunduğu ve binaenaleyh menafi’-i memlekete evfak olan bu siyaseti ta’kīb için hemen hükumet-i hazırayı devirmek eslem-i mesalik olduğunu hazıruna karşı Lutfi Bey tarafından dermiyan edilir bu maksada vusul için Babıali civarında büyük bir ictima’ akdi ve kabinenin meslek-i siyasisinin alenen takbihı ve oradan da bir cemm-i gafir ile Saray-ı Hümayun’a azimet edilerek kabinenin azliyle Divan-ı Ali’ye sevkı ve adem-i merkeziyyet-i taleb olunması ve bu sırada bilumum erkan-ı hükumetle ne kadar rufeka-yı meslek ve mesaisi mevcudsa kaffesinin tevkīfiyle evvelden ihzar edilecek bir vapura irkabları hususları takarrur ettirilir. Yevm-i ihtilalde tevzi’ edilmek üzere Osmanlı Milletine ve Ordusuna Hitab ünvanlı bir beyannamenin tahrir ve tab’ ve fırsat bulundukça şimdiden neşri keyfiyetleri de cümle-i mukarrerata idhal edilir. Hazırundan Muşlu Said Bey ile Hasan Efendi’nin hin-i derdestlerinde ceblerinde ve ikametgahlarında zuhur eden ve Babıali ve civarını gösteren kroki muma-ileyhimanın nümayiş-i ihtilalkari tertibatının teferruatını kararlaştırmaya me’mur olduklarını zurum Hürriyet ve İ’tilaf Kulübü a’zasından olan Sıdkī Efendi sarı bıyıklı güzel Fransızca tekellüm eder kibar tavırlı ve elyevm gayr-i mevkūf bulunan bir zat dahi beyannamelerin tab’ı ile iştigal ederler. Beyannameler Beyoğlu’nda Tünel’in üst başında sakin ve esasen Yunan tebeasından Mösyö Fantazi’nin mutasarrıf olduğu Anadolu Matbaası’nda tab’ ettirilir. Beyannamenin tab’ı Cum’a günü akşamı hitam bulur ve o gün akşama kadar matbaada bulunan Sıdkī Efendi Kuruçeşme’de Prens hazretlerinin sahilhanelerine geç vakit azimet eder beyannamelerin tab’ından o sırada haberdar olan hükumet Cumartesi günü suret-i hafiyyede matbaalarca tedkīkata tevessül etmiş olduğundan bu tedkīkattan kuşkulanan matbaa sahibi Pazartesi günü ale’s-sabah nüsah-ı matbuanın kısm-ı küllisini Beyoğlu’nda Martı Apartmanı’ndaki olup Pazartesi günü hareketi musammem bulunan Erzurum Jandarma Mülazimliği’nden mütekaid Mustafa Vasfi Efendi’ye de muma-ileyh Sıdkī Efendi tarafından sekiz yüz kadar beyanname matbaada teslim olunur. İşte hükumet Mustafa Vasfi Efendi yedindeki beyannameleri elde etmek ve muma-ileyh Mustafa Efendi’nin hükumete beray-ı hizmet vukū’ bulan i’tirafatını dinlemek sayesinde teşebbüsat-ı Salı gecesi teşebbüsün en fa’al a’zasından olduğu anlaşılan ve hatta inde’l-icab Sadrazam Paşa hazretleri ve daha sair bazı zevat aleyhinde isti’mal edilmek üzere İran ihtilalcilerinden birine bombalar sipariş etmek teşebbüsünde bulunan Sıdkī Efendi merkūm İran ihtilalcisi Muhammed Ali ile beraber tevkīf ve Muşlu Said ve Horhorlu Hasan Beyleri dahi elde etmiştir. Balada beyan olunan matbaada leyle-i mezkurede icra kılınan taharriyatta beyannamenin Sıdkī Efendi’nin hatt-ı destiyle musahhah provaları ve birkaç nüsha beyanname elde edilmiş ve i’lan-ı harbden beri mezkur matbaanın muvazaaten mutasarrıfı olduğunu iddia eden ve fakat nazar-ı kanunda matbaanın sahib-i hakīkīsi bulunan tebea-i Osmaniyyeden Nikola Leodidi ve matbaada tab’ olunan beyannameleri bilerek Mösyö Fantazi’nin hanesine nakleden matbaa hammalı Said dahi derdest olunmuştur. Maatteessüf asıl matbaanın sahibi bulunan merkūm Fantazi edilen delail-i maddiyyeye karşı mevkūfin i’tiraf-ı cürmden başka bir çare bulamamışlar ve yalnız Said ve Hasan Beyler tasavvurat-ı ihtilaliyyede Sıdkī Efendi’nin dahi müşterik olduğunu ve Lutfi Bey’in yazıhanesindeki mecalis-i meşverete dahil bulunduğunu i’tiraf eylediği halde beyannamenin tab’ından haberdar olmadıklarını iddia eylemişler Sıdkī Efendi ise beyannameleri tab’ ettirdiğini i’tiraf eylemekle beraber tasavvurat-ı ihtilaliyyeye iştirakini ve bomba siparişi keyfiyyetini bil-külliyye inkar eylemiştir. Muma-ileyh Sıd kī Efendi’nin Hafız Sami Efendi namındaki zattan İttihad ve Terakkī Cem’iyeti’ne mensub zevattan ileri gelenlerinin esamisini havi bir defter taleb eylediği Mustafa Vasfi Efendi tarafından ihbar edildiği ve üç sene mukaddem Cem’iyet-i Hafiyye mes’elesinden dolayı mahkum olup geçen cülus-ı hümayunda afv-ı aliye mazhar olan muma-ileyh Hafız Sami Efendi kendisinden böyle bir defterin taleb olunduğu[n]u hatta Hafız Sami Efendi’yi tanımadığını iddia eylemiştir. Lutfi Bey’in bu teşebbüsat-ı ihtilaliyyeye reis olduğunu bu derece vuzuh ile meydana çıkaran bu delail muma-ileyhi tevkīf hanelerinde taharriyat icrasına hükumeti mecbur etmiş ve Şubat’ın on dördüncü Perşembe günü ta’rifat-ı kanuniyyesi dahilinde taharriyat icra kılınmıştır. Baladaki izahata nazaran elyevm müteşebbislerden Erzurumlu Sıdkī Müfti Said Horhorlu Hasan Matbaa Sahibi Leodidi Efendilerle matbaa hammalı Said ve bomba i’mali müzakeratına girişmiş olan fi Bey’le isimleri ve hüviyetleri anlaşılamayan diğer birkaçı hal-i firardadırlar. Mevkūfin haklarındaki evrak-ı tahkīkıyye sür’atle muhakemeleri bil-icra haklarında hükm-i kanun ifa olunacaktır. Garazkarane kīl ü kallere ve bi-vukūfane mübalağalara mahal kalmamak üzere bütün tafsilatıyla enzar-ı umumiyyeye arz olunan mahiyet-i vak’anın bir fikr-i sakīm etrafında toplanmış üç beş kişinin bi-mağzane denebilecek teşebbüsatından başka bir şey olmadığı Polis Müdüriyet-i Umumiyyesi’nden tevdi’ olunan fezleke-i tahkīkıyyenin ted kīkınden anlaşıldığı beyan olunur. Şubat ’uncu Cildin Sonu *** Mitroviçe: ***: A[ayın]. Ferid: A[ayın]. Nevzad Ayas: bkz. Abdüllatif Nevzad A[ayın]. Z[zel]. Üsküb: A[elif]. N. İstanbul Sultanisi Muallimi: Abdullah Quilliam [William Henry]: Abdülhak Bakü: Abdüllatif Nevzad: Abdülmecid Kunaytıra: Abdürreşid İbrahim: Ahmed Cevdet Aşiyan sahibi: Ahmed Hamdi Aksekili Sebilürreşad Bulgaristan Muhabir-i Mahsusu: Ahmed Münir bin Abdürreşid İbrahim Japonya’da Osmanlı Talebesinden Tokyo: Ahmed Naim Baban-zade Meclis-i Maarif A’zasından Darülfünun Muallimlerinden: Ahmed Necmeddin: Ahmed Şirani Fatih Dersiamlarından: Ali Rıza Seyfi Göztepe: Ali Salahaddin: Ali Şeyhü’l-Arab: Anadolu Sesleri: Bayezid Dersiam Müderrisleri: Beylerbeyili İbrahim Sabık Etfal Hastahanesi Sertabibi: Bursalı Mehmed Tahir bin Rif’at: Camillo Garroni İtalya Büyükelçisi: Cevdet Fahri Kanlıca: Ç - Ş - Z [ze]: D. Sofya: Ebu’l-Fütuh: Edhem Nejad Manastır: Emin Haki: Emir Abdurrahman Han: Fahreddin: bk. Mehmed Fahreddin Ferid Hariciye Tercüme Şu’besi Mümeyyizi Darülfünun Muallimlerinden: Gerard Lowther İngiliz Büyükelçi: Göriceli Hafız Ali: H. Feyzi Talebeden Ödemişli: H. Mehmed Şevket: el-Hac Cemil Müzlavi Bağdad Hayfa: el-Hac Hafız Davud Manastırlı İştib Sabık Kumandanı Mütekaid Erkan-ı Harb Mirlivası: Hacı Mehmed Ahaliden Konya Taşucu: Hacı Süleyman Kunaytıra Belediye Reisi: Halil Fahreddin Şair Ziya Paşa Hafidi: Hamid Belediye Reisi Siird: Hasan Ruhi Samsun’da Muallim: Hasan Tahsin: Haşim Nahid Tasvir-i Efkar : Hayreddin Beyrut Muhabir-i Mahsusu: Hilal-i Ahmer: Hüdavendigar : Hüseyin Ragıb Türk Ocağı: Kadi Paşa-zade Sezai: Kirsch[?]: Kemal-zade Ali Ekrem: Kolinoviç Hidayet Bosna-Hersek Muhabir-i Mahsusu: M. Bompard Fransız Büyükelçisi: M. Fahreddin: bk. Mehmed Fahreddin M. Şadi Hendese-i Mülkiyye’den Uşak: M. Şemseddin Midilli İ’dadisi Müdürü: ---- M. V ---- .: Maarif Nezareti: Matin: el-Mehdevi Derne: Mehmed Akif Darülfünun Muallimlerinden: Mehmed Fahreddin Alay Müftüsü: Mehmed Hayreddin Anadoluhisarlı Stuttgart: Mehmed Nadir Mut Kazası Müftüsü: Mehmed Nuri el-Mardini: Mehmed Reşid Ermenek Belediye Reisi: Mehmed Tahir Esbak Bursa Meb’usu: Midhat Cemal: Misbah Bosna: Muhyiddin Mütekaidinden: Mustafa Safvet Şehri Fatih Dersiamı Fetvahane-i Ali Müsevvidi: Mustafa Satvet Müntesibin-i İlmiyyeden Ödemiş: Namık Kemal Deli Hikmet: Nazım: Nazmi Yüzbaşı Haleb: Nevzad Ayas: bkz. Abdüllatif Nevzad Nüzhet Muhiddin’in Refikası: Ömer Fevzi Kunaytıra: Pallaviçini Avusturya-Macaristan Büyükelçisi: Resul-zade Mehmed Emin: Reşid Rıza: Rif’at Kıbrıs ulemasından: S. Romanya Hırsova: S[sin]. M. Tevfik Bağdad Muhabir-i Mahsusu: Sabah: Safveti Kemal Kırımlı: Said Müsteşar-ı Meşihat-ı Ulya: Said Halim Paşa Hariciye Nazırı: Sebilürreşad: Semiz-zade el-Hac Mehmed Saraybosnalı: Servet-i Fünun: Süleyman Belediye Reisi Mut: Süleyman Sudi Bayezid Meb’usu: eş-Şa’b Mısır: Şeyh Şibli en-Nu’mani: Taha el-Müdevver Beyrut’ta er-Re’yü’l-am gazetesi sahibi: Tahirü’l-Mevlevi: Tan: Tasvir-i Efkar: Tercüman: Tercüman-ı Hakīkat: Teşrih: Times: Tunca gazetesi Filibe: Türk Yurdu: Uhuvvet-i İslamiyye Tokyo: Yüzbirler Vaside Darülfünunu namına: Vicdani: Wangenhiem Almanya Büyükelçisi: Ya’kūb Kunaytıra: Yazıcı-zade Hakkı Osmanlı Fabrikası Sahibi Edremid: Yeni Asır: |/\|